İlk sayımızda başlayan “Yargılananlar yargılıyor” yazı dizimiz bundan sonraki sayılarımızda da çeşitli demokrat, devrimcilerle yapacağımız söyleşilerle sürecek. İlk sayımızda Emil Galip Sandalcı ile 12 Eylül üzerine yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
Özgürlük Dünyası
Emil Galip Sandalcı ile 12 Eylül Üzerine: “Yaptıklarına kendileri de inanmıyorlar”
“Aslında 12 Eylül için, ne hareket, ne hükümet darbesi ve de ihtilal tanımı uygun düşüyor. 12 Eylül, 12 Mart ve onu doğuran nedenlerin devamıdır. Ayrıca amaç bir senaryonun son safhasını sahneye koymadır. 12 Eylül hukuku da bu anlamda, insanları ezen, hak ve özgürlüklerini ellerinden alan bir hukuktur.”
EMİL GALİP SANDALCI
1922 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu, Michigan Üniversitesi’nde master yaptı. 1956 yılında gazeteciliğe başladı. Tercüman, Vatan, Ulus, Yeni Sabah, Yeni Ortam ve Demokrat gazetelerinde çalıştı. TRT’de çeşitli kademelerde görev yaptı. Basın şeref kartı sahibi, Basın Şeref Divanı’nda 2 Yıl yer aldı. DPT’de çalıştı. Yazarlar Sendikası yönetiminde yer aldı. Türk Yunan Dostluk Derneği Pen Kulübü kurucu üyesi. İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında ve İstanbul Şube Başkanı.
12 Mart sonrası TRT’de iken komünist propagandası iddiası ile tutuklandı. 1972’de uçak kaçırma iddiası ile tutuklandı. 12 Eylül sonrası da Demokrat Gazetesi’nde yazdığı yazılarından dolayı gözaltına alındı hakkında davalar açıldı.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Biz 12 Eylül hukukunun bir bütün olarak yargılanması gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlamda siz 12 Eylül hukuku ile karşı karşıya kaldınız. Bu konudaki düşünceleriniz neler?
E. GALİP SANDALCI: Bence 12 Eylül’ün en büyük özelliği hukuksuzluğu. Ancak bu hukuksuzluk, her çeşit insan haklarını ve özgürlüklerini göz ardı eden kendi bünyesine uygun bir hukuku da içermekte. Aslında 12 Eylül için, ne hareket, ne hükümet darbesi ne de ihtilal tanımı uygun düşüyor. 12 Eylül, 12 Mart ve onu doğuran nedenlerin devamıdır. Ayrıca amaç bir senaryonun son safhasını sahneye koymadır. 12 Eylül hukuku da bu anlamda, insanları ezen, hak ve özgürlüklerini ellerinden alan bir hukuktur. Bu da onun meşru olmaması, daha doğrusu ters bir hukuk olması anlamına geliyor. Bu nedenle 12 Eylül hukuku dediğimiz zaman, 12 Eylül’ün bir kılıfı hukuki bir kılıfı söz konusu olabilir.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Eylül Anayasasında “Herkes kanun önünde eşittir” deniliyor. Ancak yine aynı anayasa konsey üyelerini eleştirme yolunu kapatıyor. Siz daha önceki anayasaları da yaşayan birisi olarak bu “eşitlik” konusunda ne diyorsunuz?
SANDALCI: 1924’ten itibaren tüm anayasaları yaşayan bir kimse olarak 82 Anayasasını en saygıya değmez ve utanılacak bir anayasa olarak görüyorum. Zaten Türkiye’de bu anayasa öyle bir hale geldi ki iyi olmuş kötü olmuş artık onların üzerinde durmaya bile gerek yok. İki yüzlülük içinde yapılıyor. Bu anayasalarda özellikle son yapılanda insan hak ve özgürlüklerinden söz ediliyor ama bunların tam tersi düşünceler onun içine konuluyor. Korunmaya çalışan vatandaş değil devlet. Vatandaş bir vasıta olarak görülüyor.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: 15. madde, 12 Eylülcülerin bütün olarak yargılanması yolunu kapatıyor. Ancak bu madde, parça parça yapılan suçlamaların bütün olarak gündeme gelmesini engelleyebilecek bir güç mü şu anda?
SANDALCI: Şu an için engelleyebilir. Ancak tarihin akışı ve toplumların gelişmesi içinde bu engelleme bir şey ifade etmez. Bu gibi tedbirler sadece palyatif önlemlerdir ve bundan öteye gidemez. İster anayasaya, ister baba-yasaya isterse duvarlara yansıtsınlar, hatta isterlerse Çankaya’nın tepesine yansıtsınlar hiçbir şeyi değiştiremezler. Koşullar içinde ortam değişir ve bunlar bir gün yargılanırlar. Adam insan olarak mahkemeye çıkamazlar belki ama insanlar çok daha sonra, onlar ortadan kalktıktan sonra onları tarih önünde yargılarlar. Ancak bizde böyle hareketleri değil yargılama en ilkel hesap sorma geleneği bile yok. Ne 12 Mart’ın ne de başka bir şeyin hesabı soruldu. Ama bakın Yunanistan’a… İstiklal Savaşı’nda Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra zamanın başbakanı ve ordu komutanları mahkemeye çıktılar ve sonunda da kurşuna dizildiler. Yani yenilginin hesabını verdiler. Belki onların bu kadar büyük suçları yoktu, ama yenilgiyi onlar taşıyorlardı ve bunun hesabını verdiler. Bizde bırakın bunu, en ilkel şekilde hesap sormak olmuyor. İmkân yok. İlla intikam olsun, etkiye tepki olsun diye söylemiyorum ama bizde ne 12 Martın ne de başka bir şeyin hesabı soruluyor. Bunu yerine oturtmak gerekiyor.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: O zaman 146. madde gibi bir maddenin de burada varlığı gereksiz olmuyor mu?
SANDALCI: 146 yoruma çok açık, herkese uygulanabilir ancak ortada adam kalmaz. Devletin itibarım küçük düşürmek diye sana bana istedikleri gibi uygularlar. Su içmeye gidersin, ben söylerim, sen 146’ya girersin. Diğer yanda sen söylersin, söylediğin için yine sen 146’ya girersin. Yani farklı uygulanır. Ancak şu bütün devleti rezil eden bir takım insanlar var ki onların hiçbir hareketi 146’nın içine girmez. Aslında anayasadaki tüm maddeler güçlü olmanın ifadesi. İyi anayasa olmuş, kötü anayasa olmuş bir şey ifade etmiyor.
Hem iktidarda hem de güçlü olayım, bana en iyi anayasayı getirin en kötü şekilde nasıl kullanılabileceğini size göstereyim. Ya da tam tersi en kötü anayasayı getir, iyi niyetle nasıl iyi sonuçlar alınabilir onu göstereyim.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Bu güçlülükten kaynaklanan ortam da 12 Eylül Anayasasını hazırlayanlar kendi kurallarını çiğnemiyorlar mı? Örneğin sıkıyönetim mahkemeleri…
SANDALCI: Çelişkilerle dolu oldukları için doğaldır çiğnemeleri. Anayasa o anayasayı getiren Özal’ın devrinde deliniyor. Hem de 3 kuruşluk seçim gibi basit bir olay için, partilerin çıkarları plana çıktığından deliniyor.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Peki, hukuk devleti açısından bir dönemin yöneticileri kendilerine anayasada bir güvence arama gereğini neden duymuş olabilirler?
SANDALCI: Bunun bir takım psikolojik analizleri yapılabilir. Ancak kısaca, yaptıkları yüzünden bir gün hesap sorulabileceğini bilmelerinden ve bundan korktukları için böyle bir şeye gerek duyduklarını sanıyorum. Belki de yaptıklarına kendileri de inanmıyorlardı. Bu da bir olasılık. Biliyorsunuz, ortaya halk için çıktıklarını söylüyordu. O halde neden bu dönemde binlerce insan işkenceden geçirildi, bir sürü insan öldürüldü ve asıldı. Buna da sokaktaki terörü durdurmak için diye bir kılıf takıldı. Ama diğer yandan geniş halk yığınlarının de-politize edilmesi için akıl almaz bir devlet terörü estirildi. Yani, sonuçta Türkiye’ye huzur mu geldi, yoksa üç beş kişi ile büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı mı geldi? Tüm bunlardan sonra akılları varsa tabii ki 15 maddeyi getirip ardına sığınırlar.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Peki, sıkıntıyı getiren üç beş kişilik bu olguya Mayıs 1977’den beri planlanan bir senaryo idi diyebilir miyiz?
SANDALCI: 61 Anayasasının sağladığı kısmi özgürlük ortamında çeşitli sosyal ve siyasi meşeler üzerinde bilinçlenme faaliyeti başladı. Sola açılan bir hava akımı Türkiye’de hissedilmeye başlandı. Tabii bu hava, karşıt tepkilerini de birlikte getirdi. İlk biraz acele ile ve örgütsüzce 71 Mart’ında geldi. Bu karşıt hareket burada durmadı. Anayasa kısmen değiştirildi, parlamento kukla haline getirildi. Ama bu da karşı tepkisini doğurdu ve partilerde demokratlaşma süreci gündeme geliverdi, ilk defa daha solda bir iktidara yol açıldı. 77’ye doğru bu yol daha fazla açık idi. Bunu durdurmak için bir takım hesaplı işler yapıldı. Türkiye’nin gerçek demokrasi ile yaşayamaması için bilinçli olarak yapıl’dı… Ve bir takım bahaneler arandı. Mesela 1 Mayıs 1977. Tam bir polis provokasyonu idi. Veya Ecevit’e Çiğli’de yapılan suikast, ya da Hamido’nun ailesi ile birlikte havaya uçurulması. Abdi İpekçi’nin öldürülmesi. Hepsi de popüler, sevilen insanlardı. Bu CIA’nın kitaplarında bile var, yani, popüler insanları ortadan kaldırmak. Bir belediye başkanı ya da ünlü bir gazeteci gibi…
Bütün bunlar gösteriyor ki bu adamlar bir şeyleri durdurmaya çalışıyorlardı. Sonra ne yapıldı? Sıkıyönetim ilan edildi. Bir tek Alevi-Sünni meselesinin körüklenmemesi kalmıştı ki o da yapıldı. Etnik ayrıcalıkları vurgulamak ve kışkırtmak için Alevileri kötüleyen mektuplar yollandı, dağıtıldı. Türkiye’de demokrasinin yürüyemeyeceğini ispatlamaya çalışıyorlardı. Askeri hareket buna ne dereceye kadar senkronize oldu, bu da çok düşünülecek bir şey. Ancak, sivil mahkeme yetersizliğinden dem vuruldu ve hem daha çok önlem istendi. Alındı da peki ne oldu? 1978’de sıkıyönetim geldi. Sonra 12 Eylül geldi ve hâlâ daha süren mahkemeler var.
Onu da bir tarafa bırakalım. Aynı insanlar 12 Eylül’den sonra iktidara geldiler ve sokaktaki anarşi bitti. Demek ki, daha önce de bitirebilirlerdi. Hiç kimse bunun tersini savunmasın. Bitirmek istemedikleri için bitirmediler. Benim kanaatim bu ve bunu her yerde söylerim.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: 12 Eylül öncesi gelişmeleri anlattınız. Şimdi size 12 Eylül hukuku ile karşı karşıya kalmış bir yazar olarak bir iki soru yöneltmek istiyorum. 12 Eylül’den sonra siz hem Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) üyesi olarak hem de Demokrat Gazetesi nedeniyle kovuşturmaya uğradınız. TYS üyesi olarak yargılanmanız ise dört yıl kadar sürdü. Ancak burada ilginç olan, kovuşturmaya uğramanıza neden olan Türk Ceza Kanunu’ndaki maddeler 12 Eylül öncesinde de vardı, ama siz bu maddeler nedeniyle 12 Eylül’den sonra kovuşturmaya uğradınız. Burada bir çifte standart yok mu?
SANDALCI: Gayet tabi var. Nedeni ise iktidara gelenin yasayı yorumlayıcı. 12 Eylül öncesinde TYS, Barış Derneği gibi kuruluşların faaliyetleri legal olarak algılanıyor ve kimse bir şey demiyordu. 12 Eylül ile birlikte illegal faaliyet olarak yorumlandı. Yasama dili aynı, maddeler aynı ancak yorumlayan zihniyet farklı. Başta söylediğim çelişki de buradan kaynaklanıyor. Örneğin Demokrat Gazetesi’nin bilinen sertliğine, en solda diye nitelendirilmesine karşın 12 Eylül öncesinde bir iki davası vardı. Ancak 12 Eylül’den sonra tüm yazdıklarımız günah oldu. “İşkence için niye yazdın”, “Gazetenin parasını nereden buldunuz” diye içeri aldılar. Uydurma ölüm raporu yazanların yalanlarını yazdığımızdan adam öldürdün diye içeri aldılar. Ama aradan aylar geçtikten sonra. Yani bunlar 12 Eylül’den önce suç değil, 12 Eylül’den sonra suç oldu.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: İnsanlarımız 12 Eylül’ü tüm sonuçlarıyla biliyorlar. Çok sıradan insanlar bile bunun ne anlama geldiğini kavrayabiliyor artık. Fakat bizim aydınlarımız, da bir direnç görüldü mü? Yoksa sendikalara kadar tüm anahtarlar hemen cuntaya teslim edildi mi?
SANDALCI: Hiç bir müessese direnmedi ki. Sendikalardan en küçük işçi kuruluşlarına kadar her yeri kapattılar. Bu durum da aydınlar tepkisini nerede ve nasıl gösterecekti? Kimsenin mazereti için söylemiyorum. Ama Türkiye çok zor bir durumda. Basın ve dergiler hem kendi oto-kontrolleri hem de devletin kontrolü altında. Bizim Babıâli patronları ise bir yerden sonra mukavemet göstermemişlerdir. Zaten bu tek taraflı bayağı gazetelerin sahipleri ya ailelerdir, ya da müteahhitler işadamları falandır. Her iki halde de yukarıdan gelen baskılara karşı hassastırlar ve er-geç boyun eğmek zorundadırlar. Ve 12 Eylül döneminde de bunu yaptılar. Sıkıyönetim komutanları ile kadeh kaldırarak sansürün kaldırılmasını kutlayan Gazeteciler Cemiyeti üyelerinden ne bekleyebiliriz ki? Zaman zaman iyi niyetle bazı şeyleri yazmaya çalışanlar oldu ama genelde pek fazla bir şey, direniş, gösterilemedi. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum, ama bir Aydınlar Dilekçesi olayı oldu. Olumlu bir çıkıştı ama sonuçta fazla bir şey olmadı.
Zaten bir gelenek olmaz, belirli bir takım direnç noktaları olmazsa ve bunların ortasında da Zaloğlu Rüstem gibi biri olsa, etse n’olur, etmese n’olur. Türkiye’de Don Kişotluk örnekleri vardır, ama gelip bunların kafalarını ezerler.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Şu anda İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanısınız. Hem bu konumunuzla hem de bir gazeteci olarak Türkiye’de insan haklarının kurumsallaşması hakkında neler düşünüyorsunuz?
SANDALCI: Bu hak ve özgürlükler ne kadar çok savaşılarak elde edilirse o oranda güçlü olurlar. Bizde ise bu hak ve özgürlükler genelde yukarıdan aşağıya doğru verilmiştir ve bu nedenle çok kolay geri alınabilmektedirler. 100 küsur yıllık bir meşruti devlet, anayasa devleti geleneği var, ama anayasa sürekli rafa kaldırılmış, değiştirilmiş. Bu nedenle bu haklar kurumlaşamamış. Geleneğimizde de zaten demokrasi pek yok.
Öte yandan biz daha 12 Mart döneminden çıkabilmiş değiliz. Bunu iktidardaki partinin mantalitesinde, davranışlarında çok rahat görebiliriz. Devletin başka noktalarında da görebiliriz. İki tane adam yurtdışından geliyor. Ben geleceğim gel beni tutukla diyor. Şimdi bu elindeki adama yasalara göre işkence yapmanın anlamı var mı? Ya da devlet başkanının bunlar hakkında adalet mekanizmasını etkileyebilecek konuşma yapmasına gerek var mı? Bunlar demokrasiden söz edilebilir mi, ya da 12 Eylül’de demokrasiden bahsedilebilir mi?
Eylül 1988