Zincirin iki halkası: 24 OCAK VE 12 EYLÜL

* 24 Ocak modelinde: “Yüksek fiyat ve düşük ücret” politikasıyla burjuvaziye kaynak aktarımı sağlanıp, sermayenin yoğunlaşması destekleniyordu deneme/yanılma üzerine kurulmuş olan bu modelin özü, geleceği ipotek altına almaktı.
1980 öncesi, 79 Ekimde yapılan ara seçim sonuçlarına göre hükümeti elinde bulunduran reformist CHP kesin yenilgiye uğradı. AP ise, 33 senatörlük ve 5 milletvekilliğinin tümünü almıştı. CHP’nin bu başarısızlığı, halkın gözünde reformizmin iflasını gündeme getirirken, yönetim düzeyinde de yeni arayışlara girilmiş ve bunun sonucu olarak da dıştan MHP ve MSP destekli AP azınlık (ya da 3. MC) hükümeti kurulmuştu.
79 Kasım’ında MESS başkanı Turgut Özal, Demirel’e verdiği raporda ana problemlerin başlıcalarını “anarşi, enflasyon, döviz durumu, sendikal meseleler ve toplu sözleşmeler” olarak sıralayıp önerilerini de sunuyordu. (1)
Ekonomik ve siyasi bunalım, yönetenlerde kendi kurumlarının işlemezliğini artırırken, diğer yönden yönetilenlerde de arayışlarını netleştirme/geliştirme imkânı yaratıyordu.
Toplumun başta işçi sınıfı olmak üzere bütün sınıflara bunalımın yansıttığı sorunları çözmek açısından kendi öz sınıf programlarının olmadığı söylenemez. Bunlardan birisinin uygulanması/içinde yaşanılan toplumsal yapının ortaya çıkardığı ortamın ve dolayısıyla siyasal rejimin niteliğinin ürünüdür.
Ülkemizde tekelci burjuvazinin önerdiği program, salt kendi sınıf çıkarlarını esas alıyor. Bunalımın faturasını/bedelini diğer sınıflara ödetmek amacını ise, toplum olarak birlikte “sorunun çözümünü” üstlenme, günlük deyişle “toplumsal fedakârlık yapma” olarak yansıtıyor. Aslında böylece izlenecek “ulusal politika” ve “ülkenin bölünmez bütünlüğünün” özü kar ve artırılması şeklinde belirleniyor.
İşçi sınıfı programı bunalımın varlık sebebi olan bu sosyo-ekonomik durumun değiştirilmesiyle köklü çözümü esas almak durumundadır.
Bu genel değerlendirme ışığında, kararların alındığı tarihle anılan 24 Ocak önlemleri, ekonomik bunalıma ve diğer taraftan başta işçi sınıfı mücadelesinin grev bayrağının yükselmesini ve artan toplumsal muhalefeti bastırmanın aracı olarak da 12 Eylül gündeme geliyordu. Bu gelişmelerin dünya konjonktüründen bağımsız olduğu söylenemez.
Devrik Demirel hükümetinin ekonomik kurmayları başta Özal olmak üzere 12 Eylül sonrası daha etkin görevlere geliyorlardı. Böylece alınan ekonomik kararları uygulamada devamlılık yine aynı kadro tarafından sağlanıyordu. Zaten 12 Eylül bu devamlılığı sağlamanın bir ürünüdür.
Nitekim 12 ve 14 Eylüllerde Genelkurmay’da ekonomi konulu toplantılara katılan Özal edindiği izlenimi, “Çocuklar, … 12 Eylül bizim daha önce yapamadığımız pek çok şeyi yapma fırsatını verebilir… Grev himayesi falan yasaklanıyor. Yani daha rahat çalışma durumu çıkabilir bundan sonra…” diye çevresine anlatıyordu. İkinci toplantıdan bir gün sonra IMF’nin Avrupa masa şefi Whitton, Özal’ı Washigton’dan arar, “sizin adınız bizim için yeterlidir” der. Esas olarak MGK’nın 17 Eylülde yayınladığı bildiriyle uluslararası anlaşmalara uyulacağım açıklaması IMF’yi rahatlatmıştı. (2)
ABD Ford yönetimi eski enerji bakanı ve 79 sonrası Türkiye’nin danışman firması Lazare Frere’nin sahiplerinden Frank Zarb 1980’leri değerlendirirken “biz başladığımızda kriz sadece ekonomik değildi. Politik bir kriz de yaşanmaktaydı… Askeri yönetim sırasında tabi çok daha rahattı, kararlar kolaylıkla almıyordu…uluslararası topluluğun güveni yeniden sağlandı” (3) diyerek 12 Eylülün üslendiği fonksiyonları kısaca belirtiyordu.
24 Ocak kararlarının uygulanması ve “başarılı” olmasında 12 Eylül’ün ve de 12 Eylül’ün gelmesinde 24 Ocak’ın rolü konusunda tartışmaların vardığı sonuç: Her biri diğerini bütünleyen bir zincirin iki halkası durumundadır.
Bu gerçeğin ifadesi olarak (4): “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararlarının sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu!’ (Danışma Meclisi üyesi Dündar Soyer)
“24 Ocak kararlarının alınması kadar 12 Eylül’den sonraki yönetimin bunlara devamlılık sağlaması da büyük önem taşımaktadır!’ (İSO Meclis Bşk. İbrahim Bodur)
Önce yasaklama ve fiilen dondurma ve sonrasında hemen yasal kılıfı hazırlama işleyişine sahip olan 24 Ocak ve 12 Eylül birlikteliğiyle daha az özgürlük, işsizliğin artması, sendikal ve sosyal hakların kısıtlanması ve gelir dağılımın dar gelirliler aleyhine bozulması sağlamış oluyordu.
Bu fonksiyon birliğine karşı tek “çatlak ses” devrik hükümetin başkanından, Demirci’den geliyordu:
“12 Eylül hadisesi, silahlı kuvvetlerin devlete el koyması hadisesidir…24 Ocak 1980 kararları, 1980 Eylül’ünde netice vermiştir… Vermeseydi belki müdahale olmazdı… 12 Eylül’den sonraki tatbik edilen ekonomik politikanın 12 Eylül’e kadar tatbik edilen politikayla münasebeti yok mudur? Vardır! (5) derken devamlılık sağlandığını vurguluyordu.

1- EN “ZENGİN”, FAKİR EKONOMİ
1.1 – Ekonomik Kriz Ve Enflasyon
’70’ler sonunda ekonomik kriz, kendisini şiddetli enflasyon, işsizliğin artışı ve bütçe açığı demek olan iç dengesizlik ve ödemeler dengesi bilançosu açığı, döviz darboğazı yani dış dengesizlik olarak gösteriyordu. Bunlar sonuç olduğuna göre krizin kaynağı neydi?
Türkiye’nin kabullendiği ithal ikameci sanayileşme politikası pazara yönelik üretimin ve birikimin esas alınmasıydı. Gerekli olan hammadde ve üretim araçları ithali için finansmanın sağlanmasında zorluklarla karşılanıyordu. Korumacı önlemler ve sabit döviz kuru politikası sonucu, ihracat artmazken ithal talebi hem artıyor ve hem de fiyatları yükseliyordu (örn: petrol). Ayrıca uluslararası konjonktürün de etkisiyle ekonomi durma noktasına geliyordu.
Uluslararası konjonktürün gelişmekte olan ülkeleri etkilenmesi: gelişmiş ülkelerde bunalımın faturasını, o ülkelerdeki işçi sınıfı ve gelişmekte olan ülke halkları, var olan ekonomik ve siyasi ilişkiler ağıyla ödemektedir. Bu anlamda gelişmekte olan ülkelerde kriz etkisini daha ağırlıkta hissettirmekte ve ekonomi politika da yürürlüğe konulurken yoğun ekonomik/siyasi ilişkide bulunulan ülke/ülkelerin “uyarıları” da dikkate alınmaktadır.
Krizin göstergesi olan enflasyon, burjuva ekonomi politiğine göre, gelirlerde meydana gelen artışın talebe yansımasına bağlı olarak fiyatların artmasıdır.
1980 sonrası ücretlerde ve bazı gıda malları fiyatında artış seyri tablo-1 de görülmektedir.

Tablo 1 – FİYAT ARTIŞI
1980-1987    1983-1987
Ekmek 1 kg.        22 kat        4 kat
Sığır eti 1 kg.        21 kat        5 kat
B.peynir 1 kg.        21 kat        5 kat
K. Fasulye 1 kg.    27 kat        8 kat
Zeytin 1 kg.        25 kat        6 kat
Tozşeker 1 kg.    19 kat        3 kat
Çiçek yağı 1 kg.    31 kat        6 kat
Tüp gaz 12 kg.    24 kat        3 kat
Elektrik KW’S        23 kat        9 kat
Aspirin            40 kat        5 kat
Şeh. içi otobüs bileti    37 kat        5 kat
Gazete            35 kat        6 kat
Ortalama işçi ücreti    7 kat        3 kat
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo-23

Genel olarak ortalama ücret artışı diğer mallara göre daha az olduğu halde, enflasyon oranı düşmemiş ve 1986’dan itibaren yeniden büyük oranda artışa geçmiştir
Dönemin HDTM Ekrem Pakdemirli: “…enflasyon devam ederse, fiyatların sabit Kalması mümkün mü? O halde enflasyon arttıkça veya devam ettikçe fiyatların da artması, zam yapılması kaçınılmazdır” diyerek, zam gerekçesini açıklıyor. Diğer taraftan “zamların nedeni nedir?” diye sorulduğunda da, enflasyonu aşağı çekmek için diye söylüyor. (6) Aslında söylemiyor: bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Fiyat artışı demek olan zammın, fiyat artışını önlemenin tedbiri olarak Sunulması anlaşılmaz değil! Sanki mantık oyunu oynanmak isteniyor…
Gelir dağılımı politikası gereği yıllık artışlar, o yılki bütçede öngörülen fiyat artışına yakın ya da daha altında belirlenirken, enflasyon oranı ise hiçbir zaman bütçenin önceden öngördüğü oranda olmamış hep üzerinde seyretmiş ve bazen katlamıştır. 1987 yılı enflasyonu yüzde 30 olarak programlandığı halde yüzde 60’lar olarak gerçekleşmiştir.
Kapasite kullanamama nedenlerinden iç talep yetersizliğinin payı yüzde 50’ler olup, bu, diğerlerine göre en büyük orandır (7). Diğer yönden de talep artışından kaynaklanan enflasyondan bahsedilmektedir.
Enflasyonla ilgili analizlerde benzer çelişkilerin olması, tesadüf değil; bilmezlik hiç değil! Burjuvazinin krizi kendi lehine çözmenin aracı olarak teşhis konmakta ve ona göre kararlar alınıp, uygulanmaktadır.
Ücret artışları, 1979 yılının yarattığı sorunlar, Özal icadı DÇM’ler ve son olarak da Afşin/Elbistan santralı yapımını enflasyonun nedeni olarak sunmanın mantığı: müşteriye göre mal satım politikası gereği, şartlara göre farklı nedenler ileri sürülmektedir.
Anlatımlar ışığında, ekonomide tekelci yapının yoğunlaşması ve dışarıya ucuza mal satmak için TL’nin değer yitirmesi enflasyonist politikalardır.
1.2-24 Ocak Kararlan Ve IMF:
IMF’nin özellikle gelişmekte olan ülkelere sunduğu programın benzer olması nedeni: Bu ülkelerin uluslararası ödemelerini aksatmadan yerine getirmesi için gerekli önlemlerin alınmasına bağlı olarak, uluslararası işbölümü ve ticaretin gelişmesinin sağlanmasıydı.
Esas olarak ödemeler dengesi bilançosunun sorunlarının giderilmesi hedeflenmekte ve buna uygun politikalar izlenmektedir. Dış istikrarsızlık iç ve dış fiyatlar arasındaki farkın bir sonucu ve böylece de parasal bir sorun olarak tanımlanmaktadır. Oysa dış dengesizlik artan ithalattan ya da üretimin önemli bir bölümünün yurt içinde tüketiminden de kaynaklanabilir.
Dengesizliğin giderilmesi için sunulan çözümler: Birincisi devalüasyon yapılması ve böylece ihracat teşvik edilirken, ithalat sınırlandırılmaktadır. İkincisi gelir dağılımında “ücretlerin dondurulması”. Bununla ithal talebi ve yurtiçi tüketimde daralma sağlanması ve ihraç edilebilir mal miktarının artması hedeflenmektedir. Diğer taraftan da firma giderlerinin azalması sonucu ekonomide yeniden canlanma olacaktır. Üçüncüsü kamu harcamalarının kısılması, ithalat ve tüketimin azalmasına ve öte yandan para hacminin daralmasına neden olacaktır. IMF’nin önermiş olduğu çözümler kısaca bunlardır. (8)
Türkiye ile yakın ilişki içinde bulunan ve esas fonksiyonları denetlemek olan uluslararası mali kuruluşlardan bazıları: IMF, OECD ve Dünya Bankası’dır. Bu kuruluşlarla TCMB arasında iktisadi politikanın izlenmesi için kurulan ilişki, “dış mali kurumların iki dudağı arasına bırakılması” (9) anlamındadır.
24 Ocak’ta uygulamaya konulan ekonomik politikanın esası IMF’nin önerdiği çözümler olduğu incelendiğinde anlaşılmaktadır.
1980’lere kadar uygulanmakta olan sanayileşme politikasındaki tıkanıklığın krizin kaynağı olduğu kabulünden hareketle ithal ikameci politika yerine yeni sermaye birikim tarzı olarak ihracata yönelik sanayileşme politikası benimseniyordu.
Aslında ithal ikameci ya da sunulan ihracata yönelik birikim modeli olsun, her ikisi de komprador tekelci burjuvazinin birer sanayileşme politikasıydı. O anlamda birer sermaye birikim modelleriydi.
Sermayenin bu yeni oluşumunun sağlanması için, içyapısı yani ayak uyduramayanların iflası ile emek piyasasını değiştirmek gerekiyordu. Bu anlamda 24 Ocak kararları tarımdan sanayiye (iç ticaret hadleri düşmesi), ücretliden sermayeye (fiyat artışları ve gerçek ücretlerin düşmesi), küçük üreticiden büyük üreticiye (tekelleşme/yoğunlaşma artması), üretici kesimden yüksek faizle bankacılık sektörüne (rant gelirleri artması), kamudan özel sektöre (vergi indirimi, teşvikler ve kamunun daraltılması, özelleştirme) ve içeriden dışarıya (dış ticaret hadleri düşmesi ve dış borç ödemeleri) kaynak transferi modeliydi. Bu yeni oluşumların gerçekleştirilmesine uygun programın belirlenmesi ve kendi alanlarında somutlaştırarak uygulanması gündeme geliyordu.
Bunlar:
1- Para politikası: Emisyon artışlarının denetime alınması ve kredi miktarının sınırlandırılması ve yüksek faiz politikasının izlenmesi,
2- Kambiyo politikası: TL’si büyük ölçüde devalüe edildikten sonra 1981-1 Mayıs’tan itibaren TCMB kontrolünde günlük belirlenmesi.
3- Dış ticaret politikası: Esas olarak ihracatı teşvik etme ve ithalatın liberalleştirilmesi.
4- Maliye politikası: Ekonomide kamu kesimi ağırlığını azaltma ve KİT açıklarının zamlarla karşılanması, vergi indirimleri ve sübvansiyonların azaltılması ve teşvik alanının genişletilmesi.
5- Gelir dağılımı politikası: Ücret ve taban fiyatlarının enflasyon oranı gerisinde (reel düşme) artırılması.
6- Piyasada rekabetin etkinliğinin sağlanması.
7- Yabancı sermayenin teşviki ve özendirilmesi.
Bugün varılan sonuç değerlendirildiğinde 24 Ocak kararlarının esas gayesinin dış dengenin sağlanması olduğu görülebilmektedir. Dış borçların aksatılmadan ödenmesi ve ödemeler dengesi bilançosu açısından döviz darboğazına düşmeme hedeflenmektedir. Gerçi nasıl borç ödeme ki, her yıl borç servisi arttığı halde toplam borçlarda benzer yönde artış kaydetmektedir: Hem ödeniyor ve hem de artıyor.
Sorunlara yaklaşım her ne kadar uzun vadeli düşünüldüğü biçimde açıklanıyorsa da, günlük yaşanmaktadır. Sık sık değişikliğin olması bundandır. Hatırlanabilenler Temmuz 1982, 1984 kışı, Aralık 1985, Mart 1986 ve Şubat 1988 ve de daha pek çok küçük operasyonlar.
24 Ocak kararları kendine has biçimde gerekçelerle sunuluyordu. Özmantık “bu, şunsuz olmaz” tarzında zorunluluğun öne çıkarılması biçimindeydi: IMF’nin onaylamadığı bir politikanın başarısız olacağı; KİT’lerle ilgili sorunların abartılması ve kamu ekonomisinin alanının sınıflandırılması; tasarruf açısından önemli olanın sermaye girişi olup, yabancı sermayenin bağımsızlığı etkilemediği ve makro olarak tasarrufun yüksek faiz politikasıyla artacağı ileri sürülüyordu.
Bu haliyle 24 Ocak modelinde: “Yüksek fiyat ve düşük ücret” politikasıyla burjuvaziye kaynak aktarımı sağlanıp, sermayenin yoğunlaşması destekleniyordu. Diğer bir anlatımla iç dengesizliği ortadan kaldırmadan devalüasyonlarla dış dengesizliği giderme amacıyla deneme/yanılma üzerine kurulmuş olan bu modelin özü, geleceği ipotek altına almaktı. Kim için?
Üretim sektörleri ve teknoloji açısından bu model, sermayenin yoğunlaşması/tekelleşmeyi artırmaya uygun teknolojik ve mali yapı ve yabancı sermayenin egemenlik kazanmasıdır.
1.3 – Yoksullaştıran İhracat Artışı
24 Ocak kararlarında dış dengenin sağlanması, dışa açılma ve dış ticarette liberalleşme gibi amaçların yanı sıra 1979 yılında yeni bir ödeme planına bağlanan dış borçların düzenli ödenmesi programın amaçlarındandı.
Programın temel politikası, kur politikası ile ihracatı özendirmekti. Nitekim uygulamada, bu yönde oldu.
İhracatın artışı, vergi iadesi oranlarının artması ve ucuz kredi politikası yoluyla daralan iç talepten sağlanmaktaydı. İhracatı teşvik politikasının temeli parasal önlemlerdi: İhracatı özendirilen mallar, iç talebi fiyat mekanizmasıyla sınırlandırılan mallardı. İşte iç talebi fiyat ve faiz politikasıyla sınırlandırılan sanayi üretiminin, ihracata yönelmesi kur politikası, vergi iadesi ve ucuz kredi politikası ile özendiriliyordu. Bu, sonuçta resmi kuru 575 TL olan 1 doların sıradan ihracatçı için 871.5 ve ihracatçı Sermaye şirketlerinde ise 983.6 TL olmasına neden oluyor ve böylece ihracatın her doları 927.5 TL’si oluyordu (10). 1986 için geçerli olan bu artış, 1988 Eylül’ü için düşünüldüğünde 1600 TL’ye yaklaşan resmi kura göre ihracatın 1 dolarının bedeli yaklaşık 2500 TL’den aşağı olamayacağı hesaplanabilir.
Enflasyon nedeniyle alındığı söylenen kararlarla iç talebin kısılmasında esas amacın ihraç mal miktarını artırmak olduğu, bugünden düne bakıldığında daha net gözlenmektedir. O halde enflasyonist politika, dışarıya ucuz mal satmanın bedelini halka ödetmenin aracı olmaktadır.
Evet, ihracat miktar ve tutar olarak artıyor. Neyin bedeli olarak?
Bedel, ulusal kaynakların dışarıya ucuza satılmasıdır. Yani kaynak sızmasıdır. Doğal olarak” bu süreçte hangi faktör göreli olarak ucuzluyorsa, bedeli ödüyor demektir. “Uygulamada emek gücünün giderek ucuzlamasından, bedeli bunun ödediği anlaşılmaktadır.
1973:100 endeksine göre dış ticaret haddi 1977 ve 1983 yıllarında 79.4 ve 44.3’e inmiştir. Aynı endekse göre ihracat ve ithalat miktar endeksi: 1983’de 180.0 ve 121.0’e yükselmiştir. (11) Anlamı: çok ama ucuza satıp, az ama daha pahalıya almaktır. Böylece net gelir kaybı olmaktadır. Gelir artarken olan fakirleşmenin daha da artmasıdır. Bu yüzden 1985’lerden itibaren dış ticaret haddi rakamlarının yayımı yasaklandı.
Sahibinin sesinden dışa açılma: “dolar her şeye egemen…Sonuçta daha çok malı aynı paraya satıyoruz.. Tam anlamı ile soyuluyoruz. Üretip üretip ucuza satıyoruz” diyor, HDTM E. Pakdemirli (12).
Yoksullaştıran ihracat artışı…
İhracat artışının, “ulusal bütünlüğü yaşatmanın” politikası olduğu bu yıllarda hayali ihracatın olması tesadüf değildir. Neden bu tür ihracat? Ticari değeri olmayan malların ihracı, normal ihracat fiyatının ya da miktarının fazla gösterilmesi yada ihracat yapmadan sahte belgeyle ihraç yapılmış gibi işlem yapma yöntemleriyle gerçekleştirilen hayali ihracatın miktarının hiç de az olmadığı, son günlerde yapılan yayınlardan anlaşılmaktadır. DPT yetkilisi Bülent Öztürkmen, toplam ihracatın yüzde 10 ya da 15’i kadarının hayali olduğunu söylüyor” (13). IMF’nin 1984-87 yıllarını kapsayan son 4 yıllık istatistik verilerine (söz konusu ülkelerin Türkiye’den yaptıkları/bildirdikleri ithalat rakamlarını esas alarak hesaplanmış) göre, Türkiye’nin F. Almanya, İtalya, Hollanda, İsviçre, Belçika-Lüksemburg ve Avusturya’ya yapılan toplam ihracatı 8.7 milyar iken Türkiye’nin kendi rakamı 11.9 milyar dolar görünüyor. Bu durum da, ihracatın yüzde 27’sinin yani 3.2 milyarının hayali olduğu anlaşılıyor (14). Hayali ihracat çok değil, iki yıl öncesine kadar resmi makamlarca tümden yalanlanırken, bugün ne kadar olduğu tartışılıyor.
İhracatın artışı, ekonominin kendi dinamiği sonucu kalıcı bir yapılaşmadan olmayıp, devalüasyon ve teşvikler gibi bu
gün sona eren İran-Irak savaşı gibi dış koşullardaki gelişmelere bağlıdır.
Ayrıca önemli bir konuda, makro olarak ihracatın sınırının nerede olacağının belirlenmesidir: GSMH’nin yüzde 50’lerinin hizmetler olduğu bir ekonomide, GSMH’nın yüzde 15 ve 20’leri ihraç ediliyorsa, kaynaklar açısından sınıra dayanma söz konusudur. Bu anlamda ihracatın geleceği açısından artışın devamı beklenilmemelidir. Kapasite kullanımının da sınıra dayandığı hatırlanırsa, yatırımların canlandırılması gerekmektedir.
“İhracatı teşvik Politikasının temeli parasal önlemlerdi: Enflasyonist politika, dışarıya ucuz mal satmanın bedelini halka ödetmenin aracı olmaktadır.”
1.4 – Gelir Dağılımı Ve Ücretler
Gelir dağılımı rantiye gelir sahipleri lehine, ücret ve tarım kesimi aleyhine gelişme göstermiştir.
Görüldüğü gibi tarım sektörünün toplam nüfus içinde payı yüzde 59.95’den 52.21’e ve ulusal gelirden aldığı payda yüzde 23.87’den 18.09’a inmiştir. Ücretlilerin toplam nüfusta payı yüzde 36.23’e yükselirken ulusal gelirden aldığı payı 26.66’dan 17.7’ye gerilemiştir. Rantiye gelir sahiplerinin nüfusu ise yüzde 6.78’den 11.56’a ve ulusal gelirdeki payı da yüzde 49.47’den 62.21’e yükselmiştir (Tablo 2)

Tablo. 2 – GELİR/NÜFUS DAĞILIMI (1980-86) yüzde dağılımı
TARIM             ÜCRET            Rant Gelirler(Kar, Faiz, Kira           
Nüfus Payı    Gelir Payı    Nüfus Payı    Gelir Payı    Nüfus Payı    Gelir Payı
1980    59,95        23,87        33,27        26,66        6,78        49,47
1983    55,95        20,52        34,72        24,78        9,33        54,69
1986    52,21        18,09        36,23        17,70        11,56        64,21
Kaynak: ’86 Petrol-ş, Tablo – 22

Büyüyen ulusal pastada rantiye gelir dilimleri büyürken, tarım ve ücretlilerin payı küçülmüştür. İşte 24 Ocak kararlarının hikmeti!
Gelir dağılımındaki bu rantiye yapı uluslararası konumda da uç bir örnek durumundadır: Nüfusun en yüksek ve düşük yüzde 10’unun aldığı pay, Arjantin’de (1970) yüzde 35.2 ve 4.4; Japonya’da (1979) yüzde 22.4 ve 8.7; Filipinlerde (1970-71) yüzde 38.5 ve 5.2 iken Türkiye’de (1973) yüzde 40.7 ve 3.5’dir (15).
Bir başka yönden karşılaştırma yapılırsa, faktör gelirleri içinde maaş ve ücretlerin payı yüzde olarak Cezayir’de (1979) 51.4; Sudan’da (1978) 47.6; Yunanistan’da (1982) 49.4 iken Türkiye’de (1976-1979-1986) 33.6-31.0 ve 18.6’dır. (16).
Gelir dağılımı açısından uluslararası konumda en adaletsiz ülkenin Türkiye olduğu anlaşılmaktadır.
Emek-gücü sahibi gelirleri: Ücretler ve maaşlar.
Aslında şirket müdürlerinin, yönetim kurulu üyelerinin ve yüksek kademedeki devlet memurlarının aylıklarını, ulusal gelir dağılımında ücretlere dâhil eden istatistiklerin güvenirliği tartışılmalıdır. Çünkü ücret gelirlerinin olduğundan fazla gösterilmesi söz konusudur. Yani fabrikada çalışan bir işçi ile her yönüyle burjuva sınıfına dâhil olan üst kademedeki yöneticilerin geliri aynı potada toplanıp ona göre değerlendirilmektedir. Herhalde bu iki tarafın aynı işyerinde ve aynı gelir grubunda yer almaları dışında ortak yönlerinden bahsedilemez; çünkü sınıfsal olarak biri diğerinin karşısındadır.
Gelir dağılımında ücretlilerin emek-gücü sahibi gelirlerinin ödeme yükümlülüğü:
1- Gerçek ücretler azalan bir trend izlemektedir. Tablo.3’de görüldüğü üzere 1979:100 endeksine göre, TFE 1987’de 1955.7’ye yükselirken, gerçek ücret endeksi 51.7’ye gerilemiştir. Ayrıca kişi başına düşen ulusal gelir (1963 fiyatlarıyla) 1977:100 endeksine göre, 1980de 95.3’ten 1983’de 100.7’ye ve 1987’de 193.2’ye çıkarken, aynı endekse göre ortalama gerçek ücret endeksi de 1980’de 56.6’dan 1983’de 53.3’e ve 1987’de 39.2’ye inmiştir. (17). Kişi başına düşen ulusal gelirin artan, ve ortalama ücretin azalan bir trend izlemesinden çıkarılacak sonuç, rantiye gelirlerin (kâr, faiz ve kira) artmasıdır.
Hemen burada 1983 yıl, icadı ücretlilere vergi iadesinden bahsedilecek. Bunu da dikkate alan bir çalışmaya göre vergi iadesi dâhil 1983:100 ortalama ücret endeksi 1987 yılında sigortalı için 79.1’e ve memur için 85.6’ya iniyor (18).
Ücretlerin azalan bir trend izlemesiyle, girdiler içinde maliyet payı azalmıştır. Ayrıca bu ucuzluk, yabancı sermayeye davetiyenin aracı olarak kullanılmıştır. Girdiler içinde işçilik payı 1979:100 endeksine göre 1983 ve 1985’de 50.12’ye ve 49.92’ye gerilemiştir. (19)
2- Faiz, kira ve kâr başka deyişle rant gelirlerinin reel pozitif faiz ve sermaye teşvik politikalarıyla artırılmasının faturasını emek gelir sahipleri ödemişlerdir. Önceki tabloda da görüldüğü üzere rant gelirleri sahiplerinin hem nüfus ve hem de ulusal gelirdeki payı artış kaydederken, ücretlilerin de nüfusu arttığı halde gelir paylan azalmıştır. Rant gelirleri artışının kaynağı, emek gelirlerinin azalmasıdır (tarım kesiminin geliri azalması da hatırlanmalıdır).
Ayrıca bankaların fon alış ve satış işleminde, aldığı ve verdiği faiz ve komisyonları rant gelirleri olup, bunun GSMH’ya (nominal) oranı 1984 ve 1986’da yüzde 17.24’den 22.0’ye yükselmiştir. (20)

Tablo. 3 – GEÇİNME ENDEKSİ VE ÜCRETLER (1980 -1987)
Geçinme Endeksi    Gerçek Ücret Endeksi
1979        100,0            100,0
1980        194,3            74,7
1981        267,3            69,1
1983        457,0            70,2
1985        964,6            61,1
1986        1303,3            57,5
1987        1955,7            51,7
Kaynak: ’87 Petrol-lş, Tablo 43.

Ekonomide rantiye gelirlerin artması, üretime göre ticaret ve rantiyenin tercih edilmesi sonucudur.
3- Yoksullaştıran ihracat artışının faturası da emek gelirleri sahiplerince ödeniyor.
Gelir dağılımının emek gelirleri aleyhine bozulmasının her geçen yıl daha da artmasıyla, ihracata dayalı yeni birikim tarzına kaynak yaratılmış ve sermayenin tekelleşmesi o yönde desteklenmiş oluyor. Ayrıca burjuva ekonomi politiğin sürekli tekrarladığı toplam gelir dağılımdaki artışın talebe yansımasının sonucu enflasyona sebep olduğu tezi (ücretler azalan bir trend izlediği halde enflasyon halen yüzde 70’lerdeyse) aslında burjuvaziye kaynak yaratmanın politikasıdır.
1.5 – Tekelleşme Ve Özelleştirme
1980 sonrasında tekelleşmeyi artıran politikalar arasında emek/sermaye çelişkisi açısından fiyat artışları ve gerçek ücretlerin düşmesiyle, tekelci sermaye gruplarından özellikle sermaye ihraç eden şirketlerin bazılarına pazar imkânları açılması, kamu kesiminin özel sektör lehine daraltılması ve kredi maliyetleri artışının denetiminde bankası olan holdinglerin finansman sıkıntısına düşmemesinin sağlanması sayılabilir.
Yüksek faiz politikasıyla rant gelirleri artmış ve kime ait olduğu sorulmadan mevduat sertifikalarının alınıp/satılması, günlük kur değişikliğiyle sınırlı da olsa spekülatif yatırımlar, döviz kaynağı sorulmadan döviz tevdiat hesabının açılması ve dış ticaret politikasındaki değişikliklerle hayali ihracat yolunun açılması gibi politikalar sonucu, kara para aklanmıştır. Böylece kara para sermaye birikimi, sermaye birikimi de tekelleşmeyi artıran bir kaynak olmuştur.
Nitekim hayali ihracat konusu, hükümetle özel sektörün temsilcileri arasında periyodik yapılan toplantılarda yine gündeme geldiğinde Nurullah Gezgin, Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem’in kamuoyu önüne çıkıp da “hayali ihracat kara parayı aklamıştır” demesini bir “talihsizlik” olarak nitelemiştir. (21)
Özel sektörün gelişmesi için devlet desteği ilk dönemlerde ihaleler ve kârlı alanların özel sektöre açılmasıyla sağlanırken, sonradan yatırımlar ve ihracatı teşvik yöntemi kullanılmaya başlandı.
Kamu mülkiyetinin daraltılması ve özel sektöre devrinin aracı olan özelleştirme ile işletmecilikte rekabetin ön plana çıkması ve bu sebeple, piyasa kuralların işleyişe hâkim olması öngörülüyor. Kârlı olan KİT’ler satılırken ve satılacakken zarar edenlerin açığı yine bütçe tarafından karşılanacağına göre kârlı olanlar neden elden çıkarılmak istenir? İflas eden özel sektör kuruluşları (Asil Çelik) KİT’leşirken/devletleştirilirken kârlı çalışan KİT’lerin özelleştirilmesi çelişkisi: kamu ekonomisinin bu sistemde üstlendiği fonksiyon sonucudur.
Özelleştirmenin kademe kademe gerçekleştirileceği ve bu anlamda önce çalışanlarına ve sonra da diğer tasarruf sahiplerine satılacağı açıklandı. Çalışanların ne oranda alacağı esasında alamayacağı konusunda, gelir dağılımını dikkate alarak sonuç çıkarmak mümkün. Bu durumda sermayenin tekelleşmesi arttırılacak.
1980 sonrasında özelleştirmenin bu kadar gündeme gelmesinin bir yönü de: KİT’lerin alınan dış borç karşılığı alacaklılara satışı yoluyla yabancı sermayeyi yatırım için ülkeye çekebilmektir’22’. Bu haliyle özelleştirme, az gelişmiş borçlu ülkelerde, ödeme sorununu çözmek amacıyla borçlar karşılığı alacaklılara mülkiyet verme gerekçesi olarak sunuluyor. Nitekim Brezilya 113 milyar dolarlık borcundan 150 milyonluk bölümü için “borç karşılığı hisse senedi” yöntemini uygulamaya başladı ve alacaklılar ortalama yüzde 18.5 oranında ıskonto yaparak hisse senetlerini aldılar. (23)
Bizde de tantanayla sunulan Teletaş, bir özelleştirme değil, yalnızca yüzde 40’ı kamuya ait bir özel şirkettir. Özelleştirme öncesi, hisselerden yüzde 39’u Belçika firmasına ait iken bu firma satılan hisselerden yüzde 18’ini de almakla payını yüzde 57’ye yükseltmiştir. Yani sonuç olarak tekelleşme yabancı sermaye lehine desteklenmiş olmaktadır.
Dış ticaret politikasında yapılan değişiklikler gereği 1984 yılında yıllık ihracatı 50 milyon lirayı aşan ihracatçılara (Bunlar 16 şirkettir) belli imtiyazların (Doğu Avrupa pazarına ihracat tekeli) verilmesi ve dış ticaret firmalarının kendi örgütlerini (ör. Dış Ticaret Derneği) oluşturmaları ihracat faaliyetini esas olan yeni gelişen gruplarla sanayi işletmelerine daha çok dayalı gruplar arasında diğer bir deyişle komprador tekelci sermayenin kendi içindeki çelişmeyi artırma sonucunu verdi.
Sermayenin yoğunlaşması anlamında “el değiştirmelerin” hızlanması sonucu iflas edenlerle güçlenen büyüyenler arasındaki çelişki artıyordu; çünkü finansman sıkıntısı çeken firmaların senetlerinin protesto edilmesi ve verdiği çeklerin karşılıksız olması, çelişkiyi etkileyen önemli bir faktör olmuştur. 1988 Yılının ilk beş ayında geçen yılın aynı dönemine göre protesto edilen senet adedi yüzde 29.5 ve toplam miktarı yüzde 71.6 oranında artmıştır. (24)
Finansman sıkıntısının bir diğer yönü de bankaların tahsil edemediği alacakları günlük deyişle batık kredilerdir. Bugün bankalar tahsil etmede zorlandığı bu alacaklarını almak istediğinde, kullanıcı durumda olan firmalar zor durumda kalmıştır. Örneğin; Halit Narin’in şirketlerinin sıkıntısı böyledir.
Gelir dağılımının adilleştirildiği, tasarruf sahiplerinin korunduğu gerekçesiyle sunulan yüksek faiz politikasının bu yönde etkisi yok denecek kadar sınırlıdır. 1986 yılında 6 milyon TL altında tasarruf mevduatı olanların toplam hesap adetinde yüzde 99.5 ve mevduattaki payının ise yüzde 76.9 olması, yüksek faizlerin gelir dağılımını adilleştirici etkisinin zayıflığını gösteriyor. Çünkü hesabın yüzde 0.5’inin toplam tasarruf mevduatı içindeki payı yüzde 23.1’dir. (25). Diğer yandan bu faiz politikası, mali ve sanayi sermayesinin birlikteliğinin sağlanmasını olumlu yönde etkilemiş ve sınırlı da olsa tekelci sermaye grupları kendi mali kurumlarına ulaşmış ve holding bankaları yaygınlaşmıştır.
Bankacılık sektöründe dört büyüklerin (Ziraat, İş, Akbank ve Yapı Kredi) para piyasasında tekelci konumlarının pekiştiği görülmektedir.
Yurt içinde tekelci sermayenin gelişimine uygun olarak artık yurt dışına sermaye ihracı gündeme geliyordu. Bu durum, gelişmiş ülkenin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından farklıdır.
Yurt dışına sermaye ihracı, yeni şirketler kurma biçimindeydi ve bunun çeşitli nedenleri vardı: Bunlar, ilk olarak, “transfer fiyatlamasıyla” servet kaçakçılığı yapma, yani az ödeme yaptığı halde, çok fazla verilmiş gibi gösterme. İkinci olarak, teşviklerden yararlanmak için yabancı sermaye olarak Türkiye’ye gelip burada yatırım yapmak. Örneğin; Yaşar Holding bünyesinde bir kuruluş olan Pınar AŞ’nin yüzde 34.7’si yabancı sermayeye aittir ve yabancı sermayeli bu şirketin yurtdışında yine aynı holdinge ait bir şirket olan Yadex Gmbh olduğu görülmektedir. Üçüncü olarak hayali ihracat yapıp devletin sağladığı teşviklerden yararlanmak şeklinde sıralanabilir. (26)
Her yıl İSO tarafından yayınlanmakta olan 500 büyük firmanın istihdamdaki payı 1982’de yüzde 27.6 iken 1986’da yüzde 30.4’e yükselmiş ve katma değerdeki payı da aynı yönde gelişme göstererek, yüzde 37.9’dan yüzde 41.2’e çıkmıştır. (27)
Sonuç itibariyle ekonomide pek çok sektörde tekelleşme 1980 sonrasında hızlanmıştır/artmıştır.
1-6 – Yabancı Sermaye
Yabancı sermaye, ülke ekonomisinin toplam kaynaklarının yurt dışından sağlanan kısmı olup kapsamı; doğrudan yatırımlar, dış yardımlar ve dış borçlardır. Yabancı sermaye açısından önemli fonksiyonlar üstlenmiş dış yardımların kısa vadede karşılığının transfer edilmediği sanıldığı halde, uzun vadede bunun mümkün olduğu belirlenmiştir. (28)
Dış yardımlar dışında diğerleri:
1-6.1 – Yabancı Sermaye Yatırımları
1954-1979 yılları arasında 228 milyon dolar yabancı sermayeye izin verildiği halde bunun yüzde 42,6’sı gerçekleşmiş yani 97.1 milyon doları yatırım olarak ülkeye gelmiştir. Sonra ki dönemde 24 Ocak ve 12 Eylül’ün etkisiyle, izin verilen yabancı sermaye miktarı 1980-1984 arasında 976.0 milyon doların yüzde 50.3’ü olan 491.3 milyonu gerçekleşmiştir. 1980-1987 arasında izin verilen yabancı sermaye 2273 milyon olup, önceki dönemlere göre çok fazla olduğu görülmektedir. Nitekim 1954-60 arası 17.3 milyon 1961-70 arasında 88.6 milyon ve 1971-79 döneminde 122.1 milyona izin verildiği halde, 1980 sonra patlama olmuştur, denilebilir; miktarda artış anlamında… Yoksa sağlanan teşvik ve çağrılara göre miktarı çok veya az olduğu tartışılabilir. (Tablo: 4) Faaliyet göstermesine izin verilen firma sayısı 318 olup; bunun 192’si hizmetler ve 107’si imalat sanayindedir.

Tablo. 4 – YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI (6224 ve 1567’e göre) – milyon dolar
İZİN VERİLEN (1)    GERÇEKLEŞEN (2)    2/1 %
1954 – 1979        228,0            97,1            42,6   
1980 – 1987         2273,0            –            –
1980             97,0            53,2            54,8
1981             338,0            60,0            17,7
1982             167,0            59,9            35,9
1983             103,0            72,2            70,1
1984             271,0            96,0            35,4
1985             235,0            –            –
1986             364,0            –            –
1987            698,0            –            –
GENEL TOPLAM    2501,0            588,4            23,5
KAYNAK:     TÜSİAD-T/88.1.110, sf. 134;
İSO, 1988/4, sf. 71;
YASED, yay no: 20, sf. 7.

1.6.2 – “Gittikçe Yiğitleşiyorlar”
1980 sonrası benimsenen modelde, dışa açılma ve ithalatını liberalleşmesi, dünya ekonomisi ile bütünleşmenin zorunlu koşulları olarak savunuldu. Daha çok borç ödendiği halde, toplam borç miktarı azalmayıp aksine arttı. Buna borç ödemek denemez. Tüm bunlar, zamanla alacaklıların borçlular üzerinde kontrolleri ve denetleme imkânlarını artırmalarına neden olacaktır. İşte yaşanan Osmanlı İmparatorluğu deneyimi…
Geri ödemelerde karşılaşılan tıkanmaları aşmak için alacaklılarca gündeme getirilen yeni çözüm, borç tutarına karşılık ülkedeki kamu işletmeleri hisselerinin verilmesidir. Böylece bu, özelleştirmeyi geliştirmenin politikası oluyor. Borçlar, mülkiyete dönüştürülüyor. Borç ödenerek bittiği halde, mülkiyet hakkında benzer durum ileri sürülemez, süreklilik kazanmıştır.
Uluslararası para piyasasında az gelişmiş ülkelerin 1980’de 650 milyar dolar olan toplam borcu, 1984’de 929/a 1987’de ise 1.080.0 milyar dolara yükseldi. (29) Dünya ekonomik krizinden bahsedildiği sırada az gelişmiş ülkelerin borçlarının arttığı görülüyor.
Borcun geri ödenmesinde pek çok problemlerle karşılaşıldığı halde, yine de borcun artmasının nedeni ne olabilir? Gelişmiş ülkelerde dış talebi canlandırmanın bir yolu da az gelişmiş bu ülke mallarını satın almasını sağlamaktır. Bu ülkeler bir yandan borçlandırılırken diğer yandan borçların vadeleri geldiğinde anapara ve faiz ödemelerinde, ülke için alacağını garantiye almayı sağlayacak istikrar politikaları uygulamak zorunda bırakılır. Bunda amaç bu ülkenin ithalatının da liberalleştirilmesiyle gelişmiş ülke için pazar olmasıdır. (30) Söz konusu olan krizin varlığı ile malına satacak pazar arama iç içeliği-beraberliğidir.
İşte bu mantık sonucu Özal, “her taraf mal dolu” diyebiliyor ve kaçakçıya gidecek paranın böylece devlete kaynak yarattığını söylemekle de, diğer yandan kaçakçılık karşısında devletin acizliğini teslim ediyordu. Bunu “3’e satandan 5’e verirsen alırım” diyen ve ucuza aldığını sanan tavırla sunuyor.
Bugün bunalımın yanı sıra uluslararası likiditenin artması nasıl açıklanabilir? Bunalımın faturasını ödemek durumunda kalan metropol ülke işçi sınıfı ve dünya ezilen halkları, sömürülmeleriyle likidite kaynağı finansmanı yaratmış oluyor. Dünya Bankası yetkilisi Stanley Fisher: “1987’ye değin yükün büyük bir kısmı borçlu ülkelerde ücretlilerin üstüne binmekteydi” (31) demekle, yalın gerçeği ifade etmiş oluyor.

Tablo. 5 – DIŞ BORÇLAR (1980-87) – Milyar Dolar
TOPLAM    ORTA/UZUN    KISA        KISA VADE
VADE        VADE        PAYI
1980    17,8        15,4        2,4        13,5
1982    17,6        15,8        1,8        10,2
1984    21,3        18,1        3,2        15,0
1986    31,2        24,3        6,9        22,1
1987    38,3        29,6        8,7        22,7
Tevfik Güngör, Dünya, 28.4.1988; / İSO, 1986/16, Sf. 60.

Uluslararası konjonktür içinde Türkiye: Tablo: 5’deki toplama, dövizle ödenecek döviz tevdiat hesabı da eklenince bu, 42,7 milyar olur; ayrıca askeri borçlarda dikkate alınınca söz konusu toplam 44,9 milyar dolar olmaktadır. 1987 yılında yarısı dolar ve diğer yarısı DM esasına dayalı olarak piyasaya sunulan “Döviz endeksli senetler” ya dış borca ya da resmi kurdan iç borca eklenmelidir. Son düzeltme rakamları da dikkate alınırsa dış borçlar 1980’e göre yüzde 152,2 artmıştır.
1987 yılındaki 8,7 milyar kısa vadeli dış borcun yüzde 52,5’i olan 4,6 milyar özel sektöre aittir. Aynı sektörün uzun vadeli borçlarda payı yüzde 4.05’dir.
GSMH nominal tutarı yıl sonu resmi döviz kurundan dolara çevrildiğinde bulunan miktarın toplam dış borca oranı 1980 ve 1984’de yüzde 38.2 ve 51.4 iken 1987 yılında bu oran, (borcun 38,7 ve 44,9 milyar olmasına göre) yüzde 67,4 ve 79,0’a yükselmektedir.
Önümüzdeki 4 yıl yani 1988-1991 dönemi için TCMB’nin dış borçlarla ilgili yapmış olduğu çalışmaya göre, borç servisi toplamı 29,3 milyar olup, 20,4 milyar yeni borçlanmayla net 8,9 milyar yani yıllık 2,2 milyar dolar yurt dışına kaynak transferi yapılmaktadır. Dış borç servisinin GSMH ya oranı ise yüzde 10’lar üzerindedir. (32)
Evet, bir atasözü; borç yiğidin kamçısıdır… Bu haliyle “gittikçe yiğitleşiyorlar”.
Günümüzde dış borç ödemelerinin ertelenmesi tartışması gündeme gelmiştir. Ama hükümet buna pek niyetli görünmemektedir. Çünkü tek savundukları malzeme olan “dışarıda itibarımız artıyor” savına kuşkuyla yaklaşılacağından korkuyorlar. Korkunun acele ne faydası var.
1.7 – Kamu Maliyesi
İzlenen bütçe politikası gereği, gelirlerin giderleri karşılamaması üzerine açık finansman politikasının enflasyon nedeni olduğunu hep söyledikleri halde, yine de bütçe açığı veren gelir/gider politikası izlendi.
Bütçe açığının GSMH’ye oranı, 1981’de yüzde 1.8; 1983’de yüzde 2,6 ve 1987’de yüzde 3,8’e yükselmiştir (33). Her yıl bütçe açığı artmış ve bu açıkta elbette ki, emisyon artışlarıyla karşılanmıştır. 1980’de 217,5 milyar TL olan emisyon, 1983’te 547,5 ve 1987’de 2274,8 milyara ulaşmıştır ki, 1980:100 endeksi, 1983 ve 1987 yıllarında 151,7 ve 1045,9 olmuştur (34). Açığı gidermenin bir diğer yolu da borçlanmaktır. Bunun sonucu olarak iç borçlar artmıştır.
İç borçlanmanın gerekçesi, enflasyona karşı mücadelelerin bir aracı olduğu hem emisyon artışını önlediği ve hem de tasarrufu artırdığı şeklinde açıklanıyordu. Fakat bugün hem iç borç miktarı, hem emisyon ve hem de enflasyon artmıştır ki bu iç borçlanma gerekçesiyle çelişmektedir.
1983’de 1.7 trilyon olan toplam iç borçlar, 1987 yılında yüzde 611,8 artarak 12,1 trilyona yükselmiştir ve bir yıl ve daha kısa vadeli borçlar toplamı yüzde 73,4’dür. Toplam iç borcun GSMH’ye oram 1983 ve 1987’de yüzde 15,0 ve 22.0’dir. (35)
Tahvil, bono, kısa vadeli avanslar ve konsolide borçlardan oluşan iç borçlara ödeme biçimi bakımından iç borç olan gelir ortaklığı senetlerinin de eklenmesi halinde toplam iç borç miktarı daha çok artacaktır.
Bu durum karşısında özel sektör, kamunun, iç borçlanma kanalıyla, kaynakların çok büyük miktarına el koyduğunu ve bunun, gelişmeyi ve yatırımları olumsuz etkilediğini belirtiyor.
Toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı 1980’de yüzde 37,2’den 1984 ve 1986’da yüzde 41,6 ya ve 51,3’e yükselmiştir (36). Yani vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin artışı, verginin gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermede bahsedilen fonksiyonunun aleyhte işlemesidir.
Bütçe gelir kalemleri dışında önemli bir kaynak da fonlardır.
50 yılda 80 tane fon kurulurken, ANAP’ın ilk 2 yılında 19 yeni fon kurulmuş ve bunlardan 11’i doğrudan Başbakanlığa bağlıdır. (37) Bu, yeni iç kaynaklara yönelme gibi görülse de, genelinde çoğunlukla geleneksel bütçe gelirlerinden ayrılan veya kaldırılan vergiler yerine konulan fon kesintileri kaynaklarım oluşturmaktadır. Bunların ek kaynak yaratması sınırlı kalmaktadır.
Fonların kullanımının parlamento, Sayıştay ve kamuoyunun denetimi ve gözetimi dışına çıkarılmasıyla iktidara yakın çevrelere seçmeci bir biçimde kullandırılma olanakları verilmektedir. Kullanımın hem ekonomik ve hem de politik bir güç sağlaması nedeniyle fon sayıları artırılmaktadır.
Üç ayda ot bile yetişmeyen ülkemizde, 3 ay içinde parti olarak kurulup hükümet olan ANAP’ın partileşmesi sürecinde gerekli finansman ihtiyacını karşılamanın yolu, devlet kaynaklarının o yöne kanalize ettirilmesidir. İşte bunun için sürekli yeni fonlar kurulmakta ve bütçe sürekli açıklar vermektedir. İşte bunun için yolsuzluklar artmaktadır.
1.8 – PARA PİYASASI
24 Ocak kararlarına uygun olarak bu piyasada ilk girişim, 1980 Temmuz’undan itibaren bankalar-ararası anlaşmalı serbest faiz uygulamasıdır. Bu, tavan oranını bazen yükselterek ve bazen de indirerek günümüze kadar sürdü.
Piyasayla ilgili olarak:
1-Yeni giriş ve bazen de çıkışlar, iflaslar (İşçi Kredi Bankası, Hisarbank, İstanbul Bankası v.s) olmasına karşın esas olarak dört büyük bankanın (Ziraat, İş, Akbank ve Yapı Kredi) etkinliği azalmakla birlikte yine de sürmüştür: Toplam kredide payı 1985’de yüzde 59 iken 1987’de yüzde 55.1’e gerilemiştir; toplam mevduattaki payı da benzer gelişme göstermiş yüzde 65.1’den yüzde 59.3’e inmiştir. Fakat aynı yıllarda, Ziraat ve İş Bankası’nın kredi payı yüzde 43.1’den yüzde 44.1’e yükselirken mevduatta payı yüzde 43,9’dan yüzde 39.7’ye düşmüştür.
2-Banka ve sanayi sermayesinin birlikteliğinin oluşumuyla var olanlara ek olarak yeni sermaye grupları oluşmuştur. Her büyük tekelci sermaye grubu finansman ihtiyacını gidermek açısından ya banka ya da birer bankerlik kuruluşu veyahut ikisini birden kurmuştur. 1980 öncesinde bu türden oluşumlar 11 bankada gözlenirken, bugün bu sayı 19’a yükselmiştir. Bunlardan bazıları Akbank, BNP-Akbank Sabancı Holding; Garanti, Doğuş Grubu; Tütünbank, Yaşar Holding; Yapı Kredi, Uluslararası ve Pamukbank Çukurova Holding; Koç Amerikan Banka AŞ, Koç Holding; Chemical Mitsui Bank, Enka Holding vb. bankerlik kuruluşuna sahip sermaye tekelleri Meban, Trastürk Holding (İflas etti); Oyak Menkul Değerler, Oyak Holding, Genborsa, Çukurova; Eczacıbaşı Menkul Değerler, Eczacıbaşı Holding vb.
3-Yabancı bankalar şube açarak yada yeni bir banka kurulması biçiminde 1980 sonrasında faaliyetleri yoğunlaşmıştır. 1980 öncesinde Banka Di Roma, Holantse Bank-Üni. N.V. ve Osmanlı Bankası olmak üzere, uzun dönem sonrasın, da 1977’de yeni kurulan Arap-Türk Bankası ile birlikte dört yabancı banka faaliyet sürdürüyordu. Bu, 1981’de 6’ya, 1982’de 9’a, 1984’de 13’e, 1986 ve 1987’de 17’ye yükseliyordu. Bunlardan bir kısmı yeni bir banka olarak kurulurken, bazıları da yabancı bankanın bir şubesi olarak faaliyet gösteriyordu. Yabancı bankaların şube sayısı 1980’de 105 iken, 1987’de 104’e iniyordu. Bu dönemde Osmanlı Bankası’nın şube sayısının 98’den 77’ye inmesinin büyük rolü vardır. Yabancı bankaların toplam kredide payı 1985 ve 1987 yıllarında yüzde 3.8’den yüzde 2.8’e inerken toplam mevduattaki payları yüzde 2.0’den yüzde 3.7’ye yükselmiştir.
4-1981 yılı sonuna doğru bankerler olayının yaşanması üzerine pek çok küçük tasarrufçunun zor durumda kaldığı sıra dönemin Maliye Bakanı Kaya Erdem “vatandaş kumar oynadı” (1981-Eylül) derken mali sistemde bankalar yerine bankerlerin ve buna yatırımda bulunanların kurban edildiğini mi vurguluyordu.
1980 sonrası para piyasasındaki gelişmeler kısaca bu şekilde sıralanabilir.

2 – ÇALIŞMA HAYATI
2.1-  Mücadelenin Keskinleşen Boyutu Ve Burjuvazi
1980 öncesinde tekelci burjuvazinin örgütleri TİSK, MESS, TOBB ve TÜSİAD işçi sınıfının mücadelesini değerlendirdiklerinde, mücadelenin siyasi ve özellikle ideolojik olduğunun propagandasını yaptılar. Çünkü toplumsal mücadelenin vardığı düzey, varlıklarını tehdit etmekteydi ve bundan dolayıdır ki sürekli “ideolojik” olduğunu vurguluyorlardı. Diğer yönüyle de kendileri açısından zorunlu önlemlerin bir an önce alınması yönünde yasama ve yürütme makamlarını belirledikleri doğrultuda hazırlıkta bulunmaları için zorluyorlardı.
24 Ocak kararları böyle bir gelişmede önemli bir mihenk taşıydı.
1980-Mart’ı sonrasında kabul edilen “Eşel Mobil Tasarısı” ile ücret artışlarının 1.1.1981 tarihinden itibaren 5 yıl süreyle, Yüksek Uzlaştırma Kurulu tarafından fiyat ve ulusal gelir artışlarına göre saptanması öngörülüyordu. Bundan alınmak istenilen sonuç, toplu iş sözleşmesi mücadelesini baltalamak, sendikaları işlevsiz kılmak ve 24 Ocak kararlarına uygun olarak ücretlerin dondurulması idi.
Yine 3 Mart 1980’de “Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu” adlı bir organ oluşturuluyor ve işçi temsilcileri de Türk-İş’ten belirleniyordu. Saptadığı çalışma ilkeleri:
-Toplu iş sözleşmelerinde yönetime müdahale niteliğinde hükümler yer almayacak ve var olanlar görüşülecek.
-Kıdem tazminatı her yıl 30 gün olmakla sınırlandırılacak.
-Sözleşme süresi en az 2 yıl olacak.
-Yıllık ücretli izin süresi uzatılmayacağı gibi haftalık çalışma süresi de indirilmeyecek.
Kurul, 12 Eylül’e kadar kamu sektöründe 264.000 işçi için toplu sözleşmeyi, tespit edilen bu ilkelere göre imzalıyordu.
Kompradar tekelci burjuvazinin ülke düzeyinde etkin örgütlerinden TİSK ve TOBB’un 1980’lerde çalışma hayatıyla ilgili olarak, yönetimden bir an önce alınmasını istedikleri önlemler nelerdi?
TİSK’in istemleri (38):
1- İşçiler aynı anda tek sendikaya üye olmalıdır.
2- “Sendika enflasyonunu” önleyecek önlemler alınmalıdır.
3-Tek sözleşme sistemi benimsenmelidir.
4- Kanuni grev cezaları artırılmalıdır, vs.
TOBB’un istemleri (39):
1- Sendikalar idari ve mali denetime tabi olmalıdır.
2- Check-off sistemi kaldırılmalıdır.
3- Toplu sözleşmelerde yetki sorunu referandum dışı yoldan çözülmelidir.
4- Kıdem tazminatı gözden geçirilmeli ve bir fon kurulmalıdır.
5-Ücret politikası eksikliği giderilmelidir, vs.
Sendikal örgütlenme özgürlüğü faaliyetini sınırlandırma ve denetlemeye yönelik istemlerini sıralayan TİSK ve TOBB, kısa zamanda değişikliklerin yapılmasını da istemektedir.
Rahatlatan değişiklik: 12 Eylül.
Çalışma hayatı mevzuatı yeniden düzenlenirken bu istemlerin dikkate alındığı, 2821 sayılı Sendika ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi kanunları incelendiğinde görülecektir. Bu gelişmede, sendika ağalığının, bürokrasisinin destekleyici rolü hatırlanmalıdır.
24 Ocak ve 12 Eylül gelişimi birlikteliği açısından çalışma hayatında değişikliklerin burjuvazinin istemleri yönünde olması şaşırtıcı değil. Çünkü 12 Eylül yönetiminde temsilen görev almış olanların pek çoğu tekelci burjuvaziyi temsilen iş dünyasından alınmış ve 1983 sonrası oluşumda da o dönemin 11 bakanı, özel sektörde göreve başlamıştır.
Yönetim ve burjuvazi iç içeliği…
Burjuvazinin sözü edilen istemleri ve yeni yasa oluşumların ele alındığı bu dönemde, sınıf mücadelesini bastırmak için azınlık AP hükümetince sürekli grev ertelemeleri gündeme getirilmiştir. 25 Aralık 1963’den 12 Kasım 1979 tarihine kadar geçen 15 yıl 10 ay 17 günlük sürede 112 grev geciktirilmiş ve toplam erteleme süresi 6840 gün olup, ortalama 61.07 gündür. 12 Kasım 1979’dan 11 Eylül 1980 arasındaki 10 aylık sürede de 46 grev toplam 3120 gün ertelenmiş ve ortalama süre 67.82 gündür (40). Bu (1963/1979) 190 ay ile (1979/1980) 10 ay dönemleri karşılaştırıldığında: Birincisinde ay başına 0.59 grev, ortalama 36 gün geciktirilirken; ikinci dönemde 4.6 grev, ortalama312 gün ertelenmektedir. Sınıfın şahlanışına karşı burjuvazinin kendisi açısından aldığı önlemlerin ciddiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.
1980’de geciktirilmeden süren grevler de, 12 Eylül’le birlikte kaldırıldı. Toplam 14 işkolunda, 178 (yüzde 84.8’i DİSK’e ait) işyerini ve 53.788 işçiyi (yüzde 87.1 DİSK’li) kapsayan grevde toplam 6.427.011 işgünü (yüzde 90.97’si DİSK’çe) kaybolmuştur (41). Gerçi 1980 yılıyla ilgili grevde kaybolan işgünü sayısı hakkında değişik rakamlar verilmektedir. Önceki yıllarda en fazla iki milyon işgünü kaybı söz konusu iken yalnız 1977’de yaklaşık 5 milyon 700 bin gün kaybı dikkate alındığında, 1980’de varılan boyut daha açıklık kazanıyor.
Grev sebebiyle kaybolan işgücünü sürekli hatırlatanlar, iş kazalarından dolayı işgünü kaybının sebep olduğu iktisadi değerler üzerinde ciddiyetle durmamaktadır. Nitekim 1978-80 yılları arasında 8.148.155 işgünü ve 1981-86 döneminde 13.765.233 işgünü iş kazaları sonucu kaybolmuştur (42). İş kazalarını önleyici tedbirlerin alınması işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından gündeme getirilmez ya da geçiştirilirken sürekli grevden dolayı kaybolan işgününü “üretim kaybı, milli kayıp” nakaratıyla hep hatırlatanların tek kuralı: Kendi kârı ve yönetimi için gösterdiği titizliği, sınıf konumu gereği çalışan için göstermemektedir. Ayrıca grevlere saldırı da çabası! Zaten göstermesini beklemek de hayaldir, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması, sınıf mücadelesinin ekonomik haklar boyutudur.
12 Eylül’le yeni bir başlangıç söz konusuydu…
Yaşandı ve gördük.
2.2 – Eylül İcraatı
Eylül yönetiminin yayınladığı 16 numaralı bildiride “ülkemizin ekonomik durumunu düzenlemek ve daha iyiye götürmek maksadıyla yürürlüğe konulan ekonomik program ile yapılan anlaşmaların ve protokollerin uygulanmasına devam edileceğini” açıklamasıyla, beklentisi olan iç ve dış çevrelerin yüreğine su serpiyordu.
Eylül’e ait kısa kronoloji:
1-7 numaralı (12.9.1980 tarih) bildiriyle DİSK ve MİSK’in faaliyeti yasaklanır. MİSK faaliyetine yeniden 1984 Mayıs’ta başlar.
2- 8 numaralı bildiriyle DİSK, MİSK ve HAK-İŞ’in taşınır ve taşınmaz tüm varlıkları denetim altına alınır. 19.2.1981’de HAK-İŞ’in denetimi kaldırılır. TÜRK-İŞ’e resmi ideolojiye uygun olması nedeniyle ve “onlarca” bekleneni yaptığı için dokunulmaz ona bağlı Petrol-İş ve Yol-İş sendikalarının bazı illerde faaliyetleri bir süre durdurulur.
3- 14.9.1980 tarihinde yayınlanan 15 numaralı bildiri ile tüm grevler yasaklanıyor, ücret ve yan ödemelere yüzde 70 oranında avans mahiyetinde ek ödeme yapılmasına karar veriliyordu.
4- 17 Eylül’de 2320 sayılı kanunla kıdem tazminatına yıllık asgari ücretin 7.5 katı tavan olarak saptandı ve çalışanın isteğiyle ayrılması halinde, tazminat verilmesi hakkı gasp edildi.
5-19.4.1981 tarihli yasa ile ikramiyeler 4 ile sınırlandırıldı.
6-24 Ocak kararları gereği kamu harcamalarının azaltılması, devletin eğitim, sağlık, konut gibi işçiye dolaylı katkısı olan harcamaların kısılması savunuluyordu. Mart 1981’de SSK kanununda yapılan değişiklikle, işçiden kesilen sigorta primleri yüzde 4 artırılarak yüzde 14’e ve işvereninki de 19.5’e yükseltiliyordu. Ayrıca emeklilerin sağlık yardımlarından yararlanmaları için aylıklarından yüzde 2 oranında prim kesilmesi ve ilaç bedellerinin yüzde 20’sini sigortalının (çalışan ve emekli dâhil) ödemesi sağlandı; emekli aylıkları geçmişte son 5 yılın en yüksek 3 yılı ortalaması temel alınıp bunun yüzde 70’i olarak hesaplanırken, yeni düzenlemeyle son 5 yılın ortalamasına göre yüzde 60’ı olarak hesaplanıyor.
7- Geçmişte 104 gün hafta tatiline 18 gün resmi tatilin eklenmesiyle, yıllık çalışma süresi 243 gün iken, Mart-1981’de yeni düzenlemeyle resmi tatil günlerinin 12.5 güne indirilmesiyle yıllık çalışma süresi 248.5 güne çıkarılıyordu.
8- Çalışma süresinin haftalık 48’den 45 saate indirilmesi ve evlendikten sonraki bir yıl içinde kadınların işten ayrılmasıyla tazminat almaya hak kazanması, gasp edilenler yanında olumlu iki gelişme.
9-12 Eylül’ün çalışma hayatında yoğun icraatlarından biri de: sendikalar hakkında açılan mahkemeler.
Resmi görüşleri savunan sendikal anlayışa karşı ekonomik, toplumsal ve siyasi yeni koşullar arayışının ürünü olarak doğan DİSK’in 2000 dolayında üye ve yöneticisinin gözaltına alınması sonrasında, 25.6.1981’de 52 idamlı dava açıldı. Davaya 24.12.1981 tarihinde başlandı ve 23.12.1986’da birinci aşaması tamamlanarak, dosya Yargıtay’a gönderildi. Diğer sendika davaları: Bank-İş, Yeraltı Maden-İş, Türkiye Yazarlar Sendikası v.s.
10.27.1980 tarihinde kabul edilen kanunla tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına başlandı. Artık endüstri ilişkileri alanı YHK ve Türk-İş denetimindeydi.
1984-Ocak’a kadar süreleri sona eren sözleşmeler, taraf sendikaların adına ancak onların istemeleri dışında YHK tarafından yürürlüğe kondu. Kurul işçi sınıfının tüm kazanımlarını budamayı/gasp etmeyi faaliyetinin esas amacı olarak seçmişti. Bu, sadece ekonomik haklar değil, kazanılmış demokratik haklara da sınırlama getirmek demekti.
YHK Başkanı Yargıtay’ın iş davalarına bakan 9. Daire başkanıydı ve diğer 8 üyenin 4’ü hükümet ve diğer 4 üyede eşit sayıda (2’şer) işçi ve işveren sendikaları temsilcilerinden oluşuyordu. İşçi temsilcileri Türk-İş’ten belirlenmişti.
1984 yılına kadar geçen sürede kurul, 2.130.798 işçi adına 27.744 işyeri için 4661 sözleşmesi yapıyordu.
İcraatlarının bir kısmının kısa aktarımından da anlaşıldığı gibi sendikal örgütlenme ve kazanılmış sosyal hakların gaspının hedeflendiği anlaşılmaktadır: Öyle de olmuştur.
2.3 – Yeniden Düzenleme
Kasım 1982 Anayasası ve Mayıs 1983 Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunları ile endüstri ilişkiler alanının yeniden düzenlenmesinde sendikaların, ekonomik ve demokratik (siyasi yok) mücadele! alanında sınırlı fonksiyonlar üstlenmesi sağlanıyordu.
Yeni yasalarla ilgili olarak Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz “Türk-İş yasalara ilişkin görüşlerini açıklarken geleceği dikkate almıştır… Yarınlar düşünülmüştür” derken, TİSK Genel Sekreteri Rafet İbrahimoğlu”… Yeni kanunların sorumlu sendikacılık anlayışı getireceği ve ekonomide aranan istikrarı sağlayacağını ümit etmekteyim. Yürürlüğe giren kanunlar… İş barışını ve toplum barışını ön planda “tuttuğunu söylemektedir (43).
Türk-İş yarınların sorumluluğunu günü yaşayıp teslimiyeti bayrak edinmesiyle duymuştur.
“Bir kişiye hem metalürji kolunda çalışıp hem de yazar olması halinde iki sendikal alandan birisini seçmesi dayatılıyor. Hatırlanacağı gibi “tek sendikaya üye olma” zorunluluğu TİSK’in istemlerindendi”.
2.3.1 – 2821 sayılı Sendikalar Yasası
Sendikalar Tanımı: Yasaya göre sendikalar işçilerin çalışma alanın da menfaatlerini korumak amacıyla kurdukları örgütler olarak tanımlanarak sendikal faaliyete siyaset yasağı getirmektedir. (Md:2) Sendikaların kendi konu ve amaçları (ki onlarda sınırlandırılmıştır) dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü yapamayacağı öngörülüyor. (Md: 32, 33. Any.Md: 52)
Sendikaların Kuruluşu ve Kurucuları: Sendikaların izin alınmadan kurulacağını (Md: 6/1) kabulü diğer maddelerde bunun nasıl imkânsız kılınacağı hükümleri ile işlemez hale getirilmiştir. Sendikaların iş kolu düzeyinde kurulması (Md: 3) hükmü ile önceden beri burjuvazinin gündemde tuttuğu “sendikaların çokluğu” gideriliyor, sendikalar az sayıya indiriliyordu. 1980’lerde 737 olan sendika sayısı 1986’da 83’e düşüyordu. Yani benimsenen ilke: Sendikal örgütlenmeme özgürlüğü olarak beliriyordu. İş kolunda 1 yıl çalışmış ve kamu hizmetlerinden mahrum edilmemiş olma, siyasi ve ideolojik nedenlerle suç işlememiş olma gibi özellikler de kurucularda aranıyordu. (Md: 5). Diğer yandan yönetici olmak için o iş kolunda en az 10 yıldır fiilen çalışmak (Md: 14/16) şart koşuluyor ve ne kadar yöneticilik yapılacağı süre (MD: 9/5) sınırlandırılıyordu.
Sendika Üyeliği ve Sona Ermesi: Yasa sendikalara üye (öğrenciler, askeri şahıslar, özel öğretim kurumunda çalışan öğretmenler vs.) olamayacakları saymış ve bunların dışında kalanların ancak üye olabileceği (Md: 21) ve birden çok sendikaya üye olunamayacağı hükmünü (Md: 22) getirmiştir. Yani bir kişiye hem metalürji kolunda çalışıp hem de yazar olması halinde iki sendikal alandan birisini seçmesi dayatılıyor. Hatırlanacağı gibi “tek sendikaya üye olma” zorunluluğu TİSK’in istemlerindendi. İşçinin üye olması için kayıt fişinin notere tasdik ettirme zorunluluğu ve üyeliği kesinleşen (üye olma istemini sendika yönetim kurulu isterse reddedebilir) işçinin 15 gün içinde işverene bildirilmesi öngörülmüştür. (Md: 22/4). Üyelikte bürokrasinin bu derece benimsenmesi elbette ki sendikal örgütlenmeye indirilen bir başka darbedir.
Sendika üyeliği istifa ile ihraç ile ya da kendiliğinden sona ermektedir. (Md: 25). İşçilerin istifa işlemi pahalı ve zor hale sokulmuştur. İstifa işverene üç gün içinde noter kanalıyla bildirilecek ve buna rağmen istifanın geçerli sayılabilmesi için üç ay beklemesi gerekecektir. Ve bu üç aylık süre içerisinde, bir başka sendikaya üye olunamayacak ve sendika, istifa etmiş bu işçi adına toplu iş sözleşmesi yapabilecektir.
Sendika Gelirlerinde Sınırlama: Gelirler aidatla sınırlandırılmıştır. Özel grev fonu kurulamayacak ve bunun için üyelerden ek ödenti alınamayacaktır. Aidatlarda işçinin bir günlük çıplak ücretini geçemeyecektir. (Md. 23). Böylece sınıf içi dayanışmanın gelişmesine set çekilmiştir. Ayrıca sendikaların ekonomik güçsüzlüğü (gerçi güçlü olanlar veya o devri yaşayan sendikalar mücadelede ısrarlı olmaya da biliyor) yarınki mücadeleye atılımı (grev vs.) dolaylı gibi görünse de direk engellemedir.
Sendika Denetimi: Sendikalar idari ve mali yönden yılda en az bir kez Maliye ve Çalışma Bakanları’nca denetlenecektir. (Md: 47) Bu, TOBB’un istemlerindendi. Yani gelir kaynağı ve bunun kullanımı ve faaliyetini denetime alarak rahat nefes almalarını engellemektir. Nitekim bir denetimde, sendikanın hastanede yatan üye işçisine çiçek göndermesinin faaliyet dışı-yasa dışı bir işlem olduğu gerekçesiyle, sendika yetkili kurumlarca uyarılmıştır.
2.3.2 – 2822 sayılı Toplu tş Sözleşmesi-Grev ve Lokavt Kanunu
Toplu İş Sözleşmesi (TİS) Kapsamı:
“…Kanun veya tüzüklerin emredici hükümlerine aykırı hükümler konulamaz” (Md: 5) esnek hükmüyle TİS kapsamı daraltılmıştır.
TİS Yenilenmesi: Eski sözleşme sona ermeden 120 gün evvel yetki işlemlerine başlanır (Md: 7) ve sözleşmeye taraf sendika olabilmek için o iş kolunda yüzde 10 ve işyerinde en az yüzde 50+1 üyeye sahip olma zorunluluğu getirilmiştir. (Md: 12). İş kolu esasına göre örgütlenme ile getirilen sınırlama, bu hükümle daha da güçlendirilmiştir. Çünkü sözleşme için iş kolu ve iş yeri düzeyinde iki barajı aşmak gerekmektedir. Aksi halde, sendika yetki alamaz bu da yeterli değil, yetki için Çalışma Bakanlığı tarafından Ocak ve Temmuz ayında yayınlanan istatistikler esas alınır (Md: 12). Buna göre sendika ismi geçmiyorsa, yetki itirazında bulunabilir, fakat sonuç alabilirse…
Grev Tanım ve Kapsamı: TİS imzalanıncaya kadar taraflar arasında çıkacak menfaat uyuşmazlığı halinde grev yapma hükmü getirilmiştir (Md: 25)TİS;’ini imzalanmasından sonra doğan hak uyuşmazlıkları için geçmişte yapılan hak grevleri yasaklanmıştır. Hak uyuşmazlıklarının çözümünde İş Mahkemeleri yetkili kılınmıştır (Md: 60-61). Kaplumbağa adımları ile işleyen yargı sisteminde güncelleşen bir konu için mahkemeden çözüm beklemek, hem o anki potansiyeli nötralize etmek ve hem de sınıfın kendine güvenini sarsmak için gerekli görülmüştür. Nitekim Petrol-iş Sendikası tarafından grevlerin yoğun olarak uygulandığı (1987 yazı) sırada, merkez büro personeli ve stajyer öğrenciler üretimde çalıştırıldığı için açılan davaların çoğu TİS imzaladığı halde halen sürmektedir (44). Zaten taraflar arasında görüşmeler başladıktan yaklaşık dört ay sonra greve gidilebilmektedir (Md: 21-23). Grev hakkına “milli bütünlüğü tahrip edecek şekilde” kullanılamayacağı hükmü ile sınırlama getirilmiştir (Md: 47) -her zaman ve her koşulda kullanılacak esnek bir tanım-.
Grev Oylaması: Grev uygulaması için grev kararının ilanı tarihinde “işyerinde çalışan işçilerin en az dörtte-birini” istemesi halinde grev oylaması yapılmaktadır (Md: 35). Böylece işyerinde sendika üyesi olmayan işçilerde oylamaya katılmaktadır. Oylama sonucu “salt çoğunluğa” göre belirlenmekte ve greve “hayır” biçiminde sonuç alınması halinde grev yapılamamaktadır.
Grevin Yasaklanması ve Ertelenmesi: Grevin yasak olduğu iş kolları (Md: 29) ve işyerleri (Md: 30) belirtilmiş ve bunların dışında, “savaş halinde genel veya kısmi seferberlik halinde” grevlerin geçici olarak yasaklanabileceği (Md: 31), ayrıca “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte” olursa karar verilmiş ya da başlanmış grevin hükümet kararıyla 60 gün ertelenebileceği kabul edilmiştir (Md: 33). Ancak bu koşullar dışında grev yapmak mümkün olacaktır! Grev esnasında üretimin süreceği ve işçilerin grev yerinde toplu olarak bulunamayacağı hükmü getirilmiştir (Md: 38). Mevzuatın uygulanmasında: Greve çıkma olasılığı olan işyerlerinde işten atılmaların artması ve grev sürerken de, kapsam dışı personele üretim yaptırma, grevci işçilerin sözleşmelerinin feshi ve işten atılmaları, geçici işçi ve stajyer öğrenci çalıştırılması, üretimin komşu işyerlerinde sürdürülmesi, makinelerin sökülüp bir başka işyerine taşınması, stok tespitine rağmen işyerine yeni hammadde sokulması gibi koşullarda grev yapılabilmektedir. (45)

GREV YASAĞI OLAN İŞKOLLARI
1- Petrol ve Petro-Kimya
2- Madencilik
3- Bankacılık/Sigortacılık
4- Enerji
5- Eğitim
6- Kara taşımacılığı
7- Demiryolları taşımacılığı
8- Deniz taşımacılığı
9- Sağlık
10- Milli Savunma

Grev Uygulaması: 2822 sayılı yasanın öngördüğü şartlarda grev yapılıp/yapılmayacağının tartışıldığı 1984 yılı sonrasında grev uygulamaları (Tablo 6).

Tablo. 6 – GREVLER (1984-1987)
Grev sayısı    Katılan işçi sayısı    Kaybolan işgünü
1984    4        56            4947
1985    21        2410            194296
1986    21        7926            234940
1987    307        29734            1961940
Kaynak: ’87 Petrol-iş. Tablo-78

Her şeye rağmen işçi sınıfı, grev silahına sahip çıkmaktadır. Burjuvazi 1987 yılına bakarak bu ve gelecek yılın tedirginliğini duyuyor.
Yasa maddelerinde grevin nasıl engelleneceği ya da grevin yapılması halinde nasıl işlevsiz kılınacağı belirtilmiş olduğu halde, sınıfın üretimden gelen gücünü kullanması olan greve 1987 yılında yoğun katılım sağlanmıştır. Toplumsal mücadelede yöneten açısından sınıf ilişkilerinin düzenlemeye yarayan yasalar, yine bu ilişki ağı içerisinde ya işlerlik kazanır veya kazanamaz. Bunda belirleyici olan sınıf gücünün/potansiyelinin hareketlenmesidir.
Sınıf mücadelesi kendi meşruluk zeminini de yaratarak gelişecek, olanaksızlaştırılmaya çalışan işçi eylemliliği kendi kanallarını açacaktır. Bu her yerde böyle oldu. Türkiye’de de başka türlü olmayacak. Dar gelen elbise sağından solundan sökülüp yırtılacak, yeni daha az dar elbiseler dikilecek, ya da elbiseler çıkarılıp kolları sıvalı gömleklerle gezilecek.
2.3.3 – 1984 Sonrası Mevzuat Değişikliği:
Sözleşmeli Personel: Sendikal mücadeleyi engellemenin aracı olarak gündeme gelen ve işveren karşısında bireysel konumu esas alan bu personel anlayışının 1984 yılında çıkarılan 233 sayılı KHK ile KİT’lerde uygulanması kabul edilmiştir.
Süper Emeklilik: Özal Hükümetinin kaynak yaratma aracı olarak gördüğü bu emeklilik uygulaması, 9.7.1987 de yürürlüğe giren kanunla gündeme getirilmiş fakat bugün mevzuatta yeri uygulamaya devam edip-etmeme yönünde belirsizleşmiştir.
1988 baharında, 2821 ve 2822 sayılı yasalarda Çalışma Bakanını deyişiyle “makyaj” olarak yapılan değişiklik, grev yasakları alanının daha da artması yönünde olmuştur. Yine Özal’ın harika çocuğu Kahveci’nin mucidi olduğu “zorunlu tasarruf kanunu” ile kendi yönetimlerine yeni kaynak yaratmak hedeflenmektedir. Fakat dar gelirlinin/ücretlinin tasarruf yapması fiilen mümkün değil denilecek kadar sınırlıdır; çünkü ücretler Hatların gerisinde seyretmektedir.
2.4 – Türk-İş
Türk-İş yönetiminin bugüne kadar aldığı eylem kararlarını uygulamaması ya da “yasak savması”, özellikle 1980 sonrasındaki genel politikasıdır. Gerçi evveliyatı da … 1982 Anayasasına “evet” diyen (zaman zaman Anayasa kefilinden yardım isteyen) ve “hele askerler gitsin biz eski haklarımızı yeniden alırız” göstermelik mantığı ile hareket eden Türk-İş yönetimi bugün tabanın baskısı ile bazı girişimlerde (miting vs.) bulunmak zorunda kalmıştır. Yeniye karşı eskiyi esas alma/savunma, günlük yaşama politikasının bir bölümüdür. Yönetimi zorlayan taban kendi içinde örgütlülüğünün zayıflığı ve var olan resmi ideolojiden yana bürokratik sendikal yapının dayatması karşısında başarılı olamamaktadır.
1980’lerden bugüne Türk-İş;
1- Kazanılmış işçi haklarının gasp edilmesinde seyirci kalmıştır.
2- Genel sekreterini 12 Eylül yönetimine bakan olarak vermiş ve onun şahsında Eylül’ün tüm uygulamalarını da imzası ile onamıştır
3- İşçilerin eğitimini ABD – CIA patentli AAFLI’ya bırakmıştır.
4- Eylül’ün çalışma hayatındaki koltuk değneği Yüksek Hakem Kuruluna üye vermiştir.
5- Toplu iş sözleşmelerinde hep işveren ve iktidarın ilkelerinin uygulanmasında seyirci kalmıştır.
6- Özal ve Evren yönetiminin de-politizasyon politikasına sessizliği ile destek olmuştur.
7- İşten çıkarmalara tavır almamıştır.
8- İşçi sınıfının gücüne güvenmeyen ve böyle bir gündeme sahip olamayan Türk-İş iktidarın belirlediği alanlarda uğraşmayı esas almıştır.
Bu anlamda Türk-İş politikası, günü yaşama ve iktidarın “nimetlerinden” yararlanmadır.
1980 ve özellikle 1984 sonrasında “yasak savma” türünden Türk-İş’in girişimleri: Bazı illerde miting yapılması, 23.3.1987’de meclise yürümeme protestosu ve 10 Şubat 1988 tarihinde başkanlar kurulu toplantısında kabul edilen (ama esasında uygulanmayan) eylem programı.
11 Mart 1988 tarihinde Türkiye çapında yemek boykotu yapılır. İstanbul’da yapılması düşünülen pahalılığı protesto mitingi, Nisanda yapılacakken Mayıs’a kalır. Ve Türk-İş yönetiminin isteği ile çakışarak, miting Vali tarafından engellenir. Mayıs 1988’de işyerinde iki saatlik oturma eylemi ve 30 Mayıs öncesi Türkiye çapında genel grevin yapılacağı tarihi belirleme toplantısı (Şubat kararlarına göre) yapılmadı.
Tabanın mücadele azmini, potansiyelini heba etmenin aracı olan yönetimi ile bürokratik sendikal örgüt Türk-İş bu seferde “başarılı” oldu: Böylece hizmetinde (yani burjuvaziye hizmetinde) kusur etmedi. Ya işçilere… Bütün bunlara rağmen sınıf kazanımı Eylül sonrası uzun bekleyişten sonra yemek boykotu ile “demek ki oluyormuş” düşüncesinin gelişmesi sendika yönetimini bu derece etkileyebilecek güçte olması ve en önemlisi zayıf yanı da, mücadelenin motoru olan tabanın muhalefet olarak örgütsüzlüğüydü…
Gelecek güven ve umut veriyor.
2.5 – SINIF
İşçi sınıfının örgütlü toplu iş sözleşmesi ve grev yapma türünden demokratik; Ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği sosyal güvenlik hakları ve iş güvencesinin sağlanması gibi ekonomik; yönetme ve iktidara sahip olma gibi yasal hakları vardır. Bunların elde edilmesi ve korunması mücadelesi sınıf ideolojisi ve örgütlülüğüyle verilebildiği oranda kalıcı olacaktır.
Eylül’ün yoğun terörüne karşı, demokratik ve ekonomik haklardan kazanılmış olanların korunması ve geliştirilmesi mücadelesi anlamında sınıf tavrı olmadı. Suskunluk ve geri çekilme yaşandı. Bu şartlarda çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi, tekelci burjuvazinin istemlerinin tek tek cevaplandırılması yönünde oldu.
Fiyatların sürekli artan trend izlemesi sonucu emek gelirleri azaldı, işsizlik oranları düşmedi aksine yükseldi, çalışma koşullarının kötüleşmesi üzerine iş kazalarının sebep olduğu sakatlık ve ölüm oranları arttı…
Toplam işe girenlerin toplam işsizliğe oranı olan iş bulma umudu 1980’de yüzde 4.56; 1983’de yüzde 2.18 iken 1986 ve 1987 yıllarında yüzde 1.96 ve 0.79’a inmiştir (46). Azalan trend izlemesinin anlamı, iş bulma umudunun zayıflığıdır. Bunun yarattığı işsiz kalma korkusu, mücadeleye katılımı frenlemektedir. Bu gözlemi başka yönden destekleyen bağımlılık oranı olup 1980 sonrası artan trend izlemiştir. Çalışma çağı dışındaki nüfusun çalışma çağı nüfusa yani, istihdama oranı (çalışan her yüz kişiye düşen çalışmayan sayısı)
1980 de 192 iken 1983 ve 1987 de 207 ve 219 a yükselmiştir (47).
Bugün gelişen sınıf mücadelesinin bastırmanın supabı durumundaki sendika yönetimleri karşısında, sınıf muhalefeti (sendikaların ilgisizliğinden) kendi içinde dayanışmanın gelişmesi ve bugüne kadar ki mücadele deneyim/kazanımları ve iş yerlerinde resmi terör yıldırıcı etkisinin kırılması gibi nedenlerden dolayı kendiliğindenci niteliktedir.
Bu çemberin kırılması halinde, seyreyle gümbürtüyü…

3- “HAYAL” AMA GERÇEK
“Eli iş tutan insanların hemen hepsi çalışıyor. Çalışmayana iyi gözle bakılmıyor. Asalaklık yok… ihracat olmadan ithalat yapılamaz! …’un hiç kimseye bir kuruş borcu yok…
Bir çöpçü ile en üst düzeyde bir memurun aldığı maaş arasında en çok iki buçuk misli fark var.
… Çalışan insanların ortalama geliri 700 lek alabilirsiniz… Otuz beş yıldır değişmeyen fiyatlara gelince: pantolon 210, palto 575, gömlek 25, yüz yapraklı defter 22, ayakkabı 70, meyve ve sebzelerin tümü (mevsime göre) 1-2 lek, süt litresi 2.5, et (kemiksiz) 12-17, ekmek (1 kg) 2, balık 2-8, yumurta 0.8, bira şarap (kalite) 5, yarım kilo rakı 12, gazete 0.3, 1 litre maden suyu 1 lek. İthal mallarına gelince: 10 ayak bir buzdolabı 4000, siyah-beyaz televizyon 3000, çamaşır makinesi 1200-3000, yerli yapım bisiklet 1800 lek.
Bunlar …’ların ekmek sorununu nasıl çözdüklerini göstermeye yeter rakamlar sanıyorum. Örneklemeyi şöyle yapabilirsiniz: Bir işçi 700 lek, karısı 600 lek. İki çocuklu. Eve giren 1300 lek. Kira, elektrik, su, çocuk, kreş, masrafı 150 lek. Kalır 1150 lek. Bununla kaç ekmek, kaç kilo et, süt v.b. alır. Peki ya bizim işçiler!’ (48)
Günümüz Türkiye’sinin durumunu açıklamanın ardından bu tür haberlerin hayal ürünü olduğu sanısına kapılmamak mümkün değil.
Günümüz Türkiye’sine göre, hayal ama gerçek ülke: Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti.
İşte iki sitem.
Birisinde başta işçi sınıfı olmak üzere halk açlığın ve yoksulluğun pençesinde yaşamı zincire vurulmuşken…
Diğerinde paylaşılan mutluluk…
İşte iki örnek.
Tercih mi?
Tabi ki mutluluk… Sosyalizm.

Kaynakça :
1- Emin Çölaşan, 24 Ocak Bir Donemin Perde Arkası, 1983, Milliyet Yay., sf. 289-299
2- Emin Çölaşan, 12 Eylül Özal Ekonomisinin Perde Arkası. 2. baskı, 1984, Milliyet Yay., sf 42-75
3- Şebnem Atiyas, Cumhuriyet, 30.5.1988
4- Cumhuriyet, 26.1.1982
5- Bilim Sanat dergisi, Şubat-1986. sayı 62
6- Yalçın Doğan, Cumhuriyet, 29.12.1985
7- İSO, 1988/11, sf. 27
8- Cevdet Erdost, İMF İstikrar Politikaları ve Türkiye içinde, 1982, Savaş Yay. sf. 103-107
9- Nazif Kocayusufoğlu, Cumhuriyet 26.1.1986
10- Yakup Kepenek, Cumhuriyet, 24.1.1986
11- Y. Kepenek/O. Türel, “Ekonominin Bugünü ve Geleceği”, Yapıt Dergisi, sy. 2, Aralık 1983/Ocak 1984
12- Hürriyet, 3.3.1985.
13- Hürriyet, 16.7.1988
14- Cumhuriyet, 10.7.1988
15- ’87 Petrol-lş, sf. 131
16 tbid, sf. 130
17. Ibid, Tablo-66
18- Ibid, Tablo-44
19. Ibid, Tablo-68
20- Türkiye Bankalar Birliği Yayınları
21- Cumhuriyet, 9.8.1988
22- J. Avlen (ILO danışmanı), İSO dergisi. Nisan 1988, sy. 266
23- Dünya, 30.3.1988
24- İSO, Temmuz-1988, sy. 36-37
25- T. Bankalar Birliği Yayınları
26- M. Sönmez, Kırk Haramiler, 3. baskı, 1988, Özlen Yay., sf 93-112
27- İSO. Özel sayı, Ekim-1987, sf. 138-140
28- Doç. Dr. Zafer Başak, Dış Yardım ve Ekonomiye Etkileri,(1960-1970), Ank. Hacettepe Ün.Yay, 1977, sf. 18
29- The Independent’ten Dünya, 17.3.1988
30- Cevdet Erdost, IMF İstikrar İçinde, 1984, Savaş Yay. sf. 104
31- Şebnem Atiyas, Cumhuriyet, 19.5.1988
32- T. Güngör. Dünya. 20.4.1988
33- TÜSİAD, T/88.4.113, sf. 5-6
34- T. İş Bankası İkt. Araştırmaları
35- TÜSİAD, T/88.4.113, sf 20-21
36- ’86 Petrol-İş, sf. 56
37- Doç. Dr. Türkan Arıkan. Dünya, 14.5.1986
38- TİSK, XIII. Kong. Rap, 1980, sf. 33, Aktaran, M. Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, 1984, Belge Yay, sf 60
39- TOBB, İktisadi Rapor, sayı: 52
40- Tunç Tayanç, Geciktirilen Grev/er Üzerine Bir değerlendirme, ODTÜ- Gelişme Dergisi, C. 7, sayı 1-2, 1980, sf. 74,
41- TİSK, Dünya’da ve Türkiye’de Ekonomik ve Sosyal Durum, 1981, Aktaran, M. Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, 1984, Belge Yay, sf 65.
42- ’87 Petrol-İş, Tablo 89.
43- Yankı, Mayıs 1983, sayı: 633
44- 63 Grev, 63 Mücadele, Petrol-İş yay., 1987/16, sf. 126-134
45- Ibid, sf. 112-119
46- ’87 Petrol-İş, Tablo-32
47- Ibid. Tablo-31
48- Kaya Öztaş, Arnavutların Arnavutluğu ’87, AKİS dergisi, Ekim 1987, sayı 26, sf. 38

Eylül 1988

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑