Yarının Sahibi İşçi Sınıfı Konuşuyor… 15-16 HAZİRAN VE NİSAN EYLEMLERİ

2- NİSAN EYLEMLERİ 2.1- Ücretliler ve Ücretler

İktisaden faal nüfus 1975’e göre yüzde 6,5 oranında artarak 1980’de 18 milyon 522 bin’e yükselir. 1985 yılı nüfus sayımının sonuçları ekonomik ve sosyal nitelikleri bakımından halen tam olarak yayınlanmadı. Faal nüfusta tarımın payı 1970’e göre 1980’de yüzde 11,3 azalarak yüzde 59,9 olurken, ücretlilerin ve rant gelirlerinin payı ise yüzde 17,8 ve 67,6 artarak sırasıyla yüzde 33,4 ve 6,8’e çıkar. ’80’li yıllarda yine tarımın payı azalmaya devam eder ve 1986’da yüzde 52,2’ye kadar gerilerken; diğer iki kesimin payı artar: Ücretlilerinki yüzde 36,2’ye, rant gelir sahiplerinin payı yüzde 11,6’ya kadar yükselir, özellikle 80’li yıllarda, ülke genelinde toplam nüfusta kentli nüfusun artışına paralel olarak hem ücretlilerin ve özellikle rant gelir sahiplerinin nüfus payı artar.
İktisaden faal nüfusun geliri elde etme konumuna yani meslekteki mevkiiye göre dağılımı: 1975 ve 1980 yıllarında ücretlilerin payı yüzde 31’den 33,3’e yükselir. Yine aynı yıllarda işverenin payı yüzde 0,8’den 0,9’a çıkar; kendi hesabına çalışanların payı yüzde 24,1’den 23,1’e ve ücretsiz aile işçisi yüzde 44,1’den 41,8’e geriler.
1965-1980 dönemi açısından bakıldığında, ücretliler mutlak ve nispi olarak arttığı halde, diğerleri (işverenler 1970 yılı hariç) mutlak olarak artarken nispi paylan azalır. Belirtilen dönem acısından ücretliler 3 milyon 38 binden 6 milyon 162 bin’e yükselir. Diğerlerinde mutlak artış yüzde 10 ile 33 arasında değişirken, bu oran ücretlilerde yüzde 102.8’dir.
Ücretlilerin belli sektörler ve alt iktisadi faaliyet dallan arasında da dağılımı (Özgürlük Dünyası, Sayı: 7/Tablo -1) incelendiğinde:
1975 yılına göre 1980’de paylan; tarım sektöründe ücretliler yüzde 42,4 azalarak 589 bin; madencilik yüzde 15 artarak 129 bin; yüzde 40,7 artan imalat sanayisi 1 milyon 500 bin; inşaat sektörü yüzde 53,1 artışla 708 bin, yüzde 3,0 artan ticaret sektörü 344 bin ve hizmetliler yüzde 52,2 artışla 2 milyon 593 bin olur. En fazla artış hizmetler sektöründe olur ve bunu inşaat ve imalat sanayisi izler. İmalat sanayisinde gıda ve dokuma iktisadi faaliyet dallan payı yüzde 85,1 ve 48,0 oranında artar.
Genel olarak çalışanların sigortalı olması toplam ücretlilerdeki artışa paralel bir gelişme gösterir. Sigortalılar toplamı artarsa da, yaklaşık yarıya yakın, sigortasız yani bir sosyal güvencesi olmadan çalışmaktadır.
Ücretler:
Ücretlerin satın alma gücü yani reel ücretler 1963 yılından itibaren genel (bazı yıllar istisna) olarak 1977’ye kadar olan dönemde, artan bir trend izler. Fakat sonrasında sürekli düşer. Ve bu düşüş, Eylül Karaca İma kampanyası ile birlikte daha da hızlanır.
İmalat sanayisinde günlük ortalama net reel/gerçek 1971 yılında ülke genelinde 21,8 TL. iken, 1977’de22,2 TL’ye kadar yükselir ve 1980’de 13,9 TL’ye geriler. Aynı yıllarda imalat sanayisinde kamu sektörü net reel ücret ortalaması 24 TL’den 26,5 TL’ye çıkar ve 17,3 TL’ye düşer. Ortalamaya benzer bir gelişme gösterir. Bu sanayi dalında özel sektör çalışanları net reel ücretleri 1971 ‘de 20,6 TL iken 1977 yılında 20,2’ye ve 1980’de 12,0 TL’ye kadar iner. Anlaşıldığı üzere bu iktisadi faaliyet dalında özel sektörde ücretlerin kamuya göre daha fazla düştüğü görülür. Nitekim reel ücretler, 1971 yılına göre 1980’de kamu ve özel sektörde, yüzde 27,9 ve 42 düzeyinde geriler. Yani ücretler kamuda, özel sektöre göre daha yavaş azalır. (1)
Bu azalma, 80’li yıllarda daha da hızlanır.
Reel ücretlerin ’60’lar düzeyinde olmadığı artık, genelinde kabul edilir bir gözlem. Anlamı: Artan ya da büyüyen ulusal pastadan işçilerin payının sürekli olarak azaldığı, bir başka anlatımla göreceli yoksulluğun artmasıdır. Madalyonun öteki yüzü de sermaye birikiminin de artıyor olmasıdır.
Sermaye ve yoksulluk kutuplaşmasında netlik…
Genelinde burjuvazinin bir özelliği, bizim ülke burjuvazisinde de etkin: İşine gelmediği konularda gerekçe bulmada çok “mahir”. İşçiler ve halktan yana (tabiî ki burjuvaziye karşı) bir gelişmenin olması halinde, demeç üstüne demeç verilir, açıklamalar yapılır ve “dış tahrikçiler” aranır. Bu safsata sürekli işlenir. Ne olduğu? Hiç mi hiç de açıklanmaz.
Aslında burjuvazi aleni olarak ekonomik ve siyasi politikayı belirleme açısından uluslararası finans kuruluşlarına (başta IMF…) ve emperyalist ülkelere (başta Amerikan emperyalizmi…) gidip sürekli danışırlar ya da temsilcileriyle Ankara’da görüşürler? Sonrasında aynı bildiri ve aynı demeçler “temcit pilavı” misali tekrarlanır: “Fevkalade yararlı geçti…”
Bu tekrar, ilk değil; Osmanlı İmparatorluğu benzer tür açıklamaların sonucunda, tarihten silindi.
Sonucu yararlı kılan görüşme ne?
Pazarlanan ne?
Ülke kaynakları ve takılan siyasi “boyunduruk”…
İşte “mahir” burjuvazinin, son “harikası” “mahir” adam eylül çocuğu Özal, 1989 baharında isçi eylemi çiçeklerinin açması ve çevreye saldığı kokuya hemen gerekçe buldu: “Maalesef, bunları birileri dürtüyor” (11 Nisan 1989). Bununla hem ekonomik ve siyasi gerçekleri kendilerince yorumlayarak keyfi ve zulüm düzenlerini “aklama ve yaşatma” ve hem de insanların “aldatıldığı” düşüncesi hâkim kılınmak istenir.
Demek ki, bir dürtülen ve bir de dürten var: Aslında işçi eylemleri, burjuvaziyi dürtüyor.
Kısaca:
1- 80’li yıllarda reel ücretler sürekli azalmıştır.
Fiyatların ücretlerden daha hızlı artması sebebiyle, reel ücretler sürekli azalır.
Fiyatların artması kader mi?
Fiyatların artmasından yararlanan ve zarar gören kimlerdir?
Fiyatlar; bir savaşın, bir doğal afetin ya da kıtlığın sonucu artmıyor.
Fiyatlar işçi ücretlerinin artışı sebebiyle hiç artmıyor. Çünkü reel ücretler azaldığı halde fiyatlar durmadı, yine de arttı!
Demek ki, bu keyfi ve zulüm düzeninde fiyat mekanizması, halkı ve işçileri “aç ve açık bırakmanın” ve sermayedarı “beslemenin” bir aracı işlevi görüyor.
Sürekli konu edilen ve Özal’ın dilinden düşmeyen Güney Kore’de, imalat sanayinde saat başı ücretler, Türkiye’den hayli fazladır. Güney Kore’de ücretler 1970’de 0,21’den, 1978’de 0,89’a, 1982 ve 1986 yıllarında 1,25 ve 1,59 dolara yükselir. Aynı yıllarda Türkiye’de ise 0,29’dan 1,0’e yükselir ve 0,5 ve de 0,38 dolara kadar geriler. Yani Güney Kore’de ücretler artarken, Türkiye’de azalır. (2)
Bu azalmada, burjuvazinin izlediği ekonomi politikanın esas olmak üzere bürokratik sendikal yapının da destekler tavrının rolü vardır.
Destek görevi; sınıf içinde burjuvazinin stepnesi olarak gelişen mücadeleyi bastırmak yahut burjuvazinin sınıfa yaptıklarını açıktan ya da gizli “onamak” biçiminde yerine getirdiği hatırlanmalıdır. 80’li yıllar canlı örneği.
2- Burjuva ekonomi politiğine göre bütçenin finansman kaynağı olan toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payının 1981’de yüzde 35 iken bu 1988’de yüzde 54’e yükselir. Toplam gelirin tüketime ayrılan kısmın vergilenmesi demek olan dolaylı vergiler, tüketicilerin bütününü yani emekçi halkı ve burjuvaziyi aynı oranda etkileyen bir vergi türüdür. O sebeple, bu vergi payının artıyor olmasının anlamı, geliri de o oranda artmayan ve aksine azalan kesimin dar sabit gelirliler (isçiler başta olmak üzere halk) tarafından ödenmesidir.
3- Bütçe harcamalarında 1980 ve 1988 yıllarında yatırımın payı yüzde 21’den 16’ya ve personelin payı yüzde 33’den 21 ‘e inerken transfer harcamalarının payı yüzde 36’dan 50’ye ve cari harcamalarda yüzde 10’dan 13’e yükselir. Yani bütçe iç ve dış borç ödemeleri ile günlük işleri yapan bir özellik kazanmış; personele verilen ve yatırıma ayrılan pay azalmış.
Yatırımın azalması, işsizliğin artması demektir. İşte onun içindir ki, işsizlik oranı yüzde 20’ler üzerindedir. Yani toplam işgücü arzının her beş kişisinden bir tanesi işsizdir. Bu işsizler ordusunun varlığı da, çalışanlar üzerinde bir baskı aracıdır.
4- Ulusal gelirin dağılımında tarımın payı 1971’e göre 1980’de yüzde 23,8 gerileyerek yüzde 23,9 olur. Ücretlilerin ulusal gelirde payı 1971’e göre 1977’de yüzde 17,5 artarak yüzde 36,8 düzeyine yükselir ve sonra ki yıllarda azalır, 1980’de yüzde 26,6’ya kadar düşer. Faiz kira ve kâr gelirleri toplamı olan rant gelirleri payı 1971 yılı sonrasında bazı yıllar azalır ve 1977’de yüzde 34,1 ‘e kadar gerilerken, sonraki yıllarda artar ve yüzde 49,4’ler düzeyine kadar çıkar.
80’li yıllarda ulusal gelirin dağılımı rant gelir sahipleri lehinde gelişme gösterir.
1980’de yüzde 23,9 olan tarımın payı, 1988’de yüzde 16,3’e geriler ve aynı yıllarda da ücretlilerin payı benzer gelişme gösterir. Yüzde 26,6’dan 15,6’ya iner. Bunlara karşın rant gelirleri payı yüzde 49,4’den 68,1’e yükselir. Büyüyen ulusal pastada ücretlilerin/işçilerin payı azalırken, rant gelirlerinin ki artar.
5- Kişi başına ulusa! gelir endeksi artarken, sigortalı gerçek ücret endeksi azalır. Demek ki, refah artışından Ücretliler yararlanamıyor.
İşte ücretliler bu koşullarda elde edebildiği gelirleriyle, yaşam kavgası verirler. Nisan’a bu ekonomik koşullarda geldiler.

2. 2- Grevler (1971-1988)
Bu süre kendi içinde 1971-1980 ve 1984-1988 alt dönemlere ayrılarak incelenecek çünkü halkın ve sınıfın üzerine çöken Eylül karabulutu sebebiyle grevler yasaklanır, 1980 Eylül-1984 arasında. 1971-1980 döneminde 1132 tane grev ve bu grevlere 292 bin işçi katılır ve grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı toplam 19 milyon 267 bindir. Bu toplamda kısa süreli işi durdurmaya yönelik yoğun katılımlı eylemlerin dikkate alınmadığı anlaşılıyor.
Türk-İş, 16 Haziran 1975 tarihinde İzmir’de 06.00 ile 14.00 saatleri arasında 8 saat süre “İşverenlere karşı bugünlük uyan” adıyla nitelendirdiği bir genel grev örgütler. Eyleme, Türk-İş’e bağlı 24 sendika ve 70 bin işçi katılır. Eylem sebebiyle pek çok işçi ve sendikacı tutuklanır. (3)
DİSK, 20 Mart 1978 tarihinde “Faşizme ihtar eylemi” yapar; 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilere yapılan bombalı saldırıda 7 öğrencinin öldürülmesini ve pek çok sayıda öğrencinin yaralanmasını protesto için 20 Mart’ta saat 08.00 ile 10.00 arasında 12 saat süreyle ülke çapında işi bırakır. Başta TÖB-DER olmak üzere, 26 demokratik kitle örgütü de eylemi destekler ve katılın Eyleme 264 bini İstanbul’da olmak üzere, ülke çapında 598 bin işçi katılır. (4).
Ayrıca Şubat-1980 Tariş direnişi ve 1 Mayıs’lar yaşanır…
Sınıfın bu tür eylemlerinin genel toplama katılmadığı anlaşılıyor.
Greve ortalama katılım 258 olup, grevci başına ortalama işgünü 66’dır. Grev başına yitirilen işgünü ise 17 bin olup, hayli yüksektir.
Grev sayısının azlığına karşın, grenlerin uzun sürdüğü ve işçi sayısındaki çok kanlımdan anlaşıldığı üzere, grevlerin büyük işyerlerinde yoğunlaştığı görülüyor.
Toplam grevlerin yüzde 20,3’nün kamuda olduğu ve buna toplam grevci işçilerden yüzde 32’sinin katıldığı ve bu sebeple, 4 milyon 760 bin işgünü kaybolduğu hesaplanır.
Greve ortalama katılım kamuda 40,7 iken özel sektörde 220,1’dir.
Grevci başına ortalama işgünü kamuda 50,9 iken özel sektörde 73,6’dır.
Ayrıca kamuda grev başına yitirilen işgünü 20 bin 694 iken özel sektörde 16 bin 195’dir.
Yani kamu sektörü ortalamaları yalnız ortalama kaybolan işgünü (3/1) süresinde, Türkiye ortalamasından büyük olup, diğerlerinde küçüktür. Özel sektör ortalamaları ise ortalama kaybolan işgünü (3/1) dışında, diğerlerinde Türkiye ortalamasından büyüktür.
Özel sektörde çok sayıda işyerinde ve büyük işyerlerinde greve gidilirken, aksine kamu da küçük ama az sayıda işyerinde uzun süre greve gidildiği sonucu çıkar.
Bu dönemde toplam grevlerin yüzde 57,8’si imalat sanayinde olur ve buna toplam grevci işçilerin yüzde 61,9’u katılırken, grev sebebiyle kaybolan işgünü toplamının yüzde 78,8’İ de bu sanayi dalında gerçekleşir. İmalat sanayinde ortalama katılım 277, grev başına ortalama kaybolan süre 23 bin 230 ve grevci başına kaybolan işgünü 83,9’dur. Grevlerin bu alt sanayi dalında yoğunlaştığı gözlenir.
Yine bu dönemde (1971-1980) hükümet tarafından toplam 205 grev, 8400 gün süreyle ertelenir. Toplam ertelemenin yüzde 34,6’sı ve erteleme süresinin yüzde 35’i yalnız 1980 yılında yapıldığı hatırlanırsa, Eylül öncesi Demirel hükümetinin ve Eylül Karaçalma Kampanyası’nın varlık amacını bir yönüyle gösteren önemli bir örnektir.
Grevin ulusal ekonomiye zarar verdiği propagandasının yoğun olarak yapıldığı bu (1971-1980) dönemde, grevin sebep olduğu toplam işgünü kaybı iş kazalarının sebep olduğunun yüzde 66,8’i kadardır.
İkinci alt dönem 1984-1988 yılları arasında beş yıllık süreyi kapsar.
1980-Eylül Karabasanıyla Karaçalma Kampanyası başlatılır.
“Kurtarma” adına…
Ve “Kurtarıcıların” icraatı; Yasaklanan grevler, “serbest piyasa” gereği malların artan fiyatları, ücretlerin satmalına gücünün düşürülmesi, işten çıkarmaların ve işsizliğin artması, DİSK’in faaliyetinin yasaklanması, işkencenin artması, kısmi demokratik hakların gaspı…
Anlaşıldığı üzere, bütün uygulamalar Eylül’ün sınıfsal varlık koşutu gereği genelinde halka ve özgülünde sınıfa karşıdır.
1983-Mayısı’nda çalışma hayatı ile ilgili yeniden düzenlemenin gereği olarak, 2821 ve 2822 sayılı yasalar kabul edilir. O sebeple, !984 yılı sonrasında grevler yaşanır. Fakat depolitizasyonun etkin olduğu ve resmi terör fırtınasının yoğunlukla estirildiği bir dönemde yürürlüğe giren 2822 sayılı yasanın öngördüğü grevin nasıl uygulanacağı konusu, yeni bir tartışmanın başlamasının sebebi olur. O yıllarda hâkim anlayış, bu yasalarla grev yapılamayacağı ve greve çıkmanın burjuvaziye/sermayedara yarayacağı türünden iddialar bile ileri sürülür.
Çıkarılabilecek iki sonuç: Birincisi, burjuvazi yoğun saldırısına karşın grevi tümden yasaklayamaz, ikincisi, yasada grevin etkinliğini zayıflatıcı uygulamayı öngörmesi sebebiyle sendikacılar sınıfın gücüne güven duymazlar.
1984 yılından bugüne geçen döneni incelendiğinde sınıf, yasalara karşın grev silahını etkin olarak kullanır. Bu sebeple 1986’lardan itibaren arlık yasalara karşın grev yapılır/yapılmaz tartışması gündem dışı kalır.
1986 yılına kadar olan grevler de katılan işçiler sayısı ile kaybolan işgünü süresi 1980 öncesine göre cüzi miktarlarda olurken, 1987 ve 1988 yılında grev patlaması yaşanır.
1988 yılında hem çıkılan grev ve hem de katılan işçi sayısı, 1987 yılına göre artmış ve de grevlerin sebep olduğu kaybolan işgünü miktarı da fazladır.
1988’de 357 (bir işverene ait birden fazla işyeri olması sebebiyle) greve 30 bin 147 kişi katılır ve 1 milyon 993 bin işgünü kaybolur. Bulduğumuz bu sonuçlar üç aşağı, beş yukarı Çalışma Bakanlığı’nın yayınıyla çakışıyor. Fakat nedense Türk-İş dergisinde (Ocak 1989 sayısı) 26 bin 153 işçinin greve çıktığı ve bu sebeple 1 milyon 635 bin işgünün kaybolduğu yer alır. Anlaşıldığı üzere Türk-İş verileri, gerçekleşenden oldukça farklı olup, azdır.
Bu gelişme trendi burjuvazinin yüreğine korku salar.
Evet: İşçiden esiyor yel…
Her gün güneşli ve sıcak…
1984-1988 döneminde beş yıllık sürede 710 grev olur ve toplam 70 bin 778 işçi bu grevlere katılır. Grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı 4 milyon 389 bindir. Yani 1970 öncesi dönemle karşılaştırıldığında daha yoğun bir sürecin yaşandığı anlaşılır.
Greve ortala katılım 99,7 iken grevci basma yitirilen işgünü 62’dir ve grev başına yitirilen işgünü ise 6 bin 181,4’dür.
Sınıf hareketi bu grevleri yaşarken bir yandan da, yasalarda açık olarak tek tek ne tür eylemlerin yasak olduğu yer aldığı halde, 1988’deki grev dışı eylemlerde ki gelişme (Özgürlük Dünyası, 5. sayısındaki inceleme), 1989 Mart ve Nisan ayında doruğuna ulaşır.
Sınıfın yaratıcılığı ve kararlılığı ürünü olarak.

2.3- Kamu İşçisi Profili
Yaklaşık 2,9 milyon sigortalıdan 850 bine yakım kamu işyerlerinde çalışır. Bir başka anlatımla kamu işyerlerinin toplam işyerlerine oranı yüzde 5,2 düzeyinde kalırken sigortalı işçi toplamının yaklaşık yüzde 29,3’ü istihdam edilir. Bu sebeple kamu kesiminde işyeri basına düşen isçi sayısında özel kesime göre hayli fazladır. Özel kesimde işyeri başına 5-6 işçi düşerken, kamu kesiminde bu rakam 40’dır.
Genel hatları çizilen kamu kesimi işçisiyle ilgili gözlemleri bir anketi esas olarak yapacağım.
30 bin 891 işçinin çalıştığı TCDD’de örgütlü Demiryol-İş sendikasının 29 bin 615 üyesi vardır. Ve sendikalı işçilerden yaklaşık yüzde 46’sının katıldığı bir anket, 1988 yılı Mart-Mayıs aylarında yapılır. Bununla demiryolu işçisi, ekonomik ve sosyal yönleri ile incelenir. (5)
Sendikalı işçilerden yüzde 80’i daimi ve geriye kalanı ise geçici statüde istihdam edilir. Yani her 5 sendika üyesi işçiden 1 tanesi geçici işçidir. Yine sendikalı bu işçilerin yüzde 68’i TCDD’nin 6 Bölgesinde, yüzde 32’si ise fabrikalarda çalışır. Geçici işçilerin yalnızca yüzde 13’ü fabrikalarda çalışırken, daha çok Bölgelerde yaygındır. Ayrıca sendikalı işçilerin yüzde 48,7’si daimi/sanatkâr, yüzde 31,3’ü daimi/vasılsız, yüzde 2.5’i geçici/sanatkar ve yüzde 17,5’i geçici/vasıfsız statüsünde çalışır.
İşçilerin beşte-biri iş kazası geçirmiştir.
Bu ulaşım sektöründe, hayli geçici/mevsimlik işçinin istihdam edilmesi ve kırsal kesimle yakın ilişki içinde bulunmaları gibi özellikleri diğer kamuya ait işyerlerine göre farklı koşulları içeriyor olsa da, yine de yaklaşık bir gözlem vermesi açısından öğreticidir.
Anket sonuçları aileleriyle birlikte yaklaşık 70 bin kişilik bir kitlenin durumunu yansıtmaktadır.
YAŞLARI GENÇ
Demiryolu işçilerinin yaklaşık olarak dörtte biri 35-39 yaş grubundadır (yüzde 22,6). 25 yaşından küçük işçilerin oranı ise yüzde 4’tür. 34 ve 40 yaşından küçüklerin oranı sırasıyla yüzde 40,9 ve yüzde 64,2’dir. Yani bu işyerinde çalışanlar 40 yaşının altındadır. 40-49 yaş grubunda olanların oranı ise yüzde 30,5’tir. Geçici işçilerin büyük bir bölümünü 25-34 yaş grubundaki işçiler oluşturduğu halde, daimi işçilerde ise 30-44 yaş grubundadır.
HEPSİ EVLİ
Anket kapsamındaki işçilerin yüzde 93,4’ü evlidir. Bu halde, her 100 işçiden 6’sı bekârdır. Daimi işçilerin yüzde 95,5’i ve geçici işçilerin yüzde 88,9’u evlidir. Ayrıca işçilerin yüzde 3,7’sinin eşi çalışıyor.
BABALARI DA EMEKÇİ
Demiryolu işçileri arasında baba mesleği çiftçilik olanlar çoğunluktadır (yüzde 50,2). İşçilerin yüzde 27,1’inin babası işçi ve yüzde 10,3’ünün ki ise memurdur. Yani her 100 işçiden 37 tanesi işçi ya da memur emekçisi çocuğudur. Geçici işçiler arasında çiftçi çocuğu olanların oranı (yüzde 58,5) daimi işçilere göre (yüzde 51) daha yüksektir. Daimi işçilerin yüzde 36,8’inin babası işçi ya da memur iken, bu oran geçici işçilerde yüzde 32,9’dur.
TAMAMI OKUL GÖRMÜŞ
Yapılan ankete göre işçilerin hepsi okula devam etmiş ve bunlardan yüzde 61,7’si ilkokul mezunu iken bunu meslek lisesi izlemektedir (yüzde 17). Ve yüzde 9 De üçüncü sırada çırak okula yer alır. Daimi işçilerde ilkokul ve meslek lisesi mezunu oranlan yüzde 63,5 ve 13,5 olduğu halde bu oranlar, geçici işçilerde yüzde 72,3 ve 10,2’dir.
ÇOĞUNLUKLA KIDEMLİ
İşçilerden 6 yıl ve daha fazla kıdeme sahip olanların oranı yüzde 80’dir. Yani her 100 işçiden 80 tanesi 6 yıl ve daha fazla yıl kıdemlidir. Bu taban 10 yıla çıkarıldığından oran yüzde 61,8’e iner. İşçilerin yüzde 24,3’ü 16-20 yıldır, TCDD’de çalışır. 11-15 yıldır çalışan işçilerin oranı yüzde 21,5’tir. 6 yıl ve daha fazla süredir TCDD’de çalışanlardan yüzde 88,5’i daimi iken, bu oran geçici işçilerde yüzde 46,9’a iner. Kıdem tabanı 10 yıl alındığında geçici işçilerin payı yüzde 15,3’e inerken, daimi işçilerinki ise yüzde 72,4 olur.
ÜCRETLER: NE ÖLDÜRÜR NE GÜLDÜRÜR
Bu araştırmada aylık net ücretlere göre gruplandırma yapılır. İşçilerden yüzde 3^’ünün aylığı 80 bin TL’nin altında iken, 80 ile 1000 bin TL. arasında aylık alanların oranı yüzde 25’tir. Yanı her 4 işçiden 1 tanesinin eline 80-100 bin TL aylık ücret geçiyor. Aylık ücreti 100 ile 130 bin TL arasında olan işçilerin payı yüzde 55’tir. İşçilerin yüzde 15,7’si 130 ile 150 bin TL arasında aylık ücret alırken, 150 bin TL ve daha fazla ücret alanların payı yüzde 1,3’tür. Daimi işçilerin yalnızca beşte birinin aylık net ücreti 100 bin TL altındayken, geçici işçilerin yüzde 81,2’sinin eline ayda 100 bin TL altında ücret geçer. Geçici işçilerin yalnızca yüzde 5,7’si 110 bin TL üzerinde ücret alır (ki en üst sınırı 149 bin TL). Daimi işçilerde ise bu oran yüzde 60,2’dir.
(Not: Bu ücret geliri seviyeleri, Haziran-1989’da imzalanan yeni sözleşme ile değişti.)
1 İŞÇİ, 4 KİŞİYE BAKIYOR
İşçilerin yaklaşık dörtte biri, kendisi dışında 3 kişinin geçimin: sağlıyor. Her 5 işçiden bir tanesi 5 veya daha fazla kişiye bakmakla yükümlü. Ortalama her bir işçi kendisi dışında 4 kişiyi daha geçindirmeye çalışıyor. Bu, ülkenin doğu bölgelerine gidildikçe daha da anıyor.
KONUTLARI YOK
İşçilerin yüzde 47,7’si kiracı ve yüzde 1.3’ü lojmanlarda oturur.
HEPSİ BORCA TAKSİTE ÇALIŞIYOR
Anket kapsamındaki her 10 işçiden yaklaşık 9’unun borcu var ya da taksit ödüyor (yüzde 88.61. Daimi işçilerde belirtilen oran yüzde 89.1 iken, geçici işçilerde ise yüzde 81.6’dır.
İSÇİLERİN TOPRAĞI YOK
İşçilerin yüzde 92,2’sinin toprağı yoktur. Bu oran daimi işçilerde yüzde 92 olarak gerçekleşirken, geçici işçilerde yüzde 90,3 olur.
TEK GELİRLERİ: ÜCRET
İşçilerin yüzde 94,8″inin ücret geliri dışında başka geliri yoktur. Daimi işçilerde yüzde 94.8 olan bu oran geçici işçilerde ise yüzde 95,4’tür.
EK BİR İŞTE ÇALIŞIYORLAR
İşçilerin yarıdan fazlası (yüzde 59.2) geçimini sağlayabilmek için dışarıda ek işlerde çalışıyor. Bu oran geçici işçilerde yüzde 63,3 ve daimilerde ise yüzde 58’tir.

2.4- İşçileşme
’80’lerde izlenen ekonomi politika ile emeğin üretkenliğinin artırılması ve emek-gücünün yeniden üretim maliyetinin yani ücretlerin düşürülmesi amaçlanıyordu.
O sebeple işsizlik artar ve gelir dağılımı emek aleyhine daha da bozulur.
Bu yüzden işçilerin çalışma ve yaşama koşulları daha da kötüleşir.
Ücretlerin düşürülmesine karşın işsizliğinde anıyor olması, çalışanlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılır. Bu “ücretle çalışmazsan” daha pek çok “çalışanı bulurum” anlayışı, çalışanlar üzerinde hep demokrasi kılıcı misali sallanır. O sebeple işsizliğin varlığı normal toplumsal bir olguymuş gibi Friedman ve yerli müritleri tarafından ekonomik analizlerde doğal işsizlik oranının varlığından hep söz ederler.
’83 yılında çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi sonrası işçilerde, gasp edilen ekonomik ve kısmi demokratik kazanımları süreç içinde alırım anlayışı etkin olur. Fakat bu süreçte imzalanan toplu iş sözleşmesi kazanımları, işçilerin beklentilerini karşılar düzeyde olmaması üzerine önceleri işyerleri özgülünde tek tek, işkollarında birbirinden kopuk eylemler gündeme gelir. Ve sonrası…
Açılımı anlamında, eylemlerin maddi temelleri:
1- Ücretlerin satın alma gücünün sürekli düşmesi sebebiyle yoksullaşmanın artması ve buna bağlı olarak mülksüzleşmenin hızlanması,
2- Ücretli çalışanların sayısının artması,
3- İşsizliğin artması,
4- Toplu sözleşme kazanımlarının işçilerin beklentilerini karşılar düzeyde olmaması,
5- Kentli nüfusta hızlı artış ve kırla bağların giderek zayıflaması,
6- Ulusal gelirde ücretliler payının azalan bir trend izlemesi,
7-Resmi sendikasızlaştırma politikasına karşın, ’84’e göre sendikalaşma oranın artması,
8- İşyerlerinde çalışma koşulların hem kötüleşmesi ve hem de baskının yoğunlaşması,
9- Resmi terörün yıldırıcı etkisinin kırılması sayılabilir.
PİAR’ın dar gelirli (siz işçi ve çalışan anlayın) parasını nasıl harcıyor diye yaptığı bir araştırmaya göre, toplam gelirin yüzde 72,6’sı yiyecek; yüzde 17,4’ü kira; yüzde 2,0’si giyecek; yüzde 1,5’i taksitler; yüzde 3,4’ü yakacak vs. olarak dağılmaktadır. Bir başka araştırmada dar gelirlinin yüzde 91,4’ü para biriktirmediğini söyler. Yani 10 kişiden 9’u tasarruf yapamıyor. Bu durumda dar gelirlerin veresiye ile yaşadığını, ek işle ayakta kalabildiğinin ve cep harçlığının bile olmadığı yorumunu yapar. (11 Mayıs 1989-Sabah).
Hem yeni hakların kazanılması ve kazanılan hakların kalıcı olabilmesi için mücadelenin zorunluluğu, bugün isçileri birlikte eyleme girme eğilimini güçlendiriyor. Emeğin Ekmek ve özgürlük mücadelesi bütünselliğinden, bugün ekmek için mücadele öne çıkartılıyor.
Ve Nisan eylemleri.

2.5- Bahar Rüzgârı: Nisan Eylemleri

’89 Nisan’ında gazetelerin en büyük puntolarla verdiği haber:
Sınıfın Eylemleri…
Ay boyunca tartışılan birinci gündem maddesi:
Sınıfın Eylemleri…
Mart’ta başlayan yükselme, Nisan’da daha da kitle-selleşerek ivme kazanır…
Ülkemiz sınıfı tarihinin en geniş katılımlı kitlesel eylemleri…
Eylem sahası değil bir işyeri, değil bir şehir: Ülke genelinde, ateş alarak genişleyen orman yangını misali yayılır…
Eylem sahası: Türkiye.
Kamu sektöründe işyerlerinin belirgin özelliği: Ülke genelinde örgütlenmiş mal ve hizmet üretimi gerekleştirmeleridir. Bazıları; TEK, DSİ, Karayolu İşyerleri, Köy Hizmetleri, Tekel, PTT, Milli Savunmaya bağlı işyerleri ve Şeker Fabrikaları vs.
Eylem katılım 100 binleri ve bütün eylemler dikkate alındığında milyonu aşıyor.
Eylül Karabasanın çıkardığı yasaların (özellikle insan haklarıyla ilgili olanlar) belirgin özelliği, yasa maddesinde neler yapılamayacağını tek tek sayar ve ekler, sayılmayanların anayasal güvence ile korunduğu ve “vatandaşların hakkı” olduğunu yazar. Aslında sayılanlar dikkate alındığında geriye kullanılacak hiçbir hak kalmamıştır. Bu da Eylül Anayasası tekniği. Yine bazı maddelerde farklı bir özelliği de, örneğin ’82 Anayasası MD. 28’de olduğu gibi, birinci fıkrasında: “Basın hürdür, sansür edilemez” der, fakat ikinci ve devamı fıkralarda “ancak ancak” diye başlayarak, basının nasıl hür olamayacağı ve nasıl sansür edileceği tek tek sayılır. Bunun sonucu olarak derginiz özgürlük Dünyası ve diğer devrimci ve demokrat dergiler toplatılıyor ya da basım halindeyken matbaada polis tarafından el konuyor ve bu sebeple, yazarlarına kaç sülalesinin yatması halinde bitirilemeyecek cezalarla davalar açılıyor ve cezalar veriliyor.
Bir yönüyle değinmeye çalıştığım özellikleri burjuvazinin çıkardığı tüm yasal düzenlemelerinde bulmak mümkündür.
Belirtilen özellikler, çalışma hayatıyla ilgili yasalar içinde gerçeklidir. Yasada menfaat uyuşmazlığında kısıtlı uygulanabilecek grev dışında tüm işçi eylemleri yasaklanır.
Evet, grev dışı eylemler, mevzuatta yer almaz. Buna karşın eylemler sınıf tarafından genel kabul görür ve yaşatılır.
İşte toplumsal meşruluğun/kanunların resmi yasalara yön verdiğinin ya da işlevsiz kılabildiğinin canlı bir örneği.
Çalışma mevzuatının 2821 ve 2822 sayılı yasaların öngördüğü işçilere giydirilen modelin, dar geldiğinin ve söküğün genişlediğinin resmidir.
Hava döndü!
Bu temelde, emeğin Ekmek ve özgürlük mücadelesi zafere ulaşacaktır.
Bunun gereği olarak işçi sınıfı yaratıcılığı sayesinde eylemler çeşitliliğini zenginleştirerek mücadelesini sürdürür.
Bazıları; gösteri-yürüyüşler, yemek boykotu, işi yavaşlatma, şalter indirme, çıplak ayakla yürüme, sakal bırakma, yere yatma, konuşmama, yolu trafiğe kapama ve adından çoğunlukla söz ettiren toplu viziteye çıkma vs.
Etkin olarak uygulanan toplu viziteye çıkışta, dispansere yürüyerek gidiş ve dönüşün olduğu sürede çalışan işçi sayısına göre birkaç saati geçer ve bunun da anlamı, bu zaman içinde üretimin yapılmamasıdır.
O sebeple, 26 Nisan ve sonrasında birkaç gün benzin sıkıntısı yaşanır.
Ayrıca toplu vizite kâğıtları öyle kolayca verilmez; işveren sermayedar zorluklar çıkarır. Onun için, Tüpraş’ta vizite kâğıdı verilmeyen şeker hastası Arif Alpak 8 Nisan’da ölür. Bunun üzerine, işçiler E-5 Karayolu’nu trafiğe kapatırlar.
Üretimden gelen gücün kullanımıdır.
Üretimi aksatan eylemler…
Fakat bu toplu viziteye çıkı; eyleminin boyutu, şalter indirme ve grevle karıştırılmamalıdır.
Önemli bir diğer eylem türü de, şalter indirme. İşçinin işyerinde kalarak üretimi fiilen durdurmalıdır: Batman barajı inşaatında çalışan 550 işçi işbaşı yapmaz (14 Nisan); Gölcük Tersanesi’nde çalışan 5 bin işçi işi durdurur (12 ve 14 Nisan); Adana, Malatya ve Burdur Şeker fabrikaları işçileri bir saat süreyle şalter indirir (20 Nisan); Tekirdağ Şarap Fabrikası’nda yanıtı gün işi bırakma (20 Nisan); Erzurum ve Ağrı Şeker fabrikalarında çalışan 1005 işçi bir buçuk saat süreyle şalter indirir (20 Nisan); Adana Tekel’de bin işçi (21 Nisan) ve İstanbul’da Tekel’e bağlı işyerlerinde 20 bin işçi bir saat süreyle şalter indirir (25 Nisan).
Eylemlerin sebep olduğu ürün kaybı konusunda pek bilgi yayınlanmadı. Yalnız İskenderun ve Karabük Demir-Çelik’e ait bilgiler var. 22 Mart’ta ANAP hükümetince bu işyerlerinde uygulanacak grev ertelenir. Karara Demir-Çelik çalışanları sessiz kalmaz. Onun için, 14 Nisan’da erteleme karan kaldırılır. Yine de eylemler, greve çıkılan 4 Mayıs’a kadar durmaz devam eder. Bu sebeple, ocaklardan biri donma tehlikesi geçirir. Grev öncesi bir aylık dönemde eylemin sebep olduğu üretim kaybı 120 milyardır. Günlük inşaat demiri üretimi 1457 ton iken bu miktar eylemlerin yapıldığı dönemde yüzde 54 azalarak 787 tona iner; yine eylem öncesi sıvı demir ve çelik üretimi 1984 ve 1524 tonken, eylemler sırasında M81 ve 1232 tona geriler. Grevin bir günlük üretim kaybının 10 milyar olduğu açıklanır. Bu koşullarda ekonomik anlamda maddi kaybın, istenen toplam ücret teklifinden (562 milyar) hayli fazla olduğu anlaşılır.
İlk oluşumu özel sektör sermayedarlarının metal işkolunda kurduğu işveren sendikası MESS’e ’80’lerde kamunun da üye olmasıyla özel sektör ve kamu yani sermayedarların aleni birliği oluşturulur: Emeğe karşı. Oluşumun gereği olarak MESS, işvereni kamuyu temsilen görüşmelerde taraf olarak bulunur ve önerdiği teklif toplam 328 milyardır. Aradaki fark 234 milyar olmasına karşın bu sürede ekonomik kaybın daha fazla olduğu sonucu çıkar.
O sebeple, işverenin tavrı MESS özgülünde ideolojiktir.
Karsı tavır da ideolojik olmak zorundadır.
Eylemlerin Nedenleri
Yeniden düzenleme ile ’84’de başlanılan toplu sözleşme görüşmelerinde Eylül karabasanın estirdiği resmî terör ve Karaçalına kampanyası hayli etkin olup, işyerlerinde işçilerin istemlerinin neler olduğu dinlenilmezdi. Bu durumdan bürokratik sendikal yapının fazlaca rahatsız olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bunlarda hâkim tavır “satış sözleşmelerine: Evet” demektir.
Fakat kısmî demokratik kazamatları gasp edilmiş ve ücretlerin satın alma gücünün düşmesi sebebiyle sürekli yoksullaşan isçiler, gidişe kendiliğinden de olsa karşı olmanın onurunu taşıyor.
Bürokratik sendikal yapı, sınıfı karşı ihaneti yaşıyor.
Süren toplu sözleşme görüşmelerinde sermayedar/devlet, işverendir.
Devlet, sınıfsal içeriği olan, sermayenin kendisini ve çıkarlarını korumanın aracı bir örgütsel yapıdır.
Kime karşı?
Emeğe…
Değinilen işlevlerin gereği olarak kamuya/devlete    işyerlerinde sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde, beklenilen gelişmelerin olmaması üzerine eylemler başlar.
Görünen neden bu.
Fakat öz neden: Emek ve sermaye çelişmesinin var olduğu ve bunda, sermayenin hâkim olduğu bu keyfi ve zulüm düzeninde, devletin izlediği ekonomi ve sosyal politikadır.
Bunun gereği olarak işçiler üzerinde resmî terör estirildi ve ücretlerin satın alma gücü bu derece düşürüldü ve işçiler sömürüldü ve yoksullaştırıldı.

2.6- Niteliği ve Sonuçlan

Yaşadığımız bu dönemde, sınıfın yasada yer almayan ama toplumsal hayatta genel kabul gören ve sempati kazanan grev dışı eylemleri, toplumsal diğer bir anlatımla yasaya karşı meşruluğun ürünüdür. Ve yarınlar bunun üzerinde şekillenecek ve belirlenecektir. Böyle bir meşruluğun sonucu var oldu: Nisan Eylemleri.
1- Mücadele bayrağı, varolan (zayıf bir yön olarak) hakların gaspını engelleme ve yeni kazanımlar temelinde yükselir. Bunun gereği Nisan eylemleri geçen yıllarda yaratılan dinamiklerin ürünüdür. 1987’de kabaran grev dalgası, geçen yıl da hem grevler ve hem de grev dışı eylemlerin etkisiyle dalganın daha da yükselmesini sağlayan kazanımlar, Nisan eylemlerini ve sınıfın eylem birliğini yarattı. Eylem birliği, sorunların tek tek birey olarak çözümünün imkânsızlığını ve birlikten kuvvet doğduğunu bizzat yaşayarak gösterir. Bu, kendine güveni artırır.
2- Eylemler ideolojik bağlamda kendiliğindenci nitelikte olup, emeğin ekmek ve özgürlük (sınıfın kendi sosyal ve siyasal düzenim hedefler) mücadelesi bütünselliğinde, yalnızca ekmek öne çıkarılır. Eylemlerin keyfi ve zulüm düzenine karşı yapılmayıp, bu ekonomik ve siyasi yapılanımın işleyişi sonuçlarına yönelik olarak yapılması sebebiyle de temel slogan: “AÇIZ” olur.
Eylemlerde, “söke söke alırız” benzeri sloganlar atılırsa da, “güçlüyüz” ve “alırız” türünden kesin iddiaları taşıyan, dişe diş koparma niteliğinde bir davranış yönü zayıftır. Bir nevi umutsuzluk ve öç almadan doğan parlamalar niteliğindeydi eylemler.
Çünkü emek ve sermaye uzlaşmaz çelişkisinin keskinleşmesine karşın, yine de işçiler çıkarlarının, varolan siyasi ve ekonomik yapılanımın tümüyle uzlaşmaz çelişkisinin bilincinde değillerdi ve olamazlardı da; çünkü onların bilinci henüz sosyalist siyasal bilinç değildir. Bu anlamdadır ki, Nisan eylemleri geçen yıllara göre büyük bir ilerlemeyi/yükselmeyi ve kitleselleşmeyi temsil etmesine karşın, belirgin bir şekilde ‘kendiliğinden gelme bir hareket olarak kalır.
Sınıf kendi çabasıyla ancak, sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli çalışma mevzuatıyla ilgili yasaları kabul etmeye zorlamanın vs. gerekli olduğu sendikal (sosyalist değil) bilincini geliştirebilir*.
Bu sendika] bilinçle bürokratik sendikal yapının -zorlansa da- aşılması mümkün değildir.
3- Toplumsal meşruluğun yasal/resmî meşruluğa galebe çalması anlamında, eylemlerin kitle üzerinde etkin depolitizasyonunun etkisini zayıflatan önemli bir rolü olmuştur. İşte Nisan’da sınıfın yarattığı toplumsal meşruluk temelinde, doktorların eylem yaptığım görüyoruz.
Hava döndü.
Bahar sonrasında yaz sıcaklığı…
4- Nisan eylemleri, işçi hareketini saran ve kök salan sendikal ve siyasal önderliğin henüz gerçekleşemediği gerçeğini ortaya koyuyor.
5- Nisan eylemleri, ANAP hükümetinin teşhirini sağlar. Yani sosyalist siyasal mücadele anlamında ya da niteliğinde olmayan, siyasa! bir yönü vardır.
6- Nisan eylemleri kendiliğinden gelme bir hareket olup, bazı yerel sendikacılar dışında bürokratik sendikal yapıya karşın yapılır. Bu sebeple eylemler, sendikaları aşar.
Kendiliğinden gelme bir hareket ile kendiliğindenci düşünce içerik bakımından birbirinden farklıdır; birincisi eylemin oluşum biçimini ve ikincisi harekete etkin düşünsel/ideolojik yapıyı açıklar.
Nisan eylemleri kendiliğinden gelme bir harekettir.
Sınıfın öncü müfrezesi Parti’nin örgütlü ve bilinçli yönetiminde ve denetiminde olmayan bu eylemler, işyerleri düzeyinde sendikal yapılanımlar dışında işyeri komitelerinin etkinliğinde olur.
Komiteler, geçen yıllardan beri sendikaların duyarsızlıkları karşısında ban işyerleri düzeyinde oluşturulan örgütlenmelerdir. Eylemlerde sendikal örgütlerin tam etkin olmaması bu tür bu tür örgütlerin işlevini artırır. Kısmen de olsa örgütsel boşluğu doldururlar. Nisan eylemleriyle birlikte yaygınlaşır ve rolleri artar. Bunların kabalaşması yeni işlevler üstlenmesiyle mümkün olacak, aksine varlığını sürdüremeyecektir. Sendika kongrelerinin yapılacağı bu yılda, komiteler bu işlevi üstlenebilir ve bürokratik sendikal yapının oyunlarını bozabilir. Bununla tabanın düşünceleri, sendikal yapılanıma yansıma imkânı bulabilir. Zaten bu gelişme, eylemin yarattığı ve etkin kıldığı önder işçilerin konumunu daha da öne çıkarır: fakat burada da bilinç faktörünün bir dayatması var.
7- Eylemlerin ülke genelinde toplu iş sözleşmesi yapan kamu işyerlerinde sınırlı kalması ve desteğin yalnız bir kısım belediye çalışanlarından verilmesi ve özel sektörün eylemlere katılmaması önemli olumsuzluklardır.

2.7- Nisan ve Türk-İş
Türk-İş Başkanlar Kurulu 22 Kasım 1988’de yaptığı toplantıda bir dizi karar alır. Önemlisi, bu yılın başından itibaren görüşmelere başlanacak kamuya ait işyerleriyle ilgili olanıdır. Eylem planı açıklanır ve hatta 26 Mart Mahalli Seçimler öncesi greve çıkmak hedeflenir.
Fakat bürokrat sendikacıların davranışları, kabul ettikleri kararı uygulama yönünde olmadı.
Bu durum ilk olmadığı gibi ikincisi de değil. “Şubat ’88 eylem planını da işlemez kıldılar.
Demek ki bu kararları almak zorunda kaldıklarında da uygulama yanlısı olmuyorlar.
Tabandan kaynıyor, sınıf. İşte bu; Türk-İş tarafından kararların alınmasını sağlayacak güçte (zaman zaman Türk-İş’in bürokratik yapısıyla çelişen “davranışlarının” sebebi bu), fakat uygulamasını başarabilecek düzeyde değil. Zaten o güçte olsa kararın alınmasını ve uygulamasını da yapar.
Eylemlerin yaygınlaştığı bir sırada, 5 Nisan’da Türk-İş Başkanlar Kurulu toplanır ve 10 Nisan’dan itibaren üretimin topluca düşürülmesi kararı alınır.
Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz “eylem devam ediyor, Mayıs ortasına kadar toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlanmazsa toplu grevler yapılacak” der; 9 Nisan’da.
Yangına su sıkma…
Ve Mayıs ortasında, 17 Mayıs gecesi “satış sözleşmesi”, 25 Mayıs-6 Haziran arasında 220 bin işçinin greve çıkacağı planı açıklandıktan kısa bir süre sonra imzalanır. Ücretlerin satın alma gücünde sapılan gasplar/kayıplar dikkate alındığında, imzalanan toplu sözleşme bir “satışa, evet” demektir. Kayıpların olmasında da bilfiil Türk-İş desteği var: Eylül Karaçalma kampanyası sırasında, genelinde olduğu gibi özgülünde işçileri ilgilendiren tüm (ki içerik olarak varolan ve fiilen kullanılmakta olunan kısmi demokratik ve ekonomik hakların gaspına yönelik) yasaların altında, Türk-İş Genel Sekreteri’nin imzası var. Bürokrat sendikacı Sadık Şide, Eylül kampanyası döneminde sekreterlik ile birlikte resmî görevini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak sürdürür. Şahsında Türk-İş’te kampanya ortağı ve destekleyicisi… Ayrıca kazanımlara yönelik saldırıların başını çeken YHK’da (ki bu oluşum, Eylül Askeri Konseyi’nin “sendikal” alanda komuta örgütü), Türk-İş’in iki temsilcisi görev yapar. Sonradan aleni açıkladıkları biçimiyle bir an önce sivil hayata geçmek için, ’82 Anayasası Referandumu’na “evet” dedi, Türk-İş… Dosyası hayli kabarık.
Daha öncesi geçmişi bir yana ’80’li yılları bu derece sınıfa ihanetlerle dolu resmî sendikacılık anlayışının savunucusu Türk-İş, tabanın dayatması üzerine 10 Nisan’da eylem kararı alır. Bu bir yönüyle işçilerle sendikal bürokrasi arasındaki bir çelişkidir. Şu biliniyor ya da tahmin edilebiliyordu ki, Mart’ta başlayan eylemler devam edecekti. O sebeple devletçi Türk-İş karar alır ve sonuçta kitle potansiyelini heba etme uygulamaları rolüne soyunur.
Hatırlama ve hatırlatma: Çok değil bu yıla kadar sınıfla ilgili tartışılan önemli konulardan bir tanesi de, sınıfın birliği meselesiydi. Gün ve Alınteri dergisi yazarları bu tartışmaya ısrarla Türk-İş’te Birlik diye katıldı. Yani nicel ardamda sayısal birlik olarak yaklaştı ve savundu. Birliğin Türk-İş’te değişikliğe yol açacağı mantıki yorumu yapılıyordu.
Esas sorun ne niceliksel birliğin savunulması ya da yaratılması ne de sendika yönetimlerini almayı hedeflemedir. Sorun; sınıfın yığınsal gücünün katılımıyla sendika yönetiminin oluşturulması ve denetleme mekanizmasının işletilmesidir. Bunun hâkim kılınması sınıfın Türk-İş’te sayısal birliğinin sağlanmasından çok bulunulan mekânlarda yığınların bilinçli katılımıyla sağlanır.
Burjuvazinin mesleki örgütleri TİSK ve MESS, ülke düzeyinde tek tip sözleşme ilkesini yıllardan beri savunur. “İlk defa bu düzeyde işkollarını da aşarak ülke genelinde sözleşme imzalama “şerefine” sahip olur.
Bununla burjuvazinin Ülke çapında her işkolunda tek sözleşmenin yapılması hedefine adım adım yaklaşılır.
Tekliflerin yarısı kadar ücret artırımını ve tek tip resmî sözleşme koşullarını içeren bir sözleşmeye imza atan sendikanın işçi sınıfı çıkarlarını savunduğu iddia edilemez. Sendikaların Nisan eylemlerinde taraf olma biçiminde tavır alıyor görünmeleri “olumlu sayılacak” bir nicel “gelişme” olarak yansıyan davranışlarının esası; sözleşmenin imzalanmasıyla daha iyi anlaşılır.
Aksi davranış, bürokratik sendikal yapının kendi varlığıyla çelişir.
İşçiler, Mayıs ihanetini Affetmeyiz! Yükselen eylem dalgası Mayıs’ta düşmeye başlar ve hatta birey olarak yalnız işçiyi ilgilendiren biçimlere kaydırılır. Nitekim karayollarında çalışanlardan 1500’ünün karısını boşama (Diyarbakır-16 Mayıs) ve bir grup (120) işçinin de “bakamıyoruz” diyerek, çocuklarını satışa çıkardıklarını (Urfa-17 mayıs) açıklamaları da. eşlemlerde sendikaların anan erkinliğinin bir ürünü olduğu kanısındayız.
Eylem dalgasının düştüğü koşullarda sözleşme imzalanır.
Çay kaşığıyla verilenler, kepçeyle geri alınacak… Sürekli artan enflasyon sebebiyle.
Ekonomide bu gelişmeyi görmemek olamaz, görmek istememek olur. Ki Turk-İş tavrının da farklı olduğu söylenemez.

2.8- Gündem Yapılan Tartışma
İşçi ücretlerinde artışların olduğu ve memur maaşlarında artış olacağının gündeme geldiği bugünlerde, tartışılmaya ve gündem yapılmaya çalışılan bir konu: Enflasyonun tekrardan yükselmeye başlayacağını (kim iddia edebilir düştüğünü?) ve anacağını, burjuvazi kalemşorları yazar, çizer ve konuşur oldular. Hatta gelirlerde bu artışın talebe kimisine göre 2 (Prof. Dr. T.Çiller) ve 7 (Prof. Dr. E. Gönensay) ay sonra yansıyacağı (her ikisi de DYP taraftarı) ve bu sebeple enflasyonun artacağı iddia ediliyor. Enflasyonun yaz boyunca tırmanacağı ve yılsonuna doğru yüzde 100’ü aşacağı bekleniyor yorumu yapılır oldu.
Nedeni? Gelirlerde artışın talep patlamasına sebep olmasıymış.
Bu ve benzer yorumlar, krizin derinleştiği dönemlerde yapılır ve yazılır. 1979-1989 Mayıs döneminde ücretlerde yüzde 50’leri aşan bir aşınmaya karşın, enflasyon azalmadı aksine arttı. Yaşanan bu gerçek, burjuva ekonomi politiğin ileri sürdüğü tezi yalanlıyor. Peki ücretlerin satın alma gücünde aşınmaya karşın, enflasyonu bu derece artıran ve kurumsallaştıran öğeler nelerdir? İzlenen enflasyonist ekonomi politika gereği sürekli zamlar, yüksek faiz ve gürdük kur politikalarının oluşturduğu üçlü sarmal yapılanımdır. O sebeple enflasyonun artacağı bilindiğinden aranan günah keçisi: Gelirde “artışlar”
Bundan sonra dinlenecek “masal” gerekçesi…
Zaten toplu sözleşme görüşmelerinde hükümetin ilgilenen zat-ı Bakan C. Çiçek, 24 Mayıs’ta ANAP Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşmada: “Kamu kesimindeki sözleşme zamlarının büyük kısmının KİT ürünlerine yapılacak zamlarla finanse edilecek” der…
Ücret artırımı ek maliyeti, artan gelirden yatla verimlilik artışından karşılanmayıp, fiyatlara yedirilmesi sebebiyle tüketicilere/halka yansıtılıyor. Ve böylece kâr payı artırılmaya çalışılırken, bir yandan da ücretlerdeki artışlar zamların gerekçesi olarak sunuluyor.
Fiyat belirlemede emek maliyeti ücretlerden başka diğer maliyet öğeleri döviz kuru (girdilerde ithalatın payı sebebiyle), faiz (yabancı kaynak kullanma durumunda) ve KİT ürünleri fiyatları (ekonomide komünün etkinliğinden) dikkate alınmıyor ya da alınmak istenmiyor. Burjuva ekonomi politiğin temel tezi emeğin sömürülmesi temelinde sermaye birikiminin sağlanmasıdır. O sebeple, gelir dağılımında ücretlere “daha az pay” ilkesiyle saldırır.
Evet, enflasyonun artacağı ve arttığı aşikâr ekonomik bir olgu. Ve dün olduğu gibi bugün de artan enflasyon sebebi gelir “artışları” olamaz. Olsa bile, bugüne kadar enflasyonun artıyor olması neyle açıklanabilir’.’
Bugün bir ücretli en az yüzde 25 gelir vergisine tabi iken, burjuvazi ANAP’ın övünç kaynağı vergi kanunlarında öngörülen çeşitli istisna ve muafiyetler sebebiyle yüzde 46’lar olan kurumlar sergisi yerine yüzde 10’lar altında bir oranla vergi veriyor. Koç ve ENKA holding gibi ekonomide etkin 20 firmanın 1988 yılı için ödeyeceği vergi oranı yüzde 4.2 yani 148 milyar 906 milyon gelirden 6 milyar 402 milyon TL. vergi verecek. Yine Akbank. Yapı Kredi, İş Bankası gibi bankacılık sektöründe etkin 21 bankada aynı vergi oranı şirketlere göre biraz yüksek yüzde 7,6 (toplam gelir ise 1 trilyon 393 milyar 374 milyon) olup, 106 milyar 968 milyon TL vergi ödeyecek.
Bununla “demokrasi” ve “kalkınma” adına, sermaye birikimi teşvik edilmiş olur. Sonra da kamu finansman açığı var, onun için zamlar ve emisyon artışı öngörülür, yani enflasyonist politika benimsenir ve uygulanır.
Aslında ücretli artan enflasyon sebebiyle, gelirlerindeki artışın sıfırlanacağını dikkate almak durumunda olup ek zammı gündeme getirmesi beklenirken, burjuvazi yavuz hırsız misali daha işçinin lokması kursağına inmeden hemen karşı kampanyaya başladı.

2.9- Mayıs 1989 “Satış Sözleşmesi”
1960’lı yıllarda DİSK kurulana kadar tek sendika konfederasyonu var: Türk-İş. 1970’li yıllarda MHP, MSP ve AP’nin kurduğu faşist Milliyetçi Cephe iktidarının urunu olarak MSP’nin kurduğu ve desteklediği Hak-İş ve MHP’nin desteklediği MİSK’in (1970-Mayıs’ında kurulur) işçi sınıfı üzerinde etkinliğinin devlet eliyle artması hedeflenir. Ayrıca bu yıllarda etkinliği fazla olmayan Sosyal Demokrat-İş gibi marjinal konfederasyonlarda faaliyet sürdürür.
’80’e kadar imzalanan toplu iş sözleşmelerinde Türk-İş ve DİSK etkin olur; diğerlerinin fazla bir fonksiyonu olduğu söylenemez, marjinal kalırlar. Fakat ’80’li yıllarda Türk-İş’in yanı sıra Hak-İş’in etkinliği de artar, hatta ’84 sonrasında ANAP tarafından desteklenir, Bu yıllarda bilindiği gibi DİSK’in faaliyeti yasaklanır ve yargılanır.
DİSK faaliyetini sürdürdüğü (bu toplam 13 yıl) dönemde, sosyalist siyasal bilinci hiçbir zaman temsil etmedi. Fakat propaganda faaliyetinde sosyalizm kavramını çok kullandı ve siyasal arenada reformist CHP’sini destekler politika izledi.
DİSK, şartların zorlamasının bir sonucu olarak Türk-İş’in geleneksel sendikal anlayışına karşı gelişen bir mücadelenin ürünü olmasına karşın bu, sınıf sendikacılığın hâkim kılınması yönünde gelişmedi/gelişemedi. Fakat toplu iş sözleşmelerim mümkün olduğunca üye kitlesini harekete geçirerek imzalar. Çünkü kamu sektöründe Türk-İş’in uyguladığı yöntem, özel sektörde kabul görmez. O sebeple, DİSK üye tabanının katılımı sayesinde haklar alabilir. Zaten DİSK bu tür bir zorunluluğun gereği olarak var oldu; ne kadar yapması gerektiğini yaptığı ayrı bir tartışma konusu.
Türk-İş yoğun örgütlendiği kamu kesiminde üye kitlesini harekete geçirmeden, üst düzeydeki siyasal ilişkilerle toplu iş sözleşmelerini sonuçlandırır ve göstermelik görüşmeler sonucunda imzalardı. Zaten onun için Türk-İş, partiler-üstü bir politikayı benimsiyordu.
1967-1980 döneminde Türk-İş ile DİSK’in imzaladığı toplu iş sözleşmeler karşılaştırıldığında uç örnekler dışında, genel olarak: Türk-İş’e bağlı sendikaların kamu kesiminde üst düzey ilişkiler sonucu yaptığı sözleşmelerde sağlanan haklar ile DİSK’e bağlı sendikaların özel sektör işyerlerinde tabanın özgücünü harekete geçirerek imzaladığı sözleşmelerde elde edilen haklar arasında önemli bir fark olmadığı gibi, kamu sektörü sözleşmeleri özellikle iş güvencesine ilişkin daha iyi hükümler içerir (8). Bunun açılımı anlamında ücret artışları kamu sektöründe daha fazla olur.
’80’li yıllarda Türk-İş’in geçmişteki üst düzey ilişkileriyle sözleşmeleri sonuçlandırma yöntemi, kamu işverenin gereken yakınlığı göstermemesi üzerine Türk-İş tıkanıklık yaşar. Çünkü bu yıllarda kamu işverenleri, izlenen ekonomi ve sosyal politikanın bir sonucu olarak kendi aralarında sendikalaşır ve özel sektör işveren sendikaları ile örgütsel birlik yaratır. Bunun yani sermayenin örgütsel birliğinin gereği olarak, TİSK’in ve MESS’in belirlediği ilkeler sözleşmelere hâkim kılınmaya çalışılır ve bundan geçmişteki Türk-İş ile iyi olan ilişkiler de etkilenir. Ve o sebeple Türk-İş, bazen geçmiş geleneksel politikayla çelişen/ters düşen davranışlar içine (üye tabanının da zorlamasıyla) girmeyi kabullenir.
Referandumlarda tavır belirlemesi, açıklaması ve geneL eylem kararlarını alması esasında yukarda değinilen bir gelişmenin ürünü olarak yaşanır.
Bu sektör için benimsenen ve sık sık gündeme getirilen özelleştirmenin bir yönüyle de sınıfın gelişen mücadelesini bastırmanın aracı olarak kullanılması hedeflenir. “Devlet malı deniz” misali özelleştirilen işyerlerinde reorganizasyon gereği işçilerin tasfiyesi öngörülür. Ayrıca sözleşmeli personel uygulamalarıyla da, resmî sendikasızlaştırma politikası etkin kılınır. Bütün bu saldırılara karşın işçi sınıfı, mücadele meşalesini kendiliğinden-gelme bir biçimde yakar.
275 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1963 yılından itibaren hem imzalanan toplu sözleşme ve hem de kapsadığı işyeri ve işçi sayısı sürekli artar. Fakat dikkat çekici olan (gerçi dönemlendirme eşit sürelerde yapılmadı ama) imzalanan sözleşme sayısına karşın işyeri sayısı daha hızlı artmasının anlamı: Ülke düzeyinde tek tip sözleşmelerin hâkim kılınıyor olmasından denebilir.
Mayıs 1989 sözleşmesi:
İşçinin yüzde 350-500 oranları arasında artış isteğine karşı, hükümet önce yüzde 80-90 önerir. Nihayet Türk-İş Koordinasyon Kurulu yılbaşından beri yaptığı çalışmalar sonucunda ancak Nisan’da teklif belirleyebildi: Birinci yıl için yüzde 170 + 60 bin, ikinci yıl için yüzde 60+ enflasyon farkı olarak.
Sözleşme, işçilerin sokaklarda ve bürokratların yani sendikacıların odalarında olduğu koşullar sonrası 17 Mayıs’ı 18’e bağlayan gece imzalanır.
Kamuya ait 38 kuruluşta istihdam edilen 496 bin 645 kişinin ortalama (çıplak) net ücreti 120 bin 105 TL olup, bunun brütü 200 bin 73 TL’dir. Bu ortalamayı, 150 bin TL üzerinde ücret alan 6 kuruluş (MKE, TPAO, DMO, TÜBİTAK, TÜPRAŞ ve T.DENİZ İŞ.) yükseltir. Bunlar dikkate alınmadığında bulunan ortalama (çıplak) net ücret 109 bin 666 TL’ye iner ve brütü 182 bin 580 TL olur; bu 32 kuruluşta 470 bin 643 kişi istihdam edilir?
İmzalanan sözleşmeye göre, bu 120 bin 105 ve 109 bin 666 TL olan net ücret ortalamaları; birinci yılsonunda 344 bin 208 ve 317.903 TL’ye ve ikinci yıl sonunda iseb514 bin 62 ve 474 bin 605 TL’ye yükselir (aylık brüt 94 Bin TL sosyal yardımlar dikkate alınmadı, çünkü çıplak ücretlerin ortalaması veri olarak alındığı için).

Tablo 4- TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİ (TİS) (1963-1988)

1963-1970    1971-1980    1981-1988
TİS Sayısı        9804        18785        16229
İşyeri Sayısı        24046        57499        74340
İşçi Sayısı        2344970    4136786    5415952
KAYNAK: Turk-İş, Yayın No: 67; DİE, İstatistik Yıllığı, 1973, sf.177; DİE,İstatistik Yıllığı, 1981, sf.169, DİE, İstatistik Yıllığı, 1987, sf.190; TCMB, 1988 Yılı Raporu, sf.106; TUBA Ajansı, 1988 sayıları.

Birinci yıl sonunda NET ÜCRET ARTIŞI oranı, 120 bin 105 TL’ninki yüzde 87 iken 109 bin 666 TL’ninki ise yüzde 90 olur. İkinci yıl sonunda ise her iki ortalamanın da, yüzde 49,3’e iner; çünkü artış yüzdeleri dışında artı bir rakam olmadığından aynı oranda artar.
Değişik bir çalışma, birinci ve ikinci yıl net ücret artışları toplamı ikiye bölerek bulunan yıllık ortalamaya göre hesaplama yapıldığında 120 bin 105 TL göre yüzde 64 ve 109 bin 666 TL göre yüzde 66 artış söz konusu olur.
Bu koşullarda sendikal bürokratlar ise, brüt ve net ücret artışını öne çıkarıyorlar; net ücret artış oranı değil.
Yeni sözleşmeye göre, brüt ücretin yüzde oransal artışları yüksek oranlarda hesaplanır. Hatta ortalama net ücret düzeyi çok düşük olduğu (100 bin TL civarında) için yüzde artışları dışında artı 10 ve 70 bin TL rakamları toplam artış yüzdesini yükseltir. Ve sosyal yardımlar dikkate alındığında hesaplanan oranlar daha da büyür. Dikkatli çalışma yapılmadığı zaman. Toplam brüt ya da net artış yerine, net ücret artışı dikkate alındığında bulunan artış oranları hayli düşük oranda olduğu görülebilir.
Ve enflasyon oranında yüzde 80’leri aşacağız dikkate alındığında, yaratılan alım gücünün bu yıl içinde eritileceğini düşünmek için hiç mi hiç kâhin olmaya gerek yok.

3- KENDİLİĞİNDEN VE KENDİLİĞİNDENCİ

Kendiliğinden bir kitle ya da sınıf hareketinin/eyleminin oluşum biçimini tanımlarken, kendiliğindencilik ise hâkim düşünsel/ideolojik yapışım tanımlar. Bunun gereği olarak başlangıcı kendiliğinden olan bir kitle ya da sınıf hareketinde, kendiliğindenci bir düşüncenin hâkim olacağı biçiminde mutlaklaştırılma yapılamaz.
15-16 Haziran hareketinde başlangıçta DİSK’in örgütlülüğü “hâkim” görünümü vardı. Fakat gelişmelere başlangıcından itibaren hâkim olamadı. Zaten DİSK’in yönetimi eylemlerin, inisiyatiflerini aştığını (Türkler’in radyo konuşması) da beyan ettiler: Nisan eylemleri için böyle bir başlangıç da olmadı.
Bu sebeple de her iki hareket sınıf üzerinde etkileri ve kazanımları bakımından aynileştirilemez; çünkü farklı ekonomik ve toplumsal koşullarda gelişmesi ve etkin olması söz konusudur.
15-16 Haziran, kısmi demokratik hakların burjuvazi tarafından gaspına karşı gelişen bir bölgesel genel grevidir.
Nisan Dalgası, “AÇIZ” temel sloganıyla kamuya ait işyerlerinde binlerce işçinin katılımıyla gerçekleşen eylemler yumağıdır.

SLOGAN/DÖVİZLER

15-16 HAZİRAN                     NİSAN EYLEMLERİ
– “Kanunlar Meclisten Alınıncaya Kadar        -“Ekmek. Barış, özgürlük.”
Direneceğiz.”                         – “Açız, Açız.”
– “Haklarımızı İktidara Çiğnetmeyiz.”            – “Cepte Para, Evde Aş Yok.”
– “Sendikalarımızı Koruyacağız.”            – “Bizi Bordrolarımız Dürtüklüyor.”
– “Bağımsız Türkiye.”                    – “Özal İstifa.”
– “Hükümet İstifa.”                    – “İşçiler Birleşin.”
– “Demirel İstifa.”                    – “İşçiler El Ele, Genel Greve.”
– “Kahrolsun İşçi Düşmanları.”            – “Yaşasın 1 Mayıs İşçi Bayramı.”
– “Patron Saltanatına Hayır.”               

İdeolojik bağlamda 15-16 Haziran ve Nisan Dalgası’nın önündeki barikat: Kendiliğindencilik.
Kendiliğinden gelme, “özünde filizlenme halinde (açy) bilinci” temsil eder (10). Onun için her kitle hareketi, “ilkel isyanlar” bile belirli bir ölçüde bilincin uyanışını ve varlığını ifade eder. O sebeple 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri, “işçi ve işveren arasındaki çelişkinin uyanmasının” işareti olması anlamında kendi içinde bir bilinci taşır. Eylemlere katılan işçiler çıkarlarının, varolan ekonomik ve siyasal düzenin “tümüyle uzlaşmaz çelişkisinin” bilincinde değillerdi ve olamazlardı da; çünkü onların bilinci henüz sosyalist siyasal bilinç değildir. O sebeple eylemler, işçi sınıfın bu keyfi, zulüm ve sömürü düzeninden kurtulma ve emeğin kendi demokrasisi/iktidarı uğruna bir mücadele olmadığından bir ekonomik mücadele olarak kalır. Bu, işçilere birlikte mücadele etmenin gereğini de hissettirir.
Sınıf mücadelesinde işçiler sadece kendi çabasıyla, ancak sendikacılık yani “sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli işçi kanunlarım kabul etmeye zorlamanın” (11) vs. gerekli olduğu bilincini ancak geliştirebilir. Hükümete karşı olma anlamında politik yönü vardır; fakat bunun sosyalist siyasal mücadeleden farklılığı hatırlanmalı. Çünkü hükümete karşı olan her eylem, sosyalist siyasal mücadeleyi içermez.
O sebeple isçi hareketinde kendiliğindenciliğin her türlü abartılması anlamında putlaştırılması, toplumsal mücadelede sosyalist siyasal bilinç unsuru rolünün her küçümsenmesinin kaçınılmaz sonucu olarak, işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirir. Çünkü toplumsal mücadelede sınıfın öncü güçlerinin (öncü müfrezesi partisinin) yönetici rolünün yadsınması anlamına gelir. Bir yanıyla da, kapitalizmin temellerine karşı mücadelenin doğru yönelmesine engel olur ve mücadelenin kapitalizm şartlarında “kabul edilebilir” istemler çizgisini izlemesi ve işçilerin burjuvazi tarafından ideolojik olarak köleleştirilmesi gerektiği anlamını taşır. Bu haliyle bilinç faktörü rolünün azaltılması anlamında kendiliğindencilik, “kuyrukçuluk” ideolojisidir.
Demek ki sınıfın mücadelesinin burjuvazinin etkisi altına girmesini önlemek için kendiliğindenciliğe karşı durmak, emeğin sosyal kurtuluşu mücadelesi açısından bir zorunluluktur.
Sendikal mücadele, zulüm ve sömürü düzeninin yıkılması ve sınıfın sosyal kurtuluş, yani kendi toplumsal düzeni sosyalizm uğruna mücadeleye tabi kılınması ve bu ikinciyle bütünselliğinin sağlanması halinde gerekli işlevim tam olarak yerine getirebilir. Aksi halde sınıfa “ekonomik bir gelişme yolu” izlemesi hedefi gösterilmiş olur, “ama Sosyal-Demokrasinin (Marksizm-N’.O) rolü, kendiliğinden-gelme hareketin üzerinde dolaşan bir ‘ruh’ olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi ‘kendi programı’ seviyesini yükseltmek değildir de nedir? Bu rol, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda hiçbir fayda sağlamaz ve en kötü durumda da hareket için son derece zararlı olur” (açy) (12).
Peki, siyasi bilincin geliştirilmesi nasıl yapılacak ve gerekli olan nedir? Ya da sosyalist siyasal bilinç/nasıl verilecektir?
Ekonomik mücadele, işçileri, varolan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde hükümetin sınıfa karşı davranışı konusunda eğitir. Onun için bu alanda işçilerin sosyalist siyasal bilincini geliştiremez. Çünkü bu çerçeve çok dardır. Ekonomistlerin temel hatası, “içerde», isçilerin ekonomik mücadelesinden” (açy)(13), sosyalist siyasal bilincin verileceğini savunmalarıdır Yani bu ekonomik mücadeleyi tek hareket noktası yaparak ve tek temel alan sayarak sosyalist siyasal bilinci geliştirmek mümkün değildir O sebeple Lenin sosyalist siyasal bilinç,”işçilere, ancak dıştan iletilebilir. (açy)(14) diyerek, devamında açılımını şöyle yapar: Ekonomik mücadelenin ve işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanın dışından (sınıfın öncü müfrezesi/partisi önderliğinde) verilebilir.

4- SONUÇ
Sınıf hareketi tarihinde yoğunlukla durulacak iki tarih: 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri kısaca birlikte incelendi.
Çalışmada ücretlileri de inceledim; fakat her ücretli üretken emek sahibi olarak değerlendirilemez.
Ücretli: Ana geçim kaynağı, başkasına ait bir işyerinde ya da başkasına ait üretim araçlarını kullanarak yaptığı çalışmanın karşılığı ücret olan kişiyi kapsamaktadır.
Bu ücretlerin kaynağı; üretken faaliyette bulunmayan ya da değer ve buna bağlı olarak artı-değer yaratmayan ücretli çalışanların ücreti, üretken faaliyet içindeki, ücretlileri yani işçi sınıfının yarattığı değerden ödenir.
Ama biliniyor ki, her ücretli değer yaratmaz. Çünkü emek-değer teorisine göre, değerin yaratıcısı üretken emektir ve her ücretlinin harcadığı emek, değer yaratmaz. Yani her ücretli emeğini bir meta içinde maddeleştiremez. Bu, iş türleri bazında olabileceği gibi sektörler başında da analize tabi tutularak hangisinin olup/olmadığı belirlenebilir. Hatta üretken bir sektörde, üretken bir faaliyet sürdürmeyen çalışan ücretlerin de olacağı hatırlanmalı.
Üretken olan/olmayan emek ayrımı netleştirilmeyince, ücretliler ile işçi sınıfı kavramlarım birbirine karıştırma söz konusu olabilir.
Bu tanımlar ışığında işçi sınıfı, maddi ürün üretiminde çalışan ücretlidir.
Bir başkası için ücret karşılığı çalışmak, işçi sınıfı içinde yer almak için gerekli, ancak yetersiz bir koşuldur. Yeter koşulu ücretli olmakla birlikte, maddi ürün üretiminde bulunması yani bir değer yaratması halidir.
Anlatımlara göre geçen sayıda Tablo 2’de verilen ücretlilerin tümünün işçi sınıfını temsil etmediği sonucu çıkarılabilir.
Zaten sendikal bürokratların işyerlerinde üretim faaliyetinden uzak konumda olanlardan tercih edilmesinin anlamı; üretken emek sahibi olmayanların o bürokratik yapılanım çarkında yer bulmasının daha kolay olabileceğidir.
Resmî sendikasızlaştırma politikasının, ’80’lerde etkisi:
1980 öncesi tüm saldırılara karşın sendikal örgütlenme alam genişler ve 1978’de yüzde 176,7 olan SSK üyelerine göre sendikalaşma oranı, 1980 yılında yüzde 259,5’e yükselir. Bu oran, 1984 ve 1989-Ocak’ta yüzde 58,3 ve 64,6 olur. örgütlü sendika sayısı 1980’de 733 iken 1984’de 90’a ve bu yılda 71’e iner. 1980 yılında 5 milyon 721 bin sendika üyesi toplamı, 1984’te 1 milyon 422 bine geriler ve bu yılda, 2 milyon 270 bine yükselir.
Genel çizgileriyle değinilen bu sendikal örgütlenmenin olduğu koşullarda Nisan Dalgası yaşanır.
15-16 Haziran ve Nisan eylemleri hakkında kısaca:
1) 15-16 Haziran kısmi bir demokratik kazanımı korumak amacıyla, 100’ü askın işyerinde 150 bin civarında İşçinin İstanbul ve Kocaeli’nde iki gün süreyle üretimden gelen gücünü kullanması ve işyerlerinde şalterleri indirmesi, bölgede gösteri ve yürüyüş yapmasıdır. Nisan eylemleri ise, “AÇIZ” temel sloganında yoğunlaşan yüz binlerce isçinin kamu işyerlerinde ülke genelinde belli aralıklarla iki aya yalan pek çok eylemlere katılmasıdır.
2) Her iki eylem de, yasalara rağmen yapılır.
3) 15-16 Haziran’da isçilerin, kısmi demokratik kazanımı korumada kesin kararlı ve iddialı tavrım Nisan’da göremiyoruz. Nisan eylemlerinin kalkış nedeni ve diğer faktörler sebebiyle, eylemlerde “kararlı davranış” yönünün zayıf olduğunu görüyoruz.
4) Her ikisi de, kendiliğinden-gelmedir. Yani eylemlerde sınıfın öncü müfrezesi partisinin önderliği ve yönlendiriciliği yoktur.
5) 15-16 Haziran ve Nisan eylemleri sınıfın birliğinin yaratılması temelinde, bürokratik sendikal yapılanımlara karşın yapılır. Esas olarak 15-16 Haziran’da destekleme eylemleri görülürken, Nisan’da bu yön hemen hemen yok gibidir. Haziran’da eylem katılanların çoğunluğu DÎSK’te, Nisan eylemlerine katılanların hemen hepsi Türk-İş’te örgütlüdürler.
6) İşçi sınıfının kendi iktidarını kurmayı hedeflemeyen yani sosyalist siyasal mücadeleyi içermeyen anlamda, her iki eylemin de siyasi yönü vardır.
7) 15-16 Haziran, genelinde özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin yükseldiği ve kitlesel katılımın arttığı koşullarda gerçekleşirken; Nisan eylemleri, mücadelenin yükselme eğiliminde olduğu ve halkın üzerinde yıldırıcı resmî terörün ve depolitizasyonun etkisinin kırılmaya başladığı şartlarda yapılır.
Bir yanda “AÇIZ” sloganıyla yürüyenler ve diğer yanda Hasbahçe’de yaşayanların olması sebebiyle eylemler, tüm toplumun sınıf ve katmanların sempatisini kazanır. Fakat bu, destek eylemine dönüşmez.
Bu koşullarda partiler, işçiler için “haklılar ” demecini verme sırasına girerler. Erken seçimin tartışılması sebebiyle SHP ve DYP ilk sıraları işgal eder: Ve vaatler…
Muhalefetteyken vaatte bulunma ve hükümet olunca unutturma çabası tüm partilerin geleneksel ortak özelliği.
İşte SHP Belediyelerin hali: İstanbul’da yapılacağı söylenen bedava süt ve ekmek projeleri uygulanmıyor ve hatta “talanla” ve “yolsuzlukla” ilgili 17 dosyayla Marmara-Etap’ta basın toplantısı yapma meraklısı Sözen, hiçbir dosyayı açıklamıyor vs.
Özal; 1983 yılında “enflasyon düşüreceğim” dedi, yüzde 100’lere çıkardı; “adil gelir dağılımı ve refahı paylaşma” dedi, ücretlerin alım gücünü yüzde 50’ye varan oranda düşürdü vs. Halka yönelik ne vaat ettiyse, tamamen aksini “başardı”.
Ve bugünün vaatçileri SHP ve DYP’nin farklı tavır içinde olacaklarının hiçbir güvencesi yoktur.
Çünkü emek ve sermaye çelişkisinin hâkim olduğu ve emek sömürüsüne dayanan, ayrıca IMF’nin direktifleriyle ekonomik ve sosyal politikanın belirlendiği ve uygulandığı bu düzende, halkın hiçbir güvencesi olamaz.
Unutmayalım!
Geçmiş 10 yıl ya da 20, 30 veyahut 40, 50 yıl hatta daha öncesine gidilse ve bugüne gelindiğinde…
İstenilen ne? Ve egemenlerin/burjuvazinin cevabı he oldu?
“Özgürlük” denildi, zulüm ve işkence reva görüldü…
“Bağımsızlık” denildi, ülke emperyalist mali sermayenin arka bahçesi oldu…
“Ekmek” denildi, gelirlerin ve ulusal gelirden payın sürekli azaldı…
“İş” denildi, işsizlik çığ gibi büyüdü…
Düşün: Hangi isteğin ne kadar çözüldü ve ne kadar kendim güvencede hissediyorsun?
Unutmayalım! ‘
Emeğin, Ekmek ve özgürlük mücadelesinin zafere ulaşmasıdır: Çare. Yani emeğin kendi ekonomik ve sosyal düzenidir.

KAYNAKÇA:
1- DİE. İmalat Sanayi Anketleri, İTO-TEFE (1963:100), Aktaran, Kaya Özdemir (Türk-İs), Türk Ekonomik Hukuk Arattırmaları Vakfı, 1982, sf. 55
2- ILO, Yearbook…. 1987. Genove, Aktaran, Prof.bDr. Cem Alpar, Dünya, 19 Nisan 1989.
3- Cumhuriyet. 11-17 Haziran 1975.
4- DİSK, 7. Kongre Raporu, sf.141-147.
5- Demiryol-İs Sendikası Yayınları, No. 61, Aralık, 1988.
6-  V. İ. Lenin, Ne Yapmalı, Çev: Mümtaz Yavuz. Evren Yayınları, İstanbul, 1976-Şubat, sf. 41-42.
7- Abdurrahman Yıldırım, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1989.
8- Yıldırım Koç. Saçak, Temmuz-1988. sf.27.
9- Perihan Çaktroğlu, Milliyet, 27 Nisan 1989.
10- V. İ. Lenin, age. sf.41.
11- İbid, sf.41-42.
12- İbid, sf.82. 69.
13- bid. sf.103.
14- İbid. sf. 103.

Temmuz 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑