2015 Newroz’u: mücadelede yeni bir aşamaya doğru

Bütün bölge halkları tarafından baharı müjdeleyen bir barış ve kardeşlik bayramı olarak kutlanan Newroz’un Kürt halkı için ulusal baskıya karşı özel bir anlam kazandığı ve özellikle son 30 yılda Kürt ulusal-demokratik mücadelesinin sembolü haline geldiği biliniyor. Ancak 2015 Newroz’unun gerek Kürtler arasında ‘ulusal birlik’ duygusunun gelişme düzeyi ve  Kürtlerin kimsenin göz ardı edemeyeceği Bölgesel bir güç haline gelmesi ve gerekse emek-demokrasi güçlerinin AKP’nin kurmak istediği baskıcı-otoriter düzenin gerçek alternatifi olan bir mücadele cephesinde birleştirilmesi yönünde atılan adımlar nedeniyle öncekilerden farklı olarak mücadelenin yeni bir aşamaya doğru evrildiğini gösteren emarelerin ortaya çıktığı koşullarda kutlanacağını söyleyebiliriz. Bu ‘yeni aşama’ya geçişin seyrini ise; Şengal ve Kobanê’nin Kürt güçleri tarafından ortak savunulmasının farkı parçalardaki Kürtler arasındaki ilişkilere etkisinden IŞİD’e karşı mücadelenin Kürtlere (PYD-PKK’ye) sağladığı meşruiyete, Türkiye’de genel seçimler sürecinde Kürt hareketi ve emek-demokrasi güçlerinin birliği yönündeki girişimlerden İmralı’da Öcalan ile devlet heyeti arasındaki görüşmelere kadar birçok önemli olay ve gelişme belirleyecektir.

I.    KÜRTLER ARASINDA BİRLİK: İMKANLAR VE SINIRLILIKLAR
Evveliyatı çok daha eskilere dayansa da Kürtlerin birliği(Kürdistan’ın dört parçası arasındaki ilişkiler) konusu, özellikle 2011’den sonra Bölge’de emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki kamplaşmanın bir sonucu olarak tarihinde olmadığı kadar yoğun tartışılıyor. Kürdistan’ın dört parçasından birinde, Irak’ta 2003’ten sonra kurulan Kürdistan Federe Yönetimi’ni bir tarafa bırakırsak; Bölge’de yaşanan kamplaşma, Kürdistan’ın diğer üç parçasında (Türkiye, İran ve Suriye’de) o güne kadar Kürtlerin hak istemli her türlü hareketine karşı birleşen Bölge gericiliklerini karşı karşıya getirdi. 2012’ye kadar Kandil’deki PKK ve PJAK güçlerini eş zamanlı olarak bombalayan Türkiye ve İran, Suriye üzerinden yaşanan Bölgesel kamplaşmada karşı karşıya geldi. Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın ABD ve Fransa destekli Suriye’ye müdahale politikalarına karşı Esad rejimini açıktan destekleyen İran, 2012 Sonbaharında PJAK ile ateşkes imzaladı. Müdahale politikaları karşısında Esad rejimi de Suriye Kürdistanı’nı (Rojava) Kürt güçlerine (PYD) terk etmek zorunda kaldı.  2012’de Kandil’i Sri Lanka’da Tamil gerillalarına yapıldığı gibi toptan yok etme senaryoları yapan Türkiye (AKP Hükümeti), 2013’te İmralı’da Öcalan ile görüşmelere başladı. Irak’ta Sünnilerin Şii Maliki Hükümeti’ne karşı tepkisinin yayılması ve sonra IŞİD’te ifadesini bulan bir savaşa dönüşmesi, Kürdistan Federe Yönetimi’ni Irak’ın geleceği bakımından anahtar güç haline getirdi.
İşte bu tablo Kürtleri ilk kez Bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline getirdi. Ancak bu durum farklı parçalarda Kürtlerin ulusal hareketlerini temsil eden siyasi güçlerin kendi aralarındaki ilişkileri de tarihinde olmadığı kadar önemli hale getirdi. Çünkü İngiliz-Fransız emperyalistlerinin yüz yıl önce çizdiği (Sykes-Picot Anlaşması) sınırların değişmesi ve dört parçada Kürtlerin ulusal varlığının ve haklarının tanınması,  oluşan kamplaşma karşısında hangi ortak politikalarda birleşecekleri ya da ortak politikalarda birleşip birleşemeyeceği ile iç içe geçmişti. Bu nedenle bu dönem Kürtler arasındaki en önemli tartışma bir ulusal kongre (konferans) toplanması konusu oldu. Fakat bu yöndeki bütün girişimler –ki bu girişimler bugün de devam etmektedir– Kürtlerin iki önemli siyasal gücü; Türkiye, Rojava ve İran’da Öcalan çizgisini temsil eden (PKK, PYD, PJAK) siyasi güçler ile Güney Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı Barzani’nin KDP’si arasındaki anlaşmazlıklar-uzlaşmazlıklar nedeniyle sonuçsuz kaldı.
Kürtlerin bu iki çizgisi arasındaki çatışma-uzlaşmazlıklar en açık biçimiyle kendini Rojava’da gösterdi. Esad rejiminin 2012 yazında Suriye Kürdistanı’nı (Rojava’yı) terk etmek zorunda kalması ve bağlı olarak Kürtlerin PYD öncülüğünde Kobanê’den başlayarak Rojava’da yönetimi ele geçirmesi karşısında Barzani yönetiminin tepkisi, Rojava’da Kürt özerkliğini ortadan kaldırmaya çalışan Türkiye (AKP Hükümeti) ile ortaklık yapmak oldu. Bu ortaklık, Türkiye yönetiminin Rojava’da Kürtlerin varlığına değil, PYD öncülüğündeki bir oluşuma karşı olduğu söyleminde ifadesini buldu. Sadece Barzani değil, Türkiye yönetimi de Rojava’da PYD karşısında oldukça etkisiz olan Barzanici partilerin –ki ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) adı altında bir araya gelen bu partilerin bir bölümü bu süreçte Kürdistan Demokrat Partisi-Suriye (KDP-S) adı altında birleştirildi– güç kazanması çabalarını destekledi. Bu partiler ile PYD’yi tanımayan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu (SMDK) arasında ilişkiler geliştirildi. Bu ortaklık ile Türkiye, hem Esad rejimi ile çatışmamaya dayalı bir politika benimsemiş olan PYD’yi yenilgiye uğratarak yerine radikal İslamcı çeteleri geçirmeyi, hem de ülkede Öcalan ile devam eden görüşme sürecinde Kürt hareketinin statü talebinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Bağımsız bir devlet olmasa da Bölge’de siyasi ve ekonomik olarak önemli bir güç konumunda bulunan Barzani yönetimi de Kürdistan’ın bütün parçalarında egemen güç olmasının önündeki en önemli engellerden birini ortadan kaldırmak istiyordu.  Barzani yönetimi, PYD’yi etkisizleştirmek ve kendini ‘kurtarıcı’ güç haline getirebilmek için en zor zamanlarında Rojava’nın Güney Kürdistan’a açılan kapısı olan Semalka sınır kapısını kapatıp ambargo uygulamaktan bile geri durmadı. İşte böylesi koşullarda ‘ulusal kongre’ toplama yönündeki çabalar devam etmiş olsa da Güney Kürdistan dışındaki parçalarda PKK-PYD-PJAK çizgisinin egemen olması nedeniyle Barzani’nin istediği kararları çıkartamayacağının görülmesi, bu kongrenin sürekli ertelenmesine neden oldu.
Kürt siyasetinin bu iki önemli gücü arasındaki gerilimi işbirliğine dönüştüren ise,  IŞİD’in hem Güney Kürdistan’a, hem de Rojava’ya yönelik saldırı ve katliam girişimleri oldu. Haziran 2014’te Şii Maliki hükümeti ile çatışmalı Sünni grup-aşiretlerin desteğiyle IŞİD, Musul’u ele geçirmiş ve ardından Ağustos başında Êzîdî Kürtlerin yaşadığı Şengal’den başlayarak Güney Kürdistan’a bir saldırı başlatmıştı. IŞİD, Şengal’den sonra Eylül ayında üç koldan Rojava kantonlarından Kobanê’ye saldırıya geçti. Şengal’deki saldırıya karşı PKK’ye bağlı Halk Savunma Güçleri (HPG) ile Rojava’da PYD öncülüğünde oluşturulan askeri güç olan Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) hemen harekete geçmesi ve Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçleriyle ortak savunmaya katılmaları, HPG ve YPG güçlerinin IŞİD barbarlığına karşı Güney Kürdistan başta olmak üzere bütün dünyada sempati ile karşılanmalarını sağladı.
Öte yandan IŞİD’in Kobanê’yi üç koldan ağır silahlarla kuşatması ve Türkiye’nin Kobanê’nin düşürülmesi için her türlü desteği vermesine rağmen YPG’nin ortaya koyduğu direniş hesapları bozdu. Bu dönemde IŞİD’e karşı Irak merkezli bir koalisyon kuran ABD de koalisyonun itibarı-inandırıcılığının sarsılmaması ve kendini halklar için bir kurtarıcı olarak gösterebilmek için Kobanê’ye saldıran IŞİD’i bombalamaya başladı. Kobanê’yi düşürme hesapları tutmayan Türkiye (AKP Hükümeti) de elinde başka bir olanak kalmadığı için PYD/YPG’yi Peşmerge güçleri üzerinden dengeleme beklentisiyle Peşmergelerin ağır silahlarla Kobanê’ye geçişine izin vermek zorunda kaldı. Ancak Peşmerge güçlerinin konvoylarla Türkiye Kürdistanı üzerinden Kobanê’ye geçişi, Kürdistan’ın farklı parçalarında yaşayan Kürtler arasında tarihinde olmadığı kadar ‘ulusal birlik’ duygusunun açığa çıkmasına ve önemli bir siyasal etkileşimin oluşmasına yol açtı. Bu sürecin bir diğer önemli sonucu da Kürtlerin IŞİD’e karşı mücadele eden en önemli güç haline gelmesi oldu.
Kürtler arasındaki bir ortak savunma, ifadesini Duhoq anlaşmasında buldu. Ekim 2014’te Barzani’nin çağrısıyla Duhoq’ta bir araya gelen ENKS ve TEV-DEM (PYD tarafından oluşturulan halk meclisi) ortak güç ve siyasi birlik konusunda anlaşmaya vardı. IŞİD’e karşı ortak mücadelenin yarattığı bahar havası, ulusal kongre tartışmalarını yeniden canlandırmış olsa da bu tartışmaların bir sonuca ulaştığı söylenemez. Kaldı ki IŞİD’in yakın tehdit olmaktan uzaklaştırıldığı oranda Kürtlerin iki önemli siyasal çizgisi arasındaki gerilim ve anlaşmazlıklar da yeniden su yüzüne çıkmaktadır. Şengal savunması sürecinde Barzani’den çok PKK ile yakın ilişkiler geliştiren Êzîdîlerin, Şengal için özerk-kantonal bir yapılanma talep etmeleri Barzani yönetiminin tepkisini çekmiş ve bu konuda PKK-KCK’yi suçlamasına neden olmuştur. KCK yönetimi de savunmasında büyük rol oynadıkları Şengal’de Barzani yönetimi tarafından işgalci bir güç olarak gösterilmeye çalışıldıklarını söylemektedir.
Bütün bu gelişmeler üzerinden birinci olarak; Kürtler bakımından her parçadaki gelişmenin diğer parçaları da doğrudan etkileyeceği ve farklı parçalar arasındaki etkileşim ve duygu birliğinin gelişmeye devam edeceği bir dönemin başladığı söylenebilir. Yani hiçbir müdahale Kürlerin yüz yıl önceki durumlarına dönmelerini sağlayamaz, aksine her gelişme Kürtleri, yüz yıl önceki sınırları ve kendilerine dayatılmış statüyü parçalamaya daha yakınlaştırmaktadır. Ancak ikinci olarak; Kürtlerin önündeki bu olanakların sınırı, kaçınılmaz bir şekilde iki önemli siyasi çizgi arasındaki gerilim ve çatışmalar tarafından belirlenmektedir. ABD emperyalizmi ve Türkiye gibi Bölge gericilikleriyle yakın ilişki ve işbirliği halinde olan Barzani yönetiminde ifadesini bulan Güney Kürdistan burjuvazisinin Kürdistan’ın bütün parçalarında egemen olma hayali ile PKK-PYD-PJAK çizgisinin halkçı karakteri ağır basan ulusal-demokratik hareketi arasında konjonktürel olarak ortaklık ve anlaşmalar olsa da kalıcı bir birliğin oluşması en azından bugün için öngörülebilir bir durum değildir.

2. TERÖR LİSTELERİNDEN MUHATAPLIĞA DOĞRU
ABD’nin 2006’dan sonra tartışılmaya başlanan Irak’tan çekilme sürecinde gündeme gelen öncelikli konulardan biri de PKK’nin bölgede silahlı bir güç olarak varlığının sona erdirilmesi (silahsızlandırılması) idi. ABD Irak’tan çekilirken güvenilmez bir güç olarak gördüğü PKK’nin enerji geçiş bölgelerinde silahlı bir güç olarak varlığı ‘istikrarsızlık’ yaratabilirdi. Bu temelde ABD stratejisine bağlı olarak PKK’nin silahlı güçlerinin tasfiyesi için Türkiye ve Güney Kürdistan yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliği geliştirildi. 2009’da Barzani tarafından gündeme getirilen Kürt Konferansı’nın asıl amacı, bu konferanstan PKK’nin silahsızlandırılması için bir karar çıkartılmasıydı.  Zaten bu konferansın o gün yapılamamasının nedeni de PKK’nin böylesi bir dayatmayı kabul etmeyeceğini önceden ilan etmesiydi. Aynı dönemde Türkiye’de AKP Hükümeti adına ‘açılım’ adı verilen Kürt sorununa dair kimi biçimsel düzenlemeler yapmaya ve Kürt hareketini askeri ve siyasi olarak baskılayarak sorunun çözümünde inisiyatifi ele almaya dayalı bir politika benimsedi. Bu politika PKK’yi 1993’te “terör örgütleri” listesine alan ABD ile listeye 2002’de alan AB –ki PKK’nin silahlı güçlerini Öcalan’ın çağrısıyla sınır dışına çıkardığı ve ateşkes ilan etmiş olduğu bir dönemde AB tarafından “terör örgütleri” listesine alınmasının bu kararın politik çıkar ve hesaplara dayalı bir karar olduğunu çok açık göstermektedir– tarafından da destekledi.
Suriye’ye müdahale sürecinde de bu ülkelerin PKK-PYD’ye yönelik yaklaşımı değişmedi. Esad rejimine karşı çeşitli muhalif örgütler ABD ve AB tarafından desteklenirken Rojava’da yönetimi ele alan PKK çizgisindeki PYD ve askeri gücü YPG de bu süreçte PKK ile aynı muameleyi gördüler. Muhaliflerin hiçbir toplantısına çağrılmadılar. Hatta Cenevre-2 görüşmelerinde olduğu gibi bu ülkeler (ABD) PYD’nin görüşmelere katılmasını bizzat engellediler. Bunun da ötesinde Kobanê IŞİD kuşatması altındayken IŞİD’e karşı koalisyon kurmuş olan ABD uzun süre bu kuşatmayı izledi ve ABD yönetimi tarafından önceliklerinin Kobanê olmadığı yönünde açıklamalar yapıldı. Ancak Kobanê’de IŞİD’e karşı kimsenin öngörmediği bir direniş sergilenince ve bu direniş bütün dünyada yankı uyandırınca, artık kurduğu koalisyonun ne işe yaradığı sorgulanmaya başlanan ABD harekete geçmek zorunda kalmıştı.
İşte Kobanê ve Şengal’de İslami terörizme karşı seküler-demokratik bir yaşamı savunan YPG-HPG’nin kadın ve erkek savaşçıların dünya halkları nezdinde yarattığı sempati, ABD ve AB’nin bu örgütleri “terör örgütleri” listesinde gösteren politikalarının sorgulanmasının da önünü açtı. Dün PKK’yi silahsızlandırma stratejisini izleyen ABD, yeni durumda PKK çizgisindeki silahlı güçlerin IŞİD ve el Kaide’ye karşı savaşan en önemli güç olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum PKK’nin terör örgütleri listesinden çıkartılması tartışmasını beraberinde getirdi. Yine PYD’nin Cenevre-2’ye gitmesini engelleyen ABD, Kobanê direnişi sürecinde PYD yöneticileri ile görüşmeler yaptı. Suriye’ye müdahale politikasının en ateşli savunucularından ve PYD’yi bu müdahalenin önündeki engeller arasında gören Fransa’nın Cumhurbaşkanı Hollande, Ocak ayında Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan el Kaide saldırısından sonra Şubat ayında PYD Eş Başkanı Asya Abdullah ile Elysee Sarayı’nda görüştü. Bu görüşmeler ABD-AB’nin dün terör listesine aldıkları Kürt hareketini bugün artık muhatap almak zorunda kaldıklarını göstermektedir.
Kürt hareketinin Bölge siyasetindeki yeri ve öneminin değiştiğini gösteren bir diğer gelişme de Rusya’nın girişimleriyle Suriye sorununa siyasi çözüm bulmak amacıyla Moskova’da Suriye yönetimi ve muhalif güçler arasında yapılan görüşmelere PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in katılması oldu. Önümüzdeki aylarda da devam ettirilmesi düşünülen ve Kobanê zaferi ile aynı zamana denk gelen bu görüşmeler, Suriye’nin geleceği ile ilgili tartışmalarda daha önce yapıldığı gibi Kürt hareketinin dışarıda bırakılması politikasının artık olanaksız hale geldiğinin ilanı oldu. Bu süreç tamamlanmamış olsa da yaşanan bu gelişmeler Kürt hareketinin bileşenlerinin ‘Batı’nın “terör örgütleri” listesinden bölgenin geleceği belirlenirken artık göz ardı edilemez bir siyasi muhatap haline gelmesine geçişi gözler önüne seren gelişmeler oldu.

3. AKP’NİN BÖLGESEL AÇMAZLARI VE ÇÖZÜM SÜRECİ
2015 Newroz’unun en çok merak edilen konularından bir de Öcalan’ın “çözüm süreci”nin geleceği bakımından vereceği mesajdır. Son dönemde yapılan açıklamalarda İmralı’da Öcalan’la iki yılı aşkın bir süredir devam eden görüşmelerin artık müzakere aşamasına geldiği ve kısa sürede müzakerelere geçileceği belirtiliyor. Öte yandan hükümet yetkilileri tarafından bu süreçte Öcalan’ın silahlı mücadeleyi sona erdirme ve PKK’nin bütün silahlı güçlerini sınır dışına çıkarma çağrısı yapmasının beklendiği ifade ediliyor. Ancak bu konuda adım atılmasının önündeki en önemli engel olarak, Kandil’in (KCK) süreç konusunda ikna olmaması gösteriliyor.
Ülkede genel seçimler yaklaşırken yapılan bu açıklamalar ne anlama geliyor?
AKP Hükümeti’nin çözüm yönünde adım atması gerçekten mümkün mü?
Öncelikle hem PKK ve hem de devletin mevcut çatışmasızlık durumunun devamını esas alan bir politik tutum içinde oldukları belirtilebilir. AKP Hükümeti, Bölge’de giderek yalnızlaştığı koşullarda gücünü önemli oranda arttıran Kürt hareketi ile yeniden çatışmayı göze alamaz durumdadır. Çünkü böylesi bir geri dönüş, sadece bölge içindeki pozisyonunu daha zora sokması anlamına gelmeyecek, ötesinde de ülke içindeki kamplaşmayı derinleştirerek ciddi bir yönetememe krizine yol açacaktır. Kürt hareketi de çatışmasızlık durumunun Rojava ve Bölge genelinde gücünü artırması ve dünden farklı olarak meşru bir siyasi güç olarak görülmesine hizmet etmesi nedeniyle bu durumun devamını istemektedir. Mevcut durum, ülke içinde de bir yandan Öcalan’ın önemli siyasi bir aktör olarak öne çıkmasını ve öte yandan da ülkenin Batısında Kürtlerin taleplerini sahiplenen kesimlerin giderek artmasını sağlamaktadır.
Çatışmasızlık durumu aynı zamanda her iki taraf için bölgesel kamplaşma ve belirsizliklerin devam ettiği koşullarda zaman kazanmaya yönelik bir politika olarak da görünmektedir. Ancak çatışmasızlığın çözüm anlamına gelmediğini geçen iki yıllık süreç çok açık olarak göstermiştir. Bugün Kürt sorununun çözümünün bölgesel gelişmelerle iç içe geçtiğini herkes söylemektedir. Zaten sadece IŞİD’in Kobanê kuşatması sürecinde yaşananlara ve bağlı olarak “iç güvenlik paketi”nin gündeme getirilmesine bakarak bile bu iç içe geçmişliği görmek mümkündür. Öyleyse AKP Hükümeti’nin bu sorunun kalıcı demokratik çözümü yönünde adım atıp atmayacağını anlamak için bölge’deki siyasal tutum ve hedeflerinin değişip değişmediğine bakmak yeterli olacaktır.
Tunus ve Mısır’dan sonra emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin Arap ülkelerindeki halk hareketlerini yedekleme politikalarına bağlı olarak AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale girişimlerine öncülük ederken iki hedefinden söz edilebilirdi. Birinci olarak Esad yönetimini devirerek Sünni İslam’ın liderliğini yapmak ve ikincisi de Kürt hareketinin Rojava’da güç olmasının önüne geçerek aynı zamanda Kandil’deki askeri varlığını kuşatarak onu tasfiye etmek. Ancak Esad devrilemediği gibi Kürt hareketinin hem askeri, hem de siyasi olarak gücünü arttırmasının önüne geçilememesi ve bu durumun Türkiye’yi giderek zora sokması, AKP Hükümeti/devletin Öcalan ile görüşmelere başlamak zorunda kalmasına yol açmıştı. Fakat Öcalan ile görüşmelerin başlatılması, bugüne kadar olduğu gibi AKP Hükümeti’nin bu bölgesel hedeflerinde bir değişim yaratmamıştı. Aksine bir yandan Öcalan ile görüşülürken öte yandan Rojava’da Öcalan çizgisindeki PYD’nin ve onun öncülüğünde kurulan kantonların ortadan kaldırılması için her yolu denemeyi ve IŞİD başta radikal İslamcı çeteleri desteklemeyi sürdürdü. IŞİD’in Kobanê kuşatması bütün Kürtlerde büyük bir hassasiyet yarattığı halde AKP Hükümeti Kobanê’nin düşürülmesi girişimlerini desteklemekten geri durmadı.
Peki, bugün durum nedir?
Suriye’ye müdahale sürecinde AKP Hükümeti’ni destekleyen emperyalist güçler (ABD ve Fransa başta olmak üzere) mevcut durumun bölge’deki politik çıkarları için sürdürülemez olması ve IŞİD-El Kaide tehdidi nedeniyle politikalarını revize etmek zorunda kalırken AKP Hükümeti, müdahale girişimlerinin en başındaki çizgisini sürdürmeye çalışmaktadır. Hâlâ ‘eğit-donat’ formülüyle Suriye’de Esad rejimine karşı kendi çizgisinde bir askeri güç oluşturma hayalini kurmaya devam etmekte ve bu gücün aynı zamanda Rojava’daki PYD egemenliğini ortadan kaldırabileceğini, en azından onu dengeleyebileceğini ummaktadır. Bugün Öcalan’la görüşmelerin hız kazandığı açıklamaları yapılırken Rojava’daki Kürt kantonlarını tanımaya yönelik herhangi bir adım atılmamaktadır. Erdoğan’ın gözünde PYD de IŞİD gibi bir “terör örgütü” olmaya –ki söylem ve politikalarına bakıldığında Erdoğan için terör örgütü olup olmadığı tartışmalı olan IŞİD’tir– devam etmektedir. Bu koşullar devam ettiği ve AKP’nin politik yönelimi değişmediği müddetçe Öcalan’la yapılan görüşmeler ne kadar hızlanırsa hızlansın ve hangi aşamaya geçtiği açıklanırsa açıklansın bu görüşmelerden demokratik bir çözüm çıkmasını beklemek en hafifinden politik saflıktır. Zaten AKP’nin ülkenin seçim sürecine girdiği koşullarda zaman kazanmaya ve kendi egemenliğini sağlamlaştırmaya yönelik bir tutum içinde olduğu KCK tarafından yapılan açıklamalarda da oldukça açık bir şekilde ifade edilmekte ve AKP’nin bu politikalarına karşı bütün demokrasi güçlerine ortak mücadele çağrısı yapılmaktadır.

SEÇİM, ÇÖZÜM VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN BİRLİĞİ

AKP Hükümeti’nin bölgesel yönelimleriyle paralel olarak iç siyasette ülkeyi nasıl yönetmeyi ve nasıl bir çözüm istediğini gösteren iki önemli konu da seçim barajı ve iç güvenlik yasası konularındaki tutumu olmuştur. 12 Eylül darbesinin Kürt hareketinin, işçi-emekçilerin ve ezilen halk kesimlerinin siyaset yapmasının önüne diktiği en önemli engellerden biri olan yüzde 10 seçim barajına karşı çıkmak, AKP/Erdoğan’a göre halkın iradesini yok etmeye çalışmaktır. Çünkü onlara göre halkın iradesi AKP Hükümetinde cisimleştiği için kendi iktidarlarını tehdit edecek her türlü gelişme, halkın iradesine saldırı anlamına gelmektedir. Seçim barajı, 12 Eylül’le hesaplaşma adı altında kendi egemenliğini pekiştiren düzenlemeleri demokratikleşme adına yaparken liberallerden kimi “sol” çevrelere kadar geniş kesimlerin desteğini alan AKP’nin demokrasi düşmanlığı konusunda 12 Eylül’ün mirasçısı olduğunu gösteren en önemli yasalardan/yasaklardan biridir. Bugün Erdoğan, AKP’nin başı olarak konuşmakta ve bu seçim barajlarına güvenerek meydanlarda halktan 400 milletvekili istemektedir. 400 milletvekili ile kendisine başkanlığı getirecek anayasal değişikleri yapmak ve tek adam-tek parti düzenini kurmak istemektedir. Açıktır ki, Erdoğan bu yönelimi ile her fırsatta eleştirdiği CHP’nin 1930’lu-1940’lı “milli şef”li tek partili yıllarına özenmektedir.
AKP-Erdoğan’ın “yeni Türkiye” adını verdikleri ve giderek bir dikta rejimlerine dönüşen yönetim anlayışıyla ülkeyi yönetebilmek için sarıldıkları bir diğer silah da hukuku tamamen askıya alan ve bütün ülkeyi bir OHAL rejimi ile yönetme anlayışına dayanan “iç güvenlik yasası”dır. AKP Hükümeti, bu yasaya dayanak-gerekçe olarak 6-7 Ekim 2014’te Kobanê ile dayanışma eylemlerini göstererek aslında büyük oranda polisin ve sivil faşist-dinci güçlerin provokasyonları sonucu yaşanan olaylar üzerinden halkın desteğini almaya çalışmaktadır. Ancak bu düzenleme polise “makul şüphe” adı altında herkesi gözaltına almak, dahası gösterilere katılanları “etkisizleştirmek” için öldürmeye varan yetkiler vermektedir. Bunun da ötesinde Cizre’de olduğu gibi hendek kazarak polise karşı duran Kürt gençleri hedef gösterilerek gündeme getirilmiş olsa da bu yasa ülkedeki bütün işçi emekçileri, kadınları, gençleri ve bu düzene karşı sesini yükselten bütün toplumsal kesimleri hedef almaktadır. Bu yasa grevi yasaklanan işçinin buna tepki göstermesini bile “terör suçu” saymakta, her türlü toplumsal hareketin taleplerini sokakta duyurmasını imkânsız hale getirmektedir.
Bugün AKP-Erdoğan, daha otoriter-baskıcı bir rejim kurma peşinde koştuğuna göre, Öcalan ile yapılan görüşmelerin hızlandırılması konusundaki söylem ve kimi göstermelik adımların asıl amacının 7 Haziran Genel Seçimleri’nden böylesi bir düzen kurulmasına olanak sağlayacak bir sonuç çıkarmaktan başka bir şey olmadığı açıktır. AKP’nin bu yönelimini ve bağlı hesaplarını boşa çıkarmak için bütün emek-demokrasi güçlerinin ortak mücadelesini geliştirmek ve seçimlerde yüzde 10 seçim barajının aşılmasını sağlayacak bir platform oluşturmaktan başka çıkar yol bulunmamaktadır. AKP karşısında tek gerçek seçeneğin HDP’nin demokrasi güçlerinin birliği-ittifakı üzerinden seçimlere parti olarak katılması olduğu için AKP medyası, kimi liberal ve Kürt milliyetçi çevreler HDP’nin seçimlere parti olarak girmesinin Kürtlerin mecliste temsil edilmesini engelleyeceği ve çözüm sürecini sona erdireceği yönlü propaganda yapmaktadır. Açıktır ki bugün Roboski’den Soma’ya, Gezi’den Kobanê’ye kadar emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesinin zeminini büyüten birçok gelişme ve olay yaşanmışken seçimlere yüzde 10 seçim barajını da parçalayarak işlevsiz hale getirmek üzere parti olarak girmemek AKP’ye teslimiyetten ve dahası mücadelenin ileriye taşınmasını engellemekten başka bir anlam taşımayacaktır.
Elbette parlamenter alandaki mücadele, siyasal demokrasi-devrim mücadelesinin alanlarından sadece birdir. Ancak 2015 7 Haziran Seçimleri, 13 yıllık AKP iktidarı ve sözcülüğünü yaptığı sermaye çevreleri ve ülkenin geleceğine yönelik planlarıyla hesaplaşmak için özel bir anlam kazanmış durumdadır. Emek örgütlerinin, Alevi çevrelerinin, Kürt hareketinin, sol-sosyalist parti ve çevrelerin toplumsal mücadele birlikteliğinin bir ifadesi olarak ortak demokrasi taleplerini merkeze koyarak oluşturacakları seçim platformu, bu cepheyi AKP’nin kurmak istediği düzenin tek gerçek alternatifi haline getirecektir. Bu cephenin seçim barajını aşması, AKP düzenin için sonun başlangıcı olacak, dahası emek ve demokrasi güçlerinin siyasi temsiliyetini engelleyen seçim barajını da geçersizleştirecektir. Yine bu cephenin seçim barajını aşmasının engellenmesi halinde ise, zaten böylesi bir cephenin yer almadığı meclis daha en başından tartışmalı hale gelecek, daha geniş halk kesimlerinin mücadeleye çekilmesinin olanakları dünden farklı bir düzeye çıkacaktır.
2015 Newroz’u Kürt hareketi ile ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin alanlarda birleştirilmesi için bir tarihi bir fırsat; mücadelenin ileri bir aşamaya taşınması için önemli bir dönemeçtir. Newroz’un Kürdistan ve Türkiye’nin dört bir tarafında demokrasi, barış, insanca yaşama dair ortak talepler ekseninde birlikte kutlanması, emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin de ifadesi olacaktır. Newroz, Bölgede (Ortadoğu) IŞİD barbarlığına, onu destekleyen bölge gericiliklerine ve emperyalizme karşı halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, ülkede ve bölgede mezhepçi politikalar karşısında durmak bakımından da önemli bir mücadele günü olacaktır. Kürt ulusal mücadelesi için 30 yıldır özel bir anlam ve önemi olan Newroz’un mücadelenin yeni bir aşamaya geçişinin müjdecisi olması/olabilmesi, bugün emek ve demokrasi güçlerinin ülkenin kaderini değiştirecek bir mücadele birlikteliği yönünde adım atıp atmamasına ya da ne kadar adım atacağına bağlı olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑