Yunanistan’da AB ve IMF politikalarının uygulayıcısı koalisyon hükümetinin milletvekili seçimlerini ağır bir yenilgi alarak kaybetmesi ve değişik siyasi akım ve yapılanmaların oluşturduğu Syriza’nın hükümet olması hem ülke içinde hem ülke dışında değişk tartışma ve değerlendirmelere neden oldu. AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının merkezlerinin, Troyka karşıtlığıyla geniş halk kitlelerini arkasına alarak hükümete gelen Syriza’ya yönelik kaygıları ve AB’yi yeniden yapılandırmaya ilişkin stratejilerde gedikler açtırmayacakları doğrultusundaki tepki ve baskıları bir yana bırakılırsa, bu tartışmalar daha çok iki farklı platform üzerinden gündeme geldi. Kitlelerden ve taleplerinden kopuk soyut devrim sloganlarında ısrar eden sol sekter tutum ve Syriza’nın hükümet oluşunu devrimci bir halk hükümetinin iktidara yürüyüşü biçiminde algılayan tutum. Birinci kategoridekiler Syriza Hükümeti’nin sermayenin istek ve onayıyla kurulduğunu ve diğer sermaye partileriyle bir farklılığının olmadığını söylerken, ikinci kategoridekiler Syriza’ya sahip olmadığı politik-sınıfsal misyonlar yükledi. Bunlara, her iki tutumun yanlışlığını ortaya koyarak Yunanistan seçimlerini ve Syriza Hükümeti’ni doğru ve yanlışlarıyla birlikte değerlendirmek gerektiğini söyleyen tutumu da eklemek gerekir.
Yunanistan halk hareketini, seçimleri ve Syriza Hükümeti’ni doğru anlayabilmek için kriz politikalarının uygulandığı son beş yılın kısa bir değerlendirmesini yapmak gerekir.
KAPİTALİST KRİZ VE HÜKÜMETLERİN DAYANIKSIZLAŞMASI
2010 yılında kapitalist kriz farklı ülkelerde şu veya bu ölçüde etkisini sürdürürken Yunan halkına “bütçe açığının kapatılması ve sermaye piyasalarına güven verecek rekabetçi bir ekonominin inşa edilmesi” adı altında ağır ekonomik baskıları içeren Troyka anlaşmaları dayatıldı. Dönemin hükümeti PASOK %42’lik bir oy oranıyla hükümet olmuş ve başbakan Yorgos Papandreu AB, AB Merkez Bankası ve IMF den oluşan Troyka reçetelerini “toplumsal haksızlıkların ortadan kaldırılması” ve “adaletli bir gelir dağılımı” propagandaları eşliğinde gündeme getirmişti. Kapitalist krizin tüm yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yükleyen Birinci troyka Anlaşması kazanılmış ekonomik demokratik tüm hakların önemli bir bölümünü ortadan kaldırıyor ve özellikle kamu emekçileriyle emeklilerin ücretlerinde ciddi kesintiler, sosyal haklar, kamu yatırımları ve sübvansiyonlarda kısıtlamalar öngörüyordu. Baskı ve sömürü reçeteleri kısa sürede gerçek ekonomide yeni daralmalara, işsizliğin kısa sürede tahminlerin üstüne çıkmasına, yoksulluğun hissedilir noktalara ulaşmasına neden oldu.
İkinci Troyka Anlaşması gündeme geldiğinde PASOK büyük oranda halk desteğini kaybetmişti. AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşları geniş tabanlı bir “ulusal uzlaşma hükümeti”nin kurulması için baskıları artırmış, yeni borç diliminin serbest bırakılması için hükümet ve muhalefet partilerinin ortak onay ve imzasını şart koşmuştu. Bu doğrultuda PASOK hükümeti istifa ettirildi ve yerine AB Merkez Bankası başkan yardımcısı olan Lukas Papadimos’un başbakanlığında geçici bir hükümet kuruldu. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’nin güven oylarıyla kurulan “teknokratlar hükümeti”nin tek görevi anlaşmaları imzalamak ve gerekli yasal değişiklikleri yapmaktı. Öyle de oldu. Meclis’ten program ve anlaşmaları uygulamaya olanak tanıyan çok sayıda yasa geçirildi. Aynı yıl içinde seçim yasası değiştirilerek (yeni yasa birinci olan partiye 50 milletvekili fazladan çıkarma olanağı tanıyordu) yapılan erken seçim sonucunda, PASOK, Syriza’dan ayrılan ve PASOK çizgisinde olan Demokratik Sol Parti ve Yeni Demokrasi’den oluşan koalisyon hükümeti kuruldu. Bir önceki seçimde %4 oy almış olan Syrıza ise bu kez %27 alarak ana muhalefet partisi oldu.
Kurulan koalisyon hükümeti AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının Yunanistan bürosu gibi çalıştı ve 2,5 yıllık hükümet süresince ülkede iki milyon işsiz ortaya çıktı, 3 milyon kişi açlık sınırına geldi. Kriz nedeniyle altı bin kişi intihar etti, 500 bin küçük esnaf kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Aylık ücretlerde %45 oranlarına varan kesintiler yapıldı ve yılda iki kez alınan ve iki aylık ücrete denk düşen primler kaldırıldı, sosyal yardımlar kesildi. İş yasaları burjuvazinin talepleri doğrultusunda tepeden tırnağa değiştirildi. Ağır vergiler getirildi, yüz binlerce işçi ve emekçi ya işten atıldı ya da işini kaybetti, toplu işten atmalar yasallaştırıldı. Kamu kurum ve taşınmazları özelleştirildi. Meslek okulları, hastaneler, klinikler, sağlık merkezleri kapatıldı. Kamu hizmet kurumlarının kapatılması ya da birleştirilmesiyle sağlık hizmeti verilemez oldu. Sosyal güvenlik alanında köklü değişiklikler yapıldı ve emeklilik yaşı 67’ye çıkarıldı. Troyka ile yapılan anlaşmalar gereği ülke ekonomisi Troyka heyetinin denetimine verildi ve istediği yerde istediğini kontrol ve müdahale hakkı ile donatıldı; Troyka her bakanlıkta bürolar kurdu.
Bütün bunları rakkamlarla ifade edersek, ortaya çıkan tablo şudur: 2009 yılında bütçe açığı gayri safi milli hasılanın (GSMH) %129’una denk düşüyordu ve bunun para olarak karşılığı 298 milyar Avro’yu buluyordu. 5 yıldır devam eden tüm “tasarruf” politikalarına ve borç silmelere rağmen 2014 yılında bütçe açığı GSMH’nin %175’ine ulaştı. Bunun para karşılığı ise 320 milyar Avro’dur. Bundan çıkan sonuç şudur ki, işçi ve emekçilere ve ezilen tüm toplumsal kesimlere yönelik yıllardır devam eden kapitalist ekonomik baskı politikalarının borçları düşürmemiş, tersine 50 puan büyüttmüştür. Resmi istatistiklere yansıyan ekonomik göstergeler, alınan borçların ücret ödemelerinde kullanıldığını ve ülke ekonomisine yatırımlar sağladığını iddia eden Troyka Hükümeti’ni yalanlamaktadır. Troyka anlaşmalarından bu yana Yunanistan’a 225 milyar evro verilmiştir. Hükümetin “ekonomi mühendisleri”nden Ekonomi Bakanı Yardımcısı Hristos Staykuras, bir soru önergesini yanıtlarken, “bankalar sistemini güçlendirmek” için verilen paket yardımların tutarının 250 milyar avro olduğunu itiraf etmiştir.
Hükümet Troyka anlaşmalarını imzalarken ekonominin “Titanik gemisi”ne benzediğini söylemiş ve “uçurum kenarında” olunduğu açıklamasında bulunmuştu. Alınan borçlarla çalışanlarla emeklilerin aylıklarının ödendiği ise büyük bir yalan. Üretim Çevre ve Enerji Bakanı Panayotis Lafazanis 15.02. 2015 tarihnde “Iskra” sitesine verdiği röportajda çalışanların ücretlerinin hiçbir zaman alınan borçlarla ödenmediğini açıkça ifade etti.
Yunan halkı, işçi ve emekçileri 2012-2014 yılları arasında uzun süreli kamu borçları için toplam 164,5, kısa süreli borçlar için ise 267,7 milyar Avro ödemiştir.* Toplam bütçe açığının iki katı bir ödeme yapılmasına rağmen açık büyümüştür. 1992’den bugüne kadar ödenen borç miktarı ise 1,027 trilyon** Avro olarak, dudak uçuklatacak büyüklüktedir. Kısacası, Yunan halkı, işçi ve emekçileri uzun yıllardan beri AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarından alınan borçları ödemektedir.
Koalisyon Hükümeti’nin hazırladığı 2015 Bütçe Yasa Tasarısı’na göre, Yunan halkı 2015 yılında toplam 50,3 milyar Avro vergi ödeyecektir.*** Çalışanlarla emeklilerin aylıklarının toplamı ise sadece 18 milyar avroyu bulmaktadır. 2005 ve 2015 yılları arasında halktan toplanan vergiler 563,7 milyar avrodur.**** Tablonun açıkça ortaya çıkardığı gerçek şudur: Toplanan vergilerin küçük bir bölümü ücretlere ödenmekte, gerisi borç ödemelerine gitmektedir. Tüm göstergeler, Yunanistan’a verilen borçların %70 inin Yunanistan’a hiç ulaşmadığını ve doğrudan borç ödemelerine aktarıldığını göstermektedir. Tüm ekonomik planlamalar, Yunanistan’ın 2030 yılına kadar toplam 340 milyar Avro borç ödemesine göre planlanmış bulunuyor. AB ile imzalanan “kalkınma ve istikrar” anlaşmasının Troyka’ya Yunan bütçesi ve ekonomisini kontrol etme ve müdahale hakkı tanıdığını da hatırlatmak gerekir.
2014’te erken genel seçim kararı alınmadan kısa bir süre önce, Troyka ve Hükümet’in üçüncü bir anlaşma üzerinde anlaştığı ve anlaşmanın imzalanmasının seçimler nedeniyle iki aylığına ertelendiği biliniyor.
Bütün bu ekonomik ayrıntı ve veriler kapitalist “krizden çıkış politikaları”nın ne anlama geldiğini; Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin 5 yıl içinde nasıl yoksulluk ve işsizliğe mahkum edildiğini ortaya koymaktadır. Yunan halkı bu politikaların uygulayıcılarına sırtını dönmüş ve umut olarak Syriza “alternatif”ine yönelmiştir. Tüm bu süreç boyunca, sadece Syriza da değil, Troyka politikalarına karşı çıkan tüm partiler şu veya bu ölçüde güç toplamışlardır. Yapılan son milletvekili seçimleri on yıllardan bu yana dönüşümlü olarak %80’lik bir toplam oy oranıyla hükümet olmuş olan Yeni Demokrasi ve PASOK partilerinin egemenliğine son vermiştir. Oluşan toplumsal tepki sadece halk kitleleriyle de sınırlı değildir ve sermayenin bazı kesimlerini bile kapsamaktadır.
Halkın hızla yoksulluğa sürüklenmesi kuşkusuz yeni arayışlara yol açar, Syriza vb. yeni alternatif arayışlarını gündeme getirirken, burjuvazi yalan ve demagojiye dayanan yönetme olanaklarının tükenmesinden dolayı vitrinini yenileyememiş, onun yerine olası koalisyon hükümetlerinde yer alabilecek veya bu tür hükümetlere destek sunabilecek partilerin kurulmasına yönelmiştir. Tam bir omurgasız hareket olan Potami vb. partiler, tüm seçim süreci boyunca, bir yandan “ülke ve millet”in kurtuluşu için kuruldukları propagandasına ağırlık vermiş, bir yandan da olası bir “sol” koalisyon hükümeti içinde “ayar” yapıp ve “denge sağlayacak” partilerin gerekli olduğuna halkı inandırmaya çalışmışlardır. Tabii bütün bu süreç boyunca “bizden sonrası açlık ve yoksulluk”, “tuvalet kağıdı bile bulamazsınız”, “küreselleşmiş dünyada tecrit konumuna düşer, Avro bölgesinden atılır, AB’den çıkarılırız” propagandaları görülmemiş bir yoğunlukta işlenmiştir. Halk desteğini kaybeden AB ve IMF hükümetiyle, partileri kendi söylemlerinden çok hemen hergün açıkça Yunan halkının iradesini hiçe sayan ve açıkça seçim sürecine müdahale eden AB ve IMF merkezlerinin tehditlerini kendilerine dayanak yaparak ayakta kalmaya çalışmışlardır. Bu propagandaların belli bir yere kadar işe yaradığını da belirtmek lazım. Yunan halkının “şakağına silah” dayayıp tehdit eden tüm merkezlere rağmen Troyka politikalarını savunan güçlerin oy oranı %30’larda kaldı. Kısacası, toplumun geniş kesimleri içinde “bu hükümet gitsinde yerine kim gelirse gelsin” tutumu ağırlık kazandı. Halk içinde “iyi günler görme” umudundan çok “daha kötü günler yaşamama” eğiliminin baskın olduğu ve politik gidişatta ciddi bir rol oynadığını belirtmek yanlış olmayacaktır.
İşte tüm bu süreç boyunca krizden etkilenen tüm kesimlerin acil taleplerine cevap veren, onların istek ve sorunlarına sahip çıkan Syriza, geçmiş yıllarda %3 barajını aşıp aşamayacağı tartışılan bir parti konumundan hükümete alternatif bir konuma geldi. Süreci iyi değerlendiren ve halkın tepki ve muhalefetinin yanında yer alan Syriza, başta tüm Avrupa da gelişen “büyük meydan” hareketlerinden tüm grev ve direnişlere kadar aktif bir tutumu benimsedi. Bütün grev ve direnişlerde aktif olarak yer aldı ve hükümetin bütün saldırılarına karşı gerek Meclis’te gerekse de alanlarda muhalif oldu. “Halk iktidarı”, “sosyalizm” gibi kuru ve soyut sloganların tersine Troyka politikalarına son verilerek gaspedilen tüm hakların geri alınacağını söyleyerek AB ve IMF’nin kriz politikaları karşıtı bir cephe oluşturdu. Diğer yandan, halkın büyük bölümünün Syriza’ya kriz öncesi şartlara dönmek için yöneldiğini ve bunun dışında bir beklenti içinde olmadığını; Syriza’nın da, borçların silinmesini savunup “Troyka anlaşmalarının tümünün tek bir yasa maddesi ile ortadan kaldırılacağı”nı söyleyerek bu isteğe cevap verdiğini belirmek gerekir. Syriza toplumsal muhalefetin “şikayet kutusu” olurken, sadece halk içinde değil “sol” güçlerin etkilediği taban içinde de mevziler kazandı.
Aynı süreçte, Syriza’nın AB, IMF ve Troyka politikaları karşıtlığı ve “sol bir hükümet alternatifi” için ısrarla gündeme getirdiği ittifak önerileri, başta Yunanistan Komünist Partisi (KKE) olmak üzere, kendilerine “radikal sol” diyen yeni sol hareket (NAR) ve ANDARSİA ittifakı ve diğer çevreler tarafından reformist bir hareket olduğu gerekçesiyle reddedildi. Gerek ANDARSİA ve gerekse KKE, Syriza’yı, “radikal sol hareketi” “reformist bir çizgiye çekme girişimlerinde bulunmak”la suçladı.
Sosyal güvenlikten özelleştirmelere, toplu sözleşmelerin gaspedilmesinden yeni iş yasalarına, işten atmalardan sağlık ve eğitim haklarının gaspedilmesine, iş sürelerinin uzatılmasından ücretlerin düşürülmesine kadar doğrudan yaşamını olumsuz etkileyen sorunla karşı karşıya kalan halk, Troyka ve kriz politikalarına karşı çıkan Syriza’yı bir cephe olarak değerlendirdi. Syriza’nın hükümet olması, hem ülke içinde hem de uluslararası planda destekler buldu. Syriza, 1990’lı yıllardan sonra kapitalist kriz sürecinde emperyalist-kapitalist sistemin halklara ve emekçilere dayattığı hak gasplarına ve azgın sömürüye karşı oluşan muhalefetin maddi bir örgütlenmesi ve sonucu olarak değerlendirildi. Sınıf hareketinin zayıflıkları ve zaaflarının yol açtığı boşluk içinde Syriza’ya sahip olmadığı misyonlar yüklendi. AB’nin, tekelci sermayenin birliği olarak yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak gündeme getirdiği saldırıların tüm Avrupa’da emekçiler içinde tepkiler yaratması ve Syriza’nın bu süreç içinde zafer kazanması, kuşkusuz halkların ve emekçilerin muhalefeti ve mücadelesi açısından bakıldığında, hareketi canlandıracak, tepkileri güçlendirecek ve halk hareketini daha ileri mevzilere taşıyacak bir içeriğe sahiptir. Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde Syriza Hükümeti’ne sunulan destek, ezilenlerin tepkilerinin Syriza nezdinde dile getirildiğini göstermektedir.
Ancak Syriza Hükümeti’ni “sosyalistlerin zaferi” olarak görmek ve “devrimin bir adım öncesi” türünden abartılı değerlendirmelere konu etmek, reformlar ve asıl olarak reformizmi gözde fazla büyütmek, sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş öğretisi ve mücadelesini bulandırmak demektir. Özellikle küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva ideolojik akımların her sınıfsal kavrama “reellikler” yüklediği, sosyalizm karşıtlığı ve bu yöndeki propagandalarının sistematik olarak işlendiği bir süreçte!
Hiç kuşku yok ki, Syriza, AB ve Avro Bölgesi’nden çıkmayı, bankaların kamulaştırılarak halkın denetimine verilmesini, kriz anlaşmalarının tümünün iptal edilmesini ve borçların tanınmayarak ödenmesinin durdurulmasını programına almış olsaydı Yunan halkının taleplerine gerçekten sahip çıkmış olacaktı. Böylelikle, aynı zamanda sosyal demokrat bir çizgiden çıkacak, devrimci bir halk hükümeti karekteri kazanacaktı. Syriza’nın bazı iyileştirmelere yöneleceği ve halkın bazı taleplerini karşılayacağını söylemek bir yanılgı olmaz. Ancak halkçı politikalardan yana bir tutum almasının onu işçi sınıfı ve ezilenlerin partisi yapmayacağı da kuşkusuzdur.
Bu bağlamda Syriza’ya yeniden dönecek olursak… Herşeyden önce Syriza, 2012 yılında yayınlanan ve bir propaganda bildirisi karekteri taşımaktan öteye gitmeyen birkaç sayfalık praorram ve söylemleri ile eklektik, pragmatist, reformist bir çizgiye sahiptir. Onun üzerinde Troçkist ve reformist hareketin oluşturduğu bir ittifak olarak, esas söylemini “devletin yeniden yapılandırılması” üzerine oturtmakta ve kapitalist ekonomide iyileştirmeler yaparak sömürü ve haksızlıkların ortadan kaldırılacağını savunmaktadır.
“Sol düşüncelerin toplum içinde egemen olması için yeni temellere ve kriterlere dayalı bir başka prototip üretim ve gelir dağılımı üzerinde çalışmak zorunluluğu ve göreviyle karşı karşıya olduğumuzu görmeliyiz. Toplum, devlet ve özel mülkiyet arasındaki, ayrıca toplum ve pazar arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyen yeni bir anlayış üzerinde çalışmanın borç olduğunu bilmeliyiz. Devletleştirmeyi bir tedavi aracı olarak gören ve devleti kamunun tek temsilcisi olarak ilan eden değil; ancak devletle modernleşmeyi, bütünlüklü planlarla buluşturmayı hedefleyen, diğer yandan moderleşmeyi teknoloji ile ilişkilendirerek değerlerin ve yaşam için temel olan maddelerin ticarileştirilmesine karşı çıkan, ekonomiyi ve tüm toplumu yeniden yapılandıran bir anlayış.”*
Syriza’nın nasıl bir toplum ve ne tür bir “sosyalizm” istediği ortada. Birçok açıklamada sosyalizmden bahseden ve krizi kapitalist ekonominin bir sonucu olarak gören Syriza, bir yandan da kapitalist toplumu daha insani bir toplum yapmayı programına alıyor ve yeni bir kapitalist toplumdan bahsediyor. “Demokrasinin, toplumsal ve kişisel hakların korunması, devletin ve yasaların yeniden yapılandırılması hedeflerimiz arasındadır.”
İyi bir yürütme ve bazı iyileştirmelerle sömürü sistemine de son veriliyor Syriza programında; “Toplum, devlet ve özel mülkiyeti” biraz Adam Smith, biraz Keynes ve biraz da Marx’ tan ödünç alarak, birleştiriyor ve yeni bir toplum kuruyor, Syriza. Tabii Troçkizm de unutulmamış programda: “Biz halkların Avrupa sını savunuyoruz. Tek bir ülkede sosyalizmin başarıya ulaşmayacağını söylüyor ve tüm Avrupayı kapsayan bir hareketin geliştirilmesinin önemini vurguluyoruz.”** Syriza bir çok siyasi yapıyı bir araya getirirken denge sağlamaya çalışmış ve ortaya eklektik, sağcı, ve anti komünist bir çizgiler koalisyonu çıkmış.
Çipras, Syriza programını açıklarken, “stratejik program hedefimiz 21.yy.ın demokrasi ve sosyalizmini Yunanistan’da, Avrupa’da ve tüm dünyada kurmaktır” açıklamasını yapıyor. Ve ekliyor: “Syriza 20.yy.’da sosyalizmin kurulması girişimlerini başarısızlığa uğratan çıkmaz pratiklerden gerekli dersleri çıkarmıştır. Biz her alanda bu çıkmazlara yol açan bir yol izlemeyeceğimizi ve yapılan yanlışlıkları düzelteceğimizi söylüyoruz. Özgür, demokratik bir sosyalizm hedefiyle hareket ediyoruz.” Kuşlusuz daha bunun gibi çok sayıda alıntılar yapılabilir, ama Çipras’ın komünist olmadığını, hükümetinin ise sosyalizmi kurmak için gelmediğini kanıtlamak gibi bir çabaya gerek yok. Syriza nın da böyle bir iddiası yok zaten. Çipras Hükümeti’ne olmadık misyonlar yükleyenlerin oturup düşünmesi gerekir.
Yukarıdaki paragraflarda üzerinde durulduğu gibi, Çipras Hükümeti şu ana kadar Yunan halkının ve emekçilerinin birçok sorununa sahip çıkan bir tutumla AB ve IMF ile pazarlıkta ısrar etmektedir. Hükümetin tutumunu AB karşıtı bir tutum olarak değil, izlenen kriz politikalarına karşı bir tutum olarak değerlendirmek gerekir. Programın “Avrupa” bölümünde AB üyeliği için söylenenler şunlar: “Yunanistan toplumu elbetteki tecrit bir toplum değildir. Uluslararası örgütler ve bölgesel örgütler içinde yer almaktadır. AB üyesidir, Balkanlar’da ve Akdeniz’de yeralan ülkelerle ve Arap ülkeleri ile ilişkileri vardır. Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ile de ilişkileri gelişmektedir.” Syriza, kuruluşunda bugüne AB üyeliğini savunmakta ve “halkların Avrupası”ndan bahsetmektedir. Tüm seçim süreçleri boyunca “AB hepimizin içinde yer aldığı bir ailedir” açıklamasını yapmış ve her fırsatta AB’yi “demokrasi ve özgürlüklerin güvencesi” olarak değerlendirmiştir. Programında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması yer almakta, askeri planda ise “NATO’suz Avrupa”dan söz edilmektedir.
2012 yılında, AB ve IMF’nin Troyka politikalarını uygulayacak “ulusal uzlaşma hükümeti” şartından sonra gündeme gelen erken seçimlerde, PASOK ve Yeni Demokrasi Partileri geçmiş yıllarda aldıkları oy oranının %50 altına düşseler de hükümet kuracak sayıya ulaştılar. 2012’den 2015 yılına kadar izlenen ekonomik baskı politikaları halkın muhalefetiyle karşılaştı; işçi ve emekçilerin tepkisi bütün bu yıllar boyunca grevlere, direnişlere, gösterilere dönüştü. 50’nin üzerinde 24 ya da 48 saatlik genel grev yapıldı. Metal işkolunda olduğu gibi, aylar süren sektör grevleri, kamu emekçilerinin, serbest meslek sahiplerinin, köylülerin grev ve direnişleri gündeme geldi. Eğitim emekçilerinin grevleri aylarca sürdü ve öğrenci grevleri yapılan yasa değişikliklerinin uygulanmasına engel oldu. Halkın tepkileri nedeniyle ulusal bayramlar iptal edildi, koalisyon partilerine bağlı milletvekilleri halkın içine çıkamadı. Yüz binlerin katıldığı grev ve direnişler hükümeti tehdit eder boyutara ulaştıkça devreye mahkemeler girdi ve birçok grev İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçten kalma “seferberlik” yasalarıyla iptal edildi. Halk yoksulluk ve işsizliğin kucağına itilir ve AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının barbarlığına terkedilirken, koalisyon hükümeti yeni anlaşmaların altına imza atmaya devam etti. İşte Syriza tüm bu süreç boyunca “ülke ve ulusun çıkarları” için uygulanan kriz politikalarına cepheden tutum aldı ve her direniş, grev ve başkaldırının yanında yer aldı. Syriza milletvekilleri her direnişe koştu, grevlere sahip çıktı ve geçirilen her yasa maddesi karşısında halkın taleplerini Meclis’e taşıdı. Koalisyon partilerine ve Troyka politikalarına alternatif olarak ortaya çıkan partilerin çoğu Troyka anlaşmalarının altına imza atmış, koalisyona destek vermiş partilerdi. Kısacası halkın nezdinde sicilleri temiz değildi ve Troyka politikalarına cepheden karşı çıkmıyorlardı. Cepheden karşı çıkanlar KKE ve sol parti ve örgütlerin bir ittifakı olan ANDARSİA’ydı. KKE kurtuluşu sosyalizmde görüyor, ANDARSİA ise AB ve Avro’dan çıkmayı programına koymayan tüm güçleri “sistem içi” reformist güçler olarak tanımlıyor ve buna uygun bir ittifaklar politikası izliyordu.
Syriza ise, tüm bu süreç boyunca Troyka politikalarının alternatifsiz olmadığını söylüyor ve krizin etkilediği geniş kitleleri kucaklayan acil taleplere sahip çıkarak, bu doğrultuda birlik çağrıları yapıyordu. 2010 yılından sonra krizin tüm yüklerini omuzunda taşıyan Yunan halkının geleneksel politik tercihleri ve talepleri değişmiş ve kitleler yeni arayışlara yönelmişti. Troyka anlaşmalarını bir tek yasa maddesi ile ortadan kaldıracağını, borçların büyük bölümünün ödemelerini durduracaklarını, yeniden pazarlık masasına oturacaklarını, devleti ve halkı soyan sermaye kesimlerinden yüksek vergiler alınacağını, halkı daha da yoksullaştıran vergilerin ortadan kaldırılacağını, çalışma yasalarını değiştiren yasaların iptal edileceğini, toplu sözleşmelerin yeniden yasal güvence altına alınacağını, asgari ücretin eski seviyeye çıkarılacağını, işsizlere iki yıl boyunca işsizlik parası verileceğini, 300.000 aileye ücretsiz elektrik sağlanacağını, yılda iki kez verilen ve iki aylık ücrete denk düşen primlerin yeniden verileceğini, dargelirli olup da sigortası olmayanlara ücretsiz sağlık hizmetleri sunulacağını, limanların enerji kurumlarının vb. yeniden kamulaştırılacağını, ülkeyi Troyka’ya teslim edenlerden hesap sorulacağını söylüyor ve bu doğrultuda ittifak çağrıları yapıyordu. Diğer yandan Troyka partileri ve destekleyenleri ile hiçbir alanda birlikte olamayacaklarını söylüyor, “Troyka mı Syriza mı?”, “boyun eğmek mi yoksa pazarlık etmek mi?”, “sömürü ve baskıların devamı mı yoksa kalkınma politikaları mı?” diye soruyordu. Yunan halkının borç alarak borçlarını ödeyemeyeceğini ve gerçek ekonominin ancak yatırımlarla büyüyeceğini ve krizin ancak gerçek ekonominin büyümesi ile atlatılacağını söylüyordu. Syriza’nın temel propagandasını Troyka anlaşmalarının iptali oluşturuyordu. Aleksis Çipras, geçtiğimiz 2014 Eylül ayında Selanik Fuarı’nda yaptığı konuşmada tüm bu talepleri yinelemiş ve partisinin hükümet olmaya hazır olduğunu söylemişti.
Syriza, hükümete gelir gelmez, başbakan Çipras’ın ağzından, artık Troyka’nın ve kriz politikalarının son bulduğunu açıkladı. Syriza’nın yarattığı umut ve “alternatif” söylemler sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa ülkelerinde sempati yarattı ve destek kazandı. Ekonomi Bakanı Yanis Varufakis, Troyka’nın, borç alan ülkeleri, dozunu almadan yaşayamayan uyuşturucu bağımlısına dönüştürdüğünü söyledi.
AB ve IMF’nin yoksulluk ve işşsizlik getiren reçetelerine karşı tutum alan Çipras ve Hükümeti, sadece karşı duruşlarıyla değil, giyim-kuşamlarından dini töreni reddetmelerine kadar ilgi ve sempati odağı oldular. Bütün bunlara sembolik anlamlar yüklendi ve Syriza’nın diğer sistem partilerinden farklılığı olarak değerlendirildi. Kitlelerin, kendi hareketinin doğurduğu, kendi mücadelesinin bir sonucu olarak gördüğü ve umut bağladığı politikacılara ya da örgütlenmelere sahip çıkarken, onlara kendi özelliklerini yüklemesi, en azından kendisiyle bütünleştirmeye çalışması doğal bir tepkidir. Sorun, Syriza’nın söylemlerinde ne kadar ısrarcı olacağı ve taleplerine sahip çıkıp bu talepleri seslendirerek hükümet olduğu halkın çıkarlarını savunup savunmayacağı, savunduğunda egemen güçlere karşı sağlam ve kararlı bir tutum sergileyip sergilemeyeceğidir.
Syriza’nın hükümet olmasının hemen ardından, tüm AB, IMF ve uluslararası sermaye merkezleri duvarlarında gedik açtırmayacakları mesajını verdiler. Almanya’nın başını çektiği odak ve Avrogrup Syriza’nın politikalarını ve programını hedefe koyan tehditler yağdırdı ve her fırsatta Yunanistan’ı Avro Bölgesi’nden çıkarma tehditlerini yineledi. AB ve IMF’yi asıl ilgilendiren, Yunanistan’ın borçlarının silinemeyecek oranda olması ya da Syrize tarafından seslendirilen taleplerin karşılanamayacak talepler olması değil. Asıl olan, halkın taleplerinin karşılanması tutumunun emperyalist ekonomi politikalarına ve tekelci stratejilere çomak sokmasıdır. Dolayısıyla sorun, Yunan Hükümeti ile AB arasında bir sorun olmaktan çıkmakta ve tüm Avrupa halklarını ilgilendiren bir karekter kazanmaktadır. Bu noktadan sonra, artık belirleyici olan, halkların, işçi ve emekçilerin bu savaşa nasıl girecekleri, güçlerini nasıl mevzilendirecekleri, yeni takviyelerle tehdit unsuru durumuna gelip gelemeyecekleri ile ilgilidir. Alman ekonomi dergisi Handelsblatt “Yunan Devrimi” başlığıyla çıkan yorumunda şu görüşleri dile getirmektedir: “Yunan halkının isyanı tüm Avrupa’ya yayılabilir. Çipras devrime başladı. Şimdilik küçük bir dere akıntısı görünümünde. Fakat tüm Avrupa genelini kapsayan bir harekete dönüşebilir. Yunanistan’ın yeni başbakanı borçların silinmesini ve ekonomik baskı politikalarının son bulmasını istiyor. Yunanistan, Brüksel’in teknokratları ile nasıl ‘hesaplaşılacağı’ konusunda yol gösteriyor. Atina’nın bu tutumu emsal oluşturabilir.” Der Spiegel ise, “Çipras Avrupa’nın kabusu oldu” başlığı atarak, bu “bulaşıcı hastalığa” dikkat çekti.
Syriza Hükümeti’nin ciddi bir oy oranıyla ve nasıl bir programla hükümete geldiği biliniyor. Troyka politikalarına karşı pazarlık etmeleri ve birçok ugulamaya “hayır” demeleri Avrupa halklarını sokaklara çıkarmış ve Yunanistan’da kamuoyu araştırmalarının gösterdiği gibi halkın %80’inin desteğini kazanmıştır. Tepkilerin boyutları ve AB ülkelerindeki gelişmeler ve Yunan seçimlerinin verdiği mesaj tekelci merkezlerde korku ve paniğe yol açabilecek gelişmelerin unsurları olarak görülmektedir. AB ve IMF’nin, duyduğu korkular nedeniyle, korkular yayarak, sürecin önüne geçme taktiği izlediğini belitmek gerekir.
Ancak şimdiye kadar yapılan pazarlık sonuçları, hükümete yönelik tehditler ve “sıcak para” akışının durdurulacağına ilişkin yaptırım duyuruları vb., Yunanistan Hükümeti’ni sanılandan daha önce bir yol ayrımına getirdi. AB ve IMF, tehdit ve yaptırımlarlarla, “politikalarımıza karşı çıkanların kaderi budur” içeriği taşıyan bir ders vermek konusunda kararlı görünüyor. Sorun, Yunan Hükümeti’nin bu yol ayrımında yapacağı seçimin hangi doğrultuda olacağıdır. Hükümet’in elindeki en önemli koz, Avrupa halklarının sokaklara dökülen tepkisi ve Yunan halkının bu saldırılara karşı hükümete sunduğu güçlü destektir. Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin sömürü ve boyunduruklara karşı onurlu bir seçim yapacağında şüphe yoktur. Bir süreden beridir hükümet güçleri içinde ve değişik platformlarda dillendirilen referandum seçeneğinin yanında halkın sokaklara çağrılarak tehdit ve yaptırımlara karşı bir cephe altında birleştirilmesi, hükümetin safını belirlemede belirleyici bir tutum olacaktı. Ancak hükümetin böyle bir tutum içine girmeyeceği ve uzlaşma yolunu tercih ettiği ortaya çıktı. Çipras ve Hükümeti’nin daha başından itibaren uzlaşma konusunda ısrarcı davranması, kuşkusuz, AB konusundaki parti politikalarının bir sonucudur.
Yunan Hükümeti, AB ve IMF ile girilen pazarlık sürecinde, Şubat’ın son haftasına girilirken, temel taleplerde geri adım atmış bulunuyor. Ödenebilirliği olmayan borçların silinmesi artık dile getirilmiyor. Troyka anlaşmalarının ve uygulama yasalarının tek bir yasa maddesi ile ortadan kaldırılacağı söylemi ise artık gündemde değil. AB ve IMF ile yapılan pazarlıkların çıkmaza girdiği söylenen günlerde, Hükümet, AB Komisyonu’na ve Avrogrup’a yeni bir anlaşma taslağı gönderdi. Taslakta, borç anlaşmasının süresinin uzatılması talebi gündeme getiriliyor ve hükümetin tutumuna değiniliyor. “Yunan Hükümeti borçlularına ekonomik yükümlülüklerini ve borç anlaşmasını tanıdığını ve birlik üyeleri ile yaşanan teknik sorunların giderilmesi için işbirliğine hazır olduğunu belirtir.” Ayrıca, borçlar konusunda halkın “tek taraflı”taleplerinin bilinmesine karşın, Hükümet, “tek taraflı kararlar almayacağını” taahüt ediyor. Bu, Troyka’nın izni olmadan hiçbir anlaşma maddesinin geçersiz kılınamayacağını belirtiyor ve seçim açıklamaları içinde yer alan vaatlerin Troyka’nın izni olmadan hayata geçirilmeyeceğine dair güvence anlamına geliyor. Yazı kaleme alındığında, AB ve Avrogrup yetkilileri anlaşma sağlandığını, Yunanistan’ın bir önceki hükümetin imzaladığı kararlara uyacağını açıklıyor; karşılığında ise, Troyka’nın yeni tasarruf reçetelerini gündeme getirmeyeceğini vurguluyorlardı.
Oysa Çipras, daha seçim gecesinde, Troyka ve anlaşmalarının tarihte kaldığını duyurmuştu, Yunan halkına. Bütçe üzerinde görüşmelerin yapıldığı Meclis oturumunda, Çipras, hükümetin öncelikle çözeceği sorunlar üzerinde durmuştu: Troyka’nın istekleri doğrultusunda işten atılan okul hizmet emekçilerinin, Maliye Bakanlığı’nda çalışan temizlik emekçilerinin, üniversite ve meslek yüksek olkullarında görevli eğitim emekçilerinin yeniden işe dönmesi, yoksulluk sınırında yaşayanlara elektrik, gıda vb. sosyal yardımlarda bulunulması, 12000 Avro’ya kadar olan yıllık gelirin vergiden muaf tutulması, gayrımenkuller için getirilen ve ENFİA adı verilen vergilerin iptal edilmesi, 2016 yılına kadar kademeli olarak asgari ücretin 425 Avro’dan 751 Avro’ya çıkarılması, 700 Avro altında maaş alan emeklilere 13. maaş olarak bilinen primlerin verilmesi, ödenmeyen borçlar nedeniyle gayrımenkullere bankalar tarafından el konmasının yasaklanması, toplu sözleşme hakkının yasal güvence altına alınması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, üniversite özerkliğinin geri getirilmesi ve vergi kaçakçılığına yönelik yasal düzenlemeler yapılması. Bunların yanında, milletvekillerinin, bakanların vb. tasarruf yapmasını içeren ve daha çok kitlelerle iletişim kurmaya yönelik bir dizi tasarruf önlemleri saymıştı. Syriza’nın AB ile Troyka anlaşmalarının devamı doğrultusunda yapacağı bir anlaşma, yukarda açıklananların tümüne yakın bir bölümünün askıya alınacağı anlamına geliyor.
Syriza, kitleler içinde örgütlü bir yapıya ve sağlam örgütlere sahip, kitle ilişkileri güçlü bir parti değil; ama oluşan konjonktürel durum, halkın güçlü desteğini harekete geçirme ve maddi bir güce donüştürme konusunda tüm olanakların uygun olduğunu göstermektedir. Ayrıca uluslararası planda gerekli desteklerin sağlanabileceğine ve AB cephesinde çatlaklar yaratılabileceğine dair belirtilerin güçlü olduğu bilinirken, halk içinde hükümete verilen desteğin %72’den %80’e yükselmesi, sendikalar, kitle örgütleri, partiler, aydınlar arasında geniş destek edilmesi ve basının taraf durumuna gelmesi, hükümete sunulan ciddi bir vekalet olarak değerlendirilebilirdi, değerlendirilmeliydi. Tabii bütün bunlar, AB ile köprülerin atılması anlamına gelecekti ve Syriza seçim sürecinde bile böyle bir seçeneğe yönelmeyeceğini defalarca ortaya koymuştu.
Syriza içinde farklı görüş ve eğilimlerin olduğu biliniyor. Öncelikle parti içindeki “sağ” ve “sol” kanatlar arasında daha ilk günlerde farklı tutumlar ortaya çıktı. Başını, şu anda Üretim, Enerji, Çevre bakanı olan Panayotis Lafazanis’in çektiği “sol kanat”, ısrarla Troyka anlaşmalarının iptal edileceği yönünde açıklamalar yapmaya devam ediyor. 20 Şubat’ta Avrogrup toplantısı yapılırken ve anlaşma sağlandığı haberleri gelirken, gene “sol kanat”tan Çalışma Bakanı Dimitris Stratulis, basına yönelik açıklamasında Syriza’nın verdiği tüm sözleri tutacağını söylüyor, hükümetin resmi tutumuna ters düşen bir açıklama yapıyordu. Troyka ile olası bir anlaşmadan sonra Syriza içinde ciddi sorunların çıkacağı ve Çipras’ın dengeyi sağlamada zorlanacağı kanısı yaygın. Syriza, sömürülen yığınlara örgütlü olarak dayanma konusunda sorunları olduğu ve ana muhalefet partisi olmasından sonra, bazı bölgelerde parti örgütleri kurmaya başladığı biliniyor. Eklektik ve bileşenlerinin tümünü ifade etmeyen program ve politikalar nedeniyle hemen hiçbir konuda tam bir görüş birliğinin sağlanamadığını da belirtmek gerekir. Seçim sürecinde AB ve Avro bölgesi’nden çıkma tutumunu değişik platformlarda dile getiren “sol kanat”ın lider kadrosu daha çok KKE kökenli olanlar. Parti içinde, %35’lik bir güce sahip oldukları söyleniyor.
Parti içinde, yönetici organlar dışında, işleyen bir hiyerarşi de yok. İttifak güçlerinden oluşan bir parti merkezi ve kendi günlük faaliyetlerini örgütleyen ittifak üyeleri… Genel söylemlerin hakim olduğu, ittifak güçleri dışında liberal ve küçük burjuva aydın unsurlarla, KKE geleneğinden kopmuş kişilerin içinde yer aldığı bir “çatı partisi” olan Syriza’nın, 2012 yılına kadar birçok parti yöneticisi PASOK’a gitmiş ve hatta PASOK ile ittifak kurulmasından yana olanlar Parti’nin yönelimi bakımından ciddi bir tehdit durumuna gelmişlerdi. Bu kanat içinde yer alanların birçoğu daha sonra Troyka hükümetinin atadığı “teknokratlar hükümeti”ni destekleyen, 2012 seçimlerinden sonra ise koalisyon hükümeti içinde yer alan Fotis Kuvelis’in Demokratik Sol Partisi’nin kurucuları oldular. Syriza’nın kitleler içinde güç kazanmaya başlaması ve ardından ana muhalefet partisi konumuna gelmesinden sonra, PASOK, Demokratik Sol Parti, sağ partiler içinde yer almış birçok kişi, burjuva liberal aydın ve “her dönemin adamı” konumundaki unsurlar kapağı Syriza’ya attı. Dolayısıyla Syriza içinde bir program ve politika birliği sağlanması oldukça güç. Bu yapısıyla “örgüt”, bir ittifakın çatı partisinden çok hizipler federasyonuna benziyor.
KKE VE DİĞER SOLUN TUTUMU…
Yunan halkı, işçi ve emekçilerinin uygulanan yıkım politikalarına karşı sokaklara taşan mücadelesi ve talepleri kuşkusuz Troyka politikaları karşıtı bir cephe altında birleştirilebilir ve halk hareketini daha ileri mevzilere taşıyan mücadele olanakları yaratılabilirdi. Syriza’nın Troyka politikalarının ve tüm uygulama yasalarının ortadan kaldırılmasını programına alması, KKE ve diğer sol parti ve örgütler tarafından somut talepler etrafında bir birlik olanağına dönüştürülebilirdi. Ancak bu olanak, sol sekter tutumlar nedeniyle değerlendirilemedi. KKE, Syriza’yı Yeni Demokrasi ve PASOK’la aynılaştırarak, geniş kitleleri AB ve IMF politikalarına karşı bir araya getirebilecek bir ittifakı dayatma yerine, alternatif olarak sosyalizmi göstermekle yetindi. “Halk direksiyonun başına geçerek gerçek kurtuluş için karşı saldırıya geçmeli, AB ve NATO’dan çıkmayı hedefleyen bir mücadeleye girmelidir. Gerçek kurtuluşu sağlayan ve inşası mümkün olan sosyalizme yönelmelidir.”*
Bu programatik yaklaşım genel Marksist teori açısından tartışılmayacak kadar doğrudur. Ancak bugünkü somut durumda bu genelin ileri sürülmekle yetinilmesi ve uzak hedeflere ulaşılmasının acil talepler uğruna mücadeleyle birleştirilmeden ele alınması, kronik hastalığa yakalanan birine sosyalizmle kurtulacağını salık vermeye benziyor. KKE, bütün yazılarında “tekellerin kamulaştırılmasını” gündemine almakta ve üretim araçlarının kamulaştırıldığı “işçi-halk iktidarını” hedefleyen bir mücadelenin tek yol olduğunu söylemektedir. KKE, son kongre kararlarında da üzerinde durduğu gibi, Yunanistan’ın emperyalist bir ülke olduğunu ve “emperyalist piramidin ortalarında” yer aldığını savunuyor. Bu saptamadan çıkardığı sonuçla üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve sosyalizmin inşası dışında bir laf edilmesini kabul etmiyor ve sosyalizme işçi sınıfı ve emekçilerin “borçlar” vb. konulara ilişkin acil taleplerinin “kaldıraçlığı” olmadan, bu konularda nötr kalınarak ulaşılabileceği gibi savunulabilir olmayan bir mevziye giriyor. “Syriza’nın hükümet programı AB ve tekellerin çıkarlarına göre kesilip biçilmiştir. Yoksa Syriza üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını söyledi de biz mi duymadık?”* diyen KKE, Syriza’nın ittifak yapma önerilerini hiçbir zaman gündemine almamış, hatta görüşmeyi bile kabul etmemiştir.** Syriza’nın vaatlerini “serçelere yem” atmak olarak değerlendiren KKE, “Halkın 25 Ocak’ta yapması gereken ne Yeni Demokrasi’ye ne de yenilerini giymiş eski Syriza’ya oy vermemektir.” diyordu.
Seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı değerlendirmede, oylarının %4.5 ten %5.5’e çıkmasını başarı ve “güçlerin toparlanmasına yönelik gelişme” olarak değerlendiren KKE, uzun süreden beridir gündemine aldığı “halk ittifakı”ndan sadece kendine bağlı güçlerin ittifakını anlıyor. Son yıllarda kendi düzenlemediği işçi ve halk gösterilerinin bir tanesine bile katılmamış, ayrı gösteriler yapmayı tecih etmiştir. Bu tutum, orta öğrenim gençlerinin kitlesel eylemlerine kadar uygulanmıştır. Konfederasyonların uzlaşmacı ve reformist olması bu tutuma gerekçe yapılmakta ve genel halk direniş ve tepkileri, sermayenin KKE’yi ve sınıf hareketini zayıflatma taktiği olarak görülmektedir. Oysa, halk hareketi ve tepkilerinin ortaya çıkardığı yeni mücadele araç ve olanaklarının hareketi ileriye götürmede kullanılmasında hiçbir tereddüt gösterilmemesi gerekir. Syriza Hükümeti’ne yapılan destek gösterileri için, KKE Merkez Komitesi Merkezi Yayın Organı RİZOSPASTİS’te, 12.02.2015 tarihinde çıkan yazıda şu görüşler dile getirilmektedir: “Hükümet’e destek gösterileri bir ara gündeme gelen ve sermaye tarafından örgütlenmemiş olsa bile işçi emekçi hareketine karşı kullanılan ‘meydan gösterilerine’ benziyor.”
İtifak politikalarını “ittifak edilecek-edilmeyecek örgütler” seçimine/ikilemine indirgeyen ve geniş toplumsal kesimlerin acil sorunları etrafında birliği ve bu birliği güçlendirecek güçbirlikleri/ittifakların savunulması tutumundan çıkaran sol örgütler, ülkedeki genel duruma denk düşen bir alternatif oluşturma doğrultusunda ciddi adımlar atamadılar. Soyut devrim sloganları ileri sürmekle yetinen, “üretim araçlarının toplumsallaştırılması dışında” bir alternatif olmadığını söyleyen KKE ve diğer sol örgütler ancak politize olmuş ve zaten sistemle kopmuş olan kesimler dışında geniş kitleleri bir araya getiremediler. Toplumsal sınıf ve katmanları bir araya getirecek olan acil talepler uğruna mücadeleyle sosyalizm mücadelesinin birleştirilmesi yerine soyut sloganların atılması kitleleri yakınlaştıran değil uzaklaştıran bir rol oynadı. Seçimlerde hem KK’ nin hem de diğer sol örgütlerin tabanından Syriza’ya doğru bir kayma olduğu hiç kimse tarafından reddedilmiyor.