28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda Hükümet’le İmralı Heyeti’nin
“Ortak Açıklama”sıyla başlayan, Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan
“mektubuna” gelen gelişmeler etrafındaki tartışmalar, “Barış ve Müzakere
Süreci yeni bir aşamaya geçti” demek için yeteri kadar veri sunmaktadır.
Ya da sürecin içinde geçtiği aşamayı değerlendirirken; “28 Şubat
2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ‘Ortak Açıklama’yla ilan edilen ‘10
ilke’li deklarasyon, Hükümet cenahındaki ayak diremeyi kırarken, devlet
saflarında çözülme ve çatışmaya yol açmıştır. 2015 Newoz’undaki
Öcalan’ın çağrısı Kürt güçleri etrafındaki demokrasi mücadelesi cephesini
daha da güçlendirecek bir açılıma işaret ederken devlet cenahında
ayrışmaları büyütecek, çatışmayı derinleştirecek belirtileri öne çıkarmıştır”
dersek sürecin diğer yüzünü de tarif etmiş oluruz.
Son haftalarda olup bitenler; iki yılı aşkın bir süredir devam edegelen
“Çözüm ve Müzakere Süreci”nin, artık eskisi gibi; bir adım atıp sonra uzun
bir “nefeslenme” süresi verilen, sonra ancak “bastırılınca” yeniden bir adım
daha atılıyor gibi yapılan bir süreç olarak işlemesi olanaklı olmayan bir
aşamaya gelindiğini göstermektedir. Bu, sadece sürecin dinamik ve itici
yanını oluşturan Kürt güçleri açısından değil, Hükümet açısından da
böyledir. Nitekim, iki yılı geride bırakan sürece baktığımızda; süreci ayakta
tutan, onu az çok adım atmanın bir dayanağı yapan tarafın Öcalan’ın
liderliğindeki Kürt tarafı olduğu açıkça görülmektedir. Hükümet tarafı ise,
sürekli ayak sürüyen, “vaat yapan” ama pratik adım atmamak için bin
bahane uyduran, “mehter yürüyüşü”yle gitmeyi benimseyen, yetmeyince
topu bürokrasiye atan bir tutumu müzakere taktiği olarak benimsemiştir.
Bu yüzden de, süreci az çok gerçekçi bir açıdan izleyen herkes, süreçteki
ileriye yönelik tüm adımların Kürt güçleri cephesinden geldiğini
görmektedir. Bu nedenle “çözüm sürecinde nereye geldik” diyenler, olup
biteni anlamak ve az çok gerçeği öğrenmek isteyen herkes, “Hükümet ne
diyor, ne yapmış”a değil, “İmralı’da ne konuşulmuş”, “Öcalan ne demiş”,
“Kandil ne diyor”a bakmaktadır! Dolmabahçe’de yapılan “Ortak Açıklama”
da Kürt güçlerinin yedi aylık girişimleri sonucunda ortaya çıkmış, nitekim
ortak açıklamanın, sürecin ilerlemesinin yol göstericisi olan “10 ilke”si de
Öcalan tarafından formüle edilmiştir. Ve bundan sonrası da (“PKK’nin
Kongre toplaması”, “Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sonlandırılması”
vb.), bu “ilkeler” üzerinde varılacak uzlaşma ve atılacak adımlara
bağlanmıştır.
ARTIK ESKİSİ GİBİ GİDEMEZ!
Kısacası Kürt siyasi güçleri tarafı, “Eğer Hükümet tarafı ‘10 ilke’yi
dikkate alan bir çizgiye gelmezse sürecin ilerlemeyeceğini” ilan etmiştir.
Öcalan’ın son Newroz mektubunda da o, herkesin beklediği, “PKK’nin
Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi bırakmak için silahlı güçlerin sınır
dışına çıkarılması için konferans toplaması”nın şartı da Hükümet’in “10
ilke” doğrultusunda bir çizgiye girildiğini gösteren adımları atmasına
bağlanmıştır.
Hükümet ise, bu uzun dönem boyunca, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın
çağrısında, sürecin “PKK’nin silah bırakması” ya da “silahlı güçlerini sınır
dışına çıkarılması” hedefini, Kürt tarafının hemen yerine getirmesi gereken
bir yükümlülük olarak gösterip ısrarla “hani silah bırakılmadı”, “PKK silahlı
güçlerini sınır dışına çıkarmadı” … diyerek, kendi yapması gerekenleri ve
yükümlülüklerini yok sayan bir tutumu benimsemiştir. Süreç her
sıkıştığında, Hükümet bu gerekçeye dayanarak kendisini mazur
göstermeye çalışmıştır. Dahası, milliyetçi çevrelerden gelen baskılar
karşısında Hükümet, sürecin “milli birlik ve beraberlik süreci” olduğu
söylemini öne çıkarak, amacın “terör örgütüne silah bıraktırmak” olduğu
propagandasına hız vermiş; “Kürt sorunu yoktur terör sorun vardır. Terör
son buluca Kürt sorunu da bitecek” gibi savrulmalarla süreci inkar etmeye
varan tutumunu “süreç için biz hayatımızı ortaya koyuyoruz” iddiasıyla bir
arada sürdürmüş, hatta iki “karşıt tezi” bir ve aynı tezmiş gibi sunmuştur.
Ancak “10 ilke”nin orta konması ve Dolmabahçe’de ortak bir toplantıda
açıklanmasından kaçınılamamasıyla birlikte, süreç, artık tarafların ayrı ayrı
doğrultuda hareket ederken, “süreç ilerliyor” demeleri imkanını ortadan
kaldırmıştır. Dolayısıyla Kürt tarafının ”böyle gitmez artık” demesi ve “10
ilke”nin yürünecek yolun referansları olarak ortaya konmasıyla Hükümet
cenahının yapması gereken somut görevler de belirlenmiş olmaktadır.
Dolayısıyla süreç Hükümet cenahı için de “süreç eskisi gibi gitmez!” bir
aşamaya gelmiştir.
’10 İLKE’ İLE AMAÇLANAN NEDİR?
“10 İlke”1* ile amaçlan, sürecin iki tarafın ayrı ayrı yönlere giderken
aynı yöne gittikleri algısından kurtarılarak, aynı yöne gitmelerinin
referanslarını ortaya koymaktır.
Kuşkusuz bundan, tarafların kendi amaçların terk edecekleri, etmeleri
zorunluluğu çıkmaz. Ama bu 10 ilke ile, Kürt tarafı, atılan adımların
değerlendirilmesi için ölçütlerin ortaya çıkmasını, dolayısıyla sadece
taraflar için değil kamuoyu için de sürecin nereye gittiği, süreçte tarafların
hangi adımları atıp atmadıklarının da “görülür” ve “ölçülür” hale gelmesini
amaçlamaktadır. Müzakere sürecinin böyle referanslara bağlanması, hem
atılan adımların somutlaştırılmasını ve kamuoyunun garantörlüğüne
bağlanmasını sağlayacak hem de süreci şeffaflaştıracak, örneğin CHP’nin
* 1 – Demokratik siyasetinin içeriği tartışılmalı. 2 – Demokratik çözümün ulusal ve yerel
boyutlarının tanımlanması, 3 – Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. 4 –
Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin
başlıklar. 5 – Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları. 6 – Çözüm sürecinde demokrasi
güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması. 7 –
Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri. 8 – Kimlik kavramı
ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi. 9 – Demokratik
cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, çoğulcu
demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması. 10 – Bütün
bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa.
(Erdoğan da böyle diyor) “Biz ne oluyor, ne yapılıyor, bilmiyoruz” deme
bahanesini ileri sürme imkanını da ortadan kaldıracaktır.
Maddelerini dipnota aldığımız Dolmabahçe Deklarasyonu’nun “10
ilkesi”nin ifade olarak anlamına bakıldığında, müzakere süreci için referans
olmanın da ötesinde, açıkça şu görülüyor: 1) “10 İlke” aslında müzakere
(ve mücadele) sürecinde konuşulacak başlıkları, 2) Tartışılacak konuların
sadece Kürt sorununun çözümüyle de sınırlı olmayan Türkiye’nin
demokratikleşmesinin yeni bir Anayasayla ilerletilmesine varan bir
yaklaşımı ifade etmektedir.
Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan, “10 İlke”de “demokrasi talebi”
ile ilgili bir şey görmediğini söylese de, sadece başlıkların ifadesi olan
maddelerin bile “10 İlke”nin demokratik bir Türkiye amacına varmak için
atılacak adımları” tarif ettiğini ortaya koyduğu tartışılmazdır.
Ama burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır: “Hükümet, ortak
açıklamanın neresindedir, ‘10 İlke’nin arkasında mıdır?”
SİLAHLI MÜCADELEYİ TERK İÇİN ‘10 İLKE’DE MUTABAKAT ‘ŞARTI’
Dolmabahçe’de açıklamanın yapıldığı tabloya bakınca görülen şudur:
“10 İlke”yi ve gerekçesini İmralı Heyeti’nin sözcüsü olarak Sırrı Süreyya
Önder, 28 Şubat 2015 günü, Öcalan’ın söylediklerine de dayanarak, bir
“deklarasyon” olarak ilan etmiştir.
Ancak şu da bir gerçek ki, “10 ilke”nin ilan edilmesiyle amaç
gerçekleşmiş olmuyor.
Tersine; “10 ilke”nin ilan edilmesiyle;
1-) Hem “müzakerenin yeni başlayacağı” ve hem de müzakerenin
çerçevesinin bu ilkelere uygun olması gerektiği,
2-) Yine Hükümet’in bu “10 ilke”yi dikkate alarak yapması gerekenleri
yerine getirmesi gerektiği,
3-) Hükümet bu adımları atarsa, PKK’nin Türkiye toprakları içinde silahlı
mücadeleye son vereceği, dolayısıyla “10 ilke”yle Hükümet’in yerine
getirmesi gereken yükümlülerin çerçevesini çizildiği anlaşılıyor.
Nitekim PKK Lideri Öcalan’ın, “Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı
mücadeleyi bırakma temelinde, stratejik tarihi kararı vermek için PKK’yi
bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum” sözleriyle
“Ortak Açıklama”da yer verilen çağrısını da, bu “10 ilke” mutabakatına
bağladığı açıkça görülmektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Diyarbakır Newroz’unda okunan
mektubunda da “10 ilke üstünde mutabakata” dikkat çekiyor ve süreçle
ilgili söylediklerini “10 İlke” ilgili bağlantı içinde söylüyor.
“Newroz Mektubu”nda Öcalan; “Deklarasyon gereği ilkelerde mutabakat
oluşmasıyla birlikte PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk
yıldır yürüttüğü silahlı olan mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin
ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için
bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim. Umarım ilkesel
mutabakata en kısa sürede varıp Parlamento üyeleri ve İzleme Heyetinden
teşkil edilen bir Hakikat ve Yüzleşme komisyonundan geçerek bu kongreyi
başarıyla realize etme durumunu yaşarız. Bu kongremizle birlikte artık
yeni dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti
dahilinde özgür ve eşit Anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik
sahibi demokratik toplum olarak, barış içinde ve kardeşçe yaşama
sürecine giriyoruz. Böylelikle 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla
dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile
örülmüş bir geleceğe yürüyoruz.” diyor.
Kısacası, Kürt siyasi güçleri açısından “10 ilke” sürecin sağlıklı ilerlemesi
için olmazsa olmaz referanslar olarak ilan edilmiştir. Bu yüzden de
bundan böyle sürecin başarısı, bu “10 ilke”de mutabakatın ölçüsüne ve bu
mutabakatın gerektirdiği yükümlülüklerin yerine getirilmesine
bağlanmıştır.
HÜKÜMET ‘ZORAKİ KABUL’ ÇİZGİSİNDE
Dolmabahçe’de “10 İlke”in ilan edildiği “tablo”ya yeniden dönersek; Sırrı
Süreyya Önder deklarasyonu okurken, Hükümet adına orada bulunan
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan sessizce izliyor. Sonra da Akdoğan,
“Ortak Açıklama” üzerine, Hükümet adına söyleyeceklerini söylüyor:
“Önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Silahların bırakılmasına yönelik
çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata
geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması
konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz. AK Parti iktidarı olarak sessiz
devrim niteliğinde adımlar attık. Silahların devre dışı kalması demokratik
gelişime hız katacaktır. Demokrasilerde halkın desteğini alan düşünceler,
görüşler ve politikalar değer kazanır. Yeni anayasayı birçok köklü ve kronik
sorunun çözümüne önemli bir fırsat olarak görüyoruz. Temel sorunlarını
geride bırakan bir Türkiye küresel bir güç haline gelecektir. Biz birlikte
Türkiye’yiz. Her şey Türkiye için.” Sloganlarla karıştırarak konuşan, ama
“asgari müşterek” olmak üzere ilan edilen, bir “niyet beyanı” olduğuna
vurgu yapılan “10 ilke” için bir şey dememeye özen gösteriyor, Akdoğan.
Dahası, sanki orda bir “deklarasyon” ilan edilmemiş, sanki ilan edilmeden
önce üzerinde hiç konuşulmamış ve ilanı için mutabakata varılmamış gibi
davranıyor.
Bu bile açıkça gösteriyor ki, yedi ay boyunca oyalandıktan sonra “Ortak
Açıklama”ya mecbur kalan Hükümet, Dolmabahçe’deki tabloda “zoraki”
olarak yer almıştır!
Yani “açıklama ortaktır”, ama niyetler ve amaçlar farklıdır! Nitekim
açıklamanın üstünden üç hafta geçtikten sonra öğreniyoruz ki, kendisini
her vesileyle “çözüm süreci kahramanı” olarak gösteren Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan sürecin en önemli belgesi olan “Dolmabahçe
Deklarasyonu”nu olduğu gibi, Dolmabahçe’deki ortak toplantıyı da doğru
bulmamakta, bunların “İmralı’yı güçlendirdiğini” düşünmektedir.
Hükümetin “10 ilke” konusundaki tutumu ve bu deklarasyonun
kendisine yüklediği görevler konusunda ne yapacağı belirsizliğini
korumaktadır. Ki, oluşturulması için fikirbirliğine varılarak bu yönde adım
atılması kararı alınan “İzleme Heyeti” konusunda bile Hükümet adım atma
sıkıntısı içindedir. Kürt sorununun varlığını bile ret ederek
Cumhurbaşkanının pratik olarak açıkça sürecin karşısına geçmesiyle de bu
konudaki gelişmeler daha da belirsizleşmiş bulunmaktadır.
“10 İlke” ve 28 Şubat’taki deklarasyon sonrasında gelişen tartışmalar ve
yapılan girişimler sonrasında; müzakere sürecinin bir tarafında yer alan
Hükümet cenahı kendi içinde bölünmüş; Cumhurbaşkanı “Kürt sorunu
yoktur” diye başlattığı tartışmayı, “İzleme Heyetine de karşıyım”,
“Deklarasyona da karışıyım”, “ortak açıklama yapılmasına da karşıyım”,
“zaten ortak açıklama da değildi” çizgine kadar vardırarak, “görüşme
masası”nı fiilen terk etmiştir. Ki, bu da Erdoğan’ın bundan sonra
“masadaki” her gelişmeyi yokuşa sürmek için her imkanını seferber
edeceği anlamına gelmektedir. Dahası, ırkçı şoven, milliyetçi odaklarla ve
askerlerle de yakınlaşmak için yeni manevralara girişen
Cumhurbaşkanının, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için AKP dışında da
seçenekler aramaya yönelmesi, kuşkusuz ki, çözüm sürecine ilişkin
gelişmeleri de önemli ölçüde etkileyecektir. Ki, Hükümet cenahındaki
ayrışma ve tartışmaların derinleşmesi, ilk bakışta süreci zorlayacak
gelişmelere dayanak olur görünse de, orta ve uzun vadede, süreci lehte
etkileyecek gelişmeleri besleyeceğini söylemek abartı olamaz.
Kısacası; “10 ilke”nin ilanı, süreci belirli bir amaca göre geliştirecek
müzakerenin yolunu açıp sürecin yeni ve daha ileri bir aşamaya geçmesine
yol açarken, karşı tarafta da sürece ayak uyduramayan, ayak sürterek
engellemeyi başlıca görev edinen ve onu Kürt güçlerini bölüp tasfiyesinin
dayanağı yapan Hükümet cenahı açısından da böyle gidemeyeceğini
göstermiştir. Üstelik de sürecin yeni bir aşamaya yönelmesi, onları, “kendi
içlerinde ayrıştıracak” kadar derinden etkilemiştir.
SÜREÇ, İLERİYE DOĞRU GÖTÜRÜLEMEZSE ÇÖKER
“Çözüm süreci” açısından bakıldığında, sürecin iki tarafında bulunan
güçlerin ilk kez kamuoyu karşısına çıkarak bir arada açıklama yapmış
olmaları bile sürecin seyri bakımından son derece önemlidir.
Ancak “ortak açıklama”dan sonra, kamuoyunda beklenti ve sürecin hızla
ilerleyeceğini dair “umutlar” artmıştır.
Hükümet ise, açıklamanın kendisine yüklediği sorumlulukları yerine
getirmek üzere harekete geçmek yerine, “deklarasyonu”, “PKK silah
bırakacak”, “Newroz’da Öcalan tarih vererek PKK’nin konferans
toplamasını sağlayacak” gibi seçim propagandasına, “seçim kazanma
amacının bir aracına dönüştürerek kısa günün kârını toplamaya kalkınca,
bu propagandanın altında kalmıştır.
Oysa, adı üstünde “süreç”; bir akış, hedefe varmak için tarafların
yükümlülüklerini yerine getirerek, bir taraf bir adım attığında ötekinin de
bir adım, hiç olmazsa yarım adım attığı, adım adım ilerlenen, her adımın
önceki adımları pekiştirip sonraki adımların atılmasını kolaylaştıracağı canlı
bir girişimler ve gelişmeler dizgesidir, böyle olması beklenir. Ve burada
önemli olan, tarafların hedefe varmak için attıkları adımlardır. Hükümet
cenahı, bunun tersine, “Kürt güçlerini üstüne düşenleri yaparsa hedef
gerçekleşir” tutumunu benimseyerek, kendisi bakımından hiçbir
sorumluluk üslenmemeyi adeta ilke edinerek, “sürecin fıtratı”na aykırı bir
tutum almıştır.
“Çözüm süreci”, “barış ve müzakere süreci”, adına ne dersek diyelim,
“Kürt sorununun barışçıl çözümü” ile ilgili gelişmelere toplam açısından
bakıldığında, şu iki saptamayı rahatlıkla yapabiliriz:
1-) “Barış ve müzakere süreci”ni iki yılı aşkın bir zamandan beri ayakta
tutan, üstüne düşeni yapmaya çalıştığı gibi, Hükümeti de harekete
geçirerek adım atmaya zorlayan Kürt siyasi güçleri cephesidir. Kürt
tarafının bu gayretleri olmasaydı süreç çoktan çöker, en azından “söner”
giderdi!
2-) Hükümet süreci; “teröre son verme” gerekçesi arkasında, Kürt
güçlerinin sürecin seyri içinde görüş ayrılığına düşecekleri, dolayısıyla Kürt
cenahının parçalanıp güçten düşeceği varsayımı üstüne kurmuş, süreçteki
her gelişmeyi bu amacına hizmet etmek üzere baskılamaya çalışmıştır.
Böylece Hükümet, süreci, talepte bulunan, mücadele eden, halkı etrafında
toplamış Kürt siyasi güçlerinin tasfiyesi süreci olarak görmüş, böyle ele
almıştır.
Kısacası, Kürt tarafı süreci, Kürt sorununun demokratik çözümünün
gerçekleştiği, Kürtlerin haklarının yasal ve anayasal güvenceye
kavuşturulduğu bir süreç olarak görürken, Hükümet, masanın karşı
tarafında oturanları, “Kürt güçlerini tasfiye etme”nin imkanı olarak
görmüş, ötesinde, “şu iyi, bu kötü”, “o şöyle diyor, şu böyle yapmıyor”
türünden birbirine düşürme girişimleriyle, süreci ve sürecin Kürt tarafından
yürütücülerini bu yönüyle değerlendirmeyi amaçlamıştır.
Kuşkusuz ki tarafların “karşıtlığı”, karşıt amaçlara sahip olmaları sürecin
doğasından gelmektedir ve şaşırtıcı değildir. Tersi şaşırtıcı olurdu. Ancak,
süreci “artık böyle gidemez” aşamasına getiren, sadece “masa”daki
tarafların isteklerin karşıtlığının soyut istekler ve yaklaşımlar olmaktan
çıkıp, yerine getirilmesi gereken yükümlülükler, atılması gereken somut
adımlar aşamasına gelinmesi değildir. Aynı zamanda Ortadoğu’da zaten
çok önemli olan gelişmelerin birbirini etkileyerek büyümesi, 100 yıllık
sınırların ortadan kalkmaya başlaması, IŞİD’in ortaya çıkması, onunla
çatışan başlıca gücün Kürt güçleri olması ve bölgede etnik ve mezhep
çatışmalarının hat safhaya çıktığı bir dönemden geçiliyor olması da süreci
doğrudan etkilemiştir.
Nitekim IŞİD’in Suriye ve Irak’ta “İslam devleti” ilan etmesi ve
bölgedeki Kürt, Türkmen, Süryani, Ezidi, Arap, ılımlı Sünni, Şii, Alevi,
Hıristiyan … tanımadan, kendinden görmediği herkese vahşi yönetimlerle
saldırması, bu saldırılar karşısında Kürtlerin bölgede “kurtarıcı bir halk”
olarak sahneye çıkması”, “barış ve müzakere masası”ndaki Kürt güçlerinin
elini kuvvetlendirmiş, taleplerinin çıtasını yükseltmeleri için imkanları
olağanüstü artırmıştır. Ama bu gelişmeler, aynı zamanda, dış politikası
Ortadoğu’da duvara çarpan ve IŞİD’le el altından işbirliği yapan, en
azından bu konuda ciddi iddialar olan ve IŞİD’le ideolojik yakınlık, hatta
birlik içinde olan AKP Hükümeti’ni ise hem ulusal hem de uluslararası
planda zayıflatan bir rol oynamıştır.
Kobanê direnişi, IŞİD’in Kobanê’de PKK ile yakın ilişki içindeki PYD’nin
yönetimindeki güçler tarafından ciddi bir yenilgiye uğratılması, hem
bölgedeki gelişmeler hem de barış süreci bakımından son derece önemli
etkide bulunmuş; dahası uluslararası planda Kürt siyasi güçlerinin, PYD ve
PKK başta olmak üzere Kürt örgütlerinin “terörist örgütler” listesinden
çıkmasının yolunu açmıştır!
Kısacası, “barış ve müzakere masası”ndaki süreci ilerletmek için yapılan
girişimlerin belirli br aşamaya gelmesi, bölgedeki gelişmeler; Kürtlerin
Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında kazandığı pozisyon, Hükümetin barış
sürecinde adım atmama ısrarı, “süreci”, “böyle gidemez!” hale getirmiştir!
Artık bu konuda hemen herkes hem fikirdir. Erdoğan’ın “ona da
karşıyım”, “buna da karşıyım” diyerek, kendisini “sürecin dışına atma”
gayreti içine girmesi de, sürecin eskisi gibi oyalama, ayak sürüme,
“Alevere dalavere Kürt Memet nöbete!” yöntemleriyle gitmeyeceğini
gördüğü içindir.
Şimdi Hükümet bir karar vermek durumundadır. Ya “Dolmabahçe
Deklarasyonu”nu ciddiye alacak ve “10 ilke”yi referans edinerek gerçek bir
“müzakere sürecine” yönelecek, bunun gerektirdiği sorumlulukla hareket
edecek ya da sürecin altında kalacaktır!
Çünkü Hükümet’in, sıkıştığında, Erdoğan gibi kaçma şansı yoktur.
“Davul”, onun “omuzunda”dır!
Spotlar:
28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ‘Ortak Açıklama’yla
ilan edilen ‘10 ilke’li deklarasyon, Hükümet cenahındaki ayak diremeyi
kırarken, devlet saflarında çözülme ve çatışmaya yol açmıştır. 2015
Newoz’undaki Öcalan’ın çağrısı Kürt güçleri etrafındaki demokrasi
mücadelesi cephesini daha da güçlendirecek bir açılıma işaret ederken
devlet cenahında ayrışmaları büyütecek, çatışmayı derinleştirecek
belirtileri öne çıkarmıştır.
Süreci ayakta tutan, onu az çok adım atmanın bir dayanağı yapan
tarafın Öcalan’ın liderliğindeki Kürt tarafı olduğu açıkça görülmektedir.
Hükümet tarafı ise, sürekli ayak sürüyen, “vaat yapan” ama pratik adım
atmamak için bin bahane uyduran, “mehter yürüyüşü”yle gitmeyi
benimseyen, yetmeyince topu bürokrasiye atan bir tutumu müzakere
taktiği olarak benimsemiştir. Bu yüzden de, süreci az çok gerçekçi bir
açıdan izleyen herkes, süreçteki ileriye yönelik tüm adımların Kürt güçleri
cephesinden geldiğini görmektedir.
Öcalan’ın son Newroz mektubunda, o, herkesin beklediği, “PKK’nin
Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi bırakmak için silahlı güçlerin sınır
dışına çıkarılması için konferans toplaması”nın şartı da Hükümet’in “10
ilke” doğrultusunda bir çizgiye girildiğini gösteren adımları atmasına
bağlanmıştır.
“10 ilke”nin orta konması ve Dolmabahçe’de ortak bir toplantıda
açıklanmasından kaçınılamamasıyla birlikte, süreç, artık tarafların ayrı ayrı
doğrultuda hareket ederken, “süreç ilerliyor” demeleri imkanını ortadan
kaldırmıştır. Dolayısıyla Kürt tarafının ”böyle gitmez artık” demesi ve “10
ilke”nin yürünecek yolun referansları olarak ortaya konmasıyla Hükümet
cenahının yapması gereken somut görevler de belirlenmiş olmaktadır.
Dolayısıyla süreç Hükümet cenahı için de “süreç eskisi gibi gitmez!” bir
aşamaya gelmiştir.
“10 İlke” ve 28 Şubat’taki deklarasyon sonrasında gelişen tartışmalar ve
yapılan girişimler sonrasında; müzakere sürecinin bir tarafında yer alan
Hükümet cenahı kendi içinde bölünmüş; Cumhurbaşkanı “Kürt sorunu
yoktur” diye başlattığı tartışmayı, “İzleme Heyetine de karşıyım”,
“Deklarasyona da karışıyım”, “ortak açıklama yapılmasına da karşıyım”,
“zaten ortak açıklama da değildi” çizgine kadar vardırarak, “görüşme
masası”nı fiilen terk etmiştir. Ki, bu da Erdoğan’ın bundan sonra
“masadaki” her gelişmeyi yokuşa sürmek için her imkanını seferber
edeceği anlamına gelmektedir.
IŞİD’in Hilafeti ve saldırganlığı karşısında Kürtlerin bölgede “kurtarıcı bir
halk” olarak sahneye çıkması”, “barış ve müzakere masası”ndaki Kürt
güçlerinin elini kuvvetlendirmiş, taleplerinin çıtasını yükseltmeleri için
imkanları olağanüstü artırmıştır. Ama bu gelişmeler, aynı zamanda, dış
politikası Ortadoğu’da duvara çarpan ve IŞİD’le el altından işbirliği yapan,
en azından bu konuda ciddi iddialar olan ve IŞİD’le ideolojik yakınlık, hatta
birlik içinde olan AKP Hükümeti’ni ise hem ulusal hem de uluslararası
planda zayıflatan bir rol oynamıştır.