iş cinayetlerinde değişen birşey yok

İş cinayetleri her geçen gün daha fazla gündemde kendine yer buluyor. Kendine bunca fazla yer

bulma nedeni, ne yazık ki ne emek örgütlerinin bu konudaki çabası, ne basının bu konuya gösterdiği

ilgi ne de toplumun duyarlılığı. İş cinayetlerinin daha çok gündeme gelmesinin arkasında yatan asıl

neden, işe bağlı çoklu ölümlerdeki artış. 2014 yılı içerisinde Soma ve Ermenek madenleri ile Torunlar

Center inşaatında meydana gelen “kazalar” iş cinayetlerini daha fazla gündeme taşımıştır.

Ancak hiçbir “kaza” sistemin işleyişinde önemli bir gedik yaratamadı.

Kaza öngörülemeyen nedenler ile beklenmeyen bir an ve şekilde meydana gelen olay olarak

tanımlanır. Ancak “iş kazaları” incelendiğinde tamamının öngörülebilir ve engellenebilir nitelikte

olduğu söylenebilir. Dolayısı ile emek örgütlerinin “iş kazası” yerine “iş cinayeti” tabirini

kullanmaları yerinde bir tutumdur.

Peki, önlenebilir nitelikte olup da, her yıl ortalama 1400 kişinin (son 6 yıl ortalaması) yaşamını

yitirmesine neden olan bu kazaların önlenememesinin sebepleri nelerdir. Zira yaşanan her “kaza”

sonrası, şirketler, ödedikleri tazminatlar, işgücü kayıpları vb. nedeni ile zarara uğrar. Fakat şirketler,

tüm faaliyetlerini, harcadıkları paranın sağlayacağı katma değer ile karşılaştırırlar. Bir şirket, iş

güvenliği için yapılacak doğrudan harcamalara ilave olarak, güvenlik için yapılacak iyileştirmelerin

neden olacağı gecikmelerin maliyetlerini de hesaba katar. Örneğin inşaat iş kolunda standartlara uygun

iskelenin maliyetine, iskele kurulum elemanının eğitim maliyetini, iskele kontrolörünün maliyetini,

kurulum ve denetim süresince duran işlerde çalışanların ücretlerini de katar. Güvenlik ağı, elektrik

tesisatı, boşlukların kapatılması vb. de hesaba katıldığında, önemli bir harcama kalemi ortaya çıkar.

Firmanın bu harcamaları yapması ise, satışa sunacağı daire ya da evin fiyatını etkilemez. Dolayısı ile

tüm bunlar (iş güvenliği sağlamak için yapılan harcamalar) işveren için “ölü” yatırımdır. Harcanan

emek zamanının katma değeri yoktur. Bu önlemleri alan firmalara bakıldığında, marka değerlerinin

yüksek olduğunu ve tüm önlemleri prestijlerinin bir sigorta pirimi olarak gördüklerini görürüz. Ayrıca

uzun vadede ödeyecekleri cezalarla kaybedecekleri prestijlerini, mali kalemler içinde de

değerlendirirler. Özetle marka değeri olan adı ve genellikle sermayesi de büyük firmaların güvenlik

önlemlerine az-çok yatırım yapmalarında insani bir yan aramak akılsızca olur.

“İş kazaları”nın sektörlere göre dağılımına bakıldığında, inşaat (inşaat sektörüne baraj, yol, köprü

vb. inşaasını da katmak gerekir) ve madencilik sektörünün öne çıktığı görülüyor. Sadece ölümlü vaka

adedi değil, sigortalı sayısına oranı bakımından da, bu iki sektör, en fazla “vak’a”nın yaşandığı

sektörlerdir. İki sektörün önemli bir ortak yönleri de, bu sektörlerde kısa vadede yüksek kâr olanağının

bulunmasıdır. Yine bu iki sektör, AKP Hükümeti döneminde atılım yapmış önemli bir rant paylaşım

alanıdır. Madencilik alanında rödevans yöntemi ile kamu madenleri özel sektöre (özellikle AKP

yandaşı şirket sahiplerine) devredilmiş ve kişi başına üretim miktarı hızla yükselmiştir. Beklenti,

müşterisi devlet olan bir sektörde, çok kısa sürede ilk yatırım maliyetinin geri dönmesidir. İnşaat

sektöründe de, TOKİ eli ile firmalar tüm yasal düzenlemelerden muaf tutulmuş, kat ve imar oranı

sınırlaması olmadan ülke adeta şantiyeye çevrilmiştir. Sektörün en cazip yanı ise, yapılan yatırımın 1-

2 yıl gibi sürelerde %30’lara varan, hatta daha yüksek oranda kâr ile dönmesidir. 

ASIL CAN ALAN REKABET!

İnşaat işkolunun bir diğer özelliği de sektörde çalışan taşeron firma sayısının çokluğudur. Adeta

ana yüklenici işverenden ibaret olup tüm faaliyetler taşeronlar ve onların alt taşeronları eli ile

yürütülür. Taşeronluk sistemi, emeğin birliğini bozarak, işçi ücretlerinin, sigorta ve sosyal hakların

baskılanmasını, çalışma süresi ve koşulları bakımından daha kötü şartların dayatılmasını sağladığı

gibi, “iş kazaları”ndan doğacak hukuki sorumluluk ve yaptırımların da daha alttaki firma sahip ve

yöneticilerine yıkılmasını da sağlamaktadır. Böylece firmalar, daha az maliyetle birlikte daha az

sorumluluk ve cezayı da garanti altına almış oluyorlar. Daha az maliyet için yapılanlar içinde ilk sırayı

aşağıdakiler alır:

– Uygun nitelikte teknik kadro bulundurulmaz, yasaların zorladığı konularda hizmet alınmadan

düşük fiyatlara gerekli belgelere imzalar attırılır.

– Her iş için gerekli olan iş öncesi eğitimler aldırılmaz, eğitimin zorunlu olduğu konularda belge

düzenleyebilecek kurum ya da kişiler bulunur. Oysa iş hayatına olumsuz koşullar ve örneklerin içinde

başlamış ve devam etmiş kişiler için uygun içerikte hazırlanmış bir eğitim, o güne kadar farkına

varmadığı tehlikeleri algılamasını ve önlem almasını sağlayabilecek bir silah olabilir.

– Teknik yeterliliği kanıtlanmış ürün yerine fiyatı en düşük ürün ve malzemeler kullanılır. Örneğin

standart dışı el aletleri, kişisel koruyucular, iskeleler vb.

– Daha kısa zamanda daha çok iş üretmek. Bunun için çalışanlara haddinden fazla mesai yaptırılır,

çalışanlar üzerinde baskı kurulur ya da bunun oto kontrolü için götürü usulü iş verme, prim taahhüt

etme gibi yollar seçilir. İnşaat sektörü gibi gece çalışmasının yüksek risk teşkil ettiği sektörlerde

günlük ve yıllık yasal sınırlar da aşılarak yapılan mesaili çalışmalar da, işin teslim süresi için yapılan

işlerdendir.

Fason üretim yapan ve taşeron şirketler ile küçük işletmelerde “kaza” oranının yüksek olduğu

görülür. Sermayenin yüksek rekabet baskısı, küçük işletmeler, tedarikçiler, fason üretim yapanlar,

taşeronlar vb.’nde her şeyde kesinti dürtüsü yaratıyor. Bu da “katma değer yaratmayan” her şeyde

tasarrufa yöneltiyor. Böylelikle sermaye gerek mali riskini gerekse kaza riskini aşağıya doğru

bastırmış oluyor. Nihayetinde iş cinayetlerinde yaşamını yitirenler, X markasının ürünün üretilmesi ve

pazarlanması için yürütülen faaliyetlerden birinde yaşamını yitirmiş oluyorlar. Çin, Tayvan, Malezya

vb. ülkelerde ölen işçilerin büyük çoğunluğu çok yakından tanıdığımız markaların ürünlerini üretirken

hayatlarından oluyorlar.

SGK verilerine göre bir diğer yüksek kaza grubu da, kısmi süreli çalışanlardır. Deneyim ve eğitim

eksikliği olan bu gruptaki işçilerin yeterli eğitim ve deneyim kazandırılmadan çalıştırılmaya

başlanması da bir diğer “kaza” nedenidir.

Tabii ki, tüm bu maliyet azaltımının faturası, ölen, uzvunu kaybeden veya çeşitli hastalıklara

yakalanan işçi tarafından ödenmiş oluyor. Kısacası kapitalizmin rekabete dayalı yapısı dünya üzerinde

birçok işçinin yaşamını karartıyor.

HAYATTA KALMANIN YOLU ÖRGÜTLENMEK

Ülkeler kıyaslandığında, “iş kazası” sonucu ölüm vak’ası ile emekçilerin genel kazanımları

arasında bir paralellik olduğu gözleniyor. Örneğin Türkiye, Rusya, Meksika, Ukrayna gibi ülkelerde

ölümlü kaza oranının (yüz binde 6-14 arası), Norveç, İngiltere, Fransa ve Almanya’ya (yüz binde 0,7-

2,5 arası) göre çok daha yüksek olduğu görülüyor. Burada temelde 2 etken olduğu kanısındayım.

1- Üretim sürecinin örgütlenmesinde emekçilerin rolü

2- Yasal düzenlemeler üzerinde emekçilerin baskısı

Emeğin örgütsüz olduğu ülkelerde “kazalar”ın çokluğuna paralel olarak ülkemizde de sendikasız

işyerlerinde, sendikalı işyerine nazaran daha çok kaza meydana gelmektedir. Örgütsüz işçilerin büyük

çoğunluğu kendisine verilen talimatı yerine getirmemesi durumunda işini kaybedebileceği düşüncesi

ile hareket etmektedir. Bu nedenle yapacağı işin kendisi için doğurabileceği riskler için fikrini beyan

etmekten imtina eder, fikir beyan etse bile bu çoğu zaman işe yaramaz.

Her ne kadar örgütlü işçilerin daha az “iş kazası”na uğradıklarını söylesek de, sendikaların iş

cinayetlerine karşı yeterli düzeyde mücadele ettiklerini söyleyemeyiz. Bunun iki temel nedeni olduğu

düşünülebilir; birincisi, gerekli yasal düzenlemeler için bir basınç yaratmamaları, ikincisi ise iş

cinayetleri sonrasında büründükleri sessizliktir. Bu yüzden özellikle ileri işçilerin kendi örgütlerini

değiştirip dönüştürmek üzere de büyük uğraş vermeleri gerekmektedir.

ÇALIŞMANIN KUTSANMASI

Hemen her kapitalist ülkede çalışmak kutsal bir değer kabul edilirken, yasal gereklilikler ve kendi

ihtiyaçlarından fazla çalışmayı reddenleri nitelemek üzere “tembellik” yerilir.  Bunun nedeni elbette ki

insanın üretim yolu ile diğer insanlara fayda sunması değildir. Kutsanan, aslında kapitalistin kârıdır ve

çalışma yaşamının burjuva ahlakiliğine bu temellik eder. Bu ahlak, çalışmak için her koşulu kabul

etmeyi söyler. Kapitalist çıkarlar uğruna üretilen savaşlarda ölüme yollanıp sonra şehit ünvanı verilen

askerler gibi, Soma’da ve Ermenek’te yaşamını yitiren işçilere de şehit denilmiştir. Oysa bu ölümler

önlenebilirdi veya önlenmesi mümkün değil ise bu madenlerde üretim yapılmayabilirdi. İş

cinayetlerinin önüne geçmek için emekçilerin vermesi gereken savaşlardan birisi de kapitalizmin

kutsanmış değerlerinin alaşağı edilmesi savaşıdır.

YASAL DÜZENLEMELER NE ANLAM TAŞIMAKTADIR:

Hükümet Haziran 2012’de çıkardığı 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasası ile “iş kazaları”nın

azaldığı iddiasında bulunsa da, istatistikler bunu yalanlamaktadır. Aşağıdaki veriler (SGK verileri ve

basın kaynaklarından derlenmiştir), kanun çıktıktan sonra olumlu bir gelişme kaydedilmediğini açıkça

göstermektedir.

Yıllar

Sigortalı Sayısı

2009 2010 2011 2012 2013 2014

9.030.202 10.030.810 11.030.939 11.939.620 11.305.088 12.868.737

Kaza sonucu ölüm

Meslek Hastalığı

1171 1454 1700 868 1360 1886

1 0 10 10 0 29

Sıklık

(100.000 çalışana karşılık

ölen çalışan sayısı)

12.97 14.50 15.50 7.35 12.03 14.66

Çalışma Bakanlığı’nın iş müfettişi sayısı, Kanunun uygulanmasında hükümetin isteksizliğinin

başlıca göstergesidir. Günümüz Türkiye’sinde ÇSGB’nin teknik ve sosyal müfettiş sayısı 1000’in

altındadır. Sendikaların ise böyle bir yetkisi yok.  Oysa 1975 yılında Sovyetler Birliği’nde sendikaların

iş müfettişi sayısı 5 bin 500’dü ve ayrıca devletin de 20 bin iş müfettişi bulunmaktaydı.

6331 sayılı Kanunun yayınlanmasının ardından bazı değişiklikler yaşandı. Bunların başında

işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğunun getirilmesi yer alıyor. Bu

zorunluluk, kanunun ilk yayınlandığı tarihte çok tehlikeli sınıftaki işyerleri için her 500 çalışana 1 iş

güvenliği uzmanı olarak belirlendi, ancak sermaye örgütlerinden gelen ve şüphesiz maliyet gerekçesini

ileri süren tepkiler ve baskıyla her 1000 çalışana 1 uzman olarak değiştirildi. Yani sadece 1 uzman,

1000 kişinin çalıştığı büyüklükteki, üstelik de çok tehlikeli sınıfta yer alan bir işyerinde (döküm

fabrikaları, inşaat işleri, kimya sanayi, petro-kimya tesisleri vb.) risk değerlendirmesi, saha kontrolü,

eğitim faaliyetleri (kanuna göre işçi başına 16 saat) kişisel koruyucu donanım seçimi, kurul toplantısı,

kaza analizi vb. faaliyetleri yürütecektir. Bunun kesinlikle mümkün olmadığı ve olamayacağı herkes

için aşikardır. Gerçekte olan, belirli bir ücret karşılığında cezai sorumlulukların birisine

devredilmesidir. Yaşanan “kazalar” da göstermiştir ki, patronun almadığı tedbir sonucu yaşamını

yitirenlerin cezası, aslında başka bir ücretli çalışan olan iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimlerine

kesilmektedir.

Kanunla birlikte yeni tanıştığımız bir yapı Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri (OSGB)’lerdir.

OSGB’ler, yarı veya tam zamanlı hizmet alımı yolu ile, işyerlerine uzman ve hekim istihdamı sağlayan

ticari işletmeler olup sayıları hızla artmıştır. Bu kurumlar aracılığı ile çok sayıda üniversite mezunu,

işsizlik baskısı ile cüz’i bir ücret karşılığında ayda birkaç saat gördükleri işletmelerin sorumluluğunu 

almaktadır. Bir nevi sermayenin yeni sigorta şirketi görevini yüklenmektedirler.

Tüm olup bitenler düşünüldüğünde, yaşananlar, en temel insan hakkı olan yaşam hakkına bile sahip

olmak için örgütlü bir mücadele vermek dışında çıkar yol olmadığını göstermektedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑