2008 krizinin ardından akademik çevrelerde hakim iktisat paradigmasında kırılmalar yaşanmasına neden olacak bir süreçten geçtiğimiz sıkça vurgulanmaktaydı. 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde derinleşen gelir eşitsizliği, finansal kesimin denetimsizleşmesi, reel sektör ile bağının giderek zayıflaması ve toplam hasıla içerisinde artan payının uzun vadede mevcut sermaye birikim modelinin istikrarını tehdit ettiği konularında pek çok ana akım iktisatçının dahi eleştirel tutum takındığına şahit olduk. Ne var ki, 1929 krizi sonrası ile kurulan paralelliklerin ve New Deal benzeri çıkış önerilerinin sözde kaldığı, kriz ardından ortaya konulan politikaların büyük ölçüde eleştirilen finansal kurumlara kaynak aktarmaktan ibaret olduğu anlaşıldı. Sınıf mücadelesi tarafından baskılanmadığı takdirde egemen sınıfların geniş halk kesimlerine dönük ufak tavizlere dahi yanaşmayacağı bir kez daha görüldü.
Nihayetinde, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ekonomilerde devreye sokulan genişlemeci para politikaları varlık fiyatlarını kriz öncesi seviyelere taşırken, finansal sistemin kırılganlıkları makyajlandı. Yatırım bankalarının bilançoları sisteme enjekte edilen trilyonlar ile toparlandı. Varlık balonu bir kez daha pompalanarak finansal sistem ayağa kaldırıldı.
Burada ABD ve Avro Bölgesinde uygulanan krizden çıkış politikaları arasındaki kimi belirgin farklılıkları da göz ardı etmemek gerekiyor elbette. ABD krizin hemen ardından fazla vakit kaybetmeksizin parasal genişlemeye yönelip kamu harcamalarını yükselterek tarihinin en büyük bütçe açıklarıyla krizi aşmaya çalışırken, Avro Bölgesi Almanya’nın da ağırlık koymasıyla bütçe disiplinini ön plana çıkaran bir hat izledi.
Bugün geldiğimiz noktada ABD ve Avrupa ekonomileri arasında belirgin bir ayrışma eğilimi göze çarpıyor. ABD ekonomisine baktığımızda GSYİH’nın krizin öncesinde yani 2008 yılındaki zirvesinin yüzde 8 üzerinde olduğunu görüyoruz. Euro bölgesi ise aynı dönemdeki zirvesinin halen yüzde 2 altında seyrediyor. 2014 yılının son çeyreğinde ABD ekonomisi bir önceki çeyreğe göre yüzde 2.6 büyüdü. Bu oran yaz aylarında yüzde 5’e kadar tırmanan büyüme oranı karşısında ciddi bir gerileme gibi değerlendirilebilir. Ama yazın gerçekleşen yüksek büyümenin içerisinde tek seferlik askeri alımların payı da göz önünde bulundurulmalı. Son verilerle birlikte ABD ekonomisi 2014 yılı içerisinde 2.4 oranında bir büyüme yakaladı. Bu oran 3. çeyrek verileri sonrasında yükselen beklentileri tatmin etmekten uzak olsa da, Amerikan ekonomisin 2010’dan bu yana yakaladığı en yüksek büyüme hızı.
Aynı dönemde Avro bölgesinde bir önceki çeyreğe göre yüzde 0.3, bir önceki yıla göre ise yüzde 0.9 büyüme kaydedildi. Elbette Avro bölgesin içinde de ülkelerin performansları arasında kayda değer farklılıklar mevcut. Bölge ekonomisinin motoru olarak görülen Almanya son çeyrekte beklentilerin iki katı (yüzde 0.7) dolayında büyüme kaydederek yıllık bazda yüzde 1.6’lık bir büyüme oranı yakaladı. Alman ekonomisinin son çeyrekte gösterdiği sürpriz büyümenin büyük ölçüde iç talep kaynaklı olduğu ve hane halkı harcamalarındaki hareketlenmeden kaynaklandığı görülüyor.
Avro bölgesinin ikinci büyük ekonomisi Fransa’da ise işler iyi gitmiyor. Ülke ekonomisi yılın son çeyreğinde yüzde 0.1 oranında büyüme kaydederken yıllık bazda ise yüzde 0.4 dolayında büyüdü. Bu yıl pozitif büyüme gerçekleştirmesi beklenen İtalya’da ise iç talepteki zayıflama ihracattaki büyümenin önüne geçti ve ekonomi bir kez daha geriledi (yüzde 0.4). İtalyan ekonomisi 2013 ve 2012 yıllarında da sırasıyla yüzde 1.9 ve 2.3 oranlarında daralmıştı.
Bölgenin ihracat kapasitesi en yüksek ekonomilerinden Hollanda son çeyrekte yüzde 0.5 yıl bazında ise yüzde 1 büyüme gösterdi. İspanya ekonomisi ise geçtiğimiz çeyrekte son 7 yılın en yüksek büyüme hızına ulaşarak yüzde 0.7 büyüdü. İspanya bir önceki yılın aynı dönemine oranla ise yüzde 1.4 büyüme kaydetti. Avro bölgesinin en problemli ekonomisi Yunanistan ise hızlı daralma süreci sonrasında 2014 yılı içerisinde yüzde 1.7 dolayında büyüdü. Ne var ki, bu büyüme süreci büyük ölçüde geçmiş dönemdeki daralmanın yarattığı baz etkisinden kaynaklanıyor ve Yunan ekonomisinin önündeki belirsizlikler sürüyor. Troyka tarafından ülkeye dayatılan ağır koşullar bölgenin en güçlü ekonomisi Almanya’nın dahi yakalayamadığı bir bütçe performansını gerekli kılıyor. Uluslararası sermayenin faiz dışı fazla konusundaki kararlılığı kırılamadığı takdirde orta ve uzun vadede dahi bir toparlanma olanaksız görünüyor. Yapılan hesaplara göre Troyka tarafından sunulan orijinal plan 2020-2030 yılları arasında yüzde 7.5 gibi bir bütçe fazlası verilmesini gerektiriyor ki, bu olanaksız olduğu gibi hasta Yunan ekonomisini hayatta tutma kaygısının dahi gösterilmediğinin en açık göstergesi. Bu açıdan anlaşmanın 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya dayatılan Versay anlaşmasından dahi ağır koşullar içerdiği söylenebilir.
ABD ve Avro ekonomileri arasındaki ayrışmanın bir diğer önemli göstergesi ise işsizlik oranları. ABD’de işsizlik yüzde 5.6 ile 2008 yılının Haziran ayındaki seviyeye geriledi Avro bölgesinde ise halen yüzde 11.4 seviyesinde. Genç nüfus işsizliği yüzde 23’ün üzerinde seyrediyor. Özellikle genç nüfustaki yüksek işsizlik oranları, vade uzadığı sürece kronik hale gelebilme tehlikesi taşımaktadır. Şöyle ki, iş piyasasına kriz sürecinde atılan ve uzunca bir süre iş bulamayıp iş tecrübesinden mahrum kalan kesimin ekonominin toparlanmaya başlaması durumunda dahi istihdamında zorluklar yaşanacaktır. İşverenler iş tecrübesi olmayan, mezuniyet sonrası yaşamını işsiz geçirmiş bireylerin istihdamı konusunda çekince gösterecek ve onlardansa yeni mezunları işe almayı tercih edecektir. Bu nedenle kriz dönemi gençliğinin istihdam olanakları ileride işler yoluna girse dahi daralacaktır.
Geçtiğimiz yıl içerisinde Avrupa ekonomisinin genel performansını belirleyen dışsal etkenlere baktığımızda üç başlık ön plana çıkıyor. Bunlardan ilki petrol fiyatlarının yüzde 50’nin üzerinde bir gerileme kaydetmesi. 2014 yılı Haziran ayında varili 115 dolar civarında olan Brent petrolünün fiyatı 2015 Ocak ayında 50 dolar seviyesinin altını gördü (Şubat ayı itibariyle halen 60 dolar seviyesini altında seyrediyor). Enerji bağımlılığı üst düzeyde olan Avrupa ekonomisi açısından bu durum üretim maliyetlerini düşürerek kâr marjlarını ve üretimi pozitif yönde etkiledi ama uzun vadede bireylerin ekonomiye dönük güven eksikliğini yansıtan tüketici talebini toparlamaya yetmedi.
Avro bölgesinin ekonomik performansını hareketlendirebilecek bir diğer gelişme ise Avro’nun geçtiğimiz aylarda dolar başta olmak üzere yabancı para birimleri karşısında değer yitirmesi idi. Avro dolar paritesi Mayıs ayında 1.40 düzeyinden kademeli olarak 2015 Ocak ayı içerisindeki 1.11 seviyesine kadar geriledi. Kısacası yüzde 20 dolayında değer yitirdi. Avro’nun dolar karşısında aşırı değerli olduğu yönünde değerlendirmeler son on yıldır istikrarlı bir şekilde cari açık veren Fransa tarafından sıkça eleştirilmekteydi. Ne var ki, Merkel hükümeti güçlü Avro politikasından uzunca bir süre taviz vermeye yanaşmadı. Avrupa Borç Krizi’nin ardından 1.19 seviyelerine kadar çekilen parite, bölge ekonomisinin derinleşen sorunlarına rağmen FED’in doların değerini baskılayan genişlemeci politikalarının Avrupa cephesinden aynı karşılığı bulmaması nedeniyle tekrar yönün yukarıya çevirdi.
Son dönemde yaşanan Avro’daki değer kaybı petrol fiyatlarındaki düşüşün üretim maliyetleri üzerindeki etkisini sınırlandırmakla beraber ihracat üzerinde olumlu etkiler yaratacaktır. Ne var ki, aksi yöndeki gelişmeler de göz ardı edilmemeli. Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar bölge ihracatına büyük darbe vurdu. Şu ana değin uygulanan yaptırımların AB’ye toplam maliyetinin 21 milyar Avro dolayında olduğu tahmin ediliyor. Paritedeki hareketlerin Avro bölgesi ekonomilerinin ihracatı üzerindeki etkisini sınırlandıran bir diğer önemli etken ise ülkelerin dış ticaretinin önemli ölçüde birbirleriyle yani Avro bölgesi içinde gerçekleşiyor olması. Bölgede zayıflayan tüketici talebi ihracat rakamlarını da baskılıyor.
Dönem itibarıyla her iki bölgenin konjonktür dalgasının farklı aşamalarında olduğu bir gerçek. Bu nedenle Avro bölgesinde genişlemeci para politikaları bir süre daha devrede kalacak gibi görünmekle birlikte ABD’de varlık alımları halihazırda sonlandırılmış durumda. Yıl içerisinde FED’in faizleri de yükseltmeye başlaması yüksek ihtimal. Mevcut koşullar altında paritedeki aşağı yönlü hareketin süreceğini kolayca öngörebiliriz. Ne var ki, son dönemde Avro ülkelerinin dış ticarette rekabet içerisinde olduğu Japonya başta olmak üzere pek çok ülkenin de, para birimlerinin değerini düşük tutma çabası içinde olduğu bir gerçek. Bu durum paritedeki hareketlerin bölge ihracatı üzerindeki etkisini sınırlandıracaktır. Kaldı ki son dönemde Amerikan kamuoyunun sanayi üretiminin deniz aşırı ülkelere kaymasına dönük artan tepkisi ve yaklaşan kritik başkanlık seçimleri de düşünülürse, kur savaşlarının kızışması durumunda Amerika cephesinde kur politikasının revizyonu veya ithalat sınırlamaları gibi uygulamalar da gündeme gelebilir.
Avro bölgesi açısından en önemli tehditlerin başında ise hiç kuşkusuz giderek büyüyen deflasyon riski geliyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde dünyada enflasyon hedeflemesi uygulayan 46 ülkeden 30’u enflasyon hedefinin altında kalırken, geleceğe dönük enflasyon beklentilerinde de belirgin bir düşüş göze çarpıyor. Bu tehlike özellikle Avrupa ülkelerine baktığımızda daha da belirginleşiyor. İtalya ve İspanya’nın da dahil olduğu 8 Avrupa ülkesinde deflasyon yaşanmakla birlikte, AB ülkelerinde ortalama enflasyon oranı yüzde 0.3 seviyesinde bulunuyor. İngiltere, Almanya ve Fransa’da enflasyon oranları sırasıyla yüzde 1.3, 0.8 ve 0.4 seviyelerinde. Dahası hizmet sektöründeki fiyatları bir kenara koyarsak, 15 Avrupa ülkesinin 11’inde mal fiyatlarının bir önceki yıla göre değer kaybettiği görülüyor. Finlandiya, Avusturya, İngiltere ve Almanya’da ise mal fiyatlarındaki artış yüzde 0.5’in altında kalıyor.
Tarih bize gösteriyor ki yüksek enflasyon son derece olumsuz sonuçlar doğurmakla birlikte, deflasyonun sonuçları çok daha yıkıcı oluyor. Enflasyon fiyatların yükselmesidir, dolayısıyla paranın alım gücü zaman içerisinde gerilemektedir. Bu nedenle yüksek enflasyon tüketimi tetikler. Günlük enflasyonun yüzde 40’ları bulduğu Alman hiperenflasyonu örneğinde halk kazancı eline geçtiği gibi soluğu çarşıda pazarda alıyordu, birkaç gün içerisinde harcanamayan paralar ise ya duvar kağıdı olarak ya da sobaları tutuşturmak için kullanılıyordu.
Deflasyon ise fiyatların gerilemesi, dolayısıyla paranın alım gücünün zamanla artması anlamına gelir. Deflasyonist ortamda tüketim ertelenir, talep geriler, üretim daralır. Dahası, işletmelerin borçları nominal olarak sabit kalırken, düşen fiyatlar ve daralan taleple birlikte gelirleri ve net varlıkları geriler. İflaslar artarken ekonomik kriz derinleşir, toplumsal çalkantılar artar. İngiliz tarihçi Frederick Taylor’ın da vurguladığı gibi sanılanın aksine Nazileri iktidara taşıyan asıl etken 1920’lerdeki hiperenflasyon değil, 1930’lardaki “Brüning Deflasyonu”dur.
Gerçek şu ki, 2008 krizi sonrasında Avro bölgesi enflasyonu yüzde 2’nin altına gerilemesine rağmen FED ve Bank of England’ın aksine Avrupa Merkez Bankası (AMB) para politikasını gevşetmekte fazlasıyla direndi ve zaman kaybetti. Sıkı duruşun korunmasında en büyük pay hiç kuşku yok ki Merkel önderliğindeki Almanya’nındı. Zaman zaman AMB Başkanı Draghi ile açıktan zıtlaştıklarına dahi şahit olduk. Diğer bölge ekonomilerini yapısal reformlarla terbiye etme ve siyasi hegemonya alanını genişletme arayışındaki Merkel’in ısrarı krizi derinleştirdi. Nihayetinde, deflasyon riskinin giderek belirginleşmesi karşısında ise geri adım atmak durumunda kaldı ve AMB tarafından aylık 60 milyar Avro tutarında ve en az 2016 Eylül’üne sürdürülecek varlık alım programı devreye sokuldu. Böylece FED’in varlık alımlarını sonlandırdığı bir süreçte AMB bankası kapsamlı bir varlık alımına yönelerek iki ekonomi arasındaki ayrışmayı tescillemiş oldu.
Daha öncede belirttiğimiz gibi Avro bölgesi ve ABD ekonomileri arasındaki farklılıklar para politikası ile sınırlı değil. Avro bölgesinin patronu konumundaki Almanya’nın bütçe disiplini konusundaki ısrarı özellikle borçlu ekonomilerin toparlanmasını sağlayabilecek etkin kamu politikalarının geliştirilmesini olanaksız kılıyor. Bu açıdan SYRIZA’nın seçim zaferi diğer bölge ekonomileri için de önemli bir hareket alanı yaratabilirdi. Ne var ki, bunun farkında olan Almanya bu konuda son derece sert ve tavizsiz bir tutum sergiledi. Daha işin başında Avro’dan çekilmesinin söz konusu dahi olamayacağını belirten SYRIZA ise kendi manevra alanını daralttığı için Eurogroup ile yapılan ilk görüşmelerden bu yıl içerisinde verilmesi gereken faiz dışı fazlaya dönük ifadelerin muğlaklaştırılması dışında somut bir kazanım elde edilemedi. Dahası, Selanik programından önemli ölçüde tavizler verildi. Oysa ki, SYRIZA’nın bu süreci başarıyla sürdürebilmesi, yıl sonunda sandığa gidecek İspanyol seçmenin tercihleri üzerinde oynayacağı rol de düşünüldüğünde, bölgedeki siyasi konjonktürün yeniden şekillenmesi açısından büyük önem taşıyor. Bu nedenle, neoliberal saldırganlık karşısında gerçekçi çıkış yolları üretebilmek için SYRIZA’nın siyasi tutarsızlıklarının eleştirilmesi kadar, Yunan halkının geleceğini ipotek altına alan bir program karşısında uluslararası dayanışmanın örgütlenebilmesi de gerekmekte. Avrupa halkları kemer sıkma politikalarına karşı örgütlü bir tepki ortaya koyarak sesini yükselttikçe Yunan hükümetinin pazarlık masasında manevra alanı genişleyecektir.