Emperyalizm ve Anti Emperyalist mücadelenin bazı sorunları

Son zamanlarda dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkelerinde peş peşe gelen

emperyalist askeri müdahaleler, emperyalizmin işgallere ve müdahalelere

ilişkin yönünü belirgin bir biçimde ortaya çıkardı. Emperyalizmin işgal ve

müdahaleler olmadan da sömürüsünü gerçekleştirdiği gerçeği neredeyse

arka plana düştü. Bizim ülkemizde de Ortadoğu merkezli gelişmeler çarpıcı

bir biçimde öne çıktı. Bu, elbette bir yanıyla doğal bir gelişme, ama öte

yandan ülkenin kendisinin de emperyalist sömürü ve bağımlılık altında

olması gibi temel bir gerçeklik bulunuyor. Adeta bu gerçek üzerinde

dikkatlerin ve duyarlılığın gölgelendiği bir dönem yaşanıyor.

Bu duruma, bizim ülkemiz gibi ülkelerde uluslararası emperyalist

kuruluşların –IMF, Dünya Bankası vb.– faaliyetlerinin geri plana çekilmesi,

özelleştirilmelerin eski temposundan –büyük ölçüde tamamlandı, bazı

sektörlerde yeniden yapılması söz konusu– uzak bulunması vb… faktörlerin

yol açtığı ileri sürülebilir. Ancak vurgulamak gerekir ki, emperyalist

tekellerin ve onların işbirlikçisi yerli tekellerin faaliyetleri ve sıcak para

dolaşımı sürüyor ve üretimin, mali sektörün, ticari alanın içerisinde bu

tekellerin payı küçümsenmeyecek bir düzeyde.

Keza ülkenin emperyalist ülkelere olan borçları istikrarlı bir tempoyla

artıyor ve “faiz lobisi”ne karşı ne kadar demagojik salvolar yöneltilse de

faiz ödemeleri katlanarak büyüyor. Bütün bunlar ülke üzerindeki

emperyalist sömürünün ağlarını sıkıca ördüğünün kanıtları durumunda.

Üstelik bu bağımlılık giderek içine yeni alanları da alarak –örneğin nükleer

enerji, sanayinin yeni dalları vb– genişleme eğiliminde.

Bütün bu nedenlerden dolayı anti-emperyalist mücadelenin, tekellere

karşı mücadelenin bazı sorunlarını temel hatları ile ele almak yararsız bir

çaba olmayacaktır. Bu genel girişten de anlaşılacağı gibi, burada yeniden

emperyalizm üzerine genel hatırlatmalar yapmak yerine, emperyalist

sömürünün geri planda kalan bazı temel biçimlerinin hatırlatılması ve

emperyalizme karşı mücadelede sıkça rastlanan çarpık anlayış ve

yaklaşımların genel bir eleştirisi ile yetineceğiz.

TEKELCİ KAPİTALİZM, EMPERYALİZMİN EKONOMİK ÖZÜDÜR

Ara başlıkta ifade edilen bu gerçek bir süredir unutulmuşa

benzemektedir. Dahası Lenin, “emperyalizmin en kısa tarifini yapmak

olanaklı olsaydı, onu tekelci kapitalizm diye tanımlayabilirdik” vurgusunu

yapmaktadır. Ancak emperyalizm, sömürü için yine tekellerin çıkarları ile

bağlantılı olan farklı mekanizmaları –sermaye ihracı, ona bağlanmış meta

ihracı, dünyanın paylaşımı, askeri politikalar, emperyalist diplomasi vb.–

harekete geçirdiğinden, elbette bütün bu yönlerini kapsayacak tarzda ele

alınmalıdır.

Ancak bir süredir emperyalist sömürünün temel biçimlerinin

unutulmakta olduğuna ya da göz ardı edildiğine tanık olmaktayız.

Kuşkusuz bu konuda farklı gerekçeler vardır. Ama kalkış yolları farklı olsa

da varılan yer aynı olmaktadır. Örneğin eski İşçi Partisi, yeni Vatan Partisi

lideri Perinçek emperyalizme karşı mücadelenin lafızda bayraktarlığını

yapmaktadır. Ama onun anti-emperyalist mücadeleden anladığı “sıcak para

komisyoncularıdır”. Perinçek, Vatan Partisi’nin hedeflerini şöyle açıklıyor:

“Önümüzdeki program: Türkiye’nin Vatan Bütünlüğünü sağlamak ve

üretim ekonomisi kurmaktır.”.. “…Hedef alacağımız güçler, Bölücüler ve

Üretim ekonomisinin karşısındaki Sıcak Para Komisyoncuları ve

Hortumculardır.”

“Hedef alınan” güçler ülkenin kurtuluşu için kendisine karşı mücadele

edilmesi gereken güçlerdir. Biz konumuzu emperyalizme karşı mücadelenin

sorunları ile sınırlandırdığımız için konunun sadece bu yönünü ele alıyoruz.

Burada karşımıza çıkan ise, sadece “sıcak para komisyoncuları ve

hortumculardır”! “Sıcak para” diye tabir edilen para akışkan bir sermayedir

ve en fazla vurgunu nerede vuracaksa oraya doğru akar, ülkeden ülkeye

dolaşır vb. “Sıcak para”ya dayalı ilişki, emperyalist sömürünün, mali

sermayenin spekülatif yönleri ağır basan bir sömürü biçimidir, ama tek

sömürü biçimi değildir. Geçerken vurgulamak gerekirse; Mart 2015

itibariyle ülkedeki sıcak paranın 114 milyar dolar (aktaran Uras. Milliyet)

olduğu tahmin edilmektedir. Bunun küçümsenmemesi gereken bir miktar

olduğunun altının çizilmesi gerekir.

Ancak “sıcak para” dışında da emperyalist sömürü hükmünü

sürdürmektedir. Şu gerçek çok iyi bilinir, ülkemizde yerleşik ve kalıcı

biçimde kökleşmiş bir mali sermayenin varlığı söz konusudur. BDDK

(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) Başkanı Öztekin,

bankacılıkta yabancı payının yüzde 41 olduğunu söylemektedir ki bu

iyimser bir rakamdır. 2012 itibarıyla 22 bankanın sermayesi yabancılar

tarafından kontrol edilmektedir. Ama bu arada yeni satışlar olduğunu ve bu

kontrol oranının yükseldiğini ve sürekli olarak yükselme eğiliminde

olduğunu da belirtmek gerekiyor. 2015 itibariyle bankacılık sektörünün

yarıdan fazlasının yabancı sermayenin egemenliğinde olduğu tahmin

edilmektedir. Bu yazı üzerinde çalışılırken, İtalyan kökenli Intesa

Sonpaulo’nun “yatırım bankacılığı” yapmak üzere ülkeye girdiği, şirketlere

daha şimdiden 1 milyar dolar tutarında kredi verdiği gazetelerin ekonomi

sayfalarında yer alıyordu.

Bankacılıktaki bu durum sanayide de görülmektedir. Milliyet

Gazetesi’nin ekonomi sayfasında yer alan şu haber yeterince açıklayıcıdır:

“İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından açıklanan ‘Türkiye’nin 500 Büyük

Sanayi Kuruluşu 2004′ araştırmasına göre, 500 büyük sanayi kuruluşu

içinde, 158 yabancı ortaklı şirket yer aldı. 2004 yılı verilerine göre yabancı

sermayeli şirketler, yerli sermayeli şirketlere göre çok daha kârlı ve verimli

çalışıyorlar. 500 büyük sanayi kuruluşunun yarattığı brüt katma değerin

yüzde 49’unu, toplam ihracatın yarısını, toplam kârın yüzde 44.4’ünü,

toplam satışların yüzde 42.5’ini, 158 şirketle ve yüzde 27.3 istihdam payı

ile gerçekleştirdiler. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketinin yüzde

33’ünü oluşturan yabancı sermayeli şirketler, 2004 yılında katma değerin

ve ihracatın yüzde 50’sini gerçekleştirdi. 342 yerli sermayeli şirketin,

toplam istihdamdaki payları yüzde 72.7 olmasına karşın, toplam kârın

ancak 55.6’sını gerçekleştirdi.” Bu tablo emperyalist ülkelere ait tekellerin

ülke içerisindeki sömürüsünü çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.

Burada sözü edilen “şirketler”, kolayca anlaşılacağı gibi, uluslararası

tekellerin uzantılarıdır. Diğerleri de “yerli tekellerdir” ve bu “yerli tekellerin”

bir kısmının farklı sektörlerde yabancı tekellerle iç içe girdiğini, onların

işbirlikçileri olduğunu belirtelim. 2009 yılında 153 olan şirket sayısının

2013’te 137’ye indiği görülmekte. Bu duruma 2008 yılındaki krizin

etkilerinin yol açtığı anlaşılmaktadır. Yine bu krizin etkileri ile bunların

ihracattaki payı yüzde 41.8’e gerilemiş durumdadır. Bu iniş çıkışların

konjonktürel olduğunu, ama yabancı tekellerin ülke ekonomisine köklü bir

biçimde nüfuz ettiğini belirtmek gerekir.

İSO BSK verilerine göre, 2013 yılı itibariyle en büyük 500 kuruluş içinde

55’i yüzde 100, 28’i yüzde 50.1-99.9 paya sahip olmak üzere çoğunluk

hissesi yabancı sermayeli 83 şirket faaliyet göstermektedir. Yabancıların

daha küçük paylara sahip olduğu şirketler de bulunmaktadır. Bankacılıkta

ve sanayide kabaca durum böyledir. Emperyalist sömürü tekeller

aracılığıyla gerçekleştirilmekte, bu tekeller ülke ekonomisinin kılcal

damarlarına kadar yayılmaktadır. Ford, Reno, Fiat, Toyota vb. bunlardan

sadece bazılarıdır. Bu, krizler vb. dışta tutulacak olursa tıkır tıkır işleyen bir

“üretim ekonomisi”ni ve burada gerçekleşen emperyalist sömürüyü

göstermektedir. Ama bu sömürü biçimlerinin üzerine ülkenin dış borçlarını

da eklemek gerekiyor.

Türkiye’nin brüt dış borcu 400 milyar dolardır. Bunun 170 milyar doları

özel sektörün –bankalar hariç– borcudur. 2014 itibarıyla kısa vadeli dış

borçlar 133 milyar dolardır. (Bkz. Özgürlük Dünyası 263, Falakaoğlu) Yine

ekonomistlerin hesapları ile, AKP Hükümeti 12 yılda kabaca 550 milyar

dolar dış borç almış, bunun yine kabaca 450 milyar doları cari açık

finansmanında kullanılmış, geriye kalan 100 milyar dolar da döviz

rezervlerine eklenmiştir. (E.Cansen) Ülkenin sadece bu yıl ödeyeceği dış

borçların ana para ve faiz ödemeleri 160 milyar doların üzerindedir.

Bütün bu gerçekler bize neyi hatırlatmaktadır? Kesinlikle temel bir

gerçeği: Ülke emperyalizm ve emperyalist tekeller tarafından adeta satın

alınmıştır. Bu durum, anti-emperyalist mücadelenin soyut ve genel bir

anti-emperyalizmle yürütülemeyeceğini, emperyalizmin askeri saldırıları ile

sınırlandırılamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bunun anlamı şudur ki,

anti-emperyalist mücadele anti-tekel mücadeleden kesinlikle

ayrılamayacak bir mücadeledir. İşbirlikçi büyük sermayeye ve hükümete

karşı mücadele tam da bu nedenden dolayı iç içe girmesi gereken bir

mücadeledir. Bu soruna ve bu mücadelenin kapsamına ileride yeniden

döneceğiz.

EMPERYALİZMİN REDDİ

Şimdi emperyalizm sorununda daha farklı bir yaklaşımı da ele alalım. Bu

önemli, çünkü yapılan, daha doğrusu yapılmayan emperyalizm tanımı anti-

emperyalist mücadeleyi doğrudan ilgilendiriyor. Birikim Dergisi’nin geçmiş

yıllarda yayınlanmış Ağustos-Eylül 244-245.’ci sayılarında Kerem Ünüvar’ın

Çağlar Keyder ile yaptığı bir söyleşi yer alıyordu. Keyder’e bu söyleşide

yöneltilen ilk soru şu: “Sizin için emperyalizm kavramı bugün yaşanmakta

olan iktisadi süreçleri açıklamak için yeterli bir kavram mıdır? Mesela,

içeriği, yaşanılan iktisadi dönüşümleri ya da krizleri analiz etmek için kafi

midir?” Keyder bu soruya şu yanıtı veriyor: “Hayır, yeterli bir kavram

değil. Emperyalizm kavramının daha çok tarihsel bir anlamı olduğunu

düşünüyorum. Eskisi kadar eleştiri olmadan kullanmaya imkan

olmamasına rağmen, ‘küreselleşme’ bir gerçeklik ifade ediyor ve bu kelime

kapitalizmin eskiye nazaran çok daha yaygınlaştığını, derinleştiğini,

yerleştiğini anlatıyor. Eğer böyleyse emperyalizm kavramını kullanan

analizlerin fazla anlamı olmadığını söylemek gerekiyor; çünkü gerçekten

küresel bir kapitalizmden söz ediyorsak, sonuçta kapitalizm kavramı bize

yeterli bir analitik araç veriyor.”

Keyder’e göre emperyalizm, “empire”la, “imparatorluk”la ilişkili bir

kavram ve imparatorluğun özelliği ise farklı toplumsal formasyonları

–kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim biçimleri kastediliyor– bir arada

bulundurmasıdır. Dolayısıyla burada emperyalizmden söz edilebilir, çünkü

emperyalist devletin daha geri toplumsal formasyona karşı şiddeti söz

konusudur. Burada emperyalist devletin koyduğu kurallar, zorlamalar

vardır. Bu devlet zoru veya askeri şiddet kapitalist olan birim ile,

kapitalizme henüz geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir

ilişkidir. “Ama her yerde kapitalizm hakimse”, ‘emperyalizm’ lafına ihtiyaç

kalmıyor. Keyder’e göre kapitalizmin içinde sömürünün, eşitsizliğin ne

olduğunu anlatmak kolay, o halde niye emperyalizm diye bir formüle

başvuralım? Küreselleşme ile beraber, yani Negri’nin ‘empire’ diye

nitelediği olay çerçevesinde, kapitalizmin, içerdiği bütün kavramlarla

beraber, bütün dünyaya hakim olması söz konusu. Demek ki,

‘emperyalizm’ lafı da çok ilginç değil artık.” Ama Keyder’de ilginç olan bir

yaklaşım daha vardır; onun kapitalizminde tekelcilik yoktur! (Bkz.

Özgürlük Dünyası, Kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi koparmak

olanaklı mı? A. Yaşar)

Konumuzla sınırlı bir çerçevede burada savunulanları ele alacak olursak,

iki noktanın altını çizmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki, günümüz

kapitalizminin tekelci kapitalizm olduğu gerçeğinin inkârıdır. İkincisi ise,

“devlet zoru veya askeri şiddet kapitalist olan birim ile, kapitalizme henüz

geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir ilişkidir” tespitidir.

Emperyalizm sadece “farklı toplumsal formasyonlar” arasındaki ilişkide söz

konusudur. Bağımlı ve geri ülkelerde kapitalizm öncesi kalıntıların varlığı

da söz konusu olduğu için emperyalizm meselesinde bu durumlara ilişkin

“şiddet ve zordan” bahsedilebilir. Ama kapitalizmin egemen olduğu

yerlerde buna gerek bulunmamaktadır!

Oysa çok iyi biliniyor ki, bağımlı ülkeler askeri şiddet olmadan da

emperyalizmin kıskacına alınabilirler ve alınmış durumdadırlar. Emperyalist

büyük devletler gerektiğinde şiddete başvurmakta, ulusal kurtuluşa

yönelik bir hareket yoksa genellikle olağan bağımlılık ve soygun biçimleri

emperyalist egemenlik için yeterli olmaktadır. “Gelişmekte olan ülkeler”

diye adlandırılan ülkelerin 1970’de dış borçlarının toplamı 62 milyar

dolardı. 1980’de ise bu rakam 481 milyar dolara çıktı. 1994’te ise 1.5

trilyon doların üzerinde ve bu artış eğilimi gerilemeden devam ediyor.

Arjantin ise, tam bir ekonomik yıkım örneğidir.

Ama emperyalizmin sadece bağımlı ülkeler açısından geçerli olduğu

sanılmamalıdır. Bugün sadece dünyada yaşanmakta olan gerçeklere

bakıldığında bile bunların yanlışlığı açıkça görülebilir. İlk olarak,

emperyalist ülkeler arasındaki mücadele onların dev tekelleri aracılığı ile

de devam etmektedir. Satın almalar, birleşmeler, rakiplerinin pazarına

girmek için verilen amansız mücadeleler, zayıflayan tekellere verilen devlet

destekleri –Örneğin ABD’de GM’ye, Fransa’da Peugeot-Citroen grubuna

vb.– bu mücadeleleri açıkça ortaya koymaktadır. Ukrayna’da, geçmişte

Balkanlarda yaşanılanlar ise, sorunun şiddet boyutunun ortaya

konulmasıdır.

Ama sadece bu kadar da değil. Uluslararası düzeyde sermaye

hareketlerine bakıldığında dolaşan sermayenin, doğrudan yatırımların ezici

çoğunluğunun emperyalist ülkeler arasında olduğu, rakip emperyalist

ülkelerin tekellerinin bir diğerinin pazarına el atmak için bu yola

başvurduğu açıkça görülür. Emperyalist tekellerin bu mücadelesinin içeriği

ve amaçları, burada söz konusu olan şeyin tekeller üzerinden yürüyen

emperyalist rekabet olduğunu açığa çıkarmaktadır. Bu anlaşılmadan

bugünkü tekelci kapitalizm ve emperyalizm konusunda hiçbir doğru

yaklaşımda bulunulamaz, bugünkü kapitalizmin eğilimleri hakkında doğru

bir yargıya varılamaz.

Şu gerçeğe de bir bakalım: Belli başlı emperyalist ülkeler dünya çapında

değerli kağıtların en fazla depolandığı ülkelerdir. ABD’de 56.1 trilyon dolar,

AB’nin büyüklerinde 37.6 trilyon dolar, Japonya’da 19.5 trilyon dolar

depolanmıştır. Bu ülkeler, dolaşan sermayenin yüzde 80’ini çekmektedir.

Günümüzde bu rakamlarda azalma değil, çoğalma bulunmaktadır. Bütün

bunlar, dev tekellerin, onların çıkarlarını savunan emperyalist devletlerin

“olağan” faaliyetleridir. İşler kendi aralarında silahlı bir hesaplaşmaya

döndüğünde, var olan çelişkiler zapt edilemez hale geldiğinde ise, bölgesel

savaşların ve işgallerin, giderek dünya savaşlarının patladığı bilinen bir

gerçektir.  

Ama yukarıdaki yaklaşımın, yani emperyalizmin sadece şiddet ve

zorbalık olduğu anlayışının, anti-emperyalist mücadelede asıl olarak

bunların öne çıkarılması gerektiğini söyleyen anlayışa “ideolojik bir temel”

oluşturduğunu ya da benzer görüşlerin aynı ideolojik bataklıktan

beslendiğinin görülmesi açısından bir önemi bulunuyor.

ANTİ- EMPERYALİZM VE ANTİ KAPİTALİZM İLİŞKİSİ

Anti-emperyalist mücadelenin içeriğinin ne olduğu ya da farklı bir ifade

ile karakterinin niteliği sorunu açıklığa kavuşturulmak zorundadır. Çünkü

bu konuda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır ve geçmiş tarihsel tecrübeler

yerli yerine konulmadan bugün bu konuda doğru adım atmak neredeyse

olanaksızdır. Anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist mücadele ile

ilişkisi nedir, tekellerin egemenliği devrilirse ortaya çıkan nedir gibi

sorunlar mümkün olduğunca açıklığa kavuşturulması gereken sorunlardır.

Şimdi doğrudan sorunun kendisine geçebiliriz.

Anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist bir mücadele olması

gerektiği bazı yönleri ile doğrudur. Ama burada şu temel gerçek de göz

önünde bulundurulmadan sorun açıklığa kavuşturulmuş olmaz. Bu gerçek

şudur; günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizmdir ve anti-emperyalist

mücadele de işte bu yönüyle tekellere karşı yürütülen bir mücadele olması

nedeniyle aynı zamanda kapitalizme karşı da bir mücadeledir. Ancak çok

iyi bilinmektedir ki, tekel dışı bir kapitalizm de vardır. Buradan şu sonuca

ulaşırız ki, anti-emperyalist mücadele henüz bütünüyle kapitalizm

çerçevesi dışına çıkmış bir mücadele değildir. Anti-tekel mücadele ülkenin

tepesine çöreklenmiş işbirlikçi ve yerli tekellerin tasfiyesini hedefleyerek,

bir anlamda kapitalizmin başını gövdesinden ayırma işini yerine getiren bir

mücadeledir. (Burada, doğal olarak iktidar ve devrimin niteliği, buna hangi

sınıfın önderlik etmesi gerektiği vb. gibi sorunlara girmek gerekmiyor.)

Bu genel çerçevenin dışında emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal

kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı mücadeleler de vardır ve bunlar Lenin

tarafından da anti-emperyalist mücadeleler olarak tanımlanmıştır. Afgan

Emiri, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşı, ulusal bağımsızlık için ayağa

kalkan çeşitli ülkeler, daha sonraları Vietnam Ulusal Kurtuluş mücadelesi,

emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren pek çok ülkenin

bağımsızlık savaşları sosyalistler ve anti-emperyalist çevreler tarafından bu

nedenle desteklenmiştir.

O dönemde ve daha sonra az çok benzer koşullarda gündeme gelen

anti-emperyalist mücadelelerde, doğrudan sömürgeci ve emperyalist

güçlerin saldırdığı ülkeler silahlı müdahalelerin hedefi durumundadır. Bu

nedenle saldırgan ülkelerin silahlı güçleri gibi, ekonomik güçleri de hedef

alınmıştır ve bu tür mücadelelere anti-emperyalist karakterini veren de bu

kapsamdaki mücadeledir. Ancak saldırgan ülke dışındaki emperyalist

ülkelerin kendi çıkarları için bu tür mücadelelerden yararlanmaya

çalıştıkları, yararlandıkları durumlar da vardır ve sadece saldırgan ülkelerle

mücadele etmekle kendisini sınırlayan –elbette kendisine doğrudan

saldırmayan ülkeleri hedeflemesi gerekmiyor, bundan kasıt tutarlı bir anti-

emperyalist bilinç ve tutum ve bir başka emperyalist güçle işbirliği ilişkisi

içinde olunmamasıdır– bu tür anti-emperyalist mücadelelerin de kapitalizm

çerçevesi dışına çıkmaması söz konusudur. Türk Ulusal Kurtuluş

Savaşı’ndaki “güdük anti-emperyalizm” benzer durumlar için genellikle

geçerlidir.

Bunları hatırlattıktan sonra sorunun daha iyi anlaşılması için güncel bir

örneğe dönebiliriz. Anti-emperyalist mücadelenin sadece silahlı

müdahalelerle sınırlı kalmaması gerektiğine somut bir örnek, gözlerimizin

önünde yaşanan Yunanistan örneğidir.

YUNANİSTAN ÖRNEĞİ

Yunanistan’a karşı şu anda askeri bir müdahale söz konusu değildir. Ülke

Avrupa Birliği’ne üye demokratik bir ülkedir! 2008 Krizi’nin yıkıcı sonuçları

Yunanistan’ı vurduğunda bu ülkede çarpıcı gelişmeler yaşanmıştır. AB

dayatma ile bir “teknokrat hükümet” kurdurmuş, geleneksel iki büyük

partiyi onun ardına koymuştur. Halk muhalefeti bu partileri ilk seçimlerde

süpürmüş, halkın taleplerini sahiplendiği konusunda inandırıcı olan Syriza,

halk çoğunluğunun desteği ile tek başına hükümet olmuştur. Burada Syriza

konusunda ayrıntıya girmek (okuyucu bu konuda ÖD 262’de Seyit

Aldoğan’ın yazısına bakabilir) gerekmiyor.

Geçerken vurgulamak gerekir ki, Syriza’nın desteklenmesinin bir yönü,

halkın AB’ye özellikle onun büyük patronu durumundaki Almanya’ya olan

tepkisidir. Diğer temel yön ise, Syriza’nın halkın bu temel ve acil taleplerini

sahiplendiği izlenimini vermeyi başarmasıdır. Halkın somut ve acil

taleplerini sahiplenmekte ve ileri sürmekte başarılı olan Syriza’nın halk

tarafından desteklenmesinin –komünist adını taşıyan partinin yapmadığı,

yapamadığı da bu olmuştur– nedeni de bu olmuştur. Ancak Syriza’nın AB

ve onun ekonomik özünü yansıtan tekellerle köklü bir mücadeleye

girişmeden halkın temel taleplerini gerçekleştirme imkanı yoktu ve bu

durum da zaten kısa sürede açığa çıktı. Kuşkusuz mücadelenin ne yönde

gelişeceği Yunan halkının, özellikle de işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır

ve eğer köklü bir kopuş olacaksa, bunun, Syriza’nın platformunu aşması

da kaçınılmazdır.

Bizi bu konuda öncelikle ilgilendiren, Yunanistan’ın yaşadığı bütün bu

tecrübelerin konumuzla olan bağlantısıdır. Yunanistan’ın önüne ağır bir

fatura konmuştur. Bu fatura mali sermayenin çıkarlarının savunucusu

Troyka –AB Merkez Bankası, AB siyasi kurumlarından oluşan yapı ve IMF–

tarafından konulmuştur. Ortada, Yunanistan’ın borçlarını ödedikçe

borçlarının arttığı bir düzen vardır. Hatta silah sanayiini desteklemek üzere

savaş gemisi satın alma zorunluluğu bile dayatılmıştır vb… Yani çifte

sömürü ya da bir başka deyişle bir koyundan iki post çıkarılmaktadır.

Bazı rakamlar çarpıcıdır: Yunanistan’a verilen borçların yüzde 70’i daha

ülkeye gelmeden borç ödemelerine gitmektedir. Yunanistan 2030’a kadar

340 milyar Avro borç ödeyecektir. Yunanistan’ın 2005-2015 arasında

halktan topladığı 563.7 milyar Avro verginin ezici çoğunluğu borç

ödemelerine gitmiştir. (Bkz. Aldoğan) Tekeller ağlarını eksiksiz örmüşlerdir. 

Nereden bakılırsa bakılsın temiz bir emperyalist sömürü!

Tekellerin Avrupası emperyalist sömürüyü sonuna kadar

gerçekleştirmekte, üstelik bunu silaha başvurma tehdidi yapmadan

başarmaktadır! Yunan halkının mücadelesi başka bir evreye ilerler ve

emperyalist tekellerin temel çıkarlarını tehdit eden bir hal alırsa neler

olabileceği üzerinde bir öngörüde bulunmanın gereği bulunmuyor. Ancak

bu tür bir yola girenlerin nelerle karşılaşabilecekleri genellikle biliniyor.

Bilinmesi gereken diğer bir temel gerçek var ki, o da, emperyalist sömürü

ağının dışına çıkmak için emperyalizmle dişe diş bir mücadele verilmesi

gerektiğidir.

EMPERYALİZM, TEKELLER VE HÜKÜMETLER

Belli başlı emperyalist ülkelerin devletleri kendi dev tekellerinin

çıkarlarını her yola başvurarak savunmaktadırlar. Bağımlı ülke devletleri

ise, hem emperyalist tekellerin ülkedeki çıkarlarını hem de işbirlikçi

tekellerin ve diğer tekellerin çıkarlarını korumakta ve savunmaktadırlar.

Türkiye’de olduğu gibi, ülkenin ucuz emek cennetine çevrilmesi,

taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, işçilerin sendikal örgütlenmelerinin

engellenmesi, özelleştirmeler yoluyla ülkenin emperyalist sermayeye

açılması, dış borçların ödenmesi amacıyla emekçi halkın üzerindeki vergi

yüklerinin artırılması, buna karşın tekelci sermayeye vergi ve teşvik

kolaylıklarının sağlanması bu devletler ve “yürütme komiteleri” olan

hükümetlerin ekonomideki temel görevleri durumundadır.

Ülkenin emperyalizme daha fazla bağlanma süreci 12 Eylül askeri faşist

darbesi ile hızlanmış, Özal hükümetleri, ondan sonra gelen koalisyon

hükümetleri döneminde de ivme artmış, 2001 Krizi’nin ardından tüm

kapılar ardına kadar açılmış, AKP Hükümeti emperyalist finans

kurumlarının güvenilir adamı K. Derviş’in hazırladığı programı eksiksiz

uygulamış, ülke kendi tarihinin en hızlı özelleştirmelerine, sermaye

yatırımlarına tanıklık etmiştir.

Emperyalist tekellerin Türkiye kollarında, işbirlikçi tekellerde çalışan

işçiler yoğun bir emek sömürüsüne tabi tutulurken, bu tekellerin arka

bahçesi durumuna gelmiş olan organize sanayi bölgeleri en vahşi

sömürünün uygulandığı alanlar olma niteliği ile öne çıkmışlardır. İş

cinayetlerinde ardı ardına rekorlar kırılmakta, ülkenin doğası, suyu, toprağı

tekellere peşkeş çekilmektedir.

Bütün bunların anlamı şudur ki, tekellere karşı mücadele ile devlet ve

hükümete karşı mücadele ayrılmaz bir biçimde iç içe girmiş durumdadır.

Erdoğan’ın Koç gibi “muhalif tekeller” için söylediği “bizim dönemimizde 2-

3 kat büyüdüler” sözleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Hükümet

bütün tekellere çalışmakta, onların çıkarlarını titizlikle korumaktadır.

Aralarındaki gerilimin arttığı dönemlerde ise, ihalelere taş koymak, vergi

denetimi yapmak vb. gibi “caydırıcı” yaptırımlara başvurulmaktadır. Ancak

bu “önlemler”in söz konusu tekeller için sivrisinek vızıltısı kadar rahatsız

edici olduğu da bir gerçektir. Tekellerin egemenliği hükmünü

sürdürmektedir.

Tekeller arasında ve bazı durumlarda bazı tekellerle hükümet arasında

ortaya çıkan anlaşmazlıkların temelinde hükümete açıkça destek veren

tekellerin pastadan daha fazla pay almak için bastırmaları, tekeller

arasında en fazla vurgunu vurma mücadelelerinin olduğu gözden

kaçırılmamalıdır. Bu tip çelişkilerin elbette başka boyutları da

bulunmaktadır. Ancak burada bunların ayrıntılarına girmenin bir gereği

bulunmuyor.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınların işbirlikçi ve diğer tekellere karşı

mücadelesi, onların bunun ne kadar bilincinde olduklarından bağımsız

olarak doğrudan emek sömürüsünü ilgilendirdiğinden, sistematik, sürekli

bir mücadeledir ve işçiler çoğu durumda fabrika ve işyerlerinde nesnel

olarak doğrudan doğruya büyük sermayenin kapitalist saldırısına karşı

mücadele etmektedirler. Bu işbirlikçi büyük sermaye dışında kalan ama

onun kendi üzerlerindeki baskı ve denetimiyle üretimlerini sürdüren ve

çoğu durumda büyük sermayeye meta yetiştirme durumunda olan orta ve

küçük sermaye –organize sanayi bölgeleri vb. bu duruma tipik örnekler

durumundadır– işletmelerinde de vahşi ve kuralsız çalışma koşullarının

egemen olmasını beraberinde getirmektedir. Sendikasız, sigortasız

çalıştırılma, iş gününün aşırı uzunluğu, hatta çocuk emeği sömürüsü bu

koşullarda daha da artmaktadır. Dünyada da Bengladeş vb. ülkeler bu

bakımdan öne çıkmaktadır.

Bütün bu söylediklerimizden elbette emperyalist müdahalelere, silahlı

işgaller vb. gibi emperyalist saldırganlığa karşı sessiz kalınacağı anlamı

çıkarılmamalıdır. Burada yapmak istediğimiz, emperyalist sömürü ve

baskının günlük olağan mücadelenin bir parçası durumunda olduğu ve

olması gerektiğidir. Anti-emperyalist duyarlılığın, emperyalizme karşı

mücadelede bu perspektifin yitirilmemesinin hükümete karşı mücadelede

önemli bir yeri vardır. AKP Hükümetine karşı mücadelenin salt AKP karşıtı

bir mücadeleye indirgenmemesinin, işbirlikçi tekelci sermayeye karşı bir

mücadele olarak gelişmesinin zemini de işte buradadır.

Son zamanlarda anti-emperyalist duyarlılıktaki kaymanın izleri,

emperyalist kurumların, mali sermayenin çıkarlarını savunan basın ve

yayının AKP Hükümeti’ne karşı yönelttiği eleştirilerin eleştirel bir süzgeçten

geçirilmeden kullanılmasında da görülmektedir. Bu çevrelerin amaçları

gözden kaçırılmamalıdır. Onlar ülkenin bir an önce daha fazla kucaklarına

düşmesini istemekte, eleştirilerini gerici bir mevziden ve soyguncu bir

anlayışla yöneltmektedirler. Onların eleştiri adına sunduğu “malzeme”

ilerici, sosyalist çevreler tarafından da kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu

“malzeme” hükümetin uluslararası durumunun kötüye gittiğinin kanıtı, bu

çevrelerle hükümet ve Erdoğan arasındaki çelişkilerin keskinleştiğinin

somut işaretleri olarak kullanılmaktadır. Söylenebilir ki, iyi niyetli bir

yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.

Ancak işçi ve emekçi kitleler emperyalist çevrelerin gerçek niyetleri

konusunda aydınlatılmazlarsa, bunun bir sonucu olarak anti-emperyalist

duyarlılıkta bir zayıflamanın olacağı da görülmek zorundadır. Eğer bu

yapılamazsa, emekçi kitleler emperyalistlerin ve işbirliği içerisindeki gerici

mihrakların manevraları konusunda donanımlı olamayacaklardır. Üstelik bu

aynı çevreler yakın zamana kadar hükümete ve Erdoğan’a büyük destek

veren çevrelerdir. Unutmamak gerekir ki, emperyalist çevrelerin

dudaklarından demokrasi, özgürlük, modern yaşam vb. gibi sözcüklerin en

fazla döküldüğü dönemler aynı zamanda askeri müdahale ve işgallerin en

fazla yaygınlaştığı dönemlerdir.

Çelişkilere ve anlaşmazlıklara dikkat çekmek, ama bunların gerçek

nitelikleri konusunda sessiz kalmamak, işçi ve emekçi yığınların işbirlikçi

tekellere, hükümete karşı mücadelelerinde açık bir tutuma sahip olmasını

sağlayacaktır. Aksi durumda işbirlikçiliğin sonuna kadar savunucusu olan

bir hükümet, “Batı karşıtlığı” üzerinden sözde emperyalizme karşı tutum

alıyor pozisyonunda görülebilmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin

aydınlanmamış kesimleri üzerinde bu tutumun etki yarattığı görülmek

durumundadır. Onlar sorunu “ülkeden yana olmak mı, yabancı

soygunculardan yana olmak mı?” şeklinde kavramaktadırlar. Bu durumu

dikkate alan bir yaklaşıma sahip olmak, eleştirileri içeren ve teşhir eden

bir üslupla sözü edilen “malzemeyi” kullanmak, işçi ve emekçi kitlelerdeki

bilincin doğru şekillenmesine yardım edecektir. Bu önemsiz değil, önemli

bir sorundur.

Bitirirken vurgulamak gerekir ki, anti-emperyalist mücadele bir bütün

olarak emperyalist soygunun gerçekleşme biçimlerine, işbirlikçi tekellere,

askeri müdahalelere, emperyalist diplomasiye, işbirlikçi hükümete,

emperyalist yalan ve demagojilere karşı bütünlüklü olarak yürütülmesi

gereken bir mücadeledir. Belirli zaman kesitlerinde, konjonktüre bağlı

olarak bir biçimin öne çıkması doğaldır, ancak anti-emperyalist bilincin

çarpılmasına karşı ideolojik mücadele de bir o kadar doğal ve gerekli

olmalıdır, çünkü ülkenin gerçek toplumsal çelişkileri bunlar göz ardı

edilerek kavranamaz ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bu çelişkilerin gerçek

boyutları ile anlaşılması üzerinden kendi hareketlerini geliştirip,

ilerletebilirler.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑