İran-batı ilişkileri: Bölgede güç dengeleri yenileniyor

36 yıl sonra Batılı emperyalistlerle İran’ın ilişkileri yeni bir safhaya girdi.

Ajanslar 2 Nisan 2015 günü, İran ile P5+1 (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin +

Almanya) ülkeleri arasında İran’ın nükleer programı etrafında yapılan görüşmelerin bir

“çerçeve anlaşması”na varılmasıyla sonuçlandığını, nihai anlaşmanın 30 Haziran 2015’te

imzalanması konusunda da mutabakat sağladığını duyurdular.

Duyuru; İran’ın nükleer programının Batılılarla uzlaşarak, çalışmaların Uluslararası Atom

Enerjisi Ajansı (İAEA) denetiminde sürdürülmesine dairdi. Batılılara göre, böylece,  İran’ın

nükleer silah yapması önlenmişti. İran’a göre ise, İran bu anlaşmayla nükleer programına

uluslararası bir meşruiyet kazandırmıştı! “Anlaşma” ile ilgili tartışmalar da, 2 Nisan’dan beri,

bu çerçevede, İran nükleer silah yapar mı yapamaz mı ya da böylece Batılılar İran’ın

programını engellediler mi engellemediler mi soruları etrafında yapıldı, yapılıyor.

Ancak Irak’tan Yemen’e, iç savaşlara varan çatışmalara, Ortadoğu’daki petrol üretimi ve

“nakil yollarının güvenliği”nden bölgedeki “haritaların yeniden çizilmesine” kadar Ortadoğu

ve ön Asya’daki büyük sorunlar dikkate alındığında, denebilir ki, İran ile Batılı

emperyalistlerin arasındaki ilişkileri normalleştirmeye yönelik bu anlaşma, 1979 İran

Devrimi’nden sonra bölgedeki en önemli diplomatik gelişmedir.

BÖLGE SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE GÖRMEZDEN GELİNEMEZ BİR ÜLKE

1979’da İran Şahı Rıza Pehlevi rejiminin yıkılmasıyla İran emperyalizmin bölgedeki en

sadık uşağı olmaktan çıkıp, emperyalizme, özellikle de ABD’ye karşı radikal bir pozisyon

tutan, emperyalistlerin bölge politikalarına cepheden karşı duran, ABD’yi “büyük Şeytan”,

İsrail’i “küçük Şeytan” ilan ederek onlara karşı duran bir ülke olmuştu. ABD’nin, İran’a

yönelik örtülü askeri operasyonları başarısızlığa uğrarken, Saddam Hüseyin’in Irak’ını İran’a

saldırtarak, 8 yıl süren bir İran-Irak Savaşı üstünden İran rejimini devirme girişimi de

başarısızlığa uğramıştı.

Dahası Irak, İran’ı güneyden kuşatmak üzere işgal edilmiş, Avrupa ve ABD İran’a yönelik

ekonomik yaptırımlarla İran’ı zayıf düşürüp, teslim olmaya zorlamış, en son olarak da İran’ın

nükleer silah yapacağı iddiasıyla “İran’ın nükleer programı” “İran’ın nükleer silah yapımı

programı” olarak ilan edilerek İran’a yönelik ekonomik-diplomatik ambargo merkezli baskılar

daha da sıkılaştırılmış, böylece İran’a boyun eğdirilmek istenmiştir.

Ancak, bu dönem boyunca İran, belki ekonomik, diplomatik ve askeri bakımdan büyük

güçlüklerle karşılaşmış, ama bölgedeki gelişmelerden ustaca yararlanarak, Irak’ta, Suriye’de,

Lünan’da, Körfez ülkelerinde ve Yemen’de hiç olmadığı kadar büyük bir nüfuz (güç)

edinirken, aynı zamanda dünya ölçüsünde de itibarını artırmıştır. Dahası, aynı anlama gelmek

üzere, İran, Ortadoğu’daki sorunların çözümünde de hiçbir zaman olmadığı kadar sorunların

tarafı haline gelmiştir.

İran 2 bin 500 yıllık devlet geleneği ile bölgedeki en eski devletlerden birisidir. İran halkı

da bölgede kültür, sanat, edebiyat, müzik, felsefe, bilim… gibi alanlarda değerli kişiler

yetiştirmiş bir halktır.

Bu yüzden de, tarih sahnesine çıktığı ilk büyük Pers devletinden1 itibaren Mezopotamya,

ön Asya, Kafkaslar ve Hindistan’a kadar uzanan güney Asya’daki gelişmeler içinde iran

siyaseti ve kültürünün etkisi çok önemli olmuş, çöküş dönemlerinde bile İran kültürü bölgede

belirleyici önemde olmuştur. Nitekim Müslümanlığı kabul ederken bile İran kültürü, eski

inançları Manişeizm, Zerdüştlük gibi eski ve köklü Pers inançlarıyla İslam’a katkı yapmış,

1 İran, tarih boyunca Perse ülkesi olarak bilindi. Şah Rıza Pehlevi, 1935’te Pers adını İran

olarak değiştirdi.

kendisi İslamlaşırken zengin kültürüyle İslamı da hayli Persleştirmiştir. Ve elbette İranlılara

karşı savaşarak kendisini güç yapan Selçuklu ve Osmanlı ise, tamamen “savaşarak yendik,

tacını tahtını ele geçirdik”  sandıkları Persler tarafından kültürel bakımdan ele

geçirilmişlerdir. Olduğu kadar Selçuklu mimarisi, hukuku, devlet anlayışı ve yönetim biçimi,

kültür-sanat birikimi, Osmanlının saray diline kadar varan bütün kültür alanları –Arapçayla

birlikte– Pers dili (Farsça) ve Pers edebiyatı tarafından biçimlendirilmiştir.

Nitekim İslam’ı kabul ederken bile İran, İslam’ın resmi biçimi olan Sünniliğe karşı

durarak, Şiiliği tercih etmiş, böylece de Mekke’ye, Şam’a (Emevi), Bağdat’a (Abbasi) 

Kahire’ye (Memluk) Selçuklu ve Osmanlı’ya rağmen, İslam’ın alternatif bir merkezi olmayı

başarmıştır.

Şah’ın devrilip Mollaların yönetimi ele geçirmesinden sonra da İran, emperyalizmin

bölgeyi yağmalamasına karşı duran bir tutum alarak İslam dünyasındaki anti Amerikan

tepkilerin bayraktarlığını yapmış, “İslam’ın yeni kurtarıcısı” rolüne soyunmuştur. Bu yüzden

de Filistin davasından İsrail’e karşı tepkilere, ABD ve Batılıların bölgedeki yağmasına ve

müdahalesine karşı mücadelelerde İran doğrudan ya da dolaylı olarak bu tepkilerle bağlantılı

olmuş, en azından Batılılar tarafından böyle görülmüş, gösterilmiştir.

İran’ın bu tutumu, İslam içindeki azınlık mezhebi olan Şiiliğin siyasi merkezi olmasına

karşın İslam dünyasında (İslam kamuoyunda), İran’ın “ideolojik önderlik” olarak görülmesini

de sağlamıştır. Bu da, Batılı emperyalistlerin gözünde İran’ın “rejim ihraç eden” bir ülke

olarak görülmesini getirmiştir.

TÜRKİYE-İRAN: BÖLGENİNİN GELENEKSEL RAKİP ÜLKELERİ

Türkiye ile İran ilişkileri de bu genel çerçeve içinde bir yere oturmuştur.

İran’la Türkiye’nin ilişkilerinin ne kadar iyi olduğuna vurgu yapmak isteyen politika

erbabı, İran’la Türkiye arasındaki dostluk ilişkisinin 1639 yılında İran’la Osmanlı arasında

yapılan Kasrı Şirin Anlaşması’na dayandığını, o günden beri iki ülkenin savaşmadığını öne

sürerek, bu dostluğun ne kadar derin olduğunu kanıtlamayı amaçlamışlardır.

İlk bakışta böyle, iki ülkenin 400 yıldır savaşmadığı gibi bir görüntü olsa da, daha yıkından

bakıldığında gerçeğin çok daha farklı olduğu görülür. Çünkü Kasrı Şirin Anlaşması’ndan

sonra da Osmanlı İran’ın uzantısı olarak gördüğü Anadolu Alevilerine karşı her tür baskıyı

sürdürürken, İran’ın bölgede etkin olmaması için de kendi egemen olduğu topraklarda

(Ortadoğu’da, neredeyse İran dışında bütün İslam dünyasında),  Şiiliği, onun uzantısı olrak

gördüğü, Aleviliği, Nusayriliği  kovuşturmuş, onları “İslam dışı” bir sapkın inanç olarak

görüp onunla kavgayı sürdürmüştür. Ve elbette İran da İstanbul’da kendisini tüm İslam’ın

Halifesi olarak gören Osmanlı Sultanı’nın Halifeliğini tanımamaya devam etmiş, İran’daki

Büyük Ayetullah’ı, Osmanlı topraklarında yaşayan Şiilerin de lideri olarak görmeye,

göstermeye devam etmiştir.

Uzak geçmişte mezhep farklılığı, mezhepleri farklı halkların ve devletlerin mücadelesi

biçiminde görülen İran–Osmanlı mücadelesi, yakın tarihte de Fars-Türk, İran-Türkiye

çekişmesi olarak sürmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında İran ve Türkiye’yi bölgedeki başlıca dayanakları arasında

değerlendiren Batı emperyalizminin en önemli stratejisi, komünizmin güneye inmemesi için

örgütlenen (ABD, İngiltere ve NATO’nun örgütlediği) “Yeşil Kuşak”ın iki önemli ülkesi

olarak Batı stratejisine bağladılar ve İran’daki Musaddık Devrimi’nin (1951-1953)

bastırılması sonrasında iki ülke CENTO’nun üyesi oldular.2 Denebilir ki, İran ve Türkiye’nin

CENTO’da birleştirilmesi (1955-1979), iki ülkenin en çok yakınlaştıkları dönem olmuştur.

2 CENTO, ABD’nin gözlemciliğinde Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin

oluşturduğu bir anti komünist pakttı. 1959’da Irak pakttan ayrıldı. Ama Pakt 1979’a, İran

Devrimi’ne kadar sürdü.

İran Devrimi sonrasında da ilişkiler, döneme ve iki ülkenin ihtiyaçlarına ve bölge

politikasında tuttukları mevziye göre renk değiştiriyor görünse de, 1990’larda Türkiye,

Batılıların “İran rejim ihraç ediyor” kampanyasına paralel olarak, aydınlara yönelik

cinayetlere (Uğur mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun…) varana kadar Türkiye’deki her tür

dinsel ve Şeriatçılık doğrultusundaki girişimi İran’a, İran’ın “devrim ihraç etme” çabalarına

bağlayan bir tutum izledi. AKP iktidarıyla İran-Türkiye arasında bir yakınlaşma geliştiyse de,

AKP’nin de “İslam’ın kurtarıcısı” rolüne soyunması, üstelik bunu ABD’nin bölge stratejisine

bağlayan 2007’deki Bush-Erdoğan yakınlaşması (2007 Eylül’ünde Bush ve Erdoğan Beyaz

Saray’daki buluşmaları sonrasında bunu ilan ettiler) ve Türkiye’nin bölgenin “model ülkesi”

ve “bölgesel güç” gösterilmesiyle birlikte çatışma daha da büyüyen bir karakter kazandı.

Bölgede mezhep çatışmalarının güçlenmesi ve Arap isyanlarının baş göstermesiyle birlikte

Türkiye-İran çatışması da bölgenin en eski rekabetini yeniden alevlendirdi. Böylece Türkiye

ve İran, kökleri Selçuklu-Osmanlı dönemine dayanan birbirine karşı mücadele eden ülkeler

olarak Ortadoğu sahnesindeki geleneksel yerlerini aldılar.

İRAN-BATI ANLAŞMASININ YAPILDIĞI DÖNEMDE BÖLGE TABLOSU

P5+1 ülkeleriyle İran arasında imzalanan “nükleer anlaşma”, İran’ın; Irak, Suriye,

Yemen’deki iç savaşlar üstünden güç kazandığı, Suudi Arabistan’ınsa Mısır’ın da içinde

olduğu 10 Arap ülkesinin desteğinde Yemen’e karşı bir askeri operasyon başlattığı, bölgedeki

çok sıcak gelişmelerin yaşandığı koşullarda yapıldı.

Elbette İran, böyle kendisi için stratejik bakımdan çok önemli pozisyona bir ayda, birkaç

ayda hatta bir birkaç yılda gelmedi. Tersine İran, bu pozisyonunu, Batılıların ekonomik ve

politik yaptırımlardan çeşitli örtülü askeri operasyonlara kadar müdahalelerine direnerek,

bunu yaparken de bölgedeki gerici yönetimler arasındaki “iç çelişmeler”den, özellikle de

Batılı emperyalistlerle işbirliği içindeki Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan gibi İran’la “bölgesel

liderlik” için rekabet halindeki ülkelerin gerici yönetimlerinin, bölge halkları karşısında

düştükleri durumdan da yararlanarak elde etti. Özellikle de bölgedeki mezhep çatışmalarını

kendi lehine kullanarak İran, Kafkaslardan Yemen’e kadar “Şii Hilali” içinde nüfuzunu

olağanüstü artırırken, aynı zamanda bölgedeki “küçük Şeytan” İsrail’e karşı da özellikle de Şii

Lübnan Hizbullah’ı üstünden gösterdiği dirençle bölgenin dinamik güçleri karşısında itibarını

artırdı; düşmanlarının onu baskıyla, yaptırımlarla dize getiremeyeceklerini görmesini de

sağladı.

Sadece bu kadar da değil. Bölgede İran’la bölgesel güç, bölge lideri, “İslam’ın

koruyucusu” gibi iddialarla rekabet eden Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın bölgede

izledikleri politika ve birbiriyle rekabetleri, birbirini çelmeleyen girişimler yapmaları, ABD

ile bölgesel çıkarları uğruna rekabet eden Batılı emperyalistlerin stratejine ayak uydurmaya

zorlanmaları, bölgesel sorunlar karşısında farklı doğrultuda hareket etmeleri,… bu ülkelerin

bölge sorularının çözülmesinin değil bölgedeki çelişme ve çatışmaların unsuru haline

gelmeleri gibi etkenler, İran’ın rakiplerini “yordu”; onların, Batılıların ihtiyacına uygun olarak

bölge sorunlarını çözülmesinde bir dayanak olup olamayacakları konusunda ciddi kuşkular

uyandırdı.

Örneğin Suriye krizinin çözümü karşısında Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır tamamen farklı

çözümler peşinde farklı terörist örgütlerle ortak hareket ederlerken, Mısır’daki darbe, Filistin

sorunu, İsrail’le ilişkiler gibi en önemli konularda bile bu ülkeler ne birbiriyle ne de Batılı

emperyalistlerle ortak hareket etmeyi başarabilmişlerdir.

İran ise; bölgede Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de savaşan taraflardan birisinin doğrudan

tarafı olmuş, Rusya ile de yakın işbirliği içinde uluslararası planda da bu krizlerin

tartışılmasına müdahil olup iç çatışmaların tarafı olarak boy gösterirken, aynı zamanda da

“eğer bir çözüm olacaksa, bölge haritaları yeniden çizilecekse bunun İransız olmayacağını”

gösteren bir pozisyon edinmiştir. İran, özellikle de Batılı emperyalistlere “İran’la uzlaşmadan

bölgedeki yağma ve sömürüyü sürdürmelerinin olanaklı olmayacağını” göstermeyi

başarmıştır!

Bölgede ortaya çıkan tabloya kuş bakışı bakıldığında, tablo şöyle görünmektedir:

– İran, bütün ekonomik ve diplomatik ambargolara, istihbarat ve askeri operasyonlara ve

kuşatmalara karşın, 36 yıldır ayaktadır ve bölgedeki nüfuzu da hızla artmıştır. İç çatışmaların

sürdüğü ülkelerin tümünde çatışmanın bir tarafında İran, askeri, diplomatik ya da hissettirecek

ölçüde nüfuz sahibi olarak vardır.

– Irak, Suriye, Yemen, mezhep ve iktidar savaşlarının iç içe geçtiği iç savaşlar içindedir.

Bu ülkelerde çatışmaların az çok çözüme kavuşturulması, “bölgenin yeni haritasının

çizilmesini” de zorlayacak biçimde derinleşmiştir.

– Körfez şeyhlikleri, bir yandan Şii-Sünni çatışmasının öte yandan da zengin yoksul

uçurumunun yarattığı iç gerilimlerle, sosyal “patlama” işaretleri de veren belirsizlikler

içindedirler.

– Suudi Arabistan, Yemen’e askeri müdahale yapar, Suriye ve Irak’a terörist şeriatçı

örgütlerle müdahale ederken Batılı emperyalistlerle de “içli dışlı” ya da “uşak” demenin bile

yetmeyeceği ilişkiler içindedir. Ama bölgedeki krizlerden, acilen çözülmesi gereken

sorunlardan  söz edildiğinde ağırlığı olmayan, itibarsız bir ülkedir ve Yemen’i haftalardır

bombalıyor olması ona itibar kazandıracak görünmemektedir. Mısır’ı arkasına alarak

müdahalelerine meşruiyet sağlama çabasının da ona bir fayda sağlamayacağı anlaşılmaktadır.

Dahası Yemen’e yönelik askeri harekatın Suudi Arabistan’da gerek özgürlük taleplerini

gerekse Şii nüfusu harekete geçirmesiyle büyük altüst oluşlara sürükleme ihtimali oldukça

güçlü görünmektedir.

– Mısır’da askeri yönetim Müslüman Kardeşleri bastırmış olsa da, halk yığınlarını

Tahrir Meydanı’na çıkaran çelişkiler ve çatışma unsurları bütün azametleriyle durmaktadır.

Dahası Mısır işçi sınıfı ve çeşitli halk kesimleri zaman zaman taleplerini eylemli olarak ifade

etmekten de geri durmamaktadır. Bölgede ABD’nin sözcüsü, en gözde ülkesi olması Mısır’ın

çelişkilerini yumuşatmaya yetmediği gibi, yeni çatışma unsurlarını da kışkırtacak özellikler

taşımaktadır.

– Ürdün ve Lübnan, bölgedeki tüm gelişmelere en hassas, ama aynı zamanda da sürekli

gerilimlerle yaşayan ülkeler olarak bölgenin “yeni haritası”nda bir yere sahip olup

olamayacak, olacaklarsa da nasıl olacakları tartışmalı ülkelerdir.

– Türkiye, bölgenin “Batının en sadık, en istikrarlı müttefiki”, “bölgenin en büyük

ekonomik ve askeri gücüne sahip ülkesi”, “Batı emperyalizminin ileri karakolu”, “bölgenin

model ülkesi ve bölgesel gücü” gibi nitelemelerle anılan ülkesidir. Daha doğrusu böyleydi!

Bölgedeki bütün istikrasızlıklarda “ben de varım!” diyen ama sonunda ne İsa’ya ne Musa’ya

“yaranamayan” bir konuma düşerek, diplomatik yalnızlığını “değerli” bulan, ekonomik olarak

kendisini fiziken kuşattıran, ihraç mallarını bölge ülkelerine kara yolundan taşıyamayacak

duruma sıkıştılmış bir ülke konumuna sürüklenmiş durumdadır. “Yeni Osmanlıcılık”ın son

dayanağı olarak İsrail düşmanlığı ve İsrail’e öykünerek bölge diplomasisini MİT ilişkileri ve

örtülü operasyonlarla yürütme hevesi onu iyice köşeye sıkıştırmıştır. İran’n son çıkışı;

“Ermeni soykırımı” sorununun giderek büyüyen bir baskıya dönüşmesi,… ile Türkiye’nin dış

politikası bir kez daha duvara çarpmıştır.

– İsrail, elbette bir yandan tarihinin en rahat döneminden geçmektedir, ama öte yandan

da bölgedeki gelişmelerin yol açtığı belirsizliğinin de tehdidi altındadır. ABD’nin ve

Batılıların İran’la uzlaşmaya yönelmesinin, İsrail’i, İran gibi bir “düşman”dan etme ihtimali

karşısında da tedirgindir. Çünkü “İran tehdidi”, İsrail’in bölgedeki operasyonları için

meşruiyet sağlayan ve Batı desteği için en klişe gerekçedir.

Tablodan açıkça görüldüğü gibi, bölge ülkeleri içinde; “bölgenin haritası” yeniden

çizilirken, haritanın bütünü hakkında konuşmasının etkisi olacak, dolayısıyla bölgenin

yeniden biçimlenmesinde en etkili pozisyondaki bölge ülkesi İran’dır.

Bu yüzden de İran’la Batı arasındaki “nükleer anlaşma”, sadece İran’ın silah programını

denetlenmesi bakımından değil, ama Batının bölgenin yeniden biçimlendirilmesindeki

arayışlarıyla İran’ın görmezden gelinemez bir “bölge gücü” olarak kendisini ortaya koyduğu

yeni “denge” bakımından da önemli bir aşamayı ifade etmektedir.

‘NÜKLEER ANLAŞMA’NIN ‘NÜKLEERİ’ AŞAN ANLAMI

Evet, anlaşmayla ilgili olarak değerlendirmeler “çerçeve anlaşmanın” imzalandığı 2

Nisan’dan beri değişik boyutlarıyla ilgili olarak yapılıyor; “Kim ne kazandı?”, Kim ne

kaybetti?”, “Bundan sonra ne olacak?”, “İran’a güvenilir mi güvenilmez mi?”,… gibi konular

pek çok yönüyle tartışılıyor. Ve öyle görünüyor ki, bu tartışma 30 Haziran’a kadar, hatta

ondan sonra da sürecek.

Nitekim anlaşmaya göre, İran uranyum zenginleştirmesi için kullandığı santrifüj sayısını

üçte iki oranında azaltırken, zenginleştirme oranını da yüzde 3.5’le sınırlayacak. İki nükleer

tesisinden birini kapatacak da olan İran, 25 yıl süreyle nükleer programını Batılıların

denetimine açık tutacak!

Buna karşılık, AB’nin İran’a uyguladığı yaptırımlar hemen kaldırılırken, ABD’nin

yaptırımları da tedricen kaldırılacak…

Anlaşma; İran’da “coşkulu gösterilerle”, İsrail’de “öfkeyle”, Körfez ülkeleri ve Suudi

Arabistan’da ise “endişeyle” karşılandı. P5+1 ülkelerinin sözcüleri ise anlaşmayı “tarihi bir

adım”, “önemli bir adım” gibi olumlu nitelemelerle değerlendirdiler. Evet, somutta,

anlaşmanın merkezinde “İran’ın nükleer programı” vardır ve bu programın Batılılar

tarafından denetimi tartışılmaktadır. Ama bölgede yukarıdan beri sözü edilen gelişmeler

dikkate alındığında, aslında, adı edilmeden tartışılan konular çok daha kapsamlıdır.

Dolayısıyla bu anlaşmanın anlamı;

1- IŞİD, el Kaide ve diğer İslamcı terör örgütlerinin faaliyetleri, Irak, Suriye, Yemen’i de

kapsayan iç savaşlar, Suudi Arabistan öncülüğünde ve Mısır’ın aktif desteği ile Yemen’e

yönelik askeri müdahaleyi de kapsayan Ortadoğu’daki iç karışıklıklar,

2- İran’ın bu gelişmeler içindeki pozisyonu, İran’dan Arabistan Yarımadası’nın en güneyine

kadar uzanan “Şii Hilali” içindeki nüfuzunun artması, Rusya ve Çin’le Batılıların bölgedeki

oyunlarını bozacak derinlikteki ilişkileri,

3- Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin giderek ağırlaşan sorunları ve bölgenin

haritasının yeniden çizilmesi, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin etkinlik alanlarının

belirlenmesi mücadelesiyle sıkı bağlantılı olduğu görülmeden yeterince kapsamlı biçimde

anlaşılamaz.

‘NÜKLEER ANLAŞMA’NIN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ

2007 Eylül’ünde Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde Tükiye ile ABD

yeni bir “beyaz sayfa” açarken; Türkiye’ye “bölgenin model ülkesi”, ve “bölgesel güç”

onurunu bahşedilmişti! Erdoğan ve Hükümeti, bunu coşkuyla kabul etmişti.

Bu, Türkiye’nin İslam ülkelerine “model ülke” olması demekti. Ki, bu, diğer İslam

ülkelerine de bir yandan dini (İslami) normlara göre yaşarken, öte yandan da Türkiye gibi Batı

emperyalizmi ile siyasi (askeri) ve ekonomik olarak entegre olmayı başarmaları çağrısı

oluyordu. Elbette bu dönüşüm kendiliğinden olacak bir şey olmadığına göre, bölge ülkelerinin

hizaya getirilmesi gerekirdi. Bunu ABD’nin, onun oluşturduğu “dış koalisyonların” ya da

İsrail’in yapması daha büyük sorunlara yol açardı, açmıştı da. Nitekim ne Irak’ın işgali, ne

Afganistan’a asker gönderilmesi, ne de İsrail’in bölgenin jandarması yapılması bölgedeki

sorunları Batı emperyalizmi lehine çözülmesini getirmediği gibi, tersine bu sorunları daha da

büyütmüştü. Bu yüzden Müslüman bir bölge ülkesinin “model ülke” olarak gösterilmesi ve

bölgesel sorunları da onun çözüyor görünmesi, tepki toplamayacağı gibi, bölge ülkelerinden

destek de sağlar, bölgedeki gerici yönetimleri de rahatlatırdı!

2007 Eylül’ündeki “mucize yaratacağı” umulan Bushçu-neo-concu senaryo böyleydi.

AKP Hükümeti, özellikle de Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, bu uzlaşmayı artık “bölgenin

model ülkesiyiz”, “bölge gücüyüz” diye gürültülü bir biçiminde ilan ettiler. Yeni Osmanlıcılık

da, ABD’nin bu bölge stratejisine uyum sağlanarak hayata geçirilmek üzere biçimlendirildi.

Ama, şimdi gelinen yer; Türkiye’yi “model ülke” ve ”bölgesel güç” olarak yükümlendiren

ABD için de, onun stratejisinin bölgedeki uygulayıcısı görevini üslenen Türkiye’yi yönetenler

için de tam bir başarısızlıktır!

Öte yandan 2007’de, ABD’nin bölge stratejisinin hedef ülkelerinin birinci sırasında İran

vardı. Ve o günden sonra da İran ve Türkiye ilişkileri, görünüşte aralarının çok iyi olduğu ve

karşılıklı “kardeşlik” açıklamalarının yapıldığı, Türkiye’nin BM’de İran’a yönelik

yaptırımlara karşı çıktığı dönemlerde bile gerilimlerin her gün daha da arttığı, “İslam’ın

bayrağını kimin taşıdığı”na dair iddianın bütün diğer ilişkileri gölgelediği bir süreç olarak

ilerledi. Arap isyanlarının bölgede yol açtığı altüst oluş içinde, özellikle de bölgenin yeniden

biçimlenmesi girişimleriyle (Bu 2007’de Bushçuların istediği biçimde olmasa da, özü

itibariyle “kim model ülke ve bölgesel güç” olacak rekabeti) birlikte, Libya’ya NATO

müdahalesi sırasında, Irak’ta, Suriye’de mezhep mücadelesi görünümü de öne çıkarak, bölge

ülkelerinin nasıl yönetimlerle yönetileceği gündeme geldiğinde, Türkiye-İran çatışması daha

açık bir biçimde ortaya çıktı.

Türkiye’nin bölgesel sorunları çözme ve bölge ülkelerine model olma yerine kendisinin bir

bölgesel soruna dönüşmesi, kendisi model olma bir yana Müslüman Kardeşlerin programını

ve yaşam tarzını kendine model alması gibi etkenlere birleşen yeni Osmanlıcı amaçları öne

çıkarması, Batılılar için Mısır’ı ve Suudi Arabistan’ı bölge sorunlarının çözümünde öne

çıkarmaya zorladı.

Suudi Arabistan tepeden tırnağa silahlandırıldı. Mısır’da, Türkiye, Tunus (o zaman

yönetimde tek başına Müslüman Kardeşler vardı) ve Hamas yönetimi dışında, ABD’yle

Batılıların ve İran, Suudi Arabistan …. gibi tüm bölge ülkelerinin yönetimlerinin açıkça

desteklediği General Sisi darbeyle Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler yönetimini

devirdi ve Mısır’a adeta ekonomik ve askeri yardım yağdırıldı.

Bu gelişmelere paralel olarak, yeni Osmanlıcı AKP Hükümeti’nin de Suriye başta olmak

üzere bölge ülkelerini himayesine alma, “ağabeylik yapma” girişimleri bir bir elinde patladı.

Türkiye, bırakalım model olmayı ve bölgesel güç rolü oynamayı, bölge ülkeleriyle diplomatik

ilişkilerini bile normal koşullarda sürdüremez hale geldi. Tersine, Türkiye, Suriye ve Irak’ta

mezhep savaşı karakteri ağır basan iç savaşların tarafı olarak, savaşların derinleşerek

sürdürülmesinin başlıca dayanağı oldu; pek çok bölge ülkesiyle diplomatik ilişkilerini

yürütemez oldu.

Bu “yalnızlaşmayı” aşmak için, AKP Hükümeti, bir yandan “değerli yalnızlık” bahanesine

sarılırken, öte yandan da iç savaşlara örtülü operasyonlarla müdahale etmeyi, diplomasinin

yerine MİT aracılığıyla bölgedeki el Kaide, el Nursa, İŞİD gibi örgütlerle “iş tutmayı” geçirdi.

Böylece AKP Hükümeti, “bölge haritasının yeniden çizilmesi”nde kendince bir mevzi tutmayı

amaçladı; ama niyeti ve giriştiği operasyonları çok çabuk deşifre oldu.

Dahası PKK, PYD’nin IŞİD’e karşı mücadelede öne çıkması, bölge halklarını IŞİD

belasından kurtaracak bir güç olarak sahneye çıkmaları, bunun Türkiye’nin iç politikasında da

kimi sonuçlara yol açması, Hükümetin “Çözüm Süreci” adı altındaki Kürt siyasi güçlerini

tasfiye etme girişimlerinin yanı sıra AKP iktidarıyla bölgedeki İslamcı terör örgütleri

arasındaki ilişkiyi de deşifre edici gelişmeleri güçlendirdi.

İşte bu gelişmeler Türkiye’yi bölgede adım atamaz hale getirdi. Öyle ki, ticari mal taşıyan

TIR’larını bile sınırların ötesinde geçirecek yol bulamaz bir mecraya sürklenen Türkiye, MİT

TIR’larıyla bölge politikasına müdahale etmeye çalışırken, İran’da Hassan Rabbani’nin

Cumhurbaşkanı seçilmesi ve Batıyla ilişkilerini yumuşatmayı da aşarak, ”nükleer anlaşmayı”

başarması, İran’ın, bir “model ülke” değilse bile, bölgedeki çatışmaların çözümünde çok etkin

olacak, bölge haritasının yeniden çizilmesini kolaylaştıracak bir “bölgesel güç” olarak politika

sahnesine çıkmasının yolunu açtı. İran’ın bölgede pazarlık masasına legal bir biçimde

oturması elbette Batılıları zorlayacak pek çok etkeni de birlikte getirmektedir. Ama Rusya’nın

doğrudan, Çin’in dolaylı olarak zaten Ortadoğu haritasının yenilenmesinde masada olduğu

dikkate alındığında, İran’ın masaya oturmasının tartışmaları zorlaştırıcı olduğu kadar

kolaylaştırıcı olanakları da artıracağını söyleyebiliriz.

Elbette 36 yıldır çok boyutlu bir düşmanlıkla beslenen İran-Batı ilişkileri bir anda ve

kolayca “normalleşmeyecek”tir! Devlet ve diplomasi geleneği yanında Rusya ve Çin’i de

arkasına alan İran’ın, haritaların yeniden çizilmesinde yüz yıl içinde olmadığı kadar etkin

olacağı dikkate alındığında, bu durumdan kendince yararlanacağını, bölgede rekabet ettiği

Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın etkisini kırmak için gerekli adımları atmaktan

çekinmeyeceğinı de kabul etmek gerekir.

Türkiye-İran ilişkileri söz konusu olduğunda, zaman zaman Kasrı Şirin’e atıf yapılacağını,

zaman zaman tarihsel dostluktan dem vurularak barış nutukları atılacağını, ama bütün bunlara

rağmen Şii-Sünni çatışması ve bölgede kimin sözünün geçeceği konusunda da rekabetin,

çatışmanın aralıksız ve güçlenerek süreceğini görmek gerekir. Belki bu iki ülkenin üstünde en

kolay uzlaşacakları konu Kürtlerin özgürlük mücadelesini ezilmesidir, ama onda bile ortak

davranmalarının çok zor olduğu geçmiş deneylerden bilinmektedir.

Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin, bölgeye çeki düzen vermede, bölgedeki haritaların

yeniden çizilmesinde Batılılar için artık eskisi kadar bile önemli olmayacağı anlamına

gelmektedir. Tabii ki, yeni Osmanlıcı dış politikada ısrar edilerek, bölgede “büyük

ağabeylik”, “koruyuculuk” adı altında ülkelerin iç işlerine müdahaleye, İslamcı terörist

örgütlerle bölgede oyun tutmaya, diplomasinin görevlerinin MİT’in örtülü operasyonlarına

indirgemeye devam edilirse!

Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikadan geri adım atacağına dair bir belirti yoktur; ama

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “nükleer anlaşma”dan hemen sonra yaptığı İran ziyaretinde

geleneksel hale getirdiği hava limanında basın toplantısı yapmaması, İran’da Ruhani ile

düzenlediği basın toplantısında bu ziyaretten bir hafta önce Yemen üstünden İran’a yönelttiği

“İran’ın bölgedeki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda domine ettiği, bundan Türkiye ve

bütün öteki bölge ülkelerinin rahatsız olduğu,…” biçimindeki eleştirilerine İran’da gelen

tepkiler konusunda hiçbir şey söylemediği, hatta Yemen’de arabuluculuktan bile söz ederek

sadece doğal gaz alışverişi ve turizm üzerine açıklamalar yapmakla yetindiği dikkate

alındığında, İran karşısında kendisine bir çeki düzen vermeye yöneldiği de söylenebilir.

“Çerçeve Anlaşması”yla gelinen yerden bakıldığında; evet, İran bölgede kendi

pozisyonunu Batılılara da kabul ettirerek, önemli bir başarı sağlamıştır. Bu da bölgede liderlik

iddiasındaki Mısır, Suudi Arabistan, özellikle de Türkiye için en azından ”ödevlerine daha

çok çalışmak” gerektiği anlamına gelmektedir. Ama “Çerçeve Anlaşması” yapılması, elbette

Batılılarla 36 yıldır süren çatışmanın bir anda can ciğer kuzu sarmalığına döneceği anlamına

gelmiyor. Yani İran-Batı ilişkileri kısa sürede “normal” seviyesine çıkmayacaktır. En azından

30 Haziran’da  yapılacak “nihai anlaşma”dan sonra ancak taşlar yerine oturmaya

başlayacaktır. Ama gidişatın yönü, eğilimler, bu doğrultudadır.

Elbette burada tartışılan, Ortadoğu’nun iç savaşlar, bölgesel çatışmalar ve her bir bölge

ülkesinin yönelişleri karmaşası içindeki bölgesel sorunlarının, bölgeye müdahale eden

emperyalistler ve bölge gericiliklerinin ihtiyacına göre çözülmesi için İran’ın “çözüm

masası”na doğrudan oturarak elini güçlendirmesiyle ortaya çıkan gelişmeler ve bu

gelişmelerin muhtemel seyridir.

Bu muhtemel seyir içinde; Kürt güçlerinin tutacağı pozisyon, IŞİD ve öteki İslamcı terör

örgütlerine karşı mücadele, Rusya ve İsrail faktörleri, laisizme yöneliş, anti emperyalist

mücadele ve bölge ülkelerinde iç gericiliğe karşı emek mücadelesinin tutacağı yer,… gibi

bölgedeki çatışmaların seyri ve sonuçları üstünden ortaya çıkan, çıkacak olan (Türkiye’de

seçimler ve sonuçları, “Çözüm Süreci”nin bundan sonraki seyri, Esat rejimi ile Suriye krizine

çözüm için atılacak adımlar,…)  gelişmeler elbette tartıştığımız konu ile bağlantılı olan, ama

ayrıca ele alınması gereken konulardır.

145. doğum yıldönümü vesilesiyle Lenin ve Leninist­Bolşevik parti görüşü

22 Nisan 1870’te Rusya’nın Simbirsk bölgesinde doğan Lenin (Vladimir İlyiç Ulyanov), – (ölümü

21 Ocak 1924­Moskova) –, RSDİP(Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi); daha sonra SBKP(B)‘nin

(Sovyetler Birliği Komünist Partisi­Bolşevik) öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi ve Sosyalist

inşanın lideri olarak ortaya koyduğu mücadele ve örgüt anlayışı ve marksist teorik­felsefi birikime

katkılarıyla, yüz yılı aşkın süredir dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının, sermaye diktatörlüğünden

kurtuluş mücadelesine yol göstermeye devam ediyor.[1] Lenin’in anısına ve büyük eserine işaret

etmek üzere yazılan bu makale, O‘nun, Marx ve Engels’in devrimci çizgisinde, işçi sınıfı

hareketiyle sosyalizmin birliği için yorulmak bilmez ve kararlı çalışmasının en önemli ürünlerinden

biri olan, ve işçi sınıfı ve kent­kır yoksullarının siyasal demokrasi mücadelesinde gördükleri eğitim

ve kazandıkları deneyimle sosyalist siyasal mücadeleyi zafere ulaştırmaları için “olmaz ise olmaz“

koşul, araç ve silah olarak görülebilecek devrimci parti fikri ve parti çalışmasının içeriği gibi,

Lenin’in katkılarının belirli bir alanıyla kendini sınırlıyor.[2]

LENİN VE İŞÇİ SINIFININ LENİNİST DEVRİMCİ PARTİSİ

Toplumsal sorunların ve çözümlerinin tarihsel karekterine işaret eden Marx ve Engels’in devrimci

teorisini, onun, mekanist kaba formülasyonlar ve “ölü kalıplar” olarak değil canlı­devrimci ruhu

özümsenerek irdelenmesini ve somut koşulların gerçekçi somut tahliliyle uygulanmasını savunan

ve devrimci teori ile pratiğin birliğinde ısrar eden Lenin, materyalist diyalektik yöntemi parti

sorununa da uyguladı. Lenin, işçi sınıfının devrimci partisinin inşası, üye bileşimi ve faaliyetinin

içeriğine ilişkin düşünce, öneri ve planlarını ayrıntılı ve sistematik olarak, “Bir Yoldaşa Örgütsel

Görevlerimiz Üzerine Mektup“ (Ekonomizm Savunucularıyla Bir Konuşma), “Ne Yapmalı?“

(1902), “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” (1904) adlı kitap ve makalelerinde, Parti Kongrelerine

sunduğu rapor taslaklarında, broşür ve mektuplarında açıkladı. Makaleleri ve mektuplarında,

1900’lü yılların başındaki Rusya’nın yerel dağınık, dar çevre örgütlerinin güç ve enerji kaybına

işaret ederek, ileri işçileri ve komünistlerinin gündemine Marksist militan bir merkezi partinin

kuruluşuna olan ihtiyacı ve bunun planını getiriyor; partinin programı, siyasal teşhir ve

ajitasyonunun içeriğine dair önerilerini açıklıyor ve merkezi bir gazetenin örgütlenmesi için

yapılması gerekenler üzerinde duruyordu. Örgüt sorununda Lenin’in üzerinde durduğu öncelikli

konu, Rusya’nın o günkü koşullarında dağınık­çok sayıdaki yerel devrimci grup ve çevrenin belirli

bir devrimci (demokratik ve sosyalist) programı olan merkezi bir partide birleştirilmesi ve bunun

için bütün ülke düzeyinde hareketin örgütlenmesinin, devrimci ajitasyon ve siyasal teşhirin aracı

olarak işlev görecek merkezi bir siyasal gazetenin yayımlanması idi.[3] İşçi kitle hareketi ile

sınıfın bilinçli öncü örgütü olarak proletarya partisi arasındaki ilişki ancak bu iki başlıca

merkezi görev başarıldığı ve mücadele ve örgütlenmenin bu iki temel aracı sağlamca

örgütlendiği ölçüde geliştirilip güçlendirilebilir ve devrimci hedefe bağlı olarak

ilerletilebilirdi. Çarlık otokrasisine ve burjuvaziye karşı giderek daha sert biçimler alan, grev ve

gösteriler şeklinde yaygınlaşan ya da sınıf güç ilişkilerine bağlı olarak saldırılar sonucu geriye

düşen, ardından yeniden yükselişe geçen kitle hareketini ve ihtiyaçlarını gözeten Lenin, her bir

durumda, ona uygun düşen, ancak her defasında mücadelenin örgütlü şekilde sürdürülmesi ve

ilerletilmesine hizmet eden araçların ve taktiklerin geliştirilmesine önem veriyordu. Mücadele,

siyasal bilince ulaşmış proleterlerin örgütlü gücü tarafından yönetilmedikçe zafere

ulaşamazdı. Bu ise partiyi, tüm organları ve üyeleriyle proletarya kitleleri içinde aydınlatma ve

örgütleme çalışması yürütme sorumluluğuyla yükümlü kılıyordu. Parti, işçi sınıfının en ileri

kesimlerinin –sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve sınıfın kurtuluşuna bağlanmış devrimci aydınların–

örgütü olarak her koşulda ve fakat koşulların ve hareketin durumuna göre araçlar ve biçimler

geliştirmede ustalaşarak, yığınların içindeki çalışmasıyla, yığınların en geniş desteğiyle kuşanmış

olarak, onlar içinde dal­budak salarak sağlamca örgütlenmeli; Çarlık gericiliğine ve burjuvaziye

karşı her türlü zorluğa dirençli ve gücünü dolaysız olarak işçi sınıfı ve emekçilerin geniş

kitlelerinden alan bir parti olarak inşa edilmeliydi. Çarlık despotizmi ve polisin yoğun saldırıları

altında illegal temelde örgütlenmenin zorunlu olduğu koşullarda Lenin, parti çalışmasının en

önemli ve başlıca aracı olarak tüm Rusya’yı kapsayan ve yine koşulların zorunlu kılması

nedeniyle o dönemde illegal olarak basılıp­dağıtılacak merkezi bir gazeteyi görüyordu. “Sadece

gazete için materyal temin edilmesi ve dağıtımın iyi yapılması gibi teknik bir görev bile” diye

yazıyordu Lenin, partinin tüm yerel birimlerinden birbirleriyle “canlı ilişki içinde bulunan,

meselelerin genel durumundan haberdar olan, tüm Rusya’yı kapsayan çalışmanın kısmi

fonksiyonlarını düzenli biçimde yerine getirmeye alışan, güçlerini şu ya da bu devrimci eylemin

örgütlenmesinde sınayan güvenilir insanlardan oluşan bir ağ kurulmasını zorunlu kılar.”[4] Bütün

ülke düzeyinde dağıtımı yapılacak, işçi ve halk yaşamının tüm sorunlarının yansıtıldığı, siyasal

teşhir ve ajitasyonu en canlı ve verimli tarzda yürütecek, bütün “işçi mahfilleri”ne girecek, işçilerin

okuyup­yazdıkları ve dağıtımının örgütlenmesinde sorumluluk üstlendikleri, örgütlenmenin ve

siyasal eğitimin aracı olarak işlev görecek “bütün Rusya’yı kapsayan bir gazete”, teşhir ve

ajitasyonun sistematik ve istikrar kazanmış şekilde yürütülmesini sağlayacak, işçilerin –ve halkın

öteki kesimlerinin– siyasal bilincinin gelişmesine yardımcı olacak, hizmet edecekti. Bütün ülke

düzeyinde yayımlanacak bu merkezi gazete yalnızca kolektif ajitatör olarak değil kolektif bir

örgütleyici olarak da rol oynayacak, amatörlüğün aşılması, güçlerin toparlanması ve eğitiminin

aracı olacak; parti örgütü için “iskele” işlevi görecek; kitlelere yönelik propaganda­ajitasyonun

merkezileştirilmesini sağlayacaktı. Nitekim, önceleri “Iskra”, sonraları (1912) ise Pravda,

Bolşeviklerin kitle çalışmasının ve işçi­emekçi kitlelerinin parti etrafında birleştirilmesinin aracı

olarak çok büyük ve önemli işlev gördüler. “Bir Yoldaşa Mektup“ta esasları ortaya konan bu

görüşlerini Lenin, “Ne Yapmalı?” adlı eserinde daha etraflıca ve sistematik şekilde geliştirerek,

proletaryanın devrimci partisinin örgütlenme esasları, kitleler içindeki çalışması; siyasal teşhir,

propaganda ve ajitasyon gibi sorunlarına açıklık getirdi.

Bu eserinde Lenin, işçi sınıfı partisinin örgütlenme ilkelerini, proletaryanın tüm diğer kitle

örgütleriyle ilişkilerini; siyasal bilincin ve sosyalizm görüşünün kitleler içinde güç kazanmasının

yaşamsal önemi ve bunun araçlarını ele alıyor; parti çalışmasının içeriğine açıklık getiriyor; bu

çalışmanın ve örgütlenmesinin biçimleri ile kitle hareketinin olanakları ve ihtiyaçları arasındaki

diyalektik ilişkiye işaret ederek partinin kitleler içinde en yaygın ve açık çalışma olanaklarını ve

araçlarını genişletmeyi gözeten bir tutumla güç kazanması için gerekli olanları ortaya koyuyordu.

Partinin kitleler içinde böylesine güçlü­yaygın ve sağlamca yerleşmesi ve örgütlenebilmesi ve

böylece hareketin “bir bütün olarak istikrarlılığını sağlayabil”mesi için “güçlü bir devrimciler

örgütünün sağlam temellerinden işe başla”mak büyük önem gösteriyordu. O, diğer yandan,

ekonomizmin ve oportünizmin işçi hareketi içinde yol açtığı tahribatı somut örneklemeler eşliğinde

sergileyerek, işçi sınıfının tarihsel devrimci görev ve sorumluluğunu başarıyla yerine

getirebilmesinin siyasal sınıf bilincine ulaşması ile bağlı oluşuna dikkat çekiyor; bunu da,

proletarya partisinin en önemli görevi olarak saptıyordu. “En geniş siyasal ajitasyon”un ve “her

yönlü siyasal teşhirin yürütülmesinin” parti çalışması ve eyleminin “mutlak olarak zorunlu ve

başlıca görevi olduğu”na dikkat çeken Lenin‘in kendi ifadesiyle, “Ne Yapmalı?“, “… Grev

hareketiyle, ekonomik mücadelelerle iç içe geçme“nin, “sonunda ‘Ekonomizm’ olarak bilinen garip

bir soysal­demokrat oportünizmine“ yol açması karşısında, “o zaman egemen akım olan

ekonomizm“in örgütsel faaliyetlerinin “doğasıyla görüş farklılıklarının sistematik bir muhasebesi“;

ve “mücadele için kendiliğinden ayağa kalkan gerçek devrimci sınıftan kopuk olarak hiçbir anlamı

olamayacağı“ bilinciyle kurulacak ve inşa edilecek devrimci örgütün ‘ilkeleri’nin altını çizmek üzere

kaleme alınmıştı. Parti, işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin(sosyalizm bilinci/bilimi) birleşmesinin

ifadesi; bunun örgütü­aracı­olmalıydı! Lenin, örgütsel dağınıklık, çevrecilik, kendiliğindenliğe

tapınç, ekonomizm, subjektivizm ve sağ­sol oportünizme karşı mücadeleyi partinin Marksist-
devrimci ideolojik sağlamlığı için zorunlu sayıyor; her türden zorluğa, devlet baskısı ve polis

terörüne karşı mücadelenin başarısını, işçi sınıfı ve kent ­kır yoksullarının siyasal özgürlük ve

sosyalizm için mücadelesinde görüyor; onların, sınıfın kurtulu için sermaye düzenine ve

hakimiyetine karşı savaşım kararlılığı gösteren ileri ve sınıf bilinçli unsurlarından oluşmuş bir parti

örgütünün yaratılmasını savunuyordu.

1902’de kaleme aldığı ve 1907’de bizzat kendisinin “belirli bir tarihsel durumla”, partinin gelişim

sürecinde geride bırakılmış­aşılmış “belirli bir dönemiyle bağıntısından koparılmaması”nı istediği

“Ne Yapmalı?”da Lenin, Bolşevik parti öğretisinin temel kıstaslarını ortaya koyarken,

demokratik merkeziyetçi bir sınıf partisi, parti üyeliği­ve kadroları, vb. gibi sorunlar etrafındaki

tartışmalarda, partiyi “devrimci teoriyle silahlanmış işçi sınıfının öncü örgütü” olarak

tanımlayarak, temel bir parti kriterinin altını ısrarla çiziyordu. Bu eser, tüm Rusya işçi sınıfının

devrimci partisi için verilen mücadelenin başarıyla yürütülmesi ve sonuçlanmasında yol ve yön

gösterici işlev gördü. Lenin’in “Ne Yapmalı?”da –ve örgüt sorunuyla ilgili diğer çeşitli

makelelerinde– partili mücadele ve parti üyeliğinin kıstasları olarak ortaya koyduğu “üyelik

koşulları“, 1903 Kongresi’nden itibaren, “Bolşevik”­“Menşevik” ayrımı ve bölünmesinde, ayırdedici

rol oynadılar. Lenin‘in, uyglanmasında ısrarlı olduğu bu “kıstas(lar)“a göre; işçi sınıfının

devrimci­Marksist partisinin her üyesi, parti proğramını kabul etmek, partinin bir organı­

örgütünde fiili olarak görev almak ve partiye üyelik aidatı ödemekle yükümlü idi. Lenin

tarafından savunulan üyelik normları, Menşevik lider Martov’un en sadık ve kararlı savunucusu

olduğu “partiye yardım eden herkesin, her grevci işçinin parti üyesi sayılması“; hatta onlara

“kendini parti üyesi ilan etme hakkının tanınması” görüşünün karşısında, partinin demokratik

merkeziyetçi; alt organların üst organlara, tüm partinin merkez komitesine ve parti kongreleri

kararlarına tabi olduğu, devrimci­proleter disiplin içinde örgütlenmesi ve çevrecilikten

kurtulmasında, bağlayıcı kurumsal güvence oluşturdu(lar). 1898’deki ilk kongresinden başlayarak,

dağınık ve iç mücadelelerle geçen grup ve çevre örgütlenmelerinin yerine demokratik

merkeziyetçi işlerliğe sahip tek partinin inşa edilmesi için verilen mücadele içinde kurulan parti,

1902’ den 1912 yılına dek, kitle hareketinin yükselişi­düşüşü; durgunluğu ve kabarması, otokrasi

ve halk arasındaki mücadelenin düzeyi ve seyri tarafından etkilenen fraksiyonel –burada aslında

iki ayrı parti söz konusuydu–, ve oldukça çetin geçen yıpratıcı­bunaltıcı iç mücadeleler

sonucunda, 1912’deki Bolşevik­Menşevik resmi ve kesin ayrılmasıyla yeni bir sürece girerek

Lenin’in Bolşevik çizgisinde yoluna devam etti. İşçilerin ve kent­kır yoksullarının içinde giderek

güçlenen örgütlenmesiyle önderlik yeteneğini daha da geliştirdi. Lenin tüm bu süre boyunca

partide ortaya çıkan ya da partinin önüne çıkan sorunları, ortaya çıkış nedenleri, etkenleri ve

çözüm yollarıyla ele aldı; partiye, çalışmasında ve örgütlenmesinde yol gösterdi. Bu sorunların

çözümü için yol gösterici fikirler geliştirirken işçi hareketinin durumu, mücadelesinin gelişme

düzeyi, sınıflar arası ilişkilerin seyri, hareket noktasını oluşturuyordu. Onun görüşlerinin işçi

kitleleri ve sınıfın mücadelesine bağlanmış aydınlar içinde giderek artan şekilde etkili olmasıyla

birlikte, parti örgütünün Bolşevik sağlamlaştırılması gerçekleştirildi; “işçi sınıfının kendiliğinden

ekonomik mücadelesi içinde sosyalist siyasal karakter kazanacağı; kendiliğinden hareketin bu

kendiliğindenliği içinde ve kendiliğinden olarak sosyalizme ulaşacağı” şeklinde ifade

edebileceğimiz ekonomist akım etkisiz kılındı ve Menşevizm yenilgiye uğratıldı.

PARTİ ÜYELİĞİ SORUNUNDA LENİN

Parti örgütlenmesinin esaslarına ilişkin görüşlerini ana noktalarıyla “BirYoldaşa Mektup”ta açıklayan

Lenin, bu yaklaşımını “Ne Yapmalı?“ ve “Bir Adım İleri İki Adım Geri“ adlı eserlerinde geliştirdi.

“Bir Yoldaşa Mektup”ta, “Genel olarak örgütlenme derecesine ve özel olarak da örgütün gizliliğine

ilişkin olarak ana çizgileriyle şu kategoriler düşünülebilir” diyerek, yaklaşımını şöyle özetliyordu:

“1) devrimcilerin örgütleri; 2) olabildiği ölçüde yaygın ve çeşitli işçi örgütleri (belli koşullarda, öteki

sınıfların belli öğelerini de kapsamına alacağını düşünerek, kendimi işçi sınıfıyla sınırlıyorum).

Partiyi bu iki kategori meydana getirir.“ Sonraki ayrıntılandırmalarında; sözünü ettiği işçileri

“parti program ve tüzügünü kabul eden ve partiye katılmak isteyen işçiler“ olarak tanımladı. Bu

örgütlere, “Ayrıca ­diye ayırarak­ şunları ekliyordu: 3) partiyle ilişiği olan işçi örgütleri; 4) partiyle

ilişiği olmayan ama fiilen onun denetim ve yönetiminde bulunan işçi örgütleri; 5) işçi sınıfının,

sınıf savaşımının büyük ölçüde kendini gösterdiği olaylarda, belli bir oranda sosyal­demokrat

partinin kısmen yönetimi altına giren örgütlenmemiş öğeleri.“

Lenin, II. ve III.Parti Kongreleri’ndeki Tüzük tartışmaları bağlamında, “Bu, aşağı­yukarı, benim

sorunu nasıl ele aldığımı gösterir.”[5]diyerek, “Bir Yoldaşa Mektup“ta açıklanan görüşlerine

yeniden atıfta bulunur. Buna göre, geniş yığınlara yönelik “ve bu yüzden de olabildiğince gevşek

ve gizlilikten uzak bulunan işçi birlikleri gibi, işçilerin kendi kendilerini eğitme çevreleri ve illegal

yazını okuma çevreleri gibi, sosyalist ve demokratik çevreler, nüfusun bütün öteki kesimleri

arasında sosyalist ve demokratik çevreler, vb., vb. gibi .. çevreleri, sendikaları ve örgütleri her

yerde kurma“ ihtiyacı ve bunların “olabildiğince çok sayıda“ olmaları ve olabildiğince farklı

işlevleri yerine getirmeleri gerekliliği; “bunları devrimciler örgütüyle birbirine karıştırmak, aralarındaki

sınır çizgisini silmek“ için neden olamazdı. Bu, “saçma ve zararlı olur”du. Parti, işçi hareketiyle

kopmazcasına bağlı olacak, işçi­emekçi kitleleri içinde; onların taleplerini savunarak kesintisiz bir

ajitasyon sürdürecek, kendiliğinden hareketin daha ileriden ve etkili tarzda gelişmesine destek

olacak, sermaye ve gericilik karşısında ortaya çıkmış “işçi birlikleri”ni etkisi altına almaya

çalışacak; ancak, “işçi birliklerindeki sosyal­demokrat öğelerle (sosyal­demokrat partiye mensup

olanlarla) sınıf bilincine tam ulaşmamış, siyasal yönden etkin olmayan kişileri” birbirine

karıştırmamayı da bilecekti. “Herhangi bir parti örgütüne mensup olmayan parti üyelerinin

denetim altında tutulmasının yalnızca bir kurgu (fiction) olduğu”nun yadsınamayacağına dikkat

çeken Lenin, o günün ağır illegalite koşullarında, henüz “bir örgütün üyesi olamayan ama

yayınları dağıtan” işçilerin bir örgüte girmelerinden yana olduğunu söylüyor, ve “hatta bu

örgütlerden çoğunun partiye ait olabileceğini ve olması gerektiğini” belirtiyordu.[6]

Parti­sınıf ilişkisine, ve bunun partiye üyelik sorunuyla bağına dikkat çeken Lenin, Martov’un

“görünüşte geniş proleter kitlelerinin çıkarlarını” savunmak üzere önerdiği, “partiye yardım eden

her işçinin parti üyesi olması” düşüncesini reddederek, parti üyesinin parti program ve tüzüğünü

kabul etmesi ile birlikte “parti örgütlerinden birinin üyesi” olmasında ısrar etti; partiye katılmak

isteyen işçilerin partiye kazanılmasını parti görevi olarak niteleyen Lenin, “partinin sınır çizgisi”nin

belirsiz kalmasına karşı çıkarak, partiye girmek istemeyen ve fakat bir biçimde yardım eden

öğrenci, sempatizan­taraftar ya da başka­ kişilerin partiye doldurulmasının, partinin yıkımı ve

yenilgisine yol açacağı uyarısında bulundu. Martov ve Akselrod’u, “Belirsiz, sıkıca birleşmemiş bir

parti örgütünü savunmaları“; “her profesöre, her lise öğrencisine, ‘bir greve katılmış herkese‘

kendisini parti üyesi olarak adlandırma hakkı verme“ye çalışmaları ve parti üyesinden, “partinin

tanıdığı örgütlerden birinde çalışması“ isteminde bulunan parti tutumuna karşı “düşmanca

tavırları“[7] nedeniyle; Akselrod’u, “ilkesel örgüt sorunlarını bir oportünist gibi“ değerlendirdiği

için[8] eleştiriyor; bu anlayışın,“her parti üyesinin partiden sorumlu olduğu ve partinin her parti

üyesi için sorumluluk taşıdığı”anlayışına zarar verdiğine dikkat çekiyor; L.Troçki’yi, “partinin,

tamamen (ya da neredeyse tamamen) parti “denetimi ve önderliği altında” çalışan, fakat bütün

olarak “partiye dahil olmayan ve zaten dahil olmaması gereken işçi sınıfının muazzam kitlesinin

sadece öncü müfrezesi, önderi olduğunu” unutmakla suçluyordu. “Proletaryanın sınıf

savaşımının her görüntüsü​nü yönlendirme”k parti üyeleri için tartışma götürmez bir

görevdi. Parti, işçi sınıfının kapitalistlere karşı ücret, işgünü, çalışma koşulları gibi taleplerle

yürüttükleri mücadele içinde yer almaksızın, onun mücadelesinin “her görüntüsünü

yönlendirme“yi başaramazdı. Ancak buradan hareketle ne parti ile sınıf “özdeş“ sayılabilirdi ne

de “öncüyle, ona eğilimli yığınlar arasındaki fark“ unutulabilirdi. “İşbirliği yapanlarla mensup

olanlar arasındaki, bilinçli ve faal olanlarla yalnızca yardım edenler arasındaki fark“ silinip

atılamazdı. “Örgütsel gevşekliği haklı göstermek için, örgütü örgütsüzlükle karıştırmayı haklı

göstermek için, bizim bir sınıf partisi olduğumuzu öne sürmek, hareketin ‘derinliği’, ‘kökleri’ sorunu

gibi felsefî ve toplumsal­tarihsel olan sorunu,… teknik ve örgütsel bir sorunla” karıştırmak

olacaktı, vb.

III. Parti Kongresi’ni değerlendirmelerinde tartışmayı sürdüren Lenin, “Martov’un belirsiz

formülasyonunun ilkesel savunusunun yanlışlığı“ üzerinde yeniden durarak, “İnsanın kendisini

‘parti örgütlerinden birinin denetimi altında‘ parti üyesi olarak ataması için çalışmaya gerek

yoktur, çünkü bu formül kuru gürültüdür,…” diye, bu tutumu birkez daha aşağılıyor; parti yerel

komitelerini, bu “kuru gürültü“yle uğraşma yerine, “işçiler arasında daima ve sürekli olarak“,

partiye katılacak “mümkün olduğunca çok sayıda işçi örgütü kurmanın gerekliliği düşüncesinin

propagandasını“ yapmaya; sosyal demokrat işçilerin bu örgütlerini “parti örgütü olarak

onaylama“ya ve bu arada “her türlü gereksiz gecikme ve mızmızlanmalar“dan kaçınmaya

çağırıyordu.[9]

Bu çok çeşitli grup, topluluk, altkomiteler vb. den, “bazıları Rus Sosyal­ Demokrat İşçi Partisine

katılma isteğini açıkça öne sürecekler ve yönetim kurulu tarafından onaylanırsa, partiye katılacak“,

“Böylece (ya yönetim kurulunun buyrultuları çerçevesinde ya da onunla anlaşmaya vararak)

belirli ödevler yüklenecekler, parti organlarının buyruğuna uymayı kabul edecekler, bütün parti

üyelerinin sahip olduğu aynı haklara sahip olacaklar, ve kurul üyeliği için aday olabileceklerdir vb…

Bazıları RSDİP’ne katılmayacaklar, parti üyelerince kurulan grupların ya da şu veya bu parti

grubuyla ilişkisi olan toplulukların statüsüne sahip olacaklardır vb..”diyerek, detaya ilişkin

açıklamalarla sorunu netleştiriyordu.

Lenin için parti sorunu, sermayeye karşı mücadelesinin her biçimi ve görüntüsünde işçi sınıfının

hareketini yönlendirebilir, yönetebilir bir devrimci sınıf örgütü; sınıf bilinçli ileri işçilerin örgütü

olmayı başarması sorunuydu. Tartışmanın merkezi önemdeki sorunu buydu.

Tüzük üzerine ayrılığın, başlangıçta, “parti için bir ölüm­kalım sorunu” olacak kadar hayati

sayılmayabileceğini; partinin, “Tüzükteki yetersiz bir madde yüzünden” yok olmayacağını; ne var

ki, Martov ve destekçilerinin ısrarlı çabalarıyla ve Akselrod’un, Martov’un tüzüğün birinci

maddesine dair temel yanılgısını “oportünist bir teori haline” getirmesiyle ve demokratik

merkeziyetçi örgüt disiplininden kaçan tutumuyla, “göreceli ufak bir ayrılık”ın, “çok büyük önem

kazanmış” hale geldiğini belirten Lenin, Akselrod’un uzlaşma­“pazarlık” teklifini, “genel olarak

pazarlığa karşı olmadığı”nı belirterek yanıtlıyor ve verebileceği ödünü şöyle açıklıyordu: “işçi

örgütleri konusunda, eğer kuşku varsa (yukarda kanıtladığım gibi, her ne kadar böyle bir

kuşkuya, yer yoksa da) kendi birinci madde metnime şöyle bir not eklemeyi kabul ederdim: ‘Rus

Sosyal­Demokrat İşçi Partisinin program ve tüzüğünü kabul eden işçi örgütleri, parti örgütleri

içinde olabildiği ölçüde çok sayıda yer alırlar.’ İşin aslını konuşmak gerekirse, böyle bir

tavsiyenin yeri kuşkusuz, tüzel tanımlamaları kapsaması gereken tüzükte değil, açıklayıcı

yorumlar ve broşürlerdedir (ve tüzük hazırlanmadan çok önce broşürlerimde böyle açıklamalar

yaptığımı esasen belirtmiştim); ama böyle bir not, en azından, yoldaş Martov’un metninde var

olduğuna kuşku bulunmayan şeyleri, [örneğin­ç.] dağınıklığa yol açabilecek yanlış fikirlerin

zerresini, oportünist savların zerresini ve ‘anarşist kavramlar’ı içermezdi.”[10]

“Parti’ye girenlerden sınıf bilinci talep ettik, Parti’nin gelişmesinde sürekliliğin muazzam öneminde

ısrar ettik, disiplini öğrettik ve tüm parti üyelerinin parti örgütlerinden birinde eğitilmesini talep

ettik” diye ısrarla vurgulayan Lenin, işçi hareketinin canlandığı, gericiliğe karşı ileriye atıldığı

devrimci dönemde, “tüm sosyal­demokrat işçileri yanınıza çağırın, onları yüzler ve binler

halinde Parti örgütü saflarına sokun. Onların delegeleri merkezi mercilerimizin saflarını yeniden

canlandırsınlar, genç devrimci Rusya’nın yeni ruhu bu delegeler sayesinde buralara aksın”[11]

diye, çağrıda bulunuyordu.(abç)

Lenin’in, bu tartışmalar bağlamında ortaya koyduğu görüşlere, “görünürde işçi sınıfından yana“

Martovcu itiraz, parti­sınıf ilişkisinin oportünist yorumuna dayanıyordu. Lenin’in eleştiri ve

uyarıları, “sosyal­demokrat işçilerin” partiye katılmasının ve parti örgütlerinden birinde yer

almasının önüne engel çıkarmanın dayanağı yapılamazdı. O‘nun, parti program ve tüzüğünü

kabul eden ve partiye katılmak isteyen ileri işçilerin “parti denetimi ve disiplini altında eğitimi” için

teşvik edilmelerini, parti ve üyesinin görev ve sorumluluğu olarak belirleyen vurgusu, ve bu görev

ve sorumluluğun, asla savsaklanmaması gereğine ilişkin dikkat çekici uyarısı oldukça açıktı ve

aksi bir tutuma yolu kapatıyordu. Parti, eğer sınıfın “en sağlam üyelerinden” oluşmuşsa, devrimci

teoriyle donanmış ve sınıf mücadelesi yasalarının bilgisine ve “devrimci hareketin tecrübesi”ne

sahip ise, işçi ve emekçilerin bütün öteki örgütlerine yol gösterebilir; onların eylemini belirli bir

hedef doğrultusunda birleştirmeyi başarabilirdi. Eğer “bütün koşullar ve dönemlerde politik

mücadele içinde sınanmış sıkı bir örgüt mevcut değilse” amaca ulaşmak üzere proletaryanın

güçlerini aydınlatıp birleştirmek ve düşmanın palanlarını bozarak saldırılarını püskürtmek olanaklı

olamazdı. Devrimci sınıf partisinde, alt organlar üst organlara, bütün parti merkezi organa ve

kongre kararlarına; azınlık çoğunluğa, parça bütüne tabi olmaksızın örgüt birliği sağlanamazdı.

Örgüt içi demokrasi “otorite yokluğu” anlamına gelmezdi. Parti üyesinin sorumluluğu ve görevleri

ile hakları arasındaki ilişkinin ele alınmasında en önemli “ölçü“, partinin kitleler içindeki

çalışmasında gösterilen başarı, üstlenilen görevin yerine getirilmesinde sahip olunan yaratıcı

inisiyatif ve kararlı tutum olmalıydı. Görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyenin “haklar”

üzerine tiradı, lafazanlık olurdu. Parti görevleri ve disiplini açısından bütün parti üyeleri eşit olmak

durumundaydılar. Demokratik­merkeziyetci örgütlenme “ilkesi”nin gereklerinden biri olan “seçim“

yoluyla görevlendirme, ülke koşullarından soyutlanarak, demokratik kuralların uygulanabilir olup

olmaması gözetilmeksizin mutlaklaştırılamazdı. Çarlık Otokrasisi altındaki Rusya koşulları

nedeniyle, “demokrasinin ikinci özelliği olan seçim konusunda“ kendilerinin iyi durumda

bulunmadıklarına işaret eden Lenin, “politik özgürlüğün olduğu ülkelerde“ bu koşulun son derece

doğal olduğunu; burjuva siyasal özgürlüklerin olmadığı koşularda ise polis­jandarma baskısı

nedeniyle bunun uygulanmasının zorluk gösterdiğini belirtiyordu.[12]

Parti üyeliği ve sorumluluğu kişinin “durumuna göre“ uyarlanacak ya da “yapabildiği kadarıyla“

katkısına daraltılacak gevşek bir ilişki biçimine indirgenemezdi. Bu türden bir ‘esneklik‘, parti

görev ve sorumluluklarının savsaklanmasına; merkezi disipline sahip ve her koşulda mücadele

edebilir örgüt inşaasının darbe yemesine yol açarak, işçi sınıfının mücadele potansiyeli, enerjisi

ve yeteneğinin devrimci sınıf örgütünde somutlanması olanağını baltalardı. İşçi sınıfının parti

olarak örgütlenmesi ya da işçilerin en sağlam, en fedekar, en bilinçli öğelerinin parti olarak

örgütlenerek işçi kitleleri ve emekçilerin parti etrafında birleştirilmesini başarıyla

gerçekleştirmeleri, parti sorumluluğu ve bilincinin kitlelerin geri düzeyine düşürülmesini değil,

aksine proleter ve emekçi kitlelerin partinin mücadele ve örgüt çizgisi düzeyine çıkarılmasını

(yükseltilmesi) gerektirirdi. Bu anlayışın bulanıklaştırılması, işçilerin sınıf düşmanlarına karşı

savaş kapasitelerini zedeleyerek örgütlerini zayıf düşürecek; onları burjuva ideolojisinin etkisine

açık tutacaktır. Oysa, işçi sınıfı, ancak siyasal sınıf bilincine sahip olursa ve sınıf partisi bunun

için işçi­emekçi kitleler içinde kesintisiz bir çalışma sürdürür ise sömürüden kurtuluş mücadelesini

zafere ulaştırabilir. İşçi sınıfının sömürüden kurtuluş mücadelesine ancak böyle bir parti önderlik

yeteneği gösterebilir ve sınıf örgütlerinin “her biçimini yönetmeye yetenekli önderlerin

yetiştirilmesi” için, “en iyi okul” görevini yerine getirebilir. Parti, “proleterlerin sınıf birliğinin en

yüksek biçimi” olup, proleter sınıfın bağrında yer alan ve bu sınıfın örgütleri arasında asıl

yönetim gücünü oluşturan örgütü; proleter sınıf mücadelesinin tüm yönlerinin

merkezileştirilmesiyle sınıfın “partisiz bütün örgütleri”ni ve onları yöneten öğelerini sömürüden

kurtuluş hedefinde birleştirmeye yetenekli tek örgütüdür. Ne var ki “öncü ile ona eğilim gösteren

kitleler arasındaki farkı gözden kaçırmamak” gerekliliği, partinin, “işçi sınıfının öncüsünün

milyonlarca işçiyle olan birliğinin bir ifadesi” olması gerçekliğini karartmamalıdır. Bu özelliği,

parti için hayati önem taşır. Partili olmayan işçi­emekçi kitleleriyle güçlü ve geniş bağlara sahip

olmayan bir partinin varlığını sürdürmesi, sınıfın parti olarak örgütlenmesinin ifadesi ve

cisimleşmesi olması ve mücadelenin yönlendirici kurmayı görevini başarıyla yerine getirmesi

mümkün olmaz. Sınıfın partisine güveni ve desteği, sınıf partisi olmanın/olabilmenin tayin edici

koşuludur ve bu da ancak sınıf hareketiyle dolaysız ve süreklilik gösteren bir ilişki içinde olmayı

başararak, sınıfın taleylerinin savunusunda kararlılık göstererek sağlanabilir. “Proletarya ­diyordu

Lenin­ ancak, Marksizmin ilkelerine dayanan ideolojik birlik, ezilen milyonları, işçi sınıfı ordusuna

dönüştürecek olan bir örgütün maddi birliğiyle sağlamlaştırıldığı zaman, yenilmez bir güç

olabilir…” Bu, Partinin “çelikten birliği” ve sağlamlığının da başlıca koşuludur. Parti, eğer işçi sınıfı

ve emekçiler içinde “dal­budak salmış” bir örgütlenmeye sahip ise ve demokratik merkeziyetçi

örgüt ilkesini tutarlılıkla uygulayabiliyorsa, kitle gücüyle donanmış güçlü bir mücadele örgütü

olacaktır.

PARTİ –KİTLE İLİŞKİSİ VE PARTİ ÇALIŞMASININ İÇERİĞİ

Lenin’in, işçi sınıfının örgütlenmesi­kitlesel örgütleri ve partisi üzerine görüşlerinin asıl hareket

noktası ya da irdelemelerinin temelinde yatan asıl sorun, işçi sınıfının sömürülen bir sınıf olma

durumunun son bulması için nasıl bir örgüte ve mücadeleye ihtiyaç olduğuydu. Daha 1900’ün

başında, “Hareketimizin en acil görevleri“ başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu: “Sosyal-
demokrasi, işçi hareketinin sosyalizmle birliğidir, onun görevi, işçi hareketine tek tek bütün

aşamalarda pasif bir şekilde hizmet etmek değil, hareketin tümünün çıkarlarını temsil etmek, bu

harekete onun nihai hedefini ve politik görevlerini göstermek, hareketin politik ve ideolojik

bağımsızlığını korumaktır. Sosyal­demokrasiden kopuk işçi hareketi parçalanmak ve kaçınılmaz

olarak burjuvalaşmak zorundadır; eğer işçi sınıfı sadece ekonomik mücadele yürütürse politik

bağımsızlığını kaybeder, öteki partilerin bir uzantısı haline gelir ve şu büyük vasiyete ihanet

eder: ‘İşçi sınıfının kurtuluşu ancak işçi sınıfının kendi eseri olabilir.‘”

Partinin eylemi ve örgütsel­politik (ve ideolojik) çizgisi; işçi sınıfının, halkın tüm diğer ezilen

kesimlerinin karşı karşıya olduğu siyasal baskının her türüne karşı mücadele içinde eğitim görerek

siyasal sınıf bilincine ulaşması ve sosyalizm mücadelesini zafere ulaştırması için tayin edici

öneme sahiptir. Lenin’in parti ve çalışmasının niteliği üzerine ekonomistlerle tartışmalarının

bağlandığı yer de burasıydı. İşçilerin bilinçli ileri kesimlerinin örgütü olarak partiyi, sendikal

mesleki örgütlerinden daha farklı işlevle yükümlü gören Lenin bundandır ki, işçi sınıfının siyasal

sınıf bilincine ulaşmasını asıl görev edinen bir parti çalışmasında ısrar ediyor; sınıfa siyasal

bilincin “verilmesi” ya da “taşınması”nın ise, ancak işçi hareketiyle kesintisiz bağ içinde, işçi-
emekçi kitleleri içinde yürütülecek çok yönlü siyasal teşhir, ajitasyon ve propaganda aracıyla

mümkün olacağını ve bunun da bilimsel bilgiye sahip partili işçi ve aydınlar tarafından yerine

geterilmesi gerektiğini belirtiyordu.

Lenin, Rus sosyal­demokrat hareketinde –ki bu hareket o günün Rusyasında (1900’lerin

başı)parçalı, dağınık çevreler halindedir, ve ileri işçilerin de içinde yer aldığı bu grup ve çevrelerin

liderliğini yapanların örgüt ve mücadele sorunlarına bakış açıları arasında önemli farklılıklar

bulunmaktadır– ortaya çıkan ekonomist akıma karşı yürüttüğü mücadele bağlamında,

“kendiliğindenlik unsuru”nun “aslında bilinçliliğin tohum halinden başka bir şey olmadığını”

belirterek, ilkel işçi isyanlarının da “belli bir bilinç uyanışını” ifade ettiğini; bu tür isyanların,

işçilerin, “kendilerini ezen rejimin yıkılmazlığına olan eski inançlarını” yitirmelerinin ve birlikte

karşı koyma gereğini hisetmelerinin göstergesi olduğunu belirtiyordu. “Sistemli grevler”i, “sınıf

mücadelesinin tohumlarını, ancak sadece tohumlarını” içeren; işçilerle “işverenler“ arasındaki

çıkar karşıtlığına uyanışını gösteren gelişmeler olarak gören Lenin, bu durumun, işçilerin “sosyal-
demokrat bilinçten yoksun” oldukları gerçeğini ortadan kaldırmadığına; “işçi sınıfının kendi

gücüyle ancak ve yalnız trade­unionist bilince, yani sendikalarda birleşme, işverenlere karşı

mücadele etme, hükümetten işçiler için gerekli şu ya da bu yasayı çıkarmasını talep etme vs.

gerekliliği inancına ulaşabileceğini“ [13] gösterdiğine dikkat çekiyor; bunun da sınıf bilincinin

sınıfa dışarıdan götürülmesini zorunlu kıldığını belirtiyor ve ekonomist akımın temsilcileri

–Martinov ve diğerleri– ile tartışmaları kapsamında şöyle yazıyordu: “Siyasal sınıf bilinci, işçilere,

ancak dışarıdan verilebilir, yani, ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler

arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan,

bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi

vermek için ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim

gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, ‘işçiler arasına gidilmelidir’ yanıtı olamaz. İşçilere

siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal­demokratlar nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek

zorundadırlar; onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevketmek zorundadırlar.”[14] Lenin bu

açıklamasını, bilinçli olarak yapılmış bir basitleştirme ve ‘kaba formül’leştirme olarak niteleyerek,

nüfusun bütün kesimleri içinde propaganda ve ajitasyonun devrimci önemi ve anlamı üzerinde

duruyor, bunun, ihmal edilemezliğine işaret ediyordu. “Biz­diyordu Lenin ­teorisyenler olarak,

propagandacılar olarak, ajitatörler olarak ‘nüfusun bütün sınıfları arasına gitmeliyiz.”

O’na göre, bunun gerçekleşebilmesi için parti önüne “işçilere, onların çıkarlarıyla kapitalistlerin

çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı göstermek; proletaryaya, gerçekleştireceği sosyal

devrimin tarihsel önemini, niteliğini ve koşullarını açıklamak; bütün tezahürleriyle proletaryanın

mücadelesini yönetebilecek” bir düzeye gelmek­yükselmek görevini koymalıdır.[15] ”Eğer

işçiler, hangi sınıfı hedef alıyor olursa olsun, her türlü zorbalık ve baskı, zor ve suiistimal

olayına tepki göstermeyi, hem de herhangi bir açıdan değil de sosyal­demokrat açıdan tepki

göstermeyi öğrenmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz. Eğer işçiler,

somut ve ayrıca mutlaka güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların

her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi

öğrenemezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün

yönlerinin materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenemezlerse, işçi kitlelerinin

bilinci gerçek sınıf bilinci olamaz. İşçi sınıfının dikkatini, gözlem yeteneğini ve bilincini yalnızca

ya da hatta esas itibariyle işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştıranlar sosyal­demokrat değildir, çünkü

işçi sınıfının kendisini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı

ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil­daha doğrusu, teorik olmaktan çok, politik

yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”[16] Sınıf

bilinçli işçi, “…proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve

genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahip”[17] olan işçidir. Sosyalist siyaset, başlıca olarak

bütün işçilerin –ve onların şahsında tüm sömürülen ve baskı altında tutulanların– sermayeye

bağımlılıktan kurtulmasını; emeğin sermayeye bağımlılığının son bulmasını içeren siyasettir ve

bu özelliğiyle sendikalist­ekonomist politikalardan ayrışır. Siyasal özgürlükler için mücadele ve

sosyalist dünya görüşü işçi kitleleri içinde ve emekçilerin saflarında yaygınlaşıp, proleter ve

emekçi yığınların en bilinçli ve dövüşmeye kararlı unsurları parti örgütünde biraraya

gelmedikçe, ‘ücretli kölelik sistemi’ne son verme mücadelesi başarıya ulaştırılamaz. Bundandır

ki, Lenin başta olmak üzere Marksistler, “işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğinin her türlü

putlaştırılmasının,’bilinçli unsurun’sosyal­demokrasinin rolünün her türlü küçümsenmesinin,

bunu küçümseyenin onu isteyerek yapıp yapmamasından bağımsız olarak, işçiler üzerinde

burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmek anlamını taşıdığını”[18] vurgulaya gelmişlerdir. Bu,

kuşku duyulmaması gerekir ki, işçi­emekçi kitlelerinin ‘kendiliğinden‘ hareketinin dışında

durmak­kalmak anlamına gelmez. Aksine, yığın hareketinin içinde olmaksızın ve parti, kitlelerin

her türlü mücadelesinin tüm görüngülerinin yönlendirilmesinde başarı sağlamaksızın, işçilerin,

güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların entelektüel, moral ve politik

yaşamlarının “b ü t ü n yönlerini gözlemlemeleri”ne; “nüfusun b ü t ü n sınıfları ve gruplarının

yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlili ve materyalist değerlendirmesini

pratikte uygulamayı” öğrenmelerine katkıda bulunulamaz, yardım edilemez ve öncülük

edilemez. İşçi sınıfının kendi durumunun bilincine varması, çünkü, ancak kendisi dahil tüm

toplumsal sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkileri alanında yaşanan tüm siyasal­iktisadi ve

sosyal olay ve gelişmelerin anlamı ve boyutlarının, onun nezdinde hem düşünsel yönden hem

de pratik deneyimleriyle açıklık kazanmasına bağlıdır.

Parti bunun içindir ki, işçi sınıfının bu sınıf bilinciyle hareket edecek bir düzeye yükselmesini

tüm çalışmasının merkezi sorunu ve görevi olarak belirler. Bu ise, marksizmin, sosyalist dünya

görüşünün işçi kitleleri içinde yaygınlaştırılmasıyla mümkündür. “Devrimci teori olmadan

devrimci hareket de olamaz“ diye vurguluyordu Lenin. Parti, halkın mücadelesindeki “öncü

savaşçı rolü“nü, ancak devrimci teoriyle donanmış; bu teorinin yol göstericiliğinde hareket eden

devrimci bir sınıf partisi ise, yerine getirilebilir. Sosyalizm bilimini bir bilim olarak ele almak ve

işçi kitleleri içinde yaygınlaşmasını sağlamak partinin görevidir. İşçi sınıfının sömürüden

kurtuluşu için mücadele ekonomik­politik cephelerde olduğu gibi teorik­ideolojik cephedede

verilmeli; her türden burjuva ideolojisinin işçi hareketi içindeki ve üzerindeki etkisinin kırılması

sağlanarak, sınıfın kendi devrimci partisinde birleşmesi başarılmalıdır. Engels, “Alman

hareketinin gücü“nün, sermayeye karşı bu üç tür mücadelenin “ortak merkezli saldırı“ şeklinde

sürdürülmesinde olduğunu söylemişti.[19] “Proletarya kitleleri içinde sosyalist düşünceleri ve

politik öz bilinci sağlamlaştırmak” ve “işçi hareketiyle kopmaz şekilde bağlı” devrimci bir parti

örgütlemek; işte en temel partisel ve devrimci görev budur. “İşçi sınıfının politik gelişiminin ve

politik örgütlenmesinin ilerletilmesi” için, halkın tüm kesimleri içinde siyasal teşhir, ajitasyon ve

propagandanın yoğunlaştırılmasına ve bunun için de artan sayıda devrimci militanın

görevlendirilmesine ihtiyaç vardır. Politik propaganda, ajitasyon ve örgütlenmenin içerik ve

kapsamını daraltan; işçilerin dikkatini yalnızca onların kendi kısmi ya da daha genel sorunlarına

çekmekle yetinen tutum ve anlayışlardan uzak durmak büyük öneme sahiptir.

LENİNİST PARTİ VE OPORTÜNİZM­ DEVRİMCİ MARKSİZM

MÜCADELESİ

Lenin’in devrimci parti ve mücadele anlayışı 1900’lerin başından bu yana, işçi sınıfının

mücadelesini asıl hedeflerinden saptıran oportünist akım ve partilerle devrimci Marksizm arasında

uluslararası alanda süren mücadelenin ayrım noktalarının belirginleştirilmesinde “köşe taşı“ işlevi

gördü. İşçi sınıfı ve komünist partileri bu anlayışla hareket ettikleri ülkelerde proleter kitlelerin ve

halkın öteki kesimlerinin desteğini sağladılar; siyasal özgürlük ve sosyalizm mücadelesini

ilerletmek yönünde önemli başarılar kazandılar. Lenin’in, parti ­ve devlet­ görüşü, Marx­Engels’in

kuramından, onların doğrudan katılmalarıyla gerçekleşen I. Enternasyonal’in deneyimiyle birlikte

Komün derslerinden esinleniyor, ondan güç alıyordu. Lenin II. Enternasyonal partilerinin en

önemlilerinin sosyal­şoven çizgiye kaymalarına karşı, devrimci Marksist çizginin hakim olması ve

uluslararası işçi hareketinde egemen olması için büyük bir çaba gösterirken, Birinci Enternasyonal

ve Komün’ün mirasıyla birlikte, II. Enternasyonal’in devrimci döneminin deneyiminden de

yararlandı. III. Enternasyonal’in kuruluşu bu deneyimlerin sonuçları üzerinden gerçekleştirildi.

O’nun bu büyük çabası ve mücadelesi, III. Enternasyonal’in teorik­örgütsel çizgisinin

belirlenmesinde de yönlendirici işlev gördü.

Devrimci­Marksist çizgi ile reformist sosyal­şoven çizginin mücadelesi Alman partisi başta olmak

üzere Avrupa partileri içinde de ciddi bölünmelere yol açtı. Bununla birlikte, bu partilerin devrimci

döneminde ve bölündükleri koşullarda da devrimci çizgide ısrar edenlerin öncülüğündeki işçi ve

emekçiler, Büyük Ekim Devrimi’nin zafere ulaştığı dönemde çeşitli ayaklanmalara girişmiş, ancak

tekelci gericiliğin ağır darbeleri altında yenilgiye uğratılarak geriye atılmışlardı. Buna rağmen hem

kendi mücadelelerinin kazanımlarına dayanarak hem de sosyalizmin Sovyetler Birliği’ndeki

inşasından güç alarak kapitalizme ve tekelci gericiliğe karşı mücadele içinde kitlelerin

küçümsenemez bir kesiminin desteğine sahip kitle partileri haline gelmişlerdi. Alman Komünist

Partisi’nin 1930’lu yıllarda altı milyon civarında oy desteğine sahip olması bunun göstergelerinden

sadece biriydi. İkinci Dünya Savaşı ve Hitler Faşizminin ’dünyayı kana bulaması’, halkın çıkarlarını

esas alan devrimci çizgideki kararlılıklarını sürdüren partilerin, onlar, –militanlarının önemli bir

kesimini antifaşist savaşta kaybetmelerine rağmen–, Fransa gibi bazı ülkelerde iktidar “ortağı”

olacak düzeyde­ güçlü kitle desteğine sahip olmalarına engel olamadı.[20] Fransız, İspanyol ve

İtalyan partileri, Hitler, Musolini ve Franko faşizminin darbeleri altında büyük güç yitimine

uğradıkları savaş koşulları sonrasında da, savaşın yol açtığı yıkımın umutsuzluğa, açlık ve

işsizliğe ittiği işçi­emekçi kitlelerinin sosyal­ekonomik hakları için mücadele içinde yeniden güç

toplayabildiler. Sovyetler Birliği’nin, faşizmin yenilgiye uğratılarak dünya halklarının faşist­militarist

barbarlıktan kurtuluşunda oynadığı belirleyici rol ve bunun sağladığı prestij, bu ülkelerde ve bütün

ötekilerde işçi sınıfı ve partilerinin moral güç kaynaklarının en önemlileri arasındaydı.

Buna rağmen savaş koşullarının yarattığı tahribat, işçi hareketinin kapitalizm koşullarında

ekonomist­sendikalist, sağ­sol oportünist, Troçkist eğilimleri temsil eden çeşitli fraksiyonların

faaliyetine ve etkisine açık olması, işçi aristokrasisi ve oradan da güç alan bürokratik anlayışların

bu partilerin saflarında güç kazanmasıyla birlikte, işçi ve emekçilerin geniş kesimlerinin desteğine

sahip olan bu partiler, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nde, Stalin’in ölümünü de

fırsat bilerek ilan edilen “yeni yol”un kapitalizme açılan bir yol olmasından da “esinlenip-
etkilenerek”, devrimci hedeflerden uzaklaşma ve burjuvaziyle uzlaşma yoluna girdiler. Faşizmin

yenilgiye uğratılmasının ardından içine girilen dönemin sosyopolitik ortamından ve sosyalist

Sovyetler Birliği’nin sosyalizmin inşası ve antifaşist savaşa öncülüğüyle uluslararası alanda sahip

olduğu devrimci prestijinden güç alarak yığınlarla ilişkilerini geliştiren söz konusu partilerin, sistem

içi reformist kazanımlarla yetinen bir çizgiye kaymalarıyla birlikte, Marksist ­Leninist parti

anlayışından uzaklaşıldı ve liberal parlamentarist “sosyalist” ve “komünist” partilere dönüşmelerin

yolu hızla açıldı. Bu yönelimi ve sonuçlarını Enver Hoca “Kruşçevciler” ve “Eurokomünizm-
Antikomünizmdir” adlı eserlerinde irdeleyerek, işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerini ve onların sınıf

bilincine ulaşmış ileri kesimlerini devrimci uyanıklığa çağırdı. Ancak ne devrimci­sosyalist eleştiri

ve uyarılar ne de kitlelerin geniş kesimlerinin desteği, bu partileri (İtalyan, İspanyol ve Fransız)

girdikleri revizyonist­reformist ve burjuvaziyle uzlaşma çizgisinde ilerlemekten; düzen sınırları

içinde reformist taleplerle sınırlı bir mücadele proğramının ötesine geçmeyen çizgiye

savrulmaktan; sosyal reformizm, parlamentarizm ve revizyonizm hattına yerleşmekten

alıkoyamadı.

İşçi ve halk hareketine ve uluslararası komünist örgütlenmeye bu büyük darbelere rağmen,

aralarında bizim ülkemiz işçi ve emekçilerinin kurtuluş davasına adanmış Marksist­Leninistlerin de

bulunduğu işçi sınıfı devrimcileri ise, emperyalist ve işbirlikçi gericiliklere, burjuva sınıf hakimiyeti

ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin devrimci örgütlerini oluşturmak –bazı ülkelerde yeniden

yaratmak– için yürüttükleri mücadeleyi kararlılıkla sürdürerek, bir süre önce 20. Kuruluş

yıldönümü nedeniyle ülkemizde bir araya gelen Marksist­Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nı

oluşturarak yola devam ettiler. Bugün proletaryanın devrimci mücadelesi ve parti sorununu bütün

bu süreçlerden geçerek günümüze gelen uluslararası hareketin deneyimleri üzerinden

değerlendirmek gerekir.

Bu değerlendirme, kaçınılmaz olarak, iktisadi­sosyal ve siyasal koşullardaki değişimi; burjuvazinin

ulusal ve uluslararası güçleriyle işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar “bloku” arasındaki ilişki ve

çelişkileri ve bunlar tarafından şekillenen mücadelenin düzeyi dikkate alınarak yapılacaktır.

LENİNİST PARTİ GÖRÜŞÜNDE ISRAR EDİLMEDEN SINIF PARTİSİ

BAŞARIYLA İNŞA EDİLEMEZ

Parti fikri ve teorisi, işçi sınıfının sömürüden kurtuluş mücadelesi tarafından yönlendirilir

ve içeriğini bu mücadelenin ihtiyaçları ve gereklerinden alır. Partinin, sosyalizm ile işçi

hareketinin birliğinin ifadesi olarak şekillenmesi, mücadelenin bu gerekleri ve bağlandığı

hedef tarafından belirlenir. Partinin niteliğini belirleyen, gizli ya da açık; legal veya illegal;

yasal­yasadışı olması değil, programının içeriği, politik eylemi ve bağlandığı hedeftir.

Örgütün biçimi siyasal koşullar ve sınıf güç ilişkilerine bağlı olarak değişkenlik gösterirken,

programatik hattı ve mücadelesinin niteliği, hangi sınıfın ve politikanın temsilcisi olduğuna

açıklık getirir.

İşçi sınıfının iktisadi, politik­ideolojik mücadelesinin içsel bağı ve ‘bütünlüğü’, farklı tipte ve

bileşimdeki örgütlerinin hem gerekliliğini hem de zorunlu ilişkisini açıklar. Farklı nitelikteki

mücadeleler farklı örgütleri gereksinir(ler). Sendikalar kapitalistlere ve hükümetlerine karşı

mücadelenin gerekliliği bilinciyle hareket eden işçilerin mümkün en geniş kitleselliğe sahip yığın

örgütleri olmak durumunda iken, siyasal örgüt olarak parti, işçi sınıfının sosyalizm bilincine

ulaşmış ileri kesimlerinin demokratik merkeziyetçi bir işlerliğe ve disipline sahip daha dar, daha

sağlam bir örgütü olmalıdır. “İşverenler”e ve hükümete karşı mücadelenin ve mücadelede

birleşmenin gereğini anlayan her işçinin sendikal örgüte katılması bu örgütleri güçlü kılar. Parti

örgütü ise, sendikal örgüt gibi “lose” (gevşek) olamaz. Lenin’in, sorunu tartıştığı dönemin

Rusya’sında Çarlık otokrasisi, sendikaların en geniş işçi kesimlerinin örgütleri olarak

şekillenmesinin önüne dahi bin bir türlü engel çıkarmış, işçileri gizli işçi birlikleri kurmak zorunda

bırakmış, partiyi de illegal temelde örgütlenmek; “gizli” ve “dar” örgütler şeklinde faaliyet yürütmek

durumunda bırakmıştı. Ancak, sendikal ve siyasal örgütler arasındaki bu örgütlenme ve üye

bileşimi farklılığını yalnızca Çarlık despotizmi altındaki Rusya koşullarına özgü gerekliliklerin

ürünü saymak doğru olmaz. Siyasal özgürlüklerin var olduğu ülkelerde sendikal ve siyasal

örgütlenme olanaklarının daha geniş olmasına ve bu durum, faşist vb. gibi ülkelerde olduğundan

daha farklı örgüt biçimleri ve çalışma tarzlarını kaçınılmaz kılmasına rağmen sendikal örgütler ile

partinin, ‘örgütlenme kriterleri’, çalışmasının içeriği ve kapsamı yönünden farklılıklar göstermesi

gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Bu farklı tür örgütlerin darlığı­genişliği ya da üye bileşimleri,

ülkelerin koşullarıyla bağlı bazı özgünlüklerine karşın, “evrensel” özellik gösteren “öncü

örgüt”­“kitle örgütü” bağlamına sahiptirler. Bu ayrımlar gözardı edilemez ya da önemsiz

görülemez. Çünkü; “Sosyal­demokrasinin siyasal mücadelesi, işçilerin işverenlere ve hükümete

karşı iktisadi mücadelesinden çok daha geniş ve karmaşık bir mücadele”[21]dir. Parti,

“proletaryanın kurtuluş mücadelesinin tümünü yönetebilecek bir devrimciler örgütü” olmayı

başarmalıdır. Kitleler içindeki çalışması, sendikalar dahil sınıfın tüm öteki örgütleri içindeki

çalışmayı da kapsayacak; işçi ve halk hareketinin yükseliş içinde olduğu, partiye doğru

yönelişlerin ivme kazandığı durumlarda ve yığın hareketinin geriye çekiliş durumunda, farklılık

gösteren araç, biçim, yöntem ve taktikleri geliştirecek; emekçi kitlelerin sermaye ve gericiliğe karşı

seferber edilmesi ve mücadelede en ileri olanlarının parti örgütünde birleşmeleri için daha fazla

çaba gösterecektir. Böylece daha geniş emekçi kesimler bir araya getirilecek, sınıf düşmanına

karşı donanım artırılarak mevziler güçlendirilmiş olacaktır. Halkın girişkenliğinin yükseldiği

koşullarda işçilerin enerjisini partiye “akıtmak”, işçileri partide birleştirmeye yoğunlaşmak, devrimci

gelişme ve pratik çalışmanın deneyimini eğitimin dayanağı yapmak gerekir. Hareketin geriye

çekilişi ve işçilerin en acil, en “dar”, gündelik iktisadi taleplerle mücadelesinin dahi ya lokal­yerel

bazı örnekleriyle sınırlı kaldığı ya da işkolları düzeyini aşmadığı koşullarda, olabildiği kadarıyla bu

mücadelenin geliştirilmesi ve birleştirilmesi için ajitasyon –ekonomik talepler için olduğu gibi,

siyasal talepler için de– büyük önem gösterir. İşçilerin partisi, kendisiyle sınıfın ana kitlesini

birbirinden uzaklaştıracak belirlemelerden ve taktiklerden uzak duracak; işçilerin eğitimi ve

devrimci örgütünün sağlamlaştırılması için çaba gösterecek; faaliyetin iktisadi mücadelenin

eklentisine indirgenmesine; siyasal ajitasyon ve propagandanın içeriğinin ekonomizm ve işçi

sınıfının ekonomik talepleri ­bu talepler bağlantılı siyasal taleplerle sınırlı tutulmasına karşı

devrimci uyanıklığı diri tutacak, kitle kuyrukçusu beklentici tutumları reddedecektir. İşçi ve

emekçilerin mücadele sonucu hakim sınıflar cephesinde açtıkları gedikler ile elde edilen

mevzilerin durumu, sadece siyasal teşhir ve ajitasyonun yürütülüşü ve hangi taleplerin öne

çıkarılacağı üzerinde değil, açık­gizli; legal­illegal örgütlenme ve çalışmanın biçim, araç ve

yöntemleri açısından da önem taşır. Hareketteki ve koşullardaki değişim; hareketin geriye çekildiği

ve devrimci kalkışmalara giriştiği dönemlerde, savaş koşullarında, barışçıl dönemlerde ya da

proletaryanın iktidarı koşullarında farklı biçim, araç ve yöntemler kaçınılmazlık gösterir. Örgüt

biçimleriyle çalışma araç ve yöntemleri çünkü, isteme bağlı değişkenlik gösteren tercih sorunları

olmayıp sınıf­güç ilişkileri ve siyasal­sosyal koşullarla bağlıdırlar. Buna karşın, koşullardaki

değişim ve işçi­emekçi hareketindeki yükselişler ve düşüşler, partinin niteliğinin değiştirilmesinin

nedeni olamaz; “partiye katılanların sınıf bilinçli olmaları”, “her parti üyesinin parti örgütlerinden

birinde yer alarak” parti disiplini ve eğitiminden geçmesi gerekliliğini ortadan kaldırmaz.

Enternasyonal proleter örgütlenmenin uluslararası deneyim ve birikimi üzerinden kurulan ve

inşasını sürdüren parti ve örgütlerin önündeki en önemli sorun, günümüzde de, işçilerin partide

örgütlenmesini daha ileri bir düzeyde gerçekleştirmek için daha yoğun çaba göstermek ve

çalışmada “ustalaşmak”; proletarya ve emekçilerin mücadelelerini birleştirmek ve yükseltmek; işçi

sınıfının siyasal sınıf bilincine ulaşması için halkın tüm kesimleri içinde siyasal teşhir, ajitasyon ve

propagandayı yaygınlaştırmak; bunu başarmak üzere kitle iletişim araçlarını yetenek ve yetkinlikle

kullanmak vb.gibi olmaya devam ediyor.

Lenin, “hareketin temel gücü”nün büyük işletmelerdeki işçilerin örgütlenmesinde yattığını özellikle

vurgulamıştı. Bu vurgu ve “her işletmenin kalemiz olması” şiarında ifadesini bulan devrimci

sorumluluk, fabrika ve komplekslerinde, sanayi havzaları ve bölgelerinin irili­ufaklı birimlerinde

çalışmada yoğunlaşmayı; sınıfın çıkarları ve mücadelesinin ihtiyaçlarına uygun araç ve yöntemleri

geliştirmede ‘ustalaşma’yı; işçi ve emekçilerin arasında olup­giden her şeyin bilgisine sahip olmak

için onların en geniş kesimlerinin içinde yer alarak, mümkün en çok sayıdaki işçi ve emekçiyi

olabilir tüm özellikleriyle tanımayı olanaklı kılacak; ve böylece hangisinin hangi işi ne denli

başarıyla yapabileceğine dair isabetli kararlar verebilecek verilere sahip olarak, verimli ve istikrarlı

bir çalışmayı sürdürmeyi zorunlu kılıyor. Yaşamlarını ve ‘neslin devamı’nı sağlamaları,

emekgüçlerini kapitaliste belirli bir ücret karşılığı satmalarına bağlı olan ve üretim araçlarının

mülkiyetinden yoksun bırakılmış işçilerin bu nesnel durumu, onları hakim sınıf ve hükümetlerine

karşı mücadeleye en yatkın toplumsal özne ve sınıfın bireyi haline getiriyor. Kapitalistlere ve

hükümetlere karşı iktisadi mücadele içinde dost ve düşmanlarını gözlem ve pratik deneyim

aracılığıyla tanıyan işçilerin bu durumu, devrimci siyasal teşhir, ajitasyon ve propaganda ile

siyasal bilincin ve sosyalizm biliminin onların saflarında yaygınlaştırılması için uygun zemin

oluşturur. Makalenin ilk bölümlerinde, Lenin’in üzerinde önemle durduğu üzere işçinin sömürüden

kurtuluş isteği duyması ve sosyalizme içgüdüsel yatkınlığı, onun, kendiliğinden hareketi içinde ve

iktisadi mücadelesinin sınırları dahilinde siyasal sınıf bilinci edinmesini sağlayamamaktadır.

Hareketin ve mücadelenin bu kendiliğinden hali içinde işçiler felsefi­iktisadi ve tarihsel­sosyal

bilimlerin bilgisini edinemezler. Bunun önemli bir nedeni de, burjuva ideolojik kuşatma altında ve

eski çağlardan devralınmış önyargı ve düşüncelerin etkisinde –dini ideoloji burada özel bir yer

tutar– olması; bu etkinin kırılması için politik­ideolojik mücadelenin zorunluluk göstermesidir.

Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi; daha iyi ücret ve sosyal haklar, daha kısa süreli

işgünü ve siyasal özgürlükler için mücadele, onun siyasal mücadele yerine ikame edilmesini ya da

“önce işçileri ekonomik mücadele içinde kazanırız sonra yavaş yavaş onları sosyalizme çekeriz!”

anlayışını doğrulamaz. İşçi sınıfının devrimci dünya görüşünün kitleler içinde yaygınlık kazanması

ve işçi­emekçi hareketini kuşatan burjuva emperyalist ideolojinin –ki o hakim ideolojidir ve kendini

bin türlü araç ve yöntemlerle her an her gün yeniden üretmektedir– etkisiz kılınması için, onun

kendiliğinden hareketi içinde yer alarak ve ilişkinin kesintisizliğini sağlayacak yöntemler ve araçlar

geliştirerek yazınsal ve görsel yayıncılık olanaklarının (işçi­emekçi gazetesi, politik ve kültürel

dergiler ve diğer yayın olanakları) daha yetkin, etkili ve yaygın kullanılması şarttır. İşçilerin politik

bilinç edinmeleri ve onların sınıf bilincine ulaşmış olanlarının parti örgüt ve organlarında yer alarak

parti çalışmasının şu ya da bu yönüne ilişkin sorumluluk üstlenmeleri ancak, böylesine kapsamlı

ve ısrarlı bir çalışma aracıyla gerçekleştirilebilir. Bu çalışma içinde, işçi kitleleriyle en fazla bağa ve

saygınlığa sahip ileri­öncü işçileri tanıyacak, ve parti ve işçi örgütlerinde görev almalarına

yardımcı olmak için somut verilere sahip olacak; fabrika, işyeri ve semt bağlantılarının kurulması

ve geliştirilmesinin çok çeşitli yolları ve araçlarını bulmuş olacağız.

İşçi ve emekçilerin bilinçli ileri kesiminin bir parti olarak örgütlenmiş olduğu koşullarda,

mücadelenin ve hareketin ihtiyaçları ile parti çalışmasının verdiği yanıt arasındaki açı ne denli

daralır ise, parti çalışmasının devrimci­sosyalist bir çalışma olarak zayıflık ve zaaflarından

arınması ve yığınlar içinde giderek genişleyen ve ‘derinlemesine niteliksel özellikleri güç kazanan’

bağlar oluşturması o denli kolaylaşır. Uluslararası deneyim, Leninist parti görüşünü doğru olarak

anlamış ve özümsemiş; bu anlayışta sebat etmiş ve ısrarlı olmuş proletarya partilerinin, işçi

kitleleri ve emekçilerin mücadelesini geliştirme ve yönetme yeteneği kazandıklarını göstermiştir.

Bir tekrar olması pahasına, yeniden Lenin’e başvurursak; Lenin proletaryanın sınıf partisinin

dağınık, gevşek ve çevreci bir şekilsizlikle etkisiz kılınması anlayışlarına karşı mücadele

ederken, parti “ilkesi”ni en açık, en net şekilde ortaya koymuştu. Bu netlik Bolşevik Partisi’nin

proleter ve emekçi kitlelerinin mücadelesini iktidar mücadelesi olarak yönlendirip­yönetmesinde ve

devrimin başarıya ulaştırılmasının “yönetici kurmay”ı olmasında dolaysızca rol oynadı. Leninist

Parti fikri ve teorisine yön veren, işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu; emekgücü sömürüsünün

ortadan kaldırılması ve sömürüsüz toplumun kurulması­inşası hedefiydi. Lenin, bu kapsamdaki bir

mücadelenin ancak, sınıf bilincine ulaşmış proleterlerin –ve sınıfın davasına adanmış aydınlar–

bir parti olarak örgütlenmesi tarafından yönlendirilebileceğini ve başarıya götürülebileceğini

açıklığa kavuşturdu. Onun öğretisi, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesine ve

bu mücadelenin devrimci parti ve örgütlerine ışık tutmaya devam ediyor. Lenin’in eserinden

öğrenmek onun teori ve pratiğinden öğrenmektir; bu ise onu pratiğe ve teoriye uygulamakla

mümkündür.

TÜRKİYE’DE “İŞÇİ SAĞLIĞI” KAVRAMI ÜZERİNE I

Kapitalist sistemin meta üretiminde tek güdüleyicisi daha fazla artı-değer (kâr) olarak kabul

edildiğinde; sistemin mantığı gereği işçinin birim zamanda daha uzun çalıştırılması, daha az

zamanda daha fazla üretim, olmazsa olmazlar haline geliyor. Yani kâr işçinin sağlığı

pahasına işçiden elde ediliyor. Bu nedenledir ki “kârın maksimizasyonu” ile “işçinin sağlığının

korunması” arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır ve sistemin işçiler için

öngördüğü/örgütlediği sağlık hizmeti kâr mantığı dışına çık(a)maz. İşçi sağlığına yönelik her

yatırım işveren için ek maliyettir. Başka bir anlatımla işçinin yaşamının devamı ve beklenen

üretkenliği tutturabilmek için işverenin tercihi; optimum düzeyde yani ertesi gün işbaşı

yaptıracak kadar asgari ölçütlerde sağlık hizmetidir. İşveren, üretim araçları için artı-değer

üzerinden yıpranma payı ayırırken; işçinin sağlığı için pay ayırmak zor geliyor. Artı-değer

insana yatırım olarak dönerse “bedenen, ruhen ve sosyal iyilik hali” yani sağlıklı olma hali

sağlanabilir. Aksi durumda, işçinin işinden dolayı sağlıksız hale gelmesi; “sağlığından başka

sermayesi olmayan” işçinin bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası demektir. İşçinin

“bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası” ya da resmi adıyla iş kazaları veya meslek

hastalıkları sermayenin artı-değer uğruna bilinçli tercihidir, daha doğrusu neden-sonuç ilişkisi

üzerinden taammüden “işçi cinayetleri” anlamına gelir. Kapitalist sistem ne kadar değişim

gösterirse göstersin iş kazaları ve meslek hastalıkları ölçütlerinde son yüz yılda değişen bir

durum yok. Açık ara öndeyiz!

İLK SINIF HAREKETLERİ VE ‘SOSYAL GÜVENLİK’ ANLAYIŞI

Türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı gerek devlet, gerek işveren ve gerekse sorunun esas sahibi

işçi cephesinde yerine oturmamış, karşılığını bulamamış olgular karmaşası olarak

algılanmayı bekliyor. Algılama eksikliğinin tarihsel gelişimi Türkiye işçi sınıfının ilk

hareketlenmelerinden bu yana varlığını hissettirirken “sınıftan yana” bakışın önünde sis

perdesi olarak hemen her dönemde resmi ideolojiyi görebiliyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik kaynaklarını askeri yöntemlerle sağladığı sürece

feodalitede direnip kendisini endüstriye (aynı zamanda sosyal ve kültürel gelişime) kapatarak

kapitalizme geçişi geciktirdi. 19.yüzyılda “Ortaçağın askeri devleti” yenilgilerle savaşamaz

duruma gelip ekonomik kaynakları azaldığında batıdan bastıran kapitalist ülkelere fırsatlar

tanıyarak; sanayi devrimine paralel olarak madenler, demiryolları, limanlar vb gibi büyük

sektörlerle birlikte gıda, tekstil, silah, ağaç işleme gibi manifaktür üretimini de canlandırdı ve

beraberinde işçi sınıfı ortaya çıktı. Düşük ücret, kötü çalışma koşulları, uygunsuz ve

sağlıksız ortamlardaki çalışma beraberinde ilk işçi grevlerini gündeme getirirken; maden

üretiminde, verimliliği artırmak amacıyla Dilaverpaşa Nizamnamesi (1865) ve artan işçi

cinayetlerini azaltmaya yönelik de Maadin Nizamnamesi (1869) gibi çalışma ortamıyla ilgili

yasal düzenlemeler hazırlandı. Bu düzenlemeler 1921 yılında çıkartılan Ereğli Kömür

Havzası Amele Kanunu’na kadar yürürlükte kaldı. Sınıf ile beraber Ameleperverler Cemiyeti

(1871) ve Osmanlı Amele Cemiyeti (1895) gibi işçi örgütlenmeleri bu dönemde ortaya çıktı.

Bu dönemde, Osmanlı Devleti çalışma ortamlarında sağlık ve güvenlik risklerine yönelik

herhangi bir kaygı taşımadı ve sosyal güvenlik sistemi de oluşturmadı.

Birinci Paylaşım Savaşı ve Sovyetler Birliği Ekim Devrimi sonrasında uluslararası

sermaye çalışma yaşamını dizayn etme gereksinimini duydu. 1919 yılında Versay Anlaşması

ile Birleşmiş Milletler (BM) yapısı içerisindeki devletlerin oluşturduğu, uzmanlık kuruluşu olan

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kuruldu.

Türkiye’de Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, uluslararası sermaye ile uyumlu olarak üretim

araçlarını geliştirme ve endüstriyel yatırımları gerçekleştirme hedefine kilitlenen devlet,

sosyal güvenlik hukuku ile ilgili ilk yasal düzenlemeleri hazırlama çalışmalarına başladı.

Feodalitenin etkinliğinin kırılması, ekonominin yeniden yapılanması ve ulusal burjuvazi

yaratma çabaları; “devletçilik” ilkesine uygun olarak endüstrileşmenin sağlanması ve

“halkçılık” ilkesine uygun olarak da sınıfın ve sınıf mücadelesinin reddi anlayışı ile birlikte

olgunlaştı. 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte dünyada gelişen eğilimlere paralel olarak,

çalışma yaşamıyla ilgili (1926, 1930, 1938 ve 1939 yıllarında) çıkartılan yasalar ve devletin

çalışma ortamına müdahalesi gündeme geldi. Ekonomik, siyasi ve ideolojik tercihler sosyal

politikaların da belirleyicisi olmuş, bu yasalarda “işçi/çalışan sağlığı ve güvenliği”

kavramına yer verilmemişti. Dünyada sosyal güvenliğin elli yıllık tarihine rağmen; Türkiye’de

işçi haklarından söz edilmezken, “devletçi” yapının güçlenmesi için kamu çalışanlarının iş

güvencesi ve ücret başta olmak üzere sosyal haklarının kapsamı önceleniyordu. Bu

dönemde, işçi/memur gibi farklı yapay statüler öne çıkartılarak, işçi haklarını yok sayan çifte

standartlı anlayışla çalışma yaşamı denetim altına alındı.

Türkiye’de giderek artan işçi sayısı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na verdiği destekten dolayı

Sovyetler Birliği ve sosyalizme karşı işçi sınıfının duyduğu sempati, Osmanlının son dönemi

ve Cumhuriyetin başlarında işçi-sosyalist kümelenmelerini giderek artırıyordu. 1924

Anayasası “cemiyet kurma” serbestisi getirmesine rağmen, Takrir-i Sükûn Kanunu (1925) ile

her türlü işçi ve memur örgütlenmelerine yasak getirildi. Adeta sosyalist kıyımı yaşanan bu

dönemde, işçilere sendikal örgütlenme ve grev hakkı vermeyen, hatta yasaklayan devletçi

denetim istisna örnekler de verdi. İşçiyi ‘koruyan’ ilk düzenleme kadın emekçilerle ilgiliydi;

yaşanan savaşlar ve insan gücü dinamiklerindeki değişim nedeniyle erkek emekçi sayısının

azalması ve istihdam daralması üzerine İzmir İktisat Kongresi (1923) kararları doğrultusunda;

esasen istihdamın genişlemesini hedefleyen, kadın emeğinin yaygın olarak kullanılmasına ve

korunmasına yönelik açılımlar da sağlayan Medeni Kanun (1926) yasalaştı. Kadın

çalışanlara ilk defa 8 haftalık analık izini verilmesi bu döneme rastlar.

Bu dönemde, Umumi Hıfzısıhha Kanunu (1930); genel olarak toplum sağlığı, özel olarak da

çalışanların sağlığı ile ilgili, bugün de yürürlükte olan içeriği ile kabul edildi. Türkiye, ILO’ya

üye (1932) oldu ve üyelik sonrasında dışsal etkinin iç hukuka yansıması sonucu 8 saatlik

çalışma süresi, fazla çalışma süreleri, ağır ve tehlikeli işlerde çalışma ile ilgili ilk

düzenlemeler oluşturuldu.

SOSYAL DEVLETİN 7SOSYALLİĞİ’

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında; dünyada yükselen sosyalist değerler karşısında

kapitalist ülkelerde toplumsal çözülmeyi engelleme ve sınıflar arası uzlaşma sağlamaya

yönelik önlemler alındı. Sosyalist ülkelerdeki “insan hakları, yoksullukla savaş, sömürüye

son, toplum için üretim, barış ve demokrasi” gibi öne çıkan değerlere karşılık, kapitalist

ülkelerde “sosyal devlet” (refah devleti) kavramı öne sürüldü. BM İnsan Hakları Evrensel

Bildirgesi (1948) ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunması Avrupa Sözleşmesi

(1950) sonrasında Avrupa Konseyi devletleri tarafından Avrupa Toplumsal Anlaşması olarak

1961 yılında kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı çalışanların “sosyal güvenlik” hakkına

vurgular yaptı. BM uzmanlık kuruluşu olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve BM Çocuklara

Yardım Fonu (UNICEF) 1946 yılında kuruldu.

Türkiye’de çalışanların “sosyal güvenlik hakları” ve “koruyucu sağlık hizmetleri” ile ilgili

politikalar ilk defa bu yıllarda tartışıldı. Sendikalaşmaya izin verilmesi süreci de devlet

güdümünde bir sendika (Türk-İş Konfederasyonu) kurulması ile bu yıllarda (1952) başlatıldı.

Meslek örgütlerinin kuruluşu da aynı döneme denk gelir; Türk Tabipleri Birliği (Diş Hekimleri

dahil) 1953, TMMOB 1954, Türk Eczacılar Birliği 1956 yılında kuruldu. Koruyucu sağlık

hizmetleri kapsamında toplumsal hizmet verecek kuruluşlar da aynı dönemde gündeme

geldi; 1945 yılında Sıtma Savaş Kanunu, 1949 yılında Verem Savaşı Kanunu çıkartıldı, 1947

yılında Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu kuruldu.

Bu dönemde Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) kuruldu (1945), iş kazaları ve meslek

hastalıkları ile analık sigortası kabul edildi. Kamu çalışanları için Emekli Sandığı Kanunu;

hastalık, adi ve vazife (iş kazası ve meslek hastalığı sonucu) malûllüğü ve yaşlılık gibi sosyal

güvenlik hakları vererek yürürlüğe (1949) girdi. ILO desteği ile Yakın ve Ortadoğu Çalışma

Enstitüsü (YODÇEM) 1955 yılında İstanbul’da kuruldu.

ILO tarafından 1952 yılında kabul edilen “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları” hakkında

102 sayılı sözleşme gelişmekte olan ülkeler için sosyal güvenlikte yeni bir açılım

sağlamasına rağmen, Türkiye tarafından çok gecikmeli ve “içi boşaltılarak” kabul (1971,1999)

Askeri darbe (1960) ve 1961 Anayasası ile birlikte Türkiye’de sosyal politikalarda değişimler

yaşanmaya başlandı. 1961 yılında kabul edilen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi

Hakkında Kanun; “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bir hak olarak tanınan sağlık

hizmetlerinden faydalanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde ifasını sağlamak maksadıyla

…” (m.1) sağlık hizmetlerinden eşit ve adil yararlanma iddiası ile ortaya çıktı. Sağlıkta ulaşma

güçlüğü çektiğimiz hizmetler genel bütçeden finansmanı sağlanarak topluma sunulmak üzere

yasallaştı ve Dr. Nusret Fişek’in de çabalarıyla 1963’te yürürlüğe girdi. Sosyalizmi

çağrıştırması arzulanan, entegre, yaygın ve standart ilkeleriyle tüm nüfusu içine alan kanun;

çevre sağlığı, ana-çocuk sağlığı ve diğer koruyucu sağlık hizmetleri ile ulaşılabilir hedeflere

sahipti. Eksiklerine rağmen 1976’ya kadar sürdürülmeye çalışılan ücretsiz hizmet, “refah

devleti” olgusundan vazgeçildiği dönemde sona erdirildi.

Bu dönemde, “grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı” veren kanun (1963), Sosyal

Sigortalar Kanunu (1965), Devrimci İşçi sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşu

(1967) ve iş hukukunun tümden gözden geçirilmesi süreci olumlu yönde etkileyen diğer

gelişmeler oldu. Türkiye İşçi Partisi ve DİSK’in kuruluşunda aktif rol oynayan sendikacı Rıza

Kuas “İşçinin sağlığından başka kaybedecek sermayesi yoktur” derken DİSK adına bu

mesajın gereğini de yapıyordu.

Özetle; 1950 1970 arasında “sosyal devlet” adına yapılan düzenlemelere devlet özellikle

köstek olmaya çalışırken, kişisel ya da kurumsal çabalarla yer yer olumlu sonuçları da

gözlenebiliyordu.

İŞÇİ SAĞLIĞI MÜCADELESİ

1970 sonrasında, bir taraftan Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu sonucu güçler

dengesinin değişmesi, diğer taraftan kapitalizmin ekonomik krizi ve sosyal güvenlik

harcamalarının artmasıyla artı-değer oranlarının düşmesi sonucu sosyal politikalarda

beklenen değişiklikler gündeme geldi. Serbest piyasa ekonomisi, taşeron işçiliğini, kayıtdışı

ve ucuz işçiliği hedefledi. Sendikal örgütlenmeler yok edilirken, sosyal güvenlik başta olmak

üzere tüm haklar tırpanlanmaya çalışıldı. 1970–80 arasında güçlenen toplumsal dinamikler

sadece dönüşümün hızını yavaşlatabildi. Birçok örnek vermek olasıdır. Örneğin, “sosyal

devlet” olgusunun çalışma yaşamına yansıması 1971 yılında 1475 sayılı İş Kanunu ile

tamamlanmıştı, Kanun gereği 1974 yılında çıkartılan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü

bugün yürürlükte olmamasına rağmen halen kaynak olarak kullanılmaktadır. Ancak

kapitalizmin 1970 bunalımı yeni İş Kanunu’nun gebelik dönemine denk geldi; Kanun ölü

doğdu ve yaşama şansı bulamadı! Bu dönemde, iş hukuku ve sosyal güvenliğin asgari

normları uygulanamadı.

Modern sosyal Reformizm ve KKE

Bugünkü Avrupa , kapitalist dünyadaki o eski merkezi konumunu çoktan yitirmiş olmasına karşın, yine de; gerek tekelci kapitalizmin kendisinin ve gerekse sosyalizmin  maddi önkoşullarının en çok gelişkin olduğu ülkelerden meydana gelmektedir. Bu gerçeklik karşısında, uluslararası işçi sınıfının geçici tarihsel büyük yenilgisinin çok yönlü tahribatlarının ve en derin yaralarının Avrupa halkları ve Avrupa işçi hareketinde kaydedilmiş olması şaşırtıcı değildir. Burada ama görülmesi gereken spesifik asimetri şu ki, tam da sosyalizmin maddi önkoşullarının en çok gelişmiş olduğu ve dolayısıyla sosyalist devrimi gerçekleştirmeye muktedir yegane sınıfın (işçi sınıfı) en gelişkin bölüklerinin bulunduğu bir coğrafyada, işçi hareketi; tarihinin  görece en güçsüz, en örgütsüz, en çok bölünmüş ve sosyalizme güveninin en derinden sarsıldığı bir pozisyonda bulunmaktadır. Ve, objektif koşullar ile öznel koşullar arasındaki tarihsel yenilgi kaynaklı bu görece ters orantı, hala aşılmış değildir.

Evet, hala; yani Avrupa’yı da sarsan 2007-2009 büyük ekonomik krizine rağmen. Şu açıktır ki, tekelci kapitalizmin genel bunalımının yeni bir ağırlaşma dönemine geçiş sürecini başlatan bu büyük ekonomik kriz, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin etkilerinin sürdüğü koşullarda patlak vermemiş olsaydı, sınıf mücadelelerinin seyri çok farklı gelişebilirdi.
Bununla birlikte, bu kriz, sözü edilen spesifik asimetri üzerinde hiçbir etkide bulunmadı da değil. Kriz; tekelci kapitalizminin asalak karakterini ve çürümüşlüğünü açığa vurmadı sadece; aynı zamanda, tekelci burjuvazi  dışında, ekonomik-sosyal konumları sarsılan tüm sınıflar ve onların politik temsilcileri arasında kendi konum ve gelecekleri hakkında yeni kaygı ve arayışları da gündeme getirdi. Kriz; bir yandan Avrupa işçi hareketinin kapitalist saldırılar karşısında halihazırdaki mecalinin sınırlarını görünür kılarken, diğer yandan işçi hareketini örgütlemek ve ona yön vermekle yükümlü (veya bu iddiayı taşıyan) partilerin ciddi zaaf ve zayıflıklarını da açığa vurdu…
Bu makalede; Avrupa işçi ve emekçi hareketinin  bir yerde ideolojik-politik sorunlarını açığa vuran iki tipik örnek üzerinde durulacak. Bu örneklerden biri, Syriza’da belirginleşen modern sosyal reformizm iken, diğeri Yunanistan Komünist Partisi (KKE)’de kendini gösteren sol doktrincilik ve sekterizm eğilimidir. Yukarda dikkat çekilen genel bağlam göz önünde bulundurulduğunda, bu tipik iki örneğin tam da krizin en büyük toplumsal sarsıntılara yol açtığı bir ülkede karşı karşıya gelmiş olması anlamsız değildir.

MODERN SOSYAL REFORMİZM VE İŞÇİ HAREKETİ

Alman sermayesinin yetkin borazanlığını yapan yayın organlarından “Die Wirtschaftswoche” , Yunanistan’da Syriza’nın hükümeti oluşturması üzerine çarpıcı bir kapakla okuyucusunun karşısına çıkmıştı: Kapakta, dalgalanan kızıl bayrağın üstünde üç kafa resmedilmişti; solda İspanya’daki “Podemos hareketinin şefi” Pablo İglesias, ortada Yunanistan’ın yeni başbakanı Aleksis Çipras ve sağda yeni maliye bakanı Yanis Varoufakis. Kapağın başlığı olarak, Enternasyonal’in nakaratı seçilmiş, altbaşlığında ise şunlar yazılmıştı: “Avrupa’nın yeni sol popülistleri fakir, seksi – ve refahımız için tehlikeliler”!
Bu kapağı gören her Marksist-Leninist, hemen ilk bakışta gülünç bulmuştur. Zira Podemos ve Syriza’nın komünizmle, devrimci işçi hareketiyle ilişkilendirilmesi gerçekten de gülünçtür! Alman sermayesinin yetkin yayın organı, bu yeni yetme “sosyalistler”in devrimci sosyalizmle hiçbir alakalarının olmadığını gayet iyi biliyordur. Anlaşılan o ki, sermayenin dergisi, fırsatı bulmuşken, bu “yeni sol popülistler” üzerinden bir kez daha komünizmle dalga geçmek istemiştir. Ama aynı anda, uyarma gereği de duymuştur; ‘bunların şu yada bu saik ile tetikleyebilecekleri şeyler, refahımız için tehlikeli olabilir!’ demeye getirilmiştir.
Bu uyarı ihtiyacının nedenine sonra geliriz, önce ama şunu netleştirmemiz lazım: Modern sosyal reformizmin , önceki sosyal reformizm ile temel farkı ne? Ortak noktası açık: işçi sınıfı devrimi ve iktidarını reddetmek; devrimci sınıf mücadeleleri yerine, kapitalizmi kamuoyu baskısı ve parlamenter yolla sosyal yönden reforme etmek, “insancıl kılmak”; “vahşi kapitalizmin” yerine “sosyal ve ekolojik kapitalizmi” geçirmek; sermaye ilişkisinin ön kabulü temelinde kısmi “reformlar” ile tedricen sosyal iyileştirmeler sağlamak vb. vb.. Kısacası, ideolojik bakımdan modern ve eski sosyal reformizm arasında esasa ilişkin hiçbir fark yoktur.
Modern ve klasik sosyal reformizm arasındaki en önemli fark ise, işçi hareketiyle ilişkisi, daha doğrusu ilişkisizliğidir. Bir kere bugünkü sosyal reformizm, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin yaşandığı ve etkilerinin şu ya da bu şekilde sürdüğü koşullardaki sosyal reformizmdir. Öncekisi; dinamik ve devrimci olan bir işçi hareketini kapitalist düzenin sınırları içinde tutmak, işçi hareketini frenlemek ve devrimci mücadeleden saptırmak üzere ortaya çıkmış ve politik anlamını bu rolde bulmuştu. Hiç şüphesiz, önümüzdeki dönemde şu ya da bu ülkede ciddi bir devrimci işçi hareketi geliştiğinde, bugünkü sosyal reformizm de rolünü hemen bu yöne doğru genişletecektir.
Fakat bugün, sınıfının ana kitlesini kucaklayan devrimci bir işçi hareketi yok. Ve modern sosyal reformizm, onun yokluğuna rağmen ortaya çıkmış ve güçlenmiştir! Başka bir deyişle, sosyal reformizm sosyal reformizmdir diyerek, yani soruna salt ideolojik bakarak, mevcut olanın somut gerçekliği yeterince anlaşılamayacaktır.
Eğer, (bırakalım devrimci) işçilerin henüz belli başlı politik talepler için az çok bir sınıf olarak hareket edip, burjuvazinin saldırganlığını geri püskürtemediği koşullarda sosyal reformizm kendine gelişme alanı bulabilmişse, o zaman bugünkü sosyal reformizmde asıl esprinin onun reformizminden ziyade sosyalliğinde yattığını görmek gerekir. Başka bir ifadeyle, bugün Avrupa’nın pek çok ülkesinde görülen ve esasta da sosyal-liberal reformist ideolojinin etkisinde bulunan kitle hareketlerinin ideolojik zaafları, bu hareketlerin sosyal gerçekliğini görmemizi engellememelidir.
Bilindiği gibi, uluslararası sermaye ve özelde de Avrupa sermayesi, Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Bloku’nun dağılmasından bu yana, işçi ve emekçi halklara yönelik geniş ve dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık içerisindeydi. İşçi ve emekçiler oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, “komünizmi yenen” kapitalizmin, iddia edildiği gibi sosyal refah ve güvence getirmediğini anlamak durumunda kaldılar. Nitekim bir önceki tarihsel dönemde elde ettikleri pek çok sosyal, ekonomik ve demokratik kazanımlarını yitirdiler. Büyük ekonomik kriz bu saldırganlığı daha da katmerleştirdi. Krizin faturası işçi ve emekçilere kesildi. Şu ya da bu burjuva veya sosyal liberal ideologlar mevcut duruma ne açıklama getirirse getirsinler, gelinen yerde; geniş işçi, emekçi ve gençlik kitleleri bu saldırganlığı artık protesto ediyor, kabullenmek istemedikleri bu sosyal ve ekonomik koşullara artan tepkiler veriyor ve mevcut gidişattan hoşnutsuz olduklarını çeşitli biçimlerde dile getiriyorlar.
İşçi ve emekçi kitleler sermayenin ve hükümetlerinin saldırganlığına giderek artan vesilelerle karşı çıkıyorlar, ama ne istiyorlar? Bu saldırganlığın durdurulmasını, tasarruf politikalarına son verilmesini, sosyal hakların kısıtlanmamasını, başta genç işsizler için olmak üzere yeni iş sahalarının açılması ve bu amaçla yeni yatırımların yapılmasını, mali sermayeden daha yüksek vergiler alınmasını, özelleştirmelerin yapılmamasını, ücretlerin artırılmasını, taşeron işçiliğin sınırlanmasını ya da yasaklanmasını, iş yasalarında emekçiler aleyhine yapılan değişikliklerin iptal edilmesini, eşit işe eşit ücret verilmesini, sağlığa eğitime kaynak ayrılmasını, grev, yürüyüş ve gösteri haklarına yönelik kısıtlamaların geri çekilmesini vb. vb. sosyal, ekonomik ve politik talepler ileri sürmektedirler.
Nasıl ki seçimler işçi ve emekçilerin olgunluk düzeyini yansıtıyorsa, talepler de işçi ve emekçi hareketinin politik düzeyini ortaya koyar. Elbette soyut anlamda değil; belirli bir zaman, belirli koşullar ve belirli bir durumla bağıntılılığı içinde. Buradan bakıldığında, taleplerin genellikle savunma ve yitirilen hakları geri alma odaklı oldukları görülmektedir. Taleplerin bu özelliklerinde, mevcut işçi ve emekçi hareketiyle sosyal reformizmin örtüştükleri görülmektedir.
Nitekim, modern sosyal reformist hareketin sosyal açıdan omurgasını oluşturanlar, işçi aristokrasisi, küçük ve (sınırlı sayıda olsa da) orta burjuvalar ve aydınlardır.  Bunlar, kapitalist kriz ve onun daha da katmerleştirdiği kapitalist saldırganlık (“neoliberalizm”!) karşısında, kapitalizmin kendisi hakkında hayal kırıklığına uğramışlar ve aslında eski olan (“sosyal devlet”!) “yeni” bir “sosyal kapitalizm” (“sosyal piyasa ekonomisi”!) hayal ediyorlar. Yani, burjuvazi sosyalizmin tarihsel bir sapma olduğunu söylerken, modern sosyal reformistler kapitalizmin kendi özünden saptığını ileri sürmektedirler!
Bugünkü sosyal reformizm, bu yönüyle bir tür romantizmi (Fransız Burjuva Devrimi’nin “ilkelerine dönüş”ten, “sosyal devletin” yeniden tesisine kadar!) temsil etmektedir. Klasik sosyal reformizm ama romantik değildi, kapitalizmi sosyal reformlar yoluyla dönüştürme ufkuyla sınırlanmış olarak da olsa, yüzü ileriye dönüktü.
İşçiler ise; yaşanan büyük tarihsel yenilgi nedeniyle, sosyalizme olan güveni sarsılmış ve ideolojik bakımından büyük oranda sosyal-liberal görüşlerin etkisi altındadırlar. Tabiri caizse, iki sınıf/kesim de hayal kırıklığı ve güven sarsıntısı bakımından (birisi sosyalizmden, diğeri kapitalizmden) benzer bir halet-i ruhiyle “sosyal kapitalizm”de buluşmaktadırlar. Bu örtüşme ve buluşma; geniş işçi ve emekçi kitleleri içerisinde sosyalizm için mücadelenin bir hayal olarak görüldüğü bugünkü koşullarda, işçi sınıfını dolaysız bir biçimde şekillendirmekte; onu, krizin ve toplumsal sarsıntının etkileri ölçüsünde söylemi de radikalleşebilen modern sosyal reformist harekete yöneltmekte; günümüz sosyal reformizmin önerdiği hat üzerinden kendi sosyal ve ekonomik durumunda somut ve elle tutulur iyileştirmeler için mücadele etmeyi benimser hale getirmektedir.
Belirtmek bile gereksizdir ki, günümüz Avrupa işçi ve emekçi hareketlerinin yukarda özetlenmeye çalışılan sosyal ve politik gerçekliği anlaşılmadan, hiçbir devrimci görev doğru ve gereğiyle yerine getirilemez. Ve bu gerçeklik kavrandığı ölçüde, günümüz komünistlerinin halihazırdaki işçi hareketi karşısındaki görevlerinin ne denli karmaşık ve zor olduğu ve onlardan ne denli öngörü, sabır ve esneklik talep ettiği de görülecektir.
Wirtschaftswoche dergisinin, kapitalizmi ortadan kaldırmayı amaçlamayan ve aslında bir önceki “sosyal devlet” ya da “sosyal refah toplumu”nu talep eden modern sosyal reformizmin güçlenmesine yönelik “tehlike” uyarısının nedenine gelince. Bu uyarıda dile gelen, tekelci burjuvazinin tecrübesidir. Onların ideologları gayet iyi bilmektedirler ki, tarihte belirli sosyal ve politik amaçlarla yola çıkıp bambaşka hedeflere ya da sonuçlara ulaşan ya da neden olan pek çok hareketler vardır. O nedenle, hiçbir şekilde ateşle oynanmasını istememektedirler!

MODERN REVİZYONİZMİNİN NEDEN OLDUĞU TAHRİBAT
Marksist-Leninistler olarak biliyoruz ki, sözünü etmeye değer sosyal reformların olabilmesi için, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerinin devrimci bir mücadelesi gerekir. Zira tarihte reformlar, her zaman bu devrimci mücadelenin bir yan ürünü olmuşlardır (yani, bu devrimci mücadeleyi zayıflatmak, onu törpülemek üzere alınan tedbirler ve verilen tavizler olarak reformlar). “Sosyal Demokratlar olmasaydı, sosyal reformlar da olmazdı” (Bismarck). Aynı şekilde, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği olmasaydı, “sosyal devlet” de olmazdı. Avrupa işçi hareketinin tarihi, bu savı doğrulayan örneklerle doludur. Dolayısıyla, sorunun bu yönü açıktır.
Ancak, açık olan diğer gerçek de şu ki, günümüz işçi hareketi kendi tarihi ve tarihsel birikiminden büyük oranda kopmuş durumundadır. Çelişik ve özgül bir durumla yüz yüzeyiz: İşçi sınıfının politik bir sınıf olarak tarihsel-teorik birikimiyle, halihazırdaki pratik mücadelesinin teorik ufku arasında ciddi bir orantısızlık söz konusudur. Bu çelişik durumun doğmasına neden olan faktörlerin asıl kaynaklarını görebilmek için, SBKP’nin 20. Kongresi’nde iktidarı gasp eden modern revizyonizme ve onun fiilen ebeliğini yaptığı tarihsel yenilginin nedenlerine bakmak gerekir.
Konumuzu dağıtmamak için burada şu kadarını belirtmekle yetinelim: Modern revizyonizm işçi sınıfının devrimci teorisini sığ ve formel bir teoriye dönüştürdü; Lenin’in “Marksizmde tayin edici” olarak gördüğü “onun devrimci diyalektiği”ni  köreltti ve bu yolla Marksizm-Leninizmi işçi hareketi için bir eylem kılavuzu olmaktan çıkarttı. Modern revizyonizmin hakimiyeti boyunca, özellikle Batı Avrupa’da verilen işçi mücadeleleri ciddi anlamda devrimci bir işçi hareketi düzeyine çıkamadı. Avrupa’da 1960’ların sonu ile 1980’li yıllara kadar sayısız işçi mücadeleleri gerçekleşti. Ancak bu mücadeleler, gerek SB’de iktidarı ele geçiren modern revizyonizm (ve haliyle Batı Avrupa’da onunla birlikte hareket eden revizyonist partiler) tarafından, gerekse Avro-Komünizmi tarafından devrimci bir işçi hareketini geliştirmek ve örgütlemek anlayışıyla, işçi sınıfını iktidarı almaya muktedir kılacak bir perspektif ve pratikle yönlendirilmedi. İşçi hareketinin bu süreçte devrimci nitelikleri zayıflatıldıkça, işçi sınıfı sosyal reformizmle liberal burjuva görüşlerin tam hakimiyetine girmeye başladı. SB ve Doğu Blok’un dağılması ise işin tuzu biberi oldu, daha doğrusu belirginleşmeye başlamış bir durumun politik olarak da görünür hale gelmesi ve böylelikle Avrupa işçi hareketinin devrimci niteliklerinin erozyona uğratılması sürecinin tamamlanmasını beraberinde getirdi…
Peki belirtilenler bakımından KKE ne tür bir pozisyondadır? KKE, özellikle son yıllarda, 20. Kongre ve Kruşçev revizyonizminin eleştirilmesi  gibi belli başlı ideolojik ve politik konularda olumlu bir yönelim ve tutum içerisinde olmasına karşın, modern revizyonizmin Marksist-Leninist teorinin devrimci özünü boşaltmasının, en başta da komünist partilerin işçi hareketi karşısındaki konum ve görevlerinin kavranmasında yol açtığı tahribatları hala aşamamıştır. Nitekim, dünya ekonomik krizinin Yunanistan’daki çok yönlü tahribatlarının gündeme getirdiği siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantılar, bunların yol açtığı toplumsal sarsıntılar, oldukça kısa bir sürede KKE’nin bu konudaki zaaflarını açığa vurmuştur. KKE’nin sözü edilen konulardaki zaaf ve yanlışlıkları; onun, sınıf mücadelesinin Yunanistan’da aldığı biçim ve koşullarda  bir komünist partisi olarak üstesinden gelmesi gereken karmaşık ve zor görevleri hakkıyla yerine getirememesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu zaafların ve yanlışlıkların dostça eleştirisi hem Yunanistan hem de Avrupa işçi hareketinin çıkarları bakımından elzemdir.
Dostça diyoruz, çünkü bilinmesi gerekir ki, burada yöneltilen eleştirilerin mantığının, KKE’yi “sağ oportünist” bir mevziden eleştirenlerin mantığıyla hiç bir alakası yoktur.  Nitekim KKE, bir süredir, kendisinin de mensubu olduğu uluslararası mihrak saflarında belirli tartışmalar içerisindedir. KKE’ye göre, “komünist hareket içinde bir kriz” mevcuttur: “Oportünizmin güçlenmesi, kendini, uluslararası komünist hareketin ideolojik-politik ve örgütsel krizinde göstermektedir”.  Hareket içinde “ayrılıklara neden olan” sorunlar; devrimin karakteri ve aşamalarından parlamenter anlayışlara kadar, kapitalist krize karşı tutumdan proletarya enternasyonalizmine kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. “Kritik sorunlar” üzerine beliren görüş ayrılıkları artık ortak politik açıklamaları dahi zorlaştırmıştır. Örneğin bu hareket, iki yıldan bu yanadır ki, yıllık genel konferanslarının ardından ortak deklarasyonlarını çıkartamamıştır.
Gelinen yer itibarıyla; KKE, “Uluslararası komünist hareketin birliğinin bazı sorunları üzerine” başlıklı açıklamasıyla, hareketi içerisindeki tartışmalarla ilgili kendi fikirlerini kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu ve pek çok başka metinde açık sağcı tezlerle ilgili (Avrupa Birliği’nin halkların lehine dönüştürülebilirliği; BRİCS ülkeleri bağlamında Çin ve Rusya hakkında yayılan hayaller; Latin Amerika’daki “ilerici hükümetler”le ilgili “sosyalist” nitelemeler; “21. yüzyıl sosyalizmi”ni ve Çin ve Vietnam’daki “pazar sosyalizmi”ni olumlama vb. vb.) birçok doğru şeyler söylenmektedir. (Bu arada belirtelim ki, KKE’nin belirtilen konularda yaptığı bazı değerlendirmelerin, modern revizyonizme karşı mücadeleden doğan ve karşı-devrimin şaha kalktığı yıllarda Quito Deklarasyonu ile kendini yeniden mevzilendiren Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın –CIPOML– baştan beri savunduğu fikirlerle örtüşen yönleri de bulunmaktadır.) Ancak, bu olumluluğa karşın, aşağıda da göreceğimiz gibi; partinin işçi hareketi karşısındaki konumu ve sorumlulukları, ona ilişkin görevleri ve bu amaçla geliştirmesi gereken taktikler ve ittifaklar konusunda doktriner ve sekter eğilimler muhafaza edilmektedir.

KKE’NİN “İTTİFAK VE MÜCADELE ÇİZGİSİ”

Sözü edilen metinde KKE, ülkesinde geliştirdiği “ittifak ve mücadele çizgisi”ne dikkat çekmekte. Bu çizginin “ağırlık noktasının”; “işçi hareketini yeniden inşa etmede, sınıf yönelimi ile işçi sınıfının sınıf birliğini güçlendirmede yattığı” belirtilmekte. Ayrıca partinin, “halk ittifakının; yani işçi sınıfıyla yoksul köylülerin, küçük esnafların, kadınların ve halk tabakalarının ailelerinden gelme gençliğin ittifakının inşası için çalıştığı” vurgulanmakta. “Verili koşullarda bu ittifak bugün ifadesini, örneğin işçi sınıfında PAME gibi, köylülükte PASY gibi, serbest çalışan ve kentlerdeki esnaflarda PASEVE gibi, üniversiteli gençlikte MAS gibi ve kadınlarda OGE gibi mücadeleci birliklerin eylemlerinin koordinasyonunda bulmaktadır.”
İlk bakışta sanılabilir ki, Yunanistan’da gerçek bir halk ittifakı kurulmuştur. Ama maalesef öyle bir durum söz konusu değildir. Denilmektedir ki, “toplumsal halk ittifakının anti-kapitalist anti-tekelci bir doğrultusu vardır”. Yani? Yani gerçek şu: PAME, PASY, PASEVE, MAS, OGE; bu “mücadeleci birlikler” KKE’nin kendisinin kurduğu ve kendi çizgisinde bulunan birliklerdir! Zaten böyle olduğundan da, “anti-kapitalist anti-tekelci” birliklerdir. KKE ve Yunanistan’ı takip eden herkes bilmektedir ki, bu birlikler, “yüz binlerce işçi ve halk güçlerini seferber ediyor” olsalar da, milyonlarca işçi ve emekçinin yalnızca bir kesimini temsil etmektedirler. Dolayısıyla bu birlikler yalnızca “mücadeleci” değil, aynı zamanda “öncü” birliklerdir. KKE’nin tabiriyle bunlar, “öncü yığın aktiviteleri”ni gerçekleştiriyorlar! Kısacası, ortada gerçek bir “toplumsal halk ittifakı” yok, tersine KKE’nin kendi ya da kendi çizgisindeki sendikal, gençlik, kadın, köylü vb. örgütlerinin bir birliği var.
Öte yandan, bu “mücadeleci birlikler”, KKE ile birlikte, “anti-kapitalist anti-tekelci” yönelimleri doğrultusunda, bir yerde devrim için hazırlanmaktadırlar; “halk ittifakı”, “halkın her sorunu için mücadeleyle büyüyecek, yeni koşullara uyum sağlayacak ve kendisini hazırlayacak, öyle ki devrimci durum koşullarında öncü bir rol oynayabilsin.” “Devrimci durumun nesnel bir karakteri vardır ve her parti kendini buna hazırlamalıdır.” “KKE, sınıf bilinçli hareket ve halk ittifakı; bu doğrultuda Yunanistan’daki mücadelede öncü bir rol oynamakta; sermayenin, onun parti ve hükümetlerinin güçlerine ve emperyalist AB’ye karşı yüzbinlerce işçi ve halk güçlerini seferber etmektedirler.”
KKE’nin bu mücadele anlayışı, mensubu olduğu mihrak içerisinde de eleştiri konusu olmuş ki, sözü edilen metinde şunlar söylenmekte: “Devrimci mücadeleyi kötü göstermeye, onu ‘sektercilik’ olarak karalamaya çalışan açıklamalar, komünist harekete zarar vermektedirler. Bu açıklamalar, tekellere ve kapitalizme karşı, halkın her sorunu için somut hedef belirlemelerle mücadele eden KKE, PAME ve diğer mücadeleci birliklerinin öncü yığın aktivitelerini değersiz göstermeye çalışıyorlar.”
Burada sözü edilen “açıklamalar”da hangi neden ve argümanlarla “sektercilik” eleştirisinde bulunulduğunu bilmiyoruz. Fakat KKE’nin sınıf mücadelesi anlayışının sekter özellikler taşıdığını belirtmek lazım. “Öncü yığın aktiviteleri”nde, “halkın her sorunu için somut hedef belirlemelerle mücadele” ediliyor olması da, bu anlayıştaki sekterliği ortadan kaldırmamaktadır (halkın somut sorunları için mücadele ettiklerini bildik sekter akımlar da söylemektedirler). Zaten asıl mesele de, bu “öncü yığın aktiviteler”in hangi sorunlar için yürütüldüğünde değil; sorun anlayışın kendisinde, yani işçi ve emekçi hareketinde ayrı bir öncü birlik (kamp) oluşturulmasındadır. KKE’nin toplumsal hareket içinde ayrı bir öncü birlik oluşturduğu; hemen hemen her eylem, gösteri ve kutlamalarda bu öncü birliği ile ayrı yürüdüğü, ayrı örgütlediği, ayrı harekete geçtiği herkesin malumudur…
Ama devam edelim. KKE gibi, Yunanistan işçi ve emekçi hareketinde hala önemli bir yer tutan bir parti, hangi saik ile verili işçi ve emekçi hareketinde ayrı bir öncü kamp oluşturmayı Marksizm-Leninizm adına savunabilir? Bu tutum şu iki argümana dayanıyor:
a) Yunanistan’daki “devrimin karakteri sosyalisttir”. KKE ve onun çizgisinin dışındaki partiler, hareketler, sendikalar, kitle örgütleri, reformist ve/veya burjuva ve düzen içidirler (en azından işçi ve emekçi hareketinde belirli bir gücü olanlar bakımından). Devrimin karakteri sosyalist olduğundan kurulacak ittifaklar da “anti-kapitalist anti-tekelci” olmak zorundadır. Dolayısıyla, başka güçlerle ittifakla değil, tersine KKE önderliğindeki “mücadeleci birlikler”in “öncü yığın aktiviteleri”ne işçi ve emekçiler kazanılarak “toplumsal halk ittifakı” kurulacaktır.
b) Kapitalizmden sosyalizme geçişte “ara aşamalar” yoktur: “Sorun büyüktür. Aşamalar mantığı, objektif ve niyetlerden bağımsız olarak, kapitalizm çerçevesinde halkın lehine çözümler aramayı öğütler. Bu sav, ‘ara aşamanın’ sübjektif faktörün olgunlaşmasına katkı yapması ve sosyalizme bir köprü görevini görmesi ile gerekçelendirilmekte. … Bu yaklaşım tarzının kendisi hiçbir zaman ve hiçbir yerde tanıtlanmadı ve 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin dersleriyle de çelişmektedir. Daha kötü olan ama, aşamalar mantığının; sistemi idare etme çözümlerine, örneğin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaya devam eden ve siyasal iktidarı elinde tutan tekellerin çıkarlarını (objektif olarak) idare eden ‘sol, ilerici ya da yurtsever hükümetler’ arayışına götürmesidir.” KKE’ye göre “bu opsiyon”, “illüzyonları” teşvik ediyor, “işçi hareketini çetin sınıf mücadelelerine hazırlamaya katkı sunmuyor”, aksine işçi hareketini “hep geç davranmaya mahkum ediyor, burjuva ideolojisi ve politikaya açık hale getiriyor ve parlamenter hayallere sürüklüyor.”
Görülen o ki KKE, “subjektif faktörün” bugünkü gerçekliğine gözlerini kapamış durumda! Bu sadece yukardaki satırlarda değil, son dönemde pek çok açıklamalarında dile getirdikleri “sınıfı yabancı bayrak altına sokmayacağız!” söylemlerinden de görülmektedir.
Lenin, bu gibi eğilimlerle karşı karşıya olunduğunda önerdiği şey, “tartışmasız gerçeklerle fiili sınıf güçlerinin olabildiğince salim ve kesin değerlendirmesini dikmek”tir!  Bunu yapmak lazım, zira KKE, içinde bulunduğumuz koşullarda, yani; işçi sınıfının büyük tarihsel yenilgisinin etkilerinin hala ciddi anlamda devam ettiği, işçi sınıfının sosyalizme güveninin sarsıldığı, dahası işçiler arasında burjuva ve sosyal liberal görüşlerin hakim olduğu bir dönemde; şu ya da bu “opsiyona”, işçileri “burjuva ideolojisi ve politikaya açık hale getiriyor”, “parlamenter hayallere sürüklüyor” gerekçesiyle karşı çıkıyor! KKE gerçekte kimi gözeterek bu “illüzyonlar”dan dem vuruyor? İşçi ve emekçi kitleler olmasa gerek, zira onlar bu “illüzyonların” kapanında zaten. KKE ilgisinin odak noktasına işçi ve emekçi hareketinin bugünkü gerçekliğini koysa, sorunun aslında tersinden olduğunu fark edecek, yani; ne ve nasıl yapabiliriz de bu illüzyonların kapanında olan işçileri, kendi bağımsız hareketlerini geliştirebilecek bir yola sokabiliriz?
Bugünün çok yönlü ve karmaşık görevlerinin en temel boyutunu teşkil eden bu soruya sonra geri dönmek üzere, “ara aşama”lar tartışmasıyla ilgili iki hususu belirtmekte fayda var. 1) Bu “ara aşama” ile, Kruşçev revizyonizminin özellikle ileri kapitalist ülkelerdeki komünist partilerine dayattığı “anti-tekelci demokrasi” üzerinden “barışçıl yoldan sosyalizme geçiş” kastediliyorsa, elbette böyle bir “ara aşama”nın; yani sosyalist devrimi baştan öngörmeyen, teorik bakımdan olası, tarihsel bakımdan istisnai ve geçici bir durumu bugünden mutlaklaştırıp devrimin yerine geçiren ve aslında işin başından işçi sınıfını sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere örgütleyip bilinçlendirmeyen bir programatik çizginin Marksizm-Leninizm adına savunulamayacağı ortadadır.
Bu anlamda bir “anti-tekelci demokrasi” yanlıştır. Çünkü bu anlayışta asıl mevzu, istisnai bir olasılık değildir; tersine, burada bir sapma, yani işçi sınıfını, sosyalist devrimi gerçekleştirmeye muktedir bir sınıf olarak örgütleme ve bilinçlendirme görevinden sapma vardır. Bu anlamdaki, yani aslında ara aşama olmayan bir “ara aşama” tezine karşı çıkıyorsa eğer KKE, itiraz etmekte haklıdır kuşkusuz.
2) Gelgelelim bu, bu itirazın sekter bir pozisyondan yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bu itirazı temellendirmek için bugünkü gerçekliği göz ardı etmenin bir gereği olmadığı gibi, ‘gelecekte de olmayacaktır’, yani “ne burjuva iktidarının, ne de işçi –halk iktidarının bir ara aşaması yoktur”  diyerek her tür “ara aşama”yı reddetmenin de bir anlamı yoktur.
Lenin, Ekim Devrimi’nin de tecrübesine dayanarak; “Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir.”  der. Ara aşamalar ve uzlaşmalar “tarihsel gelişme tarafından” yaratılır. Ve Engels’in de dediği gibi, “Alman komünistleri, kendilerinin değil, tarihsel gelişmenin yarattığı bütün ara-aşamaların ve bütün uzlaşmaların ötesinde son amacı, yani sınıfların kaldırılmasını ve toprağın ve üretim araçlarının özel mülkiyetine yer vermeyen bir toplumsal düzenin kurulmasını, açıkça görebildikleri için komünisttirler.”
Fakat, tarihin, keskin söylemleri dikkate almayacağı gerçeği bir tarafa; şimdi daha önemli olan, bu yaklaşımın bugünkü sınıf mücadelesinin görevleri bakımından ciddi bir handikap oluşturmasıdır. Handikaptır, çünkü ‘tek çözüm’ yaklaşımı, komünistlerin ufkunu darlaştıran, çalışmalarını tek boyuta indirgeyen ve sınıf mücadelelerinin zengin biçimlerini zamanında görme ve onları verili işçi hareketinin dayanakları haline getirme yeteneğinden mahrum kılmaktadır. Modern revizyonizmin Marksizm-Leninizmi formel bir teoriye dönüştürmesinin kaynaklık ettiği darlıkları aşamamışken, güçlenen sosyal-reformizm ve sağ oportünizm karşısında sol sekter eğilimlere yönelen KKE, bugün sadece asgari programdan yoksun bir parti değil, aynı zamanda stratejisi ile taktiği arasındaki ilişkide her birisinin diğeri karşısındaki özgül farklılığını yitirdiğinden, stratejisinin taktiğe gereksinim duymadığı ve taktiğinin de stratejisi ile farklılaşmadığı bir parti durumundadır.
Somutlaştırmak gerekirse. Örneğin KKE MK üyesi ve uluslararası ilişkiler sorumlusu Elisseu Vagena’nın 2012 seçimlerinin hemen öncesinde Evrensel gazetesinin kendisiyle yaptığı röportajda şunları söylemekte: “KKE bugün bir ara ‘aşama’ için mücadele etmemektedir ve bir ‘asgari programı’ yoktur. Kuşkusuz bu, stratejisinin olduğu ama taktiğinin olmadığı anlamına gelmiyor. KKE’nin taktiği, mücadelenin hedefleri için işçilerin birleştirilmesi ihtiyacını ve toplumsal ve demokratik hakların savunulması ve halkın modern yaşam ihtiyaçlarının karşılanmasını içermektedir. Halkın her sorununa ilişkin mücadelenin gerek duyduğu tutum ve hedeflerimizi ortaya koyan bütünlüklü bir çizgimiz var. Kaldı ki işçi-halk iktidarı kurulmadan kapitalizmin egemenliği altında emekçilerin elde ettiği tüm kazanımların geçici olduğunu söylüyoruz.”
İşçi ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu somut koşulları tekrar tarif etmenin bir gereği yok; ancak, tam da işçi hareketinin genel olarak çok zayıf olduğu bugünkü tarihsel koşullarda, “emekçilerin elde ettiği tüm kazanımların geçici olduğunu söyleme”nin mantığı ne? Bu söylemin somut işçi hareketinde, yani kazanımların “k”sinin bile neredeyse kalmadığı bir dönemde bir karşılığı var mı? Kaldı ki, bu kazanımların mutlak olarak geçici olacağı da doğru değildir. Bugün gelişecek bir işçi hareketinin elde edeceği kazanımlar, gayet tabii devrimci bir işçi hareketinin dayanakları da olabilir ve zaten çabası verilmesi gereken de bu değil midir? Lenin, mevcut düzenin zeminindeki yarım ve ikiyüzlü ‘reformları’, proletaryanın tam kurtuluşu için ilerleyen işçi hareketinin “üslerine” dönüştürmekten söz eder.  Çeşitli kazanımlar ve başarılar elde etmeden, onları birer üss haline getirmeden, işçi-halk iktidarı işçi sınıfının bu ve benzer kazanım ve birikimleri değil de neyin üstünde yükselecek ki – eğer sosyalizm, hayali ya da bu maksatla özel olarak tasarlanmış insan malzemesiyle değil de, kapitalizmin bıraktığıyla kurulacaksa?  Bugün üzerinde durulması gereken kazanımların geçiciliği değil; aksine bu kazanımların elde edilmesinin yollarını bulmak, bu yolla işçi hareketinin kendi özgüvenine kavuşmasını sağlamak, bu kazanımları işçi sınıfının tam kurtuluş mücadelesinin birer üsleri haline getirmektir. Bu yapıldığında, mücadelenin ufku gerçekte de kısmi başarılarla sınırlanmayabilir ve işçi-halk iktidarı da teorik bir çözüm öngörüsü değil de bugünün somut çelişkilerinin yegane çözüm yolu olarak pratikleşebilir.
“KKE’nin taktiği” bağlamında söylenenlere bakalım: “İşçilerin birleştirilmesi ihtiyacı”, “hakların savunulması” ve “yaşam ihtiyaçlarının karşılanması”… Burada somut ve belirli bir “taktik” olarak tanımlanabilecek bir şey var mı? Açıktır ki bunlar, 2012 seçimleri öncesinin somut durumuna ilişkin; yani ülkenin salt sosyal değil, politik bakımdan da hareketli olduğu ve partinin son derece esnek ve hatta çelişik bile görünebilecek tutumları geliştirmesi gerektiği bir duruma ilişkin, spesifik bir şey içermemektedirler.
“Program, işçi sınıfının diğer sınıflara yönelik genel, temel ilişkilerini, taktik ise tekil ve geçici ilişkilerini belirler.” (Lenin)  KKE’nin sınıf mücadelesi anlayışındaki sekter eğilimlerin; temsil ettiği iddiasını taşıdığı işçi sınıfının diğer sınıflar karşısındaki mücadele kapasitesini ve etki derecesini artıracak “tekil ve geçici” politik tutumlar geliştirmesini engellediği, ülkenin ağır bir kriz sürecinde doğan ve ama bu ve başka zaaflarından ötürü değerlendiremediği olanakların modern sosyal-reformist ve faşist güçlerce doldurulduğu acı bir gerçektir.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNE YAKLAŞIM
Son iki yılda, özellikle de ama son seçimlerde KKE üzerinde, Syriza’nın gelişme kaydetmesi ve ittifak önerileriyle de öne çıkması neticesinde büyük bir baskı oluştu. İdeoloji ile politikayı birbirinden ayırt etmeyen (ayıran değil!)  KKE, ittifak tekliflerini reddetti. Ve bilindiği üzere, seçimlerde galip çıkan Syriza hükümeti kurdu. KKE, hükümet ortağı olmayacağı gibi, Syriza hükümetine herhangi bir tolerans da tanımayacağını açıkladı…
Elbette KKE’nin, sosyal reformist Syriza’nın liderliğindeki bir hükümetin koalisyon ortağı olması yanlış olacaktı. Engels’in, “Fransız sosyalist demokratların” 1848 Şubatı’ndan sonra oluşan ilerici hükümette sunulan koltukları kabul etme hatasına dikkat çeken örneği bilinmektedir. Fransız sosyalist demokratları yanlış yaptılar, zira; “hükümette bir azınlık meydana getirerek, hükümetteki varlıkları temsil ettiklerini iddia ettikleri işçi sınıfının devrimci eylemini tümüyle felce uğratırken, yalnız cumhuriyetçilerden oluşmuş çoğunluğun işçi sınıfına ettiği bütün alçaklıkları ve ihaneti gönüllü olarak paylaştılar.”
Bununla birlikte; KKE’nin zamanında işçi ve emekçi halkın acil ve yakıcı taleplerini içeren bir platformla çıkması ve Syriza ve başka ilerici güçlerle bu platform üzerinden geniş bir ittifak kurması ve emekçi halkın bu taleplerine sadık kalmayı Syriza ile ittifakının kriteri haline getirmesi mümkündü ve işçi ve emekçi hareketinin halihazırdaki bilinç düzeyi ve beklentileri bakımından da elzemdi. Bu taktik tutumda murat edilen Syriza’nın devrimci bir politika izleyebileceği beklentisi olamazdı elbette; tersine işçi ve emekçilere Syriza’ya bağladıkları umutları giderek gerçekçi bir temele oturtmalarına yardımcı olmak, yani bu umutlarının gerçekleşmesini Syriza’ya havale etmemelerini, aksine gerçekleşmeleri için kendi inisiyatiflerini geliştirip korumalarını sağlamaktı. Sözü edilen durumda, yani geniş bir ilerici güçler ittifakının kurulmuş olması durumunda, emekçi halkın desteği sadece Syriza’ya da verilmiş olmayacaktı. Ve KKE de bu durumda, geniş ittifakın, yani halkın somut bir tercihinin en tutarlı temsilcisi ve halkın acil taleplerine en sadık gücü olduğunu kanıtlayabilir ve elde etmiş olacağı bu pozisyonla geniş emekçi kitlelerinde kendisine ve genel olarak sosyalizme yönelik önyargıların kırılmasında belirli adımlar atma olanağını yakalayabilirdi.
Tam da içinde bulunduğumuz koşullarda, yani kapitalizmin temel çelişkisinin kendisini dışavurma biçimlerinin alabildiğine çeşitlendiği ve haliyle sınıf mücadelelerinin –proletaryanın kendi bağımsız hareketiyle öne çıkamamış olması nedeniyle de– daha dolayımlanarak cereyan ettiği koşullarda, işçi sınıfının partisinin düne göre daha çok “zikzaklı, dolambaçlı yoldan yürümesi” gerektiği kaçınılmazdır. “Sorun, bu taktiği, proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci ruhunu, mücadele etme ve yenme yeteneğini düşürecek değil, yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir.”  Sorun, “komünizm fikirlerine en fedakarca bağlılığın” “her türlü zorunlu pratik uzlaşmalar, zikzaklar, barış manevraları ve ricat vb. ile birleştirilebilme”sindedir.
Ne var ki KKE, Syriza’nın sosyal reformist karakterine odaklandığı kadar, işçi ve emekçilerin kendilerine, onların bugünkü bilinç düzeyine, beklentilerine ve olup biteni algılayışlarına ve ruh hallerindeki değişime odaklanmadı. Oysa, her zaman ve ama özellikle de içinde bulunduğumuz dönemde, bu hususlar üzerinde özel olarak yoğunlaşmak gerekmiyor mu? İşçi ve emekçilerin Syriza’ya yönelmeleri salt onların “illüzyonları”nı göstermiyor, aynı zamanda; emekçi halkın artık daha büyük bir kesiminin izlenen tasarruf politikalarını sineye çekmek istemediklerini, sadece emekçilerin değil, sermayenin de krizin yükünü omuzlamasını istediklerini ve kendi yakıcı talepleri ve ihtiyaçları için yerleşik partilerin dışında politik bir alternatif arayışında olduklarını da göstermiyor mu?
İşçi sınıfının çoğunluğunun görüşlerinde ciddi bir değişiklik olmadan “işçi-halk iktidarı”nın mümkün olamayacağı; bu değişimin de yalnızca propagandayla değil, “kitlelerin politik deneyimleriyle” gerçekleşeceği açık değil mi? Komünistler için açık ve net olan pek çok şeyin, geniş kitleler için net ve açık olmadığı gerçeği, tarihsel yenilginin etkilerinin sürdüğü bugünkü koşullarda daha çok geçerli değil mi? “Saf komünizm bakımından, yani soyut, henüz siyasal ve pratik yığın hareketi için olgunlaşmamış komünizm bakımından”, çeşitli burjuva siyasetçileri arasındaki görüş ayrılıkları “hafife alınabilir ve hiç bir önem taşımayabilir”. “Ama yığınların pratik hareketi bakımından bu ayrılıkların pek büyük önemi” olduğu hiç göz ardı edilebilir mi?
Sadece en bilinçli öncüsünü değil, “bütün sınıfın bilincinin ve hazırlığının, sadece ilerici unsurlar değil, emekçiler yığınının tümünün bilincinin ve hazırlığının gerçek durumunu özenle gözlemek” komünistlerin bugünkü görevlerinin başında gelmiyor mu? “Yığınların seviyesine” inmeden, kitle kuyrukçuluğu ve işçi dalkavukluğu yapmadan ve onlara acı gerçekleri söylemekten vaz geçmeden, bir “yığın partisi olarak davranmayı bilmek” mümkün değil midir? Elbette ki mümkündür ve zorunludur, çünkü bir “ikilem” gibi görünen bu diyalektik ilişkiyi korumanın ve geliştirmenin başka bir alternatifi yoktur! Lenin’in dediği gibi, “komünistlerin bütün görevi, bilinçlemede geç kalanları inandırmayı bilmek, onların arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan ‘sol’ sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir.”
Kısacası, KKE’nin işçi ve emekçi hareketine yaklaşımında iki somut zaaf dikkat çekiyor: a) politikadaki pedagojik unsuru gözetmeme, b) parti fetişizmi.
a) Hiç şüphesiz, bir komünist partisinin politik görevleri pedagojiye indirgenemez. Bu yapıldığında, partinin politikası kapsayıcılığını yitirip yüzeyselleşir, dahası öngörücü ve yönlendirici özelliğini kaybeder. Ancak bu doğru; partinin politik çalışmasında, özellikle de işçi ve emekçilere yönelik çalışmasında, “her zaman pedagojinin belirli bir unsuru” bulunduğu, bulunmak zorunda olduğunu gereksiz kılmaz, kılmamalıdır da. Buna dikkat etmemek; partinin politik çalışmasının işçi sınıfının bütününü eğitmesi gerektiğini, devrimci teorinin sınıfın en geri kesimlerine dek anlatılması gerektiği, parti politikalarının doğruluğundan onların da ikna edilmesi gerektiği, onların bilinçlerinin; “özenli ve sabırlı”, güvenlerinin kazanılması ve özdeneyimlerinin gözetilmesi suretiyle yükseltilmesi gerektiği unutulmuş olur. Bu unsuru unutmak, bilimsel sosyalizmi “kuru bir dogmaya” dönüştürmek, salt “kitabi konuşmak” demektir.
Fakat örneğin KKE Genel Sekreteri Dimitris Kuçubaş, Syriza’yı iktidara taşıyan seçimlerin hemen öncesinde partisinin 96. kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada diyor ki: “Halk, bütün halk karşıtı hükümetlerden ve politikalarından kurtulmak ve kendi iktidarını kurmak ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Bugünkü durum (ulusal ve uluslararası) zaman kaybetmemize izin vermemektedir.”  Seçim sonuçları da gösterdi ki, halk tarif edildiği anlamda bir ihtiyaç hissetmemiştir! Gerek duyulmayan bir gereksinim, olsa olsa teorik bir gereksinim olabilir. Demek ki halkın kendisi, henüz “kendi iktidarını kurmak ihtiyacı ile karşı karşıya” değildir. Dolayısıyla, genel sekreter burada halkla ilgili salt kendi (partisinin) istemini dile getirmiş olmaktadır. Lenin, “devrimciler için en tehlikeli yanılgı”nın, “kendi isteklerini, ideoloji ve siyaset alanında kendi görüşlerini, nesnel gerçeklikle birbirine karıştırma”ları olduğunu söylerken, yerden göğe kadar haklı değil midir?
Peki ama, Yunan halkı Kuçubaş’ın söylediklerini henüz bir ihtiyaç olarak hissetmiyor olması, söylenilenin mahiyetinin tarihsel-teorik bakımdan doğru oluşunu ortadan kaldırıyor mu? Hayır kaldırmıyor ama, işçi ve emekçi hareketinin bugünkü gerçekliğinde karşılığı olmayan soyut bir doğrunun belirtilmesinden de öteye gitmiyor. Şimdi soruyoruz: KKE’nin, modern revizyonizmin Marksizm-Leninizmi formel bir teoriye dönüştürmesinin kaynaklık ettiği darlıkları henüz aşamadığını söylerken, haksız bir saptamada mı bulunuyoruz?
b) Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, komünistlerin proleterle nasıl bir ilişki içinde olduklarını açıklarken, bugün özellikle yeniden hatırlatılması gereken şu ifadeleri kullanırlar: Komünistlerin; “bütün proletaryanın çıkarlarından ayrışan çıkarları yoktur” ve “proletarya hareketini biçimlendirmesini istedikleri özel (sekter) ilkeler ileri sürmezler”. Komünistler “öteki proleter partiler”den, başka şeylerin yanı sıra, şu özellikleriyle ayrışırlar: “Proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin geçtiği çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman bütün hareketin çıkarlarını temsil ederler” ve proletaryanın geniş kitlesine karşın “proletarya hareketinin koşulları, gidişatı ve genel sonuçlarını teorik olarak kavrama üstünlükleri bulunur”. Komünistlerin önündeki amaç ise; “proletaryanın sınıf haline gelmesi, burjuva egemenliğinin yıkılması, politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi”dir (bu sıralamanın gelişi güzel olmadığı açıktır!).
Komünistlerle proleterler arasındaki ilişki ve komünistlerin amacına dair yukardaki yalın ifadeler göz önünde bulundurulduğunda, Marx ve Engels’in Birinci Enternasyonalin kuruluş metnine, “özel olarak formüle ettik” dedikleri şu “savaş narası”nı yazmaları anlamsız değildir: “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır.” 
Bu yeniden hatırlatma ve vurguya neden gerek duyuldu? Çünkü modern revizyonizm parti mefhumu konusunda da aşılması gereken ciddi tahribatlar yaptı. Modern revizyonizm, tahmin edilebilir nedenlerle, adeta bir parti fetişizmi yarattı. Parti fetişizminin özü, partinin kendini işçi sınıfının yerine koymasıdır. Oysa parti, selameti kendinde bulunan bir amaç değil; “işçilerin sınıf birliğinin en yüksek biçimi olarak” (Lenin)  onların en ileri mücadele aracıdır. Parti işçi sınıfının ne yerini alabilir, ne de doldurabilir, dolayısıyla böyle bir saik ile de hareket edemez, etmemelidir! Bu nedenle Lenin, “ileri işçileri açıktan ve doğrudan politik mücadeleye çağırmak yerine, işçi hareketini geliştirme, proletaryanın sınıf mücadelesini örgütleme görevine” işaret eder.
Bir parti; işçi kitlelerinin halihazırdaki bilinç düzeyini, önyargılarını, illüzyonlarını ve ikna edilmelerini ne kadar az dikkate alıyorsa; bir parti; mücadele çizgisini belirlerken, işçi kitlelerinin kendi öz siyasal deneyimlerini, işçi sınıfının ve hareketinin ideolojik-politik-örgütsel bakımdan neye hazır olup olmadığını ne kadar az gözetiyorsa, ne kadar az kitle pratiğinden öğreniyorsa, o partide o kadar da parti fetişizmi yer edinir.
Bir parti; işçi hareketinin bizzat kendisini örgütlemek, hareketin bütününe bilinç ve örgütlülük kazandırmak yerine, kendisine ve birliklerine odaklıysa, kendi örgütlerinin birliğiyle “toplumsal halk ittifakını” özdeşleştiriyorsa; dahası, işçi hareketinin birliğini pratikte amaçlamıyor, yani günlük mücadelede işçilerin çıkarlarının birliğini ve haliyle bu ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadelesini her fırsatta geliştirmeyi taktik tutumunun vazgeçilmez bir ögesi kılmıyorsa, bunun yerine ama işçi hareketi içinde “öncü yığın aktiviteleri”yle ayrı bir öncü birlikler kampı kuruyorsa, o parti, teorik planda neyi savunursa savunsun, işçi sınıfının bütününün partisi olarak hareket edemiyor ve işçi hareketi karşısındaki asli görevlerini yerine getiremiyor demektir.
Modern revizyonizm kaynaklı parti fetişizmi aşılamadığında, belirli bir noktadan sonra, işçi hareketi karşısında anlamsızlaşma ya da doktrinci bir konuma sürüklenme işten bile değildir. Yani tam da Marx’ın “bulunmayacağız” dediği şu pozisyonda olma: “Biz ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgisini haykıracağız demiyoruz. Biz ona yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz.”

*            *            *
Lenin, Ekim Devrimi’nin Birinci Dünya Savaşı ile bağlamına dikkat çekerken, böyle bir devrimin “savaşın kendisinden doğan bazı yeni özellikler ya da değişiklikler göster”diğini ve Marx’ın düşüncelerini kavramakta yeteneksiz olanların bunu anlamadıklarını belirtir. Nitekim onlar; “şimdiye dek kapitalizm ve burjuva demokrasisinin Batı Avrupa’da belli bir gelişim çizgisi izlediğini görmüşler ve bu çizginin ancak mutatis mutandis, yalnızca bazı düzeltmelerle (dünya tarihinin genel gelişimi açısından hiç de önemli olmayan düzeltmelerle) bir model olarak alınabileceğini düşünememişlerdir”. Ekim Devrimi yeni özellikler gösterecekti, “çünkü dünya bugüne dek böyle bir durumda böyle bir savaşa tanık olmamıştır.” Anlaşılması gerektiğini düşündüğü ikinci husus olarak Lenin şunu belirtir: “Dünya tarihindeki gelişmenin bir tüm olarak evrensel yasalara uymasına karşın”, “bazı gelişme dönemlerinin, bu gelişmenin ya biçiminde ya da birbirini izleme sırasında özgünlükler göstermesinin hiçbir biçimde ‘yasak’ olmadığını, tersine bunun varsayılması gerektiğini anlamamışlar.”
Lenin’in bu yaklaşımı ve belirttikleri bugünün komünistleri için son derece önemli ve günceldir. Bu geniş ve derin perspektifi örnek almamız gerekir.
İçinde bulunduğumuz tarihsel koşulların özgünlüğünü şöyle de ifade edebiliriz: Olgunlaşmış çelişkiler olgunlaşmış yanıtlarını bulamamakta henüz. Bu durum, hiç şüphesiz, büyük bir çelişkiye işaret etmektedir. Ama hayatın çelişkilerinden kaçılmamalı; tersine bu çelişkilere katlanılmalı, onları; toplumsal sorunların ve sınıf mücadelelerinin daha derinden kavranmasına götürecek önemli ipuçları olarak dikkatle incelemeli ve buradan işçi hareketini bulunduğu pozisyondan daha ileriye taşımaya yardımcı olacak pratik sonuçlar çıkartılmalıdır. Koşulların buyurduğu eylem ile eylememizin bugünkü koşulları arasındaki ters orantı aşılamaz değildir çünkü.
İşçi ve emekçi kitlelerine kendi eylemlerinin mahiyetini açıklama ve buradan eylemleri ve kendileri hakkında doğru bir bilince ulaşmalarını sağlamak zorundayız. İçinde bulunduğumuz koşulların tarihsel özgünlüğünün gözetilmesi, bu görevlerin şekilsel değil de gereğiyle yerine getirilebilmesinin şartlarından biridir. Bu gözetme salt teorik bir gözetmeye indirgenmediğinde görülecektir ki, özellikle biri diğerine karşıtlık oluşturuyormuş gibi görünen konularda (örneğin devrim-reform, ittifaklar-bağımsız politika, teori-pratik, kadın sorunu-sınıf sorunu vb.), daha gelişkin bir teorik kavrayış düzeyi ve taktik esneklikler şarttır. Yoksa, işin kolayına kaçan sağ ve sol eğilimlerden sakınmak ya da kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla, mevcut özgül tarihsel koşullarda ilk hedefimiz; “proletaryanın” yeniden, Komünist Manifesto’da söylenildiği anlamda, “sınıf haline gelmesi”; yani işçi sınıfının “bir sınıf olarak hareket etmesi”ni sağlamak olmalıdır. Tam da Engels’in, Amerika’ya yerleşmiş olan ve oradaki işçi hareketi karşısında sekter tutumlar takınan Almanlarla ilgili uyarılarında dediği gibi: “Bizim teorimiz bir dogma değil, bir evrim sürecinin açıklanmasıdır, ve bu süreç ardışık evreler içerir. Amerikalıların daha eski sınai ülkelerde oluşmuş bulunan teorinin tam bilinciyle yola çıkmalarını beklemek, olanaksızı beklemektir. Almanların yapması gereken şey, bizim 1845 ve 1848’de yaptığımız gibi, kendi öz teorilerine –eğer onu anlıyorlarsa– göre davranmak; gerçek işçi sınıfının her genel hareketi için yürümek, onun fiili çıkış noktasını olduğu gibi kabul etmek ve, yapılmış bulunan her yanlışlığın, uğranılan her yenilginin, nasıl ilk programdaki teorik nitelikteki yanlışlıkların zorunlu bir sonucu olduğunu göstererek, onu derece derece teorik düzeye götürmektir. Onların, Komünist Manifesto’nun dediği gibi, ‘bugünkü hareket içinde, bu hareketin geleceğini temsil’ etmeleri gerekirdi.”
Kim bilebilirdi ki; uluslararası işçi sınıfı geçici ama büyük bir tarihsel yenilgi kaydedecek ve bu uyarılar gerek işçi sınıfının kendisi, gerekse komünistler için yeniden bir güncellik kazanacaktı?

Görülen o ki KKE, “subjektif faktörün” bugünkü gerçekliğine gözlerini kapamış durumda! Bu sadece yukardaki satırlarda değil, son dönemde pek çok açıklamalarında dile getirdikleri “sınıfı yabancı bayrak altına sokmayacağız!” söylemlerinden de görülmektedir.
Lenin, bu gibi eğilimlerle karşı karşıya olunduğunda önerdiği şey, “tartışmasız gerçeklerle fiili sınıf güçlerinin olabildiğince salim ve kesin değerlendirmesini dikmek”tir!

Bu itirazı temellendirmek için bugünkü gerçekliği göz ardı etmenin bir gereği olmadığı gibi, ‘gelecekte de olmayacaktır’, yani “ne burjuva iktidarının, ne de işçi –halk iktidarının bir ara aşaması yoktur” diyerek her tür “ara aşama”yı reddetmenin de bir anlamı yoktur.
Lenin, Ekim Devrimi’nin de tecrübesine dayanarak; “Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir.” der. Ara aşamalar ve uzlaşmalar “tarihsel gelişme tarafından” yaratılır.

Çeşitli kazanımlar ve başarılar elde etmeden, onları birer üss haline getirmeden, işçi-halk iktidarı işçi sınıfının bu ve benzer kazanım ve birikimleri değil de neyin üstünde yükselecek ki – eğer sosyalizm, hayali ya da bu maksatla özel olarak tasarlanmış insan malzemesiyle değil de, kapitalizmin bıraktığıyla kurulacaksa? Bugün üzerinde durulması gereken kazanımların geçiciliği değil; aksine bu kazanımların elde edilmesinin yollarını bulmak, bu yolla işçi hareketinin kendi özgüvenine kavuşmasını sağlamak, bu kazanımları işçi sınıfının tam kurtuluş mücadelesinin birer üsleri haline getirmektir. Bu yapıldığında, mücadelenin ufku gerçekte de kısmi başarılarla sınırlanmayabilir ve işçi-halk iktidarı da teorik bir çözüm öngörüsü değil de bugünün somut çelişkilerinin yegane çözüm yolu olarak pratikleşebilir.

Bir parti; işçi hareketinin bizzat kendisini örgütlemek, hareketin bütününe bilinç ve örgütlülük kazandırmak yerine, kendisine ve birliklerine odaklıysa, kendi örgütlerinin birliğiyle “toplumsal halk ittifakını” özdeşleştiriyorsa; dahası, işçi hareketinin birliğini pratikte amaçlamıyor, yani günlük mücadelede işçilerin çıkarlarının birliğini ve haliyle bu ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadelesini her fırsatta geliştirmeyi taktik tutumunun vazgeçilmez bir ögesi kılmıyorsa, bunun yerine ama işçi hareketi içinde “öncü yığın aktiviteleri”yle ayrı bir öncü birlikler kampı kuruyorsa, o parti, teorik planda neyi savunursa savunsun, işçi sınıfının bütününün partisi olarak hareket edemiyor ve işçi hareketi karşısındaki asli görevlerini yerine getiremiyor demektir.
Modern revizyonizm kaynaklı parti fetişizmi aşılamadığında, belirli bir noktadan sonra, işçi hareketi karşısında anlamsızlaşma ya da doktrinci bir konuma sürüklenme işten bile değildir.

Emperyalizm ve Anti Emperyalist mücadelenin bazı sorunları

Son zamanlarda dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkelerinde peş peşe gelen

emperyalist askeri müdahaleler, emperyalizmin işgallere ve müdahalelere

ilişkin yönünü belirgin bir biçimde ortaya çıkardı. Emperyalizmin işgal ve

müdahaleler olmadan da sömürüsünü gerçekleştirdiği gerçeği neredeyse

arka plana düştü. Bizim ülkemizde de Ortadoğu merkezli gelişmeler çarpıcı

bir biçimde öne çıktı. Bu, elbette bir yanıyla doğal bir gelişme, ama öte

yandan ülkenin kendisinin de emperyalist sömürü ve bağımlılık altında

olması gibi temel bir gerçeklik bulunuyor. Adeta bu gerçek üzerinde

dikkatlerin ve duyarlılığın gölgelendiği bir dönem yaşanıyor.

Bu duruma, bizim ülkemiz gibi ülkelerde uluslararası emperyalist

kuruluşların –IMF, Dünya Bankası vb.– faaliyetlerinin geri plana çekilmesi,

özelleştirilmelerin eski temposundan –büyük ölçüde tamamlandı, bazı

sektörlerde yeniden yapılması söz konusu– uzak bulunması vb… faktörlerin

yol açtığı ileri sürülebilir. Ancak vurgulamak gerekir ki, emperyalist

tekellerin ve onların işbirlikçisi yerli tekellerin faaliyetleri ve sıcak para

dolaşımı sürüyor ve üretimin, mali sektörün, ticari alanın içerisinde bu

tekellerin payı küçümsenmeyecek bir düzeyde.

Keza ülkenin emperyalist ülkelere olan borçları istikrarlı bir tempoyla

artıyor ve “faiz lobisi”ne karşı ne kadar demagojik salvolar yöneltilse de

faiz ödemeleri katlanarak büyüyor. Bütün bunlar ülke üzerindeki

emperyalist sömürünün ağlarını sıkıca ördüğünün kanıtları durumunda.

Üstelik bu bağımlılık giderek içine yeni alanları da alarak –örneğin nükleer

enerji, sanayinin yeni dalları vb– genişleme eğiliminde.

Bütün bu nedenlerden dolayı anti-emperyalist mücadelenin, tekellere

karşı mücadelenin bazı sorunlarını temel hatları ile ele almak yararsız bir

çaba olmayacaktır. Bu genel girişten de anlaşılacağı gibi, burada yeniden

emperyalizm üzerine genel hatırlatmalar yapmak yerine, emperyalist

sömürünün geri planda kalan bazı temel biçimlerinin hatırlatılması ve

emperyalizme karşı mücadelede sıkça rastlanan çarpık anlayış ve

yaklaşımların genel bir eleştirisi ile yetineceğiz.

TEKELCİ KAPİTALİZM, EMPERYALİZMİN EKONOMİK ÖZÜDÜR

Ara başlıkta ifade edilen bu gerçek bir süredir unutulmuşa

benzemektedir. Dahası Lenin, “emperyalizmin en kısa tarifini yapmak

olanaklı olsaydı, onu tekelci kapitalizm diye tanımlayabilirdik” vurgusunu

yapmaktadır. Ancak emperyalizm, sömürü için yine tekellerin çıkarları ile

bağlantılı olan farklı mekanizmaları –sermaye ihracı, ona bağlanmış meta

ihracı, dünyanın paylaşımı, askeri politikalar, emperyalist diplomasi vb.–

harekete geçirdiğinden, elbette bütün bu yönlerini kapsayacak tarzda ele

alınmalıdır.

Ancak bir süredir emperyalist sömürünün temel biçimlerinin

unutulmakta olduğuna ya da göz ardı edildiğine tanık olmaktayız.

Kuşkusuz bu konuda farklı gerekçeler vardır. Ama kalkış yolları farklı olsa

da varılan yer aynı olmaktadır. Örneğin eski İşçi Partisi, yeni Vatan Partisi

lideri Perinçek emperyalizme karşı mücadelenin lafızda bayraktarlığını

yapmaktadır. Ama onun anti-emperyalist mücadeleden anladığı “sıcak para

komisyoncularıdır”. Perinçek, Vatan Partisi’nin hedeflerini şöyle açıklıyor:

“Önümüzdeki program: Türkiye’nin Vatan Bütünlüğünü sağlamak ve

üretim ekonomisi kurmaktır.”.. “…Hedef alacağımız güçler, Bölücüler ve

Üretim ekonomisinin karşısındaki Sıcak Para Komisyoncuları ve

Hortumculardır.”

“Hedef alınan” güçler ülkenin kurtuluşu için kendisine karşı mücadele

edilmesi gereken güçlerdir. Biz konumuzu emperyalizme karşı mücadelenin

sorunları ile sınırlandırdığımız için konunun sadece bu yönünü ele alıyoruz.

Burada karşımıza çıkan ise, sadece “sıcak para komisyoncuları ve

hortumculardır”! “Sıcak para” diye tabir edilen para akışkan bir sermayedir

ve en fazla vurgunu nerede vuracaksa oraya doğru akar, ülkeden ülkeye

dolaşır vb. “Sıcak para”ya dayalı ilişki, emperyalist sömürünün, mali

sermayenin spekülatif yönleri ağır basan bir sömürü biçimidir, ama tek

sömürü biçimi değildir. Geçerken vurgulamak gerekirse; Mart 2015

itibariyle ülkedeki sıcak paranın 114 milyar dolar (aktaran Uras. Milliyet)

olduğu tahmin edilmektedir. Bunun küçümsenmemesi gereken bir miktar

olduğunun altının çizilmesi gerekir.

Ancak “sıcak para” dışında da emperyalist sömürü hükmünü

sürdürmektedir. Şu gerçek çok iyi bilinir, ülkemizde yerleşik ve kalıcı

biçimde kökleşmiş bir mali sermayenin varlığı söz konusudur. BDDK

(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) Başkanı Öztekin,

bankacılıkta yabancı payının yüzde 41 olduğunu söylemektedir ki bu

iyimser bir rakamdır. 2012 itibarıyla 22 bankanın sermayesi yabancılar

tarafından kontrol edilmektedir. Ama bu arada yeni satışlar olduğunu ve bu

kontrol oranının yükseldiğini ve sürekli olarak yükselme eğiliminde

olduğunu da belirtmek gerekiyor. 2015 itibariyle bankacılık sektörünün

yarıdan fazlasının yabancı sermayenin egemenliğinde olduğu tahmin

edilmektedir. Bu yazı üzerinde çalışılırken, İtalyan kökenli Intesa

Sonpaulo’nun “yatırım bankacılığı” yapmak üzere ülkeye girdiği, şirketlere

daha şimdiden 1 milyar dolar tutarında kredi verdiği gazetelerin ekonomi

sayfalarında yer alıyordu.

Bankacılıktaki bu durum sanayide de görülmektedir. Milliyet

Gazetesi’nin ekonomi sayfasında yer alan şu haber yeterince açıklayıcıdır:

“İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından açıklanan ‘Türkiye’nin 500 Büyük

Sanayi Kuruluşu 2004′ araştırmasına göre, 500 büyük sanayi kuruluşu

içinde, 158 yabancı ortaklı şirket yer aldı. 2004 yılı verilerine göre yabancı

sermayeli şirketler, yerli sermayeli şirketlere göre çok daha kârlı ve verimli

çalışıyorlar. 500 büyük sanayi kuruluşunun yarattığı brüt katma değerin

yüzde 49’unu, toplam ihracatın yarısını, toplam kârın yüzde 44.4’ünü,

toplam satışların yüzde 42.5’ini, 158 şirketle ve yüzde 27.3 istihdam payı

ile gerçekleştirdiler. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketinin yüzde

33’ünü oluşturan yabancı sermayeli şirketler, 2004 yılında katma değerin

ve ihracatın yüzde 50’sini gerçekleştirdi. 342 yerli sermayeli şirketin,

toplam istihdamdaki payları yüzde 72.7 olmasına karşın, toplam kârın

ancak 55.6’sını gerçekleştirdi.” Bu tablo emperyalist ülkelere ait tekellerin

ülke içerisindeki sömürüsünü çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.

Burada sözü edilen “şirketler”, kolayca anlaşılacağı gibi, uluslararası

tekellerin uzantılarıdır. Diğerleri de “yerli tekellerdir” ve bu “yerli tekellerin”

bir kısmının farklı sektörlerde yabancı tekellerle iç içe girdiğini, onların

işbirlikçileri olduğunu belirtelim. 2009 yılında 153 olan şirket sayısının

2013’te 137’ye indiği görülmekte. Bu duruma 2008 yılındaki krizin

etkilerinin yol açtığı anlaşılmaktadır. Yine bu krizin etkileri ile bunların

ihracattaki payı yüzde 41.8’e gerilemiş durumdadır. Bu iniş çıkışların

konjonktürel olduğunu, ama yabancı tekellerin ülke ekonomisine köklü bir

biçimde nüfuz ettiğini belirtmek gerekir.

İSO BSK verilerine göre, 2013 yılı itibariyle en büyük 500 kuruluş içinde

55’i yüzde 100, 28’i yüzde 50.1-99.9 paya sahip olmak üzere çoğunluk

hissesi yabancı sermayeli 83 şirket faaliyet göstermektedir. Yabancıların

daha küçük paylara sahip olduğu şirketler de bulunmaktadır. Bankacılıkta

ve sanayide kabaca durum böyledir. Emperyalist sömürü tekeller

aracılığıyla gerçekleştirilmekte, bu tekeller ülke ekonomisinin kılcal

damarlarına kadar yayılmaktadır. Ford, Reno, Fiat, Toyota vb. bunlardan

sadece bazılarıdır. Bu, krizler vb. dışta tutulacak olursa tıkır tıkır işleyen bir

“üretim ekonomisi”ni ve burada gerçekleşen emperyalist sömürüyü

göstermektedir. Ama bu sömürü biçimlerinin üzerine ülkenin dış borçlarını

da eklemek gerekiyor.

Türkiye’nin brüt dış borcu 400 milyar dolardır. Bunun 170 milyar doları

özel sektörün –bankalar hariç– borcudur. 2014 itibarıyla kısa vadeli dış

borçlar 133 milyar dolardır. (Bkz. Özgürlük Dünyası 263, Falakaoğlu) Yine

ekonomistlerin hesapları ile, AKP Hükümeti 12 yılda kabaca 550 milyar

dolar dış borç almış, bunun yine kabaca 450 milyar doları cari açık

finansmanında kullanılmış, geriye kalan 100 milyar dolar da döviz

rezervlerine eklenmiştir. (E.Cansen) Ülkenin sadece bu yıl ödeyeceği dış

borçların ana para ve faiz ödemeleri 160 milyar doların üzerindedir.

Bütün bu gerçekler bize neyi hatırlatmaktadır? Kesinlikle temel bir

gerçeği: Ülke emperyalizm ve emperyalist tekeller tarafından adeta satın

alınmıştır. Bu durum, anti-emperyalist mücadelenin soyut ve genel bir

anti-emperyalizmle yürütülemeyeceğini, emperyalizmin askeri saldırıları ile

sınırlandırılamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bunun anlamı şudur ki,

anti-emperyalist mücadele anti-tekel mücadeleden kesinlikle

ayrılamayacak bir mücadeledir. İşbirlikçi büyük sermayeye ve hükümete

karşı mücadele tam da bu nedenden dolayı iç içe girmesi gereken bir

mücadeledir. Bu soruna ve bu mücadelenin kapsamına ileride yeniden

döneceğiz.

EMPERYALİZMİN REDDİ

Şimdi emperyalizm sorununda daha farklı bir yaklaşımı da ele alalım. Bu

önemli, çünkü yapılan, daha doğrusu yapılmayan emperyalizm tanımı anti-

emperyalist mücadeleyi doğrudan ilgilendiriyor. Birikim Dergisi’nin geçmiş

yıllarda yayınlanmış Ağustos-Eylül 244-245.’ci sayılarında Kerem Ünüvar’ın

Çağlar Keyder ile yaptığı bir söyleşi yer alıyordu. Keyder’e bu söyleşide

yöneltilen ilk soru şu: “Sizin için emperyalizm kavramı bugün yaşanmakta

olan iktisadi süreçleri açıklamak için yeterli bir kavram mıdır? Mesela,

içeriği, yaşanılan iktisadi dönüşümleri ya da krizleri analiz etmek için kafi

midir?” Keyder bu soruya şu yanıtı veriyor: “Hayır, yeterli bir kavram

değil. Emperyalizm kavramının daha çok tarihsel bir anlamı olduğunu

düşünüyorum. Eskisi kadar eleştiri olmadan kullanmaya imkan

olmamasına rağmen, ‘küreselleşme’ bir gerçeklik ifade ediyor ve bu kelime

kapitalizmin eskiye nazaran çok daha yaygınlaştığını, derinleştiğini,

yerleştiğini anlatıyor. Eğer böyleyse emperyalizm kavramını kullanan

analizlerin fazla anlamı olmadığını söylemek gerekiyor; çünkü gerçekten

küresel bir kapitalizmden söz ediyorsak, sonuçta kapitalizm kavramı bize

yeterli bir analitik araç veriyor.”

Keyder’e göre emperyalizm, “empire”la, “imparatorluk”la ilişkili bir

kavram ve imparatorluğun özelliği ise farklı toplumsal formasyonları

–kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim biçimleri kastediliyor– bir arada

bulundurmasıdır. Dolayısıyla burada emperyalizmden söz edilebilir, çünkü

emperyalist devletin daha geri toplumsal formasyona karşı şiddeti söz

konusudur. Burada emperyalist devletin koyduğu kurallar, zorlamalar

vardır. Bu devlet zoru veya askeri şiddet kapitalist olan birim ile,

kapitalizme henüz geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir

ilişkidir. “Ama her yerde kapitalizm hakimse”, ‘emperyalizm’ lafına ihtiyaç

kalmıyor. Keyder’e göre kapitalizmin içinde sömürünün, eşitsizliğin ne

olduğunu anlatmak kolay, o halde niye emperyalizm diye bir formüle

başvuralım? Küreselleşme ile beraber, yani Negri’nin ‘empire’ diye

nitelediği olay çerçevesinde, kapitalizmin, içerdiği bütün kavramlarla

beraber, bütün dünyaya hakim olması söz konusu. Demek ki,

‘emperyalizm’ lafı da çok ilginç değil artık.” Ama Keyder’de ilginç olan bir

yaklaşım daha vardır; onun kapitalizminde tekelcilik yoktur! (Bkz.

Özgürlük Dünyası, Kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi koparmak

olanaklı mı? A. Yaşar)

Konumuzla sınırlı bir çerçevede burada savunulanları ele alacak olursak,

iki noktanın altını çizmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki, günümüz

kapitalizminin tekelci kapitalizm olduğu gerçeğinin inkârıdır. İkincisi ise,

“devlet zoru veya askeri şiddet kapitalist olan birim ile, kapitalizme henüz

geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir ilişkidir” tespitidir.

Emperyalizm sadece “farklı toplumsal formasyonlar” arasındaki ilişkide söz

konusudur. Bağımlı ve geri ülkelerde kapitalizm öncesi kalıntıların varlığı

da söz konusu olduğu için emperyalizm meselesinde bu durumlara ilişkin

“şiddet ve zordan” bahsedilebilir. Ama kapitalizmin egemen olduğu

yerlerde buna gerek bulunmamaktadır!

Oysa çok iyi biliniyor ki, bağımlı ülkeler askeri şiddet olmadan da

emperyalizmin kıskacına alınabilirler ve alınmış durumdadırlar. Emperyalist

büyük devletler gerektiğinde şiddete başvurmakta, ulusal kurtuluşa

yönelik bir hareket yoksa genellikle olağan bağımlılık ve soygun biçimleri

emperyalist egemenlik için yeterli olmaktadır. “Gelişmekte olan ülkeler”

diye adlandırılan ülkelerin 1970’de dış borçlarının toplamı 62 milyar

dolardı. 1980’de ise bu rakam 481 milyar dolara çıktı. 1994’te ise 1.5

trilyon doların üzerinde ve bu artış eğilimi gerilemeden devam ediyor.

Arjantin ise, tam bir ekonomik yıkım örneğidir.

Ama emperyalizmin sadece bağımlı ülkeler açısından geçerli olduğu

sanılmamalıdır. Bugün sadece dünyada yaşanmakta olan gerçeklere

bakıldığında bile bunların yanlışlığı açıkça görülebilir. İlk olarak,

emperyalist ülkeler arasındaki mücadele onların dev tekelleri aracılığı ile

de devam etmektedir. Satın almalar, birleşmeler, rakiplerinin pazarına

girmek için verilen amansız mücadeleler, zayıflayan tekellere verilen devlet

destekleri –Örneğin ABD’de GM’ye, Fransa’da Peugeot-Citroen grubuna

vb.– bu mücadeleleri açıkça ortaya koymaktadır. Ukrayna’da, geçmişte

Balkanlarda yaşanılanlar ise, sorunun şiddet boyutunun ortaya

konulmasıdır.

Ama sadece bu kadar da değil. Uluslararası düzeyde sermaye

hareketlerine bakıldığında dolaşan sermayenin, doğrudan yatırımların ezici

çoğunluğunun emperyalist ülkeler arasında olduğu, rakip emperyalist

ülkelerin tekellerinin bir diğerinin pazarına el atmak için bu yola

başvurduğu açıkça görülür. Emperyalist tekellerin bu mücadelesinin içeriği

ve amaçları, burada söz konusu olan şeyin tekeller üzerinden yürüyen

emperyalist rekabet olduğunu açığa çıkarmaktadır. Bu anlaşılmadan

bugünkü tekelci kapitalizm ve emperyalizm konusunda hiçbir doğru

yaklaşımda bulunulamaz, bugünkü kapitalizmin eğilimleri hakkında doğru

bir yargıya varılamaz.

Şu gerçeğe de bir bakalım: Belli başlı emperyalist ülkeler dünya çapında

değerli kağıtların en fazla depolandığı ülkelerdir. ABD’de 56.1 trilyon dolar,

AB’nin büyüklerinde 37.6 trilyon dolar, Japonya’da 19.5 trilyon dolar

depolanmıştır. Bu ülkeler, dolaşan sermayenin yüzde 80’ini çekmektedir.

Günümüzde bu rakamlarda azalma değil, çoğalma bulunmaktadır. Bütün

bunlar, dev tekellerin, onların çıkarlarını savunan emperyalist devletlerin

“olağan” faaliyetleridir. İşler kendi aralarında silahlı bir hesaplaşmaya

döndüğünde, var olan çelişkiler zapt edilemez hale geldiğinde ise, bölgesel

savaşların ve işgallerin, giderek dünya savaşlarının patladığı bilinen bir

gerçektir.  

Ama yukarıdaki yaklaşımın, yani emperyalizmin sadece şiddet ve

zorbalık olduğu anlayışının, anti-emperyalist mücadelede asıl olarak

bunların öne çıkarılması gerektiğini söyleyen anlayışa “ideolojik bir temel”

oluşturduğunu ya da benzer görüşlerin aynı ideolojik bataklıktan

beslendiğinin görülmesi açısından bir önemi bulunuyor.

ANTİ- EMPERYALİZM VE ANTİ KAPİTALİZM İLİŞKİSİ

Anti-emperyalist mücadelenin içeriğinin ne olduğu ya da farklı bir ifade

ile karakterinin niteliği sorunu açıklığa kavuşturulmak zorundadır. Çünkü

bu konuda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır ve geçmiş tarihsel tecrübeler

yerli yerine konulmadan bugün bu konuda doğru adım atmak neredeyse

olanaksızdır. Anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist mücadele ile

ilişkisi nedir, tekellerin egemenliği devrilirse ortaya çıkan nedir gibi

sorunlar mümkün olduğunca açıklığa kavuşturulması gereken sorunlardır.

Şimdi doğrudan sorunun kendisine geçebiliriz.

Anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist bir mücadele olması

gerektiği bazı yönleri ile doğrudur. Ama burada şu temel gerçek de göz

önünde bulundurulmadan sorun açıklığa kavuşturulmuş olmaz. Bu gerçek

şudur; günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizmdir ve anti-emperyalist

mücadele de işte bu yönüyle tekellere karşı yürütülen bir mücadele olması

nedeniyle aynı zamanda kapitalizme karşı da bir mücadeledir. Ancak çok

iyi bilinmektedir ki, tekel dışı bir kapitalizm de vardır. Buradan şu sonuca

ulaşırız ki, anti-emperyalist mücadele henüz bütünüyle kapitalizm

çerçevesi dışına çıkmış bir mücadele değildir. Anti-tekel mücadele ülkenin

tepesine çöreklenmiş işbirlikçi ve yerli tekellerin tasfiyesini hedefleyerek,

bir anlamda kapitalizmin başını gövdesinden ayırma işini yerine getiren bir

mücadeledir. (Burada, doğal olarak iktidar ve devrimin niteliği, buna hangi

sınıfın önderlik etmesi gerektiği vb. gibi sorunlara girmek gerekmiyor.)

Bu genel çerçevenin dışında emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal

kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı mücadeleler de vardır ve bunlar Lenin

tarafından da anti-emperyalist mücadeleler olarak tanımlanmıştır. Afgan

Emiri, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşı, ulusal bağımsızlık için ayağa

kalkan çeşitli ülkeler, daha sonraları Vietnam Ulusal Kurtuluş mücadelesi,

emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren pek çok ülkenin

bağımsızlık savaşları sosyalistler ve anti-emperyalist çevreler tarafından bu

nedenle desteklenmiştir.

O dönemde ve daha sonra az çok benzer koşullarda gündeme gelen

anti-emperyalist mücadelelerde, doğrudan sömürgeci ve emperyalist

güçlerin saldırdığı ülkeler silahlı müdahalelerin hedefi durumundadır. Bu

nedenle saldırgan ülkelerin silahlı güçleri gibi, ekonomik güçleri de hedef

alınmıştır ve bu tür mücadelelere anti-emperyalist karakterini veren de bu

kapsamdaki mücadeledir. Ancak saldırgan ülke dışındaki emperyalist

ülkelerin kendi çıkarları için bu tür mücadelelerden yararlanmaya

çalıştıkları, yararlandıkları durumlar da vardır ve sadece saldırgan ülkelerle

mücadele etmekle kendisini sınırlayan –elbette kendisine doğrudan

saldırmayan ülkeleri hedeflemesi gerekmiyor, bundan kasıt tutarlı bir anti-

emperyalist bilinç ve tutum ve bir başka emperyalist güçle işbirliği ilişkisi

içinde olunmamasıdır– bu tür anti-emperyalist mücadelelerin de kapitalizm

çerçevesi dışına çıkmaması söz konusudur. Türk Ulusal Kurtuluş

Savaşı’ndaki “güdük anti-emperyalizm” benzer durumlar için genellikle

geçerlidir.

Bunları hatırlattıktan sonra sorunun daha iyi anlaşılması için güncel bir

örneğe dönebiliriz. Anti-emperyalist mücadelenin sadece silahlı

müdahalelerle sınırlı kalmaması gerektiğine somut bir örnek, gözlerimizin

önünde yaşanan Yunanistan örneğidir.

YUNANİSTAN ÖRNEĞİ

Yunanistan’a karşı şu anda askeri bir müdahale söz konusu değildir. Ülke

Avrupa Birliği’ne üye demokratik bir ülkedir! 2008 Krizi’nin yıkıcı sonuçları

Yunanistan’ı vurduğunda bu ülkede çarpıcı gelişmeler yaşanmıştır. AB

dayatma ile bir “teknokrat hükümet” kurdurmuş, geleneksel iki büyük

partiyi onun ardına koymuştur. Halk muhalefeti bu partileri ilk seçimlerde

süpürmüş, halkın taleplerini sahiplendiği konusunda inandırıcı olan Syriza,

halk çoğunluğunun desteği ile tek başına hükümet olmuştur. Burada Syriza

konusunda ayrıntıya girmek (okuyucu bu konuda ÖD 262’de Seyit

Aldoğan’ın yazısına bakabilir) gerekmiyor.

Geçerken vurgulamak gerekir ki, Syriza’nın desteklenmesinin bir yönü,

halkın AB’ye özellikle onun büyük patronu durumundaki Almanya’ya olan

tepkisidir. Diğer temel yön ise, Syriza’nın halkın bu temel ve acil taleplerini

sahiplendiği izlenimini vermeyi başarmasıdır. Halkın somut ve acil

taleplerini sahiplenmekte ve ileri sürmekte başarılı olan Syriza’nın halk

tarafından desteklenmesinin –komünist adını taşıyan partinin yapmadığı,

yapamadığı da bu olmuştur– nedeni de bu olmuştur. Ancak Syriza’nın AB

ve onun ekonomik özünü yansıtan tekellerle köklü bir mücadeleye

girişmeden halkın temel taleplerini gerçekleştirme imkanı yoktu ve bu

durum da zaten kısa sürede açığa çıktı. Kuşkusuz mücadelenin ne yönde

gelişeceği Yunan halkının, özellikle de işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır

ve eğer köklü bir kopuş olacaksa, bunun, Syriza’nın platformunu aşması

da kaçınılmazdır.

Bizi bu konuda öncelikle ilgilendiren, Yunanistan’ın yaşadığı bütün bu

tecrübelerin konumuzla olan bağlantısıdır. Yunanistan’ın önüne ağır bir

fatura konmuştur. Bu fatura mali sermayenin çıkarlarının savunucusu

Troyka –AB Merkez Bankası, AB siyasi kurumlarından oluşan yapı ve IMF–

tarafından konulmuştur. Ortada, Yunanistan’ın borçlarını ödedikçe

borçlarının arttığı bir düzen vardır. Hatta silah sanayiini desteklemek üzere

savaş gemisi satın alma zorunluluğu bile dayatılmıştır vb… Yani çifte

sömürü ya da bir başka deyişle bir koyundan iki post çıkarılmaktadır.

Bazı rakamlar çarpıcıdır: Yunanistan’a verilen borçların yüzde 70’i daha

ülkeye gelmeden borç ödemelerine gitmektedir. Yunanistan 2030’a kadar

340 milyar Avro borç ödeyecektir. Yunanistan’ın 2005-2015 arasında

halktan topladığı 563.7 milyar Avro verginin ezici çoğunluğu borç

ödemelerine gitmiştir. (Bkz. Aldoğan) Tekeller ağlarını eksiksiz örmüşlerdir. 

Nereden bakılırsa bakılsın temiz bir emperyalist sömürü!

Tekellerin Avrupası emperyalist sömürüyü sonuna kadar

gerçekleştirmekte, üstelik bunu silaha başvurma tehdidi yapmadan

başarmaktadır! Yunan halkının mücadelesi başka bir evreye ilerler ve

emperyalist tekellerin temel çıkarlarını tehdit eden bir hal alırsa neler

olabileceği üzerinde bir öngörüde bulunmanın gereği bulunmuyor. Ancak

bu tür bir yola girenlerin nelerle karşılaşabilecekleri genellikle biliniyor.

Bilinmesi gereken diğer bir temel gerçek var ki, o da, emperyalist sömürü

ağının dışına çıkmak için emperyalizmle dişe diş bir mücadele verilmesi

gerektiğidir.

EMPERYALİZM, TEKELLER VE HÜKÜMETLER

Belli başlı emperyalist ülkelerin devletleri kendi dev tekellerinin

çıkarlarını her yola başvurarak savunmaktadırlar. Bağımlı ülke devletleri

ise, hem emperyalist tekellerin ülkedeki çıkarlarını hem de işbirlikçi

tekellerin ve diğer tekellerin çıkarlarını korumakta ve savunmaktadırlar.

Türkiye’de olduğu gibi, ülkenin ucuz emek cennetine çevrilmesi,

taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, işçilerin sendikal örgütlenmelerinin

engellenmesi, özelleştirmeler yoluyla ülkenin emperyalist sermayeye

açılması, dış borçların ödenmesi amacıyla emekçi halkın üzerindeki vergi

yüklerinin artırılması, buna karşın tekelci sermayeye vergi ve teşvik

kolaylıklarının sağlanması bu devletler ve “yürütme komiteleri” olan

hükümetlerin ekonomideki temel görevleri durumundadır.

Ülkenin emperyalizme daha fazla bağlanma süreci 12 Eylül askeri faşist

darbesi ile hızlanmış, Özal hükümetleri, ondan sonra gelen koalisyon

hükümetleri döneminde de ivme artmış, 2001 Krizi’nin ardından tüm

kapılar ardına kadar açılmış, AKP Hükümeti emperyalist finans

kurumlarının güvenilir adamı K. Derviş’in hazırladığı programı eksiksiz

uygulamış, ülke kendi tarihinin en hızlı özelleştirmelerine, sermaye

yatırımlarına tanıklık etmiştir.

Emperyalist tekellerin Türkiye kollarında, işbirlikçi tekellerde çalışan

işçiler yoğun bir emek sömürüsüne tabi tutulurken, bu tekellerin arka

bahçesi durumuna gelmiş olan organize sanayi bölgeleri en vahşi

sömürünün uygulandığı alanlar olma niteliği ile öne çıkmışlardır. İş

cinayetlerinde ardı ardına rekorlar kırılmakta, ülkenin doğası, suyu, toprağı

tekellere peşkeş çekilmektedir.

Bütün bunların anlamı şudur ki, tekellere karşı mücadele ile devlet ve

hükümete karşı mücadele ayrılmaz bir biçimde iç içe girmiş durumdadır.

Erdoğan’ın Koç gibi “muhalif tekeller” için söylediği “bizim dönemimizde 2-

3 kat büyüdüler” sözleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Hükümet

bütün tekellere çalışmakta, onların çıkarlarını titizlikle korumaktadır.

Aralarındaki gerilimin arttığı dönemlerde ise, ihalelere taş koymak, vergi

denetimi yapmak vb. gibi “caydırıcı” yaptırımlara başvurulmaktadır. Ancak

bu “önlemler”in söz konusu tekeller için sivrisinek vızıltısı kadar rahatsız

edici olduğu da bir gerçektir. Tekellerin egemenliği hükmünü

sürdürmektedir.

Tekeller arasında ve bazı durumlarda bazı tekellerle hükümet arasında

ortaya çıkan anlaşmazlıkların temelinde hükümete açıkça destek veren

tekellerin pastadan daha fazla pay almak için bastırmaları, tekeller

arasında en fazla vurgunu vurma mücadelelerinin olduğu gözden

kaçırılmamalıdır. Bu tip çelişkilerin elbette başka boyutları da

bulunmaktadır. Ancak burada bunların ayrıntılarına girmenin bir gereği

bulunmuyor.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınların işbirlikçi ve diğer tekellere karşı

mücadelesi, onların bunun ne kadar bilincinde olduklarından bağımsız

olarak doğrudan emek sömürüsünü ilgilendirdiğinden, sistematik, sürekli

bir mücadeledir ve işçiler çoğu durumda fabrika ve işyerlerinde nesnel

olarak doğrudan doğruya büyük sermayenin kapitalist saldırısına karşı

mücadele etmektedirler. Bu işbirlikçi büyük sermaye dışında kalan ama

onun kendi üzerlerindeki baskı ve denetimiyle üretimlerini sürdüren ve

çoğu durumda büyük sermayeye meta yetiştirme durumunda olan orta ve

küçük sermaye –organize sanayi bölgeleri vb. bu duruma tipik örnekler

durumundadır– işletmelerinde de vahşi ve kuralsız çalışma koşullarının

egemen olmasını beraberinde getirmektedir. Sendikasız, sigortasız

çalıştırılma, iş gününün aşırı uzunluğu, hatta çocuk emeği sömürüsü bu

koşullarda daha da artmaktadır. Dünyada da Bengladeş vb. ülkeler bu

bakımdan öne çıkmaktadır.

Bütün bu söylediklerimizden elbette emperyalist müdahalelere, silahlı

işgaller vb. gibi emperyalist saldırganlığa karşı sessiz kalınacağı anlamı

çıkarılmamalıdır. Burada yapmak istediğimiz, emperyalist sömürü ve

baskının günlük olağan mücadelenin bir parçası durumunda olduğu ve

olması gerektiğidir. Anti-emperyalist duyarlılığın, emperyalizme karşı

mücadelede bu perspektifin yitirilmemesinin hükümete karşı mücadelede

önemli bir yeri vardır. AKP Hükümetine karşı mücadelenin salt AKP karşıtı

bir mücadeleye indirgenmemesinin, işbirlikçi tekelci sermayeye karşı bir

mücadele olarak gelişmesinin zemini de işte buradadır.

Son zamanlarda anti-emperyalist duyarlılıktaki kaymanın izleri,

emperyalist kurumların, mali sermayenin çıkarlarını savunan basın ve

yayının AKP Hükümeti’ne karşı yönelttiği eleştirilerin eleştirel bir süzgeçten

geçirilmeden kullanılmasında da görülmektedir. Bu çevrelerin amaçları

gözden kaçırılmamalıdır. Onlar ülkenin bir an önce daha fazla kucaklarına

düşmesini istemekte, eleştirilerini gerici bir mevziden ve soyguncu bir

anlayışla yöneltmektedirler. Onların eleştiri adına sunduğu “malzeme”

ilerici, sosyalist çevreler tarafından da kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu

“malzeme” hükümetin uluslararası durumunun kötüye gittiğinin kanıtı, bu

çevrelerle hükümet ve Erdoğan arasındaki çelişkilerin keskinleştiğinin

somut işaretleri olarak kullanılmaktadır. Söylenebilir ki, iyi niyetli bir

yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.

Ancak işçi ve emekçi kitleler emperyalist çevrelerin gerçek niyetleri

konusunda aydınlatılmazlarsa, bunun bir sonucu olarak anti-emperyalist

duyarlılıkta bir zayıflamanın olacağı da görülmek zorundadır. Eğer bu

yapılamazsa, emekçi kitleler emperyalistlerin ve işbirliği içerisindeki gerici

mihrakların manevraları konusunda donanımlı olamayacaklardır. Üstelik bu

aynı çevreler yakın zamana kadar hükümete ve Erdoğan’a büyük destek

veren çevrelerdir. Unutmamak gerekir ki, emperyalist çevrelerin

dudaklarından demokrasi, özgürlük, modern yaşam vb. gibi sözcüklerin en

fazla döküldüğü dönemler aynı zamanda askeri müdahale ve işgallerin en

fazla yaygınlaştığı dönemlerdir.

Çelişkilere ve anlaşmazlıklara dikkat çekmek, ama bunların gerçek

nitelikleri konusunda sessiz kalmamak, işçi ve emekçi yığınların işbirlikçi

tekellere, hükümete karşı mücadelelerinde açık bir tutuma sahip olmasını

sağlayacaktır. Aksi durumda işbirlikçiliğin sonuna kadar savunucusu olan

bir hükümet, “Batı karşıtlığı” üzerinden sözde emperyalizme karşı tutum

alıyor pozisyonunda görülebilmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin

aydınlanmamış kesimleri üzerinde bu tutumun etki yarattığı görülmek

durumundadır. Onlar sorunu “ülkeden yana olmak mı, yabancı

soygunculardan yana olmak mı?” şeklinde kavramaktadırlar. Bu durumu

dikkate alan bir yaklaşıma sahip olmak, eleştirileri içeren ve teşhir eden

bir üslupla sözü edilen “malzemeyi” kullanmak, işçi ve emekçi kitlelerdeki

bilincin doğru şekillenmesine yardım edecektir. Bu önemsiz değil, önemli

bir sorundur.

Bitirirken vurgulamak gerekir ki, anti-emperyalist mücadele bir bütün

olarak emperyalist soygunun gerçekleşme biçimlerine, işbirlikçi tekellere,

askeri müdahalelere, emperyalist diplomasiye, işbirlikçi hükümete,

emperyalist yalan ve demagojilere karşı bütünlüklü olarak yürütülmesi

gereken bir mücadeledir. Belirli zaman kesitlerinde, konjonktüre bağlı

olarak bir biçimin öne çıkması doğaldır, ancak anti-emperyalist bilincin

çarpılmasına karşı ideolojik mücadele de bir o kadar doğal ve gerekli

olmalıdır, çünkü ülkenin gerçek toplumsal çelişkileri bunlar göz ardı

edilerek kavranamaz ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bu çelişkilerin gerçek

boyutları ile anlaşılması üzerinden kendi hareketlerini geliştirip,

ilerletebilirler.

Komüne ilişkin tutumum*

10 Mart 1876’da, Leipzig’te, Leipzigli ulusalcı liberallerin önde gelen ajitatörlerinden biri olan Bruno Sparig’le bir tartışma toplantım vardı. Sparig, Komün’e ilişkin tutumum hakkındaki konuşmasında, o sıralar Komün’e saldırı adına neler söyleniyorsa, tümünü ileri sürdü. Söz konusu toplantı, her iki parti tarafından düzenlenmişti. Her parti dağıtmak üzere eşit sayıda davetiye aldı ve her parti, karşı taraf konuşurken oturumu yönetecek başkanını seçti. Bizim başkanımız Julius Motteler, karşı tarafınkiyse müdür Peucker’di.
O gün Leipzig’te yaptığım konuşmayı kısaltarak da olsa buraya aktarmakla kimi okurlarıma faydalı olacağımı düşünüyorum:
“Müdür Peucker: Sayın Bebel şimdi söz sizde. (Konuşmacı kürsüye çıktığında coşkulu alkışlarla karşılandı.)
Bebel: Ben Sayın Sparig’in son sözlerinden devam etmek istiyorum. (Hareketlilik) Sayın Sparig Komün’e karşı, daha on akşam konuşabilecek kadar çok olguyu öne sürebileceğini söyledi. (Hareketlilik) Sevgili Baylar, ben daha en başta, Bay Sparig’e, bu tartışma bir akşamla bitmediği taktirde, ertesi akşam ya da sonraki bir günde devam etme teklifini yaptım. Yani, yarın ya da gelecek Pazartesi günü tartışmayı devam ettirmeye hazırım. (Büyük hareketlilik, ıslıklamalar) Ama Sayın Sparig konunun neticeye varması için bir akşamın yeterli olacağını söyledi. Saat şimdiden on oldu ve konuyu tüketmek için bir akşamın yeterli olmayacağını görmüş bulunuyoruz. Bu nedenle Sayın Sparig’in konunun neticelendirilmek zorunda olduğuna dair sözünün gereğini yapacağını ve tartışmayı sonraki bir akşam devam ettireceğimizi umuyorum. (“Bravo!” sesleri, ıslıklar)
Baylar, her şeyden önce toplantı için davetiye dağıtılması koşuluna razı gelmem ve bunun halk toplantısı ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bana yönelik yer yer sert suçlamalarda bulunan partili yoldaşlarıma kişisel bir açıklamada bulunacağım. Baylar, ben aksi halde bu konferansın hiç gerçekleşmeyeceğinden emin olmasaydım, bu öneriye asla razı olmazdım. Yalnızca ve yalnızca bu nedenden dolayı bunu kabul ettim ve ikinci bir kez bunu kabul etmeyeceğim. Çünkü anlaşmamızda Sayın Sparig, ‘ahlaksız’ görünmemek için, bu işin bir ticarete dönüşmemesi için salonun girişinde herhangi bir ücret toplanmayacağını söylemişti. Ama buna rağmen Bay Sparig sözünde durmayarak anlaşmayı bozdu ve biletler para karşılığında satışa çıkarıldı. (Büyük hareketlilik, “Bu doğru değil!” diye seslenmeler) Bunun doğru olmadığını nasıl söyleyebilirsiniz? (‘Bravo!’, seslenmeler) …
Baylar! Öncelikle özellikle partili yoldaşlarımdan alkışlarla sözümü kesmemelerini rica ediyorum. Bunu, çok zamanımı alacağı gibi basit bir nedenden dolayı istiyorum. Sadece bir buçuk saat zamanım var. (Ara verme, ıslıklar)
Başkan Müdür Peucker: Baylar sizlerin “Bu doğru değil” gibi şeyler söylemekten kaçınmanızı istemek zorundayım. Yapılan sözleşmeye göre söz hakkı Sayın Bebel’de. Her iki partiden Sayın Bebel’in rahatça konuşmasına izin vermelerini rica ediyorum.
Bebel: Partili yoldaşlarım sık sık hoşnutsuzluklarını ifade edecek sebepleri olmasına rağmen Sayın Sparig’in konuşmasını büyük bir sessizlikle dinlediler. (Liberaller tarafından devam eden hareketlilikler)
Baylar, sanırım bugün Liberal Parti’ye, öne sürdükleri iddianın, bir sosyal demokrat partinin toplantısında bir muhalifin konuşamayacağı iddialarının doğru olmadığını kanıtlamış olduk. Sayın Sparig tersine çok rahat konuşabildi. Fakat sizler… (Büyük hareketlilik, ‘Dışarı!’ diye bağırmalar, Liberaller tarafından gürültü)
Baylar! Karşıtlarımızın toplantının polis tarafından dağıtılmasını provoke etmek istemediklerini umuyorum. Neredeyse bu kanaate varıyorum. Bay Sparig Reichstag’ta zorla susturulmaktan şikayet ettiğimizi söyledi. Sparig ayrıca, vekillerin, sosyal demokrat klişeleri hep yeniden dinleyip durmak istememelerini anlayışla karşıladığını söyledi.
Bizler, tıpkı Reichstag’ta bulunan diğer partiler gibi halk temsilcileriyiz ve konuşmak sadece hakkımız değil, aynı zamanda her fırsatta kendi parti görüşlerimizi temsil etmek görevimizdir de. Meclis’in bir oturumunda bulunmadık mı, liberal basın, özellikle ‘Leipziger Tageblatt’ gazetesi bunun çetelesini titizlikle tutuyor ve ertesi gün şunları okuyoruz: “Mecliste şu ve şu oylamada şu ve şu sosyal demokrat vekil yoktu.” Sosyal demokrat vekiller konuştuğunda ise şöyle yazıyorlar: “Utanmazlar!” Ve konuşmak üzere davet edildiğimizde dahi sözümüz kesiliyor ve liberal basın ve Sayın Sparig böylesine alçakça bir muameleyi gayet yerine buluyor…
Sayın Sparig devamla 1871 yılındaki Alman Reichstag görüşmelerinden söz etti ve önce Alsas-Loren’in ilhakının tartışıldığı 25 Mayıs’taki oturuma değindi. Burada Bay Sparig kronolojik bir hata yaptı. Sparig 24 Nisan’daki konuşmamı 25 Mayıs’taki konuşmamın arkasına aldı. Komün’de yapılan her şeyi –amaca uygunluk bakımından– yüzde yüz onaylamamakla birlikte, bunun Komün’ü daha az savunduğum anlamına gelmediğine ve hatta, liberal basının dahi önce Komün’ün kimi uygulamalarını şiddet olarak damgalayıp birkaç gün sonra ise gerçeklerle uyuşmadığı için bu suçlamalarını geri çekmek zorunda kalması karşısında, kendimi Komün’ü savunmakla daha da fazla sorumlu hissettiğime ilişkin açıklamayı 24 Nisan tarihinde yaptım…
Bay Sparig, Komün’ün faaliyetlerini uzun ve aralıksız bir suç, zulümler zinciri olarak yansıtmaya çalıştı. İşlenen başlıca suçlar olarak, Bay Sparig, General Clément Thomas ve Lecomte’nin kurşuna dizilmesini andı. Ayrıca rehinelerin kurşuna dizilmesi ve Ferré’yi sorumlu tuttuğu Maliye Bakanlığı’nın kundaklama emrini saydı. Başkaca bir ‘suç’u da öne süremedi.
Peki, şimdi bu sözde suçlara ilişkin gerçek nedir? 18 Mart günü, yani General Clément Thomas ve Lecomte’nin kurşuna dizildiği gün, Bay Sparig’in bizzat itiraf ettiği gibi, Komün henüz mevcut değildi. Yani Komün bundan sorumlu tutulamaz.
Rehinelerin kurşuna dizildiği gün –ki Bay Sparig’in kendisi o gün için 24 Mayıs tarihini veriyor– Komün resmi olarak artık mevcut değildi. Komün Kurulu, Bay Sparig’in de teyit ettiği gibi, 22 Mayıs’ta son ve çok düşük katılımlı toplantısını yaptı. Eğer, Bay Sparig’in iddia ettiği gibi, ama kanıtlanmış olmayan, rehinelerin kurşuna dizilmesi emrini gerçekten Ferré ve Raoul Rigault vermiş olsa bile, bu durumda Komün Kurulu’nu oluşturan doksan kişiden sadece iki kişiden bahsediyoruz demektir. Ve bu iki kişi sorumlu tutulabilirdi, ama Komün değil.
(Konuşmacı burada Komün’ün kuruluşuna ilişkin kısa tarihi bir özet veriyor: Paris’in kuşatılması, halkın Trochu’ya duyduğu güvensizlik, Paris’in teslim edilmesi, barışı onaylayacak olan ulusal meclis seçimlerinin ilanı)
Seçimler, Fransa’nın üçte ikisinin Prusya ve Alman işgali altında olduğu, ülkenin büyük bir bölümünde sıkıyönetimin uygulandığı; sürenin kısalığı karşısında ise seçilecekler üzerine bir uzlaşmanın söz konusu olamayacağı ve nihayetinde on yıllardır en aşağılık seçim dalaverelerini yürütmüş ve bu konuda talimli olan Bonapartçı valilerle memurların halen makamlarında bulunduğu bir zamanda ilan edildi. Bu koşullar altında özgür seçimlerden söz etmek mümkün değildi.
Nitekim sonrasında seçimler yapılmadı. Çoğunluk Bonapartçı değil idiyse de, monarşi yanlısı ve cumhuriyet düşmanıydı. Sonuçta Gambetta istifa etti ve Bay Thiers hükümetin başına geçti. Bilindiği gibi, o zamanlar Bordeaux’da toplanan ve sadece barış koşulları hakkında karar almak için seçilmiş olan Ulusal Meclis, Fransa’nın kaderini belirlemeye yeltendi ve böylece yetkisini ağır bir şekilde ihlal etti. Hükümetse, böyle gasplara göz yumacak kadar sefildi. Evet, kısa sürede öyle bir noktaya gelindi ki, Jules Favre ve yandaşları gibi mavi cumhuriyetçiler bile tümüyle hükümetten uzaklaştırıldılar.
Bordeaux’daki Meclis’in bu tutumuyla hükümetin Paris’e karşı attığı diğer adımlar el ele yürüdü. Hükümet, barış görüşmelerinin kararlarına aykırı olarak, Paris Ulusal Muhafızlar’ından silahlarını teslim etmesini istedi. Paris’te 4 Eylül devriminden beri kaldırılmış olan sıkıyönetim tekrar yürürlüğe kondu. Cumhuriyet düşmanı olarak tanınan cizvit General d’Aurelle de Paladines, Ulusal Muhafızlar’ın başkomutanlığına, nefret edilen Bonapartçı General Vinoy ise Paris valiliğine atandı. Paris’e yönelik bu düşmanca adımlara bir dizi başka önlem daha eklendi. Bir süre önce Paris’in kuşatma altında olması, ticaret ile dolaşımın tamamen durması nedeniyle vadesi gelen senetlerin ertelenmesi sözü verilmişti. Bu arada Bordeux’dan Versay’a taşınmış bulunan hükümet, ticaret ve dolaşım hala çok durgun olmasına rağmen, vadesi gelmiş bütün senetlerin derhal ödenmesi kararı aldı. Yine süresi dolmuş kiraların –kira ödemeleri de aynı şekilde ertelenmişti– hemen ödenmesi emri verildi. Aynı zamanda her gazete başına 2 Centime’lik bir damga vergisi yürürlüğe kondu. Tüm bunların sonucunda, sadece sosyalistler değil, küçük esnaflar, zanaatçılar gibi Paris halkının büyük bölümü de devrimci unsurlarla el ele verdi. Mevcut hükümetin getirdiği şartları ve dayatmaları hiçbir koşul altında kabul edemeyeceklerini açıkladılar. Hükümet Paris’teki havayı gördü ve bir darbe yapmayı denedi. Paris zorla ele geçirilmek istendi. 17 Mart’ı 18’e bağlayan gece, General d’Aurelle de Paladines’in verdiği emirle, General Lecomte, muvazzaf taburlar eşliğinde Montmartre’a karşı harekete geçti. Amaç, kuşatma sırasında Ulusal Muhafızların kendi olanakları ile buraya getirdiği yüzlerce topa el koymaktı. Ulusal Muhafızlar bir gün önce bu plandan haberdar olmuştu ve tetikte bekliyordu. Birlikler yaklaştığında, Ulusal Muhafızlar, bütün girişleri dikkatlice tutmuş durumdaydı. Lecomte, umduğu gibi topları savaşmadan alamayacağını gördü ve ateş emrini verdi. Böylesi durumlarda olageldiği gibi, Ulusal Muhafızlar’ın çevresine erkekler, kadınlar, çocuklardan oluşan kalabalık bir halk yığını da toplanmıştı. Ateş açılması durumunda onların da isabet alması kaçınılmazdı. Askerler ateş etmeyeceklerini söylediler. Silahlarını Ulusal Muhafızlar’a doğrultmak yerine, havaya çevirdiler ve halkla kardeş oldular. General, dört kez ateş emri verdi ve askerler dört kez bu emre itaat etmeyi reddetti.
Bu sırada General hiddetlenerek küfretmeye başladı. Bu askerleri öfkelendirdi ve general kendi askerleri tarafından tutsak alındı ve ilerleyen saatlerde kurşuna dizildi. O sırada, Ulusal Muhafızlar’ın Merkez Komitesi’nin hiçbir üyesi orada bulunmuyordu ve Komün ancak birkaç gün sonra ilan edildi.
Ardından, bu olaya General Clément Thomas karıştı. Olay sırasında, sivil kılıkta casus olarak halkın arasına karışmış, askerlere küfretmesi üzerine de kimliği açığa çıkmıştı. Bay Sparig, Clément Thomas’ın bir cumhuriyetçi olduğunu söylüyor.
Baylar! Fransa’da kendilerini cumhuriyetçi olarak tanımlayan, ama bizdeki ulusalcı liberallerden hiçbir farkı olmayan bir yığın insan bulunuyor. Clément Thomas, bu sulanmış cumhuriyetçilerden biriydi. Görevinden istifa etmiş eski bir subay olan Clément Thomas, 1848 yılının başında ‘Journal National’ gazetesinde göstermelik yazı işleri müdürü olarak çalıştı, bir diğer görevi de, başka gazetelerin yazı işleri müdürleriyle anlaşmazlıklarda düelloculuk yapmaktı. Şubat Hükümeti tarafından tekrar orduya alınıp generalliğe yükseltildi. Haziran 1848 katliamı öncesinde ve sırasında en alçakça biçimde cellat rolünü oynadı ve işçilere karşı barbarlıklarıyla tarihe geçti.
İşte bu aynı general, Paris’e verilmiş olan kendi Komün hükümetini seçme sözü tutulmadığı için General Tamisier’in Kasım 1970’te görevinden istifa etmesi üzerine, Trochu tarafından Paris Ulusal Muhafızlar’ın komutasına atandı. Bu doğrudan bir provokasyondu. Clément Thomas’ın göreve başladığı andan itibaren bütün işi gücü, işçi mahallerindeki Ulusal Muhafızlar’a karşı derhal açık düşmanlık göstermek oldu. Ve General Lecomte’un tutumu karşısındaki öfke doruğa ulaştığı bir anda, bu nefret edilen adam sahneye çıktı ve Lecomte’tan yana tutum aldı. Clément Thomas tutuklandı ve Lecomte gibi öfkeli askerler tarafından kurşuna dizildi.
Baylar! Bu bir şiddet eylemiydi ve onu desteklemekten çok uzağım. Ama durumu göz önüne getirmek gerek ve bu yapıldığında, bu eylem kesinlikle mazur görülmek zorunda kalınır. Gericilik tarafından, çok daha başka ve çok daha büyük zalimlikler yapıldı. Ki bunlar, Komün’ün varlığını sürdürdüğü coşku ve heyecanın olduğu bir zamanda değil, tersine sakin bir zamanda ve soğukkanlılıkla yapıldı. Bunun için, sadece Yeni Kaledonya’ya sevk edilen Komünarlara yapılan vahşilikleri anmak bile yeterlidir. Ki bunlar şimdiye kadar yapılmış bütün vahşilikleri aşan ve mücadeleden sonra da yıllarca sürdürülen zalimliklerdir. Böylesi zalimlikler, elbette insan olan herkeste öfke ve isyan uyandırır.
18 Mart’ta, Paris’te bulunan hükümet mercileri kentin ve askerlerin ruh halini görünce, en iyisinin ortadan toz olmak olduğuna karar verdiler. Ulusal Muhafızlar’ın Merkez Komitesi işte bu anda yönetimi ele aldı.
Bay Sparig, Versay Hükümeti’ni 18 Mart’ta Paris’e güvenilir birlikler göndermemekle suçlama ihtiyacı duyuyor. Oysa hükümetin zaten güvenilir birlikleri yoktu. Ülkede bulunduğu kadarıyla, Fransız ordusu, hükümetin tutumuna öfkeliydi ve halka yakınlık duyuyordu. Tek güvenilir birlikler, Napolyon’un muhafızları olan Zuaven, Turcos ve aşırı milliyetçi katolik Breton Alayı, Almanların elinde esirdi. Ve ancak Bay Thiers ile Bay Bismarck anlaştıktan sonra, Bismarck, Thiers’e bir iyilik yaptı ve söz konusu birliklerden 80 bini aşkın askeri Thiers’in emrine sundu. Ve bunlar canavarca, adeta Almanlara yenilgilerinin acısını kendi halkından çıkarırcasına, Paris’in üzerine üşüştüler ve bir kan deryası yaratarak, 30 bin insanı vahşice katlettiler. Bu birlikler kendilerini ebedi olarak lekelediler. Daha sonra ordudaki arkadaşları tarafından sıklıkla Paris halkının celladı rolüne razı geldikleri için rezillik ve alçaklıkla kınanacaklardır.
Ulusal Muhafızlar’ın merkezi seçim komitesi, seçimlerin yapılmasını sağladı ve Paris halkı 25 Mart’ta Komün’ü seçti. Bay Sparig, seçimlerde büyük bir kesimin seçime gitmediğini söylüyor ve bundan hareketle, oy kullanmayan herkesin Komün karşıtı olduğu sonucunu çıkarabileceğini düşünüyor.
Komün’ün seçilmesine ilişkin, şiddetli bir sosyalist düşmanı olan bir bilgi kaynağına atıfta bulunayım. Bu kişi Bay Johannes Scherr’dir. Scherr, şu sıralar ‘Gartenlaube’ gazetesinde yayınladığı bir dizi makalede Komün’e sövüp sayma adına ne varsa eksik bırakmıyor.
Bay Scherr, bu makalelerde, 25 Mart’ta 490 bin seçmenden 277 bin 300’nün sandığa gittiğini ve Komün için oy kullandıklarını yazıyor. Bu, seçmenlerin yüzde 57’sini oluşturuyor. Böyle bir katılımı, bir kez olsun, Leipzig’te, Reichstag seçimlerinde ya da belediye seçimlerinde gördük mü? Son belediye seçimlerinde bu oran yüzde 33 bile değildi. Şimdi Bay Sparig’in mantığını kabul edip, seçimlerde çekimser kalan yüzde 67’nin sosyal demokrat olduğunu söylesek Bay Sparig ne derdi? Bizimle alay ederdi ve tümüyle haklı olurdu. Fakat aynı şey, onun Komüne ilişkin yargısı için de geçerli.
Paris halkının büyük çoğunluğunun Komün’den yana tutum aldığı bir olgudur. Evet, Bay Sparig hatta öyle ileri gidiyor ki, 25 Mart’taki Komün seçimlerinin halk arasında birlik, beraberlik ve sevinçte eşi benzeri olmayan bir biçimde karşılandığını ve bunun Paris’in gördüğü en güzel günlerden biri olduğunu kaydetmek gerektiğini söylüyor. Sparig’e göre, Paris halkı o gün, bütün görkemliliği ile hiçbir tarihi olayda olmadığı kadar en güzel yüzünü gösterdi. Baylar! Sosyal demokratların bir karşıtı Komün’ü bu şekilde değerlendirmek zorunda kalsın!
Ardından Bay Sparig Komün’ün ‘yasa yapıcılığı’nı eleştirdi. Sparig bir kararnamenin diğerini izlediğini, birinin diğerini tekrar yürürlükten kaldırdığını ya da ağırlaştırdığını belirtti.
Peki, imparatorluk Paris’i gibi bir Augeas Ahırı temizlenecekse, başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi? (Gülüşmeler) Elbette çok fazla kararname çıkarılmalıydı. Böylesi bir durumda her şeyin tıkır tıkır işlemeyeceği kendiliğinden anlaşılır. 1870’teki savaşa Almanlar açısından çok iyi bir hazırlığın yapıldığı kesin, ama hele Genelkurmay Başkanı Moltke’ye bir sorun, her şey yolunda gitti mi diye. Moltke, size, şurada burada işlerin aksadığını söyleyecektir. Aynı şey, bütün güçleri ve araçları ile yeni kurumları yok etmek için uğraşan yüz binlerce düşmanın ortasında –Alman ordusu, Versaycılar– devrimci bir hareket söz konusu olduğunda ve eski devletin yerine yeni bir devlet yaratılmaya çalışıldığı bir durumda çok daha fazla geçerli olmalı.
Ama Bay Sparig’in andığı kararnemeler, Komün’ü karalayabilecek nitelikte değildi. Örneğin Komün’ün gece çalışmasına ilişkin çıkardığı kararname hakkında, sosyalistlerin de sabahları kahveyi bayat ekmekle içmeyi tercih edeceklerini sanmadığını söylüyorsa; bu öyle düzeysiz bir espridir ki, üzerinde uzun uzadıya durmaya değmez. Bu düzenlemede söz konusu olan, burjuvazinin şımartılmış damağının tatmin bulup bulamadığı değil, aksine işçi sınıfının çoğunluğunun devamlı yıpratıcı ve hırpalayıcı gece çalışmasına koşulup koşulamayacağıdır. Bu meselelerle az çok ilgilenmiş olan herkes, fırın kalfalarının çoğunun yaşamının, gece çalışması nedeniyle ve genel olarak çok uzun olan, sıklıkla 16, hatta 18 saati bulan çalışma saatleri neticesinde çoğu zaman vakitsiz bir ölümle son bulduğunu bilir.
Komün kuşkusuz dikkatini böylesi durumlara vermiştir ve bu durum onun saygınlık hanesine yazılmıştır. (Onaylamalar)
Bay Sparig devamla, Komün’ün idam cezasını kaldırdığını, ama kurşuna dizmeyi yürürlüğe koyduğunu ileri sürerken, Ulusal Muhafızlardaki görevinden, yani kenti savunmaktan kaçan herkesi kurşuna dizmekle tehdit eden kararnameye atıfta bulunuyor.
Her düzenli ordunun halkı baskı altına almak için hükümetin elinde bir araç olduğu fikrinden hareket eden Komün, düzenli ordunun dağıtılmasını talep etti ve genel halk silahlanmasını uygulamaya koydu. Buna göre, eli silah tutan her erkek, kentin savunmasıyla yükümlüydü.
Bu, hiç kimseyi mağdur etmediği gibi, herkes için adil bir uygulamaydı. Aynı şey, genel askerlik hizmetine dair boş laflara karşın, halkın yalnızca bir bölümünü silahlandıran bizim savunma sistemimiz için söylenemez. Elbette elindeki her türlü araçla Komün’ü yok etmek isteyen, dört bir yanı düşmanla çevrili olmasına rağmen Komün için görev yapmak istemeyen bir kesim mevcuttu.
Bütün yönlerden saldırıya uğrayan ve savaşa zorlanan Komün, böyle bir durumda, savaş yürüten her partinin emrinde olan ve olması gereken araçları devreye koymak zorundaydı. Komün, savunma için silah taşımayı reddeden herkesi kurşuna dizmek suretiyle öldürmekle tehdit etti.
1870 yılında savaşı istemeyen ve savaşa gitmek isteyip istemediği sorulmayan binlerce partili yoldaşım vardı. Onlar askere gitmek zorunda kaldılar ve savaşı reddetmeleri durumunda bir savaş mahkemesinde yargılanıp acımasızca kurşuna dizileceklerdi.
Yani Bay Sparig, savaş durumunda askeri ölüm cezası ile ceza hukukunda ölüm cezasının kaldırılmasını birbirine karıştırıyor. Bunlar yerle gök kadar birbirinden uzaktır. Savaşta disiplini korumak için ölüm cezası, savaşlar olduğu sürece var olacaktır.
Bay Sparig, bir Komün kararnamesine daha değindi. Bu kararname, işverenler tarafından terk edilen imalathaneler ve fabrikalara Komün tarafından el konulması ve onların şimdiye dek orada çalışan işçilerin işletmesine verilmesini öngörüyordu. Ayrıca, eski sahiplerini tazmin edebilmek için, bu işyerlerinin değerini belirleyecek bir komisyonun seçilmesini kararlaştırıyordu. Sparig, çok haklı olarak, Komün’ün gücü olsaydı bunu genel olarak uygulayacağı vurgusunu yaptı. Evet Bay Sparig, elimizden gelse her yerde benzer şekilde hareket edeceğimizi düşünmekte de haklı. Bizler, işçiler ve işverenler arasındaki karşıtlığı kaldırmak istiyoruz. Çünkü işçilerin ve işverenlerin çıkarları bugün birbirine düşman bir karşıtlık halindedir. İşverenler, mümkün olduğu kadar az ücret ödemek ve mümkün olduğu kadar uzun çalıştırmak istiyorlar. İşçiler ise, mümkün olduğu kadar yüksek ücret alıp mümkün olduğu kadar kısa süre çalışmak istiyorlar. Geliştirilen her makine ve fabrika ile birlikte bu sınıf karşıtlığı daha da keskinleşiyor. Yapılan her demiryolu, döşenen her telgraf teli bu bilgiyi yeni çevrelere yayıyor ve bize yeni taraftarlar sağlıyor. Sermayenin yoğunlaşmasına ve küçük işletme sahiplerinin yok edilmesine yönelik atılan her adım bölünmeyi büyütüyor; çözüme, üretimin ve dağıtımın toplumsal olarak yürütüleceği çözüme doğru itiyor, zorluyor. Bu, bütün atölyelerin, fabrikaların ve üretim araçlarının toplumun elinde olacağı ve onun tarafından, eşit haklara sahip yurttaşların tamamının çıkarları doğrultusunda yönetileceği anlamına gelmektedir. Herkes çalışmak zorunda olduğu gibi, zararda da bütün kazançta da payına düşeni alacak. Özel sanayinin ve vahşi, plansız üretim tarzının yerine –ki bugün yakamıza yapışan krize neden olan budur–, sosyalist, yani toplumsal, planlı bir üretim tarzı getirilecektir. Herkesin birimiz için birimizin herkes için olduğu bir toplum. Komün bu yoldaki ilk adımı attı. Bu, işverenleri kesinlikle zarara uğratmayan bir adımdı. Çünkü atölyelerinin ve fabrikalarının tam değeri onlara tazmin edilecekti.
Bizim düşüncemize göre, toplum, kendisini, bütün üyelerinin eşit hizmet alacağı, insani yaşamın her alanında kültür ve uygarlığın kazanımlarından hep artan oranda yararlanabileceği şekilde örgütlemekle yükümlüdür. Karşıtlarımız ilerleme yanlısı olduklarını iddia ediyorlar; ama toplumun tamamının daha iyi duruma gelmesinden söz açılır açılmaz, bir eli yağda bir eli balda olup iktidarı ellerinde bulunduranlar feryat ediyorlar: ‘Biz olabilecek en iyi dünyada yaşıyoruz, onun biçimini değiştirmeye kalkışmak suçtur.’
Onlar, sahip oldukları ayrıcalıkları her yolla savunuyorlar. Bunda öyle ileri gidiyorlar ki, son derece tali, sosyalizmle uzaktan yakından alakası olmayan, örneğin yardım sandığı yasası gibi bir yasa görüşülürken, bunun işverenlere karşı haksız bir yasa olduğunu söyleme cüretinde bulunanlar bile, ‘sen sosyalistsin’ ithamına –ki bu bir itham olarak kabul görüyor– maruz kalıyorlar. Bunları, daha bugün ‘Leipziger Tageblatt’ta okuduk. Bununla kastedilen şudur: Bizler, ezilenlere en ufak bir ödün vermeye niyetli değiliz.
Her yerde, büyükte küçükte, toplumsal yaşamda da yasamada da bu sınıf karşıtlığı öne çıkıyorsa eğer, elbette ki, Paris’teki gibi devrimler yaşanacaktır. Ve en ufak bir kuşkum yok ki, –burada alıntıladığım Reichstag’taki konuşmamda  da söylediğim gibi– daha on yıllar geçmeden Paris’te yaşananlar bütün Avrupa’da tekrarlanacaktır. Bunun bilincine varmak ve mevcut sınıf karşıtlıklarını yasama yoluyla kaldırmak için çaba göstermek toplumun omuzlarındadır.
Komün daha başka ne yaptı? Komün, on yıllardır Liberal Parti’nin programında yer alan, ama iktidara geldiğinde rafa kaldırılan eski bir liberal talebi gerçekleştirdi. Komün, okul ve devletin kiliseden ayrılmasına karar verdi ve hayata geçirdi. Ayrıca kilise mülklerine el koyma kararını verdi.
Yalnız, Bay Sparig’in buna değinmemesine ve mülkiyet hakkının ihlal edilmesini protesto etmemesine şaşırdım. Bu suçlama Komün’e defalarca yapıldı. Madem Bay Sparig buna değinmedi, ben değinmiş olayım ki, eksik kalmasın. (Gülüşmeler)
Ne yazık ki, Komün’ün bu yaptığını, başkaları ondan çok önceleri yapmış. 1517’da başlayan Reformasyon sırasında birçok soylu Luther’in tarafına geçtiyse eğer, bunu elbette yüce idealler uğruna yapmadılar, zengin kilise mülkleriyle kocaman ceplerini dolduracaklarından dolayı yaptılar. (Gülüşmeler, alkış)
Ve on beş yıl önce, Kuzey Amerika Birleşik Devletlerinde Kuzey ve Güney arasındaki büyük savaş patlak verip ve sonunda Kuzey, köleliği kaldırdığı zaman; bu, köle sahiplerinin mülkiyetine öylesine bir saldırıydı ki, daha fenası düşünülemez. Karşıtlarımız, çıkarına olanı doğru ve haklı bulurken, aynı şeyi halkın kendi lehine yapmasını ise hırsızlık ve suç olarak görüyor.
Komün’ü mülkiyete el uzatmakla itham eden bu aynı parti, Avusturya’ya hala sempati beslediği 1860’lı yılların başında, bu ülkeye, devasa borç yükünü kapatması için kilise mallarına el koyması gerektiği yönünde akıl veriyordu. Bu parti, İtalya aynı yönde ilerlediğinde, ona coşkuyla alkış tuttu. Bu arada Kilise cemiyetleri, mülkiyetlerini, herhangi bir burjuvanın evini ya da arsasını edindiği aynı hukuki dayanaklar üzerinden edindiler. Nerde kaldı şimdi tutarlılık? Komün, kilisenin devlet ve okuldan ayrılmasına karar verdikten sonra, zorunlu ve parasız eğitime dair bir kararname çıkarttı. Bu kararname, sadece okul parasını değil, aynı zamanda ders materyallerini de kapsıyordu. Yoksullar ve zenginler aynı eğitimi alacaktı. Ve devletin herkese eşit yaklaşımıyla yoksullar ve zenginler arasındaki kin ve nefret tohumlarının gencecik yüreklere erkenden ekilmesinden kaçınılacaktı. Bunu birazcık da olsa andıran benzer bir uygulamayı başarmış olan tek bir liberal devlet gösterin bana. (Alkışlar)
Bay Sparig, Komün’ün, politikasını ve çalışmalarını bilime dayandırdığına yönelik açıklamasına imalı dokundurmalarda bulunma hakkını gördü kendinde. Komün, bununla, ulusal ekonomiye, yargıya ve halkın refahına ilişkin modern bilimin ulaştığı bütün bilgileri, yasamada olabildiğince kamu yararına kullanmayı amaçladığını ve kendini belli teori ve aksiyomlara bağımlı kılmayacağını kastediyordu. Komün, bu açıklamasıyla, kendini hiç şüphesiz modern bilimin bakış açısına konumlandırmıştır. Bu, belli varsayımlardan ve önyargılı görüşlerden hareket etmeyi değil, deney ve tecrübelere dayanarak, en iyiyi arayıp bulmayı amaçlayan bir bakış açısıdır.
Komün yalnızca yarım işler başarmışsa eğer, bu, içinde bulunduğu ilişkiler ve koşullarla açıklanır. Komün’ün varlığı boyunca tek bir rahat anının olmadığını, devamlı olarak savaş hali ve mücadele içinde bulunduğunu hesaba katmak gerekir. Başka türlü nasıl olabilirdi ki?
Bay Sparig, Komün’ün sözde tam basın özgürlüğünü istediğini, ama muhalif gazeteleri baskı altına alarak, basın özgürlüğünü kaldırdığına ilişkin özel olarak vurguladığı bir ithamda bulundu. Bu tutumun da, Komün’ün içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kaynaklı olduğu kolaylıkla anlaşılır. Savaş ve devrimin ortasında her taraftan saldırıya uğrayan Komün, kapının önünde duran düşmanın yanı sıra, bir de kendi sınırları içerisindeki düşmana göz yummamak durumundaydı. Komün, günbegün kendisine en ağır saldırılarda bulunan, iftiralar atan ve kapının önündeki düşmanla temas halinde olup Komün’ün yıkılması için uğraşan gazeteleri baskı altına almak zorundaydı.
1870’te savaş başladığında, Almanya’da, tehdit altında görülen bütün illerde olağanüstü hal ilan edildi. Muhalif gazeteler baskı altına alındı ve savaşın karşıtı olabileceği düşünülen bütün kişiler içeri atıldı. Komün’ün de pekâlâ aynı hakka sahip olduğunu iddia ediyoruz.
Yine Bay Sparig, Komün’ün, Bay Thiers tarafından Oktroi’un  kaldırılmasından şikâyetçi olmasını da abes buluyor; oysa Komün’ün dolaylı vergilerin düşmanı olması gerektiğini söylüyor. Bu şikâyette Komün haklıydı. Oktroi belediyeye aitti ve Komün, savaşın ortasında yeni bir vergi sistemini yürürlüğe koyacak durumda değildi. Oktroi, Komün için tek düzenli akan vergi kaynağını oluşturuyordu ve savunmayı ve yönetimi işler durumda tutabilmek için onu kullanmak zorundaydı.
Bay Thiers Komün’ün vergilerine el koyduğundan, Komün, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için borç almak üzere Fransa Bankası’na ve Rothschild’e başvurmak zorunda kaldı. Bu borçlar, ona, üstelik de Bay Thiers’in onayı ile itirazsız verildi. Ama Komün’ün mali yönetiminde Bay Sparig’in de saldıramadığı önemli bir olgu vardı. Bu, karşıtlarınca da büyük takdir toplayan, Komün’ün muazzam tutumluluğu ve tasarrufluluğu idi.
Komün’ün Maliye Bakanı Jourde, haklı olarak, onu yargılayan Versaylı hâkimlere, “Ben Maliye Bakanlığı’na adımımı attığım andakinden daha fakir biri olarak Maliye Bakanlığı’nı terk ettim!” diyebildi. (‘Duyun!’) Bana aynı sözleri söyleyebilecek monarşinin maliye bakanlarını gösterin hele! (Gülüşmeler, onaylamalar) Bay Thiers, 1830’da, Louis Philippe yönetiminde yoksul bir avukat ve yazar olarak bakanlığa adımını attı ve 1836’da oradan milyoner olarak ayrıldı.
Komün’ün ilk adımı, yüksek olan maaşları kaldırmaktı. Üyeleri, usta işçi ücretleri karşılığında çalışacaktı. En yüksek memur, yıllık 6 bin Franktan (4800 Mark) daha fazla almayacaktı. Leipzig’in belediye başkanı, yıllık 15 bin Mark alıyor. (Gülüşmeler, ‘Duyun!’) Komün’ün başkomutanı aynı şekilde yıllık 6 bin Frank alıyordu; ama Bay Thiers başbakan olur olmaz, ilk işi, kendine 3 Milyon Franklık bir ödenek tahsis ettirmek oldu. (‘Duyun!’ sesleri)
Komün bütün hükümetlerin örnek alabileceği bir tasarruf örneği gösterdi. Bunu sosyalist düşmanı Bay Scherr bile kabul etti. Bay Sparig elbette buna değinmedi. Bunun için ben değiniyorum. (Gülüşmeler)
Şimdi esirlerin kurşuna dizilmelerine ve kundakçılığa geliyorum. Bay Sparig, Komün düştükten iki hafta sonra Paris’te bulunduğunu ve oradaki tahribatı kendi gözleriyle gördüğünü söyleyerek, yakıp yıkmaya işaret etti. Hatta, savunma hattının dışında bulunmasına rağmen yakılmak istenen bir konuttan bahsetti. Elbette, bize evin gerçekten yakıldığını söylemedi. Peki, çatışmalar sırasında orada bulunmayan Bay Sparig, savunma için neyin elzem olup neyin olmadığını neye dayanarak değerlendirebiliyor? Bay Sparig, kendisine yapılan sözlü aktarımları dayanak gösteriyor. Benim gözümde bunların hiçbir değeri yoktur. Versaylıların amansız takibi ve canavarca hışmı o kadar şiddetliydi ki, Komün’ün yıkılmasından haftalar değil, aylar, yıllar sonra bile Komün’e sempati ifade eden herkesi takip ettiler. Korku o kadar büyüktü ki, Komün’e destek çıkmaya cesaret etmek bir yana, tersine birçok insan, kendi üzerindeki her türlü şüpheyi dağıtmak için Komün’e özellikle sövüp saydı. Böylece burjuvazinin alçaklığı bütünüyle gün yüzüne çıktı. Komün’ün yenilgisinden sonra birkaç gün içerisinde 370 binden fazla ihbar yapıldı. Paris burjuvazisi, o zamanlar, tıpkı 1866’daki Leipzig burjuvazisi kadar şerefsizce davrandı. O zamanlar Leipzig burjuvazisi, Prusyalı generale o kadar çok ihbarda bulunmuştu ki, general tiksintiyle, artık bunları daha fazla duymak istemediğini açıklamıştı…
Şimdi Bay Sparig, buraya, sözüm ona altında Ferré’nin imzası bulunan ve savaş bakanlığının damgasını taşıyan –ki o damgayı pekâlâ Bay Thiers’in savaş bakanı da vurmuş olabilir– kundakçılıkla tehdit eden bir mektupla geliyorsa, bu, benim gözümde, yırtılmayı hak eden bir kâğıt parçasından başka bir şey değildir. (Konuşmacı kâğıdı yırtıyor. ‘Bravo’ sesleri ve huzursuzluk) Evet Baylar, kundaklamalarla, esirlerin kurşuna dizilmesiyle, sözüm ona mülkiyete el koymalarla ilişkin bir yığın belgenin sahteliği mahkeme önünde tespit edilmiş durumdadır.
Burada gösterilen işte bu belgeye dayanarak, maliye bakanlığının kundaklanmasıyla suçlanan Ferré, bu belgenin gerçekliğini son ana kadar reddetti. Ferré, belli harflerin yazılma biçimlerini delil göstererek, bu belgenin tahrif edildiğini kanıtlamaya çalıştı. Fakat Versaylıların el yazılarını karşılaştırmak için görevlendirdiği bilirkişiler belgenin gerçek olduğunu iddia ettiler ve Ferré mahkûm oldu. Aynı şekilde Ferré, esirlerin kurşuna dizilmesi ile suçlandı. Feré, esirlerin değil kurşuna dizilmesi emrini, bilakis serbest bırakılması emrini verdiğini söyledi. Bu beyanlar, başka ifadelerle de, özellikle İngiliz bir doktorun verdiğiyle örtüşüyor. Aynı şekilde, esir olarak tutuklanmış olan din adamlarının, daha sonra mahkeme önünde ifade verdikleri tespit edildi; yani kurşuna dizilmiş olmaları mümkün değil. Kuşkusuz, 60 esirin bir bölümü kurşuna dizildi. Ancak ileri sürülüyor ki, bu infazlar, ancak söz konusu kişiler, barikatlarda dövüşenlerin onlardan talep ettikleri gibi kent savunmasına katılmayı reddetmeleri üzerine ve hapishaneyi terk ettikleri anda, peşlerine av tüfekleriyle düşülmesiyle gerçekleşti. Raoul Rigault da, esirlerin kurşuna dizilmesinden dolayı suçlandı. Raoul Rigault, hayatta değil. O, adam gibi savaştı ve adam gibi çarpışırken öldü. Onu suçlamak kolay; o yaşamıyor ve cevap veremez.
Esir almanın ne gibi bir amacı vardır? Almanlar, 1870’te Fransa’da birçok esir aldı. Çünkü partizanlar ya da başkaca Fransa vatandaşları, erzak konvoylarına baskınlar düzenleyerek, demiryolları, köprüleri ve yolları yıkarak ve tek tek askeri birliklere saldırıp öldürerek, yani kısacası bulundukları her yerde Almanların ilerlemelerine engel olmak için onlara her türlü zararı verdiler. Partizanlar, 1813’te Prusya piyade birlikleri Fransızlara yönelik ne yaptıysa aynısını yaptılar. Ben size piyade birliklerinin mevcut yönetmeliğini okuyabilirim. Bu yönetmelikte, fırsat bulunan her yerde düşmana zarar verilmesi gerektiği yazılıdır.
Almanlar, bu savaş yöntemini savaş hukukundan saymak istemediler ve bütün subaylar, askerlere sözü edilen şekilde zarar verildiği her yerde esir almalarını ve eğer suçlular ortaya çıkarılamazsa, onları acımasızca kurşuna dizme emrini aldılar. Ayrıca, köylülerden ordu için yiyecek alınması ve birliklere ateş açan evlerin ve köylerin suçlu-suçsuz gözetilmeksizin acımasızca yerle bir edilmesi emrini aldılar. Bu emirler sık sık vahşice uygulandı. Yüzlerce ama yüzlerce kişi hayatını kaybetti; evler ve toplu yerleşim birimleri yakıldı ve ben bu konuda liberal basında tek bir kınamaya rastlamadım, tam tersine sadece onaylamalara rastladım.
Komün, Versaylılar karşısında kendini benzer koşullar içinde buldu ve tıpkı Almanların partizanların düzensiz savaş yöntemi karşısında haklı olduğu kadar haklıydı. Versaylılar, Paris’e karşı haftalarca sürdürülen savaş sırasında ellerine düşen esirleri savaş hukukunu hiçe sayarak katlettiler. Komün generallerinden Duval, Flourens ve daha başka birçok subay bu şekilde öldürüldü. Ve Versaylılar revirlere ateş etmekten ve tecavüz ettikleri esir kadın hasta bakıcıları kurşuna dizmekten çekinmediler. Bunu ancak, Almanların sayesinde Thiers’in emrine verilen esir askerler gibi canavarlar yapabilirdi.
Bu alçaklıklar üzerine Komün, karşı taraftan esir almayı ve öldürülecek her Ulusal Muhafıza karşılık üç esiri kurşuna dizmeyi kararlaştırdı. Ama ne var ki, bu karar kâğıt üzerinde kaldı ve nihayet esirlerin bir bölümü kurşuna dizildiğinde, Bay Sparig’in bizzat kendisinin de itiraf ettiği gibi, Komün artık mevcut değildi. Dolaysıyla bundan Komün sorumlu tutulamaz.
Sonunda Versaylılar, yolu açan Almanların desteği sayesinde Paris’e girdiklerinde –ki bu yardım olmadan bunu başarmaları pek mümkün değildi–, kentin sokaklarında, tarihte eşi benzeri olmayan bir katliam ve kıyım başlattılar. Versaylılar erkek, kadın, çocuk ayrımı yapmadan ellerine düşen herkesi katletti. Yakalananlar, yüzler halinde, Pere-Lachaise Kilisesi’nin avlusunda yaşandığı gibi, sıraya dizilerek mitralyözlerle kurşun yağmuruna tutuldu ve henüz seğiren bedenler, üzerlerine kireç ve gaz yağı dökülerek çukurlara atıldı.
Versaylıların vahşetinin boyutunu, geriye hiç yaralı kalmamış olması olgusu kanıtlıyor. Birbirleriyle örtüşen açıklamalara göre, birkaç gün içinde 15-20 bin insan öldürüldü.
Böyle bir durumda, Komün’ün, mümkün olan her biçimde, çıplak canını savunmaktan başka çaresi yoktu. Biz, yenilenlerin tümüyle haklı eylemlerinin alçakça suçlar olarak gösterilmesine alışkınız. Röckel’in, Waldheim’daki tutukluluğu üzerine yazdığı ve 1849’daki Dresden Mayıs ayaklanmasını da anlattığı kitabı okumanızı öneririm. Kitapta, bugün Komüne karşı söylenen aynı kara çalmaların o zaman gericiler tarafından Mayıs direnişçileri hakkında da söylediğini bulacaksınız; tek fark Dresden’deki Mayıs Devrimi’nin bir burjuva devrimi olmasıydı. Yine aynı şekilde, 1848 Viyana Ekim Ayaklanması’nın tarihini okumanızı öneririm. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra, Robert Blum kurşuna dizildi; o zamanlar, Prens Windischgrätz’ın Viyana’daki durum üzerine dünyaya yaptığı açıklama, Versaylıların Komün günleri boyunca Paris’teki durum üzerine dünyaya yaptığı açıklamanın tıpkısının aynısı.
Elimde Blum’un kaleminden çıkmış ve Windischgrätz’ın söz konusu açıklamasına ilişkin görüşlerini enerjik bir şekilde ifade ettiği ve öfkeyle haykırdığı bir makalesi bulunuyor: “Olayların tanığı olan bizler böyle şeyler söylemeye cüret edersek, dünya, hiç haber alamadığı Viyana hakkında ne düşünür”… Bu arada Blum’un o zaman devrimi nasıl kavradığına ve bir toplantı salonunda yaptığı bir açıklamaya değinmek istiyorum: “Yarı yolda durmayalım! Düşmana karşı mücadeleyi acımadan sonuna kadar sürdürelim!” Ve günümüzde de Liberaller Robert Blum’un saygın anısını canlı tutmaya devam ediyorlar. Haklılar da.
O tarihte, Viyana’da burjuvazi ile gericiler nasıl karşı karşıya idilerse, Paris’te de, Komünarlar ve Versaylılar tıpkı öyle karşı karşıyaydılar. Komün son nefesine kadar savaşmak zorunda kaldı ve kahramanca mücadele etti. Bunu, onun en iflah olmaz düşmanları bile inkâr edemez. Bizim en iyi insanlarımız 1848 ve 1849 yıllarında Viyana, Rastatt ve Mannheim’da sıkıyönetim koşulları uyarınca nasıl kurşunlanarak öldürüldülerse, Komünarlar da öyle düştü ve çoğu o esnada şu sloganı haykırıyordu: “Yaşasın Cumhuruyet! Yaşasın Komün!”
Şimdi kundaklamalara geliyorum.
Versaylılar, Paris’e karşı haftalarca savaş yürüttüler ve bezelyelerle ateş etmediler; dolayısıyla kimi yıkımların yaşandığı da aşikardır. Fakat son sekiz günde, Almanların yardımıyla, elli ağır topla Montmartre’yi zapt etmeyi başardıklarında, kor mermilerle, hatta gazyağı bombaları ile evlerin üzerine ateş açtılar. Aksi de beklenmeyeceği gibi birçok ev alev aldı. Dolayısıyla faturası Komün’e kesilen çoğu yangının müsebbibi Versaylılardır. Versaylıların dehşetli bir vahşetle yürüttüğü savaş sokaklara yayıldığında, Komün, savunma amacıyla, Versaylıları bir süre de olsa durdurmak için kimi binaları tek tek ateşe vermek zorunda kaldı. Peki, bu eylem biçimi, onu cinai kundakçılık olarak tanımlayabilecek kadar haksız ve eşi duyulmamış bir şey midir? Almanlar, sivil halka karşı savaş yürütmemelerine rağmen, Strasburg kuşatması sırasında kenti teslim olmaya zorlamak için, hiç neden yokken, 500-600 evi yıktı. Soisson Kalesi teslim alındığında, çok sayıda muhabirin bildirdiğine göre, kentte hasar görmeyen ev kalmamış neredeyse. Bazı sokakların tamamen tahrip edilmiş durumda olup, hemen hemen bütün çatılar kurşunlarla delik deşikken, bir tek kalenin duvarları sağlam durumdaymış. Halkı çaresiz bırakarak Fransız subayları kenti teslim etmeye zorlamak için konutlara ateş ediliyor, insanlar yaralanıyor ve öldürülüyormuş. Ben, liberal basında bu savaş yöntemini kınayan bir şey okumuş değilim. Almanların kalelere yaptığını, Thiers de Paris’e yaptı. Ve bu durumda Komün’ün kendini elinden geldiğince savunması bir suç olarak görülmek isteniyor. 1849’daki Dresden Ayaklanması’nda Bay von Beust, yardıma çağrılan Prusyalılardan kenti ateşe vermelerini talep etti. Ve eğer birliklere komuta eden Graf von Waldersee, bu yapılmadan da isyancılarla başa çıkmayı umduğunu söylemese, bu gerçekleşecekti. Ne var ki, sonra, başka tür barbarlıklar ihmal edilmedi. Örneğin esirlerin bir kısmı büyük Elbe Köprüsü’nden suya atıldı. Esirler, köprünün korkuluklarında tutunmaya çalıştıklarında, palalarla parmakları kesildi. Benzeri ve daha korkunç zalimlikleri Versaylı inzibatçı eşkiyaları Paris’te haftalarca işlediler. Yangınların büyük bölümü Versaylıların kurşunlarıyla oldu. Bunu son yirmi yılını orada geçiren ve olayların yaşandığı sırada Paris’te bulunan bir görgü tanığı olan İtalyan Milletvekili Patrucelli della Gattinea, ‘Gazetta d’Italia’da kamuoyuna açıkladı. Aynı kişi, yangından etkilenen on evden dokuzunun Versaylıların bombalamaları sonucu gerçekleştiğini tahmin etmek gerektiğini yazıyordu. Komün’ün kundaklamalarının savunma amaçlı yapıldığını, dolayısıyla kundaklanan ve yanan evlerin sayısı yaklaşık iki yüz civarında olduğu dikkate alınırsa, Komün’ün sorumlu olduğu yangınların oranının oldukça düşük olduğunu yazıyordu.
Baylar, bana ayrılan süre epeyce ilerledi. Sadece birkaç dakikam kaldı. Ama ben verdiğim bilgilere dair kanıtları cevabın cevabında ya da düzenlenecek olan ikinci bir toplantıda –ki buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum– açıklayacağım. Söylediklerimin, karşıt taraftan verilen ifadelere dayanarak gerçek olduğunu kanıtlayabilirim…”
Sonra sözü bir kez daha, sözüm ona Ferré’nin sorumlu olduğu esirlerin kurşuna dizilmesi konusuna getirdim ve şöyle devam ettim:
“Komün, nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Onun yöntemini onaylamayanlar da en azından açıklanabilir bulacak ve mazur görecektir.
Bay Sparig konuşmasını Ferré’yi suçlayarak bitirdi. Ben de şimdi sözlerimi bitirmek zorundayım. Şurası kesin ki, Komün, utanmayı gerektirecek –bunu daha da fazla kanıtlayacak başka fırsatlar bulacağımı umuyorum– hiçbir şey yapmadı. Komün’ün gerçekleştirdiği hiçbir şiddet eylemi yoktur ki, Avrupa’da monarşik hükümetler benzer durumlarda yüz ve binlerce kat daha aşırısını gerçekleştirmemiş olsun. (Coşkulu, uzun sürekli alkışlar)”…
Başkan Motteler: “Baylar, sorunu kısa tutmalıyız. Az önce polis müdürü bana toplantıyı sadece saat 12’ye kadar sürdürebileceğimizi bildirdi.”
Ardından Sparig, kısa, ama tamamıyla önemsiz bir cevap verdikten sonra, tekrar sözü ben aldım:
“Baylar, Bay Sparig konuşmama cevap vermedi ve ilerleyen saati dikkate aldığımızda toplantıyı bugün bitiremeyeceğimiz açık olmasına rağmen, ikinci bir toplantı düzenlenmesine hazır olduğunu da ifade etmedi. Bu durumda, kısaca Bay Sparig’in sarf ettiği son sözlerinin birkaçına kısaca değinmek zorundayım. Bay Sparig, karşımıza çıkmış olmakla ortaya koyduğu cesaretini övdü durdu. Yalnızca bir avuç hayali kafadan ibaret olduğu iddia edilen bir partinin karşısına çıkmanın büyük bir cesaret gerektirip gerektirmediği konusunu bir tarafa bırakmak istiyorum.
Bay Sparig, daha sonra bugünkü konferansın, seçimlerde canlı bir katılıma katkıda bulunacağı umudunu ifade etti. Bunu biz de umut ediyoruz. (Gülüşmeler) Bundan biz zarar görmeyiz. (Onaylamalar) Bugüne kadarki her seçim, bir önceki seçimden birkaç yüz oy daha fazla aldığımızı gösterdi. Bugünkü konferansın, gelecek parlamento seçimlerinde daha da fazla oy almamıza hizmet edeceğini umuyorum. (Gülüşmeler, ‘Bravo!’ sesleri) Yine Bay Sparig, kendini, Blum’un ismini Komün ile ilişkilendirmemi Blum’un mirasçıları adına protesto etmekle sorumlu gördü. Bay Sparig’in gerçekleşmeyen bir şeyi protesto etmek için nereden vekâlet aldığını bilemiyorum. (Gülüşmeler) En az herhangi bir başkası kadar, ben de, Robert Blum’un sosyalist olmadığını biliyorum, ama o iyi bir demokrat ve gerçek bir cumhuriyetçiydi ve bu, Bay Sparig’in olduğu şeyden daha fazlasıdır. (Alkış. Bay Sparig reverans yaparak eğiliyor. Coşkulu gülmeler) Ben sadece Komün’ün, 1848 Ekim’indeki Viyana ile benzer bir durumda bulunduğunu söyledim. O zamanlar Viyana’da bulunan Robert Blum’un devrimin sürdürülmesi yönünde, Komün’ün daha kararlısını dile getiremeyeceği kadar kararlı bir şekilde fikir beyan ettiğini açıkladım. Az önce Blum’un o günlerde yaptığı bir konuşmaya atıfta bulundum. Burada şunu not etmek isterim ki, bu konuşma Sayın Arthur Frey’in Blum’un anısına yayınladığı ve Robert Blum’u insan, yazar ve siyasetçi olarak tasvir etmeye çalıştığı bir kitapta yer alıyor. Söz konusu pasajı aynen aktarıyorum:
“Yarım devrime hayır! Kanlı da olsa girilen yoldan ilerlemeye devam! Her şeyden önce; bencil niyetlerle sükûnet isteyen eski sistemin yandaşlarına acımak yok; böylelerine karşı bir imha savaşı yürütülsün.”
En kararlı sosyalistin kendini, Robert Blum’un burada devrim düşmanlarına karşı söylediklerinden daha kararlı bir şekilde ifade etmesi mümkün mü? (Alkış)
Şimdi de Windischgrätz’in Viyanalılara yaptığı duyurudan bir pasaj dinleyelim:
“Kent, her namuslu insanın yüreğini dehşetle dolduracak vahşiliklerle lekelendi! … Viyana kendini küçük ama pervasız alçaklıktan geri durmayan bir grubun hâkimiyetinde buluyor; yaşam ve mülkiyet bir avuç suçluya terk edilmiş durumda!”
Bu sözler, Bay Thiers’in Paris ve Komün üzerine yayınladığı açıklamalarla kelime kelimesine örtüşmüyor mu? (Onaylamalar)
Bay Sparig devamla, sosyal demokrasi enternasyonalizm hayaline bağlılık gösterdiği sürece kendi partileri tarafından dikkate alınmayacağını söyledi. Bu sonuncusundan feragat ediyoruz. (Gülüşmeler) Ama enternasyonallik düşüncesi gerçekten bir hayal midir? Aile kabileye dönüştü, birçok kabilenin birleşmesinden devlet ve ulus doğdu ve nihayetinde ulusların yakın ilişkisinden enternasyonallik gelişmekte. Tarihsel gelişimin seyri budur. Ve sosyalizm, genel insan sevgisi ve kardeşlik bakış açısını benimsemesiyle, ulusal savaşların ve düşmanlıkların son bulması için, halkların barışçıl bir çalışma ve kültürel ilerleme içinde birleşmesi için mücadele etmesiyle, düşünülebilecek en yüksek kültür düşüncesini temsil etmektedir. (Alkışlar)
Şimdi partimizin, dar kafalı milliyetçi bakış açısına karşı mücadele ettiği için, ırk savaşlarına karşı cephe aldığı ve halkların kardeşliğini savunduğu için bilinçli bir şekilde karalanması ve baskılara uğratılmasıyla başına gelen şey, her dönem ve çağda öncü savaşçıların başına gelenlerden farksızdır. Baylar! Mesela bugün bile koyu Katolik bir ülkeye gittiğinizde, Luther hakkında nasıl bir cehaletle fikir yürütüldüğünü duyarsınız! Dünyanın her yerinde ilerlemeyi temsil partilerin başına aynı şey gelmiştir. Liberal partinin de öyle. Bugün liberal parti dümen başındayken ve iktidarı elinde bulundururken, kendi dünyasını dünyaların en iyisi olarak görüyor ve bunu kabul etmek istemeyen bizler, bugün, liberal partiden, henüz yirmi yıl önce kendisinin feodal partiden gördüğü muameleyi görüyoruz. Bu tamamen doğal!
Bu türden suçlamalar nedeniyle yolumuzdan şaşacak değiliz; biliyoruz ki zamanımız geliyor, koşullar bizim lehimize gelişiyor; biliyoruz ki, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesiyle, ücretli işçilerin saflarına savrulacak olan orta tabakanın, küçük burjuvazinin eriyip kaybolmasıyla sosyal demokrasi nihayetinde iktidar eline geçene dek güç kazanmaya devam edecek. (Coşkulu alkışlar)
Bay Sparig son eyalet seçimlerinde Chemnitz’de hiçbir sosyal demokratın eyalet meclisine seçilmemesine sevindi. Pek yakında bu sevinç kursağında kalacak. (Gülüşmeler) Ne var ki, bu sevinçle, yalnızca gerici kuralları nedeniyle bir serbest seçimin yapılmasına engel oluşturan bir seçim yasasından duyduğu memnuniyetini açığa vuruyor olması onun için tipiktir. (Alkış) Bu arada sosyal demokratlar yine de eyalet Meclisi’ne girecekler. Bu yıl olmasa bile, gelecek yıl, buna kuşku yok! (‘Bravo!’ sesleri, gülüşmeler) Ve Chemnitz belediye meclisi, vergi listelerini tuttuğu şekilde seçim listelerini de tutmuş olsaydı –bilindiği gibi bu iki şey Leipzig’te de birbirini tutmuyor– sosyal demokratlar çoktan Meclis’e girmişti. (Gülüşmeler ve alkışlar)
Son olarak, Bay Sparig, burada bulunan muhafazakâr basın temsilcilerine dönerek, ulusalcı liberallerin sosyal demokrasi ile hiçbir işlerinin olamayacağını, muhafazakâr basının herhalde artık anlamış olduğunu söyledi. Buna gerçek anlamda inanan henüz kimse olmadı zaten; bunu yazıp çizenlerse hiç mi hiç. (Gülüşmeler)
Ortadaki gerçek şu ki, muhafazakârlar ile ulusalcı liberaller arasındaki kavga, birbirinden memnun olmayan iki eş arasındaki kavga olarak görülebilir ancak. Buna üçüncü bir kişi karıştığında hemen birlik oluyorlar. (Gülüşmeler) … Bir kaç hafta önce ‘Leipziger Tageblatt’ Gazetesi’nde bir makalede sosyal demokrasinin bütün karşıtlarına şu çağrı yapılıyordu: ‘Hepimiz tek bir büyük düzen partisi oluşturalım.’ Bundan dolayı sizleri kutluyoruz. Buna ihtiyacınız olacak. (Gülüşmeler) Kısa süre önce Chemnitz’de de bu duruma tanık olduk. Başlarda muhafazakârlar ve ulusalcı liberaller birbirlerine düştüler. Her iki parti de kendi adayını göstermek istiyordu, çünkü biri diğerine meydanı bırakmak istemiyordu. Ama bir sosyalist aday gösteriliyor denildiğinde, kavga son buluverdi ve ortak formül benimsendi: ‘Bebel’e karşı herkes’ . (Gülüşmeler ve alkış)”
Bu açıklamalarımla parlak geçen toplantı sona erdi.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑