Modern sosyal Reformizm ve KKE

Bugünkü Avrupa , kapitalist dünyadaki o eski merkezi konumunu çoktan yitirmiş olmasına karşın, yine de; gerek tekelci kapitalizmin kendisinin ve gerekse sosyalizmin  maddi önkoşullarının en çok gelişkin olduğu ülkelerden meydana gelmektedir. Bu gerçeklik karşısında, uluslararası işçi sınıfının geçici tarihsel büyük yenilgisinin çok yönlü tahribatlarının ve en derin yaralarının Avrupa halkları ve Avrupa işçi hareketinde kaydedilmiş olması şaşırtıcı değildir. Burada ama görülmesi gereken spesifik asimetri şu ki, tam da sosyalizmin maddi önkoşullarının en çok gelişmiş olduğu ve dolayısıyla sosyalist devrimi gerçekleştirmeye muktedir yegane sınıfın (işçi sınıfı) en gelişkin bölüklerinin bulunduğu bir coğrafyada, işçi hareketi; tarihinin  görece en güçsüz, en örgütsüz, en çok bölünmüş ve sosyalizme güveninin en derinden sarsıldığı bir pozisyonda bulunmaktadır. Ve, objektif koşullar ile öznel koşullar arasındaki tarihsel yenilgi kaynaklı bu görece ters orantı, hala aşılmış değildir.

Evet, hala; yani Avrupa’yı da sarsan 2007-2009 büyük ekonomik krizine rağmen. Şu açıktır ki, tekelci kapitalizmin genel bunalımının yeni bir ağırlaşma dönemine geçiş sürecini başlatan bu büyük ekonomik kriz, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin etkilerinin sürdüğü koşullarda patlak vermemiş olsaydı, sınıf mücadelelerinin seyri çok farklı gelişebilirdi.
Bununla birlikte, bu kriz, sözü edilen spesifik asimetri üzerinde hiçbir etkide bulunmadı da değil. Kriz; tekelci kapitalizminin asalak karakterini ve çürümüşlüğünü açığa vurmadı sadece; aynı zamanda, tekelci burjuvazi  dışında, ekonomik-sosyal konumları sarsılan tüm sınıflar ve onların politik temsilcileri arasında kendi konum ve gelecekleri hakkında yeni kaygı ve arayışları da gündeme getirdi. Kriz; bir yandan Avrupa işçi hareketinin kapitalist saldırılar karşısında halihazırdaki mecalinin sınırlarını görünür kılarken, diğer yandan işçi hareketini örgütlemek ve ona yön vermekle yükümlü (veya bu iddiayı taşıyan) partilerin ciddi zaaf ve zayıflıklarını da açığa vurdu…
Bu makalede; Avrupa işçi ve emekçi hareketinin  bir yerde ideolojik-politik sorunlarını açığa vuran iki tipik örnek üzerinde durulacak. Bu örneklerden biri, Syriza’da belirginleşen modern sosyal reformizm iken, diğeri Yunanistan Komünist Partisi (KKE)’de kendini gösteren sol doktrincilik ve sekterizm eğilimidir. Yukarda dikkat çekilen genel bağlam göz önünde bulundurulduğunda, bu tipik iki örneğin tam da krizin en büyük toplumsal sarsıntılara yol açtığı bir ülkede karşı karşıya gelmiş olması anlamsız değildir.

MODERN SOSYAL REFORMİZM VE İŞÇİ HAREKETİ

Alman sermayesinin yetkin borazanlığını yapan yayın organlarından “Die Wirtschaftswoche” , Yunanistan’da Syriza’nın hükümeti oluşturması üzerine çarpıcı bir kapakla okuyucusunun karşısına çıkmıştı: Kapakta, dalgalanan kızıl bayrağın üstünde üç kafa resmedilmişti; solda İspanya’daki “Podemos hareketinin şefi” Pablo İglesias, ortada Yunanistan’ın yeni başbakanı Aleksis Çipras ve sağda yeni maliye bakanı Yanis Varoufakis. Kapağın başlığı olarak, Enternasyonal’in nakaratı seçilmiş, altbaşlığında ise şunlar yazılmıştı: “Avrupa’nın yeni sol popülistleri fakir, seksi – ve refahımız için tehlikeliler”!
Bu kapağı gören her Marksist-Leninist, hemen ilk bakışta gülünç bulmuştur. Zira Podemos ve Syriza’nın komünizmle, devrimci işçi hareketiyle ilişkilendirilmesi gerçekten de gülünçtür! Alman sermayesinin yetkin yayın organı, bu yeni yetme “sosyalistler”in devrimci sosyalizmle hiçbir alakalarının olmadığını gayet iyi biliyordur. Anlaşılan o ki, sermayenin dergisi, fırsatı bulmuşken, bu “yeni sol popülistler” üzerinden bir kez daha komünizmle dalga geçmek istemiştir. Ama aynı anda, uyarma gereği de duymuştur; ‘bunların şu yada bu saik ile tetikleyebilecekleri şeyler, refahımız için tehlikeli olabilir!’ demeye getirilmiştir.
Bu uyarı ihtiyacının nedenine sonra geliriz, önce ama şunu netleştirmemiz lazım: Modern sosyal reformizmin , önceki sosyal reformizm ile temel farkı ne? Ortak noktası açık: işçi sınıfı devrimi ve iktidarını reddetmek; devrimci sınıf mücadeleleri yerine, kapitalizmi kamuoyu baskısı ve parlamenter yolla sosyal yönden reforme etmek, “insancıl kılmak”; “vahşi kapitalizmin” yerine “sosyal ve ekolojik kapitalizmi” geçirmek; sermaye ilişkisinin ön kabulü temelinde kısmi “reformlar” ile tedricen sosyal iyileştirmeler sağlamak vb. vb.. Kısacası, ideolojik bakımdan modern ve eski sosyal reformizm arasında esasa ilişkin hiçbir fark yoktur.
Modern ve klasik sosyal reformizm arasındaki en önemli fark ise, işçi hareketiyle ilişkisi, daha doğrusu ilişkisizliğidir. Bir kere bugünkü sosyal reformizm, işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin yaşandığı ve etkilerinin şu ya da bu şekilde sürdüğü koşullardaki sosyal reformizmdir. Öncekisi; dinamik ve devrimci olan bir işçi hareketini kapitalist düzenin sınırları içinde tutmak, işçi hareketini frenlemek ve devrimci mücadeleden saptırmak üzere ortaya çıkmış ve politik anlamını bu rolde bulmuştu. Hiç şüphesiz, önümüzdeki dönemde şu ya da bu ülkede ciddi bir devrimci işçi hareketi geliştiğinde, bugünkü sosyal reformizm de rolünü hemen bu yöne doğru genişletecektir.
Fakat bugün, sınıfının ana kitlesini kucaklayan devrimci bir işçi hareketi yok. Ve modern sosyal reformizm, onun yokluğuna rağmen ortaya çıkmış ve güçlenmiştir! Başka bir deyişle, sosyal reformizm sosyal reformizmdir diyerek, yani soruna salt ideolojik bakarak, mevcut olanın somut gerçekliği yeterince anlaşılamayacaktır.
Eğer, (bırakalım devrimci) işçilerin henüz belli başlı politik talepler için az çok bir sınıf olarak hareket edip, burjuvazinin saldırganlığını geri püskürtemediği koşullarda sosyal reformizm kendine gelişme alanı bulabilmişse, o zaman bugünkü sosyal reformizmde asıl esprinin onun reformizminden ziyade sosyalliğinde yattığını görmek gerekir. Başka bir ifadeyle, bugün Avrupa’nın pek çok ülkesinde görülen ve esasta da sosyal-liberal reformist ideolojinin etkisinde bulunan kitle hareketlerinin ideolojik zaafları, bu hareketlerin sosyal gerçekliğini görmemizi engellememelidir.
Bilindiği gibi, uluslararası sermaye ve özelde de Avrupa sermayesi, Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Bloku’nun dağılmasından bu yana, işçi ve emekçi halklara yönelik geniş ve dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık içerisindeydi. İşçi ve emekçiler oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, “komünizmi yenen” kapitalizmin, iddia edildiği gibi sosyal refah ve güvence getirmediğini anlamak durumunda kaldılar. Nitekim bir önceki tarihsel dönemde elde ettikleri pek çok sosyal, ekonomik ve demokratik kazanımlarını yitirdiler. Büyük ekonomik kriz bu saldırganlığı daha da katmerleştirdi. Krizin faturası işçi ve emekçilere kesildi. Şu ya da bu burjuva veya sosyal liberal ideologlar mevcut duruma ne açıklama getirirse getirsinler, gelinen yerde; geniş işçi, emekçi ve gençlik kitleleri bu saldırganlığı artık protesto ediyor, kabullenmek istemedikleri bu sosyal ve ekonomik koşullara artan tepkiler veriyor ve mevcut gidişattan hoşnutsuz olduklarını çeşitli biçimlerde dile getiriyorlar.
İşçi ve emekçi kitleler sermayenin ve hükümetlerinin saldırganlığına giderek artan vesilelerle karşı çıkıyorlar, ama ne istiyorlar? Bu saldırganlığın durdurulmasını, tasarruf politikalarına son verilmesini, sosyal hakların kısıtlanmamasını, başta genç işsizler için olmak üzere yeni iş sahalarının açılması ve bu amaçla yeni yatırımların yapılmasını, mali sermayeden daha yüksek vergiler alınmasını, özelleştirmelerin yapılmamasını, ücretlerin artırılmasını, taşeron işçiliğin sınırlanmasını ya da yasaklanmasını, iş yasalarında emekçiler aleyhine yapılan değişikliklerin iptal edilmesini, eşit işe eşit ücret verilmesini, sağlığa eğitime kaynak ayrılmasını, grev, yürüyüş ve gösteri haklarına yönelik kısıtlamaların geri çekilmesini vb. vb. sosyal, ekonomik ve politik talepler ileri sürmektedirler.
Nasıl ki seçimler işçi ve emekçilerin olgunluk düzeyini yansıtıyorsa, talepler de işçi ve emekçi hareketinin politik düzeyini ortaya koyar. Elbette soyut anlamda değil; belirli bir zaman, belirli koşullar ve belirli bir durumla bağıntılılığı içinde. Buradan bakıldığında, taleplerin genellikle savunma ve yitirilen hakları geri alma odaklı oldukları görülmektedir. Taleplerin bu özelliklerinde, mevcut işçi ve emekçi hareketiyle sosyal reformizmin örtüştükleri görülmektedir.
Nitekim, modern sosyal reformist hareketin sosyal açıdan omurgasını oluşturanlar, işçi aristokrasisi, küçük ve (sınırlı sayıda olsa da) orta burjuvalar ve aydınlardır.  Bunlar, kapitalist kriz ve onun daha da katmerleştirdiği kapitalist saldırganlık (“neoliberalizm”!) karşısında, kapitalizmin kendisi hakkında hayal kırıklığına uğramışlar ve aslında eski olan (“sosyal devlet”!) “yeni” bir “sosyal kapitalizm” (“sosyal piyasa ekonomisi”!) hayal ediyorlar. Yani, burjuvazi sosyalizmin tarihsel bir sapma olduğunu söylerken, modern sosyal reformistler kapitalizmin kendi özünden saptığını ileri sürmektedirler!
Bugünkü sosyal reformizm, bu yönüyle bir tür romantizmi (Fransız Burjuva Devrimi’nin “ilkelerine dönüş”ten, “sosyal devletin” yeniden tesisine kadar!) temsil etmektedir. Klasik sosyal reformizm ama romantik değildi, kapitalizmi sosyal reformlar yoluyla dönüştürme ufkuyla sınırlanmış olarak da olsa, yüzü ileriye dönüktü.
İşçiler ise; yaşanan büyük tarihsel yenilgi nedeniyle, sosyalizme olan güveni sarsılmış ve ideolojik bakımından büyük oranda sosyal-liberal görüşlerin etkisi altındadırlar. Tabiri caizse, iki sınıf/kesim de hayal kırıklığı ve güven sarsıntısı bakımından (birisi sosyalizmden, diğeri kapitalizmden) benzer bir halet-i ruhiyle “sosyal kapitalizm”de buluşmaktadırlar. Bu örtüşme ve buluşma; geniş işçi ve emekçi kitleleri içerisinde sosyalizm için mücadelenin bir hayal olarak görüldüğü bugünkü koşullarda, işçi sınıfını dolaysız bir biçimde şekillendirmekte; onu, krizin ve toplumsal sarsıntının etkileri ölçüsünde söylemi de radikalleşebilen modern sosyal reformist harekete yöneltmekte; günümüz sosyal reformizmin önerdiği hat üzerinden kendi sosyal ve ekonomik durumunda somut ve elle tutulur iyileştirmeler için mücadele etmeyi benimser hale getirmektedir.
Belirtmek bile gereksizdir ki, günümüz Avrupa işçi ve emekçi hareketlerinin yukarda özetlenmeye çalışılan sosyal ve politik gerçekliği anlaşılmadan, hiçbir devrimci görev doğru ve gereğiyle yerine getirilemez. Ve bu gerçeklik kavrandığı ölçüde, günümüz komünistlerinin halihazırdaki işçi hareketi karşısındaki görevlerinin ne denli karmaşık ve zor olduğu ve onlardan ne denli öngörü, sabır ve esneklik talep ettiği de görülecektir.
Wirtschaftswoche dergisinin, kapitalizmi ortadan kaldırmayı amaçlamayan ve aslında bir önceki “sosyal devlet” ya da “sosyal refah toplumu”nu talep eden modern sosyal reformizmin güçlenmesine yönelik “tehlike” uyarısının nedenine gelince. Bu uyarıda dile gelen, tekelci burjuvazinin tecrübesidir. Onların ideologları gayet iyi bilmektedirler ki, tarihte belirli sosyal ve politik amaçlarla yola çıkıp bambaşka hedeflere ya da sonuçlara ulaşan ya da neden olan pek çok hareketler vardır. O nedenle, hiçbir şekilde ateşle oynanmasını istememektedirler!

MODERN REVİZYONİZMİNİN NEDEN OLDUĞU TAHRİBAT
Marksist-Leninistler olarak biliyoruz ki, sözünü etmeye değer sosyal reformların olabilmesi için, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerinin devrimci bir mücadelesi gerekir. Zira tarihte reformlar, her zaman bu devrimci mücadelenin bir yan ürünü olmuşlardır (yani, bu devrimci mücadeleyi zayıflatmak, onu törpülemek üzere alınan tedbirler ve verilen tavizler olarak reformlar). “Sosyal Demokratlar olmasaydı, sosyal reformlar da olmazdı” (Bismarck). Aynı şekilde, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği olmasaydı, “sosyal devlet” de olmazdı. Avrupa işçi hareketinin tarihi, bu savı doğrulayan örneklerle doludur. Dolayısıyla, sorunun bu yönü açıktır.
Ancak, açık olan diğer gerçek de şu ki, günümüz işçi hareketi kendi tarihi ve tarihsel birikiminden büyük oranda kopmuş durumundadır. Çelişik ve özgül bir durumla yüz yüzeyiz: İşçi sınıfının politik bir sınıf olarak tarihsel-teorik birikimiyle, halihazırdaki pratik mücadelesinin teorik ufku arasında ciddi bir orantısızlık söz konusudur. Bu çelişik durumun doğmasına neden olan faktörlerin asıl kaynaklarını görebilmek için, SBKP’nin 20. Kongresi’nde iktidarı gasp eden modern revizyonizme ve onun fiilen ebeliğini yaptığı tarihsel yenilginin nedenlerine bakmak gerekir.
Konumuzu dağıtmamak için burada şu kadarını belirtmekle yetinelim: Modern revizyonizm işçi sınıfının devrimci teorisini sığ ve formel bir teoriye dönüştürdü; Lenin’in “Marksizmde tayin edici” olarak gördüğü “onun devrimci diyalektiği”ni  köreltti ve bu yolla Marksizm-Leninizmi işçi hareketi için bir eylem kılavuzu olmaktan çıkarttı. Modern revizyonizmin hakimiyeti boyunca, özellikle Batı Avrupa’da verilen işçi mücadeleleri ciddi anlamda devrimci bir işçi hareketi düzeyine çıkamadı. Avrupa’da 1960’ların sonu ile 1980’li yıllara kadar sayısız işçi mücadeleleri gerçekleşti. Ancak bu mücadeleler, gerek SB’de iktidarı ele geçiren modern revizyonizm (ve haliyle Batı Avrupa’da onunla birlikte hareket eden revizyonist partiler) tarafından, gerekse Avro-Komünizmi tarafından devrimci bir işçi hareketini geliştirmek ve örgütlemek anlayışıyla, işçi sınıfını iktidarı almaya muktedir kılacak bir perspektif ve pratikle yönlendirilmedi. İşçi hareketinin bu süreçte devrimci nitelikleri zayıflatıldıkça, işçi sınıfı sosyal reformizmle liberal burjuva görüşlerin tam hakimiyetine girmeye başladı. SB ve Doğu Blok’un dağılması ise işin tuzu biberi oldu, daha doğrusu belirginleşmeye başlamış bir durumun politik olarak da görünür hale gelmesi ve böylelikle Avrupa işçi hareketinin devrimci niteliklerinin erozyona uğratılması sürecinin tamamlanmasını beraberinde getirdi…
Peki belirtilenler bakımından KKE ne tür bir pozisyondadır? KKE, özellikle son yıllarda, 20. Kongre ve Kruşçev revizyonizminin eleştirilmesi  gibi belli başlı ideolojik ve politik konularda olumlu bir yönelim ve tutum içerisinde olmasına karşın, modern revizyonizmin Marksist-Leninist teorinin devrimci özünü boşaltmasının, en başta da komünist partilerin işçi hareketi karşısındaki konum ve görevlerinin kavranmasında yol açtığı tahribatları hala aşamamıştır. Nitekim, dünya ekonomik krizinin Yunanistan’daki çok yönlü tahribatlarının gündeme getirdiği siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantılar, bunların yol açtığı toplumsal sarsıntılar, oldukça kısa bir sürede KKE’nin bu konudaki zaaflarını açığa vurmuştur. KKE’nin sözü edilen konulardaki zaaf ve yanlışlıkları; onun, sınıf mücadelesinin Yunanistan’da aldığı biçim ve koşullarda  bir komünist partisi olarak üstesinden gelmesi gereken karmaşık ve zor görevleri hakkıyla yerine getirememesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu zaafların ve yanlışlıkların dostça eleştirisi hem Yunanistan hem de Avrupa işçi hareketinin çıkarları bakımından elzemdir.
Dostça diyoruz, çünkü bilinmesi gerekir ki, burada yöneltilen eleştirilerin mantığının, KKE’yi “sağ oportünist” bir mevziden eleştirenlerin mantığıyla hiç bir alakası yoktur.  Nitekim KKE, bir süredir, kendisinin de mensubu olduğu uluslararası mihrak saflarında belirli tartışmalar içerisindedir. KKE’ye göre, “komünist hareket içinde bir kriz” mevcuttur: “Oportünizmin güçlenmesi, kendini, uluslararası komünist hareketin ideolojik-politik ve örgütsel krizinde göstermektedir”.  Hareket içinde “ayrılıklara neden olan” sorunlar; devrimin karakteri ve aşamalarından parlamenter anlayışlara kadar, kapitalist krize karşı tutumdan proletarya enternasyonalizmine kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. “Kritik sorunlar” üzerine beliren görüş ayrılıkları artık ortak politik açıklamaları dahi zorlaştırmıştır. Örneğin bu hareket, iki yıldan bu yanadır ki, yıllık genel konferanslarının ardından ortak deklarasyonlarını çıkartamamıştır.
Gelinen yer itibarıyla; KKE, “Uluslararası komünist hareketin birliğinin bazı sorunları üzerine” başlıklı açıklamasıyla, hareketi içerisindeki tartışmalarla ilgili kendi fikirlerini kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu ve pek çok başka metinde açık sağcı tezlerle ilgili (Avrupa Birliği’nin halkların lehine dönüştürülebilirliği; BRİCS ülkeleri bağlamında Çin ve Rusya hakkında yayılan hayaller; Latin Amerika’daki “ilerici hükümetler”le ilgili “sosyalist” nitelemeler; “21. yüzyıl sosyalizmi”ni ve Çin ve Vietnam’daki “pazar sosyalizmi”ni olumlama vb. vb.) birçok doğru şeyler söylenmektedir. (Bu arada belirtelim ki, KKE’nin belirtilen konularda yaptığı bazı değerlendirmelerin, modern revizyonizme karşı mücadeleden doğan ve karşı-devrimin şaha kalktığı yıllarda Quito Deklarasyonu ile kendini yeniden mevzilendiren Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın –CIPOML– baştan beri savunduğu fikirlerle örtüşen yönleri de bulunmaktadır.) Ancak, bu olumluluğa karşın, aşağıda da göreceğimiz gibi; partinin işçi hareketi karşısındaki konumu ve sorumlulukları, ona ilişkin görevleri ve bu amaçla geliştirmesi gereken taktikler ve ittifaklar konusunda doktriner ve sekter eğilimler muhafaza edilmektedir.

KKE’NİN “İTTİFAK VE MÜCADELE ÇİZGİSİ”

Sözü edilen metinde KKE, ülkesinde geliştirdiği “ittifak ve mücadele çizgisi”ne dikkat çekmekte. Bu çizginin “ağırlık noktasının”; “işçi hareketini yeniden inşa etmede, sınıf yönelimi ile işçi sınıfının sınıf birliğini güçlendirmede yattığı” belirtilmekte. Ayrıca partinin, “halk ittifakının; yani işçi sınıfıyla yoksul köylülerin, küçük esnafların, kadınların ve halk tabakalarının ailelerinden gelme gençliğin ittifakının inşası için çalıştığı” vurgulanmakta. “Verili koşullarda bu ittifak bugün ifadesini, örneğin işçi sınıfında PAME gibi, köylülükte PASY gibi, serbest çalışan ve kentlerdeki esnaflarda PASEVE gibi, üniversiteli gençlikte MAS gibi ve kadınlarda OGE gibi mücadeleci birliklerin eylemlerinin koordinasyonunda bulmaktadır.”
İlk bakışta sanılabilir ki, Yunanistan’da gerçek bir halk ittifakı kurulmuştur. Ama maalesef öyle bir durum söz konusu değildir. Denilmektedir ki, “toplumsal halk ittifakının anti-kapitalist anti-tekelci bir doğrultusu vardır”. Yani? Yani gerçek şu: PAME, PASY, PASEVE, MAS, OGE; bu “mücadeleci birlikler” KKE’nin kendisinin kurduğu ve kendi çizgisinde bulunan birliklerdir! Zaten böyle olduğundan da, “anti-kapitalist anti-tekelci” birliklerdir. KKE ve Yunanistan’ı takip eden herkes bilmektedir ki, bu birlikler, “yüz binlerce işçi ve halk güçlerini seferber ediyor” olsalar da, milyonlarca işçi ve emekçinin yalnızca bir kesimini temsil etmektedirler. Dolayısıyla bu birlikler yalnızca “mücadeleci” değil, aynı zamanda “öncü” birliklerdir. KKE’nin tabiriyle bunlar, “öncü yığın aktiviteleri”ni gerçekleştiriyorlar! Kısacası, ortada gerçek bir “toplumsal halk ittifakı” yok, tersine KKE’nin kendi ya da kendi çizgisindeki sendikal, gençlik, kadın, köylü vb. örgütlerinin bir birliği var.
Öte yandan, bu “mücadeleci birlikler”, KKE ile birlikte, “anti-kapitalist anti-tekelci” yönelimleri doğrultusunda, bir yerde devrim için hazırlanmaktadırlar; “halk ittifakı”, “halkın her sorunu için mücadeleyle büyüyecek, yeni koşullara uyum sağlayacak ve kendisini hazırlayacak, öyle ki devrimci durum koşullarında öncü bir rol oynayabilsin.” “Devrimci durumun nesnel bir karakteri vardır ve her parti kendini buna hazırlamalıdır.” “KKE, sınıf bilinçli hareket ve halk ittifakı; bu doğrultuda Yunanistan’daki mücadelede öncü bir rol oynamakta; sermayenin, onun parti ve hükümetlerinin güçlerine ve emperyalist AB’ye karşı yüzbinlerce işçi ve halk güçlerini seferber etmektedirler.”
KKE’nin bu mücadele anlayışı, mensubu olduğu mihrak içerisinde de eleştiri konusu olmuş ki, sözü edilen metinde şunlar söylenmekte: “Devrimci mücadeleyi kötü göstermeye, onu ‘sektercilik’ olarak karalamaya çalışan açıklamalar, komünist harekete zarar vermektedirler. Bu açıklamalar, tekellere ve kapitalizme karşı, halkın her sorunu için somut hedef belirlemelerle mücadele eden KKE, PAME ve diğer mücadeleci birliklerinin öncü yığın aktivitelerini değersiz göstermeye çalışıyorlar.”
Burada sözü edilen “açıklamalar”da hangi neden ve argümanlarla “sektercilik” eleştirisinde bulunulduğunu bilmiyoruz. Fakat KKE’nin sınıf mücadelesi anlayışının sekter özellikler taşıdığını belirtmek lazım. “Öncü yığın aktiviteleri”nde, “halkın her sorunu için somut hedef belirlemelerle mücadele” ediliyor olması da, bu anlayıştaki sekterliği ortadan kaldırmamaktadır (halkın somut sorunları için mücadele ettiklerini bildik sekter akımlar da söylemektedirler). Zaten asıl mesele de, bu “öncü yığın aktiviteler”in hangi sorunlar için yürütüldüğünde değil; sorun anlayışın kendisinde, yani işçi ve emekçi hareketinde ayrı bir öncü birlik (kamp) oluşturulmasındadır. KKE’nin toplumsal hareket içinde ayrı bir öncü birlik oluşturduğu; hemen hemen her eylem, gösteri ve kutlamalarda bu öncü birliği ile ayrı yürüdüğü, ayrı örgütlediği, ayrı harekete geçtiği herkesin malumudur…
Ama devam edelim. KKE gibi, Yunanistan işçi ve emekçi hareketinde hala önemli bir yer tutan bir parti, hangi saik ile verili işçi ve emekçi hareketinde ayrı bir öncü kamp oluşturmayı Marksizm-Leninizm adına savunabilir? Bu tutum şu iki argümana dayanıyor:
a) Yunanistan’daki “devrimin karakteri sosyalisttir”. KKE ve onun çizgisinin dışındaki partiler, hareketler, sendikalar, kitle örgütleri, reformist ve/veya burjuva ve düzen içidirler (en azından işçi ve emekçi hareketinde belirli bir gücü olanlar bakımından). Devrimin karakteri sosyalist olduğundan kurulacak ittifaklar da “anti-kapitalist anti-tekelci” olmak zorundadır. Dolayısıyla, başka güçlerle ittifakla değil, tersine KKE önderliğindeki “mücadeleci birlikler”in “öncü yığın aktiviteleri”ne işçi ve emekçiler kazanılarak “toplumsal halk ittifakı” kurulacaktır.
b) Kapitalizmden sosyalizme geçişte “ara aşamalar” yoktur: “Sorun büyüktür. Aşamalar mantığı, objektif ve niyetlerden bağımsız olarak, kapitalizm çerçevesinde halkın lehine çözümler aramayı öğütler. Bu sav, ‘ara aşamanın’ sübjektif faktörün olgunlaşmasına katkı yapması ve sosyalizme bir köprü görevini görmesi ile gerekçelendirilmekte. … Bu yaklaşım tarzının kendisi hiçbir zaman ve hiçbir yerde tanıtlanmadı ve 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin dersleriyle de çelişmektedir. Daha kötü olan ama, aşamalar mantığının; sistemi idare etme çözümlerine, örneğin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaya devam eden ve siyasal iktidarı elinde tutan tekellerin çıkarlarını (objektif olarak) idare eden ‘sol, ilerici ya da yurtsever hükümetler’ arayışına götürmesidir.” KKE’ye göre “bu opsiyon”, “illüzyonları” teşvik ediyor, “işçi hareketini çetin sınıf mücadelelerine hazırlamaya katkı sunmuyor”, aksine işçi hareketini “hep geç davranmaya mahkum ediyor, burjuva ideolojisi ve politikaya açık hale getiriyor ve parlamenter hayallere sürüklüyor.”
Görülen o ki KKE, “subjektif faktörün” bugünkü gerçekliğine gözlerini kapamış durumda! Bu sadece yukardaki satırlarda değil, son dönemde pek çok açıklamalarında dile getirdikleri “sınıfı yabancı bayrak altına sokmayacağız!” söylemlerinden de görülmektedir.
Lenin, bu gibi eğilimlerle karşı karşıya olunduğunda önerdiği şey, “tartışmasız gerçeklerle fiili sınıf güçlerinin olabildiğince salim ve kesin değerlendirmesini dikmek”tir!  Bunu yapmak lazım, zira KKE, içinde bulunduğumuz koşullarda, yani; işçi sınıfının büyük tarihsel yenilgisinin etkilerinin hala ciddi anlamda devam ettiği, işçi sınıfının sosyalizme güveninin sarsıldığı, dahası işçiler arasında burjuva ve sosyal liberal görüşlerin hakim olduğu bir dönemde; şu ya da bu “opsiyona”, işçileri “burjuva ideolojisi ve politikaya açık hale getiriyor”, “parlamenter hayallere sürüklüyor” gerekçesiyle karşı çıkıyor! KKE gerçekte kimi gözeterek bu “illüzyonlar”dan dem vuruyor? İşçi ve emekçi kitleler olmasa gerek, zira onlar bu “illüzyonların” kapanında zaten. KKE ilgisinin odak noktasına işçi ve emekçi hareketinin bugünkü gerçekliğini koysa, sorunun aslında tersinden olduğunu fark edecek, yani; ne ve nasıl yapabiliriz de bu illüzyonların kapanında olan işçileri, kendi bağımsız hareketlerini geliştirebilecek bir yola sokabiliriz?
Bugünün çok yönlü ve karmaşık görevlerinin en temel boyutunu teşkil eden bu soruya sonra geri dönmek üzere, “ara aşama”lar tartışmasıyla ilgili iki hususu belirtmekte fayda var. 1) Bu “ara aşama” ile, Kruşçev revizyonizminin özellikle ileri kapitalist ülkelerdeki komünist partilerine dayattığı “anti-tekelci demokrasi” üzerinden “barışçıl yoldan sosyalizme geçiş” kastediliyorsa, elbette böyle bir “ara aşama”nın; yani sosyalist devrimi baştan öngörmeyen, teorik bakımdan olası, tarihsel bakımdan istisnai ve geçici bir durumu bugünden mutlaklaştırıp devrimin yerine geçiren ve aslında işin başından işçi sınıfını sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere örgütleyip bilinçlendirmeyen bir programatik çizginin Marksizm-Leninizm adına savunulamayacağı ortadadır.
Bu anlamda bir “anti-tekelci demokrasi” yanlıştır. Çünkü bu anlayışta asıl mevzu, istisnai bir olasılık değildir; tersine, burada bir sapma, yani işçi sınıfını, sosyalist devrimi gerçekleştirmeye muktedir bir sınıf olarak örgütleme ve bilinçlendirme görevinden sapma vardır. Bu anlamdaki, yani aslında ara aşama olmayan bir “ara aşama” tezine karşı çıkıyorsa eğer KKE, itiraz etmekte haklıdır kuşkusuz.
2) Gelgelelim bu, bu itirazın sekter bir pozisyondan yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bu itirazı temellendirmek için bugünkü gerçekliği göz ardı etmenin bir gereği olmadığı gibi, ‘gelecekte de olmayacaktır’, yani “ne burjuva iktidarının, ne de işçi –halk iktidarının bir ara aşaması yoktur”  diyerek her tür “ara aşama”yı reddetmenin de bir anlamı yoktur.
Lenin, Ekim Devrimi’nin de tecrübesine dayanarak; “Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir.”  der. Ara aşamalar ve uzlaşmalar “tarihsel gelişme tarafından” yaratılır. Ve Engels’in de dediği gibi, “Alman komünistleri, kendilerinin değil, tarihsel gelişmenin yarattığı bütün ara-aşamaların ve bütün uzlaşmaların ötesinde son amacı, yani sınıfların kaldırılmasını ve toprağın ve üretim araçlarının özel mülkiyetine yer vermeyen bir toplumsal düzenin kurulmasını, açıkça görebildikleri için komünisttirler.”
Fakat, tarihin, keskin söylemleri dikkate almayacağı gerçeği bir tarafa; şimdi daha önemli olan, bu yaklaşımın bugünkü sınıf mücadelesinin görevleri bakımından ciddi bir handikap oluşturmasıdır. Handikaptır, çünkü ‘tek çözüm’ yaklaşımı, komünistlerin ufkunu darlaştıran, çalışmalarını tek boyuta indirgeyen ve sınıf mücadelelerinin zengin biçimlerini zamanında görme ve onları verili işçi hareketinin dayanakları haline getirme yeteneğinden mahrum kılmaktadır. Modern revizyonizmin Marksizm-Leninizmi formel bir teoriye dönüştürmesinin kaynaklık ettiği darlıkları aşamamışken, güçlenen sosyal-reformizm ve sağ oportünizm karşısında sol sekter eğilimlere yönelen KKE, bugün sadece asgari programdan yoksun bir parti değil, aynı zamanda stratejisi ile taktiği arasındaki ilişkide her birisinin diğeri karşısındaki özgül farklılığını yitirdiğinden, stratejisinin taktiğe gereksinim duymadığı ve taktiğinin de stratejisi ile farklılaşmadığı bir parti durumundadır.
Somutlaştırmak gerekirse. Örneğin KKE MK üyesi ve uluslararası ilişkiler sorumlusu Elisseu Vagena’nın 2012 seçimlerinin hemen öncesinde Evrensel gazetesinin kendisiyle yaptığı röportajda şunları söylemekte: “KKE bugün bir ara ‘aşama’ için mücadele etmemektedir ve bir ‘asgari programı’ yoktur. Kuşkusuz bu, stratejisinin olduğu ama taktiğinin olmadığı anlamına gelmiyor. KKE’nin taktiği, mücadelenin hedefleri için işçilerin birleştirilmesi ihtiyacını ve toplumsal ve demokratik hakların savunulması ve halkın modern yaşam ihtiyaçlarının karşılanmasını içermektedir. Halkın her sorununa ilişkin mücadelenin gerek duyduğu tutum ve hedeflerimizi ortaya koyan bütünlüklü bir çizgimiz var. Kaldı ki işçi-halk iktidarı kurulmadan kapitalizmin egemenliği altında emekçilerin elde ettiği tüm kazanımların geçici olduğunu söylüyoruz.”
İşçi ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu somut koşulları tekrar tarif etmenin bir gereği yok; ancak, tam da işçi hareketinin genel olarak çok zayıf olduğu bugünkü tarihsel koşullarda, “emekçilerin elde ettiği tüm kazanımların geçici olduğunu söyleme”nin mantığı ne? Bu söylemin somut işçi hareketinde, yani kazanımların “k”sinin bile neredeyse kalmadığı bir dönemde bir karşılığı var mı? Kaldı ki, bu kazanımların mutlak olarak geçici olacağı da doğru değildir. Bugün gelişecek bir işçi hareketinin elde edeceği kazanımlar, gayet tabii devrimci bir işçi hareketinin dayanakları da olabilir ve zaten çabası verilmesi gereken de bu değil midir? Lenin, mevcut düzenin zeminindeki yarım ve ikiyüzlü ‘reformları’, proletaryanın tam kurtuluşu için ilerleyen işçi hareketinin “üslerine” dönüştürmekten söz eder.  Çeşitli kazanımlar ve başarılar elde etmeden, onları birer üss haline getirmeden, işçi-halk iktidarı işçi sınıfının bu ve benzer kazanım ve birikimleri değil de neyin üstünde yükselecek ki – eğer sosyalizm, hayali ya da bu maksatla özel olarak tasarlanmış insan malzemesiyle değil de, kapitalizmin bıraktığıyla kurulacaksa?  Bugün üzerinde durulması gereken kazanımların geçiciliği değil; aksine bu kazanımların elde edilmesinin yollarını bulmak, bu yolla işçi hareketinin kendi özgüvenine kavuşmasını sağlamak, bu kazanımları işçi sınıfının tam kurtuluş mücadelesinin birer üsleri haline getirmektir. Bu yapıldığında, mücadelenin ufku gerçekte de kısmi başarılarla sınırlanmayabilir ve işçi-halk iktidarı da teorik bir çözüm öngörüsü değil de bugünün somut çelişkilerinin yegane çözüm yolu olarak pratikleşebilir.
“KKE’nin taktiği” bağlamında söylenenlere bakalım: “İşçilerin birleştirilmesi ihtiyacı”, “hakların savunulması” ve “yaşam ihtiyaçlarının karşılanması”… Burada somut ve belirli bir “taktik” olarak tanımlanabilecek bir şey var mı? Açıktır ki bunlar, 2012 seçimleri öncesinin somut durumuna ilişkin; yani ülkenin salt sosyal değil, politik bakımdan da hareketli olduğu ve partinin son derece esnek ve hatta çelişik bile görünebilecek tutumları geliştirmesi gerektiği bir duruma ilişkin, spesifik bir şey içermemektedirler.
“Program, işçi sınıfının diğer sınıflara yönelik genel, temel ilişkilerini, taktik ise tekil ve geçici ilişkilerini belirler.” (Lenin)  KKE’nin sınıf mücadelesi anlayışındaki sekter eğilimlerin; temsil ettiği iddiasını taşıdığı işçi sınıfının diğer sınıflar karşısındaki mücadele kapasitesini ve etki derecesini artıracak “tekil ve geçici” politik tutumlar geliştirmesini engellediği, ülkenin ağır bir kriz sürecinde doğan ve ama bu ve başka zaaflarından ötürü değerlendiremediği olanakların modern sosyal-reformist ve faşist güçlerce doldurulduğu acı bir gerçektir.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNE YAKLAŞIM
Son iki yılda, özellikle de ama son seçimlerde KKE üzerinde, Syriza’nın gelişme kaydetmesi ve ittifak önerileriyle de öne çıkması neticesinde büyük bir baskı oluştu. İdeoloji ile politikayı birbirinden ayırt etmeyen (ayıran değil!)  KKE, ittifak tekliflerini reddetti. Ve bilindiği üzere, seçimlerde galip çıkan Syriza hükümeti kurdu. KKE, hükümet ortağı olmayacağı gibi, Syriza hükümetine herhangi bir tolerans da tanımayacağını açıkladı…
Elbette KKE’nin, sosyal reformist Syriza’nın liderliğindeki bir hükümetin koalisyon ortağı olması yanlış olacaktı. Engels’in, “Fransız sosyalist demokratların” 1848 Şubatı’ndan sonra oluşan ilerici hükümette sunulan koltukları kabul etme hatasına dikkat çeken örneği bilinmektedir. Fransız sosyalist demokratları yanlış yaptılar, zira; “hükümette bir azınlık meydana getirerek, hükümetteki varlıkları temsil ettiklerini iddia ettikleri işçi sınıfının devrimci eylemini tümüyle felce uğratırken, yalnız cumhuriyetçilerden oluşmuş çoğunluğun işçi sınıfına ettiği bütün alçaklıkları ve ihaneti gönüllü olarak paylaştılar.”
Bununla birlikte; KKE’nin zamanında işçi ve emekçi halkın acil ve yakıcı taleplerini içeren bir platformla çıkması ve Syriza ve başka ilerici güçlerle bu platform üzerinden geniş bir ittifak kurması ve emekçi halkın bu taleplerine sadık kalmayı Syriza ile ittifakının kriteri haline getirmesi mümkündü ve işçi ve emekçi hareketinin halihazırdaki bilinç düzeyi ve beklentileri bakımından da elzemdi. Bu taktik tutumda murat edilen Syriza’nın devrimci bir politika izleyebileceği beklentisi olamazdı elbette; tersine işçi ve emekçilere Syriza’ya bağladıkları umutları giderek gerçekçi bir temele oturtmalarına yardımcı olmak, yani bu umutlarının gerçekleşmesini Syriza’ya havale etmemelerini, aksine gerçekleşmeleri için kendi inisiyatiflerini geliştirip korumalarını sağlamaktı. Sözü edilen durumda, yani geniş bir ilerici güçler ittifakının kurulmuş olması durumunda, emekçi halkın desteği sadece Syriza’ya da verilmiş olmayacaktı. Ve KKE de bu durumda, geniş ittifakın, yani halkın somut bir tercihinin en tutarlı temsilcisi ve halkın acil taleplerine en sadık gücü olduğunu kanıtlayabilir ve elde etmiş olacağı bu pozisyonla geniş emekçi kitlelerinde kendisine ve genel olarak sosyalizme yönelik önyargıların kırılmasında belirli adımlar atma olanağını yakalayabilirdi.
Tam da içinde bulunduğumuz koşullarda, yani kapitalizmin temel çelişkisinin kendisini dışavurma biçimlerinin alabildiğine çeşitlendiği ve haliyle sınıf mücadelelerinin –proletaryanın kendi bağımsız hareketiyle öne çıkamamış olması nedeniyle de– daha dolayımlanarak cereyan ettiği koşullarda, işçi sınıfının partisinin düne göre daha çok “zikzaklı, dolambaçlı yoldan yürümesi” gerektiği kaçınılmazdır. “Sorun, bu taktiği, proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci ruhunu, mücadele etme ve yenme yeteneğini düşürecek değil, yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir.”  Sorun, “komünizm fikirlerine en fedakarca bağlılığın” “her türlü zorunlu pratik uzlaşmalar, zikzaklar, barış manevraları ve ricat vb. ile birleştirilebilme”sindedir.
Ne var ki KKE, Syriza’nın sosyal reformist karakterine odaklandığı kadar, işçi ve emekçilerin kendilerine, onların bugünkü bilinç düzeyine, beklentilerine ve olup biteni algılayışlarına ve ruh hallerindeki değişime odaklanmadı. Oysa, her zaman ve ama özellikle de içinde bulunduğumuz dönemde, bu hususlar üzerinde özel olarak yoğunlaşmak gerekmiyor mu? İşçi ve emekçilerin Syriza’ya yönelmeleri salt onların “illüzyonları”nı göstermiyor, aynı zamanda; emekçi halkın artık daha büyük bir kesiminin izlenen tasarruf politikalarını sineye çekmek istemediklerini, sadece emekçilerin değil, sermayenin de krizin yükünü omuzlamasını istediklerini ve kendi yakıcı talepleri ve ihtiyaçları için yerleşik partilerin dışında politik bir alternatif arayışında olduklarını da göstermiyor mu?
İşçi sınıfının çoğunluğunun görüşlerinde ciddi bir değişiklik olmadan “işçi-halk iktidarı”nın mümkün olamayacağı; bu değişimin de yalnızca propagandayla değil, “kitlelerin politik deneyimleriyle” gerçekleşeceği açık değil mi? Komünistler için açık ve net olan pek çok şeyin, geniş kitleler için net ve açık olmadığı gerçeği, tarihsel yenilginin etkilerinin sürdüğü bugünkü koşullarda daha çok geçerli değil mi? “Saf komünizm bakımından, yani soyut, henüz siyasal ve pratik yığın hareketi için olgunlaşmamış komünizm bakımından”, çeşitli burjuva siyasetçileri arasındaki görüş ayrılıkları “hafife alınabilir ve hiç bir önem taşımayabilir”. “Ama yığınların pratik hareketi bakımından bu ayrılıkların pek büyük önemi” olduğu hiç göz ardı edilebilir mi?
Sadece en bilinçli öncüsünü değil, “bütün sınıfın bilincinin ve hazırlığının, sadece ilerici unsurlar değil, emekçiler yığınının tümünün bilincinin ve hazırlığının gerçek durumunu özenle gözlemek” komünistlerin bugünkü görevlerinin başında gelmiyor mu? “Yığınların seviyesine” inmeden, kitle kuyrukçuluğu ve işçi dalkavukluğu yapmadan ve onlara acı gerçekleri söylemekten vaz geçmeden, bir “yığın partisi olarak davranmayı bilmek” mümkün değil midir? Elbette ki mümkündür ve zorunludur, çünkü bir “ikilem” gibi görünen bu diyalektik ilişkiyi korumanın ve geliştirmenin başka bir alternatifi yoktur! Lenin’in dediği gibi, “komünistlerin bütün görevi, bilinçlemede geç kalanları inandırmayı bilmek, onların arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan ‘sol’ sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir.”
Kısacası, KKE’nin işçi ve emekçi hareketine yaklaşımında iki somut zaaf dikkat çekiyor: a) politikadaki pedagojik unsuru gözetmeme, b) parti fetişizmi.
a) Hiç şüphesiz, bir komünist partisinin politik görevleri pedagojiye indirgenemez. Bu yapıldığında, partinin politikası kapsayıcılığını yitirip yüzeyselleşir, dahası öngörücü ve yönlendirici özelliğini kaybeder. Ancak bu doğru; partinin politik çalışmasında, özellikle de işçi ve emekçilere yönelik çalışmasında, “her zaman pedagojinin belirli bir unsuru” bulunduğu, bulunmak zorunda olduğunu gereksiz kılmaz, kılmamalıdır da. Buna dikkat etmemek; partinin politik çalışmasının işçi sınıfının bütününü eğitmesi gerektiğini, devrimci teorinin sınıfın en geri kesimlerine dek anlatılması gerektiği, parti politikalarının doğruluğundan onların da ikna edilmesi gerektiği, onların bilinçlerinin; “özenli ve sabırlı”, güvenlerinin kazanılması ve özdeneyimlerinin gözetilmesi suretiyle yükseltilmesi gerektiği unutulmuş olur. Bu unsuru unutmak, bilimsel sosyalizmi “kuru bir dogmaya” dönüştürmek, salt “kitabi konuşmak” demektir.
Fakat örneğin KKE Genel Sekreteri Dimitris Kuçubaş, Syriza’yı iktidara taşıyan seçimlerin hemen öncesinde partisinin 96. kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada diyor ki: “Halk, bütün halk karşıtı hükümetlerden ve politikalarından kurtulmak ve kendi iktidarını kurmak ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Bugünkü durum (ulusal ve uluslararası) zaman kaybetmemize izin vermemektedir.”  Seçim sonuçları da gösterdi ki, halk tarif edildiği anlamda bir ihtiyaç hissetmemiştir! Gerek duyulmayan bir gereksinim, olsa olsa teorik bir gereksinim olabilir. Demek ki halkın kendisi, henüz “kendi iktidarını kurmak ihtiyacı ile karşı karşıya” değildir. Dolayısıyla, genel sekreter burada halkla ilgili salt kendi (partisinin) istemini dile getirmiş olmaktadır. Lenin, “devrimciler için en tehlikeli yanılgı”nın, “kendi isteklerini, ideoloji ve siyaset alanında kendi görüşlerini, nesnel gerçeklikle birbirine karıştırma”ları olduğunu söylerken, yerden göğe kadar haklı değil midir?
Peki ama, Yunan halkı Kuçubaş’ın söylediklerini henüz bir ihtiyaç olarak hissetmiyor olması, söylenilenin mahiyetinin tarihsel-teorik bakımdan doğru oluşunu ortadan kaldırıyor mu? Hayır kaldırmıyor ama, işçi ve emekçi hareketinin bugünkü gerçekliğinde karşılığı olmayan soyut bir doğrunun belirtilmesinden de öteye gitmiyor. Şimdi soruyoruz: KKE’nin, modern revizyonizmin Marksizm-Leninizmi formel bir teoriye dönüştürmesinin kaynaklık ettiği darlıkları henüz aşamadığını söylerken, haksız bir saptamada mı bulunuyoruz?
b) Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, komünistlerin proleterle nasıl bir ilişki içinde olduklarını açıklarken, bugün özellikle yeniden hatırlatılması gereken şu ifadeleri kullanırlar: Komünistlerin; “bütün proletaryanın çıkarlarından ayrışan çıkarları yoktur” ve “proletarya hareketini biçimlendirmesini istedikleri özel (sekter) ilkeler ileri sürmezler”. Komünistler “öteki proleter partiler”den, başka şeylerin yanı sıra, şu özellikleriyle ayrışırlar: “Proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin geçtiği çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman bütün hareketin çıkarlarını temsil ederler” ve proletaryanın geniş kitlesine karşın “proletarya hareketinin koşulları, gidişatı ve genel sonuçlarını teorik olarak kavrama üstünlükleri bulunur”. Komünistlerin önündeki amaç ise; “proletaryanın sınıf haline gelmesi, burjuva egemenliğinin yıkılması, politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi”dir (bu sıralamanın gelişi güzel olmadığı açıktır!).
Komünistlerle proleterler arasındaki ilişki ve komünistlerin amacına dair yukardaki yalın ifadeler göz önünde bulundurulduğunda, Marx ve Engels’in Birinci Enternasyonalin kuruluş metnine, “özel olarak formüle ettik” dedikleri şu “savaş narası”nı yazmaları anlamsız değildir: “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır.” 
Bu yeniden hatırlatma ve vurguya neden gerek duyuldu? Çünkü modern revizyonizm parti mefhumu konusunda da aşılması gereken ciddi tahribatlar yaptı. Modern revizyonizm, tahmin edilebilir nedenlerle, adeta bir parti fetişizmi yarattı. Parti fetişizminin özü, partinin kendini işçi sınıfının yerine koymasıdır. Oysa parti, selameti kendinde bulunan bir amaç değil; “işçilerin sınıf birliğinin en yüksek biçimi olarak” (Lenin)  onların en ileri mücadele aracıdır. Parti işçi sınıfının ne yerini alabilir, ne de doldurabilir, dolayısıyla böyle bir saik ile de hareket edemez, etmemelidir! Bu nedenle Lenin, “ileri işçileri açıktan ve doğrudan politik mücadeleye çağırmak yerine, işçi hareketini geliştirme, proletaryanın sınıf mücadelesini örgütleme görevine” işaret eder.
Bir parti; işçi kitlelerinin halihazırdaki bilinç düzeyini, önyargılarını, illüzyonlarını ve ikna edilmelerini ne kadar az dikkate alıyorsa; bir parti; mücadele çizgisini belirlerken, işçi kitlelerinin kendi öz siyasal deneyimlerini, işçi sınıfının ve hareketinin ideolojik-politik-örgütsel bakımdan neye hazır olup olmadığını ne kadar az gözetiyorsa, ne kadar az kitle pratiğinden öğreniyorsa, o partide o kadar da parti fetişizmi yer edinir.
Bir parti; işçi hareketinin bizzat kendisini örgütlemek, hareketin bütününe bilinç ve örgütlülük kazandırmak yerine, kendisine ve birliklerine odaklıysa, kendi örgütlerinin birliğiyle “toplumsal halk ittifakını” özdeşleştiriyorsa; dahası, işçi hareketinin birliğini pratikte amaçlamıyor, yani günlük mücadelede işçilerin çıkarlarının birliğini ve haliyle bu ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadelesini her fırsatta geliştirmeyi taktik tutumunun vazgeçilmez bir ögesi kılmıyorsa, bunun yerine ama işçi hareketi içinde “öncü yığın aktiviteleri”yle ayrı bir öncü birlikler kampı kuruyorsa, o parti, teorik planda neyi savunursa savunsun, işçi sınıfının bütününün partisi olarak hareket edemiyor ve işçi hareketi karşısındaki asli görevlerini yerine getiremiyor demektir.
Modern revizyonizm kaynaklı parti fetişizmi aşılamadığında, belirli bir noktadan sonra, işçi hareketi karşısında anlamsızlaşma ya da doktrinci bir konuma sürüklenme işten bile değildir. Yani tam da Marx’ın “bulunmayacağız” dediği şu pozisyonda olma: “Biz ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgisini haykıracağız demiyoruz. Biz ona yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz.”

*            *            *
Lenin, Ekim Devrimi’nin Birinci Dünya Savaşı ile bağlamına dikkat çekerken, böyle bir devrimin “savaşın kendisinden doğan bazı yeni özellikler ya da değişiklikler göster”diğini ve Marx’ın düşüncelerini kavramakta yeteneksiz olanların bunu anlamadıklarını belirtir. Nitekim onlar; “şimdiye dek kapitalizm ve burjuva demokrasisinin Batı Avrupa’da belli bir gelişim çizgisi izlediğini görmüşler ve bu çizginin ancak mutatis mutandis, yalnızca bazı düzeltmelerle (dünya tarihinin genel gelişimi açısından hiç de önemli olmayan düzeltmelerle) bir model olarak alınabileceğini düşünememişlerdir”. Ekim Devrimi yeni özellikler gösterecekti, “çünkü dünya bugüne dek böyle bir durumda böyle bir savaşa tanık olmamıştır.” Anlaşılması gerektiğini düşündüğü ikinci husus olarak Lenin şunu belirtir: “Dünya tarihindeki gelişmenin bir tüm olarak evrensel yasalara uymasına karşın”, “bazı gelişme dönemlerinin, bu gelişmenin ya biçiminde ya da birbirini izleme sırasında özgünlükler göstermesinin hiçbir biçimde ‘yasak’ olmadığını, tersine bunun varsayılması gerektiğini anlamamışlar.”
Lenin’in bu yaklaşımı ve belirttikleri bugünün komünistleri için son derece önemli ve günceldir. Bu geniş ve derin perspektifi örnek almamız gerekir.
İçinde bulunduğumuz tarihsel koşulların özgünlüğünü şöyle de ifade edebiliriz: Olgunlaşmış çelişkiler olgunlaşmış yanıtlarını bulamamakta henüz. Bu durum, hiç şüphesiz, büyük bir çelişkiye işaret etmektedir. Ama hayatın çelişkilerinden kaçılmamalı; tersine bu çelişkilere katlanılmalı, onları; toplumsal sorunların ve sınıf mücadelelerinin daha derinden kavranmasına götürecek önemli ipuçları olarak dikkatle incelemeli ve buradan işçi hareketini bulunduğu pozisyondan daha ileriye taşımaya yardımcı olacak pratik sonuçlar çıkartılmalıdır. Koşulların buyurduğu eylem ile eylememizin bugünkü koşulları arasındaki ters orantı aşılamaz değildir çünkü.
İşçi ve emekçi kitlelerine kendi eylemlerinin mahiyetini açıklama ve buradan eylemleri ve kendileri hakkında doğru bir bilince ulaşmalarını sağlamak zorundayız. İçinde bulunduğumuz koşulların tarihsel özgünlüğünün gözetilmesi, bu görevlerin şekilsel değil de gereğiyle yerine getirilebilmesinin şartlarından biridir. Bu gözetme salt teorik bir gözetmeye indirgenmediğinde görülecektir ki, özellikle biri diğerine karşıtlık oluşturuyormuş gibi görünen konularda (örneğin devrim-reform, ittifaklar-bağımsız politika, teori-pratik, kadın sorunu-sınıf sorunu vb.), daha gelişkin bir teorik kavrayış düzeyi ve taktik esneklikler şarttır. Yoksa, işin kolayına kaçan sağ ve sol eğilimlerden sakınmak ya da kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla, mevcut özgül tarihsel koşullarda ilk hedefimiz; “proletaryanın” yeniden, Komünist Manifesto’da söylenildiği anlamda, “sınıf haline gelmesi”; yani işçi sınıfının “bir sınıf olarak hareket etmesi”ni sağlamak olmalıdır. Tam da Engels’in, Amerika’ya yerleşmiş olan ve oradaki işçi hareketi karşısında sekter tutumlar takınan Almanlarla ilgili uyarılarında dediği gibi: “Bizim teorimiz bir dogma değil, bir evrim sürecinin açıklanmasıdır, ve bu süreç ardışık evreler içerir. Amerikalıların daha eski sınai ülkelerde oluşmuş bulunan teorinin tam bilinciyle yola çıkmalarını beklemek, olanaksızı beklemektir. Almanların yapması gereken şey, bizim 1845 ve 1848’de yaptığımız gibi, kendi öz teorilerine –eğer onu anlıyorlarsa– göre davranmak; gerçek işçi sınıfının her genel hareketi için yürümek, onun fiili çıkış noktasını olduğu gibi kabul etmek ve, yapılmış bulunan her yanlışlığın, uğranılan her yenilginin, nasıl ilk programdaki teorik nitelikteki yanlışlıkların zorunlu bir sonucu olduğunu göstererek, onu derece derece teorik düzeye götürmektir. Onların, Komünist Manifesto’nun dediği gibi, ‘bugünkü hareket içinde, bu hareketin geleceğini temsil’ etmeleri gerekirdi.”
Kim bilebilirdi ki; uluslararası işçi sınıfı geçici ama büyük bir tarihsel yenilgi kaydedecek ve bu uyarılar gerek işçi sınıfının kendisi, gerekse komünistler için yeniden bir güncellik kazanacaktı?

Görülen o ki KKE, “subjektif faktörün” bugünkü gerçekliğine gözlerini kapamış durumda! Bu sadece yukardaki satırlarda değil, son dönemde pek çok açıklamalarında dile getirdikleri “sınıfı yabancı bayrak altına sokmayacağız!” söylemlerinden de görülmektedir.
Lenin, bu gibi eğilimlerle karşı karşıya olunduğunda önerdiği şey, “tartışmasız gerçeklerle fiili sınıf güçlerinin olabildiğince salim ve kesin değerlendirmesini dikmek”tir!

Bu itirazı temellendirmek için bugünkü gerçekliği göz ardı etmenin bir gereği olmadığı gibi, ‘gelecekte de olmayacaktır’, yani “ne burjuva iktidarının, ne de işçi –halk iktidarının bir ara aşaması yoktur” diyerek her tür “ara aşama”yı reddetmenin de bir anlamı yoktur.
Lenin, Ekim Devrimi’nin de tecrübesine dayanarak; “Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir.” der. Ara aşamalar ve uzlaşmalar “tarihsel gelişme tarafından” yaratılır.

Çeşitli kazanımlar ve başarılar elde etmeden, onları birer üss haline getirmeden, işçi-halk iktidarı işçi sınıfının bu ve benzer kazanım ve birikimleri değil de neyin üstünde yükselecek ki – eğer sosyalizm, hayali ya da bu maksatla özel olarak tasarlanmış insan malzemesiyle değil de, kapitalizmin bıraktığıyla kurulacaksa? Bugün üzerinde durulması gereken kazanımların geçiciliği değil; aksine bu kazanımların elde edilmesinin yollarını bulmak, bu yolla işçi hareketinin kendi özgüvenine kavuşmasını sağlamak, bu kazanımları işçi sınıfının tam kurtuluş mücadelesinin birer üsleri haline getirmektir. Bu yapıldığında, mücadelenin ufku gerçekte de kısmi başarılarla sınırlanmayabilir ve işçi-halk iktidarı da teorik bir çözüm öngörüsü değil de bugünün somut çelişkilerinin yegane çözüm yolu olarak pratikleşebilir.

Bir parti; işçi hareketinin bizzat kendisini örgütlemek, hareketin bütününe bilinç ve örgütlülük kazandırmak yerine, kendisine ve birliklerine odaklıysa, kendi örgütlerinin birliğiyle “toplumsal halk ittifakını” özdeşleştiriyorsa; dahası, işçi hareketinin birliğini pratikte amaçlamıyor, yani günlük mücadelede işçilerin çıkarlarının birliğini ve haliyle bu ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadelesini her fırsatta geliştirmeyi taktik tutumunun vazgeçilmez bir ögesi kılmıyorsa, bunun yerine ama işçi hareketi içinde “öncü yığın aktiviteleri”yle ayrı bir öncü birlikler kampı kuruyorsa, o parti, teorik planda neyi savunursa savunsun, işçi sınıfının bütününün partisi olarak hareket edemiyor ve işçi hareketi karşısındaki asli görevlerini yerine getiremiyor demektir.
Modern revizyonizm kaynaklı parti fetişizmi aşılamadığında, belirli bir noktadan sonra, işçi hareketi karşısında anlamsızlaşma ya da doktrinci bir konuma sürüklenme işten bile değildir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑