Öncesinde de zaman zaman benzer düzenlemeler yapılmasından söz edilmişse de, 6-7 Ekim Kobanê ile dayanışma eylemlerinden sonra gündeme getirilen “İç Güvenlik Paketi” AKP Hükümeti tarafından “güvenlik reformu” olarak propaganda edildi; ediliyor.
Bu “paket” haftalardır kamuoyunun gündeminde ve içeriği sadece başlıca özgürlüklerden sayılan toplantı ve gösteri yürüyüşüne ilişkin özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; yargıya dair vatandaşın üstünün, işyerinin, arabasının aranması, kişinin gözaltına alınması gibi, bugüne kadar yargıda olan yetkileri emniyet amiri ve mülki amire (vali, kaymakam ya da onun yetki verdiği kişiye) devrediyor. Böylece de, en temel özgürlükleri ortadan kaldırmada 12 Eylül Cuntası’nın bile cesaret edemediği hakları ortadan kaldırıyor. Böylece bu “paket”, bir kez daha, AKP Hükümeti’nin, özgürlükleri çiğnemede sınır tanımayan bir hükümet olduğunu; “Bu Hükümetin hayalindeki rejim demokratik değil ‘polis devleti’dir, ‘istihbarat devleti’dir” biçimindeki eleştirilerin haklılığını tartışılmaz bir biçimde gösteriyor.
Evet, bugüne kadar yasanın maddelerinin anti demokratikliğine, özgürlükleri sınırlayan karakterine ilişkin çok şey tartışıldı. Dergimizin bu sayısında da Kamil Tekin Sürek arkadaşımız, pakette yer alan düzenlemelerin içeriğine yönelik değerlendirmeleri yapıyor.
Bu yüzden burada, bu yazı çerçevesinde, paket içinde yer alan düzenlemelerin “ne getirip ne götürdüğüne” değil, ama ama bu düzenlemelerde güdülen amacın ve arkasındaki zihniyetin, demokrasi ve özgürlük karşıtlığı üstünde duracağız.
AKP VE HÜKÜMETİ BUNU HEP YAPTI, YAPIYOR
AKP Hükümeti ve AKP propagandası; yargıyı ele geçirmek ve tümüyle siyasallaştırmak (AKP’lileştirmek demek daha doğru) üzere çıkardığı yasalar ve bu amaçla gerçekleştirdiği girişimleri,
eğitimi dinselleştirmeyi, laiklik, bilimsellik, modernlik adına eğitimde ne varsa onları tasfiye etmeyi, sağlığın piyasalaştırılması ve özelleştirilmesini, kamu hizmetlerinin ve KİT’lerin özelleştirilmesi ile ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarına yağmalatılmasını, esnek çalışmanın ve taşeronlaşmanın yaygınlaştırılmasını, iş güvencesini ortadan kaldırılmasını, sosyal güvenlik sistemin adım adım tasfiye edilmesini, rüşvet ve yolsuzluğu ekonomi politikası haline getirmeyi, kadınları eve kapatma amaçlı “yarım zamanlı çalışmayı teşvik”i, kürtajı “cinayet” ilan edip, sezaryeni yasaklanmayı, “türban”ı, “tesettür”ü ilkokula kadar indirmeyi,… bütün bu neoliberal girişimler ve Ortaçağ özlemli uygumlaları “özgürlüklerin geliştirilmesi”, “ileri demokrasi”nin, “sosyal dönüşüm reformu”nun,… gereği, bugün kadar “görülmemiş demokratikleşme reformları” olarak propaganda etti.
Şimdi de; 12 Eylülcülerin bile kaldırmaya cesaret edemediği kazanılmış hakları ortadan kaldıran, özgürlükleri sınırlayan, yargının yetkilerini mülkü amire, emniyet amirine (yürütmeye) devreden, polise “vur emri” anlamına gelecek yetkiler veren,… düzenlemeleriyle bu “İç Güvenlik Paketi” denilen “Pandora Kutusu”yla etrafa saçtığı “kötülükleri” de, AKP Hükümeti/AKP propagandası, aynı “ileri demokrasi”, “özgürlüklerin güvenceye alınması”,”özgürlük ve demokratikleşme reformu”, “diğer ileri ülkelerde de olan özgürlükleri güvenceye alan yasal düzenlemeler” olarak propaganda ediyor.
12 yıllık AKP Hükümeti’nin marifetlerini yakından izleyen Özgürlük Dünyası okurları için “İç Güvenlik Paketi”nin içeriği ve bu paketin bir “demokratikleşme hamlesi” olarak sunulmasında şaşırtıcı bir şey yok. Ancak AKP propagandası, Hitler’in (Nazi propagandasının) “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” ilkesine öylesine inanmıştır ki, yalanı devlet ve hükümet imkanlarını da kullanarak olağanüstü büyütüp yaymakta sınır tanımamakta; dolayısıyla da yalanlara, yığınların önemli bir bölümünü, hatta AKP tarafından defalarca aldatılmış, ama buna rağmen hala, “AKP’de demokrat bir damar olabilir” diyen kimi okumuş yazmış çevreleri de kendisine inandırmaya devam edebilmektedir.
Bu yalanlara inanmayanlara yönelik olarak ise, AKP Hükümeti, “millet iradesi” demagojisiyle kafa karıştırmayı amaçlayan bir kampanya yürütmektedir.
‘MİLLET İRADESİ’ VE DEMOKRASİ BUYSA!
Çünkü AKP’ye göre, Meclis’teki vekilleri halk seçmiş ve Meclis’teki 550 vekilin 300 küsurunu (şu anda 319 vekili) AKP’den seçtiğine göre, “millet iradesini” Meclisteki AKP grubuna devretmiştir! Böylece AKP propagandası, “milletin” AKP’ye, dört yıl süreyle istediği yasaları çıkarabilme yetkisi verdiğini, dolayısıyla kendi çıkardıkları her yasanın da “millet iradesi”yle çıktığını, bu yasalara itiraz edenlerin de “millet iradesi”ne itiraz ettiklerini öne çıkaran bir propaganda yürütmektedir. Nitekim Meclis’ten geçen kimi yasa ve düzenlemeleri, hatta hükümetin icraatını Anayasa Mahkemesi’ne ya da Danıştay’a götüren parti ve vekiller ile bu yasa ve düzenlemeleri bir biçimde iptal eden mahkemeler “millet iradesini tanımayan partiler”, “milletin iradesine ipotek koyan bürokratik kurumlar” olarak gösterilmektedir. Tıpkı özgürlük isteyen, demokrasi talep etmek için sokağa çıkan yığınları, Hükümet’e karşı, “millet iradesine karşı darbe yapmak istemek”le suçlamaları gibi.
AKP propagandasına göre açıktır ki; Meclis çoğunluğunun çıkardığı her yasa, içeriğinden bağımsız olarak, “millet iradesi”nin damgasını taşıdığı için “meşrudur”, onu değiştirmek için sokağa çıkıp eylem yapmak, grev ya da direniş yapmak suçtur,hem de ”millet iradesine karşı çıkma suçu” gibi ağır bir suçtur! “Millet iradesi”ni dört yılda bir yapılan seçime indirgeyip, onu da seçim akşamında seçilen milletvekillerine devrettiren bu demokrasi anlayışı; bir yandan bakınca popülist, öte yandan bakınca çağdışı ve “millet iradesi” diye kutsadığı iradesiyle birlikte halkı, oyunu aldıktan sonra tümüyle siyasetin dışına iten, gerçek demokrasi anlayışıyla taban tabana zıt bir demokrasi anlayışıdır.
Kapitalist toplumda, toplumun çok küçük bir bölümünü oluşturan burjuvazi, aslında bu tamamen “şekil”e indirgenmiş demokrasi anlayışıyla, yani vatandaşın siyasete katılımını dört-beş yılda bir yapılan seçimde oy vermeye indirgeyen anlayışla büyük halk kitleleri ve işçi sınıfını düzene bağlayıp yönetebilmektedir. Ki, bununla, yığınlara, sanki kendilerinin özgür iradeleriyle seçtiği milletvekilleri ve onların seçtiği Hükümet’le ülkenin yönetildiği imajını vermeyi başarmaktadır. AKP; bu “şekli demokrasi” anlayışının en yoz, en pespaye biçimini temsil etmektedir ve ona göre, “millet iradesini seçimle milletvekiline devreder, milletvekilleri de başbakanı ve bakanlar kurulunu kendi içinden oluşturur, böylece millet iradesi tecelli eder. Millet hükümetin icraatını beğenmezse, dört yıl sonraki seçimde başka bir partiyi iktidara getirir!” ve böylece “demokratik döngü” tamamlanır.
Mantıksal bakımdan bir sorun görünmeyen, bu dört-beş yılda bir yapılan seçimlerin üstünde yükselen “yönetim piramiti”nin oluşturulması, AKP ve öteki sermaye partilerinin eliyle halkın sistem bağlanıp yedeklendiği, sonu önceden bilenen kötü bir tiyatro oyunudur. Çünkü bu “mantıklı” gibi görünen sistem, sermaye partilerinde milletvekili adaylarının hemen tamamının partinin başkanı ve en yakınındaki birkaç kişi tarafından belirlenmesi ve sadece seçimi finanse edecek mali gücü olanların aday olmasıyla da bozulup bozuşturularak, şeklen bile demokratiklikten uzaklaşılmaktadır. Nitekim, bu liderin onayıyla aday olup seçilen milletvekilleri, hemen her konuda “llderin dediği” doğrultuda oy kullanarak şekli demokrasinin aslında bir “lider despotizmi” olduğunu kanıtlamaktadırlar.
YASALAR KİMİN ÇIKARINI KORUMAK İÇİN VARDIR?
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, burada durup, “yasa gerçekten ‘millet iradesi’nin biçimlenmiş bir hali midir?” sorusuna yanıt vermek gerekir. Çünkü gerek AKP Hükümeti gerekse sermaye partileri ve düzenin ideologları yasaya uymayı kutsarken, yasaların ezelden beri olduğunu ve ebediyen de olacağını, bu yüzden herkesin çıkarının yasaya uymak olduğunu tartışılmaz bir gerçek olarak sunarlar.
Gerçekte ise, yasalar egemen sınıfın ihtiyacına göre topluma çeki düzen vermek amacıyla, egemen sınıfın temsilcileri tarafından “herkesin uyması” için konan kurallardır.
Bırakalım, sonuçta egemenlerin temsilcileri tarafından yapılan yasaları, daha tarafsız gibi görünen hukuk da, aslında, devletçe konulmuş toplumsal davranış kurallarını düzenlemenin aracından başka bir şey değildir.
Kısacası devlet, dolayısıyla hukuk, “millet iradesi” değil, egemen sınıfın yasalaştırılmış iradesidir.
Dolayısıyla devlet ve hukuk, çoğu zaman sanıldığı gibi, daha doğrusu egemen sınıf tarafından öyle gösterildiği için öyle sandığımız ebedi olgular değil; tersine tarihsel olgulardır. Yani devlet de hukuk da (yasalar da) bir zamanlar yoktu; toplumun çıkarları birbiriyle çatışan sınıflara bölünmesiyle, devlet ve hukuk ortaya çıkmıştır. Çatışan sınıfları kontrol altına almak ve düzeni sağlamak için kurallar koyma ihtiyacı ve “yasalar” ortaya çıkmıştır.
Sınıfların yok olmasıyla ve insanlığın sınıfların olmadığı komünist toplum aşamasına varmasıyla, devlete, hukuka ve yasalara ihtiyaç olmayacaktır!
Toplumsal mücadelenin tarihine kısaca bakarsak; ilkel komünal toplumda toplumsal düzen, gelenek ve göreneklerle, yaşlılar heyeti, “şef” gibi doğal otoritelerin kararlarıyla oluşuyordu. Yaşama araçlarının üretimi ve çocukların bakımı gibi işler kolektif olduğu gibi, toplumu bir arada tutan kurallar da buna uygun olarak kolektif içerikli oluyordu.
Toplum sömüren ve sömürülen olarak, çıkarları birbiriyle karşıt sınıflara bölününce, gelenek, “yaşlılar heyeti”, “şef” gibi doğal otoriteler, toplumu bir arada tutmak için yetmez oldu. Doğal otoritenin yerini devlet ve onun herkesi uymaya zorladığı “yasaları” geçti. Bu yasalar, önce kralın, imparatorun ağzından çıkanların “yasa” olduğu biçimde olsa da, zamanla, yazılı hale geldi. “Hamurabi Yasaları”, “On Emir”, “Cengizhan Yasaları”,… gibi daha evrensel çapta bilinen yasalar yanında aslında karşıt sınıfların ortaya çıktığı her yerde egemenler, kendi çıkarlarını ve egemenliklerini sürdürmelerine yarayacak kuralları toplumun önüne, onun bütünün çıkarınaymış gibi gösteren yasalar (kurallar) olarak koydular.
Egemen sınıfın yasalar çıkarmada amacı, egemenliğini ebediyen “sürdürme”, kurulu düzeni ayakta tutmadır. Onun için de bütün sınıflı toplumlar tarihi boyunca yasalarda amaç, toplumsal düzene başkaldıranları düzene bağlama, egemene boyun eğmeye zorlama oldu. Bunun için egemen sınıf kolluk kuvvetleri, mahkemeler, cezaevleri kurdu.
Yasalar meşruiyetlerini, krallıklarda, derebeyliklerde, imparatorluklarda, kral, sultan, şah gibi otoritelerin tanrısal ya da “soyluluk”tan gelen “hakları” yanı sıra aynı zamanda yasalara uymanın herkesin çıkarına olması yalanından almıştır. Oysa en demokratik cumhuriyetlerde bile, yasalar, egemen sınıfın çıkarlarını korumayı en baş amaç edinen, sömürülenlerin, ezilenlerin düzene karşı başkaldırmasını cezalandırmanın aracı olagelmiştir.
Onun içindir ki; genel olarak bakıldığında, bütün sınıflı toplumların tarihi, ezilenlerin, sömürülenlerin mücadelesini bastırmak, onları düzene biat ettirmek, buna uymayanların da cezalandırılmasının tarihi olarak görülebilir.
Nitekim, sömürülen sınıflar açısından bakıldığında, “yasalar kitabı”, “kara kaplı kitap”, bir sayfası yazılı, bir sayfası boş sayfalardan oluşan “kalın bir kitap”tır. Yazılı sayfalar sömürülenlerin, ezilenlerin, nüfusun çok büyük çoğunluğunu oluşturan halkın uyması zorunlu olan kuralların olduğu sayfalardır; boş sayfalar ise egemenlerin çıkarına göre, keyfince davranması için, uymaları gereken hiçbir kural getirilmediği anlamına gelen ya da ezilenleri zapturapt altına almak için yeni yasaklar, yeni ceza kuralları konması için boş bırakılmıştır!
HALKIN KAZANIMLARININ YASA OLMASI HALİ
Bu genel olarak doğrudur. Ama bu “yasalar kitabı”na daha yakından bakıldığında, yazılı sayfalarda koyu bir mürekkeple yazılmış yasaların satır aralarında, egemenlerin de sömürülenler karşısındaki eylemlerini sınırlayan “kurşun kalemle” ya da “tebeşir”le yazılmış düzenlemeler olduğu görülür. Ki, bunları egemenler kendi gönülleriyle yazmamışlardır. Tersine bu yasa maddeleri; ya egemenlere kendi aralarındaki çatışmalarda sömürülenleri (köleleri, serfleri, işçileri) kendilerine yedeklemek için ya da doğrudan sömürülenlerin başkaldırıları karşısında onları yatıştırmak için tavizler vermek zorunda kaldıkları için konmuştur.
Uluslararası ve ulusal planda sömürülenlerin mücadelesi ne ölçüde güçlüyse, sonuçta, sömürülenlerin haklarını koruyan ve egemenleri sınırlayan, işçi sınıfı için, halk için “kazanılmış hak” diye ifade edilen düzenlemeler (yasalar) de o ölçüde sömürülenlerin lehine olur.
Nitekim tarihsel süreçte; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasından sonra, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki mücadelenin yansıması olan işçi ve emekçiler lehine yasalar daha bir belirgin biçimde “yasalar kitabı”nda yer almaya başlamıştır.
Kısacası; “yasalar kitabı”nda asıl siyah mürekkeple yazılanlar işçi sınıfı ve halkların sisteme boyun eğmesini düzenleyen yasalar olmasına karşın, egemen sınıfın sömürü ve yönetim gücünü sınırlayan, işçi ve emekçi sınıfların “kazanılmış hakları” diye ifade etiğimiz haklar da yasalara geçmiştir. Ki, tabiri caizse, “yasalar kitabı”nda egemenlerin toplumu boyun eğdirme amaçlı yasa maddeleri herkes görsün ve kolayca silinmesin diye siyah mürekkeple yazılırken, işçi sınıfının, halkların kazanımları, dikkatli bakılmadan görülmesin ve yeniden yeniden kazanılmadığında kendiliğinden silinsin diye “kuruşun kalem”le ya da “tebeşirle” yazılmıştır!
Bu yüzdendir ki, sınıf partisi ve işçi sınıfı mücadelesinin dostları, her vesileyle, bir yandan işçi sınıfının yasalar çerçevesinde bir mücadeleyle sınırlı kaldığında başarısızlığa uğrayacağını söylerken, öte yandan da kazanılmış (yasalara geçmiş) hakların korunması ve geliştirilmesi mücadelesinin de önemine vurgu yaparlar ki, bu bir çelişki değildir.
‘KAZANILMIŞ HAK’ HER GÜN YENİDEN KAZANILMAK ZORUNDADIR!
Burada şunu da belirtelim ki; eğer “İç Güvenlik Paketi”nin geri çektirilmesi mücadelesinde Meclis’teki muhalefet toplumsal tepkilerle birleşerek Hükümet’e geri adım attırmayı başaramazsa, siz bu yazıyı okuduğunuzda, “paket” TBMM’den geçerek yasalaşmış, hatta Cumhurbaşkanı tarafından bekletilmeden imzalanmış, “Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanmış” ve yürürlüğe girmiş olacaktır! En azından AKP Grubu’nun yasayı çıkarma takvimi böyle biçimlenmiştir.
Burada da akla; “o zaman bütün bunlar boşuna mı yazılmıştır?”, “yasa çıktığına göre neyin mücadelesi verilecektir?” gibi sorular gelir. Çünkü yaygın olan anlayış; bir yasa tartışma konusuysa, yasa çıkana kadar tepki gösterilir, yasa çıktıktan sonra da “artık yapacak bir şey yok” denerek yasaya uyma “vatandaşlık görevi” sayılır biçimindedir. Ki, egemenler ve onların yasa koyucuları da, bu yaygın anlayışa ve tutuma güvenerek, sömürülenler, halklar aleyhine yasaları çıkarırken “bunlar bağırıp çağırır, sonrada kaderlerine razı olurlar” diye düşünerek rahatça hareket ederler.
Oysa gerçek hayatta mücadele süreçlerine daha yakından bakıldığında, bu süreçlerin tamamen farklı işlediğini görürüz. Nitekim işçiler, emekçiler, halklar için bir haklarını yasaya geçirmeyi başarmış olmaları, durumu çok değiştirmez. Yani haklar yasalarda yazılı diye, egemenler bu hakkı teslim edip gereğini yapmazlar. İşte, “işçilerin sendikada örgütlenme hakkı” yasalarda yazılıdır, ama her işyerindeki işçiler bu hakkı yeniden yeniden kazanmak için ciddi mücadeleler vermedikçe sendikalı olmaları mümkün olamamaktadır. “Basın özgürlüğü yasalarda yazılıdır”, ama gazeteciler, aydınlar, yayacak ciddi bir fikri olanlar bu hakkı yeniden yeniden kazanmak için hapislerde yatmayı ya da öldürülmeyi de göze alarak, bu haklarını kullanmakla karşı karşıya kalmaktadır. “Gösteri hakkı”, “grev hakkı” sınırlı da olsa yasalarda vardır. Ama işçiler, demokrasi güçleri bu hakları kullanmak için engelleri aşmak, hükümetin grev yasağını, emniyetin, yerel idarenin ardı arkası gelmeyen sınırlamalarını ve engellerini aşacak bir mücadele direncini bu hakları kullandıkları her seferde yeniden göstermek zorundadırlar. Bunun en son örneğini, metal işçileri ,grevleri yasaklanarak yaşadılar; “gösteri” hakkını kullananlar da bu haklarını kullanmak için copu, TOMA’yı, tazyikli su ve gaz yemeyi göze almak, her gün bu hakların kullanmak için yeniden mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Dahası hemen her toplu gösteride gösteriyi düzenleyenler, emniyet güçlerine, yerel yöneticilere bu haklarının yasal olduğunu anlatmak zorunda kalıyorlar. Ve çoğu zaman bütün bu anlatımlara karşın, bu tartışmaların sonu, çoğu zaman, (gösteriye katılanlar yeterince kalabalık, tehdit edici ve kararlı görünmezse) gaz, cop, su,… ile “gösterilerin dağıtılması”na varıyor.
Çünkü egemenler o yasaları kendi özgür iradeleriyle değil, halkın, işçilerin mücadelesinin baskısıyla mecbur kaldıkları için kabul etmişlerdir. Bu yüzden de, ilk fırsatta bu hakları ortadan kaldırmak ya da kullanılmasını engellemek, egemenlerin refleksidir. Onun içindir ki, yukarıda işçilerin, halkların yasalara geçen kazanılmış hakları “kurşun kalemle”, “tebeşirle” yazılmıştır dedik. Çünkü bunları egemenler kaşla göz arasında “silebilecek” biçimde yasalar içinde tutarlar. Halkların, işçilerin dikkati ilk dağıldığında, yazılan haklar “uçar”, “yok hükmünde” hale gelirler.
Bu yüzden de “İç Güvenlik Paketi”ne karşı mücadele, sadece yasanın Meclis’e gelmesiyle başlayan bir mücadele değil, “paketin” arkasındaki zihniyet dikkate alındığında açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin önemli bir dönemecidir. AKP Hükümeti ve arkasındaki güçler “paket”e karşı olan güçlerin direncini kırarak onu Meclis’ten geçirmeyi başarsa bile, mücadele, “paket”in içeriğindeki düzenlemelere karşı sürmeye devam edecektir. Çünkü mücadele, Laik ve Demokratik Türkiye mücadelesinin bir parçasıdır ve yasanın çıkması durumunda da kesintisiz biçimde sürecektir; sürmek durumundadır.
“Paket”in Meclis’ten geri çekilmesi bile Hükümet’in ve arkasındaki güçlerin bu hakları ortadan kaldırmak için girişimlerinden vazgeçeceği anlamına gelmez. Tersine Hükümet, polis ve yargıdaki kadrolaşması üstünden bu hakları fiilen ortadan kaldırmak için, haklara karşı tutumunu paket yasalaşmış gibi sürdürecektir. Bu, egemen sınıfların bir yönetme tarzıdır da. Çünkü egemenler çoğu zaman önce fiilen bir durum yaratıp, halk, emekçiler karşısında bir mevzi kazanır, sonra onu yasalaştırır! Eğer AKP Hükümeti, bu “paket”i yasalaştıramazsa, bu sefer de onu, elindeki medya, emniyet, yargı ve valilikler üstünden fiilen hayata geçirmeye yönelecektir. Bununla da yetinmeyecek, eğer seçimden yeteri kadar güçlü çıkarsa, “paket”in içeriğini (belki daha da ağırlaştırılmış biçimde) yasalaştırmak üzere yeniden Meclis’e getirecektir!…
Bunun en yakın örneğini daha “makul şüphe” ile ilgli düzenleme çıkmadan pek çok kişinin “makul şüphe” ile gözaltına alındığına, yine bugünlerde daha yasa çıkmadan polisin gösteri yürüyüşlerine yönelik olarak sanki “paket” yasalaşmış gibi uygulamalara girmesiyle görüyoruz.
‘İÇ GÜVENLİK PAKETİ’ HAK VEÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİ SİNDİRMEYİ HEDEF ALMIŞTIR
Kamil Tekin Sürek’in “paketin” içeriğine dair söyledikleri de dikkate alındığında, şu açıkça görülmektedir ki; bu “paket” içindeki düzenlemeler, ne rüşveti, hırsızlıkları, haydutlukları açığa çıkarma, ne IŞİD’in muhtemel saldırlarını önleme, ne de bir takım gösterilerdeki “provokatör” denen kişileri deşifre etme amaçlıdır. Tersine, bu “paket”, doğrudan hak ve özgürlük mücadelesi, demokratik bir Türkiye için “talepte bulunmak” üzere sokağa çıkan, birleşip mücadeleye giren yığınları yıldırmak, sindirmek için getirilmek istenen düzenlemeler içermektedir.
Şunu hiç bir kuşkuya kapılmadan söyleyebiliriz ki, “paket”te baş hedef, özgürlük mücadelesi veren, bunun için geniş kitleleri birleştirmiş, haklarını sonuna kadar kullanacak düzeyde örgütlenmiş Kürt halkıdır. Hele de silahlı güçlerin siyaset sahnesindeki rolünün böyle geriye itildiği bir süreçte, elbette ki, halk yığınlarının taleplerini elde etmek için sokakları, meydanları kullanması daha da önem kazanmıştır. Ki, AKP Hükümeti şimdiden, mücadelenin daha da kitlesel bir karakter kazanarak ilerleme ihtimaline karşı önlem almayı amaçlamaktadır. Bunu Kürt siyasi güçleri de gördüğü için “İç Güvenlik Paketi’nin Meclisten geri çekilmesini Çözüm Süreci’nde adım atmanın önemli bir şartı” olarak öne sürmektedirler.
Elbette ki, hedef sadece Kürtler değildir. İnanç özgürlüğü için, Laik ve Demokratik Türkiye talebi etrafında giderek hızla birleşerek alanlara inen ve giderek daha kitlesel ve taleplerinde daha ısrarlı olacaklarının ciddi işaretlerini veren Aleviler de “paket”teki düzenlemelerin hedefidir.
Yine önümüzdeki dönemde taleplerinde daha bir ısrarlı olacağı anlaşılan işçilerin, kamu emekçilerinin ve tüm diğer emekçi kesimlerin mücadelesini polis-jandarma güçleriyle bastırma ve sindirme de bu “paket”le yapılmak istenen düzenlemelerin hedefidir. Bu yüzden tüm işçiler, kamu emekçileri, talepleri için mücadeleye giren ve girecek olan tüm sendikalar, emek örgütleri, emek güçleri için bu “paket” içindeki düzenlemeler bir tehdittir! Elbette bu paketteki düzenlemeler uygulanırken, talepte bulunan yığınların içinde AKP’ye oy verenlerin olup olmamasına da bakılmayacak, talepte bulunan herkes, bu düzenlemelerin uygulanmasında hedef olacaktır.
Muhafazakarlığın baskısının gün be gün artması, kadın düşmanlığına dayanak olacak “fıtrat””, “eşit değil eşdeğer”, “karma eğitimin kaldırılması”,…gibi tartışmalar eşliğinde sürdürülen kadına yönelik şiddetin yaygınlaşması, hunharca cinayetlere varan saldırganlık karşısında kadınlar taleplerine daha da kitlesel biçimde sahip çıkmaktadır. Bu eğilimin önümüzdeki dönemde daha da artacağı dikkate alındığında, mücadele eden kadın kitlelerinin de “İç Güvenlik Paketi”nin içeriğindeki düzenlemelerin daha çok hedefi olacağı apaçıktır.
Güvenli bir gelecek, laik, bilimsel, anadilde, demokratik, parasız eğitim talebiyle mücadele eden gençliğin mücadelesi egemenler için her zaman zapturapt altına alınması gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Önümüzdeki dönemde bu mücadelenin büyüyeceğinin sayısız işareti vardır. Bu yüzden de “İç Güvenlik Paketi” içindeki düzenlemelerin en önemli hedeflerinden birisi de gençliğin talepleri uğruna verdiği mücadeledir.
Son çeyrek yüz yılda daha çok da yaygınlaşan ve bir yanıyla üretici köylülerin topraklarına sahip çıkma öte yandan barınma, daha insanca beslenme ve yaşama mücadelesiyle de birleşerek ilerleyen çevre mücadelesi, tarih ve kültür varlıklarının korunması mücadelesi de tartışılmaz biçimde bu “paket”teki düzenlemelerin meyvesi olacak yeni saldırıların hedefidir.
Aydınların, sanatçıların, akademisyenlerin mücadelesi, bir yanıyla elbette felsefe, bilim, sanat, özgürlükler üstünden entelektüel bir mücadeledir. Ama aynı zamanda, artık bu kitle giderek daha hızlı biçimde işçileşme sürecindedir ve emekçi bir toplumsal kesim olarak da, talepleri uğruna mücadele eden, etmesi gereken bir kitledir. Bu yüzden de aydınlar, sanatçılar, akademisyenlerin, gerek emekçiler olarak daha iyi yaşama ve daha uygun koşullarda mesleklerini yapma mücadelesi, gerekse bilimsel, laik, demokratik bir bilim ortamı, sanat ve bilim üstündeki her tür baskının kaldırılması mücadelesi, paketin içerdiği düzenlemelerin hedefidirler.
***
Türkiye’nin demokrasi güçleri, emek güçleri, sınıf partisi ve demokrasi mücadelesi vermekten yana tüm çevreler, “İç Güvenlik Paketi”ni bu bütünlük içinde ele almak durumundadır. Yine işyerlerinde, hizmet kurumlarında, emekçi semtlerinde, üniversitelerde, akademisyenler arasında kent ve kırlardaki yaşanılır bir kent ve toprakların, havanın, suların korunması mücadelesinde “paket”in içeriğinin teşhiri, bu düzenlemelere karşı mücadele edecek güçleri birleştirmek, emek ve demokrasi güçlerin başlıca sorumluluğudur.