İran-batı ilişkileri: Bölgede güç dengeleri yenileniyor

36 yıl sonra Batılı emperyalistlerle İran’ın ilişkileri yeni bir safhaya girdi.

Ajanslar 2 Nisan 2015 günü, İran ile P5+1 (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin +

Almanya) ülkeleri arasında İran’ın nükleer programı etrafında yapılan görüşmelerin bir

“çerçeve anlaşması”na varılmasıyla sonuçlandığını, nihai anlaşmanın 30 Haziran 2015’te

imzalanması konusunda da mutabakat sağladığını duyurdular.

Duyuru; İran’ın nükleer programının Batılılarla uzlaşarak, çalışmaların Uluslararası Atom

Enerjisi Ajansı (İAEA) denetiminde sürdürülmesine dairdi. Batılılara göre, böylece,  İran’ın

nükleer silah yapması önlenmişti. İran’a göre ise, İran bu anlaşmayla nükleer programına

uluslararası bir meşruiyet kazandırmıştı! “Anlaşma” ile ilgili tartışmalar da, 2 Nisan’dan beri,

bu çerçevede, İran nükleer silah yapar mı yapamaz mı ya da böylece Batılılar İran’ın

programını engellediler mi engellemediler mi soruları etrafında yapıldı, yapılıyor.

Ancak Irak’tan Yemen’e, iç savaşlara varan çatışmalara, Ortadoğu’daki petrol üretimi ve

“nakil yollarının güvenliği”nden bölgedeki “haritaların yeniden çizilmesine” kadar Ortadoğu

ve ön Asya’daki büyük sorunlar dikkate alındığında, denebilir ki, İran ile Batılı

emperyalistlerin arasındaki ilişkileri normalleştirmeye yönelik bu anlaşma, 1979 İran

Devrimi’nden sonra bölgedeki en önemli diplomatik gelişmedir.

BÖLGE SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE GÖRMEZDEN GELİNEMEZ BİR ÜLKE

1979’da İran Şahı Rıza Pehlevi rejiminin yıkılmasıyla İran emperyalizmin bölgedeki en

sadık uşağı olmaktan çıkıp, emperyalizme, özellikle de ABD’ye karşı radikal bir pozisyon

tutan, emperyalistlerin bölge politikalarına cepheden karşı duran, ABD’yi “büyük Şeytan”,

İsrail’i “küçük Şeytan” ilan ederek onlara karşı duran bir ülke olmuştu. ABD’nin, İran’a

yönelik örtülü askeri operasyonları başarısızlığa uğrarken, Saddam Hüseyin’in Irak’ını İran’a

saldırtarak, 8 yıl süren bir İran-Irak Savaşı üstünden İran rejimini devirme girişimi de

başarısızlığa uğramıştı.

Dahası Irak, İran’ı güneyden kuşatmak üzere işgal edilmiş, Avrupa ve ABD İran’a yönelik

ekonomik yaptırımlarla İran’ı zayıf düşürüp, teslim olmaya zorlamış, en son olarak da İran’ın

nükleer silah yapacağı iddiasıyla “İran’ın nükleer programı” “İran’ın nükleer silah yapımı

programı” olarak ilan edilerek İran’a yönelik ekonomik-diplomatik ambargo merkezli baskılar

daha da sıkılaştırılmış, böylece İran’a boyun eğdirilmek istenmiştir.

Ancak, bu dönem boyunca İran, belki ekonomik, diplomatik ve askeri bakımdan büyük

güçlüklerle karşılaşmış, ama bölgedeki gelişmelerden ustaca yararlanarak, Irak’ta, Suriye’de,

Lünan’da, Körfez ülkelerinde ve Yemen’de hiç olmadığı kadar büyük bir nüfuz (güç)

edinirken, aynı zamanda dünya ölçüsünde de itibarını artırmıştır. Dahası, aynı anlama gelmek

üzere, İran, Ortadoğu’daki sorunların çözümünde de hiçbir zaman olmadığı kadar sorunların

tarafı haline gelmiştir.

İran 2 bin 500 yıllık devlet geleneği ile bölgedeki en eski devletlerden birisidir. İran halkı

da bölgede kültür, sanat, edebiyat, müzik, felsefe, bilim… gibi alanlarda değerli kişiler

yetiştirmiş bir halktır.

Bu yüzden de, tarih sahnesine çıktığı ilk büyük Pers devletinden1 itibaren Mezopotamya,

ön Asya, Kafkaslar ve Hindistan’a kadar uzanan güney Asya’daki gelişmeler içinde iran

siyaseti ve kültürünün etkisi çok önemli olmuş, çöküş dönemlerinde bile İran kültürü bölgede

belirleyici önemde olmuştur. Nitekim Müslümanlığı kabul ederken bile İran kültürü, eski

inançları Manişeizm, Zerdüştlük gibi eski ve köklü Pers inançlarıyla İslam’a katkı yapmış,

1 İran, tarih boyunca Perse ülkesi olarak bilindi. Şah Rıza Pehlevi, 1935’te Pers adını İran

olarak değiştirdi.

kendisi İslamlaşırken zengin kültürüyle İslamı da hayli Persleştirmiştir. Ve elbette İranlılara

karşı savaşarak kendisini güç yapan Selçuklu ve Osmanlı ise, tamamen “savaşarak yendik,

tacını tahtını ele geçirdik”  sandıkları Persler tarafından kültürel bakımdan ele

geçirilmişlerdir. Olduğu kadar Selçuklu mimarisi, hukuku, devlet anlayışı ve yönetim biçimi,

kültür-sanat birikimi, Osmanlının saray diline kadar varan bütün kültür alanları –Arapçayla

birlikte– Pers dili (Farsça) ve Pers edebiyatı tarafından biçimlendirilmiştir.

Nitekim İslam’ı kabul ederken bile İran, İslam’ın resmi biçimi olan Sünniliğe karşı

durarak, Şiiliği tercih etmiş, böylece de Mekke’ye, Şam’a (Emevi), Bağdat’a (Abbasi) 

Kahire’ye (Memluk) Selçuklu ve Osmanlı’ya rağmen, İslam’ın alternatif bir merkezi olmayı

başarmıştır.

Şah’ın devrilip Mollaların yönetimi ele geçirmesinden sonra da İran, emperyalizmin

bölgeyi yağmalamasına karşı duran bir tutum alarak İslam dünyasındaki anti Amerikan

tepkilerin bayraktarlığını yapmış, “İslam’ın yeni kurtarıcısı” rolüne soyunmuştur. Bu yüzden

de Filistin davasından İsrail’e karşı tepkilere, ABD ve Batılıların bölgedeki yağmasına ve

müdahalesine karşı mücadelelerde İran doğrudan ya da dolaylı olarak bu tepkilerle bağlantılı

olmuş, en azından Batılılar tarafından böyle görülmüş, gösterilmiştir.

İran’ın bu tutumu, İslam içindeki azınlık mezhebi olan Şiiliğin siyasi merkezi olmasına

karşın İslam dünyasında (İslam kamuoyunda), İran’ın “ideolojik önderlik” olarak görülmesini

de sağlamıştır. Bu da, Batılı emperyalistlerin gözünde İran’ın “rejim ihraç eden” bir ülke

olarak görülmesini getirmiştir.

TÜRKİYE-İRAN: BÖLGENİNİN GELENEKSEL RAKİP ÜLKELERİ

Türkiye ile İran ilişkileri de bu genel çerçeve içinde bir yere oturmuştur.

İran’la Türkiye’nin ilişkilerinin ne kadar iyi olduğuna vurgu yapmak isteyen politika

erbabı, İran’la Türkiye arasındaki dostluk ilişkisinin 1639 yılında İran’la Osmanlı arasında

yapılan Kasrı Şirin Anlaşması’na dayandığını, o günden beri iki ülkenin savaşmadığını öne

sürerek, bu dostluğun ne kadar derin olduğunu kanıtlamayı amaçlamışlardır.

İlk bakışta böyle, iki ülkenin 400 yıldır savaşmadığı gibi bir görüntü olsa da, daha yıkından

bakıldığında gerçeğin çok daha farklı olduğu görülür. Çünkü Kasrı Şirin Anlaşması’ndan

sonra da Osmanlı İran’ın uzantısı olarak gördüğü Anadolu Alevilerine karşı her tür baskıyı

sürdürürken, İran’ın bölgede etkin olmaması için de kendi egemen olduğu topraklarda

(Ortadoğu’da, neredeyse İran dışında bütün İslam dünyasında),  Şiiliği, onun uzantısı olrak

gördüğü, Aleviliği, Nusayriliği  kovuşturmuş, onları “İslam dışı” bir sapkın inanç olarak

görüp onunla kavgayı sürdürmüştür. Ve elbette İran da İstanbul’da kendisini tüm İslam’ın

Halifesi olarak gören Osmanlı Sultanı’nın Halifeliğini tanımamaya devam etmiş, İran’daki

Büyük Ayetullah’ı, Osmanlı topraklarında yaşayan Şiilerin de lideri olarak görmeye,

göstermeye devam etmiştir.

Uzak geçmişte mezhep farklılığı, mezhepleri farklı halkların ve devletlerin mücadelesi

biçiminde görülen İran–Osmanlı mücadelesi, yakın tarihte de Fars-Türk, İran-Türkiye

çekişmesi olarak sürmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında İran ve Türkiye’yi bölgedeki başlıca dayanakları arasında

değerlendiren Batı emperyalizminin en önemli stratejisi, komünizmin güneye inmemesi için

örgütlenen (ABD, İngiltere ve NATO’nun örgütlediği) “Yeşil Kuşak”ın iki önemli ülkesi

olarak Batı stratejisine bağladılar ve İran’daki Musaddık Devrimi’nin (1951-1953)

bastırılması sonrasında iki ülke CENTO’nun üyesi oldular.2 Denebilir ki, İran ve Türkiye’nin

CENTO’da birleştirilmesi (1955-1979), iki ülkenin en çok yakınlaştıkları dönem olmuştur.

2 CENTO, ABD’nin gözlemciliğinde Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin

oluşturduğu bir anti komünist pakttı. 1959’da Irak pakttan ayrıldı. Ama Pakt 1979’a, İran

Devrimi’ne kadar sürdü.

İran Devrimi sonrasında da ilişkiler, döneme ve iki ülkenin ihtiyaçlarına ve bölge

politikasında tuttukları mevziye göre renk değiştiriyor görünse de, 1990’larda Türkiye,

Batılıların “İran rejim ihraç ediyor” kampanyasına paralel olarak, aydınlara yönelik

cinayetlere (Uğur mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun…) varana kadar Türkiye’deki her tür

dinsel ve Şeriatçılık doğrultusundaki girişimi İran’a, İran’ın “devrim ihraç etme” çabalarına

bağlayan bir tutum izledi. AKP iktidarıyla İran-Türkiye arasında bir yakınlaşma geliştiyse de,

AKP’nin de “İslam’ın kurtarıcısı” rolüne soyunması, üstelik bunu ABD’nin bölge stratejisine

bağlayan 2007’deki Bush-Erdoğan yakınlaşması (2007 Eylül’ünde Bush ve Erdoğan Beyaz

Saray’daki buluşmaları sonrasında bunu ilan ettiler) ve Türkiye’nin bölgenin “model ülkesi”

ve “bölgesel güç” gösterilmesiyle birlikte çatışma daha da büyüyen bir karakter kazandı.

Bölgede mezhep çatışmalarının güçlenmesi ve Arap isyanlarının baş göstermesiyle birlikte

Türkiye-İran çatışması da bölgenin en eski rekabetini yeniden alevlendirdi. Böylece Türkiye

ve İran, kökleri Selçuklu-Osmanlı dönemine dayanan birbirine karşı mücadele eden ülkeler

olarak Ortadoğu sahnesindeki geleneksel yerlerini aldılar.

İRAN-BATI ANLAŞMASININ YAPILDIĞI DÖNEMDE BÖLGE TABLOSU

P5+1 ülkeleriyle İran arasında imzalanan “nükleer anlaşma”, İran’ın; Irak, Suriye,

Yemen’deki iç savaşlar üstünden güç kazandığı, Suudi Arabistan’ınsa Mısır’ın da içinde

olduğu 10 Arap ülkesinin desteğinde Yemen’e karşı bir askeri operasyon başlattığı, bölgedeki

çok sıcak gelişmelerin yaşandığı koşullarda yapıldı.

Elbette İran, böyle kendisi için stratejik bakımdan çok önemli pozisyona bir ayda, birkaç

ayda hatta bir birkaç yılda gelmedi. Tersine İran, bu pozisyonunu, Batılıların ekonomik ve

politik yaptırımlardan çeşitli örtülü askeri operasyonlara kadar müdahalelerine direnerek,

bunu yaparken de bölgedeki gerici yönetimler arasındaki “iç çelişmeler”den, özellikle de

Batılı emperyalistlerle işbirliği içindeki Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan gibi İran’la “bölgesel

liderlik” için rekabet halindeki ülkelerin gerici yönetimlerinin, bölge halkları karşısında

düştükleri durumdan da yararlanarak elde etti. Özellikle de bölgedeki mezhep çatışmalarını

kendi lehine kullanarak İran, Kafkaslardan Yemen’e kadar “Şii Hilali” içinde nüfuzunu

olağanüstü artırırken, aynı zamanda bölgedeki “küçük Şeytan” İsrail’e karşı da özellikle de Şii

Lübnan Hizbullah’ı üstünden gösterdiği dirençle bölgenin dinamik güçleri karşısında itibarını

artırdı; düşmanlarının onu baskıyla, yaptırımlarla dize getiremeyeceklerini görmesini de

sağladı.

Sadece bu kadar da değil. Bölgede İran’la bölgesel güç, bölge lideri, “İslam’ın

koruyucusu” gibi iddialarla rekabet eden Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın bölgede

izledikleri politika ve birbiriyle rekabetleri, birbirini çelmeleyen girişimler yapmaları, ABD

ile bölgesel çıkarları uğruna rekabet eden Batılı emperyalistlerin stratejine ayak uydurmaya

zorlanmaları, bölgesel sorunlar karşısında farklı doğrultuda hareket etmeleri,… bu ülkelerin

bölge sorularının çözülmesinin değil bölgedeki çelişme ve çatışmaların unsuru haline

gelmeleri gibi etkenler, İran’ın rakiplerini “yordu”; onların, Batılıların ihtiyacına uygun olarak

bölge sorunlarını çözülmesinde bir dayanak olup olamayacakları konusunda ciddi kuşkular

uyandırdı.

Örneğin Suriye krizinin çözümü karşısında Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır tamamen farklı

çözümler peşinde farklı terörist örgütlerle ortak hareket ederlerken, Mısır’daki darbe, Filistin

sorunu, İsrail’le ilişkiler gibi en önemli konularda bile bu ülkeler ne birbiriyle ne de Batılı

emperyalistlerle ortak hareket etmeyi başarabilmişlerdir.

İran ise; bölgede Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de savaşan taraflardan birisinin doğrudan

tarafı olmuş, Rusya ile de yakın işbirliği içinde uluslararası planda da bu krizlerin

tartışılmasına müdahil olup iç çatışmaların tarafı olarak boy gösterirken, aynı zamanda da

“eğer bir çözüm olacaksa, bölge haritaları yeniden çizilecekse bunun İransız olmayacağını”

gösteren bir pozisyon edinmiştir. İran, özellikle de Batılı emperyalistlere “İran’la uzlaşmadan

bölgedeki yağma ve sömürüyü sürdürmelerinin olanaklı olmayacağını” göstermeyi

başarmıştır!

Bölgede ortaya çıkan tabloya kuş bakışı bakıldığında, tablo şöyle görünmektedir:

– İran, bütün ekonomik ve diplomatik ambargolara, istihbarat ve askeri operasyonlara ve

kuşatmalara karşın, 36 yıldır ayaktadır ve bölgedeki nüfuzu da hızla artmıştır. İç çatışmaların

sürdüğü ülkelerin tümünde çatışmanın bir tarafında İran, askeri, diplomatik ya da hissettirecek

ölçüde nüfuz sahibi olarak vardır.

– Irak, Suriye, Yemen, mezhep ve iktidar savaşlarının iç içe geçtiği iç savaşlar içindedir.

Bu ülkelerde çatışmaların az çok çözüme kavuşturulması, “bölgenin yeni haritasının

çizilmesini” de zorlayacak biçimde derinleşmiştir.

– Körfez şeyhlikleri, bir yandan Şii-Sünni çatışmasının öte yandan da zengin yoksul

uçurumunun yarattığı iç gerilimlerle, sosyal “patlama” işaretleri de veren belirsizlikler

içindedirler.

– Suudi Arabistan, Yemen’e askeri müdahale yapar, Suriye ve Irak’a terörist şeriatçı

örgütlerle müdahale ederken Batılı emperyalistlerle de “içli dışlı” ya da “uşak” demenin bile

yetmeyeceği ilişkiler içindedir. Ama bölgedeki krizlerden, acilen çözülmesi gereken

sorunlardan  söz edildiğinde ağırlığı olmayan, itibarsız bir ülkedir ve Yemen’i haftalardır

bombalıyor olması ona itibar kazandıracak görünmemektedir. Mısır’ı arkasına alarak

müdahalelerine meşruiyet sağlama çabasının da ona bir fayda sağlamayacağı anlaşılmaktadır.

Dahası Yemen’e yönelik askeri harekatın Suudi Arabistan’da gerek özgürlük taleplerini

gerekse Şii nüfusu harekete geçirmesiyle büyük altüst oluşlara sürükleme ihtimali oldukça

güçlü görünmektedir.

– Mısır’da askeri yönetim Müslüman Kardeşleri bastırmış olsa da, halk yığınlarını

Tahrir Meydanı’na çıkaran çelişkiler ve çatışma unsurları bütün azametleriyle durmaktadır.

Dahası Mısır işçi sınıfı ve çeşitli halk kesimleri zaman zaman taleplerini eylemli olarak ifade

etmekten de geri durmamaktadır. Bölgede ABD’nin sözcüsü, en gözde ülkesi olması Mısır’ın

çelişkilerini yumuşatmaya yetmediği gibi, yeni çatışma unsurlarını da kışkırtacak özellikler

taşımaktadır.

– Ürdün ve Lübnan, bölgedeki tüm gelişmelere en hassas, ama aynı zamanda da sürekli

gerilimlerle yaşayan ülkeler olarak bölgenin “yeni haritası”nda bir yere sahip olup

olamayacak, olacaklarsa da nasıl olacakları tartışmalı ülkelerdir.

– Türkiye, bölgenin “Batının en sadık, en istikrarlı müttefiki”, “bölgenin en büyük

ekonomik ve askeri gücüne sahip ülkesi”, “Batı emperyalizminin ileri karakolu”, “bölgenin

model ülkesi ve bölgesel gücü” gibi nitelemelerle anılan ülkesidir. Daha doğrusu böyleydi!

Bölgedeki bütün istikrasızlıklarda “ben de varım!” diyen ama sonunda ne İsa’ya ne Musa’ya

“yaranamayan” bir konuma düşerek, diplomatik yalnızlığını “değerli” bulan, ekonomik olarak

kendisini fiziken kuşattıran, ihraç mallarını bölge ülkelerine kara yolundan taşıyamayacak

duruma sıkıştılmış bir ülke konumuna sürüklenmiş durumdadır. “Yeni Osmanlıcılık”ın son

dayanağı olarak İsrail düşmanlığı ve İsrail’e öykünerek bölge diplomasisini MİT ilişkileri ve

örtülü operasyonlarla yürütme hevesi onu iyice köşeye sıkıştırmıştır. İran’n son çıkışı;

“Ermeni soykırımı” sorununun giderek büyüyen bir baskıya dönüşmesi,… ile Türkiye’nin dış

politikası bir kez daha duvara çarpmıştır.

– İsrail, elbette bir yandan tarihinin en rahat döneminden geçmektedir, ama öte yandan

da bölgedeki gelişmelerin yol açtığı belirsizliğinin de tehdidi altındadır. ABD’nin ve

Batılıların İran’la uzlaşmaya yönelmesinin, İsrail’i, İran gibi bir “düşman”dan etme ihtimali

karşısında da tedirgindir. Çünkü “İran tehdidi”, İsrail’in bölgedeki operasyonları için

meşruiyet sağlayan ve Batı desteği için en klişe gerekçedir.

Tablodan açıkça görüldüğü gibi, bölge ülkeleri içinde; “bölgenin haritası” yeniden

çizilirken, haritanın bütünü hakkında konuşmasının etkisi olacak, dolayısıyla bölgenin

yeniden biçimlenmesinde en etkili pozisyondaki bölge ülkesi İran’dır.

Bu yüzden de İran’la Batı arasındaki “nükleer anlaşma”, sadece İran’ın silah programını

denetlenmesi bakımından değil, ama Batının bölgenin yeniden biçimlendirilmesindeki

arayışlarıyla İran’ın görmezden gelinemez bir “bölge gücü” olarak kendisini ortaya koyduğu

yeni “denge” bakımından da önemli bir aşamayı ifade etmektedir.

‘NÜKLEER ANLAŞMA’NIN ‘NÜKLEERİ’ AŞAN ANLAMI

Evet, anlaşmayla ilgili olarak değerlendirmeler “çerçeve anlaşmanın” imzalandığı 2

Nisan’dan beri değişik boyutlarıyla ilgili olarak yapılıyor; “Kim ne kazandı?”, Kim ne

kaybetti?”, “Bundan sonra ne olacak?”, “İran’a güvenilir mi güvenilmez mi?”,… gibi konular

pek çok yönüyle tartışılıyor. Ve öyle görünüyor ki, bu tartışma 30 Haziran’a kadar, hatta

ondan sonra da sürecek.

Nitekim anlaşmaya göre, İran uranyum zenginleştirmesi için kullandığı santrifüj sayısını

üçte iki oranında azaltırken, zenginleştirme oranını da yüzde 3.5’le sınırlayacak. İki nükleer

tesisinden birini kapatacak da olan İran, 25 yıl süreyle nükleer programını Batılıların

denetimine açık tutacak!

Buna karşılık, AB’nin İran’a uyguladığı yaptırımlar hemen kaldırılırken, ABD’nin

yaptırımları da tedricen kaldırılacak…

Anlaşma; İran’da “coşkulu gösterilerle”, İsrail’de “öfkeyle”, Körfez ülkeleri ve Suudi

Arabistan’da ise “endişeyle” karşılandı. P5+1 ülkelerinin sözcüleri ise anlaşmayı “tarihi bir

adım”, “önemli bir adım” gibi olumlu nitelemelerle değerlendirdiler. Evet, somutta,

anlaşmanın merkezinde “İran’ın nükleer programı” vardır ve bu programın Batılılar

tarafından denetimi tartışılmaktadır. Ama bölgede yukarıdan beri sözü edilen gelişmeler

dikkate alındığında, aslında, adı edilmeden tartışılan konular çok daha kapsamlıdır.

Dolayısıyla bu anlaşmanın anlamı;

1- IŞİD, el Kaide ve diğer İslamcı terör örgütlerinin faaliyetleri, Irak, Suriye, Yemen’i de

kapsayan iç savaşlar, Suudi Arabistan öncülüğünde ve Mısır’ın aktif desteği ile Yemen’e

yönelik askeri müdahaleyi de kapsayan Ortadoğu’daki iç karışıklıklar,

2- İran’ın bu gelişmeler içindeki pozisyonu, İran’dan Arabistan Yarımadası’nın en güneyine

kadar uzanan “Şii Hilali” içindeki nüfuzunun artması, Rusya ve Çin’le Batılıların bölgedeki

oyunlarını bozacak derinlikteki ilişkileri,

3- Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin giderek ağırlaşan sorunları ve bölgenin

haritasının yeniden çizilmesi, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin etkinlik alanlarının

belirlenmesi mücadelesiyle sıkı bağlantılı olduğu görülmeden yeterince kapsamlı biçimde

anlaşılamaz.

‘NÜKLEER ANLAŞMA’NIN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ

2007 Eylül’ünde Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde Tükiye ile ABD

yeni bir “beyaz sayfa” açarken; Türkiye’ye “bölgenin model ülkesi”, ve “bölgesel güç”

onurunu bahşedilmişti! Erdoğan ve Hükümeti, bunu coşkuyla kabul etmişti.

Bu, Türkiye’nin İslam ülkelerine “model ülke” olması demekti. Ki, bu, diğer İslam

ülkelerine de bir yandan dini (İslami) normlara göre yaşarken, öte yandan da Türkiye gibi Batı

emperyalizmi ile siyasi (askeri) ve ekonomik olarak entegre olmayı başarmaları çağrısı

oluyordu. Elbette bu dönüşüm kendiliğinden olacak bir şey olmadığına göre, bölge ülkelerinin

hizaya getirilmesi gerekirdi. Bunu ABD’nin, onun oluşturduğu “dış koalisyonların” ya da

İsrail’in yapması daha büyük sorunlara yol açardı, açmıştı da. Nitekim ne Irak’ın işgali, ne

Afganistan’a asker gönderilmesi, ne de İsrail’in bölgenin jandarması yapılması bölgedeki

sorunları Batı emperyalizmi lehine çözülmesini getirmediği gibi, tersine bu sorunları daha da

büyütmüştü. Bu yüzden Müslüman bir bölge ülkesinin “model ülke” olarak gösterilmesi ve

bölgesel sorunları da onun çözüyor görünmesi, tepki toplamayacağı gibi, bölge ülkelerinden

destek de sağlar, bölgedeki gerici yönetimleri de rahatlatırdı!

2007 Eylül’ündeki “mucize yaratacağı” umulan Bushçu-neo-concu senaryo böyleydi.

AKP Hükümeti, özellikle de Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, bu uzlaşmayı artık “bölgenin

model ülkesiyiz”, “bölge gücüyüz” diye gürültülü bir biçiminde ilan ettiler. Yeni Osmanlıcılık

da, ABD’nin bu bölge stratejisine uyum sağlanarak hayata geçirilmek üzere biçimlendirildi.

Ama, şimdi gelinen yer; Türkiye’yi “model ülke” ve ”bölgesel güç” olarak yükümlendiren

ABD için de, onun stratejisinin bölgedeki uygulayıcısı görevini üslenen Türkiye’yi yönetenler

için de tam bir başarısızlıktır!

Öte yandan 2007’de, ABD’nin bölge stratejisinin hedef ülkelerinin birinci sırasında İran

vardı. Ve o günden sonra da İran ve Türkiye ilişkileri, görünüşte aralarının çok iyi olduğu ve

karşılıklı “kardeşlik” açıklamalarının yapıldığı, Türkiye’nin BM’de İran’a yönelik

yaptırımlara karşı çıktığı dönemlerde bile gerilimlerin her gün daha da arttığı, “İslam’ın

bayrağını kimin taşıdığı”na dair iddianın bütün diğer ilişkileri gölgelediği bir süreç olarak

ilerledi. Arap isyanlarının bölgede yol açtığı altüst oluş içinde, özellikle de bölgenin yeniden

biçimlenmesi girişimleriyle (Bu 2007’de Bushçuların istediği biçimde olmasa da, özü

itibariyle “kim model ülke ve bölgesel güç” olacak rekabeti) birlikte, Libya’ya NATO

müdahalesi sırasında, Irak’ta, Suriye’de mezhep mücadelesi görünümü de öne çıkarak, bölge

ülkelerinin nasıl yönetimlerle yönetileceği gündeme geldiğinde, Türkiye-İran çatışması daha

açık bir biçimde ortaya çıktı.

Türkiye’nin bölgesel sorunları çözme ve bölge ülkelerine model olma yerine kendisinin bir

bölgesel soruna dönüşmesi, kendisi model olma bir yana Müslüman Kardeşlerin programını

ve yaşam tarzını kendine model alması gibi etkenlere birleşen yeni Osmanlıcı amaçları öne

çıkarması, Batılılar için Mısır’ı ve Suudi Arabistan’ı bölge sorunlarının çözümünde öne

çıkarmaya zorladı.

Suudi Arabistan tepeden tırnağa silahlandırıldı. Mısır’da, Türkiye, Tunus (o zaman

yönetimde tek başına Müslüman Kardeşler vardı) ve Hamas yönetimi dışında, ABD’yle

Batılıların ve İran, Suudi Arabistan …. gibi tüm bölge ülkelerinin yönetimlerinin açıkça

desteklediği General Sisi darbeyle Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler yönetimini

devirdi ve Mısır’a adeta ekonomik ve askeri yardım yağdırıldı.

Bu gelişmelere paralel olarak, yeni Osmanlıcı AKP Hükümeti’nin de Suriye başta olmak

üzere bölge ülkelerini himayesine alma, “ağabeylik yapma” girişimleri bir bir elinde patladı.

Türkiye, bırakalım model olmayı ve bölgesel güç rolü oynamayı, bölge ülkeleriyle diplomatik

ilişkilerini bile normal koşullarda sürdüremez hale geldi. Tersine, Türkiye, Suriye ve Irak’ta

mezhep savaşı karakteri ağır basan iç savaşların tarafı olarak, savaşların derinleşerek

sürdürülmesinin başlıca dayanağı oldu; pek çok bölge ülkesiyle diplomatik ilişkilerini

yürütemez oldu.

Bu “yalnızlaşmayı” aşmak için, AKP Hükümeti, bir yandan “değerli yalnızlık” bahanesine

sarılırken, öte yandan da iç savaşlara örtülü operasyonlarla müdahale etmeyi, diplomasinin

yerine MİT aracılığıyla bölgedeki el Kaide, el Nursa, İŞİD gibi örgütlerle “iş tutmayı” geçirdi.

Böylece AKP Hükümeti, “bölge haritasının yeniden çizilmesi”nde kendince bir mevzi tutmayı

amaçladı; ama niyeti ve giriştiği operasyonları çok çabuk deşifre oldu.

Dahası PKK, PYD’nin IŞİD’e karşı mücadelede öne çıkması, bölge halklarını IŞİD

belasından kurtaracak bir güç olarak sahneye çıkmaları, bunun Türkiye’nin iç politikasında da

kimi sonuçlara yol açması, Hükümetin “Çözüm Süreci” adı altındaki Kürt siyasi güçlerini

tasfiye etme girişimlerinin yanı sıra AKP iktidarıyla bölgedeki İslamcı terör örgütleri

arasındaki ilişkiyi de deşifre edici gelişmeleri güçlendirdi.

İşte bu gelişmeler Türkiye’yi bölgede adım atamaz hale getirdi. Öyle ki, ticari mal taşıyan

TIR’larını bile sınırların ötesinde geçirecek yol bulamaz bir mecraya sürklenen Türkiye, MİT

TIR’larıyla bölge politikasına müdahale etmeye çalışırken, İran’da Hassan Rabbani’nin

Cumhurbaşkanı seçilmesi ve Batıyla ilişkilerini yumuşatmayı da aşarak, ”nükleer anlaşmayı”

başarması, İran’ın, bir “model ülke” değilse bile, bölgedeki çatışmaların çözümünde çok etkin

olacak, bölge haritasının yeniden çizilmesini kolaylaştıracak bir “bölgesel güç” olarak politika

sahnesine çıkmasının yolunu açtı. İran’ın bölgede pazarlık masasına legal bir biçimde

oturması elbette Batılıları zorlayacak pek çok etkeni de birlikte getirmektedir. Ama Rusya’nın

doğrudan, Çin’in dolaylı olarak zaten Ortadoğu haritasının yenilenmesinde masada olduğu

dikkate alındığında, İran’ın masaya oturmasının tartışmaları zorlaştırıcı olduğu kadar

kolaylaştırıcı olanakları da artıracağını söyleyebiliriz.

Elbette 36 yıldır çok boyutlu bir düşmanlıkla beslenen İran-Batı ilişkileri bir anda ve

kolayca “normalleşmeyecek”tir! Devlet ve diplomasi geleneği yanında Rusya ve Çin’i de

arkasına alan İran’ın, haritaların yeniden çizilmesinde yüz yıl içinde olmadığı kadar etkin

olacağı dikkate alındığında, bu durumdan kendince yararlanacağını, bölgede rekabet ettiği

Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın etkisini kırmak için gerekli adımları atmaktan

çekinmeyeceğinı de kabul etmek gerekir.

Türkiye-İran ilişkileri söz konusu olduğunda, zaman zaman Kasrı Şirin’e atıf yapılacağını,

zaman zaman tarihsel dostluktan dem vurularak barış nutukları atılacağını, ama bütün bunlara

rağmen Şii-Sünni çatışması ve bölgede kimin sözünün geçeceği konusunda da rekabetin,

çatışmanın aralıksız ve güçlenerek süreceğini görmek gerekir. Belki bu iki ülkenin üstünde en

kolay uzlaşacakları konu Kürtlerin özgürlük mücadelesini ezilmesidir, ama onda bile ortak

davranmalarının çok zor olduğu geçmiş deneylerden bilinmektedir.

Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin, bölgeye çeki düzen vermede, bölgedeki haritaların

yeniden çizilmesinde Batılılar için artık eskisi kadar bile önemli olmayacağı anlamına

gelmektedir. Tabii ki, yeni Osmanlıcı dış politikada ısrar edilerek, bölgede “büyük

ağabeylik”, “koruyuculuk” adı altında ülkelerin iç işlerine müdahaleye, İslamcı terörist

örgütlerle bölgede oyun tutmaya, diplomasinin görevlerinin MİT’in örtülü operasyonlarına

indirgemeye devam edilirse!

Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikadan geri adım atacağına dair bir belirti yoktur; ama

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “nükleer anlaşma”dan hemen sonra yaptığı İran ziyaretinde

geleneksel hale getirdiği hava limanında basın toplantısı yapmaması, İran’da Ruhani ile

düzenlediği basın toplantısında bu ziyaretten bir hafta önce Yemen üstünden İran’a yönelttiği

“İran’ın bölgedeki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda domine ettiği, bundan Türkiye ve

bütün öteki bölge ülkelerinin rahatsız olduğu,…” biçimindeki eleştirilerine İran’da gelen

tepkiler konusunda hiçbir şey söylemediği, hatta Yemen’de arabuluculuktan bile söz ederek

sadece doğal gaz alışverişi ve turizm üzerine açıklamalar yapmakla yetindiği dikkate

alındığında, İran karşısında kendisine bir çeki düzen vermeye yöneldiği de söylenebilir.

“Çerçeve Anlaşması”yla gelinen yerden bakıldığında; evet, İran bölgede kendi

pozisyonunu Batılılara da kabul ettirerek, önemli bir başarı sağlamıştır. Bu da bölgede liderlik

iddiasındaki Mısır, Suudi Arabistan, özellikle de Türkiye için en azından ”ödevlerine daha

çok çalışmak” gerektiği anlamına gelmektedir. Ama “Çerçeve Anlaşması” yapılması, elbette

Batılılarla 36 yıldır süren çatışmanın bir anda can ciğer kuzu sarmalığına döneceği anlamına

gelmiyor. Yani İran-Batı ilişkileri kısa sürede “normal” seviyesine çıkmayacaktır. En azından

30 Haziran’da  yapılacak “nihai anlaşma”dan sonra ancak taşlar yerine oturmaya

başlayacaktır. Ama gidişatın yönü, eğilimler, bu doğrultudadır.

Elbette burada tartışılan, Ortadoğu’nun iç savaşlar, bölgesel çatışmalar ve her bir bölge

ülkesinin yönelişleri karmaşası içindeki bölgesel sorunlarının, bölgeye müdahale eden

emperyalistler ve bölge gericiliklerinin ihtiyacına göre çözülmesi için İran’ın “çözüm

masası”na doğrudan oturarak elini güçlendirmesiyle ortaya çıkan gelişmeler ve bu

gelişmelerin muhtemel seyridir.

Bu muhtemel seyir içinde; Kürt güçlerinin tutacağı pozisyon, IŞİD ve öteki İslamcı terör

örgütlerine karşı mücadele, Rusya ve İsrail faktörleri, laisizme yöneliş, anti emperyalist

mücadele ve bölge ülkelerinde iç gericiliğe karşı emek mücadelesinin tutacağı yer,… gibi

bölgedeki çatışmaların seyri ve sonuçları üstünden ortaya çıkan, çıkacak olan (Türkiye’de

seçimler ve sonuçları, “Çözüm Süreci”nin bundan sonraki seyri, Esat rejimi ile Suriye krizine

çözüm için atılacak adımlar,…)  gelişmeler elbette tartıştığımız konu ile bağlantılı olan, ama

ayrıca ele alınması gereken konulardır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑