sosyal reformizm ve syriza’nın Sosyalistliği

 

Açık adı “Radikal Sol İttifak” olan Syriza’nın seçimleri kazanması, AB, IMF ve AB Merkez Bankası’ndan oluşan Troyka ile aylar süren pa- zarlıklara girişmesi ve Troyka programının kabul edilip edilmemesi doğrultusunda başvurulan halk oylaması ve sonrasında dayatılan anlaşma- yı imzalaması Çipras ve Hükümetini, ülke içinde olduğu kadar, uzun süre uluslararası bir gündem maddesi de yapmıştı, yapmaya devam ediyor. Konuya ilişkin olarak çok farklı bakış açıları or- taya kondu ve herkes politik yönelimlerine, sınıf- sal konum ve tutumuna uygun sonuçlar çıkardı. Özetle söylenecek olursa, birçok sorunda oldu- ğu gibi, liberal-reformist tutumla sınıfsal bakış açısı arasındaki ayrım noktaları bir kez de Syriza nedeniyle ortaya çıktı.

AB eksenini oluşturan emperyalist koçbaşı ülkelerin yönetimleri, IMF ve uluslararası ser- maye kuruluşları Yunanistan’a açlık ve sefalet getirecek olan ağır ekonomik programlarının devamını ve şartları daha da ağırlaştırılmış yeni anlaşmaları dayattılar. Yunan Hükümeti de, – halk referandumda “hayır” demişken–, başka alternatif olmadığı gerekçesiyle uzlaşma yolu-

nu seçerek, “evet” dedi. Kısacası, taraflar kendi cephelerinden yola çıkarak, uzlaşmayı bir zorun- luluk olarak değerlendirme noktasında ortak bir paydada buluşmuş oldular. Liberalizm aşıkları ise, Syriza’nın uzlaşmasını, “küresel ekonomi ve bağımlılığın kaçınılamayacak sonuçlarından biri olarak değerlendirdi ve taktik bir soruna indirgeyip “at izinin it izine” karışmasına ça- nak tuttular. Emperyalist politika ve kurtarma operasyonları”na karşı oluşan halk muhalefeti- ni, Euro, küresel ekonomi, iflas gibi konularda bilgi kirliliği ve kafa karışıklığı oluşturarak, sisli, puslu bir görüntü yarattılar. Sol, sekter tutumda ısrar edenlere gelince, onlar da gelişmeleri; at- tıkları soyut devrim sloganlarının doğruluğuyla açıklamaya çalışıyorlar.

Syriza’nın tüm program ve söylemlerinde AB ailesinin üyesi olunduğu ve AB ile adil bir anlaşmanın hedeflendiği” açıkça ortaya kon- maktadır. Bir yandan sosyalist olduklarını ileri sürerken, bir yandan da mevcut sistemin re- formlarla nasıl iyileştirileceğini ve işçi ve emek- çilerin yararına pazar ekonomisine nasıl müda- hale edilerek, burjuvazi ve işçi sınıfını yeni bir toplumsal yapı” içinde nasıl buluşturacaklarını söylüyorlar. Kısacası Syriza, işçi sınıfının iktida- rından değil “insancıllaşmışve barbarlığını terk etmiş “halkçı” bir kapitalizmden bahsetmekte ve adını da çağın ihtiyaçlarına cevap veren “reel sosyalizm” koymaktadır. Kısacası, Syriza, mo- dern sosyal reformizmin tüm karakteristiklerini üzerinde taşıyan; ısrarla uzlaşmacı bir politikayı savunan ve söylemlerinin merkezine (neo)liberal pazar ekonomisini bazı iyileştirmelerle yeniden yapılandıracağını oturtan ve kapitalizmin krizini sermayenin, burjuvazinin sırtına yükleme yerine kapitalist krizi yönetmeyi üstlenen modern sos- yal reformist bir parti olarak doğmuştur.

Uluslararası işçi sınıfının geçici tarihsel yenil- gisi ve yol açtığı ciddi tahribatlar ve dolayısıyla işçi ve emekçi hareketinin zaafları, yaşanılan sü- recin temel karakterlerinden biridir. Dolayısıyla bugünkü sürecin önünü açacak, halklar ve işçi sınıfı açısından elle tutulur deney ve tecrübeler sunabilecek bir sınıf hareketinden yoksunluk, Syriza ve benzeri modern sosyal reformist parti- lerin umut olarak doğmasına olanak vermekte- dir. Syriza’nın Yunanistan ve tüm Avrupa gene- linde olduğu gibi, ülkemizde de geniş bir sem- pati ve destek bulması bu çerçevede değerlen- dirilmelidir. Syriza’ya sahip olmadığı misyonlar yükleyenler, daha çok devrimci sınıf hareketinin dışında çözümler arayan “pusulasını kaybetmiş” hareket ve akımlardır.

2007’lerde başlayan ve 2010 yılında doru- ğuna ulaşan kapitalist kriz Yunanistan’da işçi ve emekçilerin sırtına taşıyamayacakları bir yük yıkmış, sistem partilerine yönelik tepkilerle bir- likte, bu durum, halkın, işçi ve emekçilerin temel taleplerini birleştirici bir sosyal söyleme ağırlık veren Syriza’nın alternatif olarak ana muhalefet olmasına neden olmuştu. Daha kötü günler gör- mekten kaçınan ve kriz öncesi sürece dönmek isteyen halk Syriza’nın Troyka politikalarının or- tadan kaldırılacağı yönündeki vaatlerine destek verdi. Syriza ise, hükümet olmasının hemen ar- dından, “Troyka anlaşmalarını ve uygulama ya- salarını ortadan kaldıracak tek yasa maddesi”ni unutarak, uzlaşmak için her türlü manevraya başvurdu.

Emperyalist sistemin eksenlerinden birini oluşturan Almanya ve Fransa’nın tekelci ser- maye politikalarını sosyal reformist bir partiye deldirmeme kararlılığı Çipras Hükümetini zor durumda bırakınca halk oylaması gündeme gel- di. Halk oylamasının sonuçları, Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin AB, Euro ve IMF karşıtlığı- nı ortaya koyuyordu. Hem AB merkezleri hem de diğer tekelci sermaye kuruluşları oylamanın sonuçlarından AB karşıtlığı çıkarmamak gerek- tiği yönündeki propaganda ve söylemlere ağırlık verdiler. Çipras Hükümeti de, aynı sonucu çı- kardı. Ellerindeki en son olanağı da kullandık- larını ve başka bir alternatiflerinin kalmadığını söyleyen Hükümet, geçmiş Troyka anlaşmalarını aratan yeni anlaşmanın altına imza attı. Başka alternatif kalmadığını söyleyen Hükümet, halk oylamasının sunduğu alternatifi elinde bulundu- rurken söyledi bütün bunları.

Reformizmin sefaleti burada çıkıyor ortaya. Çipras, 6 ay boyunca, halkın görece de olsa bazı taleplerini kabul ettireceğine ve sıkı bir pazarlık- la tavizler koparacağına inanarak, emekli san- dıklarından eğitim ve sağlık bütçelerine kadar tüm kasaları boşaltarak, on milyarlarca borç fa- izi ödedi ve bu süreç sonunda 1 Euro’ya muhtaç durumuna gelince ellerini havaya kaldırdı. Bu gelişmelerden sonra, halk oylamasına rağmen evet” diyen ve sosyal reformist programını bile yadsıma yolunu seçen Hükümet, AB ve diğer ser- maye kuruluşlarının talebi doğrultusunda geç- miş Troyka anlaşmalarını imzalayan diğer ser- maye partilerinin de tam desteğini alarak, halka sırtını dönmedeki son aşamaya ulaşmış oldu.

Bununla da kalmadı; AB ve Euro kuşağından çıkışı alternatif olarak öneren, bankaların kamu- laştırılmasını, borç ödemelerinin durdurulması- nı, krizin faturasının sermayeye çıkarılmasını, yurt dışına çıkarılan sermayeye el konulmasını vb. savunan parti içi muhalefet ise tasfiye edildi. “Sol muhalefet”e bağlı iki bakan ve üç bakan yardımcısı görevden alınarak, yerlerine Troyka anlaşmalarının altına imza atan devşirme millet- vekilleri atandı. Adı konmasa bile, Syriza Hükü- meti bir “azınlık hükümeti” durumuna düşmüş bulunuyor. Üçüncü Troyka Anlaşması’nı diğer partilerin yardımıyla Meclis’ten geçiren Hükü- met, uygulama yasalarını geçirmek için de di- ğer partilerin sürekli destek ve oylarına ihtiyaç duyacaktır, duymaktadır. Bu durumda giderek gericileşme sürecinin başlaması kaçınılmazdır. Sol Platform”un, izlenen uzlaşmacı politikalara karşı, 201 kişilik merkez komitesinin 109 unun desteğini alarak parti kongresine çağrı yapmış olması ve Çipras’ın “Sol Platform”a karşı tutu- munu sertleştirmesi, önümüzdeki süreçte yolla- rın ayrılacağının işaretini vermektedir. Kısacası Çipras’ın önünde fazla seçenek görünmemektedir. Yolların ayrılması resmi olarak azınlık hükü- metine geçiş ve arkasından erken seçim anlamı- na gelmektedir.

Ortaya çıkan yeni durum ve gelişmeler dev- rimci bir sınıf hareketinin doğup güçlenmesi ve alternatif olmasının olanaklarını artırmaktadır. Halkın, işçi ve emekçilerin sorunları katmerle- şerek devam etmektedir. Dolayısıyla bu çözüm- süzlük ve halkın hoşnutsuzluk ve öfkesinin ya- tışmak bir yana artarak devam ediyor olması,

–Çipras türü lafazanlığın ötesine geçmeye cesa- ret edip edemeyeceği ayrı sorun olmakla birlik- te– AB ve politikalarına karşı en geniş kesimleri bir araya getirme yönünde iddiada bulunan Sy- riza içindeki “Sol Platform”un olduğu kadar asıl olarak devrimci güçlerin, geniş kitleleri etkileye- rek alternatif olarak ortaya çıkma olanaklarını daha da olgunlaştırmıştır. Her türlü tehdit ve kara propagandaya rağmen Yunan halkının ezici çoğunluğunun halk oylamasında “hayır” cephesi altında bir araya gelmiş olması bu yönde atıla- cak adımlar için ciddi bir olanak sunmakta ve en geniş kitleleri bir araya getirecek olan işçi, emekçi ve halk ittifakının hangi platform üzerin- den oluşturulması gerektiğini göstermektedir. Bu olanağın kullanılmaması durumunda hareketin iyice zayıflaması ve faşist hareket başta olmak üzere yeni burjuva alternatiflerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Syriza içindeki Sol Platform”un savunduğu “alternatif”in daha çok Rusya ve Çin eksenine yanaşmayı hedeflediğini ve AB dışında arayışlar anlamına geldiğini belirtmek gerekir. Ancak –ri- vayet muhtelif olsa bile– öne sürdükleri talepler halkın talepleriyle çakışmakta ve geniş bir cep- heye olan ihtiyaç “platform”un temsilcileri tara- fından da dile getirilmektedir.

Halk oylamasında Yunanistan Komünist Par- tisi (KKE) “ne Syriza’nın önerisi ne de Troyka re- çeteleri” tutumunu benimsemiş ve geçersiz oy vererek “hayır” cephesinde yer alarak bu yönde bir çalışma başlatmamış, Syriza’yı destekleme anlamına gelir kaygısıyla Avrupalı emperyalist- lerin Yunan halkına yönelik dayatmalarına net bir “hayır” bile diyememişti. Hareketin subjektif durumuyla çelişen ve kitlelerin önüne hareketin ihtiyaçlarına cevap veren ve halkın da açık ola- rak “hayır” tutumu aldığı somut taleplerle değil soyut ve sol sekter formüllerle çıkılması, kendi tabanının bile “çekimser oy” kullanma çağrısına sahip çıkmamasına neden oldu. Harekete ters düşen dışardan dayatmaların, başarının değil, ama başarısızlığın “güvencesi” olduğu sınıf mü- cadelesinin öğrettiği ciddi bir tecrübedir. KKE çekimser tutumuyla hem halkı yalnız bırakmış, hem bir kez daha halktan uzaklaşmıştır. Şimdiye kadarki değerlendirmeleri bu tutumunda ısrar edeceğini ortaya koymaktadır.

6 Haziran 2015 tarihinde KKE Genel Sekrete- ri Dimitris Kuçubaş’ın MK yayın organı “Rizos- pastis”te yayınlanan açıklaması şöyle: Alelacele gündeme getirilmesine ve yanlışlığına rağmen (halk oylamasında sorulan soru) halkın bir bölü- mü bu aldatmacaya kanmamış ve dayatılan çer- çevenin dışına çıkmayı başarmıştır. Çekimser ve geçersiz oy vererek ilk cevabını vermiştir. Birço- ğu da seçime katılmamıştır.” KKE, halkın tutum- suz kalmasını, geçersiz veya çekimser oy verme- sini doğru tutum olarak görüyor ve hayır oyu verenleri hakim sınıfların çizdiği çerçeve dışına çıkamamakla suçluyor. Yani sorun KKE’nin for- müllerine ve çağrılarına duyarlılık göstermeyen, gösteremeyen halkta…! Böyle bir tutum ve kendi çizgisi dışında herkesi KKE ve halk ya da devrim karşıtı görme, özünde kendini sınıftan ve haktan tecrit etmektir. Bu tutum, geniş bir halk cephesi- nin oluşturulması önünde engel teşkil etmekte, güçleri bölen olumsuz bir rol oynamaktadır.

SOSYAL REFORMİZM VE DEVRİMCİ TUTUM

Syriza, Türkiye dahil –işçi sınıfının dönüştü- rücü devrimci özne olarak tarihsel rolünü ve ik- tidar mücadelesine genişlemesini de kapsayarak sınıf mücadelesini toplumların gelişmesinin mo- toru olduğunu reddeden– dünyanın yeminli sos- yalizm düşmanı reformcu ve liberal solcuları ta- rafından ideolojik nedenlerle yüceltilişi bir yana, daha hükümet olmadan ve hükümet olduktan hemen sonraki halkı ve taleplerini destekler gö- rünen tutumu nedeniyle neoliberal emperyalist kapitalist saldırganlık karşısında bir umut arayı- şındaki halklar tarafından sempati ile karşılandı ve desteklendi. Halkı, taleplerini ve mücadele- sinin ilerlemesini destekleyen komünistler de, bu durumu hesaba katarak, “yapamaz-edemez” içerikli ajitasyonla Syriza’yı soyutluğu içinde tar-tışma konusu etmek yerine, hakkında hayaller yayıp olumlamadıkları Syriza’nın işe yaramazlı- ğının halk tarafından politika ve uygulamalarıy- la ve kendi talepleri karşısındaki pozisyonunun somutluğu içinde görülüp kavranması tutumunu benimseyerek, halkın mücadelesi ve bu müca- delenin ilerletilmesine vurgu yapıp onun ihtiyaç- larına yoğunlaştılar. Ancak halkların mücadelesi ve ilerleyişinin sahiplenilmesi ve ideoloji-politika ve halkın talepleri ve mücadelesinin ilerleyişiy- le bu ikisinin ilişkisi ayrı bir sorundur, Syriza’yı devrim yapmaya aday göstermek ve reformist umutlar yaymak ve sonuç olarak reformizmi sa- vunmak ayrı sorundur.

Şu noktanın da altı kalınca ve net bir biçim- de çizilmelidir ki; işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini savunmak ve bu talepler için mücadele etmek yanlış bir si- yasal tutum değildir. Devrim ve sosyalizm lafları etmekle yetinip, örneğin AB’den çıkmayı henüz benimsemiyor diye borç ödemelerine bu neden- le örneğin ücretler ve emeklilik haklarında kesit- lere, vergi oranlarının yükseltilmesine vb. karşı yöneltilmiş halkın taleplerin savunulmasından hareket eden ve ancak buradan devrim ve sos- yalizme ilerleyebilecek bir mücadeleye katılmayı raddetmek devrimcilik olmadığı gibi, bu ve ben- zeri talepleri sahiplenip mücadelesini vermek de reformizm değildir. Halkın acil taleplerinden hareket etmeyen ve onun bilinç ve devrime hazırlık durumunu buradan ilerletmeyi öngörmeyen bir devrim ve sosyalizm mücadelesi olanaklı değil- dir. Sosyalistler şüphesiz reformları reddetmez- ler. Reformizm, iyileştirmelerle yetinip sömürü sisteminin devamını savunmak ve sınıf müca- delesini reddederek uzlaşmayı siyasal bir çizgi olarak benimsemektir. Sınıf mücadelesini ve toplumsal devrimleri reddetmek ve ezilen sınıf- ları sitemin devamını sağlayacak değişikliklerle yetinmeye ikna etmek ve zorlamaktır. Ancak öte yandan işçi sınıfı ve emekçilerin verdiği günlük ekonomik mücadele de son tahlilde bir reform mücadelesi, sadece kendisiyle yetinildiğinde in- sanı ekonomist, dolayısıyla reformist yapar. Ama hiçbir aklı başında kişi buradan hareketle ücret vb. taleplerle yürütülen ekonomik mücadeleyi kabul etmezlik edemez. Sorun, bu mücadelenin işçi sınıfının politik mücadelesiyle ilişkisindedir: Ya ekonomik mücadeleyi politik mücadeleye bağlar, onun sağlam bir dayanağına dönüştürür- sünüz ki, bu yapılması zorunlu olandır; ya da kendi başına ekonomik mücadeleyi yüceltir en çok bir kendiliğindenci veya sendika bürokratı olursunuz.

Ancak kuşkusuz reformları reddetmeyen komünistler işçi sınıfının kurtuluşunun sömürü sistemine kökten son verecek bir devrimle müm- kün olduğunu da bilirler. Bu nedenle devrim ve reform ilişkisini doğru kavramak gerekir. Sorun reformların kabul edilmesinde değil; ama bizati- hi reformları amaç edinen reformcu bir tutuma mı sahip olunduğu yoksa reformları devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak gören ve dev- rimi amaçlayarak yürütülen mücadelenin geçici başarıları olarak bir dizi reformların elde edi- lebileceğini bilen devrimci bir tutuma sahip olunduğudur.

Sorun şüphesiz niyet sorunu da değildir. Her şeyden önce sınıf mücadelesini esas alıp, kapita- list sistemi –tabii ki ancak devrimle olanaklı ol- duğu için– bir devrimle tasfiyeyi ve işçi sınıfının iktidarı koşullarında köklü toplumsal değişiklik- ler yapma sorunudur. Allende deneyimi oldukça öğreticidir. Sömürü sistemi tüm dayanak ve ku- rumlarıyla yıkılmadan, en başta burjuva devlet egemenliği devrilmeden, burjuva iktidarı koşul- larında ve reformlar aracılığıyla sınıfsal kurtuluş sağlanamaz.

Çözümsüzlük ve halkın hoşnutsuzluk ve öfkesinin yatışmak bir yana artarak devam ediyor olması, – Çipras türü lafazanlığın ötesine geçmeye cesaret edip edemeyeceği ayrı sorun olmakla birlikte– AB ve politikalarına karşı en geniş kesimleri bir araya getirme yönünde iddiada bulunan Syriza içindeki Sol Platform”un olduğu kadar asıl olarak devrimci güçlerin, geniş kitleleri etkileyerek alternatif olarak ortaya çıkma olanaklarını daha da olgunlaştırmıştır.

Reformizmin sınıf mücadelesi, hatta onun gelişmesi ihtimali bile karşısında açıkça ege- menlerin yanında saf tuttuğu, proletaryaya karşı savaşlar açtığı ve sistemin koltuk değneği rolünü üstlendiği sınıf mücadeleleri tarihinin öğrettiği bir başka gerçektir. Reformizmin kalıplaşmış bir tek biçimi yoktur ve sınıf hareketinin özgünlükle- rine göre biçimleri değişir. Günümüzün modern sosyal reformizmi birçok ülkede sosyalleştirilme- sini iş edinerek şirinleştirmeye yöneldiği “pazar ekonomisi”ni savunmakta, bu yönde izlenen neoliberal politikalarla birleşip bütün- leşmektedir. Programlarına aldıkları sosyal politikaları bile terk etmiş ya da uzlaş- malarla terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunun en son örneği Syriza ve Hüküme- ti’dir. Troyka anlaşmalarını ortadan kaldırma ve bu- nun gereği olan yüzlerce vaatle halkın desteğini ala- rak hükümete gelmesinin ardından bütün vaatlerini rafa kaldırarak, yeni Troyka anlaşmasının altına imza atmıştır. Hem de AB, Euro karşıtlığına genişleme eğili- mi taşımakta olan ezici bir halk desteğine rağmen.

Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin çıkarı hiç kuşku yok ki, AB, IMF cenderesinden çık- ma ve sebebi ve faili olmadığı krizin yükünü sebebi ve asli faili olan hakim sınıfların sırtına yıkmadadır. Birkaç yıl içinde işsizlik %50’lere dayanmış, sosyal güvenlik ortadan kaldırılmış, ücretler yarıya düşürülmüş, toplu işten atmalar yasallaşmış, esnaf dükkanının kapısına kilit vur- muş, köylü üretemez hale gelmiş, özelleştirme- ler gündeme getirilmiş, halk açlık ve yoksulluğa mahkum edilmiştir. Kuşaklar boyu borç ödeye- cek olan Yunan halkının geleceği ipotek altına alınmıştır. Son beş yılda tasarruf paketleri”yle

Yunanlı işçi ve emekçilerden toplanan para mik- tarı 250 milyar Euro’nun üstündedir. Alınan borç miktarı ise, bunun çok altındadır. 2060’lı yılla- ra kadar borç ödemeleri devam edecektir. Yeni alınacak borçlar ise bu hesaba dahil değildir. AB’yle IMF “bir süreliğine aylıkları ödemeyin” di- yecek kadar ileri gitmiş, hatta sorun insan onu- runun ayaklar altına alınmasına kadar varmıştır. Çipras’ın seçim öncesi söylediklerinin tam tersi anlaşmalara imza atması, Çipras’ın hükümet ol- masını kurtuluşa 5 kala” olarak değerlendirip sanki bir sonraki adım da “devrim”miş gibi bir izlenim uyandıran liberal sol akım ve kişileri uykudan hiç uyandırmamış gibi.

Bizden olsun da ne olursa olsun”, “eğer gerekirse açlık ve yoksulluğu da biz getiririz, yabancı eliyle olmaz” der gibi bir halleri var Çiprasçı liberal “sosyalistlerin”!.. Çipras bile istemediği bir anlaşmanın al- tına imza attığını, Troyka’yla anlaşmanınuygulanamaya- cak kötü bir anlaşma” oldu- ğunu, “mayın tarlasına girdi- ğini” söylerken, onlar, Yunan halkının açlık ve yoksulluğu kabul ederek on yıllarca öde- mek zorunda kalacağı “borç dilimi”nin serbest bırakılma- sını “avans almak” olarak de- ğerlendirebiliyorlar. Yeni De- mokrasi ve PASOK koalisyonu imzaladığında, adı, tekelci sermayeye ve kurumlarına teslim olmaktı. Ama Çipras imzaladığında “taktik” oldu!

İbrahim Varlı 14. 07. 2015 tarihli BİRGÜN ga- zetesinde “Ne etti la bu Syriza size?” başlığı ta- şıyan makalesinde; “Anlaşma metnine bakılırsa iki tarafında kazanımlarının ve geri adımlarının olduğunu söylemek pekala mümkün. Hatta Yu- nanistan’ın daha kazançlı çıktığı söylenebilir” diyor. Öncelikle, “anlaşma metnine bakılırsa diyen Varlı’ya bir hatırlatma: 900 sayfayı aşan metne bakmadığı kesin… Devam ediyor Varlı: “Çipras Troyka’nın, AB emperyalizminin, finans çevrelerinin tüm saldırılarına rağmen diz çökme- di. Çipras’ın deyimiyle sonuna kadar savaşıldı ve onurlu bir anlaşmanın altına imza atıldı.

Anlaşılmayan, daha çok da anlaşılmak is- tenmeyen nokta şu: Syriza’nın geri adımlarını biliyoruz da, Troyka ve finans çevrelerine attı- rılan geri adımlar hangisi?! Teslimiyet derecesi- ne varan bir anlaşmanın onurlu tarafı hangisi?! Böyle bir şeyi, AB ile ilişkileri ateşli bir biçimde savunan Yunanlı parti, kuruluş ve çevreler bile söyleyemiyor!..

Şu an Yunanistan’da devrim olmadı, dev- rimci bir süreç başladı. Sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi daha da keskinleşecek, Avrupa ser- mayesi Yunanistan’ı boğmaya çalışacak, kavga Avrupa çapında bir kavgaya dönüşecek.. Yuna-

nistan Avrupa’da bir sol iktidarlar dalgasının başlangıcı olabilir.” Pes! “Devrimci süreç” baş- lamış! Ne zamandır halkın emperyalistler karşı- sındaki taleplerini değil, ama tersini, emperya- listlerin halka karşı taleplerini kabullenmenin adı “devrimcilik” oluyor? Makalesinde 17 Ekim Devrimi’ne de atıfta bulunmuş Varlı… “Ama 1917 Rusya’sında ya da diğer devrimlerde yaşananları beklemek yanlış olur..” Demek ki, Varlı’ya göre, ne kadar kötü bir anlaşma olursa sınıf mücade- lesi ve çelişkileri o kadar keskinleşirmiş..! Çipras Hükümeti Yunan halkının muhalefetini Meclis’te ve AB zirvelerinde anlaşmaya çeviriyor, başka da hiç bir alternatifin olmadığını söylüyor, Varlı ise Avrupa genelinde iktidarlar dalgası”ndan bah- sediyor..! Varlı, uzlaşmadan, çıkara çıkara sınıf kavgası çıkarıyor. Hem de iktidarla taçlandıra- rak.. 900 sayfayı aşan anlaşma metninde baş- ta sendikal örgütlenme olmak üzere kazanılmış haklara ve özgürlüklere yönelik yaptırımlar ve yasaklamalarda var. Toplu sözleşmelerin orta- dan kaldırılmasından toplu işten atmalara kadar. Haydi diyelim, bütün bunları bilmeden yazdın. Ekim Devrimi’ni niye karıştırıyorsun? Böyle bir beklentisi olan var.. Karıştıran var? Hem sosyal reformist bir hareketten ve egemenlerle uzlaşmasından sınıf mücadelesi çıkaracaksın.. Yetmeyecek, iktidar dalgalarından bahsedecek- sin.. Hem de, Ekim Devrimi’yle karıştırmak yan- lış diyeceksin. Sapla samanı karıştırmak böyle bir şey işte. Sınıf hareketinin yönünü tayin eden ve toplumsal gelişmelere sınıf damgası vuran proletarya ve sömürülen emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyidir. Her şeyi tayin eden bu gerçektir. Yoksa emperyalist kurumların zirvele- rinde atılan imzalar değil. Halkın, işçi ve emekçilerin maddi bir güç olan mücadelesidir. Bu ise, reformistlerle devrimci komünistler arasındaki ayrım noktasıdır.

Gene 15. 07. 2015 tarihli BİRGÜN gazetesinde Mustafa Sönmez imzasıyla çıkan makalede şu görüşler dile getiriliyor.

Az darbe, cunta zulmü görmedi Yunanistan. AB, bu darbeli dönemlere dönüşe karşı da bir sigorta onlar için…” İleriki paragrafta daha da keskin tahliller yapıyor, Sönmez: “Peki ne yapı- yor Çipras? Ara yolu deniyor. Teslim olmadan, pazarlıkla en az bedeli halka ödetmek, reçete- nin yükünü adil dağıtmak ve zamana yaymak, ülkeyi yeniden büyüyebilir duruma getirmek ve anomalileri sindirerek temizlemek, normalleştir- mek…”. Sönmez makaleyi şöyle bağlamış: “Ne oldu? Çipras tırmandırmadı, uzlaşmacı göründü, avansı kaptı, zaman kazandı.

Görmek istemeyenden daha kör olamaz. Sönmez’e göre, Çipras uzlaşmacı görünmüş ve AB ve sermaye kuruluşları Çipras’ın oyununa gelmişler.. Vee, Çipras “avansı” kapmış. Onlar da kala kalmışlar..! Her şeyden önce, Çipras uz- laşmacı görünmemiş, uzlaşmıştır. Sorunu zekice izlenen bir “taktik” soruna indirgemek, arkasın- dan AB ve uluslararası sermaye kuruluşlarını her alanda emniyet kemeri olarak görmek, serma- yeye ve iktidar organlarına bağlılığın itirafıdır. Reformizmin temel karakteridir bu.

Reformizm, kapitalist sistemi değiştirme- den, sistemin sınırları içinde yapılacak reform- larla işçilerin sömürüden kurtulabileceğine ve sınıf uzlaşmacılığıyla kardeşçe yaşanılan “adil bir toplum” kurulabileceğine ikna etmeye ça- lışıyor. “Kulaklarının arkasını gördüklerinde diyor Lenin.

 

Yunanistan Seçimleri ve Syriza hükümetini Doğru ve Yanlışlarıyla Birlikte Değerlendirmek

Yunanistan’da AB ve IMF politikalarının uygulayıcısı koalisyon hükümetinin milletvekili seçimlerini ağır bir yenilgi alarak kaybetmesi ve değişik siyasi akım ve yapılanmaların oluşturduğu Syriza’nın hükümet olması hem ülke içinde hem ülke dışında değişk tartışma ve değerlendirmelere neden oldu. AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının merkezlerinin, Troyka karşıtlığıyla geniş halk kitlelerini arkasına alarak hükümete gelen Syriza’ya yönelik kaygıları ve AB’yi yeniden yapılandırmaya ilişkin stratejilerde gedikler açtırmayacakları doğrultusundaki tepki ve baskıları bir yana bırakılırsa, bu tartışmalar daha çok iki farklı platform üzerinden gündeme geldi. Kitlelerden ve taleplerinden kopuk soyut devrim sloganlarında ısrar eden sol sekter tutum ve Syriza’nın hükümet oluşunu devrimci bir halk hükümetinin iktidara yürüyüşü biçiminde algılayan tutum. Birinci kategoridekiler Syriza Hükümeti’nin sermayenin istek ve onayıyla kurulduğunu ve diğer sermaye partileriyle bir farklılığının olmadığını söylerken, ikinci kategoridekiler Syriza’ya sahip olmadığı politik-sınıfsal misyonlar yükledi. Bunlara, her iki tutumun yanlışlığını ortaya koyarak Yunanistan seçimlerini ve Syriza Hükümeti’ni doğru ve yanlışlarıyla birlikte değerlendirmek gerektiğini söyleyen tutumu da eklemek gerekir.
Yunanistan halk hareketini, seçimleri ve Syriza Hükümeti’ni doğru anlayabilmek için kriz politikalarının uygulandığı son beş yılın kısa bir değerlendirmesini yapmak gerekir.

KAPİTALİST KRİZ VE HÜKÜMETLERİN DAYANIKSIZLAŞMASI

2010 yılında kapitalist kriz farklı ülkelerde şu veya bu ölçüde etkisini sürdürürken Yunan halkına “bütçe açığının kapatılması ve sermaye piyasalarına güven verecek rekabetçi bir ekonominin inşa edilmesi” adı altında ağır ekonomik baskıları içeren Troyka anlaşmaları dayatıldı. Dönemin hükümeti PASOK %42’lik bir oy oranıyla hükümet olmuş ve başbakan Yorgos Papandreu AB, AB Merkez Bankası ve IMF den oluşan Troyka reçetelerini “toplumsal haksızlıkların ortadan kaldırılması” ve “adaletli bir gelir dağılımı” propagandaları eşliğinde gündeme getirmişti. Kapitalist krizin tüm yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yükleyen Birinci troyka Anlaşması kazanılmış ekonomik demokratik tüm hakların önemli bir bölümünü ortadan kaldırıyor ve özellikle kamu emekçileriyle emeklilerin ücretlerinde ciddi kesintiler, sosyal haklar, kamu yatırımları ve sübvansiyonlarda kısıtlamalar öngörüyordu. Baskı ve sömürü reçeteleri kısa sürede gerçek ekonomide yeni daralmalara, işsizliğin kısa sürede tahminlerin üstüne çıkmasına, yoksulluğun hissedilir noktalara ulaşmasına neden oldu.
İkinci Troyka Anlaşması gündeme geldiğinde PASOK büyük oranda halk desteğini kaybetmişti.  AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşları geniş tabanlı bir “ulusal uzlaşma hükümeti”nin kurulması için baskıları artırmış, yeni borç diliminin serbest bırakılması için hükümet ve muhalefet partilerinin ortak onay ve imzasını şart koşmuştu. Bu doğrultuda PASOK hükümeti istifa ettirildi ve yerine AB Merkez Bankası başkan yardımcısı olan Lukas Papadimos’un başbakanlığında geçici bir hükümet kuruldu. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’nin güven oylarıyla kurulan “teknokratlar hükümeti”nin tek görevi anlaşmaları imzalamak ve gerekli yasal değişiklikleri yapmaktı. Öyle de oldu. Meclis’ten program ve anlaşmaları uygulamaya olanak tanıyan çok sayıda yasa geçirildi. Aynı yıl içinde seçim yasası değiştirilerek (yeni yasa birinci olan partiye 50 milletvekili fazladan çıkarma olanağı tanıyordu) yapılan erken seçim sonucunda, PASOK, Syriza’dan ayrılan ve PASOK çizgisinde olan Demokratik Sol Parti ve Yeni Demokrasi’den oluşan koalisyon hükümeti kuruldu. Bir önceki seçimde %4 oy almış olan Syrıza ise bu kez %27 alarak ana muhalefet partisi oldu.
Kurulan koalisyon hükümeti AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının Yunanistan bürosu gibi çalıştı ve 2,5 yıllık hükümet süresince ülkede iki milyon işsiz ortaya çıktı, 3 milyon kişi açlık sınırına geldi. Kriz nedeniyle altı bin kişi intihar etti, 500 bin küçük esnaf kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Aylık ücretlerde %45 oranlarına varan kesintiler yapıldı ve yılda iki kez alınan ve iki aylık ücrete denk düşen primler kaldırıldı, sosyal yardımlar kesildi. İş yasaları burjuvazinin talepleri doğrultusunda tepeden tırnağa değiştirildi. Ağır vergiler getirildi, yüz binlerce işçi ve emekçi ya işten atıldı ya da işini kaybetti, toplu işten atmalar yasallaştırıldı. Kamu kurum ve taşınmazları özelleştirildi. Meslek okulları, hastaneler, klinikler, sağlık merkezleri kapatıldı. Kamu hizmet kurumlarının kapatılması ya da birleştirilmesiyle sağlık hizmeti verilemez oldu. Sosyal güvenlik alanında köklü değişiklikler yapıldı ve emeklilik yaşı 67’ye çıkarıldı. Troyka ile yapılan anlaşmalar gereği ülke ekonomisi Troyka heyetinin denetimine verildi ve istediği yerde istediğini kontrol ve müdahale hakkı ile donatıldı; Troyka her bakanlıkta bürolar kurdu.
Bütün bunları rakkamlarla ifade edersek, ortaya çıkan tablo şudur: 2009 yılında bütçe açığı gayri safi milli hasılanın (GSMH) %129’una denk düşüyordu ve bunun para olarak karşılığı 298 milyar Avro’yu buluyordu. 5 yıldır devam eden tüm “tasarruf” politikalarına ve borç silmelere rağmen 2014 yılında bütçe açığı GSMH’nin %175’ine ulaştı. Bunun para karşılığı ise 320 milyar Avro’dur. Bundan çıkan sonuç şudur ki, işçi ve emekçilere ve ezilen tüm toplumsal kesimlere yönelik yıllardır devam eden kapitalist ekonomik baskı politikalarının borçları düşürmemiş, tersine 50 puan büyüttmüştür. Resmi istatistiklere yansıyan ekonomik göstergeler, alınan borçların ücret ödemelerinde kullanıldığını ve ülke ekonomisine yatırımlar sağladığını iddia eden Troyka Hükümeti’ni yalanlamaktadır. Troyka anlaşmalarından bu yana Yunanistan’a 225 milyar evro verilmiştir. Hükümetin “ekonomi mühendisleri”nden Ekonomi Bakanı Yardımcısı Hristos Staykuras, bir soru önergesini yanıtlarken, “bankalar sistemini güçlendirmek” için verilen paket yardımların tutarının 250 milyar avro olduğunu itiraf etmiştir.
Hükümet Troyka anlaşmalarını imzalarken ekonominin “Titanik gemisi”ne benzediğini söylemiş ve “uçurum kenarında” olunduğu açıklamasında bulunmuştu. Alınan borçlarla çalışanlarla emeklilerin aylıklarının ödendiği ise büyük bir yalan. Üretim Çevre ve Enerji Bakanı Panayotis Lafazanis 15.02. 2015 tarihnde “Iskra” sitesine verdiği röportajda çalışanların ücretlerinin hiçbir zaman alınan borçlarla ödenmediğini açıkça ifade etti.
Yunan halkı, işçi ve emekçileri 2012-2014 yılları arasında uzun süreli kamu borçları için toplam 164,5, kısa süreli borçlar için ise 267,7 milyar Avro ödemiştir.* Toplam bütçe açığının iki katı bir ödeme yapılmasına rağmen açık büyümüştür. 1992’den bugüne kadar ödenen borç miktarı ise 1,027 trilyon** Avro olarak, dudak uçuklatacak büyüklüktedir. Kısacası, Yunan halkı, işçi ve emekçileri uzun yıllardan beri AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarından alınan borçları ödemektedir.
Koalisyon Hükümeti’nin hazırladığı 2015 Bütçe Yasa Tasarısı’na göre, Yunan halkı 2015 yılında toplam 50,3 milyar Avro vergi ödeyecektir.*** Çalışanlarla emeklilerin aylıklarının toplamı ise sadece 18 milyar avroyu bulmaktadır. 2005 ve 2015 yılları arasında halktan toplanan vergiler 563,7 milyar avrodur.**** Tablonun açıkça ortaya çıkardığı gerçek şudur: Toplanan vergilerin küçük bir bölümü ücretlere ödenmekte, gerisi borç ödemelerine gitmektedir. Tüm göstergeler, Yunanistan’a verilen borçların %70 inin Yunanistan’a hiç ulaşmadığını ve doğrudan borç ödemelerine aktarıldığını göstermektedir. Tüm ekonomik planlamalar, Yunanistan’ın 2030 yılına kadar toplam 340 milyar Avro borç ödemesine göre planlanmış bulunuyor. AB ile imzalanan “kalkınma ve istikrar” anlaşmasının Troyka’ya Yunan bütçesi ve ekonomisini kontrol etme ve müdahale hakkı tanıdığını da hatırlatmak gerekir.
2014’te erken genel seçim kararı alınmadan kısa bir süre önce, Troyka ve Hükümet’in üçüncü bir anlaşma üzerinde anlaştığı ve anlaşmanın imzalanmasının seçimler nedeniyle iki aylığına ertelendiği biliniyor.
Bütün bu ekonomik ayrıntı ve veriler kapitalist “krizden çıkış politikaları”nın ne anlama geldiğini; Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin 5 yıl içinde nasıl yoksulluk ve işsizliğe mahkum edildiğini ortaya koymaktadır. Yunan halkı bu politikaların uygulayıcılarına sırtını dönmüş ve umut olarak Syriza “alternatif”ine yönelmiştir. Tüm bu süreç boyunca, sadece Syriza da  değil, Troyka politikalarına karşı çıkan tüm partiler şu veya bu ölçüde güç toplamışlardır. Yapılan son milletvekili seçimleri on yıllardan bu yana dönüşümlü olarak %80’lik bir toplam oy oranıyla hükümet olmuş olan Yeni Demokrasi ve PASOK partilerinin egemenliğine son vermiştir. Oluşan toplumsal tepki sadece halk kitleleriyle de sınırlı değildir ve sermayenin bazı kesimlerini bile kapsamaktadır.
Halkın hızla yoksulluğa sürüklenmesi kuşkusuz yeni arayışlara yol açar, Syriza vb. yeni alternatif arayışlarını gündeme getirirken, burjuvazi yalan ve demagojiye dayanan yönetme olanaklarının tükenmesinden dolayı vitrinini yenileyememiş, onun yerine olası koalisyon hükümetlerinde yer alabilecek veya bu tür hükümetlere destek sunabilecek partilerin kurulmasına yönelmiştir. Tam bir omurgasız hareket olan Potami vb. partiler, tüm seçim süreci boyunca, bir yandan “ülke ve millet”in kurtuluşu için kuruldukları propagandasına ağırlık vermiş, bir yandan da olası bir “sol” koalisyon hükümeti içinde “ayar” yapıp ve “denge sağlayacak” partilerin gerekli olduğuna halkı inandırmaya çalışmışlardır. Tabii bütün bu süreç boyunca “bizden sonrası açlık ve yoksulluk”, “tuvalet kağıdı bile bulamazsınız”, “küreselleşmiş dünyada tecrit konumuna düşer, Avro bölgesinden atılır, AB’den çıkarılırız” propagandaları görülmemiş bir yoğunlukta işlenmiştir. Halk desteğini kaybeden AB ve IMF hükümetiyle, partileri kendi söylemlerinden çok hemen hergün açıkça Yunan halkının iradesini hiçe sayan ve açıkça seçim sürecine müdahale eden AB ve IMF merkezlerinin tehditlerini kendilerine dayanak yaparak ayakta kalmaya çalışmışlardır. Bu propagandaların belli bir yere kadar işe yaradığını da belirtmek lazım. Yunan halkının “şakağına silah” dayayıp tehdit eden tüm merkezlere rağmen Troyka politikalarını savunan güçlerin oy oranı %30’larda kaldı. Kısacası, toplumun geniş kesimleri içinde “bu hükümet gitsinde yerine kim gelirse gelsin” tutumu ağırlık kazandı. Halk içinde “iyi günler görme” umudundan çok “daha kötü günler yaşamama” eğiliminin baskın olduğu ve politik gidişatta ciddi bir rol oynadığını belirtmek yanlış olmayacaktır.
İşte tüm bu süreç boyunca krizden etkilenen tüm kesimlerin acil taleplerine cevap veren, onların istek ve sorunlarına sahip çıkan Syriza, geçmiş yıllarda %3 barajını aşıp aşamayacağı tartışılan bir parti konumundan hükümete alternatif bir konuma geldi. Süreci iyi değerlendiren ve halkın tepki ve muhalefetinin yanında yer alan Syriza, başta tüm Avrupa da gelişen “büyük meydan” hareketlerinden tüm grev ve direnişlere kadar aktif bir tutumu benimsedi. Bütün grev ve direnişlerde aktif olarak yer aldı ve hükümetin bütün saldırılarına karşı gerek Meclis’te gerekse de  alanlarda muhalif oldu. “Halk iktidarı”, “sosyalizm” gibi kuru ve soyut sloganların tersine Troyka politikalarına son verilerek gaspedilen tüm hakların geri alınacağını söyleyerek AB ve IMF’nin kriz politikaları karşıtı bir cephe oluşturdu. Diğer yandan, halkın büyük bölümünün Syriza’ya kriz öncesi şartlara dönmek için yöneldiğini ve bunun dışında bir beklenti içinde olmadığını; Syriza’nın da, borçların silinmesini savunup “Troyka anlaşmalarının tümünün tek bir yasa maddesi ile ortadan kaldırılacağı”nı söyleyerek bu isteğe cevap verdiğini belirmek gerekir. Syriza toplumsal muhalefetin “şikayet kutusu” olurken, sadece halk içinde değil “sol” güçlerin etkilediği taban içinde de mevziler kazandı.
Aynı süreçte, Syriza’nın AB, IMF ve Troyka politikaları karşıtlığı ve “sol bir hükümet alternatifi” için ısrarla gündeme getirdiği ittifak önerileri, başta Yunanistan Komünist Partisi (KKE) olmak üzere, kendilerine “radikal sol” diyen yeni sol hareket (NAR) ve ANDARSİA ittifakı ve diğer çevreler tarafından reformist bir hareket olduğu gerekçesiyle reddedildi. Gerek ANDARSİA ve gerekse KKE, Syriza’yı, “radikal sol hareketi” “reformist bir çizgiye çekme girişimlerinde bulunmak”la suçladı.
Sosyal güvenlikten özelleştirmelere, toplu sözleşmelerin gaspedilmesinden yeni iş yasalarına, işten atmalardan sağlık ve eğitim haklarının gaspedilmesine, iş sürelerinin uzatılmasından ücretlerin düşürülmesine kadar doğrudan yaşamını olumsuz etkileyen sorunla karşı karşıya kalan halk, Troyka ve kriz politikalarına karşı çıkan Syriza’yı bir cephe olarak değerlendirdi. Syriza’nın hükümet olması, hem ülke içinde hem de uluslararası planda destekler buldu. Syriza, 1990’lı yıllardan sonra kapitalist kriz sürecinde emperyalist-kapitalist sistemin halklara ve emekçilere dayattığı hak gasplarına ve azgın sömürüye karşı oluşan muhalefetin maddi bir örgütlenmesi ve sonucu olarak değerlendirildi. Sınıf hareketinin zayıflıkları ve zaaflarının yol açtığı boşluk içinde Syriza’ya sahip olmadığı misyonlar yüklendi. AB’nin, tekelci sermayenin birliği olarak yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak gündeme getirdiği saldırıların tüm Avrupa’da  emekçiler içinde tepkiler yaratması  ve Syriza’nın bu süreç içinde  zafer kazanması, kuşkusuz halkların ve emekçilerin muhalefeti ve mücadelesi açısından bakıldığında, hareketi canlandıracak, tepkileri güçlendirecek ve halk hareketini daha ileri mevzilere taşıyacak bir içeriğe sahiptir. Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde Syriza Hükümeti’ne sunulan destek, ezilenlerin tepkilerinin Syriza nezdinde dile getirildiğini göstermektedir.
Ancak Syriza Hükümeti’ni “sosyalistlerin zaferi” olarak görmek ve “devrimin bir adım öncesi” türünden abartılı değerlendirmelere konu etmek, reformlar ve asıl olarak reformizmi gözde fazla büyütmek, sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş öğretisi ve mücadelesini bulandırmak demektir. Özellikle küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva ideolojik akımların her sınıfsal kavrama “reellikler” yüklediği, sosyalizm karşıtlığı ve bu yöndeki propagandalarının sistematik olarak işlendiği bir süreçte!
Hiç kuşku yok ki, Syriza, AB ve Avro Bölgesi’nden çıkmayı, bankaların kamulaştırılarak halkın denetimine verilmesini, kriz anlaşmalarının tümünün iptal edilmesini ve borçların tanınmayarak ödenmesinin durdurulmasını programına almış olsaydı Yunan halkının taleplerine gerçekten sahip çıkmış olacaktı. Böylelikle, aynı zamanda sosyal demokrat bir çizgiden çıkacak, devrimci bir halk hükümeti karekteri kazanacaktı. Syriza’nın bazı iyileştirmelere yöneleceği ve halkın bazı taleplerini karşılayacağını söylemek bir yanılgı olmaz. Ancak halkçı politikalardan yana bir tutum almasının onu işçi sınıfı ve ezilenlerin partisi yapmayacağı da kuşkusuzdur.
Bu bağlamda Syriza’ya yeniden dönecek olursak… Herşeyden önce Syriza, 2012 yılında yayınlanan ve  bir propaganda bildirisi karekteri taşımaktan öteye gitmeyen birkaç sayfalık praorram ve söylemleri ile eklektik, pragmatist, reformist bir çizgiye sahiptir. Onun üzerinde Troçkist ve reformist hareketin oluşturduğu bir ittifak olarak, esas söylemini “devletin yeniden yapılandırılması” üzerine oturtmakta ve kapitalist ekonomide iyileştirmeler yaparak sömürü ve haksızlıkların ortadan kaldırılacağını savunmaktadır.
“Sol düşüncelerin toplum içinde egemen olması için yeni temellere ve kriterlere dayalı bir başka prototip üretim ve gelir dağılımı üzerinde çalışmak zorunluluğu ve göreviyle karşı karşıya olduğumuzu görmeliyiz. Toplum, devlet ve özel mülkiyet arasındaki, ayrıca toplum ve pazar arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyen yeni bir anlayış üzerinde çalışmanın borç olduğunu bilmeliyiz. Devletleştirmeyi bir tedavi aracı olarak gören ve devleti kamunun tek temsilcisi olarak ilan eden değil; ancak devletle modernleşmeyi, bütünlüklü planlarla buluşturmayı hedefleyen, diğer yandan  moderleşmeyi teknoloji ile ilişkilendirerek değerlerin ve yaşam için temel olan maddelerin  ticarileştirilmesine karşı çıkan, ekonomiyi ve tüm toplumu yeniden yapılandıran bir anlayış.”*
Syriza’nın nasıl bir toplum ve ne tür bir “sosyalizm” istediği ortada. Birçok açıklamada sosyalizmden bahseden ve krizi kapitalist ekonominin bir sonucu olarak gören Syriza, bir yandan da kapitalist toplumu daha insani bir toplum yapmayı programına alıyor ve yeni bir kapitalist toplumdan bahsediyor. “Demokrasinin, toplumsal ve kişisel hakların korunması, devletin ve yasaların yeniden yapılandırılması hedeflerimiz arasındadır.”
İyi bir yürütme ve bazı iyileştirmelerle sömürü sistemine de son veriliyor Syriza programında; “Toplum, devlet ve özel mülkiyeti” biraz Adam Smith, biraz Keynes ve biraz da Marx’ tan ödünç alarak, birleştiriyor ve yeni bir toplum kuruyor, Syriza. Tabii Troçkizm de unutulmamış programda: “Biz halkların Avrupa sını savunuyoruz. Tek bir ülkede sosyalizmin başarıya ulaşmayacağını söylüyor ve tüm Avrupayı kapsayan bir hareketin geliştirilmesinin önemini vurguluyoruz.”** Syriza bir çok siyasi yapıyı bir araya getirirken denge sağlamaya çalışmış ve ortaya eklektik, sağcı, ve anti komünist bir çizgiler koalisyonu çıkmış. 
Çipras, Syriza programını açıklarken, “stratejik program hedefimiz 21.yy.ın  demokrasi ve sosyalizmini Yunanistan’da, Avrupa’da ve tüm dünyada kurmaktır” açıklamasını yapıyor. Ve ekliyor: “Syriza 20.yy.’da sosyalizmin kurulması girişimlerini başarısızlığa uğratan çıkmaz pratiklerden gerekli dersleri çıkarmıştır. Biz her alanda bu çıkmazlara yol açan bir yol izlemeyeceğimizi ve yapılan yanlışlıkları düzelteceğimizi söylüyoruz. Özgür, demokratik bir sosyalizm hedefiyle hareket ediyoruz.” Kuşlusuz daha bunun gibi çok sayıda alıntılar yapılabilir, ama Çipras’ın komünist olmadığını, hükümetinin ise sosyalizmi kurmak için gelmediğini kanıtlamak gibi bir çabaya  gerek yok. Syriza nın da böyle bir iddiası yok zaten. Çipras Hükümeti’ne olmadık misyonlar yükleyenlerin oturup düşünmesi gerekir.
Yukarıdaki paragraflarda üzerinde durulduğu gibi, Çipras Hükümeti şu ana kadar Yunan halkının ve emekçilerinin birçok sorununa sahip çıkan bir tutumla AB ve IMF ile pazarlıkta ısrar etmektedir.  Hükümetin tutumunu AB karşıtı bir tutum olarak değil, izlenen kriz politikalarına karşı bir tutum olarak değerlendirmek gerekir. Programın “Avrupa” bölümünde AB üyeliği için söylenenler şunlar: “Yunanistan toplumu elbetteki tecrit bir toplum değildir. Uluslararası  örgütler ve bölgesel örgütler içinde yer almaktadır. AB üyesidir, Balkanlar’da ve Akdeniz’de yeralan ülkelerle ve Arap ülkeleri ile ilişkileri vardır. Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ile de ilişkileri gelişmektedir.”  Syriza, kuruluşunda bugüne AB üyeliğini savunmakta ve “halkların Avrupası”ndan bahsetmektedir. Tüm seçim süreçleri boyunca “AB hepimizin içinde yer aldığı bir ailedir” açıklamasını yapmış ve her fırsatta AB’yi “demokrasi ve özgürlüklerin güvencesi” olarak değerlendirmiştir. Programında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması yer almakta, askeri planda ise “NATO’suz Avrupa”dan söz edilmektedir.
2012 yılında, AB ve IMF’nin Troyka politikalarını uygulayacak “ulusal uzlaşma hükümeti” şartından sonra gündeme gelen erken seçimlerde, PASOK ve Yeni Demokrasi Partileri geçmiş yıllarda aldıkları oy oranının %50 altına düşseler de hükümet kuracak sayıya ulaştılar. 2012’den 2015 yılına kadar izlenen ekonomik baskı politikaları halkın muhalefetiyle karşılaştı; işçi ve emekçilerin tepkisi bütün bu yıllar boyunca grevlere, direnişlere, gösterilere dönüştü. 50’nin üzerinde 24  ya da 48 saatlik genel grev yapıldı. Metal işkolunda olduğu gibi, aylar süren sektör grevleri, kamu emekçilerinin, serbest meslek sahiplerinin, köylülerin grev ve direnişleri gündeme geldi. Eğitim emekçilerinin grevleri aylarca  sürdü ve öğrenci grevleri yapılan yasa değişikliklerinin uygulanmasına engel oldu. Halkın tepkileri nedeniyle ulusal bayramlar iptal edildi, koalisyon partilerine bağlı milletvekilleri halkın içine çıkamadı. Yüz binlerin katıldığı grev ve direnişler hükümeti tehdit eder boyutara ulaştıkça devreye mahkemeler girdi ve birçok grev İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçten kalma “seferberlik” yasalarıyla iptal edildi. Halk yoksulluk ve işsizliğin kucağına itilir ve AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının barbarlığına terkedilirken, koalisyon hükümeti yeni anlaşmaların altına imza atmaya devam etti. İşte Syriza tüm bu süreç boyunca “ülke ve ulusun çıkarları” için uygulanan kriz politikalarına cepheden tutum aldı ve her direniş, grev ve başkaldırının yanında yer aldı. Syriza milletvekilleri her direnişe koştu, grevlere sahip çıktı ve geçirilen her yasa maddesi karşısında halkın taleplerini Meclis’e taşıdı. Koalisyon partilerine ve Troyka politikalarına alternatif olarak ortaya çıkan partilerin çoğu Troyka anlaşmalarının altına imza atmış, koalisyona destek vermiş partilerdi. Kısacası halkın nezdinde sicilleri temiz değildi ve Troyka politikalarına cepheden karşı çıkmıyorlardı. Cepheden karşı çıkanlar KKE ve sol parti ve örgütlerin bir ittifakı olan ANDARSİA’ydı. KKE kurtuluşu sosyalizmde görüyor, ANDARSİA ise AB ve Avro’dan  çıkmayı programına koymayan tüm güçleri “sistem içi” reformist güçler olarak tanımlıyor ve buna uygun bir ittifaklar politikası izliyordu.
Syriza ise, tüm bu süreç boyunca Troyka politikalarının alternatifsiz olmadığını söylüyor ve krizin etkilediği geniş kitleleri kucaklayan acil taleplere sahip çıkarak, bu doğrultuda birlik çağrıları yapıyordu. 2010 yılından sonra krizin tüm yüklerini omuzunda taşıyan Yunan halkının geleneksel politik tercihleri ve talepleri değişmiş ve kitleler yeni arayışlara yönelmişti. Troyka anlaşmalarını bir tek yasa maddesi ile ortadan kaldıracağını, borçların büyük bölümünün ödemelerini durduracaklarını, yeniden pazarlık masasına oturacaklarını, devleti ve halkı soyan sermaye kesimlerinden yüksek vergiler alınacağını, halkı daha da yoksullaştıran vergilerin ortadan kaldırılacağını, çalışma yasalarını değiştiren yasaların iptal edileceğini, toplu sözleşmelerin yeniden yasal güvence altına alınacağını, asgari ücretin eski seviyeye çıkarılacağını, işsizlere iki yıl boyunca işsizlik parası verileceğini, 300.000 aileye ücretsiz elektrik sağlanacağını, yılda iki kez verilen ve iki aylık ücrete denk düşen primlerin yeniden verileceğini, dargelirli olup da sigortası olmayanlara ücretsiz sağlık hizmetleri sunulacağını, limanların enerji kurumlarının vb. yeniden kamulaştırılacağını, ülkeyi Troyka’ya teslim edenlerden hesap sorulacağını söylüyor ve bu doğrultuda ittifak çağrıları yapıyordu. Diğer yandan Troyka partileri ve destekleyenleri ile hiçbir alanda birlikte olamayacaklarını söylüyor, “Troyka mı Syriza mı?”, “boyun eğmek mi yoksa pazarlık etmek mi?”, “sömürü ve baskıların devamı mı yoksa kalkınma politikaları mı?” diye soruyordu. Yunan halkının borç alarak borçlarını ödeyemeyeceğini ve gerçek ekonominin ancak yatırımlarla büyüyeceğini ve krizin ancak gerçek ekonominin büyümesi ile atlatılacağını söylüyordu.  Syriza’nın temel propagandasını Troyka anlaşmalarının iptali oluşturuyordu. Aleksis Çipras, geçtiğimiz 2014 Eylül ayında Selanik Fuarı’nda yaptığı konuşmada tüm bu talepleri yinelemiş ve partisinin hükümet olmaya hazır olduğunu söylemişti.
Syriza, hükümete gelir gelmez, başbakan Çipras’ın ağzından, artık Troyka’nın ve kriz politikalarının son bulduğunu açıkladı. Syriza’nın yarattığı umut ve “alternatif” söylemler sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa ülkelerinde sempati yarattı ve destek kazandı. Ekonomi Bakanı Yanis Varufakis, Troyka’nın, borç alan ülkeleri, dozunu almadan yaşayamayan uyuşturucu bağımlısına dönüştürdüğünü söyledi.
AB ve IMF’nin yoksulluk ve işşsizlik getiren reçetelerine karşı tutum alan Çipras ve Hükümeti, sadece karşı duruşlarıyla değil, giyim-kuşamlarından dini töreni reddetmelerine kadar ilgi ve sempati odağı oldular. Bütün bunlara sembolik anlamlar yüklendi ve Syriza’nın diğer sistem partilerinden farklılığı olarak değerlendirildi. Kitlelerin, kendi hareketinin doğurduğu, kendi mücadelesinin bir sonucu olarak gördüğü ve umut bağladığı politikacılara ya da örgütlenmelere sahip çıkarken, onlara kendi özelliklerini yüklemesi, en azından kendisiyle bütünleştirmeye çalışması doğal bir tepkidir. Sorun, Syriza’nın söylemlerinde ne kadar ısrarcı olacağı ve taleplerine sahip çıkıp bu talepleri seslendirerek hükümet olduğu halkın çıkarlarını savunup savunmayacağı, savunduğunda egemen güçlere karşı sağlam ve kararlı bir tutum sergileyip sergilemeyeceğidir.
Syriza’nın hükümet olmasının hemen ardından, tüm AB, IMF ve uluslararası sermaye merkezleri duvarlarında gedik açtırmayacakları mesajını verdiler. Almanya’nın başını çektiği odak ve Avrogrup Syriza’nın politikalarını ve programını hedefe koyan tehditler yağdırdı ve her fırsatta Yunanistan’ı Avro Bölgesi’nden çıkarma tehditlerini yineledi. AB ve IMF’yi asıl ilgilendiren, Yunanistan’ın borçlarının silinemeyecek oranda olması ya da Syrize tarafından seslendirilen taleplerin karşılanamayacak talepler olması değil. Asıl olan, halkın taleplerinin karşılanması tutumunun emperyalist ekonomi politikalarına ve tekelci stratejilere çomak sokmasıdır. Dolayısıyla sorun, Yunan Hükümeti ile AB arasında bir sorun olmaktan çıkmakta ve tüm Avrupa halklarını ilgilendiren bir karekter kazanmaktadır. Bu noktadan sonra, artık belirleyici olan, halkların, işçi ve emekçilerin bu savaşa nasıl girecekleri, güçlerini nasıl mevzilendirecekleri, yeni takviyelerle tehdit unsuru durumuna gelip gelemeyecekleri ile ilgilidir. Alman ekonomi dergisi Handelsblatt “Yunan Devrimi” başlığıyla çıkan yorumunda şu görüşleri dile getirmektedir: “Yunan halkının isyanı tüm Avrupa’ya yayılabilir. Çipras devrime başladı. Şimdilik küçük bir dere akıntısı görünümünde. Fakat tüm Avrupa genelini kapsayan bir harekete dönüşebilir. Yunanistan’ın yeni başbakanı borçların silinmesini ve ekonomik baskı politikalarının son bulmasını istiyor. Yunanistan, Brüksel’in teknokratları ile nasıl ‘hesaplaşılacağı’ konusunda yol gösteriyor. Atina’nın bu tutumu emsal oluşturabilir.” Der Spiegel ise, “Çipras Avrupa’nın kabusu oldu” başlığı atarak, bu “bulaşıcı hastalığa” dikkat çekti.
Syriza Hükümeti’nin ciddi bir oy oranıyla ve nasıl bir programla hükümete geldiği biliniyor. Troyka politikalarına karşı pazarlık etmeleri ve birçok ugulamaya “hayır” demeleri Avrupa halklarını sokaklara çıkarmış ve Yunanistan’da kamuoyu araştırmalarının gösterdiği gibi halkın %80’inin desteğini kazanmıştır. Tepkilerin boyutları ve AB ülkelerindeki gelişmeler ve Yunan seçimlerinin  verdiği mesaj tekelci merkezlerde korku ve paniğe yol açabilecek gelişmelerin unsurları olarak görülmektedir. AB ve IMF’nin, duyduğu korkular nedeniyle, korkular yayarak, sürecin önüne geçme taktiği izlediğini belitmek gerekir.
Ancak şimdiye kadar yapılan pazarlık sonuçları, hükümete yönelik tehditler ve “sıcak para” akışının durdurulacağına ilişkin yaptırım duyuruları vb., Yunanistan Hükümeti’ni sanılandan daha önce bir yol ayrımına getirdi. AB ve IMF, tehdit ve yaptırımlarlarla, “politikalarımıza karşı çıkanların kaderi budur” içeriği taşıyan bir ders vermek konusunda kararlı görünüyor. Sorun, Yunan Hükümeti’nin bu yol ayrımında yapacağı seçimin hangi doğrultuda olacağıdır. Hükümet’in elindeki en önemli koz, Avrupa halklarının sokaklara dökülen tepkisi ve Yunan halkının bu saldırılara karşı hükümete sunduğu güçlü destektir. Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin sömürü ve boyunduruklara karşı onurlu bir seçim yapacağında şüphe yoktur. Bir süreden beridir hükümet güçleri içinde ve değişik platformlarda dillendirilen referandum seçeneğinin yanında halkın sokaklara çağrılarak tehdit ve yaptırımlara karşı bir cephe altında birleştirilmesi, hükümetin safını belirlemede belirleyici bir tutum olacaktı. Ancak hükümetin böyle bir tutum içine girmeyeceği ve uzlaşma yolunu tercih ettiği ortaya çıktı. Çipras ve Hükümeti’nin daha başından itibaren uzlaşma konusunda ısrarcı davranması, kuşkusuz, AB konusundaki parti politikalarının bir sonucudur.
Yunan Hükümeti, AB ve IMF ile girilen pazarlık sürecinde, Şubat’ın son haftasına girilirken, temel taleplerde geri adım atmış bulunuyor. Ödenebilirliği olmayan borçların silinmesi artık dile getirilmiyor. Troyka anlaşmalarının ve uygulama yasalarının tek bir yasa maddesi ile ortadan kaldırılacağı söylemi ise artık gündemde değil. AB ve IMF ile yapılan pazarlıkların çıkmaza girdiği söylenen günlerde, Hükümet, AB Komisyonu’na ve Avrogrup’a yeni bir anlaşma taslağı gönderdi. Taslakta, borç anlaşmasının süresinin uzatılması talebi gündeme getiriliyor ve hükümetin tutumuna değiniliyor. “Yunan Hükümeti borçlularına ekonomik yükümlülüklerini ve borç anlaşmasını tanıdığını ve birlik üyeleri ile yaşanan teknik sorunların giderilmesi için işbirliğine hazır olduğunu belirtir.” Ayrıca, borçlar konusunda halkın “tek taraflı”taleplerinin bilinmesine karşın, Hükümet, “tek taraflı kararlar almayacağını” taahüt ediyor. Bu, Troyka’nın izni olmadan hiçbir anlaşma maddesinin geçersiz kılınamayacağını belirtiyor ve seçim açıklamaları içinde yer alan vaatlerin Troyka’nın izni olmadan hayata geçirilmeyeceğine dair güvence anlamına geliyor. Yazı kaleme alındığında, AB ve Avrogrup yetkilileri anlaşma sağlandığını, Yunanistan’ın bir önceki hükümetin imzaladığı kararlara uyacağını açıklıyor; karşılığında ise, Troyka’nın yeni tasarruf reçetelerini gündeme getirmeyeceğini vurguluyorlardı.
Oysa Çipras, daha seçim gecesinde, Troyka ve anlaşmalarının tarihte kaldığını duyurmuştu, Yunan halkına. Bütçe üzerinde görüşmelerin yapıldığı Meclis oturumunda, Çipras, hükümetin öncelikle çözeceği sorunlar üzerinde durmuştu: Troyka’nın istekleri doğrultusunda işten atılan okul hizmet emekçilerinin, Maliye Bakanlığı’nda çalışan temizlik emekçilerinin, üniversite ve meslek yüksek olkullarında görevli eğitim emekçilerinin yeniden işe dönmesi, yoksulluk sınırında yaşayanlara elektrik, gıda vb. sosyal yardımlarda bulunulması, 12000 Avro’ya kadar olan yıllık gelirin vergiden muaf tutulması, gayrımenkuller için getirilen ve ENFİA adı verilen vergilerin iptal edilmesi, 2016 yılına kadar kademeli olarak asgari ücretin 425 Avro’dan 751 Avro’ya çıkarılması, 700 Avro altında maaş alan emeklilere 13. maaş olarak bilinen primlerin verilmesi, ödenmeyen borçlar nedeniyle gayrımenkullere bankalar tarafından el konmasının yasaklanması, toplu sözleşme hakkının yasal güvence altına alınması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, üniversite özerkliğinin geri getirilmesi ve vergi kaçakçılığına yönelik yasal düzenlemeler yapılması.  Bunların yanında, milletvekillerinin, bakanların vb. tasarruf yapmasını içeren ve daha çok kitlelerle iletişim kurmaya yönelik bir dizi tasarruf önlemleri saymıştı. Syriza’nın AB ile Troyka anlaşmalarının devamı doğrultusunda yapacağı bir anlaşma, yukarda açıklananların tümüne yakın bir bölümünün askıya alınacağı anlamına geliyor.
Syriza, kitleler içinde örgütlü bir yapıya ve sağlam örgütlere sahip, kitle ilişkileri güçlü bir parti değil; ama oluşan konjonktürel durum, halkın güçlü desteğini harekete geçirme ve maddi bir güce donüştürme konusunda tüm olanakların uygun olduğunu göstermektedir. Ayrıca uluslararası planda gerekli desteklerin sağlanabileceğine ve AB cephesinde çatlaklar yaratılabileceğine dair belirtilerin güçlü olduğu bilinirken, halk içinde hükümete verilen desteğin %72’den %80’e yükselmesi, sendikalar, kitle örgütleri, partiler, aydınlar arasında geniş destek edilmesi ve basının taraf durumuna gelmesi, hükümete sunulan ciddi bir vekalet olarak değerlendirilebilirdi, değerlendirilmeliydi. Tabii bütün bunlar, AB ile köprülerin atılması anlamına gelecekti ve Syriza seçim sürecinde bile böyle bir seçeneğe yönelmeyeceğini defalarca ortaya koymuştu.
Syriza içinde farklı görüş ve eğilimlerin olduğu biliniyor. Öncelikle parti içindeki “sağ” ve “sol” kanatlar arasında daha ilk günlerde farklı tutumlar ortaya çıktı. Başını, şu anda Üretim, Enerji, Çevre bakanı olan Panayotis Lafazanis’in çektiği “sol kanat”, ısrarla Troyka anlaşmalarının iptal edileceği yönünde açıklamalar yapmaya devam ediyor. 20 Şubat’ta Avrogrup toplantısı yapılırken ve anlaşma sağlandığı haberleri gelirken, gene “sol kanat”tan Çalışma Bakanı Dimitris Stratulis, basına yönelik açıklamasında Syriza’nın verdiği tüm sözleri tutacağını söylüyor, hükümetin resmi tutumuna ters düşen bir açıklama yapıyordu. Troyka ile olası bir anlaşmadan sonra Syriza içinde ciddi sorunların çıkacağı ve Çipras’ın dengeyi sağlamada zorlanacağı kanısı yaygın. Syriza, sömürülen yığınlara örgütlü olarak dayanma konusunda sorunları olduğu ve ana muhalefet partisi olmasından sonra, bazı bölgelerde parti örgütleri kurmaya başladığı biliniyor. Eklektik ve bileşenlerinin tümünü ifade etmeyen program ve politikalar nedeniyle hemen hiçbir konuda tam bir görüş birliğinin sağlanamadığını da belirtmek gerekir. Seçim sürecinde AB ve Avro bölgesi’nden çıkma tutumunu değişik platformlarda dile getiren “sol kanat”ın lider kadrosu daha çok KKE kökenli olanlar. Parti içinde, %35’lik bir güce sahip oldukları söyleniyor.
Parti içinde, yönetici organlar dışında, işleyen bir hiyerarşi de yok. İttifak güçlerinden oluşan bir parti merkezi ve kendi günlük faaliyetlerini örgütleyen ittifak üyeleri… Genel söylemlerin hakim olduğu, ittifak güçleri dışında liberal ve küçük burjuva aydın unsurlarla, KKE geleneğinden kopmuş kişilerin içinde yer aldığı bir “çatı partisi” olan Syriza’nın, 2012 yılına kadar birçok parti yöneticisi PASOK’a gitmiş ve hatta PASOK ile ittifak kurulmasından yana olanlar Parti’nin yönelimi bakımından ciddi bir tehdit durumuna gelmişlerdi. Bu kanat içinde yer alanların birçoğu daha sonra Troyka hükümetinin atadığı “teknokratlar hükümeti”ni destekleyen, 2012 seçimlerinden sonra ise koalisyon hükümeti içinde yer alan Fotis Kuvelis’in Demokratik Sol Partisi’nin kurucuları oldular.  Syriza’nın kitleler içinde güç kazanmaya başlaması ve ardından ana muhalefet partisi konumuna gelmesinden sonra, PASOK, Demokratik Sol Parti, sağ partiler içinde yer almış birçok kişi, burjuva liberal aydın ve “her dönemin adamı” konumundaki unsurlar kapağı Syriza’ya attı. Dolayısıyla Syriza içinde bir program ve politika birliği sağlanması oldukça güç. Bu yapısıyla “örgüt”, bir ittifakın çatı partisinden çok hizipler federasyonuna benziyor.

KKE VE DİĞER SOLUN TUTUMU…
Yunan halkı, işçi ve emekçilerinin uygulanan yıkım politikalarına karşı sokaklara taşan mücadelesi ve talepleri kuşkusuz Troyka politikaları karşıtı bir cephe altında birleştirilebilir ve halk hareketini daha ileri mevzilere taşıyan mücadele olanakları yaratılabilirdi. Syriza’nın Troyka politikalarının ve tüm uygulama yasalarının ortadan kaldırılmasını programına alması, KKE ve diğer sol parti ve örgütler tarafından somut talepler etrafında bir birlik olanağına dönüştürülebilirdi. Ancak bu olanak, sol sekter tutumlar nedeniyle değerlendirilemedi. KKE, Syriza’yı Yeni Demokrasi ve PASOK’la aynılaştırarak, geniş kitleleri AB ve IMF politikalarına karşı bir araya getirebilecek bir ittifakı dayatma yerine, alternatif olarak sosyalizmi göstermekle yetindi. “Halk direksiyonun başına geçerek gerçek kurtuluş için karşı saldırıya geçmeli, AB ve NATO’dan çıkmayı hedefleyen bir mücadeleye girmelidir. Gerçek kurtuluşu sağlayan ve inşası mümkün olan sosyalizme yönelmelidir.”*
Bu programatik yaklaşım genel Marksist teori açısından tartışılmayacak kadar doğrudur. Ancak bugünkü somut durumda bu genelin ileri sürülmekle yetinilmesi ve uzak hedeflere ulaşılmasının acil talepler uğruna mücadeleyle birleştirilmeden ele alınması, kronik hastalığa yakalanan birine sosyalizmle kurtulacağını salık vermeye benziyor. KKE, bütün yazılarında “tekellerin kamulaştırılmasını” gündemine almakta ve üretim araçlarının kamulaştırıldığı “işçi-halk iktidarını” hedefleyen bir mücadelenin tek yol olduğunu söylemektedir. KKE, son kongre kararlarında da üzerinde durduğu gibi, Yunanistan’ın emperyalist bir ülke olduğunu ve “emperyalist piramidin ortalarında” yer aldığını savunuyor. Bu saptamadan çıkardığı sonuçla üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve sosyalizmin inşası dışında bir laf edilmesini kabul etmiyor ve sosyalizme işçi sınıfı ve emekçilerin “borçlar” vb. konulara ilişkin acil taleplerinin “kaldıraçlığı” olmadan, bu konularda nötr kalınarak ulaşılabileceği gibi savunulabilir olmayan bir mevziye giriyor. “Syriza’nın hükümet programı AB ve tekellerin çıkarlarına göre kesilip biçilmiştir. Yoksa Syriza üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını söyledi de biz mi duymadık?”* diyen KKE, Syriza’nın ittifak yapma önerilerini hiçbir zaman gündemine almamış, hatta görüşmeyi bile kabul etmemiştir.** Syriza’nın vaatlerini “serçelere yem” atmak olarak değerlendiren KKE, “Halkın 25 Ocak’ta yapması gereken ne Yeni Demokrasi’ye ne de yenilerini giymiş eski Syriza’ya oy vermemektir.” diyordu.
Seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı değerlendirmede, oylarının %4.5 ten %5.5’e çıkmasını başarı ve “güçlerin toparlanmasına yönelik gelişme” olarak değerlendiren KKE, uzun süreden beridir gündemine aldığı “halk ittifakı”ndan sadece kendine bağlı güçlerin ittifakını anlıyor. Son yıllarda kendi düzenlemediği işçi ve halk gösterilerinin bir tanesine bile katılmamış, ayrı gösteriler yapmayı tecih etmiştir. Bu tutum, orta öğrenim gençlerinin kitlesel eylemlerine kadar uygulanmıştır. Konfederasyonların uzlaşmacı ve reformist olması bu tutuma gerekçe yapılmakta ve genel halk direniş ve tepkileri, sermayenin KKE’yi ve sınıf hareketini zayıflatma taktiği olarak görülmektedir. Oysa, halk hareketi ve tepkilerinin ortaya çıkardığı yeni mücadele araç ve olanaklarının hareketi ileriye götürmede kullanılmasında hiçbir tereddüt gösterilmemesi gerekir.   Syriza Hükümeti’ne yapılan destek gösterileri için, KKE Merkez Komitesi Merkezi Yayın Organı RİZOSPASTİS’te, 12.02.2015 tarihinde çıkan yazıda şu görüşler dile getirilmektedir: “Hükümet’e destek gösterileri bir ara gündeme gelen ve sermaye tarafından örgütlenmemiş olsa bile işçi emekçi hareketine karşı kullanılan ‘meydan gösterilerine’ benziyor.”
İtifak politikalarını “ittifak edilecek-edilmeyecek örgütler” seçimine/ikilemine indirgeyen ve geniş toplumsal kesimlerin acil sorunları etrafında birliği ve bu birliği güçlendirecek güçbirlikleri/ittifakların savunulması tutumundan çıkaran sol örgütler, ülkedeki genel duruma denk düşen bir alternatif oluşturma doğrultusunda ciddi adımlar atamadılar. Soyut devrim sloganları ileri sürmekle yetinen, “üretim araçlarının toplumsallaştırılması dışında” bir alternatif olmadığını söyleyen KKE ve diğer sol örgütler ancak politize olmuş ve zaten sistemle kopmuş olan kesimler dışında geniş kitleleri bir araya getiremediler. Toplumsal sınıf ve katmanları bir araya getirecek olan acil talepler uğruna mücadeleyle sosyalizm mücadelesinin birleştirilmesi yerine soyut sloganların atılması kitleleri yakınlaştıran değil uzaklaştıran bir rol oynadı. Seçimlerde hem KK’ nin hem de diğer sol örgütlerin tabanından Syriza’ya doğru bir kayma olduğu hiç kimse tarafından reddedilmiyor.

Bir mücadele biçimi olarak gösteriler

Gösteriler, kitlelerin belirli talepler için giriştiği ve böylece toplumsal duruma müdahale ettiği hareketlerdir. Sınıf mücadeleleri tarihi, gösterilerin çok farklı türlerine sahne olmuştur. Dünya emekçi sınıflarının bu alanda birikmiş tecrübesi, bugünkü ve gelecek mücadeleler bakımından büyük önem taşır. Toplumun ezilen kesimleri, iktidar kavramında somutlaşmış bütün baskı ve sömürü mekanizmalarını elinde bulunduran egemen güçlere karşı, kitlesel ve kolektif bir biçimde karşı koyarak mücadele etmiş, ezilen çoğunluğun ezen azınlığa karşı özlem ve taleplerini dile getirerek toplumsal karşı koyusun bir biçimini, ama en güçlü biçimlerinden birini, bir toplumsal muhalefet aracı olarak kullanmışlardır. Bu anlamıyla gösteri, politikaya doğrudan katılmanın da bir aracı olmuştur.

GÖSTERİLERİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ
Bugün, zaman zaman (en son Cenova örneğinde ve savaş karşıtı eylemlerde görüldüğü gibi), gösteriler şiddetle karşılansa da, gösteri yapma hakkı, demokrasinin gereklerinden sayılmaktadır. Ama bu hakkın yasalaşmasının gerisinde uzun ve kanlı bir mücadeleler dönemi olduğu unutulmamalıdır.
Gösteri yapma hakkının tarihte ilk defa yasalarla güvence altına alınmasının izlerine İngiltere’de rastlıyoruz. Ama kitlesel hareket etme ve söz hakkının kitlesel olarak ifade edilmesinin yasalarca tanınıp ayrıntılarla tarif edilmesine, Amerika’da (1791) ve Fransız Devrimi sırasında Fransa’da (1791, 1793) tanık oluyoruz. Buradan, gösterilerin, asıl olarak kentlerin özel bir önem kazandığı, kitlelerin daha geniş topluluklar halinde üretime katıldığı kapitalizm döneminin karakteristik bir olgusu olduğu anlamı çıkarılabilir.
Avrupa’daki en büyük gösteri, 1789 yılında Fransız Devrimi sırasında gerçekleştirilmiştir. Ayaklanan Paris halkı meydanları kuşatmıştır ve sokaklardan insan seli akmaktadır. “Barış, Kardeşlik ve özgürlük” sloganlarıyla yürüyen ve her gün giderek büyüyen bu insan seli, monarşik yönetimin direnişini kırıp yenilgiyi kabul ettirene kadar devam edecektir. Feodal ayrıcalıklara, krala ve kiliseye karşı harekete geçen radikal burjuvazi, kitlesel gösterilerin gücünün farkında olarak, tüm halkı bu gösterilere katmak için özel bir çaba harcamış, sahneye “tüm halkın temsilcisi” sıfatıyla çıkmıştır. Gösterilerin temel insan kaynağını oluşturan işçiler, zanaatkârlar ve köylüler, monarşiye karşı burjuvazi ile birlikte hareket etmiştir.
Proletarya, ilerde bağımsız bayrağı altında yapacağı gösterilerin ilk eğitimini, burjuvazinin bayrağı altında, ama zaman zaman bağımsız hamleler yaparak aldı. Çok geçmeden jakobenlerin elindeki bayrak işçilerin eline geçti. Artık bütün o devrim Fransa’sının üzerinde dalgalanan üç renkli bayrağın yerini tek renkli (kızıl) bayrak almış, üç renkli bayrak ise gösterilere karşı saldırının simgesi haline gelmiştir.
Toplumsal adalet ve özgürlük istemlerinin işlendiği, kolektif toplumsal mücadelenin temel araçlarından biri durumuna gelen gösteriler, sanayi devrimiyle birlikte gelen çok ağır sömürü şartlarında, artık bütünüyle proletaryanın ve diğer ezilen kesimlerin devamlı başvurduğu etkili ve denenmiş bir protesto, direniş ve hak kazanma aracı olur. Burjuvazinin “devrimci barutu” tükenmiştir artık. İşçi sınıfının deney ve tecrübeleri artmış, artık kendisi için sınıf olmanın bilinci, sınıf örgütleri kurmayı dayatmıştır. Gösteriler, artık sadece kriz dönemlerinde ya da ihtiyaç halinde “çaresiz” kalmış emekçilerce başvurulan dönemsel, geçici bir araç değil, bir sınıf “hareketi”nin örgütlü olarak başvurduğu kalıcı ve sürekli bir mücadele biçimidir, işçiler, artık bir önceki seferde olduğu gibi kolayca kandırılabildikleri bir süreci geride bırakmış, kolektif bir temelde, örgütlü ve uzun süreli olan, hedefi ve bakış açısı belli gösteriler örgütlemektedirler.
Ve o gün bugündür, dünyanın işçileri ve emekçileri çeşitli düzeydeki talepleri için sermayeye, iktidara ve uygulamalarına karşı gösteriler yapıyorlar. Kimi kanla bastırılan, kimi barışçıl, kimi ekonomik talepler için, kimi doğrudan iktidar için, kimi binlerin, kimi yüz binlerin katılımıyla gerçekleşen gösteriler, 200 yıllık tarihin en belirgin görüntüsünü oluşturur.

ETKİLİ BİR MÜCADELE BİÇİMİ OLARAK GÖSTERİ
Gösterilerin toplumsal mücadelede böylesine yaygın başvurulan, zaman zaman tayin edici bir önem kazanan bir eylem biçimi olarak öne çıkması, rastlantı değildir. Belli bir talebi veya talepleri ifade etmenin, tüm topluma duyurmanın en doğrudan biçimi olan gösteri, -burjuva medyanın yok sayıcı ve saptırıcı rolünü hesaba katmak kaydıyla- bu talebin toplumun tümüne görece kolaylıkla iletilmesini de sağlar. Çoğunlukla barışçıl bir mücadele gibi gelişse de, bir güç sınama biçimi, böylece toplumsal bölünmenin karşıt sınıfları arasındaki güç ilişkilerinin bir göstergesi, bu güç ilişkilerinin değiştirilmesinin de aracıdır. Gösteriler, toplumun tümünde bir tutum belirlemeye, yanında ya da karşısında yer almaya çağrı içeriği de taşır.
Yani “yollar yürümekle aşınmaz” sözü demagojiden ibarettir, sermaye ve iktidarın emekçi eylemlerinden duyduğu korkuyu bir küçümseme görüntüsüyle örtmenin nafile çabasıdır. Ne kadar küçümsese, önemsemiyormuş görünse, demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu ilan etse de, emekçilerin kendi talepleri doğrultusundaki eylemleri, sermaye ve iktidarını daima korkutmuştur. Çok deneyimli bir sınıf olarak burjuvazinin bu korkusunu bir paranoya saymak mümkün değildir. Burjuvazi, gösterilerin gerçek etkisini ve yol açacağı sonuçları, gösterilere katılan emekçilerden çok daha iyi bilir.
Gösteriler, emekçi sınıfları daha ileri mücadele biçimlerine hazırlayan mücadele okullarıdır.
Gösterilere katılan işçiler, kendilerine dayatılan “kader”in ancak kendilerinin enerjik bir biçimde mücadele etmeleriyle değişebileceğini görmeye başlar ve kişi olarak mücadeleye katılmanın vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu kavrama eğilimi gösterirler.
Özellikle büyük mücadele anlarında sokaklara dökülen emekçiler, kolektif mücadele deneyimi elde ederler. Kitlesel olarak üretilen direniş ruhu ve kararlılık, gelişmelere karşı edilgen ve atıl tutumların terk edilmesini sağlarken, kolektif toplumsal gücün ve dayanışmanın farkının görülmesine ve morallerin yükselmesine yol açar. Bu durum aynı zamanda sistemin özel çabalar sarf ederek emekçileri sürüklediği ya da sürüklemek istediği bireysellik ve atıl kalmanın ya da boyun eğmenin, bir arada haklarını savunma ve sahip çıkma bilinciyle kırılmasını sağlar. Sırt sırta vermiş emekçiler, aynı amaç ve talepler için mücadele etmenin geliştirdiği duygularla, kendilerini aşarak, birlikte mücadele ettikleri kitlenin ayrılmaz ama aynı zamanda enerjik bir parçası olduklarını yaşayarak görürler.
Bu bilinç ve kitleselleşme, toplumsal gücün görülmesine ve kararlılığa yol açarken; gösterici, hedefe ulaşmanın bir rüya olmadığını ve gerçekleşmesinin mümkün olduğu gerçeğini nesnel bir ortam içinde kendi deney ve tecrübelerinin de yardımıyla kavramaya başlar. Kendisini, toplumsal bir varlık olmanın getirdiği görevlerle donatması ve sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği gerçeği, işçi ve emekçilerde, toplumsal yaşama ve örgütlenmesine ilişkin sorunlara karşı duyarsız kalınamayacağı bilincinin şekillenmesine yol açar. Haksızlık ve sömürüye, yalanlara, işsizliğe, rüşvet ve hırsızlığa duyulan öfke ve tepkiler, sokak ve meydanları doldururken işçilerin yönetimden, politikadan anlayamayacağı, bunun politikacıların işi olduğu şeklindeki egemen sınıf propagandaları göstericinin ayakları altında ezilir. Ortak bir hedef için hep bir ağızdan atılan sloganlar ve dile getirilen talepler, toplumsal bir görevi yerine getiriyor olmanın verdiği sorumlulukla birleşerek, egemenlerin çizdiği sınırların dışına çıkan ve tehlikeli boyutlara ulaşan “bilinçli bir kitleye”, dolayısıyla da maddi bir güce dönüşmüş olur.

EGEMEN SINIFLARIN GÖSTERİ KORKUSU
Egemen sınıflar, “tehlikeli boyutlara ulaşan” gösterileri engellemek için polisi, orduyu, açık ve gizli güçlerini devreye sokarak şiddet ve değişik terör yöntemleriyle engellemeye ya da dağıtmaya çalışarak tepkisini ortaya koyar. Gerekçeler hazırdır. Çünkü yüzyıllardan beri aynı gerekçeleri, içinde bulunulan ortamı da göz önünde bulundurarak, değişik biçimler altında kullanmakta uzmanlaşmışlardır. “Kışkırtmacıların örgütlediği, kontrolden çıkan, yasalara aykırı, birlik ve bütünlüğü tehdit eden” vb… Onlara göre, sokaklara dökülen yüz binlerce insan aslında ne istediğini bilmeyen, gözü dönmüş, tehlikeli bir kalabalıktır ve “demokrasi” bu ne yaptığını bilmez mantıksız insanların tehdidi altındadır! Politikaysa, onu zaten “yüce meclis” yapmaktadır… Sorun varsa hükümet çözecektir… O zaman sokakları ve meydanları doldurmanın gereği yoktur, hükümet bu “kendini bilmez”, “cahil insanlar”ın istediği politikayı uygulayamaz. Zaten her şeyi abartarak, her an tahriklere açık olan ve kutuplaşmalar yaratarak krizlere yol açan kesimler gösterilere başvurmaktadır!
Kitle hareketleri üzerine “araştırma” yapıp kitaplar yazan burjuva sosyolog ve psikologları, kitlelerin toplumsal değişim ve dönüşüm mücadelelerine kaynaklık eden sınıf çelişkilerini ve toplumsal eşitsizlikleri özenle gizlemeye çalışmış, kitlesel hareketleri “toplumsal huzuru” tehdit eden bir anlık ya da genel bir psikolojik dengesizlikle açıklamaya çalışmışlardır. Maddi yaşamı üretenlerin toplumsal yaşamın örgütlenmesini de başaracakları, alanlara çıkan kitlelerin bilinçli maddi bir güç oldukları gerçeği, onlar için saklanması veya çarpıtılması gereken olgular olmuştur. İleri sürdükleri tezler, sınıflı toplumlarda meydana gelmesi kaçınılmaz çalkantıların neden ve sonuçlarının egemen sınıflar lehine çarpıtılmasından başka hiçbir anlama gelmemektedir.

GÖSTERİLERİN GERİCİ AMAÇLARLA KULLANILIŞI
Gustav Le Bon “Kitlelerin Psikolojisi” (1895) adlı eserinde egemen sınıfların kitleler karşısında duyduğu korku ve düşmanlığı teorileştirir. Bireylerin özgürlük istemlerine karşı çıkan Le Bon, bu taleplerin kolektif biçimde dile getirilmesini ise “tehlikeli” olarak değerlendirir:
“Gözleri körleşmiş kitlenin gücü tarihin tek felsefesi durumuna gelir. Kitle içinde yer alan kişi artık kendisi değildir ve istemleri dışında hareket eden bir robota dönüşür. Kişinin ruhuna egemen olan özgürlük ihtiyacı değil bir iş yapma ihtiyacıdır ve kendilerini eyleme sürükleyenleri patronlarını dinler gibi dinlerler,”
Le Bon’un bu görüşleri çok geçmeden egemenler ve sermaye tarafından benimsendi. Kitlelerin kendi talepleri doğrultusunda sermaye ve iktidarlara karşı mücadeleleri “cahil kalabalıkların kör tepkisi” olarak aşağılanırken, emekçilerin eylemlerinin gerçek amaçlarından saptırılması, sermayenin çıkarları doğrultusunda gerici ve provokatif eylemlere sürüklenmesi için ise sürekli bir çaba harcanıyor. Tüm zamanları fabrikanın ağır çalışma koşullarında patronlar sömürülerini kat kat artırsın diye ellerinden alınan işçileri, bir de cahil diye aşağılamak, sermayeye özgü aşağılık bir tutum olsa gerek. Haklı bir talebin yüksek bilinçle veya sezgiyle dile getirilmesi, haklılığını ortadan kaldırmaz. Ama işçi gösterilerine kara çalan sermaye ve gericiliğin, emekçilerin geri bilincinden yararlanarak, onları emekçinin hiçbir çıkarının olmadığı gerici savaşlara, milliyetçi kampanyalara, dinci gösterilere sürüklemeye çalışması, emekçiden “gözleri körleşmiş” bir kalabalık olarak yararlanma çabasının apaçık ifadesidir.
Genel olarak tüm gericilik bu taktiği uygulamıştır. Naziler ve diğer faşist partiler, emekçilerin yakıcı taleplerine sahip çıkarmış gibi görünerek, işsizlerin ve giderek çalışan emekçilerin desteğini aldılar, provokasyonlarla, mücadele eden emekçi örgütlerinin sindirilmesi çabalarıyla, iktidara geldiler. Nazi profesörleri, faşist yönetimin bürolarında gece gündüz kitleleri nasıl etkileyerek düzene bağlayacakları üzerinde planlar yaptılar. Emekçilerin büyük bedeller ödediği, dünyanın kana bulanmasıyla sonuçlanan bu süreç, gericiliğin sahte halk dostu tutumunun teşhir edilmesinin, emekçilerin böylesi demagojiler karşısında uyarılmasının taşıdığı büyük önemi ortaya koyuyor.
Gösterilerde ortaya çıkan halkın gücünün farkına varan sermaye yüzüne halkçı maskesi geçirerek alanlarda gözü dönmüş faşist diktatörlerin, emperyalizm uşaklarının ve cunta adaylarının kitle tabanı ile ayakta durmasına çalıştı.
Hâkim sınıflar, başta ulusal, dini vb. önyargılar olmak üzere, toplumun özellikle de geri kesimlerini kolayca aldatabilecekleri değerleri kullanarak, kitleleri, faşist ve gerici propagandaların malzemesi durumuna getirebilmelerine bağlı olarak, toplumda askeri birlik ve disiplin sağlamaya çalışmaktadır. Mekanik bir tarzda işler duruma getirilerek, üstten verilen emirlerle hareket ettirilen kitleler, bütünüyle sistem tarafından kontrol edilmekte ve yapay bir birlik ve beraberlik etrafında sistemin ihtiyaç duyduğu biçim ve tarzda kullanılmaktadırlar. (Yakın tarihimiz bunun çok sayıda örnekleriyle doludur. 6–7 Eylül olayları, Maraş katliamı, Sivas olayları, cenaze törenleri, İtalya ve Fransız elçilikleri önündeki gösteriler vb). Sistemin güvence ve kontrolü altındaki gösteriler, hâkim sınıfların izlediği baskı ve sömürü politikalarını meşrulaştırmaya yönelik olduğu gibi, sokağın terörize edilmesinde ve diğer kesimler üzerinde terör estirilmesinde de sık sık başvurulan bir yöntemdir. Gerek ülkemizde gerekse de dünyanın değişik bölgelerinde hakim sınıfların bir provokasyon ve toplumsal baskı aracı olarak başvurduğu kitlesel terörün, büyük katliamlara ve yıkımlara kadar vardığını biliyoruz. CIA birçok ülkede gerici ve faşist yönetimlerin iş başına getirilmesinde diğer birçok yöntemle beraber bu yöntemi de kullanmıştır.
Güvenlik ve huzurun sağlanması adı altında, haklı talepler, gerici ve faşist yasalara sığınılarak kanla bastırılmış; hâkim sınıflar futbol maçlarından ulusal bayramlara kadar birçok alan ve ortamda “milli birlik ve bütünlük” izlenimi yaratarak gerici gösterileri teşvik etmiştir. Özellikle bunalımlı dönemlerde “milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine yapılan demagoji ve propagandalar, kitlelerin, özellikle de işçi ve emekçilerin yoğun baskılarla karşı karşıya oldukları dönemlerde yoğunlaşmış, buna paralel olarak da “sipariş” gösterilere ağırlık verilmiştir.
Toplumsal mücadeleler tarihi, sömürülen ve ezilen yığınların, haksızlık ve sömürüye karşı, bir başka sınıfın değil ama kendi talep ve çıkarları için politik ortama müdahale etmesiyle, tarihin akışının değiştiği yönündeki örneklerle de doludur. Kitleler bu değişikliklerin mimarları olmanın sevinç ve mutluluğunu yaşamış, tüm kuşaklara zengin deney ve tecrübeleri miras olarak bırakmışlardır. Hâkim sınıfların kendi gelecek ve çıkarları için kitleleri kullanarak yapmış olduğu değişiklikler ise, tarihe, insanlığın karanlık sayfaları olarak geçmiş, halklar ağır bedeller ödemişlerdir. Buna en iyi örnek, Nazi Almanyası’dır.
Kitlelerin kendi taleplerine sahip çıkarak, kolektif bir biçimde değişik içerik ve tarzda geliştirerek gerçekleştirdikleri gösterilerle toplumsal gelişmelere müdahale etmeleri sonucu, eşitlik, özgürlük, dayanışma ve adalet gibi yüksek toplumsal değerler oluşmuştur. Kitlesel gösteriler, toplumsal müdahale olduğu ve siyaset kitlelerin içine indiği ve halka kapalı düzen bürolarının ve bürokratlarının dışında geliştiği için hâkim sınıfların şimşeklerini üzerlerine çeker ve saldırılarına hedef olurlar. Sermaye, işçi ve emekçinin toplumsal gelişmeler içinde yer alarak aktif bir gösterici olmaması için, kitleleri gelişmelerden uzak tutacak ya da kayıtsız bırakacak her türlü askeri, politik, kültürel saldırı önlemlerini almaya çalışır. Vurdumduymazlığı, topluma yabancılaşmayı ve kişisel çıkarları teşvik ederek geliştirir. Sistemi ve ondan kaynaklanan sistem ilişkilerini ve yıkıcı sonuçlarını kader olarak göstererek, emekçileri baskı ve sömürülerine razı etmeye çalışır. “Toplumsal huzuru sağlamak” adına kitlelerin ortak hareket etmesini ve düşünce hakkını ağır cezaları öngören yasalarla kısıtlamanın ya da cezalandırmanın kendisi, toplumu güvencelerden yoksun etmekten başka bir şey değildir. Tersine, bu yasalar toplumsal huzur ve düzen karşıtıdır.
Kitlelerin toplumsal gelişmelere müdahale etme aracı olan gösterileri düzenin sınırları içinde tutarak hâkim sınıflara ve politikalarına karşı bir tehdit aracı olmaktan çıkarmak da bir düzen politikasıdır.

GÖSTERİLER VE ÖTEKİ MÜCADELE BİÇİMLERİ
İşçi sınıfının iktidar mücadelesi bakımından gösterilerin önemi açıktır. Ama gösterilerin kendi başına, her derde deva bir mücadele biçimi olduğu da düşünülmemelidir. Gösterilerin sınıf mücadelesinde gerçek işlevini görmesi, en başta, mücadele araçları bütünü içinde doğru bir yere oturtulmasına bağlıdır.
Gösteri, üretim sürecinde, mahalle hayatında mayalanan sorunların sokağa taşmasıdır. Bir gösteride bir araya gelen insanlar, gösteriden sonra aynı veya farklı üretim birimlerine, farklı mahallelere dağılırlar. Bu nedenle gösteri, üretim ve yerleşim birimleriyle bağı içinde ele alınmalıdır. Sırf sokağa yapılmış çağrılarla yığınların gösterilere çekilmesi kolay değildir. Gösteri, mahalledeki küçük toplantılarla, işyerindeki öfkeli tartışmalarla birleşmediği zaman kitleselleşemez.
Emekçinin gerçek gücü, yaşamı yaratma ve durdurma özelliğinde yatar. Bu nedenle de üretimi aksatmaya yönelmeyen bir eylemin başarı şansı daha baştan azalır. Bu da, işçi sınıfının en az gösteriler kadar etkili, en az gösteriler kadar yaygın bir mücadele biçimi olarak grevlerle gösterilerin birleştirilmesi, bunların birbirini karşılıklı olarak destekleyen eylemler olarak görülmesinin gereğini ortaya koyar.
Demek oluyor ki, gösteri, toplumun emekçi sınıflarından destek talep etmeli, üretim birimlerindeki, mahallelerdeki olabilir tüm mücadele biçimleriyle bir arada ele alınmalıdır.
Ama aynı zamanda gösterilerin sınıf mücadelesinin daha yüksek ve daha geri mücadele biçimleriyle ilişkisi de gözetilmelidir. Gösteri genel kavramı ile ifade edilen eylemler de, kendi içinde birçok farklılıklar gösterir. Patronun baskısını protesto etmek üzere sokağa çıkan işçinin eylemi de gösteridir, demokratik cumhuriyet ya da sosyalizm talebiyle sokağa dökülen yığınların eylemi de. Gösteri, farklı düzeyde talepler için girişilmiş kimi yerde barışçıl, kimi yerde sert ve çatışmak eylemleri kapsayan bir genelliği ifade eder. Bu bakımdan yığınların bilinçlenme seviyelerine, ruh durumlarına uygun olarak taleplerin genişletilmesi, gösterinin daha ileri biçimlerine doğru ilerlemesinin gözetilmesi gerekir. Mücadelenin bastırılması durumunda daha geri, mücadelenin yükselmesi ile daha ileri eylem biçimlerine hızlı bir geçiş, gösteriyi kendi başına bir protesto olmaktan çıkaracaktır.
Gösterinin zamanlaması da büyük önem taşır. Genel bir kural olarak, karşı tarafın dağınık, kararsız, şaşkın olduğu, buna karşılık emek güçlerinin moral düzeyinin yüksek, hazırlığın yeterli olduğu an, en uygun eylem anıdır. Özellikle ileri talepleri hareket noktası alan politik gösterileri ülkedeki genel koşullardan soyutlayarak, yol açacağı sonuçları hesap etmeden yapmak, telafisi uzun zaman alan gerilemelere yol açabilir.
Buna, 1917 Rusyası’ndaki 34 Temmuz gösterileri örnek gösterilebilir. Çarlık devrilmiş, emekçiler umuda kapılmış ama geçici Hükümet emekçilerin taleplerine sırtını dönmüştür. Bu durum işçiler ve askerlerde büyük bir tepki uyandırmakta, Bolşeviklerin kitleler içindeki gücünü artırmaktadır. Ama Lenin’in saptamasına göre, henüz erkendir. Olası bir gösteri, gericiliğe Bolşevik karşıtı bir saldırı imkânı tanıyacaktır. Bolşeviklerin tüm çabaları, öfkeli işçilerin bir silahlı gösteri yapmasını engelleyemez. Bunu bahane yapan gericilik Bolşeviklerin tüm yasal kurumlarına saldırır, tutuklamalar yapar, Bolşevikleri yeraltına çekilmek zorunda bırakır. Gösteri zamansız yapılmış, ağır sonuçlar doğurmuştur.
Gösteriyi, hem tüm mücadele biçimleriyle birbirini destekler tarzda ele almak, hem de hareketin yükselişi ve gerileyişini hesap ederek örgütlemek zorunludur.

SONUÇ: SOSYAL PATLAMA KORKUSU VE EMEKÇİLERİN KRİZE YANITI
Gösteriler, tüm güncelliğiyle, bugünün Türkiye’sinin de bir yanıyla gerçeği, gelişme dinamiği bakımından, yığınsallığı ve diğer mücadele biçimleriyle bağlantısı içinde bir diğer yanıyla da yakıcı bir ihtiyacı durumundadır.
Ülkemizin yakın tarihinde geri, ileri, ekonomik, politik -ve hatta egemenlerin kullandığı gerici- çeşitli biçimleriyle gösteriler yaşanmamış değildir. 1980 öncesi yaygın olarak başvurulan politik gösterilerle sonrasında Zonguldak’tan Ankara’ya büyük madenci yürüyüşü, en son bu yıl Emek Platformu tarafından düzenlenen 14 Nisan gösterileri, ilk akla gelenlerdendir.
Ve şimdi, emperyalistler ve işbirlikçilerinin işçi ve emekçilere, halka yönelik ağır saldırı koşullarında, IMF/DB Programı doğrultusunda ülkenin, sanayisi ve tarımıyla, işçisi, köylüsü ve esnafıyla tamamen çökertilmesi, işsizlik, sefalet ve açlığa mahkûm edilmesi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanıyla Türkiye’nin bir “açık pazar”a dönüştürülmesi ve sömürgeleştirilmesinin tamamlanması “küresel” politikalarının uygulanma alanı haline getirildiği bugün, görece geri biçimlerden daha ileri olanlarına gelişmesi içinde gösteriler, yaşamsal bir önem kazanmaktadır. Yine aynı şekilde ABD’nin saldırılarının teşhir edilmesi ve ülkemizi savaşa sürme planlarının geri püskürtülmesi bakımından da gösteriler büyük önem taşıyor. “Sosyal patlama tehlikesi”nin egemenlerin, tekellerin temsilcilerinin en bilmişlerinden gizli servis raporlarına kadar herkesçe dile getirilmesi, bu öneme yapılacak her vurguyu haklı kılacak bir “işaret” sayılmalıdır. Milyonlarca emekçiyi, zaten yaşaya-geldikleri sefaletin ötesinde, önce işsizliğin ve ardından açlığın pençesine atan bir avuç tekelci ve sözcüleri, “sosyal patlama” ihtimalini bunca dillerine dolarken kuşkusuz bir korkuyu dışa vuruyorlar. Ama bir yandan da taleplerini doğru dürüst saptayamamış, yeterince ya da hemen hemen hiç birleşememiş, merkezileşememiş örgütsüz “patlama” beklentisiyle ellerini ovuşturanlar da yok değil.
İşçi ve emekçilerin ileri kesimlerine, şöyle ya da böyle örgütlü unsurlarına, örneğin sendikalara vb. tam da bugün bir rol düşmektedir. Taleplerin haklılığını ve ortaklığını hareket noktası edinecek işçi, emekçi ve işsiz kitlelerin gösterileri, bugün gündem edinilmeyecekse, görece olağan günlerde yasak savmacılıkla “gündem” ediniliyor gibi yapılması tamamen gereksizdir.
Önemli olan “sosyal patlama”nın “tehlikesi” üzerine konuşup yazıp çizmek değildir. Bunu egemenlerin sözcüleri yetirince yapıyorlar. Bu “tehlike”nin tekeller ve egemenlikleri için gerçeğe dönüşmesi bakımından asıl gerekli olan, onu bir “tehlike” olmaktan da çıkaracak tek temelin, bir “sosyal hareket’in gelişmesi için üzerine düşeni yapmaktır. Emperyalistler ve işbirlikçilerinin IMF/DB Programı’nın maddelerine ve emperyalist savaşa karşı ve kuşkusuz işçi sınıfı ile emekçi tabakaları, işsizler ve açlık çekmeye şimdiden başlayanlarla bir araya toplayacak ortak talepleri kalkış noktası edinecek gösteriler, bu sosyal hareketin hem bileşeni olacak hem de gelişmesinin yolunu açacaktır.
Şimdi egemenlerin ve saldırı programlarının karşısında yer alacak sosyal harekete ihtiyacın yakıcılığı kadar, bu hareketin biçimlerinden olan gösterilere olan ihtiyacın yakıcılığı tartışmasızdır. Sorun, her ikisinin de örgütlenmesindedir. Bu örgütlenmenin birbirini geliştirerek ilerleyeceğinden ve ileriye doğru çeşitli biçimler alarak gelişeceğinden kuşku duyulamaz. Yoksa “tehlike”, tehlike olarak kalacak ve “patlayınca” da emekçilere pek bir yararı olmayacaktır.

Kasım 2001

EK:

DÜNYADAN ÖNEMLİ GÖSTERİ ÖRNEKLERİ
1890’lı yıllarda 1 Mayıs kutlamaları ve diğer gösteriler sırasında işçiler, 8 saatlik işgünü taleplerini ifade edenlerle beraber şu sloganları atıyorlardı: “Savaşlarla değil emeğimizle yaşıyoruz (Chicago), “Çocuk emeği sömürüsüne son”, “Çocuklar okula fabrikaya değil”, (Chicago), “Kadınların gece vardiyalarında çalışması yasaklansın”, “Beyaz ve zenci işçilere eşit haklar” (Havana).
Bir yıl sonraki gösterilerde bunlara ek olarak başka sloganlar da atılır. Örnek olarak “Kumaşı diken de biziz çıplak gezen de”; “Ekmeği biz pişiriyoruz, ekmeğimiz yok”; “Politik tutuklulara özgürlük”.
1905 yılında Taşkent’te Rus işçiler çarlığın kışlık sarayı önünde gösteriler yapar ve ekmek talep ederler. Rus-Japon savaşı ve ağır sömürü koşulları nedeniyle insanlar açlık çekmektedirler. Ve Çar göstericilere ekmek değil Kazaklar’dan oluşturduğu katiller sürüsünü gönderir. Aynı yıl Varşova’da yapılan gösteriye aynı Kazak birlikleri vahşice saldırır ve 30’un üzerinde gösterici katledilir,
1909 yılında göstericiler “sosyal güvenlik”, “sağlık hizmetleri”, “sakatlık durumunda emeklilik”, “ölüm cezalarının kaldırılması”, “kadınlara oy hakkı”, “savaşa hayır”, “silahlanmaya hayır” ve “barış” sloganlarını tüm gösterilerde ön plana çıkarırlar.
1. Dünya Savaşı’nın daha ilk yıllarında emperyalist savaşın ürkütücülüğü ortaya çıkmıştır. 1916 yılının Şubat ayına kadar savaşta ölen Alman askerlerinin sayısı 670 bindir, yaralı sayısı ise 1 milyonun üzerindedir. 1916 yılının Nisan ayında işçiler Spartakus grubunun savaşa karşı çıkıp mücadele etme çağrısına uyarak sokaklara dökülürler.
“Yoldaşlar” diye başlayan Spartakus grubunun bildirileri, Karl Liebknecht ve yoldaşlarının emperyalist savaşa karşı tutumlarını dile getirmektedir. “Savaşa hayır. Emperyalizmin katliamlarına hayır. Kardeşlik ellerimizi Fransız, Belçika, İngiliz ve Sırp halkına ve dünyanın tüm halklarına uzatıyoruz. Düşmanımız Fransız, Rus ve İngiliz halkı değil emperyalizmdir. Bizim düşmanımız Alman kapitalistleri ve yönetimidir.”
Kari Liebknecht, Rosa Lüksemburg ve Clara Zetkin gibi komünist önderler halklara yönelik çağrılarında, silahların, çıkarları için dünyayı kana bulayan egemen sınıflara çevrilmesi gerektiğinin altını özellikle çizerler.
1 Mayıs 1916’da Spartakus Grubu Berlin’in Postdam Meydanı’nda bir gösteri örgütler. Akşamüstü saat sekizde başlayan gösteriye on binlerce insan katılır, Liebknecht’in barış, ekmek ve özgürlük taleplerini içeren konuşması coşkuyla karşılanır. Konuşmanın sonuna doğru “Kahrolsun emperyalist savaş, kahrolsun hükümet” deyince polis ve askerlerin saldırısına uğrar ve şiddet kullanılarak kürsüden indirilir. Tutuklanan Liebnecht öldürmeye teşebbüs etmek, devlet ve hükümete hakaret etmek ve yasalara uymamak iddialarından dolayı suçlu bulunur. Milletvekilliğinden atılan ve 2,5 yıl hapis cezası alan Liebknecht Yargıtay’a başvurur. Yargıtay cezayı az bularak 4,5 yıla çıkarır. (Phillip Foner, 1 Mayıs işçi Bayramı, sf 106,107, yunanca baskısı)
Yıl 1936. Amerika’da 1 Mayıs’ın 50. yıldönümü kutlamalarına 150 bin, Mexico’da ise 60 bin kişi katılır. 3. Enternasyonalin 1 Mayıs kutlamaları için yayınladığı bildiride ise dünya halkları, işçi ve emekçiler şu sloganlar etrafında gösterilere çağrılır. “Kahrolsun faşist saldırılar ve savaşa neden olanlar, kahrolsun savaş kışkırtıcı Alman faşizmi”, “Japon orduları Çin’den dışarı”, “İşgalci İtalya Etiyopya’dan dışarı”, “Yaşasın İtalya halkının faşizme karşı mücadelesi”,
“Kahrolsun faşizm, kahrolsun emperyalizm”.
1937 yılında New York’ta düzenlenen gösterinin en çok atılan sloganları ise şunlardır: “Kahrolsun Hitler ve Mussolini”, “Yasal İspanya’ya yardım”. Chicago’da ise göstericiler Franko’ya karşı mücadele eden İspanya halkının desteklenmesi çağrıları yaparlar.
1938 yılında İngiltere’de 500 binden fazla işçi Hyde Park’ta gösteri yaparlar. “İspanya’ya silah yardımı, barışa yardım demektir”; “İrlandalı demokratlar İspanyalı demokratları selamlar” sloganlarıyla İspanya halkının yanında olduklarını dile getirirler. Aynı yıl Paris’te yapılan kitlesel gösterilerde de “Silahlar İspanya’ya” sloganı atılırken, illegaliteye geçmiş olan Almanya Komünist Partisi, Almanya’da kitleleri Nazizme karşı mücadeleye çağıran bildiriler dağıtır.
1943 yılının 24 Şubat’ında Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM)’nin çağrısı üzerine binlerce Yunanlı merkezi meydanları doldurur. İşçi Merkezi ve Çalışma Bakanlığı’na doğru yürüyüşe geçilir. Yol boyunca Alman ve İtalyan askerleriyle çatışmalar olur. Göstericilerin bir bölümü bakanlığa girmeyi başarır ve işgal ordularına ait yiyecek maddeleriyle belgeleri tahrip ederler. 24 Şubat büyük gösterilerin başlangıcı olur. 5 Mart’a kadar yapılan gösterilerde onlarca gösterici katledilir. Her cenaze töreni on binlerce insanın işgal ordularına karşı direniş eylemine dönüşür.
Yıl 1953. New York’ta 1 Mayıs gösterileri yasaklanır. Buna rağmen 25 bin işçi “Kore’deki savaşı durdurun”; “Rosenbergler’e özgürlük”, “Kahrolsun McCartizm” ve “Nijeryalılar ve Portorikolular üzerindeki polis baskısına son” taleplerini 1 Mayıs talepleriyle birleştirirler. 1955 yılında Küba’da Batista’nın yasaklamalarına rağmen on binlerce işçi demokrasi, ekmek, özgürlük ve barış sloganlarıyla yürür. Polis azgınca saldırır ve yüzlerce işçi tutuklanır.

Nazi Örgütü Altın Şafak Sistemin Bir Unsuru ve Onun Politikalarının Bir ürünüdür

Geçtiğimiz günlerde Yunan Hükümeti ve yargı organlarının NAZİ Altın Şafak Partisi’ne yönelik olarak gündeme getirdiği operasyonlar uluslararası gündemlerden birini oluşturdu. Yüzlerce öldürme, yaralama, gasp, kara para aklama, ordu ve polis içinde cinayet şebekeleri kurma vb. birçok suçlamayla organize suç örgütü kurma kapsamında gözaltına alınan örgütün Genel Başkanı ve iki milletvekili, birçok polis ve ordu görevlisiyle sivil faşist tutuklanarak cezaevine konmuşlardı. Örgüt ile ilişkisi açığa çıkan bir istihbarat görevlisiyle, sayıları onun üstünde yüksek rütbeli subay ve polis ise istifa etmişti.

Bu gelişmeler, hem Yunanistan’da hem uluslararası kamuoyunda değişik tartışmaları gündeme getirdi; neden ve sonuçlar üzerine çok sayıda yorumlar yapıldı. Kriz sonuçlarının Altın Şafak ve benzeri örgütleri doğurduğu, bu tartışmaların neredeyse ortak paydasıydı ve bir noktaya kadar da gerçeği ifade ediyordu. Ancak her politik sorunda olduğu gibi, yapılan değerlendirmeler sınıfsal bakış açılarından bağımsız değildi ve her kesim farklı nedenler üzerinde durarak, daha çok sonuç üzerinden bir değerlendirme yaptı. AB’nin yetkili organları ve isimleri demokrasinin aşırı uçlara tahammülü olmadığı açıklaması yaparken, Yunan Hükümeti, ortada politik bir örgütün değil organize suç örgütünün bulunduğunu ön plana çıkardı. İşçi emekçi örgütleri, sol partiler, demokratik kitle kuruluşları ve birçok aydın, ilerici ve demokrat ise, kriz politikalarının bir sonucu olarak değerlendirdi.

Bir devlet biçimi olarak faşizm ve faşist partiler emperyalist-kapitalist sistemin bağrından çıktı ve başta işçi ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelesi olmak üzere her türlü sistem karşıtı hareketi hedef aldı. Egemen sınıflar varlıklarının tehlikede olduğunu gördükleri ülkelerde, milyonlarca insanın kanını akıtarak sistemi güvence altına almaya çalıştılar. İşçi ve emekçilerin 1917 Ekim Devrimi’yle emperyalist kapitalist sistemin bağrında gedikler açması ve birçok ülkede sınıf mücadelesinin iktidarları tehdit eder boyutlara ulaşması, faşist devlet biçimlerine geçişle engellenmeye çalışıldı.

1990’ lı yıllarda revizyonist sistemin çökmesiyle birlikte, emperyalist kapitalist sistem sosyalizme ve kazanımlarına karşı seferberlik ilan ederek, her alanda saldırıya geçti. Sosyalizmle faşizmi aynılaştırmaya ve faşizme duyulan nefreti sosyalizme de yöneltmeye çalıştı. Tabii bütün bunlara işçi ve emekçilerin mücadele ile kazandıkları her türlü hak ve özgürlükleri yok etme, Ortaçağ sömürülerini dayatma, sosyal devlet olgusunu ortadan kaldırma vb. eşlik etti.

Avrupa’da NAZİ örgütlenmeleri tam da bu dönemde güçlenmeye ve parlamentolara girmeye başladı. Sermaye sınıfları “demokrasi ilkelerine saygı” adı altında bu parti ve güçlerle flörtlerini artırdılar. Faşist partilere kol ve kanat gerilirken, birçok ülkede komünist partilerin ve faaliyetlerinin yasaklanması yönünde yasa tasarıları parlamentolara taşındı. AB parlamentosuna komünizmi de “insanlık suçu” sayan yasalar getirildi. Birçok ülke istihbaratının ve devlet kurumlarının NAZİ örgütlenmeleri ile direkt ilişki içinde oldukları, hatta örgütledikleri ortaya çıktı.

İçinde bulunduğumuz süreç içinde, AB, “komünizm, faşizm gibi insanlık düşmanı yönetimlerin incelenmesi” adı altında programlar çıkarmış bulunuyor. Her programa 100.000 avro verileceği belirtiliyor.

1990’larda artırılan ve sonraki yıllarda doruğuna çıkan saldırı, gasp ve sömürü süreci aynı zamanda faşist ve gerici partilerin güçlenmesine olanak sağladı. Kazanılmış haklara yönelik gasplar, sosyal devletin ortadan kaldırılması ya da kaldırma girişimleri, yoksulluğun ve işsizliğin artması, sosyal güvenlik sisteminin sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, eğitim ve sağlık gibi temel hakların bir hak olmaktan çıkarılarak sermaye sınıflarına yeni kâr olanakları yaratan işletmeler durumuna getirilmesi vb. ve sonrasındaki süreçte başlayan sermaye krizi ve doğurduğu yıkıcı sonuçlar, Nazist ve her türlü gerici örgütlenmelere kapı araladı. Ya da bu örgütlenmelere gübre oldu. Kısacası, faşist partiler direkt krizden doğmadı, ama kriz ile birlikte güçlendiler. Krizin sonuçları üzerinden toplumsal bir taban elde etmek için harekete geçtiler. Yunanistan’da Altın Şafak örgütü de krizle ile birlikte ortaya çıkmadı, ama krizle birlikte güç toplamaya başladı.

1974 yılında Albaylar Cuntası yıkıldı ve faşist kurumlar tasfiye edildi. Cunta yönetiminin önde gelenleri yargılandı ve ömür boyu hapse mahkum edildiler. Ancak bu tasfiye kurumlar ve yöneticiler dışına çıkmadı ve etkisiz duruma gelen birçok faşist, daha sonraki yıllarda marjinal kalsa da, yeniden faaliyetlere başladı. Altın Şafak’ın kurucusu Nıkos Mihaloliakos 70’li yılların ikinci yarısında birçok bombalı saldırı ve yaralamadan sorumlu olarak tutuklandı ve 80’li yıllarda Hırisi Avgi (Altın Şafak) adlı NAZİ örgütünü kurdu.

Yunanistan’da İç Savaş Dönemi, Krallık ve Cunta yıllarında gerici ve faşist örgütlenmelerin %7-8’lik bir tabana dayandıkları ve bu kesim içinde varlıklarını sürdürdükleri biliniyor. Bu kesim varlığını koruyor ve kendisini farklı parti ve örgütlenmeler aracılığıyla ifade ediyor. Altın Şafak bu kesime dayanarak örgütlenmeye başladı ve “vatan”, “aile” ve “din” gibi gericilik tarafından kullanılan ve milliyetçi, ırkçı propagandaların temelini oluşturan söylemlerle güç toplamaya çalıştı. Saldırgan ve oldukça marjinal bir grup olma dışına çıkamayan Altın Şafak 1990’lı yıllar sonrasında başlayan göçmen dalgaları sonrasında yabancı düşmanlığına ağırlık verdi ve göçmenlere yönelik saldırılar örgütledi. Yabancılara yönelik ilk saldırıları Atina’nın Omonia meydanında bulunan şehir içi tren istasyonunda afiş yapıştıran TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi) taraftarlarına oldu ve birçok Altın Şafak üyesiyle iki Yunanlı devrimci yaralandı. Bu yıllarda halkın tepkisinden korkan Altın Şafak üyeleri korkudan dağıtamadıkları bildirileri gece sokaklara atarak kaçıyorlardı.

2005 ve sonrasında başlayan ekonomik daralma ve gerilemeyle birlikte işçi ve emekçilerin kazanımlarına yönelik saldırılar arttı ve işsizlik büyümeye başladı. “Ülke ekonomisi bu kadar yabancıyı kaldırmıyor ve elimizden işimizi alıyorlar” şeklindeki propaganda sermaye partilerinin çok sık başvurdukları ve devamlı gündemde tuttukları bir olgu durumuna geldi. Oysa tüm resmi veriler ülke ekonomisinin yabancılarla canlılık kazandığını ve yabancı işçilerin ülke ekonomisine % 2-2,5 oranında katkıda bulunduklarını gösteriyordu.

2010 yılında, sonraki süreçte daha da derinleşecek olan kriz politikalarına geçildi ve işsizlik oranı İkinci Dünya Savaşı sonrasının boyutlarına ulaştı. İşten atmalar, özelleştirmeler, hak gaspları, ücretlerin düşürülmesi, devasa boyutlara ulaşan vergi oranları, sosyal güvenlik sisteminin ortadan kaldırılması, yoksulluğun artması, sisteme ve sistem kurumlarına yönelik tepki ve güvensizliğin hızla artmasına neden oldu. Tüm seçimlerde yüksek oy alan Yeni Demokrasi Partisi ve Yunanistan Sosyalist Hareketi (PASOK) hızla taban kaybettiler. Sermaye partileri ve temsilcileri krizin nedeni olarak kapitalist ekonomiyi değil emekçilerin “yüksek ücret almasını”, “vergi vermemesini”, “bürokratların işlerini doru yapmamasını” vb. göstermeye çalıştılar. Göçmenleri yoksulluk ve işsizliğin nedenlerinden biri olarak gösterdiler. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi göçmenler konusunda izlenen ırkçı milliyetçi politikalarda Altın Şafak ile rekabet etti. Yeni Demokrasi Partisi, 2012 Genel Seçimleri’nde iktidara gelmeleri durumunda, ilk olarak “göçmen yasalarını değiştirme ve ülkeyi göçmen işgalinden kurtarma” sözü verdi. Seçimlerden sonra, uzun süre Yunanistan’da kalmış ya da bu ülkede doğup eğitim almış olanlara vatandaşlık hakkı tanıyan yasa iptal edildi ve binlerce göçmen yakalanarak göçmenler için hazırlanan ve toplama kamplarından farklı olmayan kamplara kapatıldı. “Süpürge Operasyonları” olarak adlandırılan bu operasyonlar bugün bile devam ediyor. Birçok bölgede polis ve Altın Şafak’ın ortak operasyonlar yaptığı yabancı basına bile yansıdı.

NAZİ örgütü Altın Şafak, bu süreç içinde bir yandan yabancılara yönelik ölüm ve yaralanmalarla sonuçlanan saldırılarını artırırken, bir yandan da, Meclis’te bulunan “300 milletvekilinin ülkeyi satan ihanetçilerden oluştuğunu ve cezalandırılmaları gerektiği”ni, “devlet kurumlarının çürüyüp koktuğunu”, ülkeyi bunlardan temizleyecek bir “yönetim”e duyulan ihtiyacı dillendirmeye başladı. Sisteme karşı tepki ve nefretle dolu olan kesimler, işsizler ve yoksullar içinde “sempati” uyandıran bu politika, aynı zamanda, gerici ve faşist tabanı da bir araya getirmeye başladı.

Altın Şafak, 2012 Seçimleri’nde “Yahudilerin emrinde olanlara”, “ülkeyi IMF ve AB’ye satan anlaşmaların altına imza atan partilere”, “din, aile ve vatanı bölüp dağıtmayı hedefleyen komünistlere” ve diğer solculara oy vermeme çağrısı yaptı. Diğer yandan, günlük olarak göçmen aileler tehdit edilerek, Yunanistan’ı terk etmeleri istendi. göçmenlerin yoğun olarak bulundukları bölgelerde, göçmenlerce işletilen dükkân ve mağazalar dağıtıldı, çocuk parkları yabancılara yasaklandı ve sokaklarda kimlik kontrolleri olağan duruma geldi. Aynı bölgelerde halkı koruma ve asayişi sağlama adı altında nöbetler tutuldu ve örneğin bankaya aylığını almaya giden yaşlılara “korumalar” verildi. TV kanallarının haber bültenlerine konuk olan sözde karamsar ve kızgın vatandaşlar “polisten, devletten yardım görmediklerini, ama Altın Şafak’ın kendilerine sahip çıktığını” söylediler. Polis karakolları her hangi bir sorundan ötürü karakollara gidenleri Altın Şafak’a yönlendirdi. Altın Şafak “sistemi cezalandıran ve halkı koruyan” bir güç olarak tanıtıldı.

Seçimlerde yüzde yedinin üzerinde oy alarak Meclis’e 18 milletvekiliyle giren Naziler, daha ilk gün, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyerek, Meclis kürsüsünden diğer bütün parti milletvekillerini aşağılayan, azarlayan, küfreden tutumlarını ön plana çıkardılar. Milletvekillerini “hırsız ve rüşvetçi” olarak eleştirip, miting alanlarında “mide bulandıran Meclis”e” gitmek zorunda kaldıklarını söylediler.

Altın Şafak NAZİ Almanya’sından esinlenen hücum kıtaları kurarak, saldırılarını artırdı. Tiyatro oyunlarını engellemeye, tersanelerde bulunan sendikaları “komünistlerden temizlemek” için toplu saldırılar gerçekleştirmeye, yabancı işçiler yerine Yunanlı almayan işverenleri tehdit ederek işçi kiralayan şirketler kurmaya başladılar. Artık her hafta Atina ve diğer illerde yoksullara yardım paketleri dağıtan kampanyalar örgütlüyor ve sistem karşıtı bir kurumlaşmanın yaratıldığının propagandasını ön plana çıkarıyorlardı.

Başta Yunanlı işçi ve emekçiler, ilerici ve aydınlar olmak üzere ülkede yaşayan göçmenler için tam bir tehdit unsuru durumuna gelmiş olan Altın Şafak’a karşı Yunanistan’ın her bölgesinde geniş katılımlı anti faşist komiteler kurulmaya başlandı. On binlerin katıldığı gösteriler yapıldı, sendikalar, kitle örgütleri, parti ve siyasi hareketler, hükümetin Nazileri koruyan politikalardan vaz geçmesini talep ettiler. Yüzlerce yaralama ve öldürme olayı poliste kayıtlı olmasına, asker ve polis içinde açık bir örgütlenme yaratılmasına ve güvenlik kuvvetlerinin rolünü üstlenen pratik ve örgütlenmelere rağmen hiçbir yasal süreç başlatılmadı ve Altın Şafak saldırılarını artırmaya devam etti. Ülke içinde ve dışında gelişen anti faşist tepkiler, sokaklara dökülmeye başladı.

Yapılan kamuoyu araştırmaları Altın Şafak’ın oy oranını devamlı yükselttiğini gösteriyordu. Hükümet, izlediği politikalardan dolayı, zaten işçi ve emekçilerin tepkisi ve direnişleri karşısında zor tutunuyordu. Faşist Altın Şafak’ın giderek Hükümet’i tehdit eder bir güce kavuşması ise, Hükümet’in geleceğini iyice tehlikeye sokacak faktörlerden bir diğerini oluşturuyordu. Faşist ve “derin devlet” olarak örgütlenen Naziler, geçmiş yılların tersine, kontrolden çıktıkça ve tehdit durumuna geldikçe,bu pozisyonları AB’nin, uluslararası sermaye kuruluşlarının ve Yunan burjuvazisinin tepkilerine neden oldu. Oysa Hükümet’in büyük ortağı Yeni Demokrasi Partisi’nin Altın Şafak’la seçim ittifakı yapma planlarının olduğu biliniyordu ve Parti’nin ileri gelenleri bunu defalarca açıklamışlardı. Kontrolden çıkan Naziler, böyle bir ittifaktan yana olmadıklarını açıklamak bir yana, tehditlerini artırdılar.

Dolayısıyla bir yandan Nazilerin kontrol altına alınması, bir yandan da kitleler içinde yeni destekler kazanılması için operasyonlara başlandı. Yıllardan beri kol ve kanat geren devlet ve Hükümet bir gün içinde raflarda bekletilen onlarca dosyayı ortaya çıkardı ve çok sayıda polis, istihbarat ve ordu görevlisi ya tutuklandı ya da görevden alındı. Polis, ordu, Mafya, işveren ilişkileri medyada günlerce teşhir edildi.

Altın Şafak’ın Genel Başkanı ve üç milletvekiliyle çok sayıda sivil faşist, polis tutuklanarak cezaevine kondu. Bazı milletvekilleri ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, bu partiye verilen hazine yardımlarının kesilmesi için yasal düzenlemeler başlatıldı. Ancak NAZİ örgütlenmesinin tasfiye edilmesini beklemek yanlış olacaktır. Hükümet ve devlet Nazileri kontrol altında tutma dışında daha ileri adımlar atmayacak ve Nazileri işçi-emekçi hareketine karşı başka biçim ve örgütlenmeler altında kullanabilecekleri bir yapılanmaya zorlayacaklardır.

Altın Şafak’a yönelik operasyonlar sürerken, Başbakan Antonis Samaras’ın Amerika gezisi sırasında yaptığı Altın Şafak açıklamasına ek olarak, “NATO ve AB’den çıkmamızı isteyen diğer uçlar” şeklinde açıklama yapması ve emperyalizm ve sermaye karşıtlığını “diğer uç” olarak göstermesi, işçi emekçi hareketine yönelik olarak gündeme getirilecek saldırıların haberini vermektedir. NATO’dan ve AB’den çıkılması talebini Nazilerle aynılaştırarak tehdit unsuru olarak gören bir Hükümet, bununla, işçi ve emekçi hareketine yönelik nasıl tutum aldığı ve alacağının kanıtını ortaya koymaktadır. NAZİ örgütlenmelerini yasaklamayarak, Altın Şafak’ı organize suç kapsamı içinde ele alan ve bu yönde genel yasal değişiklikler yapan Hükümet, aynı yasayı işçi emekçi hareketine karşı da kullanacak ve Demokles’in kılıcı olarak hareket üzerinde sallandıracaktır. Son yıllarda birçok işçi emekçi direnişini yasadışı ilan ederek seferberlik yasalarıyla engelleyen ve yüzlerce sendikacı ve emekçiyi mahkemelere çıkaran hükümetlerin bu yasayı harekete karşı kullanmayacaklarını ummak tam bir politik saflık olacaktır. Yunanistan Komünist Partisi ve ana muhalefet partisi SRİZA, haklı olarak, bu içerikte bir “anti terör yasası”na karşı çıkmaktadırlar.

Altın Şafak konusunda Yunan solunun da ciddi yanlışlık ve hatalar yaptığını belirtmek gerekir. Yıllardan beridir ırkçı Nazist örgütlenmelerin dağıtılmasını ve örgütlerinin kapatılmasını “Naziler daha da güçlenir” gerekçesiyle talep olarak gündeme getirmedi ve Nazileri serseri saldırganlar olarak değerlendirdiler. Bugün bile bu konuda açık bir tutum yok. Naziler belli bir kitle tabanı oluşturmuş, hak ve özgürlükler düşmanı, işçi emekçi hareketi karşıtı bir akım durumuna gelmişlerdir. Nazi saldırıları ve örgütlenmelerine karşı ortak tutum alınması ve anti faşist bir cephe yaratılması gerekirken, sorunu “ancak halk hareketi faşist tırmanışın önüne geçebilir” diyerek devrim sorunu olarak ortaya koymak, anti faşist komite ve oluşumlardan uzak durmak ve “genel bir doğru”yu bugünün görevlerinden kopararak savunmak siyasi körlüktür. Kuşkusuz sermayenin politikalarının, faşist ve gerici örgütlenmelerin önünü ancak halk hareketi kesecektir. Belirleyici olan, proletarya ve halk kitlelerinin bilinç, örgütlenme ve mücadelesidir. Ancak bu, bugünün görevlerinin görülmemesi ve günün görevlerine denk düşen adımların atılmaması, örgütlenmelerin reddedilmesi anlamına gelmemelidir.

Yunanistan’da Okul İşgalleri ve Bazı Dersler

 

Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da öğrenciler, ilahiyat fakülteleri dışında tüm yüksek okullarda işgaller gerçekleştirdiler. İşgaller bir anda hükümetin sessiz sedasız bitirmek istediği eğitim sorununu genişçe ve ayrıntılarıyla gündeme taşıyarak hükümeti zor durumda bırakmakla kalmadı; özellikle geniş gençlik yığınları içinde hareketin geleceği açısından olumlu tartışmalara da kaynaklık etti.

Gençlik hareketinin bitip dibe vurduğunu, geçmiş yıllarda var olan potansiyelin bugün kalmadığını, mücadeleyi ayakları üzerine dikecek ve canlandıracak nesnel olgu ve şartların geniş, kitlesel bir hareketi doğuracak özellikleri içinde barındırmadığını savunanlar bile yanıldıklarını itiraf etmek, hatta “yeni kuşak”ın olumlu özelliklerini genişçe vurgulamak zorunda kaldılar. Gençliğin yüz yüze bulunduğu ciddi sorunları, gelecek kaygısını ve diğer toplumsal sınıfsal sorunlarla kopmaz bağlar taşıyan –ve ortaya çıkan harekete de kaynaklık eden– nedenleri göremeyenler ise, hareketi, kendiliğindenci, “sahipsiz” ve  beklenmeyen bir gelişme olarak değerlendirdiler.

 

EĞİTİM VE GENÇLİĞİN TALEPLERİ

Her şeyden önce, uzun bir zamandan beri hareketin olumlu gidişatına, toparlanmasına ve kitleselliğine yönelik birçok göstergeler vardı ve izlenen eğitim politikalarına karşı oluşan bu muhalefetin giderek geniş öğrenci kesimlerini harekete geçirecek biçimde gelişebileceği son bir yıllık tepkilerden de ortaya çıkmaktaydı. Ancak sermaye yanlısı parti ve odaklar, hareketi toplumsal ve sınıfsal dayanaklarından soyutlamaya ve geniş öğrenci kesimlerinin görmekte zorlanmadığı değişiklik paketlerinin “eğitimde devrim” olduğu yönündeki demagojileri ön plana çıkarmaya çalışmaktaydılar.

Kuşku götürmez ki, eğitim sorunu, işçi ve emekçilerle beraber ezilen tüm kesimlerin sorunudur ve onların diğer talepleriyle kopmaz bağlara sahiptir. Dolayısıyla sağlık, iş yasaları, sosyal güvenlik, yoğun sömürü gibi işçi ve emekçilerin hayati talepleriyle birlikte ele alınmak ve sermayeye karşı verilen günlük mücadelenin bir parçası olmak zorundadır. Bu anlamda Yunanistan’da gelişen öğrenci hareketi, işçi emekçi ya da genel olarak halk hareketinin eğitime yönelik talep ve hedefleriyle birleşme olanaklarını içinde barındırırken, saldırıların boyutları da hareketin genişlemesi ve darlıktan çıkması olanaklarını artırıyordu.

Öğrenciler üç temel talep etrafında direnişlere başladılar: 1) Yasa tasarısının tümüyle geri çekilmesi, 2) Özel okullar açılmaması, 3) Geçen yıl kabul edilen ama henüz yürürlüğe girmemiş olan kararların geri alınması. Yani yüksek okullar arasına düzey farklılıkları koyan, diplomaları derecelendiren, örneğin aldığı diplomayla öğretmen olmaya hak kazanmış adayların mesleki göreve başlamadan yeniden sınava sokulması vb. türü kararların kaldırılması.

Özel okulların açılmasına olanak tanımayan anayasa maddesinin değiştirilmesine yönelik olarak hazırlanan yasa tasarısı, sadece sermayenin bu alanda pazar ekonomisi kapsamında büyük karlar vurmasına yol açmayacak, ama birer bilim yuvası olan okulların tepeden tırnağa bu pazarın ihtiyaç ve taleplerine göre yeniden biçimlenmesini de doğal olarak gündeme getirecektir. “Eğitimin, pazar üretimi ve işgücü satın alma” hedefine kilitlenerek toplumsal ihtiyaç ve çıkarlar karşıtı bir karakter kazanması isteği, sermayenin eğitime biçtiği rolü ortaya koymaktadır: Kapitalist sermayeye akacak, artı-değeri, dolayısıyla da aşırı sömürünün grafiğini en üst noktalara çıkaracak bir kalıp. Buna göre kesilip biçilerek yeniden “düzenlenmiş” bir eğitim!

Sınırları böyle çizilmiş bir eğitim, doğal olarak, iş bulma ve kapitalist üretimi aşırı kar bazında artırma kaygısını taşıma ötesinde bir amacı olmayan ve de bilim ve eğitimi bu çerçeveler içinde algılayarak toplumsal çıkarlardan bütünüyle uzaklaşmış insan tipinin   ideal olarak kabullenilmesini dayatacaktır. Bu ise, bugün ulaşılan üretiminin dolayısıyla da kültürünün toplumsal karakteriyle tam karşıt bir sistemin kabul edilmesi ve gençlerle birlikte eğitmenlerin onun dişlileri durumuna gelmeleri anlamını taşıyacaktır.

Oysa bilim ve teknoloji “ışık hızı”yla gelişirken, insanlığın ulaştığı nokta, eğitimin önemini bugün dünden daha çok ortaya koymaktadır. Eğitim toplumsal bir haktır ve kapitalist pazar ekonomisi ve onu temel edinen politikalarının sınırları içinde tutulamaz, tutsağı durumuna getirilemez.

Bilgisayarın evlere kadar girdiği ve insanın genetik yapısının çözüldüğü bir çağda yapılan istatistikler hala Darvin hakkında kuşkuların olduğunu gösteriyorsa ve hala Bush denen bir katil dünya halklarının kanını dökmeyi tanrının ilahi bir yazgısı olarak gösteriyorsa ya da uluslararası tekellerin karları için dünya büyük emperyalist güçlerin paylaşım politikalarının arenası olmaya devam ediyorsa, izlenen eğitim politikaları da bu sisteme uygun olarak şekillendiriliyor demektir. Dolayısıyla bilimi bu politikalardan bağımsızlaştırmaya çalışma ve toplumsal bir hak olarak talep etme, bugün, her işçinin, her emekçinin ve gencin temel taleplerinden biri olmak zorundadır.

Birer bilim kuruluşu olan üniversitelerin “bağımsız kuruluşlar” olamayacağını geçtiğimiz günlerde Atina’da yapılan toplantıda dile getiren OECD ülkeleri eğitim komisyonu başkanı, parasız eğitimin miadını doldurduğunu ve böyle bir modelin artık kabul edilemez olduğunu dile getirdi. Komisyon başkanı, aslında kapitalist sistemin nasıl bir eğitim modeli oluşturması gerektiğini formüle etmiş oldu.

Bu doğrultuda eğitime yeniden “çeki düzen vermek” için kolları sıvamış olan sermaye, başta parasız, demokratik, bilimsel ve özerk olan her şeyi hedefine koymuştur. Eğitim hakkı emekçi sınıflara yasaklanmakta, özeklik ortadan kaldırılmakta, demokratik eğitim yerine gerici sistemler getirilmekte ve bilim pazar ekonomisi ve politikalarının ihtiyaçlarına uygun bir kullanımın malzemesi yapılmaktadır.

Son dönemlerde Fransa, Almanya ve Yunanistan’da gelişen öğrenci hareketlerini bu bağlamda ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde gençliğin yükselttiği haykırış ve hareket, yıllar boyu eğitim gören, ama işverenin kapısında iki-büklüm karın tokluğuna iş istemeye mahkum kalan ve yaşamını garanti altına alma yönünde hiçbir güvencesi olmayan bir gençlik olmayı kabul etmemenin ses ve hareketleri olarak görülmek zorundadır.

 

YUNANİSTAN’DA DURUM

Diğer ülkelerde olduğu gibi, Yunanistan’da da, emekçi aileleri, gelirlerinin önemli bir kısmını çocuklarının eğitim giderlerine ayırmakta ve hiçbir güvencesi olmayan bir gelecek korkusunu yaşamaktadır. Her köşede bitmiş olan dershaneler zaten eğitimin büyük oranda özelleştirilmiş olduğunu ortaya koyuyor. Özel kolejler, dershaneler, alanında başarılı hocaların bu kolej ve dershanelere kayması, eğitime ayrılan bütçenin komik düzeyi, yoksulluktan dolayı üretime katılma ve diğer yandan eğitimini sürdürmeye çalışma, araç gereç sıkıntısı, olanaksızlık ve yoksulluktan kaynaklanan baskılar, kamu okullarındaki düşük eğitim seviyesi vb. eğitimde hak eşitliğini bütünüyle ortadan kaldırmaktadır. Bu olanağı yakalayanlar ise, güvencesiz bir geleceğin kollarına atıldıklarını görmektedirler.

Yunanistan’ın değişik bölgelerinde bulunan okulları kazanan birçok öğrenci maddi sorunlardan ötürü kayıt yaptıramamakta, yaptıranlar ise kelimenin tam anlamıyla ailesi için bir “kambur” haline gelmektedir. Bankalardan alınan yüksek faizli kredilerle çocuklarını okutmaya çalışanların sayısı az değildir.

 

 

YENİ YASA TASARISININ AMAÇLARI

Hal böyleyken, hazırlanan yasa tasarısı, aslında, emekçi çocuklarına eğitimi yasaklamanın son aşaması olarak gündeme gelmektedir. Ya da emekçi sınıflara karşı örülen sınıfsal engellerden birinin son tuğlası konmaya çalışılmaktadır demek bir abartı olmayacaktır.

Yeni yasa tasarısı özel okulların açılmasına olanak tanımakla kalmamakta, bu okulların kamu tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesini de sağlamaktadır.

Kaldı ki, kamu okullarının zaten düşürülmüş olan seviyesinin daha da düşürüleceği yönündeki kuşkular herkesten önce hocalar tarafından dile getirildi, ve hocalar, işgaller boyunca grev ilan ederek, harekete en üst düzeyden destek verdiler. Hocaların bu tutumu, olası birçok karşı propaganda ve hemen her gelişmede oluşturulan şer cephelerini de zor durumda bıraktı. Geçmiş yıllarda yapılan “muhalefet”, “sol örgüt kışkırtması” ya da “azınlık gruplar” gibi yalan ve karalamalar, bu defa taban bulamadı, ve tersine, sorunun, halkın gündemine taşınarak, taban bulması sağlandı. Hocaların taleplerinin öğrencilerin talepleriyle birebir örtüşecek bir karakterde olması ise, hareketin duruşunu kolaylaştıran önemli bir etken oldu. Bu örnek, aslında özerk ve demokratik yapının hala ayakta olduğunu ve yürütme kararlarının öyle kolay kolay bu hak ve geleneği kıramayacağını da gösteriyor.

Avrupa Birliği eğitim komisyonlarında hazırlanan yasa tasarılarının Yunanistan’daki versiyonu olarak gündeme getirilen tasarıda, ayrıca özerklik rafa kaldırılmaktadır. Tasarının kesinleşmesi durumunda, her şeyden önce, yılda bir yapılan ve okullarda öğrencilerin karar organları olarak çalışan yasal temsilcilikler bütünüyle göstermelik duruma getirilmektedir. Oysa bu organların yasallığı ve temsil yetkileri bugüne kadar tartışma konusu olmadığı gibi, bu cesareti ortaya koyanlar bile çıkmamıştır. Tersine, başta düzen partileri olmak üzere, örgüt ve gençlik kuruluşları seçimlerde üstünlük sağlamak için ellerinden geleni yapmış, okullarda bakanların, milletvekillerinin katıldığı kampanyalar düzenlenmiştir ve hala düzenlenmektedir. Güvenlik güçlerinin özerklik dolayısıyla bahçesine bile giremediği okullar*, bundan böyle, rektör ya da dekanın bir isteğiyle kolluk kuvvetlerinin yol geçen hanı olabilecektir. Üstelik tasarıyla, okular, eğitim, araştırma, harcama ve gelir, yönetim vb. alanlarda müdahalelere açık duruma getirilmektedir. Örneğin bugün okul organlarının aldığı kararlar doğrultusunda yasal bir konumda yapılan işgaller, yasa tasarısının resmileşmesi durumunda, rektör ya da dekanların, “okulda asayiş” veya bir başka gerekçesiyle yasadışı ilan edilip kırılabilecektir.

Özetlersek; 1) Özerklik, sadece okullarla sınırlı değil ve tüm halka ait. Yani okullara sığınan hiçbir kişi, ne güvenlik güçlerinin ne de diğer yürütme güçlerinin istek ve emri dahilinde okuldan çıkarılamıyor. Eğer güvenlik sorunu varsa, halkın kendisi bu soruna sahip çıkıyor. Örneğin, güvenlik sorunu olduğunda, genellikle bu görevi sıradan her emekçinin yanı sıra genellikle sendikalar üstleniyor. 2) Polisin okula müdahale edebilmesi için, rektör ya da dekanla beraber tüm hocalar ve öğrenciler baz olarak alınmaktadır ve seçilmiş olan öğrenci temsilcilerinin oy birliğiyle karar vermesi bir zorunluluktur. Bu da, rektörlükle öğrencilerin yaklaşık %50 civarında temsil hakkının bulunduğu anlamına gelmektedir. 3) Özerkliğin kaldırılmasına karar verecek birleşimin toplanamaması durumunda ise, bir öğrenci temsilcisinin, rektörün ve yardımcısının oybirliğiyle karar alması gerekiyor; yani oy çoğunluğuna göre karar verilemiyor.

Tasarı bütün bu yapıyı kaldırarak, dekana her türlü yetkiyi veriyor ve polis okullara müdahale edebiliyor. Bu yönüyle, son öğrenci gösterilerinde “özerklik halka aittir” sloganının temel sloganlardan biri durumuna gelmesinin nedeni kolaylıkla anlaşılmaktadır.

 

İŞGALLERE NASIL GELİNDİ

Eğitim alanında izlenen politikalara yönelik olarak uzun bir zamandan beri genel bir öğrenci muhalefeti bulunuyordu.* Daha çok sol gençlik örgütlerinin (ΚNΕ, NAR) yaklaşık bir yıldan beri okullarda biriken sorunlara ve hükümetin eğitim alanında atmak istediği adımlar ve değişiklik politikalarına ilişkin yoğun çalışmaları vardı. Bu yıl yapılan öğrenci seçimlerinin asıl hedefini, yasa tasarısı, özerklik, yüksek okulların seviyesinin düşürülmesi, parasız verilen ders kitaplarının paralı olacağına dair bakanlık açıklaması, öğrenci giderlerinin yükselmesi vb. oluşturuyordu. Bu sorun ve taleplere karşı yoğun bir faaliyetin sürdürüldüğünü belirtmek gerekiyor. Birçok okulda sorunlara ilişkin yoğun katılımlı genel kurul kararları alınmıştı.

Özellikle Fransız öğrenci gençlik hareketi ve Alman gençliğinin benzeri talepler etrafında verdiği mücadele, dikkatleri AB genelinde izlenen eğitim politikalarının yıkıcı sonuçlarına çekiyordu. Bu ülkelerde olup bitenler Yunanistan üniversitelerinde panel ve konuşmalara konu oluyor ve üniversitelerde biriken sorunlara karşı tek yolun direniş olduğu eğilimi tüm tepki ve faaliyetlerin bir özeti durumuna geliyordu.

Tıp, hukuk ve ekonomi fakültelerinde öğrencilerin yaptığı genel kurul çağrıları beklenenin üstünde bir katılımla gerçekleşince, birikmiş sorunlara karşı beklenen patlama gerçekleşti ve işgal kararları alındı. Aynı günlerde hazırlanan yasa tasarısının geri çekilmesini talep eden hocaların bu çağrılarına cevap alamamasından dolayı greve başlayacaklarını duyurmaları ve bu arada grevin sınavlar dönemine rastlaması, bir anda tüm atmosferi değiştirdi. Tüm okullarda arka arkaya yapılan öğrenci genel kurul toplantısı çağrıları genel çoğunluk kazandı ve işgal kararları alındı. Aynı toplantılarda, talepler tespit edilerek, koordinasyon komiteleri kuruldu ve okullarda, en üst organ kararı olarak uygulanmasına geçildi. İlahiyat fakülteleri dışında tüm okullarda başlayan işgallerle birlikte, okullar arası koordinasyon komitesi de kurularak, ilk açıklamalarını yaptı ve mücadele programını açıkladı.

Hareketin önemli bir diğer özelliği ise, hocaların gösterdiği duyarlı, devrimci, demokratik tutumdur. Öğrenciler, hocaların da grev yaparak katıldığı, son yılların en büyük gösterilerini örgütlediler. Öğrencilerin kararlı tutumu, hiç kuşkusuz, hocaların bir aylık grev boyunca ciddi bir sorun  yaşamadan greve devam etmelerini sağladı. Yani öğrenci-öğretmen işbirliği harekete her yönden güç kattı.

Hareketi üniversite sınırlarında çıkararak aynı zamanda tüm işçi emekçi ve halka mal etme bilinç ve kararlılığı sadece öğrencilerin ufkunu açma yönünde bir yarar sağlamakla kalmadı, yapılan geniş propaganda ve ajitasyon hareketin kendine güvenini de sağladı. Radyo istasyonu kurmak dahil yazılı, sözlü faaliyetler, karşı tutumları daha baştan geniş manevra yapamayacakları ölçüde sıkıştırdı. Koordinasyon komiteleriyle siyasi gençlik örgütlerinin dağıttığı bildiri ve afişler yüz binleri geçti. Bu faaliyetlerin sığ ve dar bir bakış açısıyla değil bütünüyle hareketin sorunları üzerinde yoğunlaşmış olarak yapılıyor olması ise, oluşturulan birliktelik ve kitleselliği güçlendirdi. Ana caddelerin kesiştiği noktalar, işçi ve emekçilerin toplandığı alanlar ve okul önleri propaganda merkezleri yapıldı. İçine bildiri atılmayan özel araba ve çıkılarak bildiri dağıtılmayan şehir içi taşıma aracı kalmadı demek bir abartı değildir.

Koordinasyon komiteleri daha başından işçi ve emekçi  sendikalarına yönelmeyi kararlaştırmış, sorunlar temelinde tutum almalarını ve taraf olmalarını sağlamıştır.

Haklı talepler uğruna direnişler örgütlenirken orta öğrenim gençliğini direnişlere katma ve desteğini kazanma doğrultusunda ciddi adımlar atılmış, orta okul ve liselere bağlı okul organlarıyla ilişkiler kurulmuştur. Geçmiş yıllardan kalan deney ve tecrübeler, orta öğrenime bağlı gençliğin beklenmeyen duyarlılıklar ve kitlesellikler sergilediğini ortaya koymaktadır. Sorunların önemli bir bölümü ortak ve hedefleri de aynıdır. Hatta geçmişte orta öğrenim okullarında 40 günü bulan işgal ve direnişler yapılmış ve geniş bir kitlesellik elde edilmiştir.

 

YUNANİSTAN’DAN TÜRKİYE’YE BAKILDIĞINDA

Hiç kuşku yok ki, bütün bu ayrıntılar üzerinden, Türkiye üniversiteleri açısından çıkarılması gereken önemli dersler ve tecrübeler bulunmaktadır.** Uzun yıllardan beri, artık kangrenleşmiş olan sorunlar karşısında, parasız, demokratik ve özerk üniversite talepleri, bazı cılız girişimler dışında, ciddi boyutlarda gençliğin gündemine oturamamış ve okullarda tüm öğrencileri kapsayacak platformlar oluşturulamamıştır. Biriken sorunlara, işçi ve emekçi kesimlerden gelen öğrencilerin ezici çoğunluğu oluşturmasına ve mücadele eğiliminin tüm öğrencilere mal edilebileceği şart ve olanaklar bulunmasına rağmen bu başarılamamıştır. Hatta hükümetler ve dünyadaki anti-demokratik uygulamalara açık bir örnek oluşturan YÖK, dönem dönem kendi gerici ve yıkıcı politikalarını gençliğin gündemi durumuna getirmeyi, ve suni gündemler etrafında olası hareketi daha başından bölmeyi başarabilmiştir. Tepeden tırnağa anti-demokratik olan ve bu yöndeki politikaları uygulama dışında bir görevi olmayan YÖK’ün, yıllardan beri, okullarda türban üzerinden gündem belirlemesi buna örnektir. Okulların kışlaya çevrilmesi, ülkenin pazarlanması ve birikerek bin başlı yumak durumuna gelmiş sorunların kaynağı olan hakim sınıflar, gençliğin duyarlılığını terör ve anarşi olarak gösterebilmiştir.

İleri gençlik kesimlerinin sorunlara yaklaşmadaki darlık ve sığlığı hakim sınıfların gençliği yedekleme taktikleri ve çabasıyla birleşince, atılan doğru adımlar da marjinal kalmıştır. Öğrencilerin ana gövdesini kendi sorunları etrafında toplayan ve bu kitleselliğe uygun bir öğrenci örgütlenmesine giden bir tutum yerine, kendini kitle yerine koyarak ve onların adına, dar, öğrencilerin temel taleplerinden uzak marjinal “komiteler”, “birimler” vb. kurulmuştur. Öğrenci kitlesini temsil etmeyen ve kitleden vekalet almamış olan bu tür yapılanmaların marjinal çıkışları, “mücadeleci örgüt” görüntüsü altında, ana kitleden kopukluğu tetiklemekten başka bir işe yaramamıştır.

Kumsalda çukur açarak su bulmaya çalışan ve hemen yanındaki koca denizi unutan  çocuk tutumuyla,  40-50 ya da 100 kişi adına organlar kurarak, binlerin, on binlerin adına hareket edenlerin tutumu arasında bir fark yoktur. Kaldı ki, öğrenci kitlesinin talepleri göz önünde bulundurularak gündeme getirilen örgütlenmeler olmadığından, bunlar, öğrenci kitlesinin ne ilgisini ne de dikkatini çekebilmişlerdir. Hatta “parti örgütlenmeleri” ve “parti çıkarları” göz önünde bulundurularak oluşturulmuş örgütlenmeler olarak, uzaktan seyredilmişlerdir. Çünkü bu yapılanmalar, bürolarda, dar öğrenci derneklerinde ya da genel öğrenci kitlesinin genişliği göz önünde bulundurulduğunda, marjinal toplantılarda kurulmuşlardır. Dolayısıyla öğrenciler, ne kuruluşunda ne de temsilcilerinin seçiminde yer almadıkları, iradelerini ortaya koymadıkları ve dışardan kendilerine dayatılan yapılanmaları “örgüt işi” saydıkları için, bu yapıları kendilerine yabancı görmektedirler. Mevcut sermaye partilerine duyulan antipati, güvensizlik ve diğer yandan bunların neden olduğu işçi emekçi ve halk karşıtı politikalara duyulan tepkilerle de birleşince, bu yabancılık, dolayısıyla da mesafe daha da büyümektedir.

Diğer yandan düzen partilerinden kopuşun kendiliğinden doğru bir yöne ya da düzenin çizdiği çerçevelerin dışında hareket eden yapılara kayacağı gibi bir anlayış ise, bütünüyle hayalcidir. Proletarya ve halk kitlelerinin bilinç ve örgütlenme düzeyi güçlü ve alternatif sağlama özelliği taşımadığı koşullarda, sistem kendine yedeklediği güçleri gene kendi politika ve örgütlenmeleri doğrultusunda eritir. Dolayısıyla sorunların katmerleşmiş olması tek başına hareketi ortaya çıkarmaya yetmemekte, buna uygun örgütlenmelere de ihtiyaç duymaktadır.

Hareketin ortaya çıkardığı organlar, mücadele organlarıdır. Hareketin politik organlarıdır. Dolayısıyla genel öğrenci kitlesinin önüne, hareketin doğurduğu değil, ama dışardan formüle edilmiş ve oluşturulmuş bir yapıyı dayatmak ve kabul ettirmeye çalışmak, daha başından harekete ve gelişmesine köstek olmak demektir. Hareketi kalıplara dökmek ya da “kavanoza koymak”, yani dışardan formüle edilmiş şekilleri almasında diretmek, politik uyanıklık değil, olsa olsa, körlüktür.

Emek Gençliği’nin bu gerçeklerden hareket ederek aldığı doğru tutumlar, bu körlüğün bir sonucu olarak eleştirilmiş, ekonomik mücadeleyle sınırlı tutumlar olduğu ileri sürülerek, doğru olan bu çizgi, saldırılarla ve hatta “reformizm” suçlamasıyla karalanmaya çalışılmıştır.

Bu körlük ve darlık, aynı zamanda, gençlik kitlelerinin talebi olarak işlenmesi gereken birçok sorunu, gerici, faşist yapı ve örgütlenmelerin istismar edip sömürdükleri sorunlar durumuna getirmiştir. İleri gençlik kesimleri, “politik mücadele” ya da “radikallik” adı altında, gençliği kucaklayıp sisteme muhalif bir hareket durumuna getirecek taleplere ya sırtlarını dönmüşler ya da hareketin içinde bulunduğu durumla örtüşmeyen sloganları ajitasyon ve propagandalarının merkezine koymuşlardır. Bağımsızlık, anti-emperyalizm, ülkenin yağmalanması, toplumsal adaletsizlik gibi gençliğin duyarlılık gösterdiği konu ve kavramlar gerici, şoven ve faşist demagojilerle karartılmış, içi boşaltılmıştır. Duyarlılık gösteren kesimler ise kolayca “aşırı uçlar” olarak tanıtılmış ve saldırıların hedefi yapılmışlardır.

 

YUNANİSTAN GERÇEĞİ

Fransa’daki hareket ve bu yazının konusu olan Yunanistan gençlik hareketi bu söylenenler ışığında değerlendirilecek olursa…

Her şeyden önce, işgal ve direnişler, bütünüyle geniş gençlik kesimlerinin taleplerini kendisine hareket noktası edinmiş, bu doğrultuda gelişme seyri izlemiştir. Okullarda seçimle işbaşına gelmiş olan organların çağrıları üzerine genel toplantılar yapılmış ve   kararlar yukardan indirilmemiş, bu toplantılarda alınmıştır. Öğrenci genel kurul toplantıları, ezici çoğunluğun iradesini yansıttığı için, en üst organ olarak kabul görmüş ve her aşamada genel kurulun aldığı kararlar uygulanmıştır. Genel kurulun kurduğu koordinasyon komitelerine katılım sınırlanmamış, bin kişinin katıldığı koordinasyon toplantıları bile yapılmıştır. Yani bin kişi koordinasyon komitesi olarak toplanmıştır. Her gün yapılan koordinasyon toplantıları, gene öğrencilerin doğrudan katılımı ve iradeleriyle, eylemin talepleri, sınırı, genişletilmesi, biçimleri vb. üzerine kararlar almıştır. Ayrıca, her öğrencinin, katıldığı sürece, koordinasyon komitelerinin doğal üyesi olduğunu belirtmek gerekiyor.

Dolayısıyla Yeni Sol Hareket’e ­(ΝΑR) bağlı gençlik örgütünün işgallere ilişkin yaptığı aşağıdaki değerlendirme birçok öğretici içeriğe sahiptir:

En geniş katılımla genel kurul toplantılarının yapılması hareket açısından önemliydi ve önemlidir. İşgaller ve diğer mücadele biçimleri süresince, kararlar tepeden anlaşmalı olarak alınmadı, koordinasyon komiteleri olarak alındı.

Hareketin dolaysız demokratik yöntemleri benimseyerek, bütün yetkileri hareketin içindeki öğrencilere vermesi ve marjinal tutumlara düşmemesi önemliydi ve önemlidir. Ayrıca öğrencileri ‘temsil’ ettiğini söyleyen güçler karşısında kararlılıkla durması, ve hareket olarak, kendi mücadele yöntemlerini geliştirmesi önemliydi ve önemlidir.

İşçi ve emekçilere yönelerek emek ve eğitim cephesini güçlendirmesi, eğitim alanındaki sorunları genel işçi-emekçi ve halkın sorunları ve dolayısıyla muhalefetiyle birleştirerek, hakim sınıfların azgın saldırılarının karşısına dikilmesi çok önemliydi ve önemlidir. Tam da bu nedenledir ki, hem öğrenciler, hem işçi ve emekçiler, ‘komünist örgütlerin işi’, ‘öğrencilerin her zaman yaptıkları’, ‘sorumsuz ve okumak istemeyen tembellerin kışkırtması’, ‘reformlara karşı çıkan muhalefet oyunu’ vb. karalama, yalan ve demagojilere kulaklarını kapattılar.

Öğrenci hareketi içinde sol, kapitalizm karşıtı güçlerin bulunması ve kıvılcım rolünü oynayarak, şartlar zor da olsa, kitlesel ve kapitalizme karşı mücadeleye duyulan ihtiyacı bir kez daha kanıtlamaları önemliydi ve önemlidir. Bu duyarlılıkla hareket eden sol, kapitalizm karşıtı güçler, yüksek öğrenim gençliğinin gazabını taşıyan nehirle birleşebildi ve bu büyük öğrenci hareketi doğdu.

NAR’ın gençlik örgütünün (ΕΑΑΚ) özellikle öğrenci gençlik içinde hatırı sayılır bir güç olduğunu, hareketin ortaya çıkmasında ve büyümesinde önemli roller üstlendiğini belirtmek gerekir.

Hiç kuşku yok ki, son günlerde patlayan öğrenci direnişlerinin en ayırt edici yanlarından biri, işçi ve emekçilerin desteğini kazanmak için ortaya konan ısrarlı tutumdur. Bunun sonucu olarak, kamu emekçileri sendikası bir günlük, Yunanistan işçi sendikaları ise 4 saatlik iş bırakma eylemi yapmış ve öğrencilerin haklı taleplerine sahip çıkma çağrıları çıkarmışlardır. Okullararası koordinasyon komitesi, tüm bildirilerinde, eğitim sorununun halkın sorunu olduğunu vurgulamış, bu temelde, işçi ve emekçilerle oluşturulacak ittifakın tayin edici olduğuna dikkat çekmiştir.

Bizim ülkemizle kıyaslandığında, dikkat çeken noktalardan biri de, Yunanistan’da, yüksek öğrenim gençliğinin sendikal bir örgütlenme geleneği oluşturmuş olmasıdır. Her öğrencinin doğal olarak üye sayıldığı bu örgütlenmenin her organı seçimlerle işbaşına gelmekte ve seçimler yılda bir tekrarlanmaktadır. Siyasi örgüt ve partiler de, bu sendikal örgütlenme içinde kendi gençlik örgütlerinin sendikal birimleri/fraksiyonlarıyla yer almaktadırlar.

Örneğin Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) gençlik örgütü Yunanistan Komünist Gençliği’dir (KNE). Üniversitelerdeki sendikal örgütlenme içinde ise, Tüm Öğrenciler İşbirliği Hareketi (PKS) adıyla yer almaktadırlar. Kuşkusuz bu örgütlenme biçimlerinin biri diğerine alternatif değildir. Her okulda siyasi gençlik örgütleri sendikal örgütlenme ve faaliyetler içinde sendikal birimler yada fraksiyonlar olarak yer alırken, bağımsız  örgütlenmelerine de devam etmektedir.

İşgaller sırasında, daha öncesinde de olduğu gibi, her siyasi gençlik örgütü, genel talepler için yapılan tüm etkinliklerde, koordinasyon komiteleri ve okul adları altında yürümüş ve bu doğrultuda genel etkinlikler içinde yer almışlardır. Genel kurul çağrıları ise, siyasi örgütlenmelerin okullardaki sendikal fraksiyonları adına yapılmıştır.

Yürüyüş, miting, kültürel vb. kitlesel faaliyetler, eğer özel bir kampanya kapsamında değil ve genel öğrenci kitlesine yönelikse, okul ya da fakülteler imzasıyla yapılmakta, bu pankartlar altında yürünmektedir. Yani hiçbir yürüyüş ya da mitingte parti ya da siyasal örgütlerin gençlik örgütlenmelerinin imzaları yoktur. Okulların ya da eğer koordinasyon komiteleri olarak örgütlenmemişse, okul örgütlenmelerinin imzası vardır.

Akla Yunanistan’da siyaset yapılmıyor mu, gençlik içinde, okullarda siyasal çalışma ve örgütlenme faaliyetleri yok mu sorusu gelebilir. Kuşkusuz var. Sendikal örgütlenmelere gelince, onlar, bu siyasal gençlik örgütlerinin, içinde fraksiyonlarıyla yer alarak, kitlesel faaliyetlerini yürüttükleri okullardaki dayanaklarıdır.

Tabii ki, sorun, sadece bir isimlendirme ve “imza” sorunu değil, ama mücadele ve örgütlenmenin, başlıca kitlesellik yönüyle içeriğine ilişkin yaklaşım sorunudur. Öğrenci gençlik kitleleri, acil talepleri etrafında ve genişliğiyle, mücadeleci her öğrenci genci içinde toplayabilecek sendika tür kitlesel örgütlerde mi örgütlenecektir, yoksa, üyelerinin, yalnızca gençliğin ileri unsurlarıyla sınırlanması kaçınılmaz olan dar siyasal örgütler ve onların siyasal faaliyetleriyle mi yetinilecektir? Bunların birbirinin alternatifi olmaması ayrı sorundur, ancak bu, geniş öğrenci kitlesine dar örgütler dayatmanın ayağı yerden kesikliğini ortadan kaldırmaz.

Türkiye’de öğrenci gençliğin sendikal örgütlenmelerinin örnekleri olarak, dünkü –hemen her üniversitede olan ve öğrencilerin doğal olarak üyesi oldukları– öğrenci birlikleri ve bugünkü Öğrenci Temsilcileri Konseyleri verilebilir. Bunlar kuşkusuz, gençliğin ileri unsurlarının siyasal içerikli örgütlenmelerinin alternatifleri olarak değil, ama, gençlik kitlelerinin örgüt ihtiyaçlarına yanıt olarak (ya da ÖTK’ların idarece gündeme getirilmesi örneğinde olduğu gibi, yine temelinde aynı ihtiyaç olmak üzere, ama bu kez –kuşkusuz gençliğin kendi temsilcilerini sahiplenerek tersine çevirebileceği– gençlik kitlelerini dayatılmış temsilcilerle denetim altına almak amacıyla) gündeme gelmiştir. İdarenin amaçlarının kırılması ve ÖTK’ların gençliğin gerçek kitlesel örgütlerine dönüşmeleri, yalnızca “iyiniyetli bir öngörü” değil, örnekleri az olmayan nesnel süreçlerdendir. 2000’lerin hemen başında İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere büyük kentlerdeki gençliğin formasyon hakkı talepli kitlesel eylemleri ile 2003 Irak işgaline karşı birçok üniversitedeki %80-90 katılımlı kitlesel boykotlar, ÖTK’lar tarafından örgütlenen eylemler olarak, onların öğrenci gençlik hareketinin kaldıraçları olarak oynadıkları/oynayabilecekleri rolün göstergeleri olmuşlardır. Hemen tüm dar siyasal gençlik örgütleri tarafından ÖTK’lara ilişkin yaklaşımı dolayısıyla “uzlaşmacılık” ve “roformculuk”la suçlanan Emek Gençliği, bu eylemlerde hem kendi üzerine düşeni gerçekleştirip hem de gençliğin bu kitlesel örgütlenmesiyle doğru bir ilişki kurup hareketlenmelerini sağlayarak ve içlerinde çalışarak, gençlik hareketinin önünü açan yaklaşım ve tutumun nasıl olması gerektiğinin örneğini vermiştir.

 

SONUÇ YERİNE

İşgaller, bakanın yaz aylarında kesin meclisten geçecek dediği yasa tasarısının şimdilik askıya alındığını söylemesinden dolayı bitirildi. Ancak koordinasyon komiteleri yeni öğretim yılını işgallerle açma kararı almış durumda. Sınav süreci olması ve öğrencilerin zor durumda kalmamaları düşüncesi de, bu kararın alınmasında etkili olmuşa benziyor.

Eylemlerin sonucuna ilişkin olarak ise, yaklaşık tüm kesimler şu noktalarda birleşmektedirler: Son beş yıldan bu yana bir durgunluk yaşayan hareket, bu eylemlerle yeniden toparlanmış ve öğrenci gençliğin sorunlarını, yeniden, hem de dinamik bir tarzda işçi ve emekçilerle tüm halkın gündemine taşıyabilmiştir. “Eğitimde reform” adı altında gündeme getirilen saldırılar, hükümeti zor durumda bırakan mücadelelerle şimdilik önlenmiştir. Gençlik muhalefeti, sokaklarda, sermayeye karşı verilen mücadelenin temel gücü olan işçi ve emekçi muhalefetiyle birleşmiş ve hareket, daha ileri bir noktadan mevzilenmenin olanaklarını yakalamıştır. Üniversitenin bir diğer bileşeni olan öğretim üyeleriyle yakalanan eylemli birlik, sürekli kılınması ve geliştirilmesi gereken önemli bir kazanım ve itici güçtür. Diğer bir önemli kazanım ise, geniş gençlik kitlesinin mücadele organları olan komitelerin yeniden ayakları üzerine dikilmiş olması ve on binlerce öğrencinin toplantılara katılarak, elini kaldırarak, önerilerde bulunarak, kısacası demokratik bir işleyişte aktif katılımcı olarak, hareket içinde yer almasıdır.

Yunanistan’daki son gençlik hareketi, sermayenin saldırıları ve eğitim sistemine ilişkin planlarının ertelenmesine neden olarak, en azından şimdilik püskürtmüş ve kolaylıkla gerçekleşebilir olmadığını göstermiştir.



 

* ’60’larda Türkiye’de de geçerli olan üniversitelerinin özerkliği, geçmiş demokrasi mücadelesinin kazanımlarındandır ve Yunanistan’la demokrasi olduğu ileri sürülen günümüz Türkiye’sinin bu yönüyle kıyaslanamaz durumunun göstergelerindendir. Mücadelenin düzeyiyle doğrudan ilişkili olarak, ’60’larda Türkiye’de de, polis, rektörün çağrısı olmadan üniversitenin bahçesine bile giremezdi, üniversiteler idari ve mali bakımdan özerkliklerine sahiplerdi ki, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle bu özerkliğe zorla son verilmiştir.

* Yazıda, Yunanistan öğrenci hareketinin geçmişten bu yana nesnel ve öznel tüm koşulları ve durumuna değil, ülkemiz bakımından önemi açısından, daha çok, güncel gençlik hareketinin örgütlenmesinin bazı özelliklerine değineceğiz.

** Diğerlerine geçmeden, bu derslerden önemli birisinin, Türkiyeli akademisyen ve aydınların, Yunanistanlı öğretim üyelerinin taleplerini sahiplenmeye yönelen öğrencilerle birleşen kitlesel grevlerinden öğrenmek üzere çıkarmaları gereken ders olduğu söylenmelidir.

 

Yunanistan Seçimlerine İlişkin Bazı Ayrıntılar

Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da yapılan erken seçimler hükümet partisi Yeni Demokrasi’nin yeni hükümeti kıl payıyla kurmasına olanak tanımış olsa da, Meclis’te dengelerin önemli ölçüde değişmesine neden oldu. Yeni Demokrasi ve ana muhalefet partisi PASOK önemli oranda oy kaybederlerken, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve Radikal Sol Koalisyon (Sinaspismos) güçlerini ikiye katladılar.

Yunanistan’ın yakın tarihinde sahip oldukları güçten dolayı iki partili sistem görünümü yaratacak kadar etkili olan iki partinin son seçimlerde oylarını kaybetmesi ve karşılığında solun güçlenmesi, bu seçimlere damgasını vuran ayrıntı olarak algılanmalıdır. Çünkü, uluslararası hareketin nesnel durumu ve sermayenin cepheden başlattığı her alandaki saldırılar karşısında aynı oranda bir tepkinin doğamamış olmasından kaynaklanan sorunlar nedeniyle, bu iki parti, birbirlerine alternatif olarak tanıtılmakta ve her defasında yeni vaat ve demagojilerle kitleleri arkalarından sürüklemekteydiler. Bugün hâlâ bu olanağa önemli ölçüde sahip olsalar da, seçim sonuçları, sol güçlerin, pusulanın ibresini yeni bir yöne doğru çevirme olanaklarını geliştirdiklerini ya da bunu başarma yolunda önemli bir adım attıklarını göstermektedir.

Sonuçlar, sermaye hükümetinin izlediği politikalara karşı halkın  huzursuzluk ve tepkilerinin boyutlarını ortaya koyarken, bir yandan da, işçi ve emekçilerin günlük talepleri ve kazanımları ileri sürülerek, ancak bunun etrafında maddi bir güç oluşturulabileceğini ortaya koymaktadır.

Kuşkusuz, proletarya ve halk kitlelerinin bilinç ve örgütlenme düzeyi hareketi ileri noktalara taşıyacak dinamiklere sahipse, objektif şartların uygunluğu bir anlam ifade etmektedir. Tersi durum, ucu açık bir süreçtir ve sermayenin her yönden müdahalesine her tür olanağı sağlamaktadır. Dolayısıyla, objektif şartların uygunluğunun kitleleri ille de doğru tercihlere yönelteceği ya da sistemden kopma eğilimlerinin mutlaka doğru ve gerekli olan devrimci hedeflere yönelmesine neden olacağı beklentisi bir yanılgıdır.

Her şeyden önce, bunun bilincinde bir seçim faaliyetinin başlatıldığını ve izlenen seçim politikalarının genel tepkiyi nasıl maddi bir güce dönüştürebileceği göz önünde bulundurularak, somut sloganların tespit edildiğini vurgulamak lazım. Yeni Demokrasi ve PASOK’un birbirinden farksız olduğu, sonuçta kendi yararına bir şeylerin değişmediği, oysa yaratılan beklenti ve umutlar dolayısıyla bu iki partiye oy verdiğini söyleyen halka, işçi ve emekçilere “PASOK ve Yeni Demokrasi değişmeyecek, sen değiş” sloganıyla gidilmiştir. Seçim sürecinin başından sonuna kadar, özellikle eğitim, sağlık, işsizlik, çevre sorunları ve özelleştirmeler üzerinde durularak, alternatif politikalar anlatılmış ve halka, işçi ve emekçilere, köylüye ve gençlere “kendi gücünüze güvenin” temel mesajı verilerek, alternatif bir gücün örgütlenmesi çağrısı yapılmıştır.

Özelleştirme ve taşeronlaştırmadan, sosyal güvenlik sisteminin değiştirilmesine, üniversiteleri tekellerin yan kuruluşları durumuna getiren politikalara ve yakın tarihlerde ormanlarla birlikte buralarda yaşayan yüz binlerce köylünün yaşamını bir anda cehenneme çeviren yangınlara kadar, her şeyin sorumlusu olan sermaye ve onun temsilcisi hükümetin, halkın, işçi ve emekçilerin çıkarlarını gözetmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla da, yeni hükümetin de halkın hükümeti olmayacağını vurgulayan KKE, halka açık ve net çağrılarda bulunmuştur:

“Yeni kurulacak hükümet ne kadar güçsüz ve istikrarsız olursa o kadar halkın yararınadır” diyerek radikal bir tutum alan ve bunu seçim çalışmalarının her aşamasında dile getiren KKE, karşı cephenin sözcüsü olduğunu kanıtlamıştır. Hükümetin ve ana muhalefetin sözünü ettiği “reformlar”ın veya “reformlara devam”ın önüne geçebilmenin, istikrarsız bir hükümetin olması durumunda daha da    kolaylaşacağı halka anlatılmış, böylelikle, sermayenin istikrar anlayışıyla halkın çıkarları kaygısını güden istikrar kavramının arasına kalın ve net bir sınır çekilmiştir.                                     Sermaye basını tarafından, KKE’nin hükümet krizi anlamına gelen “zayıf bir hükümet” politikasının doğru olmadığı ve ülke çıkarlarını gözetmediği yönünde    demagojilere ağırlık verilmişse de, beklenen sonuç alınamamıştır. PASOK’un hükümet kurmasına daha sıcak bakan belli sermaye kesimlerinin PASOK–SİNASPİSMOS koalisyonunu önermesi KKE tarafından eleştirilerek, halkın çıkarlarına ters politikalara dolgu malzemesi olunmaması vurgulanmış ve bu noktada da, istikrarı sağlayamayacak zayıf bir hükümet kurulmasının önemine dikkat çekmiştir.

Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da şudur: Yerel seçimlerde olduğu gibi, milletvekili seçimlerinde de “kuşatılmış kitle” olarak adlandırılan Yeni Demokrasi ve PASOK’un etkisi altındaki kesimlere yönelik propaganda ve ajitasyona özel bir önem verilmiş ve KKE’nin ideolojik birlik oluşturma çabası içinde olmadığı söylenmiş, işçi ve emekçilerin, ekonomik ve demokratik hakları için KKE’ye oy vermelerinin sermayeye karşı halkın muhalefetine destek anlamına geldiği belirtilmiştir.

Seçim çalışmaları ve propagandasını, günde 7 haftada 35 saat çalışma süresi, özelleştirmelerin durdurulması, parasız sağlık ve eğitim, işsizliğin ortadan kaldırılması, işsizlik parasının yükseltilmesi, emeklilik yaşının kadınlarda 50 erkeklerde 55 olması, emeklilik aylıklarının yükseltilmesi, zaruri tüketim mallarının fiyatının düşürülmesi, aylıkların modern bir işçi ailesinin giderleri göz önüne alınarak yükseltilmesi vb. üzerinden yürüten KKE; bu hakların ancak mücadele ederek ve güçlü bir halk muhalefeti yaratarak elde edileceğini belirtmiş, gündem oluşturmayan konulara ilişkin soyut sloganlardan uzak kalmasını bilmiştir.

Yunanistan’da, özellikle son yıllarda, başta kazanılmış olan birçok hak ya gaspedilmiş ya da gasp edilmeleri hükümetlerin programına girmiştir. AB-hükümet merkezli politikalar, tekelci sermayenin çıkar ve kaygıları göz önünde bulundurularak değiştirilmiş, dolayısıyla izlenen bu işçi emekçi karşıtı politikalar, halkın, geçmiş yıllarla kıyaslandığında, önemli boyutlarda yoksullaşmasına, işsizliğin artmasına, iş güvencesinin yok edilmesine, küçük üreticilerin dağılma noktasına gelmesine, köylülerin borç batağına sürüklenerek üretim yapamaz olmalarına, sağlık ve eğitim alanında yapılan değişiklik nedeniyle emekçi ailelerinde ciddi sorunların yaşanmasına vb. neden olmuştur. Gelinen bu noktadan Yeni Demokrasi ve PASOK’u sorumlu tutan işçi ve emekçiler, dönem dönem grev, genel grev ve değişik biçimlerle karşı tutumunu ortaya koymuş, hatta hükümeti tehdit eden boyutlara varan grev ve direnişler yaşanmıştır. Liman işçilerinin grevini kırmak için olağanüstü hal ilan edilmiş, eğitim emekçilerinin grevi mahkeme salonlarına taşınmış, karalama ve terör politikaları devreye sokulmuştur. Öğrencilerin geçen öğretim yılı başlarında üniversite ve liselerde başlattıkları boykot ve işgaller karşısında, bir ayda geçirileceği söylenen yasa aylar sonra geçirilebilmiş, ancak uygulama olanağı bulamamıştır. Çok güçlü olarak ortaya çıkmasa da, köylü hareketi dönem dönem kabarma eğilimleri içine girmiş, her defasında, hükümet, bakanlarla köylere çıkarma yaparak, bin bir vaatle hareketin önüne geçmeye çalışmıştır.

Bütün bunlar, kuşkusuz, güçlü iki düzen partisine duyulan öfkenin artmasına yol açmıştır. Ancak görünen o ki, bu seçimlerde, yüz binlerce kişi bu partilerden yollarını ayırarak, ya küçük partilere yönelmiş ya da %20’leri bulan oranda geçersiz oy kullanmış ya da hiç sandıklara gitmemiştir.

Yaşanan bu süreçten dolayı, burjuva basını ve sermaye sözcüleri, SİNASPİSMOS ve KKE’ye giden oyları, “küskünler” ya da “protesto” oyları olarak ele almakta ve bu doğrultuda değerlendirmelerde bulunmaktadır. Ancak bu iddia gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü, bu partilerin aldıkları oyları, sadece seçim sürecinde kazanılmış oylar olarak değerlendirmek mümkün değil. Emekçilerin iki düzen partisinden uzaklaşmaya yönelmesinin, uzun süreden beridir yapılan çalışmaların ve verilen mücadelenin bir ürünü olduğunu söylemek, gerçeği dile getirmek olacaktır. Durum iddia edildiği gibi olsa ve sadece seçim kampanyası sürecinin “küskünler”i ve oylarını etkilediği varsayılsa, tam tersine, bu partilerin güç kaybetmesi gerekirdi. Çünkü, seçim dönemi SİNASPİSMOS ve özellikle KKE’ye yoğun saldırıların yapıldığı bir dönem olarak yaşandı. Öğrenci eylemlerini “terör”, destek verenleri ise “terörü destekleyenler” olarak değerlendiren şer politikaları hâlâ gündemden düşmüş değildi ve bu eylemleri destekleyen iki parti saldırı altındaydı. Seçim süreci boyunca, Yeni Demokrasi ve PASOK eğitim alanında yapılacak “reformlar”dan; KKE ve Sinaspismos ise, hareketin arkasında duracaklarından bahsettiler. Aynı şey, işçilerin grev ve direnişleri için de geçerli. Üstelik, PASOK, özellikle KKE’ye verilecek oyların Yeni Demokrasi’ye verilmiş olacağı propagandasını ağırlıkla işledi. Dolayısıyla, yalnızca seçim kampanyası dönemi dikkate alınacak ve yalnızca “küskünler”le sınırlı bir değerlendirme yapılacak olsa, KKE’nin oylarını artırmış olması gerçeği açıklanamaz olarak kalır. Tersine, KKE’nin oylarını artırmış olması, uzun süreli bir çalışmanın ve özellikle öğrenci ve işçi eylemleri karşısındaki doğru tutum ve politikalarının bir ürünü olarak görülmelidir.*

Bunların yanında, KKE, daha erken seçim tarihi belirlenmeden önce, hükümetin kitleler nezdinde devamlı güç kaybettiğini ve daha fazla yıpranmamak için erken seçimi kurtuluş çaresi olarak gördüğünü belirtmiş ve tüm gücüyle seçim sürecini başlatmıştır. Hükümet erken seçim ilan ettiğinde, KKE adaylarını belirlemiş, tabanda toplantılarını gerçekleştirmiş, içe dönük genelgelerle seçim süreci ve politikası hakkında örgütlerini hazırlamıştı. Günlük yayın organı da bu doğrultuda yayın yapmaktaydı. Hatta daha seçim tarihi ortada yokken, KKE’nin gençlik örgütünün on yıllardan beridir yaptığı ve büyük bir organizasyon ve çalışma gerektiren geleneksel gençlik festivali, seçim çalışmalarını aksatacağı gerekçesiyle iptal edilmişti.

KKE’nin oylarının tamamı, büyük şehirlerde ve işçi ve emekçilerin yoğun oldukları yerlerde artmıştır. Fabrikalar, işkolları, atölyeler temelinde çalışmalar esas alınmış, Atina’nın güney kesimlerinde ve Pire liman kentinde %20’lerin üzerinde bir artış sağlanmıştır. Bu bölgelerde, yıllardan beridir işçi emekçi hareketi içinde yer alan sendikacıların aday gösterilmesi, işçilerin güvenini kazanmış ve günlük mücadelenin içinde olan ve ön plana çıkan dört sendikacı milletvekili seçilmiştir.

Seçim sürecinin başlamasıyla birlikte kurulan seçim komitelerinin önüne somut görevler konmuş, mümkün olduğunca geniş katılımlı komiteler olmalarına dikkat edilmiş ve seçim süreciyle beraber, giderleri karşılamak için yardım kampanyası örgütlenmiş; seçim faaliyeti yürüten her partili ve sempatizan, aynı zamanda, yardım kampanyasının başarısı için aktif olarak çalışmıştır.

Seçim çalışmaları boyunca, akademisyenlerin, aydınların ve sanatçıların içinde yer aldığı faaliyetlere önem verilerek, bu kesim aracılığıyla da halka çağrılar yapılması ihmal edilmemiştir. Aday gösterilen akademisyen ve sanatçılardan üçü, milletvekili olarak seçilmiştir.

Yeni Demokrasi’nin kurduğu hükümet, bir öncekiyle kıyaslanamayacak kadar kırılgan ve güçsüz durumda. Ana muhalefet partisi PASOK da, alternatif olma yolunda güçlü adımlar atacak izlenimi vermiyor. Sol için ise, güçleri örgütleyip sermaye karşısına geniş bir cephe olarak çıkmanın olanakları gelişmektedir. İşçi emekçi hareketi açısından önemli bir sürece girilebilir. Daha şimdiden, AB’nin direttiği birçok değişikliğin nasıl yapılacağı, ayağa kalkacak kitleyi hangi gücün durduracağı üzerine tartışmalar yapılmaya başlandı bile. Hareketin daha ileri noktalara taşınmasının olanakları bugün daha da olgunlaşmış durumda.



* Burada, 22 Temmuz’da yapılan Türkiye seçimleriyle bir karşılaştırma yararlı olacak: Bir işçi, öğrenci vb. eylemleri, direniş ve grevleri sürecinden.geçerek seçim dönemine girmemiş Türkiye’de, seçim döneminde oluşan dalgalanmalarla oluşan “küskünler” ya da “protesto oyları”, “bölücülük” ve “terörizm destekçiliği” vb. milliyetçi, ırkçı şoven faşist baskı altına alınan ve bir dizi emekçi sınıf ve tabakanın mücadelesiyle gelişen bir halk muhalefeti içinde kendisini ve politikalarını ikna edici biçimde anlatamamış olan devrimci ve sosyalistlere değil, ama AKP’ye yöneldi. Öncesindeki politik mücadelelerden beslenmiyorsa, yalnızca seçim kampanyaları, özellikle devrimci ve sosyalist partilerin oylarını artırmalarının etkeni olmaz. Tayin edici olan, kendi başına, başarılı ya da başarısız seçim kampanyaları değil, ama, hiç değilse belirli bir dönemi kapsayan politik mücadelenin kendisidir.

Kapitalist Kriz, Yunanistan ve İşçi Hareketi

Kapitalizmin dünya genelinde içinde bulunduğu kriz nedeniyle değişik kesimlerde çok boyutlu tartışmalar sürerken, dikkatler Yunanistan’ın içinde bulunduğu krize çevrildi. AB, Dolar-Avro, AB ve Amerikan mihrakları, IMF ve AB merkez bankası, tekelci sermayenin dayattığı paketler ve hak gaspları, ulusal bağımsızlık vb. birçok konu bir kez daha güncel sorunlar olarak gündeme geldi.

Uluslararası  medya ve özellikle AB ülkeleri medyası kapitalizmin krizini esas temellerinden soyutlayarak, neden ve sonuçlarını hasıraltı ederek, yol açtığı ve açabileceği yıkımları şu veya bu ülkenin kötü yönetimlerine bağlayarak ve kapitalizmi aklayıp krizden onları sorumlu tutarak, Yunanistan sorununu tartışmaya açtı.

İflasın kaçınılmaz olduğu, ortak para birimi anlaşması gereğince %3ü aşmaması gereken bütçe açıklarının %12’nin üzerine çıktığı, kamu borçlarının GSMH’nin %130’larına vardığı, Yunanistan İstatistik Kurumu’nun AB’ye yanlış bilgiler verdiği vb. uzun uzun yazılıp çizildi ve demeçlere konu oldu.

Alman ve Yunan basınında çıkan hakaret dolu yayınlarla da milliyetçilik ve düşmanlıklar körüklendi. Bazı Alman milletvekilleri, Yunanistan’a, krizden çıkış yolu olarak adaları satlığa çıkarmasını önerirken, Yunan Hükümeti’nin Başbakan Yardımcısı’ndan, burjuva aydın ve medyasına kadar, Almanya’dan savaş tazminatı istenmesinin* en uygun anının yakalandığı ve bu fırsatın kaçırılmaması gerektiği sesleri yükseldi. Hatta kaç milyar istenmesi gerektiği bile hesaplandı. (DİPNOT: *İkinci Dünya Savaşı sırasında NAZİ Almanya’sı tarafından işgal edilen Yunannistan’da 150.000 kişi Nazilerce katledilmiş, ülke ekonomisi dağıtılarak, yağmalanmış ve bu ülkeye ait tüm altınlar Almanya’ya götürülmüştü.)

Tabii bütün bu toz duman içinde, AB’nin en güçlü ve esas ekseni olan Alman–Fransız ittifakının başını çektiği güçler, Yunan Hükümeti’nin önüne “krizden çıkma reçetelerini” koydu ve Yunan ekonomisine el koydu. AB Ekonomi Komisyonu, uzun yıllar boyunca Yunan ekonomisinin denetim altına alınacağını açıklarken, ortak para birimi anlaşmasının şartlarına uyum gösteremeyen Yunanistan’ın dışlanmasını, hatta AB’den atılmasını bile savunanlar oldu.

Uluslararası  finans kuruluşları Yunanistan’ın puanlarını düşürdü, AB ekonomik destek sunulamayacağını açıkladı ve Yunan devlet tahvilleri alıcı bulamadı.Yunan Hükümeti, uluslararası sermaye kuruluşlarını spekülatif girişimlerde bulunmakla suçladı ve Yunanistan’a verilecek krediler için yüksek faiz dayattıklarını açıklayarak, Almanya ve Fransa’dan yardım talebinde bulundu.

ABD başkanı  Obama, AB ülkeleri içinde Yunanistan’a ilişkin tartışmaların yaşandığı günlerde, Yunanistan başbakanını Waşhington’a davet etti.

Bütün bu gelişmelerin yaşandığı süreç boyunca, Yunan hükümeti, Yunanlı işçi ve emekçiler karşısında; özellikle son günlerde uluslararası diplomasi tarafından sıkıştırılmış, Pazar ekonomisinin spekülatif politikalarına kurban olmuş, ancak ulusal çıkarlarını savunmaya ve halkını korumaya kararlı masum bir hükümet görüntüsü çizmeye çalıştı. Diğer yandan, karda kışta yiyecek bulmak için kapıları çalan ağustos böceği görünümü içinde, sermaye kuruluşlarının kapısını çaldıkça, dayatılan istikrar paketlerinin içerdiği maddeler daha da ağırlaştırıldı ve “1. istikrar dalgası”, “2. istikrar dalgası” adı verilen işçi ve emekçi karşıtı saldırıların startı verilmiş oldu.

HÜKÜMETLER SERMAYENİN YANINDA EMEKÇİLERİN KARŞISINDA  BİR POLİTİKA İZLEDİLER

Yunan hükümetlerinin AB onayıyla, uzun yıllardan beridir izledikleri tüm politikaların merkezinde işçi ve emekçi karşıtı sermaye politikaları yer almıştır. Emekçilerin hiçbir sorumluluğunun olmadığı bu krizin ve yolaçtığı sonuçların sahibi ve nedeni kapitalizmdir.

Kuşkusuz dünya geneli gözönünde bulundurulduğunda, bu krizden tüm ülkeler aynı oranda ve biçimlerde etkilenmeyecektir. Çünkü ekonomik yapılar ve ekonomilerinin özgünlüğü bir değildir. Ama nedeni aynıdır, kapitalist sistemdir. Toplumsal çıkarlar ve adil bölüşüm değil, kâr üzerine kurulmuş bir sömürü toplumu olarak kapitalizmin krizsiz bir ekonomi yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla kapitalizm var oldukça krizler kaçınılmazdır.

Dünyada etkili olan son ekonomik kriz, ekonomisi bağımlı, iç dinamiklerden yoksun, zayıf ve daha çok küçük üreticiler ülkesi olarak değerlendirilebilecek Yunanistan ve benzeri ülkelerde daha etkili ve yıkıcı oldu. Ancak gelinen noktayı sadece krizle açıklamak, şimdiye dek hakim sınıfların bu ülkelerde izlediği emekçi karşıtı politikaları aklamak olacaktır. Sermaye temsilcisi hükümetlerin izlediği politikaların krizle birleşmesiyle sürecin hızlandığını vurgulamak daha doğru olacaktır.

Her şeyden önce uluslararası tekeller ve finans kuruluşları yıllardan beridir AB politikalarını uygulayan Yunanistan’a krediler vererek ve sermaye ihracını artırarak, silahtan, otomotiv sanayisine kadar, her alan ve sektörde hiç de küçümsenmeyecek kârlı bir pazar yarattılar.

1990’lı yılların başından geldiğimiz sürece kadar iç ve dış borçlar sürekli bir artış gösterdi. 2000’li yıllarda büyüme oranı %4.5, bütçe açığı ise %3.7 dolaylarında bulunuyordu. Bütçe açığı, 2010 yılında %12.5e ulaştı. Olimpiyat oyunlarının yapıldığı 2004 yılında turizm alanına yapılan yatırımların ekonomiyi canlandıracağı iddia edildi (olimpiyat oyunlarına ne kadar para harcandığı bugün bile bilinmiyor) ve 2005 yılı için %6 oranında bir büyüme hedeflendiği açıklandı. Oysa 2005, 1990’lı yıllardan sonra en düşük büyümenin olduğu bir yıl oldu ve %2’lik oranda kalındı. İç ve dış borçlanmanın yükselişe geçtiği sonraki süreçte, ekonomik baskı paketleri gündeme getirildi, özelleştirmeler hız kazandı. Kamu yatırımları durma noktasına geldi ve yoksulluk sınırında yaşayanlar %20’ye çıktı. 2008 yılında bütçe açığı %7.7ye ulaşırken, büyüme %2’lerin de gerisine düşmeye başladı.

2009 da ise, emperyalist ülkelere ve finans kuruluşlarına olan borçların yarattığı sorunlar, krizle birlikte iyice artan sorunlarla birleşince, bu borçlar ödenemez duruma geldi. Kısacası, kriz, süreci hızlandırdı ve yıkıcı etkileri ortaya çıktıkça, 300 milyar Avro’yu aşan borcun ödenemez duruma gelmesi, kaçınılmaz olarak bu ülkeye karşı operasyon düğmesine basılmasına neden oldu. Emperyalist ülkeler ve finans kuruluşları çıkar ve alacaklarını güvence altına alacakları reçeteleri Yunanistan Hükümeti’nin önüne sürerek, ülke ekonomisini ipotek altına aldılar.

Bu noktaya gelinceye kadarki süreçte, Yunanistan’la ilgili gelişmeleri irdeleyecek olursak…

Yunanistan’da, rekabetçi ekonomiyi geliştirme ve Pazar ekonomisi kurma adı altında özelleştirme ve taşeronlaştırma sistemleştirildi, kamu kuruluşları hibe denecek tarzda peşkeş çekildi, bankaların fahiş kârlar elde etmesini sağlayan rantçı politikaları güvence altına alındı, tarım ve sanayide elle tutulur bir gelişme yaşanmazken, spekülatif – şişirilmiş ekonomi büyüme olarak ilan edildi; işçinin, emekçinin emeğiyle kurulan emekli sandıklarındaki birikmiş kaynaklar borsanın ibrelerini yüksek göstermek için borsaya yatırıldı, sağlık ve eğitim alanında yapılan değişiklikler bu alanda büyük burjuvazinin büyük vurgunlar yapmasına yol açtı, hırsızlık ve rüşvet gelişti vb.

AB, uzun yıllar boyunca, Yunanistan’ı daha çok turizm sektörünü geliştirmeye yönlendirdi ve bu yönde planlamalar ve ekonomik politikalar dayattı. Hizmet sektöründe belli ilerlemeler gözlenirken, örneğin kâr etmediği ve ülke ekonomisine katkıda bulunmadığı gerekçesiyle tersaneler satıldı. Satılan tersaneler, sonraki süreçte, bazı küçük üniteler dışında bütünüyle kapatıldı. Böylece tersanecilik yavaş yavaş bitti. Yunan ekonomisinin ciddi kollarından biri olan limanlar ise, başta Çin olmak üzere, diğer ülkelere, 50 yıllığına düşük ücretlerle kiraya verildi. Yunanistan deniz taşımacılığında dünyada ciddi bir pay oranına ve dev filolara sahip bir ülke iken, bugün bu alanda ciddi bir varlık gösterememektedir. Bugün varlığını sürdüren Yunan ve Yunan şirketi olmasına rağmen başka ülkelerin bayraklarını kullanan uluslararası deniz taşımacılığı şirketleri ise, deniz ticareti yasasının 2687/1953 maddesine göre her türlü vergiden muaf tutulmaktadır.

Diğer yandan, 2009 yılında, deniz ticaretinde %29, ihracatta %17.5, inşaat sektöründe ise %26 gerileme yaşanmıştır. Ekonominin diğer sektörlerinde yaşanan durum da bundan farklı değil.

Yunanistan Hükümet yetkililerinin birkaç milyar avro bulmak için Avrupa kapılarını tek tek dövdükleri bir dönemde, Yunanlı bankalara 25 milyar Avronun aktarıldığı bilinmektedir. Son yıllarda bankaların kâr oranı görülmemiş bir yükseliş göstermiştir. Bankaların toplam sermayesi, Yunan ekonomisinin krizden çıkmak için ihtiyaç duyduğu paranın 120 katıdır ve bu gerçek Yunan Meclis’inde bile dile getirilmiştir. Kriziyle “varlık içinde yokluk” anlamına gelen kapitalizm için oldukça çarpıcı bir gerçek de, Yunanlı sanayici ve büyük sermayedarlarının yıllık raporlarında vurgulanan son yıllara ait çok yüksek kâr oranlarıdır. Durum böyle olmasına rağmen, kriz gerekçesiyle halka milyarlarca Avroluk fatura çıkaran Papandreu Hükümeti’nin Ekonomi, Enerji ve Çalışma Bakanları, yaptıkları açıklamalarla, 2010 yılı içinde, yeni iş alanları açma programı gereğince “işadamlarına sübvansiyon sağlanacağını” açıklamışlardır. Söz konusu sübvansiyonların bütçeye getireceği yük ise, 2.5 milyar dolardır.

Ülke ekonomisine ciddi katkıları olan birçok fabrika (tütün, gübre, çimento, kimya vb. sektörlerindeki fabrikaların yanı sıra Balkan ülkelerine bile yayılmış olan devlet ortaklı 25 tekstil fabrikası iki yıl önce kapatıldı) kapatılırken, silahlanmaya ciddi bütçeler ayrıldı. Yunanistan’ın AB ülkeleri içinde silahlanmaya en çok bütçe harcayan ülkelerin başında geldiği ve milyar dolarları bulan anlaşmaların imzalanmış olduğu bilinmektedir. Şu anda alımı durdurulmayan siparişlerin toplamı 10 milyar Avro dolayındadır. (Yunanistan ekonomisinin batmakta olduğunu söyleyen ülkelerin bu ülkeyle 10 milyar Avroluk silah ticareti anlaşması yapması ise bir başka gerçektir.)

Bundan 15-20 yıl  öncesine kadar genel nüfusun % 15-16’sını oluşturan köylü nüfusunun bugün %11’lere indiği ve AB ortak tarım politikalarının bu oranı %7,5’lere çekmeyi hedeflediği AB raporlarında açıkça dile getirilmiştir. 1975 yıllarında tarım ekonomisi Yunanistan GSMH’sının %30’u üstünde bir orana denk düşerken, bugün bu oran, %5’in biraz üstündedir. Bu, sanayinin gelişmesinden kaynaklanan bir olgu değil, ortak tarım politikaları nedeniyle tarım ekonomisinin bitirilme noktasına getirildiği gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

80’li yılların sonuyla 90’lı yılların başında 90 dönüm tahıl eken bir çiftçi ailesinin geliri, yaklaşık olarak ihtiyaçlarını karşılayacak ve nisbeten rahat bir yaşam sürdürmesine olanak sağlayacak bir düzeydeydi. Bugün ise, aynı geliri elde etmek için, 1000 dönüm arazinin ekilmesi gerekmektedir. 1981 – 2006 yılları arasında, ekilebilir alanlarda 2.656.000 dönüm azalma oldu. Aynı süreçte, tahıl üretimindeki düşüş ise, 1.153.000 tondur. Benzeri durum, zeytin, pamuk, meyve, tütün vb. üretiminde ve hayvan besiciliğinde de yaşandı. Bu örnekler bile, kendi başına AB ortak tarım politikalarının gerçekte tarım ekonomisini hangi noktalara sürüklediğini göstermektedir. AB istatistik ofisi EVROSTAT’ın verilerine göre, birliğin 27 ülkesinden 22’sinde tarım gelirlerinde ciddi düşmeler yaşandı. (Örneğin Macaristan’da %35.6, İtalya’da %25.3, İrlanda’da %22.3) Büyük düşüşlerin yaşandığı ülkelerden biri de Yunanistan’dır. Modern tarımın yoğun olduğu Yunanistan, tarım ürünleri ithal eder duruma gelmiştir. Tarım alanında uluslararası tekellerin egemenliği güçlendikçe, bağımlılık artmış, kotalar konarak üretim sınırlandırılmış, üretim alınan kredileri karşılayamaz olmuş ve bütün bu etkenlerin bir sonucu olarak tarım ekonomisinde ciddi bir düşüş ortaya çıkmıştır. Son yıllarda üretim miktarı konan kotaları aştığı gerekçesiyle fiatı düşürülen ürünlerden dolayı meydana gelen zarar, on milyarlarla ifade edilmektedir. Kısacası, AB ortak tarım politikaları, köylüleri üretemez duruma getirmiş, tarım ekonomisini yıkıma uğratmıştır.

Yıllardan beridir izlenen politikaların bir sonucu olarak, bütçe açığı %12.5lere tırmanmış, kamu borçları ise, GSMH’nin %130’una denk düşecek oranlara varmıştır. Ekonomi kaynakları ve verileri, bu oranın önümüzdeki yılda %135’e ulaşacağını işaret etmektedir.

Yunanistan Hükümeti, halktan, işçilerden ve emekçilerden vergi yoluyla para toplamayı, ücretleri dondurmayı veya düşürmeyi, primleri gaspetmeyi, eğitim ve sağlık hizmetlerine yönelik sübvansiyonları ortadan kaldırmayı krizle mücadele planı olarak dayatmaktadır. Az da olsa ekonomi bilgisi olan bir kimse, bu tür önlemlerin krizden çıkışı sağlayamayacağını bilir. Kamu borçları ve bütçe açığı tam bir kara delik durumundadır.

AB VE YUNANİSTAN

Yaklaşık 7 ay önce iktidara gelen PASOK Hükümeti, önce ekonominin gidişatının güven verici olduğunu açıkladı ve hemen arkasından da uluslararası sermaye kuruluşlarının kapısını çaldı. AB Ekonomi Komisyonu ile yapılan görüşmeler ve komisyon yetkililerinin basına yaptıkları açıklamalar doğrultusunda, uluslararası basında, Yunan ekonomisinin batmak üzere olduğu dile getirildi. Yunan Hükümeti ekonominin uçurumun kenarında bulunduğunu açıklarken, Başbakan Yorgos Papandreu  “ekonomik gidişat ulusal bağımsızlığımızı tehlikeye düşürecek boyutlara varmıştır” diyerek, izlenecek ağır ekonomik baskı politikaları için Yunan halkından fedakarlık istedi.

Bu noktadan sonra gündeme gelen tartışma ve gelişmeler, AB’nin kimlerin kuruluşu olduğunu, kuruluş amacının ne olduğunu ve uluslararası tekelci sermayenin çıkarlarının bir kuruluşu olarak nasıl işlediğini ortaya koymaktadır. Yunanistan örneği, bir kez daha, AB’nin, uluslararası karşılıklı çıkarlar temelinde kurulduğu, ekonomik büyümenin AB’siz olamayacağı, ekonomik çıkarların yanında yüz sürülmesi gereken demokrasi tekkesi olduğu yalan ve iddialarını çürütmekte, tekellerin kâr ve sömürüsünün aracı ve organı olduğunu ortaya koymaktadır. Kopenhag Kriterleri, Maastrich Kriterleri, Lizbon Anlaşması, Avro kuşağı anlaşması, uyum yasaları, ortak tarım politikaları, Avrupa merkez bankasının kuruluşu ve oynadığı rol vb., halklara dayatılan ve halkların modern köleliğe boyun eğmesini içeren yasalar olarak gündeme geldi ve kabul edildi.

Yunanistan’ın Almanya ve Fransa kapılarını çaldığı günlerde aldığı  cevap ve Yunan Hükümeti’nin önüne konan paketler, on yıllar boyunca Yunan halkını açlık, yoksulluk ve sefaletle karşı karşıya bırakmaktadır. AB mihrakının başını çekmekte olan Alman ve Fransız emperyalizmi, başbakanlarının ağzıyla, Yunanistan’a karşılıklı çıkarları değil, uluslararası tekellerin ve finans kuruluşlarının milyarlarca Avro tutarında spekülatif kârlarını içeren anlaşmaları dayatmışlardır. Alman ve Fransız Hükümetleri, daha başından, Avro kuşağında bir ülke olmasına rağmen, Yunanistan’a bir tek kuruş bile verilmeyeceğini açıklamış ve adres olarak IMF’yi göstermişlerdi. Aynı günlerde AB yetkilileri, AB yasaları içinde ülkeleri iflastan kurtarmak gibi bir anlaşma ya da yasanın olmadığını hatırlatmışlardı. Kuşkusuz bu açıklamaların arkasında yatan çok değişik neden ve amaçlar bulunuyordu. Öncelikle Yunanistan’a “ekonomik önlem paketlerinin yürürlüğe girmesi ve ve bu doğrultuda güvencelerin verilmesi lazım” mesajı verildi. Yunanistan Hükümeti, dersini iyi çalışmış olarak, sosyal güvenlik sisteminden, sağlık, eğitim, sosyal haklara varıncaya, emeklilik yaşının yükseltilmesinden aylık ücretlerin düşürülmesi, kamuya yeni eleman alınmaması, vergilerin her alanda yükseltilmesi, KDV’nin %19’dan %21’e çıkarılması, yılda iki aylık ücrete denk düşen bayram primlerinde %30’lara varan kesintilere gidilmesi ve kamu harcamalarının %50’lere varan oranlarda düşürülmesini öngören yasaları Meclis’e getirip onayladıktan bir gün sonra, kredi bulmak için piyasalara çıktı. Hükümet’e göre, önlemler “uluslararası piyasada güven kazanmak” için alınmıştı. Bütün bu önlemlere rağmen, Merkel-Papandreu görüşmesinden, herkes, Merkel’in iki dudağının arasından “Yunanistan’ın arkasındayız ve AB tarafından gerekli önlemler alınacaktır” sözlerinin çıkmasını beklerken, Merkel, Yunan Hükümeti’nin aldığı önlemlerin önemine dikkat çekmekle yetindi.

Yunan Hükümeti’nin aldığı önlem paketlerinden sonra, Yunanistan hazinesi, ihale yerine seçilmiş yatırımcılarla gerçekleştirdiği tahvil satışında, 25 milyarlık talepten 8 milyar Avroluk bölümü kabul ederek tahvil sattı. Bu arada, tahvillerin Alman bankaları tarafından alındığını ayrıca vurgulamak gerekiyor.

2010-14 yılları arasında süresi dolacak olan Yunan devlet tahvillerinin tutarı 120 milyar Avro dolayındadır. 2010 yılı içindeyse, Yunan devletinin 54 milyar Avro borç bulması gerekiyor. Bu paranın 33 milyarı borç ödemesine, gerisi ise, bütçe açıklarının kapatılmasına yönelik olarak kullanılacaktır.  
Yunanistan’ın ödeyeceği faiz, AB’de ölçü sayılan Almanya tahvili faizinden 3.9 puan yüksek olacak. Bu borcun faizi, yüzde 6.3 olarak belirlendi. Yüzde 6.3’lük faiz, Yunanistan’ın Avrupa Para Birliği’ne girdiğinden bu yana ödeyeceği en yüksek faiz oranı. Aynı tahvillere, 2009 Mart’ında ödenen faizse, yüzde 4.98 idi.

Yunanistan sorunu tartışılırken gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de şudur: Yunanistan’ın borç alamama gibi ya da borç verecek kuruluş bulamama gibi bir sorunu yoktur. Sorun, hangi şartlarla ve hangi faiz oranıyla borç alınacağıdır.

AB Komisyonu’nun para politikasından sorumlu üyesi Joaquin Almunia, “yardım etmenin bir bedeli vardır” derken, yoruma gerek bırakmayacak kadar açık ve net konuşmuştu.

Öncelikle Yunan Hükümeti’nin krizi gerekçe göstererek baş vurduğu “acı reçeteler”in yıllardan beri AB tarafından çıkarılması dayatılan yasalar olduğunu belirtmek gerekir. Hiçbiri yeni değildir. Bu vesileyle Alman ve Fransız emperyalizmi, Yunanistan sorunundan hareketle, diğer AB ülkelerine de mesaj göndermektedir. AB kararlarının uygulanmaması durumunda varılacak noktanın Yunanistan örneği olacağı mesajı verilerek, tüm Avrupa ülkelerince, işçi ve emekçi karşıtı yasaların bir an önce çıkarılması istenmekte ve dayatılmaktadır. Daha şimdiden AB’nin zayıf halkaları olarak gösterilen İspanya, arkasından Portekiz ve hatta İtalya bile, Yunanistan örneğini tartışır ve önlemlerin bir an önce alınmasının gereğine dikkat çeker noktaya gelmiş/getirilmişlerdir.

Yunan devletinin borçlarının %75’i, Fransa, Almanya ve İtalya’yadır. Bu gerçek bile, tek başına, Yunan halkına yönelik bu saldırıların arkasındaki kimlerin ve nelerin olduğunu açıklamaya yeterlidir. Kimlerin Yunan halkının sefaleti üzerinden milyarlarca Avro kazandığı görülmektedir.

Hatırlanacağı gibi, geçen yıl AB bünyesinde alınan karar doğrultusunda, bankalara milyarlarca Avro aktarılmış ve bankaların iflastan kurtarılmış olduğu, dolayısıyla da “köpük sermayenin, rantçı sermayenin” önüne geçildiği vurgulanmıştı. Bu gelişmeyle beraber hükümetlerin ekonomiye el koyacakları ve olumsuz gelişmelerden artık hükümetlerin sorumlu olacakları hatırlatılmıştı. Oysa gerçekler, söylenenlerin tam tersini ortaya koymaktadır. Uluslararası piyasalarda devasa oranlara varan rantlar, karşılığı ödenmek üzere halklara dayatılmaktadır. Örneğin Yunanistan’a bu kadar yüksek faizli borç verilmesi, Yunan halkının aşından, ekmeğinden kesilen paraların doğrudan faiz ödemelerine gideceği anlamına gelmektedir. Faizlere gidecek miktarla, krizden çıkma gerekçesiyle, halktan, işçi ve emekçilerden toplanacak paranın miktarı arasında uçurumların değil, küçük farkların olduğu ortadadır. Dolayısıyla rantçılığın önüne geçilmediği gibi, bankalara aktarılan paralarla daha güçlü ve yaygın bir rantçılığın önü açılmış ve “etkin ve istikrarlı sermaye kuruluşları” oluşturmak adına yasal düzenlemelerle yeni güvencelere kavuşturulmuşlardır.

Yunanistan GSMH’sinin, Avro kuşakları içinde yer alan ülkelerin toplam GSMH’sinin %2’sine denk düştüğü bilinmektedir. Dünya geneli açısından düşünülecek olursa, dünya GSMH’sinin %0.2’sine denk düşmektedir. Dünyadaki borç açıklarının tutarıysa, 40 trilyon dolardır. Yunanistan, bu borcun sadece %1’in çok altında bir miktarından sorumludur. Bu durumda, koparılan fırtınanın nedeni ne olabilir? Soru kadar cevap da açıktır: Tekelci kârlar, halklara dayatılan kölelik, işçi ve emekçilerin orta çağ şartlarına geri dönmesini ve karşılığında azami kârların garanti altına alınmasını sağlayacak politikaların uygulanması önündeki engellerin temizlenmesi, emperyalist rekabet, pazar kavgaları vb. Yunanistan, şu anda en zayıf halkalardan biri durumundadır ve emperyalist politikaların bir kez daha halklara karşı saldırganlığa dönüştüğü, emperyalist mihraklar arasındaki rekabetin kızışmaya başladığı ve başlayacağı önümüzdeki sürecin örneklerindendir. Sorun, Yunanistan değil, Yunanistan üzerinden ortaya çıkan gerçekler ve izlenen ve izlenecek olan emperyalist politikaların gerçek yüzü ve içeriğidir. Dolayısıyla Yunanistan üzerinden verilen mesajlar çok önemlidir.

2008-09 yılları arasında borcu ikiye katlanan tek ülke Yunanistan değil. Bu gerçek, Avro kuşağı içinde yer alan neredeyse tüm ülkeler için geçerli. Borçlar, bu ülkelerde de ikiye katlanmıştır. Bankalara aktarılan milyarlarca Avro tutarındaki fonlardan kaynaklanan açık bile, kendi başına, bir “kara delik” anlamına gelmektedir. Bu durumda, neden Yunanistan, dış borçların ve kamu borçlarının bu kadar büyük olduğu Avro kuşağını tehdit eden ülke olarak görülüyor? Nasıl oluyor da, AB’nin geleceği, Avro’nun istikrarı, bu ülke tarafından tehdit ediliyor ve tehlike altında bulunuyor?

Yunanistan’ın borçları, diğer AB ülkelerinin yanında, özellikle Almanya ve Fransa’yla (Japonya GSMH’nin %600’ı, İngiltere %500’ü, Amerika %450’si, Fransa %400’ü, Almanya %300’ü, İtalya %250’si) kıyaslandığında devede kulak bile değildir.

Yunanistan Başbakanı Yorgos Papandreu’nun “piyon yapılmak isteniyoruz” demesinin nedeni, tam da yukarıda söylenenleri doğrulamaktadır.

OBAMA–PAPANDREU GÖRÜŞMESİ

Yunanistan sorunu AB içinde genişçe tartışılır ve bazı çatlaklara yol açarken, Obama’nın Yunanistan Başbakanı Yorgos Papandreu’yu Washıngton’a davet etmesi, üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Obama, zor bir süreçten geçmekte olan Yunanistan’ın “yanında olduklarını” dile getirerek, uluslararası sermaye kuruluşlarının yüksek faizle Yunanistana borç verme politikalarını spekülasyon olarak değerlendirdi ve spekülatif sermayenin verdiği zararlar üzerinde durdu. Tabii, bu madalyonun bir yüzü, diğer yüzü ise, bu sürecin Amerikan çıkarları yönünde nasıl fırsata dönüştürüleceği hesapları doğrultusuında atılmış ve atılacak olan adımlardır. Yunanistan Hükümeti IMF seçeneğini reddetmiş değil, tersine bu alternatif üzerinde durulduğunu ve gerekirse gidileceğini dile getirmektedir. Yunanistan, IMF politikalarını uygulama durumunda, ister istemez AB içinde sorunlarla karşılaşacak ve ABD politikalarına daha yakın duracaktır. Yunanistan, zaten AB ülkeleri içinde ABD’ye yakın duran bir ülke konumunda görülmektedir. Dolayısıyla böyle bir gelişme, ABD’nin AB içindeki Truva Atı’nın daha da güçlenmesi anlamına gelmektedir. Yunanistan sorununun AB içinde çözüme kavuşturulmasını isteyen ve IMF seçeneğini onaylamadıklarını söyleyen kesimlerin açıkça dile getirdikleri bir gerçektir, bu.

Obama, şimdiye kadar görüşmeler ajandasına girmemiş olan Afganistan sorununu, son anda görüşmenin ana başlığı olarak gündeme getirdi ve Makedonya sorununda bir çözüm bulunmasının ilişkileri daha da geliştireceğine dikkat çekti. Ayrıca Makedonya’nın NATO’ya alınması, Ege ve Kıbrıs sorunu ele alındı. Yunanistan’ın ABD ve IMF seçeneği üzerinde uzunca düşünmesinin nedeni, vereceği ödünlerin ne kadar pahalıya patlayacağıyla ilişkilidir. Ancak ABD’nin bu süreci lehine döndürmek için elinden geleni yapacağı açıktır. Yunan basınının ABD ve IMF seçeneği durumunda verilecek ödünler üzerinde uzun uzun durması boşuna değil.

.

İŞÇİ VE EMEKÇİLER KADERLERİNE BOYUN EĞMEYECEK!

Her şeyden önce, kriz neden gösterilerek gündeme getirilen ekonomik baskı paketlerinin ve kazanılmış hakların gaspının, yıllardan beridir, AB ve hükümetlerin programları içinde bulunduğunu, Maastricht Anlaşması, Lizbon Sözleşmesi’nde vb. karar altına alındığını vurgulamak gerekir. Sosyal güvenlikten sağlık ve eğitime, iş yasalarından, toplu sözleşmelerin gaspına, ücretlerin dondurulmasından, emeklilik yaşının yükseltilmesine, esnek çalışmadan işten atmalara kadar tüm saldırılar, yıllardan beridir işçi ve emekçilere dayatılıyordu. Krizin gündeme gelmesi, “sosyalist” olduğunu iddia eden PASOK’un yüksek bir oy oranıyla hükümet kurması, basın ve sermayenin izlenecek olan politikalara desteğini sunması vb., saldırıların uygulamaya geçirilmesi için en uygun ortamı oluşturdu. Böylece, yıllardan beridir halkın, işçi ve emekçilerin tepki ve mücadelesiyle engellenen ve uygulanmasında ciddi zorluklar bulunan yasalar, PASOK tarafından, “başka bir seçenek yok” denerek uygulamaya konuldu.

AB ve Yunanistan Hükümeti’nin işbirliği ile dayatılan “acı reçeteler” işçi ve emekçiler tarafından kabul edilmeyecektir. Alınan ekonomik baskı önlemlerinin gerekçelerine nasıl bir ad konursa konsun, sonuçta, krizin yükünün işçi ve emekçilerin sırtına yıkılması hedeflenmektedir.

Daha 6 yıl  önce, yani bugünkü kriz daha ortada yokken, Yunanistan Sanayiciler Başkanı, ekonomi dergisi “Ekonomist”in her yıl düzenlemiş olduğu ve Başbakan’ın da hazır bulunduğu toplantıda, açıkça, iş yasalarının değiştirilmesini, toplusözleşmelerin kaldırılmasını, ücretlerin dondurulmasını ve iş yasalarının değiştirilerek, işten atmaların serbest bırakılmasını gündeme getirmişti.

Sömürülen ve ezilen tüm toplumsal kesimler açıkça tepkilerini dile getirirken, hızla AB karşıtı bir ortam oluşmaktadır. En azından, AB’nin çıkarlarıyla örtüşen bir işçi-emekçi çıkarından bahsedilemeyeceği ve AB masallarının son bulduğu doğrultusunda oluşan eğilimler, hızla güçlenmektedir. Daha önceki yıllarda AB’yi “ortak çıkarlar” için vazgeçilmez olarak gören ve sayısı azımsanmayacak kadar büyük olan toplumsal kesimler, şimdi AB karşıtı olmaya başlamıştır. Yunanistan’da ekonomik önlemlerden sonra yapılan araştırmalar, halkın %84’ünün AB politikalarına karşı tepkilerini dile getirdiklerini ve Alman ve Fransız emperyalizmi karşıtı eğilimlerin güçlendiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca işçi ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu hükümetlere güvenmediklerini  açıkça ifade etmektedir. Şu ana kadar alınmış olan ağır ekonomik önlemlerin arkasından yenilerinin geleceği, Hükümet’in bakanlarınca itiraf edildi. Yunan halkı, yoğun saldırıların gündeme getirildiği bu süreçte daha da yoksullaşacak ve on yıllardan beridir kullandığı hakların son kırıntılarını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Alınan kararların 2010 yılı için olduğunu ve 2014 yılına kadar yeni ekonomik kararların alınacağı söylenmekte ve bunların geçici önlemler olmadığı duyurulmaktadır. Birkaç ay öncesine kadar, AB Ekonomi Komisyonu yetkilileri, iç ve dış borçlar göz önünde bulundurularak, Yunanistan’da ekonomik büyüme oranının %-0,2 olacağını söylerken, bugün, 2013 yılına kadar, bu oranın %-4 olacağını tahmin ettiklerini açıklıyorlar. Bu ise, halkın sırtından kesilecek faturalar ve daha ağır sömürünün dayatılacağı anlamına gelmektedir.

2009 yılında işini kaybetmiş olanların sayısı, 120.000 dir. Bu sayının 50.000 kadarını, son aylarda işten atılanlar oluşturmaktadır. Resmi rakamlar, işsizliği %12 olarak göstermektedir. Ancak resmi rakamların kayıtlı olan iş gücünü gözönüne alarak işsiz sayısını tesbit ettiği, esnek çalışmayı kapsamadığı, kadınları yok saydığı, herhangi bir iş bulamamış kişilerin sayısının ise hiç kayıt altında olmadığı vb. düşünüldüğünde, işsizlerin sayısının çok yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hükümet’in enkaz devralındığı ve gelinen noktadan bir önceki hükümetin sorumlu olduğu propagandası hızla taban kaybetmektedir. Daha şimdiden “ulus olarak sorunlar etrafında kenetlenilmesi gerektiği ve geniş tabanlı bir teknokratlar hükümetinin en uygun çözüm olduğu” senaryoları tartışılmaya başlanmıştır.

İktidar partisine bağlı milletvekilleri bile hükümet politikasına ters düşen açıklamalar yapmaktan kaçınmazken. basının önemli bir bölümünde yavaş yavaş kuşkular dile getirilmeye başlanmıştır. Daha ilk aylarda hükümete toz kondurmayan ve kurtarıcı gibi gösteren kesimler, hükümet politikalarını sorgular yayınlara başlamış bulunuyor. Öte yandan önümüzdeki dönemde “toplumsal karışıklıklar”ın kaçınılmaz olduğu, sermaye tarafından da, burjuva partileri tarafından dile getirilmektedir.

Yunan işçi ve emekçilerin 1980’li yıllar ve sonrasında büyük mücadeleler sonucu ciddi kazanımlar elde ettikleri bilinmektedir. Bugün çalışmakta olan emekçilerin büyük bölümü bu mücadelelere katılmış ve ancak mücadele edilerek kazanım elde edileceğini kendi deney ve tecrübeleriyle yaşamıştır. Dolayısıyla hak gasplarına karşı sanılanın ötesinde bir tepki oluşmaktadır.

İşçi ve emekçilerin tepkisinin giderek maddi bir güce dönüşme olanaklarının şartları bu dönemde daha da olgunlaşmıştır. Daha bir iki ay öncesine kadar hükümete zaman tanımak gerektiğini söyleyen ve ülkenin zor bir süreçten geçtiğini savunan konfederasyonlar bile, tutum almak zorunda kalmışlardır. Konfederasyonların sessizliği, sendika şubelerinin arka arkaya aldıkları mücadele kararlarıyla bastırılmış ve konfederasyonlar ardı ardına, bir günlük de olsa, genel grev çağrıları yapmak zorunda kalmıştır. Kısa aralıklarla yapılan bir günlük genel grevlere katılım oldukça yüksek olmuş ve eylemler ezilen tüm toplumsal kesimlerin aktif desteğini kazanmıştır. Grev kararı almamış ve açık tutum sergilememiş hiçbir sektör yok gibidir. Paketlerin açıklanmasıyla beraber, sendikaların ezici bir çoğunluğu genel kurul toplantılarına gitmiş ve muhalefetsiz bir çoğunlukla grev ve direniş kararları çıkmıştır.

Yıllardan beridir Yunan işçi ve emekçilerinin saldırılara karşı sessiz kalmadığı ve değişik mücadele biçimleriyle tepkilerin sokaklara döküldüğü bilinmektedir. Köylülerin ve liman işçilerinin uzun süreli direnişleri karşısında Hükümet’in olağanüstü hal ilan etmek zorunda kaldığı hatırlanacaktır. Keza eğitim emekçilerinin ve belediye çalışanlarının ülkede gündemi değiştirdikleri, işten atılanların günlerce sokakları terk etmeyerek mücadele ettikleri de bilinmektedir. Ayrıca yıllardan beridir ABnin dayattığı emeklilik yaşının yükseltilmesi, ücretlerin dondurulması vb. yönündeki önlemler, işçi ve emekçilerin mücadele ve direnişi nedeniyle Yunan hükümetleri tarafından uygulamaya konulamamıştır.

Diğer taraftan, son saldırılarla birlikte aydınlar, esnaflar, köylüler, emekliler, gençlik, demokratik kuruluşlar, hükümet ve AB politikalarının kabul edilemez olduğunu söylemekte, mücadeleden yana tutum ortaya koymaktadır.

Saldırıların küçük burjuva ara sınıfları da etkileyecek boyutta olması, bu kesimlerin tepkilerinin de ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Kısacası, geniş toplumsal kesimler, izlenecek olan politikalara karşı muhalif bir durumdadır ve tepkiler açıkça dile getirilmektedir.

Somut talepler üzerinden en geniş kesimleri harekete geçirmenin şartlarının oldukça uygun olduğunu söylerken, hareketin zaaflarının da bulunduğunu vurgulamak gerekir. Her şeyden önce, en geniş kitleleri bir araya getirecek bir platformun oluşmasının kolay olmadığı gözükmektedir. Soyut sloganlar temelinde yapılan ve alternatif ortaya koymayan çağrılar, hareketi birleştirmekten uzak kalmaktadır. Sorun, mücadeleci sendikaların tepki ve direnişleriyle sınırlı bir mücadele geliştirmek değildir, olmamalıdır kuşkusuz. İktidar partisiyle ana muhalefet partisinin tabanı bile saldırılara karşı hoşnutsuzluk ve tepki içindedir. Dolayısıyla hareketi en geniş kesimlerin katılımıyla sermayenin karşısına dikmek, güçleri bölen değil, birleştiren bir çizgi izlemek gerekmektedir.

Önümüzdeki süreçte Yunan işçi hareketinin yükselişe geçeceğini gösteren belirtiler güçlenmektedir. Ayrıca bunun maddi şartları da vardır. Hükümet bile kendi politikalarını savunamamakta, sorunun “ulusal” olduğu demagojisiyle taban oluşturmaya çalışmaktadır.

İşçi ve emekçi sendikalarında ve genel olarak ezilen tüm toplumsal kesimlerde birliğe duyulan ihtiyaç dile getiriliyor. Bu şartlarda, işçi hareketinin en mücadeleci kesimlerini bir araya getirmiş olan Mücadeleci İşçiler Cephesi “PAME”, geniş kesimleri bir araya getirme ve hareketi daha ileri mevzilere çekme olanaklarına sahiptir. Birlik karşıtı tutumlar tecrit olmaktadır. Sendika bürokratlarının ve uzlaşmacı sendikal çizginin istediği gibi çark etme ve yapageldikleri türden düzen yanlısı propagandayı kabul ettirme olanakları oldukça darlaşmıştır. İşçi ve emekçiler, mücadeleci bir çizgi ve tutumu benimsemektedir. Bu ise, sınıf sendikalarının bu olanaklar üzerinden hareketi geliştirme göreviyle karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Dolayısıyla, PAME, hareketi bütünleştiren ve ortak talepler üzerinden mücadeleyi geliştiren bir tutum almak zorundadır.

İşçi- emekçi karşıtı politikaların uygulanıp uygulanmayacağını belirleyecek tek güç, işçi ve emekçi ve genel olarak halk hareketidir. Yunanistan emek hareketi yeni bir bir sürece girmektedir.

Sermaye Politikaları ve Gençliğin Patlayan Öfkesi

Sermaye Politikaları ve Gençliğin Patlayan Öfkesi

SEYİT ALDOĞAN

Geçtiğimiz haftalarda, Yunanistan’ın başkenti Atina’da bir polisin 16 yaşındaki bir genci sokak ortasında infaz etmesi dolayısıyla meydana gelen olaylar Yunan halkının gündemine otururken, uluslararası kamuoyunun da dikkatlerini çekmişti. Günlerce ülkenin belli başlı büyük şehirlerinde kitlesel gösteriler olmuş, polis zaman zaman kontrolü kaybeder duruma gelmiş ve hükümet istifa taleplerinin gölgesinde sağduyu çağrıları yapmakla sınırlı kalan bir çaresizliğe düşmüştü.

Bütün bu gelişmeler, değişik toplumsal kesimlerin kendi penceresinden olaylara bakarak yorumlar yapmasına ve kendince sonuçlar çıkarmasına neden olmuştu. Egemen sınıf politikalarının sözcülüğünü yapanlar, hareketi, “toplumsal şiddet ve terör yanlılarının provokasyonu” olarak değerlendirmiş, örneğin Türkiye’de dillere –sanki Yunanistan’da o kadar fazla anarşist varmış gibi– “anarşistlerin eylemleri” olarak dolanmış ve dikkatleri Yunanistan’daki olay ve gelişmelerin başka ülkelere de sıçrama tehlikesine çekmişlerdi.

Sol hareketler ve gençlik örgütleri ise, sermaye politikalarının neden olduğu olaylara, “yeni bir 68’in ayak sesleri”nden, “gençliğin isyanı”na kadar değişik yorumlar getirmişlerdi.

Hiç kuşku yok ki, tüm gelişmeler, hâkim sınıfların izlediği ve cepheden gündeme getirerek tüm hak ve kazanımları hedefleyen sömürü ve baskı politikalarının bir sonucu olarak gündeme geldi. Ancak iddia edildiği gibi ya da dışardan görüldüğü gibi, beklenmeyen ve tahmin edilmeyen bir tepki olarak ortaya çıkmadı.

Kapitalist sisteme ve hiçbir sınır tanımayan saldırılarına karşı duyulan tepkilerin son yıllarda değişik boyut ve biçimler altında dünyanın birçok ülkesinde gündeme geldiği ve kitlelerin ekonomik ve politik talepler doğrultusunda sistemin karşısına dikildikleri bir gerçektir.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra, emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele eden işçi ve emekçilerin çok sayıda ekonomik ve demokratik kazanımlar elde ettikleri bilinmektedir. Sosyalizmden duyulan korku, işçi-emekçilerin içinde barındırdığı kitlesellik ve mücadele potansiyeli, sermaye iktidarlarına geri adımlar attırmış ve birçok kazanım elde edilmişti. Ancak 90’lı yılların başında, revizyonizmin açıkça kapitalist-emperyalist sistem içinde yerini belirleyerek sistemin bir parçası olduğunu ortaya koymasıyla birlikte, tüm dünya genelinde işçi ve emekçilere, halklara ve ezilen toplumsal kesimlere karşı bir saldırı süreci başlatılmıştı. Sosyalizm adıyla ilintili olan her şeye, kazanım ve haklara karşı savaş açılmıştı. Uluslararası tekeller ve diğer emperyalist kurum ve kuruluşlar, hükümetler aracılığıyla, dünyayı sömürü cennetine çevirecek plan ve önlemleri birbiri ardına yürürlüğe sokmaya başlamışlardı. Diğer yandan, bu süreç, işsizlik, yoksulluk, özelleştirmeler, çalışma yasalarında yapılan değişiklikler, sosyal güvenlik haklarının rafa kaldırılması, eğitimin parasız ve bir hak olmaktan çıkarılması anlamına gelen yasal düzenlemeler, ortaçağı aratmayacak çalışma şartlarının dayatılması ve daha birçok neden, sermaye iktidarlarına karşı geniş tepkilerin açığa çıkmasına neden olmuştu. Günümüze kadar gelen süreç boyunca, her ülkede aynı oranlarda olmasa da, yoksulluk hızla derinleşmiş, geleceğe yönelik güvencesizlik ve korku, alınan sermaye yanlısı kararlarla iyice artmıştır. Uzun yıllardan beri mücadele edilerek kazanılmış olan “hakların hangileri sermayenin istek ve çıkarları doğrultusunda gasp edilmiştir” sorusu yerine, “gasp edilmemiş ya da tehdit altında olmayan bir kazanım var mıdır” sorusu sorulur duruma gelmiştir.

“Rekabetçi ekonomi” ve “ekonomik kalkınma” adına tekellerin devasa kârlara kavuşması için tüm önlemler alınmakta ve matematiksel anlamda telaffuz edilmesi güç sermaye birikimlerine kavuşan dev tekeller, dünya genelinde kendi çıkarlarını güvence altına alan politika ve yaptırımları dayatmaya devam etmektedirler.

Tüm olumsuzluklarıyla Yunanistan’da da yaşanan bu süreç, son yıllarda doruğa çıkmıştır. Sermayenin saldırı ve planlarına karşı işçi ve emekçilerin yanında, gençlik ve köylüler de, Yunanistan tarihinde hatırlanacak kitlesel direniş ve mücadelelere imza atmışlardır, saldırılara karşı sessiz kalmamaktadırlar.

Yakın tarihinde iç savaş, işgal ve cuntaya karşı mücadele olan Yunan halkı, 70’li yılların ortalarında cuntaya karşı ayaklanarak ve bedeller ödeyerek birçok demokratik hakka kavuşmuştu. Güçlü sendikalar kurulmuş, köylüler örgütlenmiş ve gençlik federasyonu yüzbinlerin sesi olmuştur. Kazanımlarını sermayeye kurban etmek istemeyen işçi ve emekçiler, dayatılan politikalara karşı son yıllarda defalarca genel grevler yapmış, haftalar süren direnişler gündeme gelmiştir. Köylü barikatları, ortak tarım politikaları adı altında tarımda tekelleşmeyi öngören ve yoksul köylüyü topraklarından eden AB’yi bile tedirgin edecek kitlesellik ve potansiyellere ulaşabilmiştir. Öğrenci direniş ve işgalleri, parasız, bilimsel eğitimin bir hak olduğunu ve gasp edilemeyeceğini temel slogan durumuna getirmiş ve eğitimin özelleştirilmesine karşı geniş bir cephe oluşturularak, meclisten geçen yasaların bile yürürlüğe sokulamamasını sağlamıştır.

AB-hükümet merkezli politikaların hedefinde, bugün, tüm kazanımların yok edilmesi vardır. İstatistiki veriler, ülkede 2 milyon yoksul insanın varlığını ortaya koyarken, son üç-dört yıl içinde %6 civarında olan işsizlik, bu yılın başında %8,3 olarak tesbit edilmiştir. Bu yılın sonlarında ise %9 olacağı, hükümet kaynaklarında bile vurgulanmaktadır. Yunanistan işçi sendikaları konfederasyonunun yaptığı ve kamuoyu ile paylaştığı araştırma sonuçları, işçi ve emekçilerin geçmiş yıllarla kıyaslandığında alım gücünün %400 civarında düştüğünü, karşılığında ise, sanayicilerin en verimli yıllarını yaşadıklarını ortaya koymuştur. Emekli ve işçi aylıklarına yapılan zamlar ise %3’ü geçmemektedir. Bu oran, aylığın günlere bölünmesi durumunda, bir simit parası kadar bile etmemektedir.

On binlerce insanın çalıştığı tersaneler ve yan kuruluşları özelleştirme politikaları nedeniyle bütünüyle kapanır duruma gelmiş, tersanelerin bulunduğu bölgelerde işsizlik %60’lara çıkmıştır. İşten atmalar kolaylaştırılmış, kamuda çalışanların bile iş güvencesini yok eden yasalar çıkarılmıştır. Yunanistan işverenler sendikası, her fırsatta, toplu sözleşmelerin, sanayinin gelişmesi ve yatırımların önünde ayakbağı olduğunu, dolayısıyla ortadan kaldırılması gerektiğini açıkça dile getirerek, baskı uygulamaktadır. İşçi ve emekçilerin alınteriyle istikrarlı bir konuma gelmiş olan bir çok kamu kuruluşu “zarar ediyor” gerekçesiyle paketler halinde satışa sunulurken, söz konusu kuruluşlar, Balkan ülkelerinde büyük yatırımlara imza atmıştır.

Konan kotalar, banka borçları, yakıt, elektrik, gübre, tarım araç ve gereçleri, hastalık ve hava şartlarından kaynaklanan zararlardan dolayı üretemez duruma gelen köylüler, ürünlerini yok pahasına AB tarım komisyonlarında belirlenen fiyatlarla satmak zorunda kalmaktadırlar. Bir şişe suyun 1 avroya satıldığı pazarda, köylüler bir litre sütü, kartel fiyatlarına boyun eğerek, 50-60 cente satmak zorunda bırakılmaktadırlar. Aynı vahim durum, pamuk, tütün, zeytin vb. üreticileri için de geçerlidir. AB’nin kotalarını aşan üretimler gerçekleştirildiği gerekçesiyle alım fiyatları düşürülen ya da Yunanlı köylülerin ifade ettikleri gibi “cezalandırılan” ürünlerin üreticilere zararı, milyarlarca avro tutarındadır.

Son günlerde, Yunanlı köylüler, bir kez daha binlerce traktör ve tarım aracıyla yollara barikatlar kurdular. Bu yazı yazılırken, köylüler barikatlarda bulunuyorlardı. Hem de kimsenin tahmin etmediği bir kitlesellikle. Hükümetin 500 milyonluk hibe ve sübvansiyon ayırdığını açıklaması, köylüler tarafından, var olan sorunları çözmede kırıntı bile olmadığı gerekçesiyle reddedildi.

Eğitimde gündeme getirilen “reformlar” işçi ve emekçilerin bütçelerine yeni ağır yükler getirirken, öğrenci gençliği, geleceğine hiçbir umutla bakamayacağı bir ortam içine sürüklemektedir. Eğitim, hızla yaygınlaşan kurslar ve diğer birçok giderler nedeniyle, zaten özelleştirilmiş bir konuma gelmiştir. Kamu okullarında kalite iyice düşmüş ve kurs olanağı yaratamayan emekçi çocukları üniversiteye giriş denen “büyük yarışmayı” terk eder duruma gelmişlerdir. Okul bitirenler ise, yıllar boyu ya sıra beklemekte ya çok düşük ücretlerle işletmelerde sıradan bir yer kapmak için gazetelerdeki iş ilanlarını takip etmektedirler. İşsizliğin gençlik içinde yaygın olduğu ve 3-4 saatlik işlerle ya da esnek çalışma ile yaşamlarını kazanmaya çalışanların işsiz olarak görülmediği, iş bulamayan genç kadın ve kızların ise, iktisat biliminde hiç tanınmayan ve bilinmeyen “ev kadını” tanımlaması içine alındığı bir başka gerçektir.

Özerklik hakkının gaspına ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik şer cepheleri son direnişlerle yeniden boy göstermekte ve şiddet yuvaları olarak okullar adres gösterilmektedir.

Bütün bu gelişmeler ve sorunlar sadece Yunan halkının değil, ama dünyanın birçok ülkesindeki emekçilerin ortak sorunlarıdır. Egemen sınıflar gelinen noktada “elinden geleni arkasına bırakmama” politikası izleyerek, her türlü hak ve kazanıma azgınca saldırmaktadır.

Kapitalist sistemin elinde bulundurmuş olduğu olanakları hızla tükettiği, ama diğer yandan, sistem karşıtı dünyanın önünde bulunan mücadele olanak ve zeminlerinin ise güçlendiği bir gerçektir. Dolayısıyla, tüm dünya genelinde, gerek işçi ve emekçi hareketlerinin, gerekse de gençlik ve diğer ezilen kesimlerin sistem karşıtı tepkilerinin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Son yıllarda, değişik neden ve taleplerden dolayı birçok ülkede milyonlarca insan sokaklara dökülmüş, sistem karşıtı alternatif arayışları içine girmiş, bu yönde tutumlar almışlardır.

Yaşadığımız süreçte ise, tüm dünyada aşırı kâr hedefli aşırı üretimden kaynaklanan ciddi bir ekonomik krizin yaşanacağına dair belirtiler ortaya çıkmış, tekelci sermayenin sözcüleri ve hükümetleri bu süreçten nasıl çıkacaklarına dair planlar yapmaya girişmişlerdir. Faturaların, daha şimdiden, işçi ve emekçilerle beraber tüm ezilen kesimlere ödettirileceğinin işaretleri verilmiştir. İşten atılanların ve atılacak olanların sayısı milyonlarla ifade edilirken, her türlü talep ve hak “kriz ortamı” gerekçe gösterilerek ve hatta emekçiler krizlerle tehdit edilerek, bastırılmaya çalışılmaktadır. Önümüzdeki dönemde, sermayenin katmerleştirerek gündeme getireceği ağır faturaların ve sömürü planlarının toplumsal tepkileri daha fazla kabartıp tetikleyeceği, burjuva ekonomist ve siyasi yorumcularının bile gizleyemedikleri bir gerçektir.

Dolayısıyla, yıllardan beridir ezilen toplumsal kesimlere karşı cepheden açılan saldırıların boyutları gözönünde bulundurulduğunda, kendiliğindenci karakter taşıyan toplumsal hareketlerin ortaya çıkabileceğini, bunun şartlarının bugün daha çok olgunlaştığını söylemek mümkündür. Ancak hangi gelişmenin “bardağı taşıran son damla” rolünü üstleneceği ise, kuşkusuz önceden kestirilemez. Yunanistan’da da, kestirilemeyen bu son damla, bir gencin polis tarafından vurulması olmuş ve bir anda tepkiler, özellikle gençliğin tepkisi sokaklara dökülmüştür. Yani beklenmeyen ani bir gelişme şeklindeki bir değerlendirme, kuşkusuz soyut ve gerçeklerden uzak bir değerlendirme olacaktır. Çünkü, özellikle son iki yılda yapılan direnişler sırasında ciddi kitlesellikler yakalandı, günler ve haftalar süren işgaller nedeniyle, eğitim politikaları ve gençliğin sorunları ülkede daha çok tartışılır oldu. Hedef ve talapleri belli olan bu direnişler boyunca, hem üniversitelerdeki örgütlenmeler yeniden ayakları üzerine dikildi, hem de işçi ve emekçilerle ve onların örgütleriyle canlı ve hareketi güçlendiren ilişkiler kuruldu. 2007 ve 2008’de yapılan işgaller sırasında, koordinasyon komiteleri, başta işçi ve emekçi sendikaları olmak üzere, ezilen sınıf ve toplumsal kesimlere çağrılar ve onlarla görüşmeler yaparak, eğitim hakkı ve taleplerinin gençlik hareketiyle sınırlı kalamayacağını, bu sorunun ezilen tüm toplumsal kesimlerin sorunu olduğunu ön plana çıkardılar.

Özel üniversitelerin açılmasını yasaklayan Anayasanın 16. maddesinin değiştirilmesi nedeniyle, 2007’de, ülke genelinde, üniversitelerde başlayan işgal ve direnişler sırasında, orta öğrenim gençliği ve eğitim emekçileri ile kurulan mücadele cephesi hükümeti zor duruma sokmuş ve yasanın meclisten geçmesi durumunda pratikte uygulanmayacağı rektör ve dekanların ağzından bile dile getirilmişti. Ülkede özelleştirmelere ve hak gasplarına karşı işçi ve emekçilerin grev ve genel grev yaptığı ve yüz binlerin sokaklara döküldüğü bir dönemde gerçekleştirilen gençlik direnişleri, gençliğin sorunlarının işçi ve emekçi taleplerinin bir parçası olarak görülüp desteklenmesine neden oldu.

Son olayların gündeme gelmesinden kısa bir süre önce, Yunanlı işçi ve emekçilerin gerçekleştirdiği ve gençliğin de güçlü bir biçimde katıldığı 24 saatlik genel grevin temel sloganı, “yetti artık” olarak belirlenmişti.

Kısacası, son yıllarda mayalanan ve gün geçtikçe mayalanmakta olan bir emekçi ve gençlik hareketinin var olduğu bilinmekteydi. Ülkede defalarca genel grevler yapılmış, defalarca gençlik ülke genelinde talepleri üzerinden gündem oluşturmuştu. Birbiri arkasına ya da aynı sürece denk gelmese de diğer Avrupa ülkelerinde de kitlesel gençlik direnişleri gündeme gelmişti ve gelmektedir. Nedeni ise bellidir ve hâkim sınıf temsilcileri bile bu gerçeği kabul etmektedirler: Geleceğin karartılmaya çalışıldığı bilinci giderek yaygınlaşmakta, sistemden beklentiler tükenmekte ve gelecek kaygısı, öfke ve tepkileri tetiklemektedir. Son yıllarda artan işsizlik, çalışma şartları ve iş yasalarında yapılan değişiklikler ve eğitim alanında gündeme getirilmiş olan “reform” paketleri, geleceğe yönelik tüm umut ve beklentileri siler niteliktedir. Yüksek öğrenim alanındaki tüm çalışma, araştırma ve programlar ya tekellerin siparişi ya da ihtiyaçları doğrultusunda yapılmaktadır. Yunan gençliğini sokaklara döken nedenler, tam da bunlardır.

Dolayısıyla yeni bir 68 hareketinin ayak sesleri şeklindeki değerlendirmeler maddi temellerden yoksun değildir ve yeni 68’lerin maddi şartları vardır. Ancak dünyadaki genel durum, saldırılar, işçi-emekçi ve gençlik hareketindeki yükseliş ve düşüş şeklinde gözlemlenen istikrarsızlık, güçlü örnek hareketlerin olmayışı vb., olası yeni bir 68 hareketi değerlendirmeleri yapılırken, gözlerden uzak tutulamayacak gerçeklerdir. Maddi ya da nesnel birikimlerin ille de kendiliğinden patlamalara dönüşeceği düşüncesini savunmak kuşkusuz yanıltıcıdır. En azından biçim ve süreç hakkında yanılgılara düşmemek mümkün değildir.

Yaşanılan süreç ve gelişmelerin yeni bir 68’e dönüşüp dönüşmeyeceği tartışmaları bir yana, üstünde kesinlik ile konuşulacak bir gerçek var ki, o da, gençliğin tepkilerinin durmayacağı ve taşmaya devam edeceğidir. Çünkü onlarca ülkede, gençliği sokaklara döken sorunlar ve talepler giderek daha yakıcı hale gelmekte ve gençliği de ilgilendiren sorunların sistem tarafından çözülemeyecek sorunlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorunlar hakkında umut ve beklentiler yaratacak politikaların, sorunların büyüklüğü göz önüne alındığında, son kullanma tarihlerinin uzun olamayacağı ortadadır. Çünkü gençlik, dönem dönem, kitlesel bağlardan kopuk olanların ya da gençliği içinde bulunduğu nesnel şartlardan ayrı ele alarak dar aydın mantığıyla değerlendirenlerin savunduğu gibi, apolitik bir kitle değildir. Günümüzün gençliği, sorunlarına uzak ya da sorunlarından kopuk bir kuşak da değildir.

Yunan gençliğinin sokaklara taşan tepkisinin tüm dünyada yankılar bulması, tam da gençliğin içinde bulunduğu sorunlardan dolayıdır. Sorunların ortak oluşu ve biriken tepkiler, diğer ülkelerdeki gençlik kitlelerinin sempati ve desteğini kazanmış, 68 hareketini bir kez daha hatırlatmış ve benzeri hareketlere duyulan ihtiyaçlara atıfta bulunulmuştur.

Kendiliğinden hareket, kısa bir süre içinde hükümetin çağrılarına ve toplumsal direnişlerden korkarak yüreği ağzına gelen sosyal demokratların itfaiyecilik çabalarına rağmen, gelişerek büyüdü. Sadece büyük şehirlerde değil, küçük ilçelere varan yerleşim bölgelerine kadar, tepkiler büyüyerek kitlesellik kazandı. Başta, bir gencin öldürülmesinin neden olduğu “ani sinirsel tepkiler” olarak değerlendirmeler yapan aydınlar, basın ve partiler, gençliğin sorunlarına ve haklı taleplerine dikkat çeken ve izlenen politikaları sorgulayan bir tutum almak zorunda kaldılar. Yıllardan beridir sokaklara dökülen gençlerin neden dinlenmediğini ve sorumluların kim olduğunu araştırmaya başladılar.

Bir diğer önemli özellik ise, sistemin sınırlarını ve izin verdiği ölçüleri aşan bir hareketle karşı karşıya olunmasıydı. Gençler, sadece barışçıl gösterilerle sınırlı kalan biçimlerle değil, sistemin güçleriyle ve organlarıyla karşı karşıya kalmayı gerektiren bir tutum aldılar. Birçok bölgede karakollar, ortaöğrenim gençlerinin ablukaları dolayısıyla çalışamaz duruma geldi. Yasaklar delindi ve sokaklara barikatlar kuruldu. Basında oluşturulmak istenen izlenimlerin tersine, hareket, sol gruplarla ve anarşistlerin katılımıyla sınırlı kalmadı. Tersine, izlenen politikalara karşı çıkan ve muhalif olan her kesimden genci bir araya getiren bir hareket olarak, sokaklara taştı.

Hükümet ve polisin gelişmeleri dar, marjinal ya da anarşist grupların provokasyonları olarak gösterme çabaları, gençliğin kitleselliği karşısında etkili olmadı. Tersine, işçi ve emekçilerin gençliğin sorunlarına sahip çıkması ve grev ve gösterilerle aktif destekler vermesiyle, hareket bütünüyle gündeme oturdu. Kuşkusuz hareketi provokatif tutumlarla bölmeye çalışanlar da oldu. Polis tarafından görevlendirilen provokatörlerin vitrinleri kırdığını gösteren video görüntüleri kanallarda yayınlandı. Anarşist grupların sorumsuz tutumları da ortaya çıktı, ancak bunların hiçbiri gündemi değiştirmeye ve haklı talep ve tepkileri gölgelemeye yetmedi.

Hareket daha ileri mevzilere çekilebilir ve talepleri kazanıma dönüştürecek örgütlü bir harekete dönüştürülebilirdi. Sol sosyal demokrat bir tutumla gençliği yedeklemeye çalışan SİNASPİSMOS partisi, hükümetin ve yanlılarının baskılarına boyun eğmek zorunda kaldı ve açıkça dile getirmese de, desteğini çekti. Yunanistan Komünist Partisi, “KKE” ise, olayların başından sonuna kadar gençliğin haklı taleplerine dikkat çekerken, provokasyon söylemlerine ağırlık vermekten de geri durmadı. Dış güçlerin ülkeye yönelik provokasyon planlarının olduğunu ve “komünist partisinin direkt inisiyatifinde olmayan hareketlerin provokasyonlara açık olduğunu” söyleyerek, hareket içinde ayrı bir güç olarak hareket etti. Ortaöğrenim gençlerinin gösterilerinden, işçi ve emekçilerle üniversitelilerin gösterilerine kadar ayrı hareket etti ve kendine bağlı güçlerle sınırlı bir tepki gösterdi.

Yunanistan’daki gençlik hareketi şimdilik durmuş gibi görünse de, dün içinde taşıdığı potansiyeli bugün de taşıdığından kuşku yoktur. Gençleri sokaklara dökerek militan tutumların alınmasına neden olan tüm sorunlar olduğu yerde kalmıştır ve çözüm beklemektedir. Sorunlara çözüm bulunmadıkça da yeni tepki ve direnişlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑