Uzun yıllardır hiç olmadığı kadar ekonomiye dair söylemlerin ön plana çıktığı bir seçim süreci yaşıyoruz. Elbette, bu söylemlerin gelirin yeniden dağılımına dönük (asgari ücret, emekli maaşları, sosyal amaçlı transfer harcamaları gibi) vaatlerle sınırlı kaldığı, eşitsiz bölüşümün ardındaki asli dinamiklerin sorgulandığı alternatif ekonomi politikalarının tartışılmadığı da bir gerçek.
Bu seçimde ekonominin ön plana çıkması başlıca iki nedenden kaynaklanıyor. İlki, AKP’nin siyasi performansı ile ekonomik büyüme arasındaki güçlü ilişki. İkincisi ise, 2002’den bu yana (kısa aralıklarla sekteye uğramakla birlikte) ABD’de uygulanan genişlemeci para politikasının yarattığı “gelişmekte olan ülkeler”e dönük fon akışından fazlasıyla faydalanan AKP’nin ekonomi yönetiminin rüzgarın terse dönmesiyle birlikte çıkmaza sürükleniyor olması.
Bu yazıda iktidara yakın çevreler tarafından sıkça vurgulanan “ekonomik başarı”nın dayanaklarını sorgulamakla birlikte, AKP’nin iktidarı süresince yaşanan ekonomik dönüşümü de farklı boyutları ile ele almaya çalışacağız. Öncelikle, işe, AKP dönemi ekonomik büyüme ortalamasını tarihsel ve uluslararası perspektiften inceleyerek başlayalım.
Tarihsel olarak, Cumhuriyet ekonomisinin büyüme ortalamasına onar yıllık periyotlarla baktığımızda, AKP öncesi dönemin ortalamasının yüzde 4.82 olduğunu, AKP dönemi ortalamasının ise yüzde 4.8 ile bu ortalamanın az da olsa gerisinde kaldığını görüyoruz. AKP’nin ekonomik açıdan başarılı olduğu yönündeki algının temel nedeni olarak ise, önceki on yılda (1993-2002) ortalama yüzde 3.1 büyüme ile Cumhuriyet döneminin en başarısız performansının yaşanması öne çıkıyor. Daha ilginci, ekonomik başarılarıyla anılan ANAP ve DP hükümetlerinin büyüme performanslarının da benzer bir özellik taşıması. Her iki dönemin de performans olarak 1924-1933 ve 1963-1972 dönemlerinin belirgin bir şekilde altında kalmasına rağmen başarılı olarak algılanmasında bir önceki on yılda yaşanan düşük büyümenin rol oynadığı göze çarpıyor. 1973-1982 ve 1943-1952 dönemleri, 90’lı yılların ardından en düşük ekonomik büyümenin yaşandığı on yıllık periyotlar.
AKP’nin büyüme ortalamasına uluslararası perspektiften baktığımızda da, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki genişlemeci para politikasının etkisiyle, “merkez” ülkelerindeki duraklamanın aksine “çevre” ülkelerinde hızlı bir genişlemenin yaşandığı göze çarpıyor. Dünya ekonomisinin büyüme ortalamasının yüzde 4 olduğu 2003-2014 döneminde, “gelişmekte olan ülkeler”in (GOÜ) büyüme ortalamasının yüzde 6.3 ile Türkiye’nin oldukça üzerinde olduğu dikkati çekiyor. Büyüme oranları, Asya GOÜ ülkelerinde yüzde 8.3’e kadar tırmanırken, ardından sırasıyla Afrika ve Ortadoğu geliyor. 2001 Krizini bizden çok daha ağır bir şekilde yaşayan Arjantin ekonomisi ile yapılan karşılaştırmanın sonuçları da oldukça çarpıcı. Aynı dönemde yüzde 5.5 gibi yüksek bir büyüme hızına kavuşan Arjantin’de karı-koca Kirchner’lerin 2003 yılından bu yana iktidarlarını koruyabilmelerinde ekonomik performansın önemli rol oynadığı bir gerçek.
Özetlersek, AKP iktidarının ekonomik performansını gerek tarihsel gerekse de uluslararası perspektifle incelediğimizde bir ekonomik başarıdan bahsetmenin mümkün olmadığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir diğer önemli tespit ise, ABD başta olmak üzere, “merkez ülkeleri”nde yükselen faiz oranları ile yüksek dış borç/GSYH oranlarına sahip GOÜ’lerin ekonomik performansları arasındaki ters ilişki. 1980, 1994, 2000-2001 ve 2008 Krizlerinde ABD faiz oranlarındaki yükselişin Türkiye gibi ülkeleri oldukça sert vurduğu görülüyor. Hatırlanacağı gibi, 1980’lerin başında yüksek enflasyonla mücadele amacıyla dönemin Fed Bbaşkanı Volcker faizleri sert bir şekle yükseltmişti. “Volcker şoku” olarak da anılan bu parasal sıkılaştırma politikası, Latin Amerika başta olmak üzere, dış borç yükü yüksek ülkeleri krize sürüklemişti. Uluslararası borç krizi sonrasında borçlu ülkelere IMF eliyle neoliberal dönüşüm politikaları dayatılmış ve otoriter rejimler eliyle uygulamaya konulmuştu. 12 Eylül darbesi sonrası kurulan askeri dikta rejimi bu tarihlerdeki küresel dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biriydi. 1994 yılında ise, tasarruf kredi birlikleri’nin (Savings and Loan Associations) içine girdiği krizi aşmak amacıyla yıl süresince faizleri yüzde 3 seviyesinde tutan Fed, faizleri yavaş yavaş yükselterek, para politikasını sıkılaştırmaya yönelmişti. ABD’de yükselen faizler, Meksika’da “Tekila Krizi” olarak anılan sürece yol açmakla kalmamış, Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülkede peş peşe devalüasyonlara, ağırlaşan dış borç yüküne ve istikrarsızlığa neden olmuştu. Benzer şekilde 1997, 1998 yılında yükselen faizler, GOÜ’lerde, Asya Krizi ve Rusya Krizi, 2000-2001 döneminde ise Arjantin ve Türkiye ile anılan krizlere neden olmuştu.
Bu krizlerin hemen hepsinde Türkiye ekonomisinin ağır bir darbe alması ise dikkatlerden kaçmamalı. Hatta daha gerilere, 1873 yılındaki Büyük Depresyon’a baktığımızda, gelişmiş kapitalist ülkelerde para arzının ciddi bir şekilde daralmasının ve yükselen faizlerin, Osmanlı gibi, dış borç yükü ağırlaşan ekonomileri birbiri ardına iflasa sürüklediğini görmemiz mümkün. Düyun-u Umumiye de bu koşullar altında ortaya çıkmıştı. Bugün de durum çok farklı değil. Küresel bir dalganın sırtında yükselen Türkiye ekonomisinin, trendin yön değiştirmesi ile birlikte, sert bir şekilde yavaşlayacağını öngörebiliriz.
TÜRKİYE EKONOMİSİNDE BÜYÜMENİN DİNAMİKLERİ
AKP döneminde Türkiye ekonomisinde büyümenin dinamiklerine baktığımızda, iç tüketim çekişli bir büyüme modeli göze çarpıyor. 1987-1997 arasında, özel sektör ve kamu yatırımlarının toplamını gösteren gayri safi sabit sermaye oluşumunun GSYH içindeki payı ortalama yüzde 24.5 dolaylarında seyretmekteydi. 1997 yılından sonra gerilemeye başlayan bu oran, 2001 Krizinde yüzde 15.9’a kadar düşmüştü. 2003-2014 döneminde ise, yüzde 20 ile kriz dönemine (1999-2001) göre toparlanmakla birlikte, 1998 yılındaki seviyesine dahi bir daha ulaşamaması, bu durumun giderek yapısal bir sorun haline geldiğini gösteriyor. Aynı dönemde özel kesim tüketim harcamalarının GSYH içindeki payının yüzde 70’lerin üzerine tırmanması ise, aynı meselenin bir diğer yüzü.
Tüketim oranındaki artışın asli dinamiği ise, hanehalkı borcundaki eşi benzeri görülmemiş yükseliş oldu. 2002 yılında yüzde 2 seviyesinde olan hanehalkı borç stoğu, 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara kadar yükseldi. Hanehalkı borç stoğundaki sert yükseliş trendi üzerine son dönemde BDDK tarafından kredi kartı limitlerinin ve taksit sayılarının sınırlandırılması gibi uygulamalara gidilmesine rağmen, mevcut tablo bankacılık kesimi açısından büyük riskler barındırıyor.
Bir ülkenin yatırımlarının finansmanı açısından başlıca kaynak iç tasarruflardır. Tasarruf oranı düşük ülkeler ise, dış alemin tasarruflarını çekmek yoluyla yatırımlarının finansmanına yönelirler. 2002 yılında, halihazırda yüzde 17.3 gibi oldukça düşük bir seviyede olan tasarruf oranı, özellikle 2009 sonrasında daha da bozularak, 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar geriledi. 2014 Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda ise, bu oranın OECD ortalaması olan yüzde 62 seviyesinin oldukça üzerinde olması dikkat çekiyor. Yine son dönemde hızlı büyüme oranları ile dikkat çeken “gelişmekte olan” Asya ülkelerinde gayri safi sermaye oluşumunun GSYH içindeki payının belirgin bir şekilde yüksek, özel tüketim harcamalarının payının ise düşük olduğunu belirmekte fayda var.
Tüketim oranındaki artışın asli dinamiği ise, hanehalkı borcundaki eşi benzeri görülmemiş yükseliş oldu. 2002 yılında yüzde 2 seviyesinde olan hanehalkı borç stoğu, 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara kadar yükseldi. Hanehalkı borç stoğundaki sert yükseliş trendi üzerine son dönemde BDDK tarafından kredi kartı limitlerinin ve taksit sayılarının sınırlandırılması gibi uygulamalara gidilmesine rağmen, mevcut tablo bankacılık kesimi açısından büyük riskler barındırıyor.
Bir ülkenin yatırımlarının finansmanı açısından başlıca kaynak iç tasarruflardır. Tasarruf oranı düşük ülkeler ise, dış alemin tasarruflarını çekmek yoluyla yatırımlarının finansmanına yönelirler. 2002 yılında, halihazırda yüzde 17.3 gibi oldukça düşük bir seviyede olan tasarruf oranı, özellikle 2009 sonrasında daha da bozularak, 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar geriledi. 2014 yılında ise, yüzde 14 seviyesine ulaştı. Buna karşılık, 2014 yılı GOÜ ortalaması yüzde 33, Asya ülkelerinde ise yüzde 43 gibi oldukça yüksek düzeylerde. Türkiye’nin yüksek tüketim-düşük tasarruf oranına dayalı büyüme modeli, yabancı sermaye girişlerine bağımlılığını arttırdığı gibi, sermaye akımının yön değiştirmesi ihtimaline dönük kırılganlığını da arttırıyor.
AKP iktidarı süresince ülke ekonomisinin yumuşak karnı, ön plana çıkarılan, şimdiye kadar sunduğumuz verilerle bağlantılı bir diğer gösterge ise, cari açık oranı. Uluslararası bir çerçeveden baktığımızda, cari açığın GSYİH’ye oranının son derece yüksek olduğu göze çarpmakta. Genel olarak literatürde yüzde 5’in üzerinde bir cari açık oranı riskli ve sürdürülemez kabul edilir. Türkiye ekonomisi, 2005’den bu yana, sadece krizin en şiddetli seyrettiği 2009 yılı istisna olmak üzere, sürekli yüzde 5’in üzerinde açık verdi. 2011 yılında ise, cari açık oranı yüzde 10 seviyesine tırmanarak tarihi zirvesine ulaştı. Bu tarihten sonra, ekonomik büyümenin de hız kesmesiyle birlikte, cari açık daralmaya başladı. Ne var ki, 2014 yılı sonu itibariyle, halen, yüzde 5.7 gibi yüksek bir seviyede seyretmekte. Bu durum, Türkiye’nin cari açık sorunun giderek kronikleşmekte olduğunun en açık göstergesi.
Şu bir gerçek ki, Türkiye ekonomisinin sürüklendiği mevcut büyüme modelinin “sıcak para” girişleri olmadığı takdirde sürdürülebilmesi olanaksız. Bu bağımlılık öylesine bir hal aldı ki, ekonominin geçtiğimiz yıl olduğu gibi yüzde 2.9 gibi ortalamanın epey altında bir büyüme hızına ulaşması için dahi, GSYH’nın yüzde 5.7’si dolayında bir fon ihtiyacı doğuyor. Bu durumun sadece enerji bağımlılığı ile açıklanmaya çalışılması da büyük ölçüde iktidarın manipülasyonu. Bugün Türkiye tarım ve hayvancılıkta dahi dış ticaret açığı veren bir ülke.
2002-2014 döneminde cari açığın uluslararası görünümüne baktığımızda, iki önemli detay göze çarpıyor. İlki, genişlemeci para politikalarının uygulandığı bu dönemde, GOÜ’lerin genelinde cari fazlanın daraldığı ya da cari açığın genişlediği görülüyor. İkincisi ise, bu dönemde Türkiye, diğer GOÜ’lerden negatif bir şekilde ayrışıyor. 2014 yıllında GOÜ’ler ortalama yüzde 0.8 dolayında bir cari fazla verdiler. Bu oran 2002 yılında yüzde 1.3 seviyesinde idi. Yabancı fon girişlerine bağımlılıkları ile karakterize edilen “kırılgan beşli”nin (Türkiye, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya) diğer üyeleri ve Arjantin ile yapılan karşılaştırmalarda ise, ekonomide büyümenin sert bir şekilde yavaşlamasına rağmen, Türkiye’nin halen en yüksek cari açık oranına sahip olduğu görülmekte.
AKP iktidarı süresince yurtdışı “sıcak para” girişlerine bağımlı olarak sürdürülen büyümenin doğrudan sonucu olarak dış borç stoğunda sert bir yükseliş yaşandı. 2002 yılı sonunda 130 milyar dolar seviyesinde olan brüt dış borç stoğu, 2014 yılı sonunda 400 milyar dolar seviyesinin üzerine tırmandı. Bu süreçte, özellikle özel kesim dış borç stoğundaki sert yükseliş büyük rol oynadı. Ülke gruplarına göre yaptığımız uluslararası karşılaştırma, Türkiye’nin, dolar bolluğunun yaşandığı bu dönemi avantaja çevirmekte fazlasıyla yetersiz kaldığını ortaya koyuyor. 2003-2014 döneminde, GOÜ’lerin genel olarak yüksek büyüme hızı, ucuz dolar ve faiz yükünün gerilemesinin etkisiyle dış borç oranlarının da belirgin bir şekilde gerilediği göze çarpıyor. Genel manzaranın aksine, Türkiye’nın dış borç oranı ise, gerilemediği gibi, GOÜ ortalamasının neredeyse iki katı gibi oldukça yüksek bir oranda seyrediyor. Bu tablo, uluslararası fon hareketlerinin yön değiştirmesi, faizlerin yükselmesi ve ekonominin hız kesmesi ile birlikte ciddi bir kriz potansiyeli barındırdığı gibi, Türkiye’nin “kırılgan ekonomiler” arasında başı çekmesinin de başlıca nedenlerinden biri olarak dikkat çekiyor.
BÜYÜMEDEN EMEĞİN PAYINA DÜŞEN
Bilindiği gibi, sandık sonuçları üzerinde her dönem belirleyici rol oynayan başlıca ekonomik etmen, işsizlik. Bu açıdan, 2000’li yılların pek parlak geçmediğini baştan söylemek lazım. Ağır bir ekonomik kriz ile başlayan dönem ve sonrasında yaşanan ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranlarında aynı oranda bir toparlanma görülmedi. “İstihdam yaratmayan büyüme” tartışmalarının da sıklaştığı 2002-2007 döneminde, ortalama yüzde 6.8 gibi yüksek bir büyüme hızı yakalanmasına rağmen, işsizlik, yıllık bazda, yüzde 10.8 seviyesinden ancak yüzde 10.2 seviyelerine geriletilebildi. Bu tarihten sonra ise, yükselişe geçerek, 2009 yılında yüzde 14 seviyelerine kadar tırmandı. Ekonomik kriz sonrasında uygulanan genişlemeci politikalarla birlikte işsizlik AKP döneminde ilk kez yüzde 9 seviyelerine gerilerken, 2013 yılından itibaren tekrar yükselişe geçerek, 2015 yılında yüzde 11.2 seviyelerine ulaştı. Kısacası, AKP iktidarı aldığı dönemden daha yüksek bir işsizlik oranı ile önümüzdeki genel seçimlere girecek.
Burada AKP’nin büyüme stratejisinin temel eksenini oluşturan nüfus politikasına da değinmeden geçmek olmaz. Siyasi iktidar en başından beri yüksek nüfus artışı, ucuz emek yoluyla ülkeye sermaye çekmek yönündeki çabasını ifade etti. Bu durum, bölüşüm ilişkilerine de elbette yansıdı. 1999-2002 yılları arasında, ücretlerin GSYH’dan aldığı pay, keskin bir şekilde yüzde 52’lerden yüzde 43 seviyesine kadar gerilemişti. AKP döneminde de bu gerileme sürdü ve yüzde 32 seviyesine ulaştı. Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda ise, AB ortalamasının yüzde 56 dolayında olduğunu, Güney Kore, Japonya gibi Asya ülkelerinde yüzde 60 dolayında seyrederken, Meksika’da ise yüzde 37 seviyelerinde kaldığını görüyoruz.
Tarihsel olarak, reel net ele geçen ücretlerin seyrine baktığımızda ise, işçi sınıfı açısından oldukça çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. 1994’den bu yana, kamudaki işçi ücretlerinde reel olarak yüzde 13 dolayında bir gerileme yaşanırken, özel kesimde ise, reel ücretlerin ancak 2013 yılında 1994 seviyesini yakaladığı görülüyor.
Çalışma koşulları açısından yapılan karşılaştırmalarda, Türkiye işçi sınıfının ne denli ağır bir emek sömürüsü ile karşı karşıya olduğu daha da netleşiyor. OECD verilerine bakıldığında, Türkiye’nin, haftalık ortalama çalışma saatlerinin uzunluğu açısından, yaklaşık 48 saat ile ilk sırayı aldığı göze çarpıyor. Bu açıdan, Türkiye’nin, çalışma koşullarının ağırlığı ile bilinen Şili ve Meksika gibi Latin Amerika ülkelerini geride bırakması da yine çarpıcı bir istatistik.
Genel olarak değerlendirdiğimizde, AKP döneminde giderek kronik bir hal alan işsizlik ile birlikte emeğin milli gelirden aldığı payın da keskin bir şekilde gerilediği görülmekte. Bu süreçte, yüksek büyüme ile birlikte vergi gelirinin artışı ve uluslararası piyasalardaki olumlu iklim sayesinde kamu borç yükünün gerilemesi, kamunun sosyal transfer harcamalarına daha fazla pay ayırabilmesinin de olanaklarını sağlamıştır. Böylece, işsizlik ve yoksulluğun pençesindeki geniş bir halk kesiminin siyasi iktidarın sağladığı nakdi ve ayni yardımlarla gündelik yaşamını sürdürebildiği bir tablo ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, bölüşüm ilişkileri sermaye lehine yeniden düzenlenirken, artan kâr oranlarının bir bölümü vergiler ve transfer harcamaları yoluyla yoksul kesimlere transfer edilerek, siyasi iktidarın yoksul halk kesimleri üzerindeki kontrol ve denetimi sağlamlaştırılmıştır. Bu stratejinin, bölüşüm ilişkilerinin böylesine bozulduğu bir ortamda siyasi iktidarın devamlılığı açısından ne denli önem taşıdığı ortadadır. Ne var ki, önümüzdeki döneme dönük uluslararası piyasalardaki likidite bolluğunun sona ereceği, ülkeye dönük fon girişlerinin hız keseceği ve ekonomik büyümenin yavaşlayacağı yönündeki öngörüler, bu politikanın sürdürülebilirliği konusunda da kuşkuları arttırmaktadır.