1980 ÖNCESİNDE İŞÇİ SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI
Türkiye’de “İşçi Sağlığı” Kavramı Üzerine yapılan kurgunun birinci bölümünde, 1980 askeri faşist darbesine kadar değerlendirilmişti. Birinci bölümün yayınlandığı ve 1980 döneminin işçi sağlığına verdiği zararı yazmaya çalıştığımız günlerde işçi sağlığına en fazla zarar veren eli kanlı işçi düşmanı faşist diktatör, “biraz daha yaşamalı” dediğimiz günlerde bedenen kurtuldu!
Kapitalizmin 1970 sonrasında derinleşen ekonomik krizi ile birlikte yükselen mücadele ve örgütlenme çabalarının sermayenin kaygısını artırdığı dönemde; devlet-sermaye işbirliğiyle “ekonomik istikrar tedbirleri” gündemli 24 0cak kararları “siyasi istikrar” adına 12 Eylül 1980 darbesi ile uygulamaya konuldu. Amaç ekonomik kriz ile birlikte işçi sınıfının örgütlü yapısından kurtulmaktı. Darbe öncesinde işçi sınıfı korkusu yaşayanlar, darbe sonrasında korkunun esiri oldular; süngü zoruyla grevler kırıldı, sendikalar kapatıldı, sendikalılar cezaevlerine dolduruldu…
Grev ve toplu iş sözleşmeleri engellenirken, sendikalaşmanın önünü kesmek için baş tacı yapılan taşeronlaşma hem özel hem de kamu sektöründe sermayenin can simidi oldu; sendikalar ve sendikalarla ilgili haklar yok edilirken, işyerlerinde sağlık ve güvenlik önlemlerine de büyük darbe vuruldu. Mevzuatta koruyucu sağlık hizmeti ile ilgili organizasyonun elliden az işçisi olan işyerlerinde zorunlu olmaması, ülkede işyerlerinin yüzde 98’inde işçi sayısının taşeronluk sistemi marifetiyle elli sınırının altına çekilmesini sağladı. Sağlıksız ve güvenliksiz çalışma ortamı daha da kötüleştirildi. Taşeronlaşma, daha sonraki dönemde esnek çalışmanın da gündeme gelmesiyle; insan emeğinden en fazla yararlanma amacına uygun organize olurken, örgütsüzlüğün ve sağlıksızlığın olumsuz koşullarını oluşturarak emeği savunmasız bırakmanın da aracı oldu.
Darbe sonrasından bugüne emek örgütlerinin etkisizleştirilmesi ve ücretlerin sefalet sınırlarına indirilmesine paralel olarak; sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine ulaşımın önündeki engeller birbirini sürekli olumsuz etkileyen faktörler haline dönüştü.
DİSK ve TTB örgütlülüğü üzerinden 1980 öncesinde başlatılan işçi sağlığına yönelik çalışmalar alanda olumlu etki yaratmış, sendikal örgütlenmede de karşılığını bulmaya başlamıştı. DİSK, 1979 yılında yayınladığı İşçi Sağlığı İş Güvenliği kitabının (DİSK Yayınları: 31) Önsözü: “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği sorunu bugün işçi sınıfının mücadele gündemindeki en önemli sorunlardan biridir… DİSK, bu alandaki mücadelesini Türkiye işçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin doğrultusunda sürdürmektedir…” iddiasını koyarak bu yayının tüm sendikalı işyerlerinde “temsilciler ve işçiler için iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı, işçilerin daha sağlıklı yaşamları için verdikleri mücadelede ‘el kitabı’ olmasını” istemiştir.
Kitapta istatistiklere yer verilirken “Türkiye’de her gün 5 sigortalı işçi iş cinayetleri sonucu ölmektedir… bu ölümler iş kazaları adı altında gözlenen iş cinayetleridir” diyor. Bugün de öyle! DİSK o yıllarda durumu “sanayideki iç savaş” olarak yorumlamaktadır. Son 35 yıllık dönemde cinayetler kesintisiz devam etmesine rağmen, resmi ideoloji DİSK de dahil emekten yana bakanların gözünü perdelemiş, o günden bugüne unutturulan “iş cinayetleri” kavramı son zamanlarda -DİSK de dahil- yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Meslek hastalıklarında da durum aynıdır. 1977’de 392 meslek hastalığı SSK kayıtlarına geçmişken, 2012 yılında SGK kayıtlarına geçen meslek hastalığı sayısı ne tesadüftür ki 395 olmuştur.
DİSK, “işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu üretim biçiminden ayrı ele alınmaz” tespitini yaparak vurguyu daha derin analizlerle sürdürüyor; “işçi sağlığı, işçilerin bedensel, ruhsal ve toplumsal tam bir iyilik halidir… işyeri sınırları ile dört duvar arasına sokulacak bir sorun değildir… işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu üretim güçlerinin gelişiminden, üretim ilişkilerinden, özellikle üretim araçlarının özel mülkiyetinden, kısacası üretim biçimlerinden ayrı ele alınabilecek bir sorun değildir.” Sorunun sadece doktorlar tarafından teknik önlemlerle çözülemeyeceğinin altını çizerken “toplumsal-ekonomik boyutlu bir sorundur. Siyasal iktidar sorunudur… Kısacası üretim biçimlerinden, üretim biçimlerinin değişiminden ayrı ele alınamayacak bir sorundur” ifadesiyle neden-sonuç ilişkisini kuruyor. Bugün sendikalar ve meslek örgütleri bu ilişkiyi kurmakta zorlanırken, resmi ideolojinin gölgesinde sorunun çözümünü başka bir mecrada arıyorlar.
AZINLIKLARIN KÂRI ÇOĞUNLUĞUN SAĞLIĞI İLE ÇELİŞİR
Uzlaşmaz sınıf çelişkilerine göndermeler yapan DİSK’e göre; iş güvenliği konusunda “iş kazalarında yüzde 80-85 insan faktörü, yüzde 15-20 teknik faktörler sorumludur” veya “iş kazalarında yüzde 98 insan faktörü sorumludur” cümleleri ağızlarda sakız olan ve araştırma desteği olmayan sermaye söylemleridir. DİSK kitabında; “Çalışma Bakanlığı’nın iş kazalarının yüzde 80’inin “beşeri faktör”den yani çalışanların dikkatsizliğinden ileri geldiği” ve “iş kazaları ve meslek hastalıklarının çalışma hayatının kaçınılmaz riskleri, tehlikeleri olduğu” sermayedarın bazı cüretkâr temsilcilerinin daha da ileri giderek “kaçınılmazlık teorisi” geliştirdiğini belirtiyor. “İşyerlerinde kaza olması doğaldır, kaçınılmazdır, yoksa işyerlerini kapatmak gerekir”
ifadesi bugünün Çalışma Bakanı, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı söylemleriyle ne kadar da aynılaşmış! “İkisinden birini seçeceksiniz: Ya iş kazası ya da işsizlik” söylemi o gün de bugün de hep aynı değil mi?
DİSK, sorunun kişiselleştirilemeyeceğini belirterek devam ediyor; “işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu yalnız işyerlerinin değil, tüm toplumun sorunu… mülkiyetin ve kâr dürtüsünün egemen olduğu kapitalist düzende işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu bir genel sağlık sorunu değil “artan maliyetler” sorunu olarak ele alınmaktadır. Özel mülkiyet temeli üzerinde yükselen kapitalist toplumun en temel dürtüsü kâr’dır. Kâr, daha fazla kâr, en fazla kâr…”
Kapitalist sistem, “işçinin ve doğanın en hunharca biçimde sömürülmesi” nedenselliği üzerinden patronun kârını artırmaktır amacıyla “neyin, ne ile, ne kadar üretileceğine karar veren üretim tekniklerini, çalışmanın süresini ve hızını, üretim hacmini” belirlemektedir. Bu anlamda devamında; “İş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemeye yönelik her harcama kâr dürtüsü ile çelişebilir. Kapitalistler üretim maliyetlerini düşürmek ve kârlarını artırmak için her yolu denerler. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçi sınıfının çıkarları ile kapitalist sınıfın çıkarları kapitalist topluma ilişkin her sorunda olduğu gibi taban tabana zıttır. Azınlığın kârı çoğunluğunun sağlığı ile her yönden çelişmektedir” sonucuna ulaşılmaktadır.
DİSK, Karl Marx’tan alıntı yaparak; “Benden sonra Tufan her kapitalistin ve bütün kapitalist ulusların parolasıdır. Demek ki, sermaye toplumun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da, yaşayacağı ömrün uzunluğuna karşı da vurdumduymazdır. Maddi ve manevi yozlaşmaya, erken ölüme, aşırı çalışma işkencesi konusundaki feryatlara şu karşılığı verir. Bizim kârlarımızı artırdığı için bunlara üzülmek mi gerekir?” tespitlerine yer veriyor. (Kapital, I.cilt, s.293, çeviri; A.Bilgi, Sol Yayınları)”
DİSK’e göre özetle; üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinde yükselen kapitalist sistemde “işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçiler ile patronlar arasında çıkar birliği” değil “çatışma” vardır. Mevcut yasa ve yönetmeliklerin bu çatışmayı önlemeye yeterli olmadığını belirten DİSK bugün için de geçerli olan; “Kapitalist sınıfın kâr dürtüsü ile giriştiği sömürüyü artırıcı yöntemler iş kazalarını ve meslek hastalıklarını artıran, işçilerin sağlığını bozan etkenlerin başında gelir. Emeğin yoğunluğunu ve verimliliğini artıran çeşitli çalışma biçimleri fazla çalışma, vardiyalı çalışmalar, işçilerde aşırı yorgunluk ve gerilim yaratır. Zararlı kimyasal maddelerin bulunduğu ortamlarda daha uzun, daha yoğun kalmaları meslek hastalıklarını artırır” tespitlerini yapıyor.
1980 öncesindeki DİSK’in aşağıdaki ifadeleri bugün sendikalar kullanmaktan kaçınsa da durum aynıdır: “Yasa ve yönetmeliklerin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında işverenlere yüklediği her görev işletmelerin masraflarının biraz daha artması, iş kazasını azaltacak her yeni makine patron için yeni bir yatırımdır… Patronlar sakatlık, körlük, sağırlık, hastalık, ölüm bahasına elde ettikleri kârlarını hiçbir nedenle azaltmak istemezler. Kapitalist sınıf sağlık sorunu ile ancak sağlık konusunun tatlı bir kâr alanı olarak görüldüğü zaman ilgilenmektedir. Üretim sırasında zehirli olduğu, kansere yol açtığı iddia edilen maddeleri değiştirmek ya da üretimden vazgeçerek patronlar için kârlarından olmaktır…” Bugün değişen bir şey var mı?
Kapitalizmde sağlık hizmetlerinin tatlı kâr alanı olduğunu vurgulayan DİSK, “Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de koruyucu sağlık hizmetleri yerine tedavi edici sağlık hizmetlerine ağırlık verilir… Önce insanların hasta olmasına göz yumacaksın, sonra iyileştirme iddiası ile ilaç ve malzeme satarak kâr sağlayacaksın… Kapitalist ülkelerde egemen sınıflar kendi yarattıkları hastalıkları iyileştirirken kâr etmeye devam ederler. İş kazaları ve meslek hastalıklarını kaynağında önlemeyeceksin, bunları geçici önleyecek koruma araçları satarak büyük kârlar sağlayacaksın” derken, kâr dürtüsünün insanların sağlığından önce geldiğini belirtiyor.
Dünyada işçi sınıfının tarihsel mücadele içinde sendikal örgütlü çabaları sonucunda işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında sürekli önlemli haklar kazandığını ve yeni gelişmeler yaşandığını tespit eden DİSK; “Bugün de sendikaların büyük bir çoğunluğu işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu ile ilgilenmemektedirler. Bu sendikalar ücret zamlarının iş kazası ve meslek hastalıklarının artması pahasına elde edildiğini ya görmemekte ya da görmemezlikten gelmektedirler. İş kazaları ve meslek hastalıklarının nedenlerine inmeden sonuçları ile uğraşmaktadırlar” diyor.
Sorunun ülkenin diğer sorunlarından ayrı ele alınamayacağını ve “İşçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu gerçek anlamda üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin ortadan kalkacağı bir toplumda, yani sosyalist bir toplumda çözümlenecektir” görüşünü benimseyen DİSK’e göre; “İşçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu siyasi bir sorundur, bir düzen sorunudur… UÇÖ’nun işçi sağlığına ilişkin amacı kapitalist toplumda gerçekleşemez. Sosyalist toplumlarla kapitalist toplumların işçi sağlığı ve iş güvenliğine yaklaşımı taban tabana zıttır. Kapitalizmde temel amaç daha fazla kârdır.” DİSK’in bakışıyla işçi sağlığı ve güvenliği sorunu, “daha fazla kar” dürtüsünün egemen olmadığı, çalışmanın bir zevk olarak ele alındığı, insana en yüksek değerin verildiği bir üretim biçiminde, yani “sosyalizmle çözülecek”… Ancak, “içinde yaşadığımız ekonomik-siyasi koşullarda işçi sağlığı ve iş güvenliği sorununa ilişkin olarak yerine getirilecek önemli görevler vardır… İşçi sınıfı tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu bilerek, yarının bugünlerden kurulacağının bilincinde olarak, işçi sağlığı ye iş güvenliği konusunda kararlı bir mücadele verecek ve bu düzende belli hakları koparta koparta alacaktır.”
Sonuç olarak DİSK; mücadeleyi Türkiye işçi sınıfının kazanacağını vurgulayarak “İşçi sağlığı mücadelesi, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizin bir parçasıdır” diyor ve bugün de etkili olabilecek çözümler öneriyor; “İşçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin temel ilkelerimizi toplu sözleşmelere koyup gerektiğinde yalnızca bu istemler için grev yapmak zorundayız.”
1980 SONRASINDA İŞÇİ SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI
12 Eylül Darbesi sonrasında sendika, meslek örgütleri ve derneklerin kapatılmaları, yöneticilerinin 4 yılı aşkın bir süre tutuklu kalması tüm çalışmaların da durması anlamına geliyordu. TTB 1985’de genel merkezi İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak faaliyetlerine başladı. DİSK ise yöneticileri beraat etmesine rağmen 12 yıl boyunca kapalı kaldı.
1980-85 arası dönemde sendikacılar varlık gösteremedi, ancak bir grup hekim işçi sağlığı çalışmalarını sürdürüyordu. Dr. Nejat Yazıcıoğlu, Dr. Haldun Sirer ve Dr. Metin Benol tarafından 1985 yılında İstanbul’da İşçi Sağlığı Derneği kuruldu. Dr. Veli Lök Derneğin İzmir Şubesi kurucusu ve Başkanı oldu. Dernek, 120 işçiye 1 yıl devam eden 150 saatlik “İşçi Sağlığı Eğitimi” yaptı. Eğitimler Dernek tarafından sertifikalandırıldı. Dernek ayrıca, Sendikal Araştırmalar, Sendikal Platform, Sendikal Eylemin Sorunları, Asgari Ücret vb konularda çalışmalar yaptı.
TTB “YETKİLİ MAKAM”
İş Kanunu gereği 1974 yılında onaylanan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün 91. maddesi gereğince (6 ay içinde çıkarılması hükme bağlanan, ancak 6 yıl sonra hazırlanan) “İşyeri Hekimlerinin Çalışma Şartları ile Görev ve Yetkileri Hakkında Yönetmelik” 4 Temmuz 1980 tarihinde kabul edilerek işyeri hekimliği alanını ilk kez düzenledi. 1980 öncesi yükselen işçi sağlığı mücadelesi sonucu “darbeye 70 gün kala” Çalışma Bakanlığı’na karşı oluşturulan basınç sonucu Yönetmeliğin Resmi Gazete’de (Sayı 17037) yayınlanması sağlanmıştı. “Sosyal Devlet” ruhunu yansıtan ve ILO tarafından “İşyerlerindeki İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin” 03 Haziran 1959 tarihinde kabul edilen 112 sayılı Tavsiye Kararı dikkate alınarak TTB aktivistlerinin çabaları ile hazırlanan bu Yönetmelik 1980 darbesi sonrası adeta unutulmuşken yine TTB tarafında uygulama alanı buldu.
Bu yönetmeliğin “İşyeri Hekimlerinin Nitelikleri” tanımlanan 6. maddesinde işyeri hekimi olarak görev alacak olanların sahip olması gereken nitelikler arasında “yetkili bir makam tarafından verilmiş bir işyeri hekimliği sertifikasına sahip olmak” hükmünden söz ediliyordu. Çalışma Bakanlığının kış uykusuna yattığı bu dönemde TTB kendisine “yetkili makam” sıfatıyla görev vererek; işyerlerinin tespiti, izlenmesi ve işyeri hekimlerinin atanmaları ile birlikte işyeri hekimlerinin eğitimlerinin düzenlenmesi görevini üstlendi.
TTB İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞYERİ HEKİMLİĞİ ÇALIŞMALARI
TTB, 1985 yılında açıldıktan sonra İstanbul, Ankara ve İzmir tabip odalarında İşçi Sağlığı Komisyonu çalışmaları başlatılmıştı. 1986’da İstanbul Tabip Odasında Genel Sekreter Dr. Nejat Yazıcıoğlu ile birlikte Dr. Metin Benol ve Dr. Haldun Sirer işyeri hekimi sertifika programıyla ilgili çalışmalara başladılar. 1985 sonrasında geçen 10 yıl içerisinde “işçi sağlığı ve işyeri hekimliği” alanında niteliksel gelişmeler olmuştu. TTB; “işçi sağlığı ve işyeri hekimliği” ile ilgili alana ağırlıklı önem verdi ve 1987 yılında 35. Büyük Kongre, “İşyeri Hekimliği Sertifika Programının başlatılmasına ve yasal olarak öngörülen işyeri hekimliği uygulamalarının yaygınlaştırılıp, desteklenmesi gerektiğine” karar verdi.
33 saatlik ilk işyeri hekimliği sertifika kursu 15-27 Şubat 1988’de İstanbul’da gerçekleştirildi. Yönetmelik uygulamalarına karşı TİSK, KİPLAS (Kimya ve Petrol İşverenleri Sendikası) ve düzeni bozulan bazı işyeri hekimleri önce Bakanlıktan iptal talebinde bulundu, sonra Danıştay’a iptal davası açarak TTB uygulamalarından rahatsızlığını ifade etti. Danıştay TTB lehine karar verdi. Bu yönetmelik yine TİSK’in eğitimlerin piyasalaşması talebi sonrasında Çalışma Bakanlığı’nın kış uykusundan uyanmasıyla 16 Aralık 2003 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren “İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” çıkana kadar varlığını korudu. 2003 sonrasında defalarca değiştirilen Yönetmelik eğitimlerin piyasa koşullarına uyarlanmasını sağladı (bu konuya tekrar dönülecek).
TTB 1986 yılında işyeri hekimi asgari ücretini belirleme kararı aldı. 1986 yılında işçi asgari ücreti 29.037 TL iken, TTB işyeri hekim asgari ücretini 60.000 TL olarak belirlemişti. Sonraki yıllarda işyeri hekimi ücretlerindeki artışı realiteyi yansıtmasa da devlet kurumlarının belirlediği enflasyon oranına göre yapan TTB giderek makasın açıldığını gördü. Örneğin 1986 yılında 2,07 olan işçi-işyeri hekimi asgari ücreti arasındaki farkın 1997 yılında 8,76’ya, 2015 yılında ise 11,06’ya çıktığı hesaplanmaktadır. Başka bir hesapla; 1986 yılında kamuda çalışan pratisyen hekim ücretinin yaklaşık yarısı kadar ücret alan işyeri hekimleri 2015 yılında kamuda çalışan hekimlerin yaklaşık 4 katı kadar fazla ücret almaya başladı. İşverenlerin karşı tavırları ile hekimlerin haksız rekabeti bu oranın daha büyük olmasını engellediği de ayrı bir gerçektir. Asıl gerçek ise işçi ücretlerindeki inanılmaz kayıplar ile ilgilidir.
Tabip Odası çalışmaları ile işyeri hekimi istihdam etmeyen işyerleri belirlendi. Umumi Hıfzısıhha Kanunu (m.282) gereğince Cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bulunulması ve mahkemelerin verdiği hapis ve para cezası ile birlikte işyeri kapatma cezaları 1986 yılından sonra 2000’li yıllara kadar etkili oldu. Ancak suçun “toplum/insan sağlığı ile oynamak” suçundan “görevi ihmal” suçuna dönüştürülmesiyle birlikte suçun niteliğinin değişmesi sonucu tabip odaları yargı kararları ile devre dışı bırakıldı.
TTB standart tek tip sözleşme ile hekim-işveren arasında yapılan iş akitlerinde tabip odaları taraf ve onay makamı olmuş, bu durum örgütsel destek anlamında hekimlerin özlük haklarını güçlendirmiştir.
Tabip odaları, 1980 Yönetmeliğinin tanıdığı mesleki denetim hakkı çerçevesinde işyeri hekiminden “işyeri durum saptama formu” doldurmasını şart koşarak işyerlerinde sağlık hizmeti standartlarının iyileşmesine katkıda bulunmuştur.
2. ULUSAL İŞÇİ SAĞLIĞI KONGRESİ
TTB tarafından 1978’de düzenlenen I. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi sonuç bildirgesi bir sonraki Kongrenin DİSK, TMMOB, TBB, TÜTED ve diğer meslek odaları ile birlikte hazırlanması kararı almasına rağmen beklenen birliktelik sağlanamadı. TTB tarafından 4-7 Nisan 1988 tarihinde “2. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi” politik içerikten yoksun, teknisist bir anlayışla düzenlendi.
TTB ile DİSK’in 1980 öncesi birlikteliğinde politik ve teknik ortaklaşma işçi sağlığına sınıf eksenli bakışı bilimsel çizgide yönlendirmiş ve sınıftan yana anlamlı çalışmaların programlanmasını sağlamıştı. Üzülerek söylemek gerekir ki DİSK tekrar faaliyete başladığı 1992 sonrasında 12 Eylül darbesi öncesindeki “işçi sağlığı” birikimini yakalamak şöyle dursun o seviyelere hiçbir zaman gelemedi. 1988 Kongresi DİSK’in olmadığı, TTB’nin de mesleki-teknik bir kongre programı ile Çalışma Bakanlığı, Türk-İş ve işverenlere daha yakın durduğu ve ana eksenini sınıftan uzaklaştırdığı bir etkinlik olmuştur. Bu anlamda TTB 1988 sonrası dönemde “işçi sağlığı” değil “işyeri hekimli ği” alanına yüklenmiş, hekim özlük haklarını öncelemiştir. Bu tercih TTB içinde de örgütsel kırılmalara yol açmıştır. Örneğin, 1988’de başlayan İşyeri Hekimliği Kursları için hazırlanan İşyeri Hekimliği Ders Notları 1989 yılında yayınlandığında TTB Merkez Konseyi Sunuş yazısında “Şimdi hedefimiz elde edilen deneyimlerden yararlanarak sürekli eğitimle işyeri hekimliğini daha başarılı düzeylere taşımaktır. Bu uğurda işçi, işveren kuruluşları ve resmi organlarla verimli işbirliğine her zaman açık olduğumuzu bir kez daha yineliyoruz” derken 1980 öncesi TTB’nin sınıf eksenli bakışı yön değiştirerek devlet-işveren bakışına dönüşmüştür. Bu bakışla eğitim kadrosu oluştururken de benzer bir hassasiyet üzerinden ayrışmalar yaşanmıştır.
AB “UYUM” SÜRECİ
Bu gelişmeler Türkiye’de AB’ye girme arzuları depreşirken, AB Konseyi tarafından hazırlanan “İşde Çalışanların Sağlık ve Güvenliklerini İyileştirmeye Yönelik Tedbirler Alınmasına İlişkin” Çerçeve Direktif’in (Yönerge: 12.06.1989 tarih ve 89/391/EEC sayılı) gündeme geldiği döneme rastlamaktadır. AB “uyum” sürecinde işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili Yönerge tarafların rol ve görevlerine “anlamlı” açılımlar getirdi. Yönerge, “üye ülkelerin işçi sağlığı iş güvenliği konusundaki yasal düzenlemeleri hem çok farklı hem geliştirilmeye muhtaçtır” tespitine karşılık her bir ülkede hazırlanacak ulusal hukukun iç dinamiklerin gücü ölçüsünde oluşturulacağına işaret ederken, Türkiye’de rengi sarıya kayan sendikal hareket bu konuda taraf dahi olmadı. Meslek örgütleri ise AB açılımını yerinde buldu. Daha da ötesi “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” (1981)155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin” (1985) 161 sayılı ILO Sözleşmeleri Çerçeve Yönerge ile bütünselleştirildi. Bahsedilen uluslararası üç belgenin 2012 yılında yürürlüğe giren (daha sonra tekrar tartışacağımız) 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile uygulama alanı bulmasıyla o günden bugüne işyeri hekimliği eğitimlerinin ve işyeri sağlık hizmetinin piyasa koşullarında kâr amacıyla “dışarıdan” verilmesi sağlandı. Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) üzerinden hizmetle; ucuz işçilik, esnek çalışma, az profesyonelle çok iş, az sürede çok iş beklentisi gerçekleşti. Bu düzenlemelerle işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanına biçilen rol; işçinin sağlığı değil sistemin güvenliği ile ilgiliydi. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamı serbest piyasa koşullarında sağlanırken, bireysel olarak istihdamın önü kesiliyordu ve işveren ya da OSGB her durumda kazançlıydı.
12 Eylül sonrasında doruğa ulaşan hak kayıplarına karşı emek cephesinde 1987 yılından sonra başlayan huzursuzluk mücadelenin yükselmesini beraberinde getirdi. Beyaz Yürüyüş (23 Ekim1988), maden işçilerinin uzun büyük yürüyüşü (4-8 Ocak 1991), Ankara’da büyük miting ve yürüyüşler (5 Aralık 1992 ve 26 Kasım 1994), Emeğe Saygı mitingi (5 Ağustos 1995) başta olmak üzere eylem ve etkinlikler 1995 yılına kadar sürdü. Devlet-sermaye öncülüğüyle neoliberal politikalara dönüşüm planları ile birlikte; militarist saldırılar ve faili meçhul cinayetlerle devlet terörünün daha da yoğunlaşması gündeme taşındı.
“İŞÇİ SAĞLIĞI” VE “İŞ SAĞLIĞI” KAVRAMLARININ İDEOLOJİK AYRIŞIMI
Bu dönemde uluslararası ve ulusal planda “işçi sağlığı” eksenli kavramsal dönüşümler yaşandı. ILO ve DSÖ’nün birlikte oluşturduğu İşçi Sağlığı Ortak Komitesi işçinin sağlığına yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin açılımını 1950 yılında şöyle yapmıştı: “Tüm mesleklerdeki işçilerin fiziksel, ruhsal, sosyal iyilik durumlarını en üst düzeye ulaştırmak ve bu düzeyde sürdürmek; işçilerin çalışma koşulları nedeniyle sağlıklarının bozulmasını önlemek; işçilerin çalıştırılmaları sırasında sağlığa aykırı etmenlerin neden olabileceği tehlikelere karşı korumak; işçilerin fizyolojik ve psikolojik durumlarına uygun bir çalışma ortamına yerleştirilmesi ve bu durumun korunması; özet olarak işin insana insanın işe uyumunu sağlanmak.” İşçilerin bedensel, psikolojik ve sosyal tam bir iyilik hali olarak “işçi sağlığı” kavramı bugün de kabul edilebilir tanımdır. Ancak İşçi Sağlığı Ortak Komitesi 1995 yılında işçi sağlığı tanımını “geliştirdi” ve işçi sağlığı hizmetlerinin amaçlarına “İşçilerin sağlığı ve çalışma kapasitesinin iyileştirilmesi… çalışma organizasyonunun ve çalışma kültürünün işyerinde güvenlik ve sağlığı destekleyici yönde ve dolayısıyla olumlu bir sosyal ortamı ve işin üretkenliğini artıracak sorunsuz bir işleyişi destekleyecek şekilde geliştirilmesi…” ifadelerini ekledi. Bu değişimle “verimlilik” işçi sağlığı hizmetinin amaçları arasına alınmıştı. Günümüzde ise verimlilik anlayışı öncelikli amaç haline getirilmiştir. Bu değişimlerin Türkiye’de tartışmaya başlanmasına paralel olarak mevzuat düzenlemeleri gündeme geldi. 2000 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun yeniden düzenlenerek Bakanlık bünyesinde “İşçi Sağlığı” adına ne varsa “İş Sağlığı” olarak değiştirildi. Sonraki bölümlerde tartışılacak olan 2003 yılındaki 4857 sayılı İş Kanunu ve 2012 yılındaki 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu bu anlayışa uygun olarak düzenlendi.
YENİ DÜNYA DÜZENİNDE“İŞ SAĞLIĞI” AÇILIMI
Mevzuat düzenlemeleri sırasında gündeme getirilen yeni emek rejimlerine göre “işçi sağlığı” anlayışından “iş sağlığı” kavramına geçişte “korumanın kapsamının genişletileceği” üzerine gerekçe üretilirken, aslında genişleyen/esnekleşen korumanın kapsamı değil, çalışma ortamı/alanıyla ilgiliydi. “İşyeri” tanımı işverenin sorumlu olduğu alan ile sınırlı iken “işyeri” esnekleşerek işçinin evine ya da bilinmeyen enformel alanlara kadar uzanmaya başlamıştı. Üretimin giderek esnekleştirilmesinin sınır tanımadığının kanıtı eve iş verme veya evde çalışma olarak ortaya çıkan çalışma biçimiydi. Üretim süreci işverenin korumakla yükümlü olduğu alandan uzaklaşırken, riskler de yeni alanlara doğru transfer oluyordu. İşçinin korunmasının sorumluluğu işçiye kalırken, üretimin korunmasının sorumluluğu da işverence garanti kapsamında bağıtlanıyordu. Başka bir yaklaşımla gelişecek iş kazası ve meslek hastalıklarının sorumluluğu da işçi tarafından üstlenilmiş oluyordu. Bu tür çalışma biçimlerinde işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili kişisel koruyucudan, işyeri hekimi ve iş güvenliği hizmetine kadar her türlü maliyetin yükü de işverenin üzerinden kalkıyordu.
Yeni Dünya Düzeninde korunması gereken işçi değil üretim araçlarıydı, bu anlamda “işçi sağlığı” yerine “iş sağlığı” anlayışı tercih edilmeliydi. Nitekim (sonraki bölümlerde tartışacağımız gibi) işverenin işçiyi koruma yükümlülüğü işçinin kendisini koruma sorumluluğuna dönüştürülmüştü; işçi hem kendisini, hem çalışma arkadaşlarını, hem de üretim araçlarını korumak zorundaydı, aksi takdirde bedelini ödemekle yükümlüydü.
3.ULUSAL İŞÇİ SAĞLIĞI KONGRESİ
Yeni Dünya Düzeninin inşası için mevzuat oluşturulduğu ve çalışanların örgütsüzleştirilerek güçsüz bırakıldığı bir dönemde işçi sağlığı ve güvenliği alanına dikkat çeken TTB bu alanda toparlayıcı rol üstlenerek 20-23 Nisan1998 tarihlerinde Türk-İş, DİSK, KESK ve TMMOB birlikteliği ile 3.Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi’ni düzenledi. Kongre hazırlık çalışmalarında Hak-İş de yer almasına rağmen Kongre programının ağırlığını kaldıramadığında geri adım atarak düzenleme kurulundan çekildi. Yeni Dünya Düzeni, globalleşme, esnek üretim süreci, toplam kalite yönetiminin; işçi sağlığı, örgütlenme ve üretim süreçlerine etkilerinin tartışıldığı Kongre’de; artık yeni bir dönemin başladığı, işçinin sadece emeğinin değil ruhunun da satın alınmak istendiği bir dönemin yaşandığı, çalışanların örgütlenmesinin önünde yeni bir engel oluşturan bu sürecin sendikalar ve meslek birlikleri tarafından yakından izlenmesi ve işçi sağlığı ve güvenliğine olumsuz etkilerinin gözlenmesi gerektiği sonuçlarına varıldı. Kongrenin en önemli sonuçlarından birisi işçi sağlığı alanında özerk bir Enstitü kurulması kararıydı.
Devam edecek