Türkiye’nin siyasi tarihini yazacak tarihçiler, 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimini, “Türkiye’nin çokpartili döneme geçmesinden sonraya- pılanen önemliseçim” diye kayda geçeceklerdir.
Çünkü 7 Haziran Seçimi, Türkiye’de seçime katılan partilerin aldıkları oya göre sıralanıp, galiple ve mağlubun/mağlupların ya da gidecek hükümetle yerine kurulacak hükümetin belirlenecek olmasıyla sınırlı klasik bir seçim değildi.
Partilerin aldığı oylar açısından bakıldığın- da, YSK’nın verdiği kesin seçim sonuçlarına göre; AKP’nin geçerli oyların yüzde 40.87’sini, CHP’nin yüzde 24.95’ini, MHP’nin yüzde 16.29’unu, HDP’nin de yüzde 13.12’sini aldığı bir tablo ortaya çıkmıştır.
Bu tabloya, Türkiye’nin ve bölgenin içinden geçtiği sorunlardan ve bugüne getiren siyasi mücadeleden bağımsız olarak bakıldığında, bu tablo hükümetlerin seçimle gelip gittiği herhangi bir ülkeden farklı değildir. Ve bu tablo üstünden çeşitli koalisyon hükümetleri kurulabilir. Ya da tabloya bakarak, en başarılı parti şu parti, başa- rısızı da bu partidir denebilir.
Ama 7 Haziran 2015 gece yarısına doğru seçim sonuçları yukarıdaki gibi sonuçlandığında, Türkiye’de ve dünyanın başlıca ülkelerinde bu tablonun rakamsal anlamını çok aşan değerlendirmeler yapıldı; ortak kanı “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” biçimindeydi.
Üstelik bu değerlendirmeler, en çok oy alan ve arkalarında hala yüzde 40 gibi büyük bir seçmen desteği olan bir partiyi başarısız, “çöküş içinde” ilan ederken, seçimde barajı aşan ama en az oy alan “HDP’nin zaferi” ni ifade ediyordu. Türkiye siyasetinin geleneksel iki partisi olan ve her biri HDP’den çok fazla oy alan CHP ve MHP’nin oylarının azalması, çoğalması, koalisyonda hangi ağırlıkta yer alabilecekleri gibi sorunlar, anketörler dışında kimseyi ilgilendirmedi; siyasi değerlendirmelerde de bu partilerin her- hangi bir ağırlığı olmadı.
DÜNYADA SEÇİM SONUÇLARI SIRADAŞI BİR TEPKİYLE KARŞILANDI
Nitekim, seçimden sonraki ilk gün yapılan seçim sonucu “değerlendirmeleri”nde olduğu gibi, tepkiler de sıra dışıydı.
8 Haziran günü Türkiye’de basın ve siyaset dünyası ile dünya kamuoyu, resmi gayri resmi odakların açıklamalarıyla, vücut dilleriyle Türkiye’deki seçimler üstünden oluşan tepkileri şöyle tarif sınıflandırabiliriz:
Dünyanın her ülkesindeki demokratik kamuoyu, ilerici demokrat çevreler, Ortadoğu ve tüm İslam ülkelerinde Şeyhliklere, Krallıklara, şeriatçı yönetimlerle, IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi terörist güçlere karşı laisizm ve demokrasi mücadelesi içindeki güçlerden Türkiye’de seçim ittifakı yapıp HDP etrafında birleşerek seçime katılan siyasi parti; örgüt ve çevrelere kadar tüm ilerici demokrat güçler seçim sonucunu sevinçle karşıladı! Sadece ilerici demokrat çevreler de değil, ABD’den AB’ye, Tunus’tan Güney Afrika Cumhuriyeti’ne, İsrail’e kadar çeşitli ülkelerin temsilcileri de resmi ve gayri resmi açıklamalarla Türkiye seçimlerinden çıkan sonucu “memnuniyetlekarşıladıklarını” duyurdular. Bütün bu ülkelerin medyasında, yazılı ve görsel basında bu “memnuniyet” çeşitli haberlerde olduğu kadar yapılan yorumlarda da açıkça ifade edildi.
Ve tabii ki bu sonuçlar dünya ve Türkiye’de sadece “memnuniyet” yaratmadı; aynı zamanda üzüntüye de yol açtı.
Örneğin dünyanın her yerindeki Müslüman Kardeşler, IŞİD, El Kaide, Boko Haram, El Nursa, Taliban gibi şeriat için mücadele eden İslamcı örgütler ve onların etkilediği kesimler, “Eyvah! Bizi uluslararası her platformda destekleyen, ‘insaniyardım’veçeşitlitürdenyardımlarlabesleyenAKPiktidarıçöktü!” diye yasa bürüdüler. Nitekim Davutoğlu seçimden hemen sonra “Ortadoğu ve Afrika’daki kardeşlerimiz üzülmesinler, biz arkalarında durmaya devam edeceğiz” içerikli mesajlarla onların yüreklerine su serpme ihtiyacı duydu.
Seçim sonuçları ortaya çıktıktan sonra oluşan “memnuniyet” ve “üzüntü” tablosunu tamamlamak için, Türkiye’de şekillenen saflaşmaya daha yakından bakmamız gerekir. Çünkü Türkiye’de seçim sonucundan memnuniyet duyanlar, sadece HDP ve onun etrafında ittifak ve “destek” gücü olarak bir araya gelen çeşitli güçler değildi. Kendilerine “sosyalist”, “komünist” “demokrat”
diyen ve seçimde HDP’yi desteklememek için bin dereden su getiren kimi çevrelerin taraftarları da, yönetimlerinden gelen “oy verme!” çağrısına karşın HDP’ye oy vererek ve seçim başarısına kendi oylarıyla katılmış olmanın da hazzını yaşayarak memnuniyet duyanların saflarına katıldılar. CHP’nin üyelerinin büyük bir çoğunluğundan çeşitli kademelerdeki yöneticilerine kadar…, hatta MHP oy veren azımsanmayacak bir kesim de bu seçimin sonuçlarını, “AKP’ye dur diyecek bir sonuç” olduğu için sevinçle karşıladılar. Yine TÜSİAD’dan çeşitli sermaye örgütlerine, AKP güdümlü olmayan kimi sendika merkezi ve sendikacılar ile çeşitli sendika, emek ve meslek örgütlerine kadar geniş bir kesim de seçim sonuçları sevinçle karşıladı.1
Şunu güvenle söyleyebiliriz ki, bugüne kadar uluslararası demokratik kamuoyu, çeşitli ülke hükümetleri ve basını, Türkiye’deki seçimlere hiç bu kadar ilgi göstermemiştir.
7 HAZİRAN SEÇİMİ DÜNYAYI NEDEN BU KADAR YAKINDAN İLGİLENDİRDİ?
Dünya ölçüsünde seçimin hemen ertesi günü oluşan bu tepkiler karşısında şu soru akla gelir: Türkiye’nin 7 Haziran 2015 seçimi bu kadar önemli hale getiren, özellikle seçim sonucunun Türkiye’nin sınırlarını da aşarak böylesi “memnuniyet” ya da “üzüntüyle” karşılanmasına yol açan neydi?
HDP’nin barajı aşmasının Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve bölge halkları bakımından önemini şimdilik bir yana bırakırsak; bu seçim tablosunun, dünya ve Türkiye’de olağan zamanda bir araya gelmeyecek ve ortak bir sevinç duyduğunda “acaba bir yanlış mı yaptım” diyecek güçlerin bu seçim sonucundan ortak memnuniyet duyan tarafta yer almalarının “başarısı”, AKP’ye, onun 13 yıllık iktidarında hayata geçirdiği “iç ve dış politikası”na aittir!
Şöyle ki;
Seçim değerlendirmelerinde ortak kanı “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” biçimindeydi. Öncelikle AKP iç politikada, Türk-İslam sentezci neoliberal ve demokrasi karşıtı bir saldırganlık politikası izlemiyor, ama Kürt ve Alevi sorunlarını çözmek için yola çıkmış, eski statükonun baskıcı, özgürlükleri ayaklar altına alan düzenine karşı mücadele ediyor görünmeye çalışırken, gerçekte, özellikle iktidarının son 5 yılında, Türkiye’nin 200 yıllık modernleşme mücadelesinin kazanımlarını ortadan kaldırarak İslami referanslara dayanan “muhafazakar bir toplum inşa etme”ye girişmiş, bunun için tek kişinin diktatörlüğünde biçimlenen bir “Başkanlık Sistemi”ni dayatarak, Türkiye’nin tüm ilerici demokratik güçlerini ve demokratik kazanımlarını hedef alan bir çiz- giye varmıştır. Bu amaç son yıllarda planlı uygulamalarla hayata geçirilmeye çalışılınca AKP’nin niyeti herkes için görünür hale gelmiştir. Bu da Türkiye’nin modern bir ülke olma yolundaki kazanımlarını savunan tüm siyasi odakları, tüm halk kesimlerini, hatta AKP içindeki kimi kesimleri de Erdoğan- Davutoğlu ikilisin motive ettiği AKP’nin önünü kesilmesi gerektiği tutumunda birleştirmiştir.
Dünya demokratik kamuoyuyla iktidara gelmesinde olduğu kadar iktidarının ilk 8-10 yılı boyunca AKP Hükümetini neredeyse kayıt- sız koşulsuz destekleyen emperyalist ülkelerin hükümetleri ve uluslararası sermaye güçlerinin “AKP’nin durdurulması”ndan isteyip seçim sonuçlarından hoşnut olma nedeni ise, AKP’nin “yeni Osmanlıcı dış politikası”nın gelip dayandığı yerdir. Dünya demokratik kamuoyu, AKP’yi ve onun ilk yıllardaki iktidarını, “askeri vesayeti kaldıran reformcu, ılımlı İslamcı ama aynı zamanda ılımlı laikde olan bir iktidar” olarak varsayıp desteklemişlerdi. Batılı emperyalist odaklar ise, AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye’yi “ılımlı İslamcı”, Batının bölgedeki “model ülkesi” ve “bölge- sel gücü” olarak desteklediler. Ama AKP Hükümetlerinin “yeni Osmanlıcılık” adı altında girdiği dış politika hattıyla ”Osmanlı toprakları üstünde yeniden egemenlik kurma”, “bu ülkelerin ‘abisi’ olarak kabul edilmek” için girişimlerde bulunma, giderek “Müslüman Kardeşler çizgisinde bir İslam dünyası” oluşması için hareket etme ve Türkiye’nin bölgedeki askeri, ekonomik ve kültürel-tarihsel gücünü bu amaçlar için kullanmaya yönelmesi, Batılılar için “bölgenin yeni sorunlu ülkesi” haline gelerek, bölgede İslamcı terörist güçlerin dayanağı olarak görülen bir ülke çizgi- sine girmesi, Batılı kamuoyu kadar emperyalist güç odaklarını da AKP Hükümeti’yle pek çok konuda karşı karşıya getirdi. MİT’in bölgedeki faaliyetlerinin, bu örgütün AKP dış politikasının bir unsuru olarak devreye sokularak “istihbarat” ve “örtülü operasyonlar” düzenlemeye girişmesine, bölgedeki terörist guruplarla dolaysızca iş tutma ve onlara askeri ve lojistik destek sağlamaya kadar vardırılması, hem Batı ülkeleri hem de bölgedeki kimi gerici rejimler için (bile) Türkiye’yi “sorunlu ülke” haline getirdi. Ve elbette laik, demokratik bir Ortadoğu mücadelesi içindeki güçler için de AKP’nin hükmettiği Türkiye açık bir tehdit oluşturdu.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi seçim kampanyası sırasında yaptıkları pek çok konuşmada bir “üst akıl”ın kendilerine yönelik “komploları”nı işaret ederek, “kimse bizim güçlenmemizi istemiyor. Onun için bize saldırıyorlar” derken işte dış dünyadaki bu algıdan söz ediyorlardı. Öyle ya; elindeki gücü bölge halklarının aleyhine, bölge ülkelerinin kaosa sürüklenmesi ve bu ülkelerdeki iç çatışmaların körüklenmesi için kullanan bir ülkenin Hükümetinin güçlenmesini hangi akıllı komşu ülke yöneticisi ister ki?
Kısacası Erdoğan-Davutoğlu’nun önderliğinde temsil olunan politikaların;
- Türkiye’yi, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, İslam ülkelerinde şeriatçı bir düzen için mücadele eden tüm karanlık güç odakların merkezi yaparak, bunların stratejik hedeflerine hizmet etmekle kalmayıp, diplomasiden ekonomiye onları her alanda destekleyerek,
- Türkiye’nin rejimini “muhafazakar toplum” inşa etmek için “otoriterleşme”ye ve Türkiye’nin demokratikleşme ve özgürlükler konusundaki kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelterek, bunu bir diktatörlükle taçlandırma amaçlı olması,
- Türkiye’yi her alanda bölgedeki gericiliğin merkezi yapma girişimleri, dünyanın bu gelişmelerden rahatsız olan tüm güçlerini, “AKP’nin durdurulması”ndan memnuniyet duyanların safına katmıştır.
- Başka bir söyleyişle, uluslararası sermaye ve Türkiye’nin egemen sınıflarının bazı fraksiyonları için “AKP’nin durdurulması” ihtiyacının ortaya çıkması, AKP Hükümetleri tarafından Türkiye’nin Batılıların “model ülkesi” ve “bölgesel gücü” olmaktan çıkma yoluna sokulması, yanı sıra Türkiye’nin Ortaçağ değerleri çizgisine çekilerek, bölgedeki şeriatçı güçlerin stratejilerin dayanağı yapılmaya girişilmiş olmasındandır.
Dünya demokratik kamuoyu ve Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerinin seçimden AKP’yi durduracak bir sonuç çıkmasından duydukları memnuniyetin nedeni ise, AKP elinde Türkiye’nin kişisel diktatörlük rejimine temel olmak üzere “muhafazakar toplum” inşasına yönel- mesiyle Ortadoğu’da şeriatçı terörist örgütleri destekleyen politikalarına dur diyen bir sonucun çıkmasıdır. Bu yüzden, kimi “ilerici”, “komünist” odakların, “AKP’nin durdurulması”ndan memnuniyet duyanların geniş yelpazesine bakarak, bütün “memnun” olan güçlerin emperyalistler ve uluslararası sermaye tarafından yedeklediği- ni ileri sürmeleri sadece bir demagoji, bir kara propagandadır.
12 EYLÜL CUNTASININ KOYDUĞU BARAJI HALK YIKTI!
Hiç kuşkusuz, 7 Haziran Seçimi’nin en gözle görülen birinci özelliği 12 Eylül Cuntası’nın sis- temin sigortası olarak koyduğu 32 yıllık “yüzde 10’luk seçim barajı”nı yıkmasıdır.
Bugüne kadar hemen bütün siyasi partilerin “ilk fırsatta kaldıracaklarını” (en azından makul düzeye indireceklerini) vaat ettikleri barajı, AKP başta olmak üzere sermaye partileri değil, ama onların barajın kalması için gösterdikleri ısrara karşın halk yıkmıştır.
“Barajın halk tarafından yıkılması”, siyasette yol açtığı ve bu yazının da ele aldığı sonuçların- dan bağımsız olarak ele alındığında bile söyle- yebiliriz ki, Türkiye’nin siyaset tarihinde çok az rastlanan bir gelişmedir. Çünkü, adil olmayan seçim sisteminin “bekçilik” yaptığı siyasi mücadele alanı, sermaye partilerinin, diğer bir söyle- yişle statükonun partilerinin “kapalıavalanı”dır ve halkın bütün talepleri, bu alanda faaliyet gös- teren sermaye partilerinin eliyle boğulmuştur. Bu nedenle, siyasi alanda bir değişiklik için de alışkanlık olan; bir tarafta en azında sermaye partilerinin birinin ya da bir kaçının diğer tara- fında başka sermaye partisinin ya da partilerinin olduğu, çoğu zaman “danışıklıbirdövüş” olan mücadelede, halkın da buna göre bölünmesidir. Ve en ileri gidildiğinde bile, halkın “kırk katır mı kırk satır mı” tercihi ile karşı karşıya getirilmesi neredeyse kuraldır. 7 Haziran Seçiminde ise, Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri, bu güçlerin çağrısına uyan halk kesimleri, bir sermaye partisinin yedeğinde değil, başlıca Kürt halkının demokratik talepleri uğruna mücadele içinde biçimlenen HDP etrafın- da birleşerek; bütün düzen partilerine ve hatta kendisine “sosyalist”, “komünist”, “özgülükçü”, “solcu”,… diyen partilerin yöneticilerinin aksine çağrılarına karşın, 12 Eylül Cuntası tarafından biçimlendirilen seçim sistemine darbe vurmuş, cuntanın belirlediği siyaset sınırlarını yıkmıştır.
Onu içindir ki, bundan sonra artık sermaye partileri, barajı kaldırmak, en azından çok daha aşağılara çekmek için harekete geçecektir. Çünkü onlar için, artık halk tarafından yıkılarak, baraj, düzenin koruma kalkanı olma özelliğini yitirdiği gibi, ayaklarına da dolaşan bir engele dönüşmüştür.
Barajın yıkılmasının yol açtığı siyasi sonuçlar da dikkate alındığında, “siyaset alanın da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır” dersek bir abartı yapmamış oluruz. Ki, bunun pratikteki anlamı, siyaset alanındaki gelişmeleri eski normlara göre ölçemeyeceğimizdir. Onun içindir ki, seçimi ve sonuçlarını değerlendirirken, partilerin aldığı oy oranlarına bakarak, en başarılı partileri sıralayamıyoruz ya da seçimde partiler aldığı oyara bakarak, partilerin siyasetteki etkilerini ölçemiyoruz. Tersine, bu seçimin, en çok oy alan parti olan AKP ile en az oy alan HDP arasında geçtiğini ve seçimin galibinin de tartışılmaz bi- çimde, geçerli oyların sadece yüzde 13.12’sini alan HDP olduğunu söyleyebiliyoruz. Ki, bugün bu değerlendirmeyi sadece HDP ile seçim ittifakı yapmış olan bizler değil, AKP yandaşı olmayan (yandaşlarının az çok nesnel ölçüler kullanmaya devam edenleri de dahil) herkes yapmaktadır.
SEÇİMİN ÖĞRETTİKLERİ ÖNEMLİDİR
7 Haziran Seçiminin kesinleşen sonuçların bakıldığında, sadece “baraj” yıkılmamış, aynı zamanda AKP’nin tek başına hükümet kurması da olanaksız hale gelmiştir. Ki; bu da AKP için 400 milletvekilinden söz açarak tek başına ana- yasayı değiştirebilecek bir çoğunluk isteyen ve bu amaçla “yadevletbaşayakuzgunleşe!” di- yerek kendisini ortaya atan Erdoğan ve AKP için tam bir hüsrandır.
Kısacası, 13 yıldır, barajı da kendisine siper ederek, CHP ve MHP gibi, seçimi kazanması için ellerinden geleni ardlarına koymayan iki “rakip partinin” de yardımıyla kolay “seçim zaferleri kazanmaya” alışan AKP, bu sefer halk tarafından yıkılan barajın enkazının altında kalmıştır. Baraj sularının önüne kattığı AKP’nin nereye kadar sü- rükleneceğini, sürüklenirken nasıl ve kaç parça- ya ayrılacağını henüz görmedik, ama koalisyon arayışları içinde şimdiden tanık olduk ki, AKP içinde “bu parti çöküyor!” telaşı başlamıştır. Ve telaşın paniğe dönüşmesi, herkesin kendi canını kurtarmak için çareler aramaya yönelmesi sade- ce bir zaman ve bunun için bir bahanenin ortaya çıkması sorunudur.
“Barajın yıkılması”nın ortayı çıkardığı sonuç- ları, bu sonuçların ülke siyasetinin yeniden biçim- lenmesinde nasıl etkiler yaratacağını, bu parlamentodan çıkacak sermaye partilerinin kuracağı hükümetin ne kadar işlevsel olacağını, bu hükümetin halkın taleplerini karşılamada ne kadar gayret göstereceğini (göstermeyeceğini),… belki siz okuyucular bu yazıyı okurken bile en azından bazı yönleriyle (ip uçlarıyla da olsa) göreceğiz.
Ama şimdiden Türkiye’nin demokrasi güçle- rinin kazanımları için (seçimde HDP ‘ye oy ver- meyen “keskin” solcular için bile bunlar kaza- nımdır) şu saptamaları yapabiliriz:
- Bugüne kadar HDP’ye oy vermemiş, bir- kaç ay önce bile “HDP’yeaslaoyvermem” diyen diğer partilerden azımsanmayacak sayıda yurt- taşın HDP’ye oy verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü halkın siyasi bakımdan bir uyanış içinde olan kesimi bugün AKP’yi durdurmanın tek yolunun HDP’ye destek vermekten geçtiğini bilerek oy vermiştir. Bu da, halkın politik bilincinin, kendisine “solcu”, “Gezici”, “komünist”… gibi sıfat- lar takan kimi parti ve çevrelerden daha ileri olduğunu göstermiştir. Bu, elbette, “babadan dededen kalma partilerle siyasete devam” takıntısının geride kaldığını, halkın ülke çıkarları doğrultusunda diğer partilerden kişilerle, kendi partilerinin yönetimlerine karşın birleşmekten geri durmayacağını göstermiştir. Bu, ülkede siyasetin yeniden yapılanması imkanını göstermesi bakımından çok önemli bir kazanımdır.
- Halk, başkanlık sistemine, AKP’nin Erdo- ğan’ın kişisel partisi gibi peşinden sürüklenme- sine, Saray şaşaasına, rüşvet ve yolsuzluğa, kib- re, keyfi yönetime, hot zotçuluğa, din-mezhep- Kur’an istismarcılığına, ‘ben yaptım oldu’culuğa, kişisel diktatörlük heveslerine, basını susturma girişimlerine… Erdoğan’ın şahsında temsil olunan kişisel diktatörlük heveslerine “hayır” demiştir!
- Bu sonuç, laik ve demokratik Türkiye mücadelesi, çözüm süreci, Alevi sorununun çözümü, özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesi için geniş bir imkana işaret ettiği gibi; halkın, “eğitimin dini referanslara göre düzenlemesi”, “dindargeçlik”, “muhafazakartopluminşası” gibi “Müslüman Kardeşçi” hayallere pirim ver- meğini de göstermiştir. Türkiye’nin çok partili döneminde (70 yıllık bir dönem) sağcı partilerin önemli istismar aracı olan din, mezhep, Kur’an istismarcılığının artık –hiç değilse tayin edici ölçüde– pirim yapmadığı, tersine sahibini vuran bir silaha dönüşebildiği de bu seçim vesilesiyle ortaya çıkmıştır.
- 7 Haziran Seçim sonucu, AKP Hüküme- ti’nin dış politikasına, özellikle yeni Osmanlıcılık çizisinde sürdürdüğü müdahalelere, MİT devre- ye sokularak yürütülen örtülü operasyonlarla birleştirilen bölge diplomasisine “hayır” anla- mına gelirken, aynı zamanda AKP Hükümeti’nin ideolojik, diplomatik (ve mali) desteğini arkasın- da gören İslamcı örgütler ve çevreler içinde de hüsrana yol açmıştır. Dahası bu sonuçlar, Or- tadoğu’da şeriatçı güçlere, dinci terörizme kar- şı laik ve demokratik bir Ortadoğu düzeni için mücadele eden herkese de Türkiye halklarının bir selamı olmuş, moral ve motivasyon dayanağı olarak hizmet etmiştir.
- Bu seçimle Türkiye’nin halkları, Erdoğan ve AKP’nin “Başkanlık Sistemi” adı altında ger- çekleştirmeyi planladığı diktatörlük heveslerine, bu amaç etrafındaki girişimlerine “hayır” dere- ken, AKP’nin yenilmez, hesap sorulamaz bir par- ti olduğu imajını da yıkarak, Türkiye’de siyaset alanının demokratikleşmesinin de yolun açmış- tır. 7 Haziran Seçimi, hem “Erdoğandönemi” ve hem de “AKP dönemi”nin sonunu getirmiştir. Erdoğan Cumhurbaşkanı olmaya devam etse de, AKP bir biçimde çeşitli partilerle koalisyonlar kursa ya da “azınlıkhükümetleri”yle iktidar olsa da, artık “AKPdönemi”, “Erdoğan dönemi” de- nilen devir 8 Haziran itibariyle kapanmıştır
6-) 7 Haziran Seçimi bütün bu imkanları or- taya çıkarmıştır. Ama bu imkanların kendiliğin- den gerçeklere dönüşmesi beklenemez. Tersine bu imkanların gerçeklere dönüşmesi sert ve is- tikrarlı bir mücadele ile mümkün olabilecektir. Bu yüzden, nasıl bir hükmet kurulursa kurulsun, seçimi kazananlar için de Türkiye güllük gülis- tanlık bir ülke olmayacaktır. Çünkü; AKP ve Er- doğan, hükümete eskisi kadar güçlü bir biçimde sahip olmasa ya da hiç hükümette olmasa bile, devlet kademelerine yerleştirdiği kadrolarla ve Cumhurbaşkanlığı üstünden, iktidarını sürdür- mek için her yola başvuracaktır. SEÇİMİN MESAJI VE SERMAYE PARTİLERİNİN KOALİSYON GİRİŞİMLERİ 7 Haziran Seçimi’nin sonucu, “AKP’ninve Erdoğan’ınkaybettiğihalklarınkazandığıbirse- çim” biçiminde özetlenebilir. Bu sonuç, aynı zamanda, halkın bu seçime giren bütün partilere mesajını da içermektedir. Ki, mesajı şöyle belirleyebiliriz: 1-) Çözüm süreci ilerletilerek Kürt sorununun demokratik çözümü için girişimlerin artırılması ve Kürtlerin statüsünün artık vakit geçirilmeden belirlenmesi,
2-) Alevilerin inanç özgürlüğüne ilişkin talep- leri kabul edilerek laisizmin ayaklarının üstüne oturtulması, (Din derslerin zorunlu ders olmak- tan çıkarılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağ- vedilmesi, Cem evlerin ibadethane kabul edil- mesi,…),
3-) “Muhafazakartoplum”, “dindargençlik yetiştirme”,.. girişimlerine son verilmesi; bu çer- çevede laik, parasız, bilimsel, anadilde eğitimle ilgili taleplerin dikkate alınması ve kişilerin özel yaşamına müdahalelere son verilmesi,
3-) Kadınların eşitlik mücadelesine ilişkin ta- leplerin gerçekleştirilmesi ve özel olarak kadına yönelik şiddete son verilmesi için gerekli idari, yasal ve sosyal önemlerin alınması,
4-) Gençliğin “güvenligelecek” talebi etra- fında eğitim ve iş isteğinin gereklerinin yerine getirilmesi,
5-) Milliyet, din-inanç, cinsiyet vb. ile ilgili ay- rımcılığa son vermek için her alanda çabaların artırılması,
6-) İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin ve özel olarakz grev hakkının önündeki engel- lerin kaldırılması, insanca çalışma ve yaşama koşulları için gerekli önlemlerin alınması,
….
Kısacası, siyasi partilerden beklenen; seçi- min sonuçlarını da dikkate alarak, seçim mey- danlarından verdikleri vaatlerin arkasında dur- malarıdır. Ama seçim bitip koalisyon tartışmala- rının başlamasıyla gördük ki, her parti kendisini avantajlı çıkaracak bir mevzi tutmayı, bir dahaki seçime yatırım yapmayı öne çıkararak, ülke sorunlarını, halkın taleplerini “hele birkoalisyonu kuralımdasonrabakarız”a bırakan bir mecraya girmiştir. CHP, MHP Genel Başkanına başbakan- lık sunarak, AKP MHP ile CHP AKP ile flörtle- şerek,…her parti kendince “tavizler” alıp verip bakanlıklar isteyerek, eski hamam eski tas, eski siyasi düzene dönmüşlerdir.
Ancak bu seçim, bu yazı boyunca dikkat çe- kilen gelişmelerin yolunu açtıysa, bu, geleneksel sermaye çevrelerinin isteklerini yerine getirmek üzere (onların istediği koalisyonu kurma da da- hil) manevralar yapma, seçimin sonuçlarını etki- sizleştirme ve halkın taleplerini koalisyon hesap- ları içinde gargaraya getirme tutumunun halka eskisi kadar kolaylıkla kabul ettirilebilmesi, ve halk indinde, “koalisyon böyle gerektirdi, ne yapalım”, “memleketi hükümetsiz mibıraksay- dık?”, “yeterli oy almadık ki vaatlerimizi yerine getirelim”,… gibi bahanelerinin eskisi gibi maze- ret olarak görülmesi beklenmemelidir.
Bu yüzden, Türkiye’nin demokrasi güçleri, bütün bu gelişmeleri, sermaye partilerinin bu seçimde ortaya çıkan halkların taleplerine ya- nıt vermeden uzak olduğunu görerek hareket etmek, çeşitli halk kesimlerinin seçimlerle de billurlaşan talepleri etrafında mücadeleyi örgüt- lemek için sınırsız bir gayretle harekete geçmek durumundadır. Hem de hiç vakit kaybetmeden!
EMEK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ PARALEL KULVARLARDA KOŞSA DA…
7 Haziran Seçimi, Türkiye’de demokratik- leşme mücadelesinin önemli bir dayağı olacak gelişmelerin önünü açacak sonuçlar ortaya çı- kardı. Bunun anlamı ise, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin önceki döneme göre daha koşar adım ilerlemesinin imkanla- rının son derece genişlediğidir. Bu nedenle, Türkiye’nin demokrasi güçlerinin mücadelesi- nin arkasındaki rüzgarın daha da güçleneceği söylenebilir. Bunun nedenlerine bu makale boyunca değinildi.
Ama öte yandan, seçim sürecinin öncesinden de başlayan ve ipuçlarını Birleşik Metal üyesi işçilerin grev kararı alırken ortaya koydukları ataklıkta da izlediğimiz işçi sınıfının sendikal mücadelesindeki atılım eğilimi, seçim süreci sona yaklaşırken, metal işçilerinin başkaldırı- sıyla emek mücadelesinin de yeni bir safhaya taşındığını gösterdi. Bursa’nın metal işçileri bir yandan başta Koç olmak üzere metal patronlarına ve pat- ronların en vahşi sendikası MESS’e, öte yan- dan sendikal bürokrasinin en korunaklı kalesi olarak bilinen Türk Metal Sendikasına, onun patron yanlısı gerici bürokratik sendikacılığıyla bürokrat yöneticilerine baş kaldırdılar. Böyle- ce, tıpkı seçim barajı gibi, 12 Eylül Cuntası’nın çıkardığı sermayenin ve sendikal bürokrasinin “işyaşamındaistikrarınkorunması” adına ko- rudukları Grev ve TİS Yasası ile Sendikalar Ya- sasını ayaklar altına alırlarken, mücadele daha sürüyor ve sürecek olsa bile, hiç değilse baş- langıçta MESS ve Türk Metal’i de dize getirdi- ler. Dahası, bugüne kadar sendikal mücadeleyi “yasalar çerçevesinde mücadele”ye hapseden tüm liberal, reformcu sendikacılık anlayışlarını da çöpe attılar.
Böylece metal işçileri, “hiçbirşeyeskisigibiol- mayacak” iddiasını sendikal mücadeleye taşıdılar.
Renault işçilerinin başlattığı; TOFAŞ, Ford, gibi büyük otomotiv firmalarınıni işçilerin de içine çekmekle kalmayıp başka kentlere başka sektörlere de yayılan işçi mücadelesi, önümüz- deki dönemi kapsayacak bir mücadele olacağı- nın sayısız belirtilerini dışa vurmuştur.
Kısacası; bir yandan demokrasi mücadelesi öte yandan da emek mücadelesi, iki ayrı kulvar-
da akmakla birlikte, aynı dönemde yükseliş eği- limine girerek, birbirini etkileyecek bir dönemin işaretlerine de vermeye başlamıştır.
1960’ın ve 1970’in ikinci yarılarında, 1990’la- rın da ilk yarısında Türkiye’de demokrasi mü- cadelesi ile işçi sınıfının sendikal mücadelesinin “paralel kulvarlarda” da olsa yükselerek birbiri- ni etkilediğini, birinin ötekinin yükselişine daya- nak sağladığına tanıklık etmiştik.
Şimdi de böyle tarihsel önemde bir döneme girdiğimizi söylemek için çok sayıda belirti var. Bu yüzden de 7 Haziran Seçimi’nin gösterdiği gerçekler ve metal işçisinin ortaya koyduğu yöneliş, sınıf partisinin ve Türkiye’nin demokrasi ve emekten yana güçlerinin görevlerini de yeni- lemeyi zorunlu kılmaktadır.
…VE GÖREVLERİMİZ
Elbette demokrasi mücadelesi ve emek mücadelesinin paralel kulvarlarda da olsa aynı dönemde yükseliyor olması önemlidir, ama bu, sınıf partisinin, bu ayrı ayrı hareket eden iki mücadeleyi birleştirme görevinin de gündemin öne sırasına yükselmesi anlamına gelmektedir. Çünkü işçi sınıfının siyasal bilincinde bir ilerle- me olmadan ve demokrasi mücadelesine ilişkin görevleri açısından işçi sınıfı sahnedeki yerini almadan demokrasi mücadelesinin istikrarlı bir mücadele olarak gelişmesi ve sistemi zorlayan bir mücadeleye dönüşmesi beklenemez. Bugün demokrasi mücadelesinin başlıca sorunu da bu- dur zaten.
Bu iki mücadelenin birlikte yükselmesi, sınıf partisinin görevlerini yerine getirmesini olağa- nüstü kolaylaştırmıştır. Ama aynı zamanda gö- revin aciliyetini artırmış, bu görevin yerine geti- rilmesinde gerekli inisiyatifi almayı daha önemli hale getirmiştir.
Bu iki mücadelenin yükselişinin ilk ortak etkisini sendikal harekette görmemiz sürpriz ol- mayacaktır.
7 Haziran Seçimiyle siyaset alanında olduğu gibi, işçi-emekçi mücadelesi alanında da hege- monyası çöküş sürecine giren AKP’nin Memur Sen ve Hak-İş gibi “hükümet sendikaları”nın üstündeki etkisinin azalması ve bu sendikaların da çözülme sürecine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun anlamı ise, hükümet sendikalarına bir biçimde üye olmaya zorlanan emekçilerin ken- di taleplerini daha iyi savunacakları sendikalara yönelmesi biçiminde olacaktır.
Öte yandan metal işçilerinin yukarıda sözü- nü ettiğimiz yeni mücadele hattının da yaygın- laşmasıyla eş zamanlı gelişecek bu sendikal mü- cadele, sendikal alanda çok köklü dönüşümlerin
yolunu açacağı gibi, aynı zamanda sınıfın siyasi bilincinde sıçrama olmasının imkanlarını da sı- nırsız biçimde genişletecektir.
Burada, sürecin gerektiği gibi ilerlemesi için görev, en başta sınıf partisine, onun üretim ve hizmet birimlerindeki üyelerine, örgütlerine, ama elbette aynı zamanda DİSK ve KESK’e bağlı sendikalara ve her sendikadan mücadeleci sen- dikacılara düşmektedir.