Ermenek Notları

“Karaman’ın Ermenek İlçesi’nde 18 işçinin hayatını kaybettiği maden faciasının ardın- dan, bölgedeki maden işçileri geçim sıkıntısına düşüp, zor günler yaşamaya başladı. Özellikle kazanın olduğu Has Şekerler Madencilik Şirketi’nde çalışan işçiler biriken 5 aylık ücretlerini alamadı, diğer 7 madende çalışma durdu. Bölgede madenciliğin dışında imkânı bulunmadığı için ekonomik kriz her kesime dalga dalga yansımaya başlarken, nakliyeciler kamyonlarını satma, esnaf kepenk kapatma noktasına geldi.” (Evrensel, Madenci işsiz, esnaf kepenk kapatıyor, 4 Ocak 2015)

Bu anlatı; Ermenek’teki tabloyu özetliyor. Ekim ayı sonunda facianın yaşandığı Ermenek’e bağlı Güneyyurt beldesindeki duygu da bundan farklı değildi. Geçim derdi ve yaşam kaygısı ölüm acısını bazen çabuk bastırıyor. İnsanların neredeyse tamamının birbirini tanıdığı 5 bin nüfuslu bu küçük Toros beldesinde, işçiler henüz toprağın altından çıkarılmamışken insanları madenlerin kapatılacağı korkusu sarmıştı bile. Açıkça ifade edilmese de, “ölen öldü” idi… Öfke ve acı dolu aileleri bir kenara koyarsak; Ermeneklilerin yaşam kaygısı ve beklentilerindeki bu ‘rasyonel’ hal; kapitalist piyasa kurallarının Torosların tepe- sinde de tam anlamıyla hüküm sürdüğünü bir kez daha gösterdi. “Madene muhtacız.” Madende çalışmayan bir Ermeneklinin sözleri; ilçenin sosyo ekonomik yapısına dair önemli ipuçları veriyor. Bu Toros şehri, Anadolu’da köylülüğün proleterleşmesi, temel yaşam nesnelerinin metalaşması, piyasa ilişkilerinin geçimlik üretimi ortadan kaldırması, emek gücünün piyasanın tam anlamıyla denetimine girmesi açısından küçük bir laboratuar işlevi görebilir.

1 Yazıda ifade edilenler tam anlamıyla ‘not’tur. Ermenek’te Has Şekerler Madencilik’te 18 işçinin yaşamını yitirdiği su baskının ardından arama çalışmalarının sürdüğü ilk 5 gün içerisinde yapılan gözlem ve not alma biçiminde yapılan görüşmelere dayanıyor. Bu nedenle bazı soyutlama ve genellemeler yapılmakla birlikte bu konuda olabildiğince temkinli olunmuştur.

MADEN KENTİ ERMENEK

Ermenek, irem-nak (bağ-ı irem)”, cennet bağları anlamına geliyor. İkinci bir anlamı ise kahraman anlamına gelen er ile insan anlamına gelen men ve Uygurca karşı, yamaç an- lamına gelen ek kelimelerinin birleşimi ile kah- raman insan yeri”. Ermeneklilerse ilçenin isminin ‘Ermeni’ kelimesinden türediğini, bölgenin eski Ermeni yerleşimi olduğunu söylüyor. Şimdi Türklerin yaşadığını hatırlatmak kaydıyla…

Tarihsel olarak Karamanoğullarına başkentlik etmiş olan Ermenek; Hititler, Asurlular, Babil, Roma, Bizans gibi devletlerin egemenliğini yaşamış, aktif bir tarihsel geçmişe sahip (Ekiz, 2013: 239). Hala bazı köylere gidildiğinde Hititlerden kaldığı tahmin edilen aslan ve başka hayvanların heykellerini görmek mümkün.

Bölgedeki neredeyse bütün Roma yerleşmelerinde madencilikle ilgili cüruflar bulunuyor. Bu nedenle bölgenin antik kaynaklarca korsan yatağı” gibi tanıtılmasının dışında madencilik yatağı tabirini kullanmak uygun olacaktır. Bölgedeki madenlerin güneydeki Alanya limanı ile ihraç edildiği düşünülüyor. Çünkü bölge antik dönemde Korualan, Perşembe Yaylası, Payallar Yaylası, Seyricek Yaylası üzerinden güneye bağlanmaktaydı. Sözünü ettiğimiz bu yerlerde Roma dönemi yerleşim izleri vardır (Bahar ve Koçak, 2010: 21).

Toros’un sarp ve dik yamaçları arasından Ermenek’e girerken ağır bir kömür kokusu hisse-

diliyor. İlçenin temel geçim kaynağı madencilik. Kazanın gerçekleştiği maden ocağı, yaklaşık 5 bin nüfuslu Güneyyurt beldesinde. Özellikle köylerde halkın önemli bir kısmı madende çalışıyor. Her hanede mutlaka bir madenci var.

Facianın meydana geldiği Has Şekerler maden ocağı başta olmak üzere Cenne Mevkii’nde- ki maden ocaklarının ruhsatı ‘Ermenek Cenne Linyit Kömürü Ltd. Şti’ye ait. Cenne Mevkii’ndeki Ermenek Cenne Kör sahası 1960lı yıllardan beri işletiliyor. Bölgeye ilişkin en son ruhsat 2007 yılında 10 yıllık süreyle Ermenek Cenne Linyit Kömürü Ltd. Şti’ne verildi. Özkar Madencilik, Has Şekerler Madencilik, Özmerkez Madencilik, Turab Madencilik, Uyarlar Madencilik olmak üzere beş firma, Ermenek Cenne Linyit Kömürleri Ltd. Şti. ile yaptığı rödovans sözleşmesiyle üretim gerçekleştiriyordu. Yani üretimi yapan taşeronun (Ermenek Cenne Linyit Kömü Ltd. Şti.) taşeronu konumundaki şirketlerdi. Jeoloji Mühendisleri Odasının yetkililerle yaptığı görüşmede; ruhsat sahibi firma tarafından rödovans sözleşmesi ile üretim izni verilen Ermenek Özkar Madenciliğin 3, Has Şekerler Madencilik Ltd.Şti`nin 1, Özmerkez Madencilik’in 1, Turab Madencilik’in 3 olmak üzere en az 8 kapalı kö- mür ocağının bulunduğu belirlendi. Ruhsat sa- hibi firmanın kamuya yaptığı bildirimlere göre; 2010 yılında yaklaşık 88 bin ton, 2011de 97 bin,

2012de 178 bin 2013 yılında da yaklaşık 179 bin ton üretim yapıldı (JMO, 2014).

Ermenek’te son çeyrek yüzyılda köylüleri topraktan kopartan ve madenciliği temel geçim kaynağı haline getiren iki temel etkenden bahsedilebilir: Birincisi; inşasına 2003 yılında başlanan, 8 yılda bitirilen ve 2012 yılında elektrik üretimine geçilen Ermenek Barajı (Ekiz, 2013: 235).

Barajın suyunun tutulacağı yer geniş vadilerdi ve bölge halkının ekip işledikleri arazileri bulun- maktaydı. Bütün bu araziler yapılan barajla sular altında kaldı. 2 bin 820 kişinin elindeki toprak kamulaştırılırken bölge halkı tarımcılık özelliğini önemli ölçüde kaybetti (Ekiz, 2013: 245).

İkinci etkense; baraj dışındaki toprakların miras yoluyla giderek bölünmesi ve tarımsal maliyetlerin artışıydı. Madende yaşamını yitireişçilerden Osman Çoksöyler’in abisi, kendisi de bir maden işçisi olan Abdullah Çoksöyler, köyd ki durumu şöyle özetliyor:

“Köy yeri artık şehirden beter. Burada in- sanların büyük arazileri falan yok. Karaman’a gittim, birisi anlatıyor; 150 döm arazim var’ diye. Benim kendimin 8.5 dönüm. Kiraz var, elma var. Yılda 10 bin lira ancak gelir. İlacı, gübresi, taşıması, bir şey kalmıyor doğru düzgün. Yevmiye hesabı yok, ondan biraz kalıyor. Ama geçim mümkün değil.” (Evrensel, ‘Genç mezarı olacağına aç mezarı olsun!’)

Köylerde geçimlik üretim neredeyse kalmamış. İhtiyaçlar köy dışından, genelde belde ya da ilçe merkezinden karşılanıyor. Zaten en çok üretilen kiraz ve elma… Tek tek köy evlerinin yanında beslenen inekler de artık istisnai hale gelmiş. Bu nedenle peynir, süt gibi temel tüketim maddeleri bile dışarıdan tedarik ediliyor. Çoksöyler bu durumu şöyle anlatıyor:

“Köyde gelir azsa gider de azdır’ deniyor. Nasıl az? Şehirde nasıl ödüyorsan elektrik, suyu burada da ödüyorsun. Telefon ihtiyacı da aynı.

Domates, biber, peynir, zeytini biz de dışarıdan alıyoruz. Eskiden hayvancılık vardı biraz. Her kişinin danası, ineği vardı. Ama yem olmuş 50-55 bin lira. Üstüne samanı. Olmuyor. Burada hayvan da hayvancılık da kalmadı. Köyde yaşam zor, çok zor.” (Evrensel, ‘Genç mezarı olacağına aç mezarı olsun!’)

Abdullah Çoksöyler’in elma ve kiraz ürettiği8.5 dönüm, kardeşlere miras yoluyla kalan arazinin kendi payına düşen kısmı. Nesil ilerledikçe arazinin bölünmesi de artıyor. Abdullah Çoksöyler’in madende hayatını kaybeden kardeşi Osman Çoksöyler’e miras yoluyla düşen arazi ise 2 dönümdü. Bir dönümü kiraz, bir dönümü elma… Osman bahçeye gider gelirdi ama geçinmek mümkün değildi. Yaşamak için madene gitmek zorundaydı…

İŞÇİLEŞEN KÖYLÜLER

Ermeneklilerin baraj, toprağın miras yoluyla bölünmesi, tarımda üretim maliyetlerinin artma gibi nedenlerle toprakla bağları eskisine nazaran zayıfladı. Bir ailenin sadece bahçecilikle; yani elma ve kiraz üretimiyle geçimini sağlaması mümkün değildi. Tarımsal yapıdaki bu değişim madenleri tam bir zorunluluk haline getirmişti.

Ermenek’te maden, ölüm korkusu işçinin yanından hiç ayrılmasa bile ailesi açısından sos- yal güvenlik demekti. Tarım sigortası olmayan, olsa bile primleri doğru düzgün yatırılamayan köylüler, sağlık hizmeti almakta ve önemli bir hastalıkları olduğunda tedavi olmakta sorun yaşıyordu. Bu nedenle maden, işçileşen köylüler için sosyal güvenlik anlamına geliyordu.

Madenlerde çalışmanın bir diğer avantajı ise erken emeklilikti. Ağır çalışma koşulları, yaşadıkları kaza ve tehlikeler, patron ve ağa baskısı nedeniyle madene girmek dahi istemeyen işçiler, dişlerini sıkıp emeklilik süresinin dolmasını bekliyorlardı.

Bütün bunlardan öte; insanları madenlere sürükleyen temel etken; bir ölçüde geçimlik olan tarımsal sosyoekonomik yapının çözülmesiyle birlikte insanların kapitalist piyasa kanunlarıyla

karşı karşıya kalmasıydı. Asgari yaşam gereksinimlerini karşılayamayan köylüler için bölgedeki neredeyse tek çözüm maden ocaklarıydı.

Genellikle toprakla bağlantının devam ettiği bölgelerde işçilerin çalıştığı işyerinden beklen- tileri de daha sınırlı olur. Köyden gelen destek hane gelirlerini biraz daha yükseltir. Ermenek’te de işçilerin büyük bir bölümü için böyle bir durumdan bahsedilebilir. Ancak Torba Yasa’dan sonra yaşananlar; bu genel eğilimin her zaman bu biçimde yaşama geçmediğini, işçilerin köyle bağlantısı olsa da ekonomik taleplerinde ısrarcı olabileceğini gösterdi.

ERMENEK’İN TORBA YASASI

Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirdiği katliamdan sonra, ailelerin ve işçi sınıfının tepkisi hükümeti Torba Yasa ile bazı düzenlemeler yapmaya zorladı. Hükümetin birbiriyle çok ilgisiz kanunlarda yapılacak düzenlemeleri aynı torba içine doldurma başarısını gösterdiği Torba Yasada; kamu yöneticilerine mahkeme kararlarını uygulamama gibi hiçbir ‘hukuki’ açıklaması olmayan yetkiler verilirken bir yandan da madencilerin bazı talepleri dikkate alındı. Rödovans sistemi ve taşeron çalışmanın kaldırılması gibi maden işçilerinin temel hiçbir talebinin karşılanmadığı düzenlemede; yeraltında çalışma süresi günlük 6 saat, haftalık 36 saatle sınırlandırıldı. Ücretlerin en az iki asgari ücret tutarında olması kararlaştırıldı (Evrensel gazetesi, ‘Taşerona tam gaz’ diyen torba yasa tasarısı Meclis’ten geçti).

Torba Yasa kanunlaşması bir yana, Meclis gündemine gelir gelmez maden patronları kazan kaldırarak üretimi durdurdu. On binlerce maden işçisi, gelecekleri ve ne yapacakları belirsiz bir şekilde evlerine gönderildi. Bazı illerde patronların örgütlediği ve işçilerin katıldığı torba yasa karşıtı mitingler gerçekleştirildi.

Patronların bu restini gören hükümet, çoktan görüşmelere başlamıştı. Üretimin ucuz işgücü ve ağır çalışma koşullarına dayandığını bilen, zaten temel ekonomik hedeflerini de buna dayanarak belirleyen hükümetin duyarlılıkları patronlarınkinden farklı değildi. Şimdiye kadarki bütün zenlemeler, eğer işçi sınıfının dayatması söz konusu değilse; zaten patronlarla birlikte kotarılmıştı. Ancak bu sefer 301 işçinin yaşamını yitirdiği, işçi sınıfının tüm kesimlerinin öfke duyduğu, “fıtrat”, “kader” gibi açıklamaların tatmin edilemez bulunduğu ve her aşamada bakanlık ile patronun ihmallerinin gözler önüne serildiği bir Soma faciası vardı. Hükümetin bunu dikkate almaması mümkün değildi. Patronların restinin ardından hükümet, Soma mezarlarının üzerine bir kürek toprak daha atarak, yeni bir uzlaşmada anlaşmış, patronlar da üretimi yeniden başlatmıştı. Bu süre içinde madenler yaklaşık iki ay boyunca kapalı kaldı. Ermenek’te de işçiler, iki ayı ücret almadan ve borç içinde geçirdi. Ölen işçi eşlerinden birisinin “Olan garibana oluyor. O yasayı çıkardılar. Üç aydır maaş yok. Bayramı bile harçlıksız geçirdik” sözleri işçilerin neler yaşadığının kısa bir özeti.

Bu torba yasanın bir yanı… Diğer yanı da; içinde yer alan bazı olumlu düzenlemelerin bile çalışma yaşamında karşılık bulmaması. Türki- ye’de, özellikle sendikasız madenlerde ve özel olarak da Ermenek’te maden patronlarının ücret, çalışma düzeni ve koşulları üzerinde büyük bir belirleyiciliği var. Maden üretimi, düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına dayanıyor. Torba Yasa, yaşam ve hukuk, sınıf mücadelesi ve ya- sal düzenlemeler arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından çarpıcı güncel örneklerden birisi. En

azından maden sektöründe, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sermayeden yana bu tablo değişmeden, yasal düzenlemelerin de yaşama geçme şansı olmuyor, olanı da işlevsiz kalıyor ve sonuç alınamıyor.

Torba yasadaki “madencilere iki asgari ücret tutarında ücret ödenmesi” düzenlemesini patronlar yasal olarak uygulamak zorunda. İşçiye verdiği parayı elden geri almadığı sürece; sigorta bildirimi yapıldığı ve ücretler de bankalardan yatırıldığı için bundan kaçış kolay değil. Bu düzenlemenin ardından Ermenek’teki 8 madende işçileri maden sahasında toplayan patronlar; “Maliyetler arttı, bu şartlarda üretim yapama- yız! Ancak siz fedakârlık yaparsanız işiniz devam eder” demişti. Dayatılan koşullar aynıydı: “Bun- dan sonra servis yok. Siz kendiniz aranızda organize olup servislerinizi ayarlayın. Yemek de yok; herkes kendi yiyeceğini, içeceğini kendisi getirsin. Haaaa, bir de, madenden dışarı çıkıp yemek yenmeyecek; herkes içeride yemeğini yesin!”

Dayatmalar karşısında işçiler, Ermenek’te belki de uzun zamandır başaramadıkları ortak hareket etme duygusuyla “Bu koşullarda çalışmayız” demişler ve iş bırakmışlardı. Patronlar iki ay üretimi durdurmuş, başlatmak istediklerinde de bu sefer işçiler iş başı yapmamıştı. “Maaş iki asgari ücrete çıkıyor ama servis ve yemeği biz karşılayınca zaten eski maaşa iniyor” demişlerdi. Ancak işçinin ücretsiz geçirdiği iki ay belini bükmüştü.

MECBUREN İŞBAŞI!

Ermenek’te Aşağı Çağlar köyü…

Has Şekerler Madencilik’in başmühendisi, işçi çavuşunu arıyor. Çavuş Ben gitmem ama isteyen varsa gitsindiyor köydeki işçilere. Köy- de toplam 27 işçi Has Şekerler maden ocağında çalışıyor. Bir vardiyada 14, diğerinde 13 işçi. İşçiler kazadan bir gün önce, yani 27 Ekim Pazartesi günü köy kahvesinde toplanıyor. Uzun uzun tartışıyorlar. Toplantıya katılan işçilerden biri min Çoksöyler. Diğeri de kardeşi Osman…

Abi Mümin gitmeme kararı alıyor; “Bu koşullarda çalışılmaz burada” diyerek. Ama kardeşi Osman…

Osman, 29 yaşındaydı. 6’sı erkek toplam 9 kardeşten en küçük ikinciydi. Biri daha 4 aylık, diğeri 4 yaşında iki çocuğu vardı. Evleneli beş sene olmuştu. Köyün en sevilen gençlerinden birisiydi. Kimseyi kırmaz, bir şey isteyen olursa hemen yapardı. Baba ocağında kalıyordu. Hayali, bir ev yapmaktı. Yandaki arsayı zor bela aldı. Bir inşaata başlamış, kabasını bitirmişti. Bu inşaat da onu madene bağlamıştı. Üç aydır maaş alamıyordu. Patronu bir işyerine yönlendirmiş, malzemeleri oradan borçla almıştı. Bu onun belki de madene gitmesini zorunlu kılmıştı… Osman madende usta. Olduğu kadarıyla ‘değerli’ eleman. Bir de mühendisin, “Şimdi gelmezseniz işten atılmış sayılırsınız. Ne maaşlar ne de tazminat! Hiçbirini alamazsınız sözleri.

İşçiler bu tehdidin, “Başka madende de çalışmayı unutun” anlamına geldiğini biliyor. Bütün bunların hesabını yapan Osman, eşi Şadiye’nin “Gitme, inşaatta çalış ama gitme. Bunlar seni şimdi daha da kötü çalıştırır” demesini de dinlemiyor. “Ne yapayım, borç içindeyiz. Mecbur gideceğim” diyor. (Evrensel, ‘Genç mezarı olacağına aç mezarı olsun!’)

28 Ekim 2014…

Osman 3 aylık aradan sonra ilk defa madene… Saat sabahın yedisi…

Evden çıktı…

Şadiye’nin içinde bir sıkıntı…

CİNAYET

Has Şekerler maden ocağında öğle yemeği vakti…

Şimdiye kadar; Ermenek’te gelenek yemeğin dışarıda yenmesiydi. Zaten öğle arasında işçilerin birlikte oturup yemek yedikleri bir yemekhaneleri vardı. Madenler pek büyük değil. Soma’da madenden yemek arasında çıkmak belki bir sa- ate yakın zaman alır. Ancak Has Şekerler’de 10 dakika… Yemekhanede yemek yemek patron için de büyük bir vakit kaybı değildi! Ama torba yasadan sonra düzen değişmişti.

Yemek zamanı gelmişti. İşçiler azıklarını çıkartıyordu ki… Vardiya şefi su sızıntısını fark etti. Yukarıya haber verse de aldıkları cevap; “Dışarı çıkmak için bahane uydurmayın, girin içeri” olmuştu. Ve madeni bir anda su bastı…

Maden faciasının ardından arama kurtarma faaliyetlerine katılan madencilerin en temel gün- demi, su baskınının yemek saatinde gerçekleşmiş olmasıydı. “Eğer, patronyemekler madende yenilecek diye zorlamasaydı şimdi aşağıda olmayacaklardı!”

Gerçekten de eğer torba yasanın ardından patronun yemek madende yenilecekdayatması olmasaydı, bugün 18 işçi yaşıyor olabilirdi. Aynı madende yaklaşık bir yıl önce yine benzer bir su baskını olmuş, tatil gününe denk gelmişti. Yine komşu Özkar Madencilik’in ocağında yaşanan su baskını işçilerin dışarıda olduğu bir saat- te gerçekleşmiş ve şans eseri can kaybı yaşanmamıştı. İşçilerin anlatımına göre; Özkar’daki su bir ayda ancak boşaltıldı. Kısacası Ermenekli madenciler, su baskınına çok yabancı değildi…

Kazanın ardından hazırlanan bilirkişi raporunda su baskını tehlikesi bilinmesine rağmen önlem alınmadığı şu sözlerle ifade ediliyor: “Eğer üretime hazırlık çalışmalarına başlamadan önce kontrol sondajları gerekli sıklıkta ve metrajda yapılmış olsaydı bu birikme sular boşaltılabilirdi. MİGEM ve teknik elemanlarca yazılı olarak belirtilmesine rağmen işveren tarafından bu önemli husus göz ardı edilmiştir. MİGEM, 21 Temmuz 2014 tarihinde kapattığı kömür ocağını 15 Ağustos 2014 tarihinde eksiklikler giderildiği gerekçesi ile yeniden maden ocağının açılmasına izin vererek kanaatimizce, ‘can ve mal güvenliği açısından herhangi bir tehlikenin kalmadığını belirterek üretim faaliyetlerine izin vererek’ aslında ocakta tehlikenin hala devam ettiği halde yeterli inceleme ile tespit yapmaması nedeniyle kazaya dolaylı olarak sebebiyet vermiştir.” (Evrensel, Bilirkişiye göre Ermenek fıtrat değil)

Patronun herkes yemeğini içeride yesin kararı, madende yaşanan su baskınının ardından, hem cinayetin ardındaki sınıfsal gerçeği gösteren hem de saklayan bir simge uygulamaya dönüştü. İşçiler patrona büyük tepki gösterdi. Ancak; sorun, patron ve hükümetin beraberce yürüttüğü bir üretim düzenine bağlanmaktan çok bu uygulamaya indirgendi. Su baskını, gerekli sondaj ve haritalama çalışmaları yapılmadığı için, yemek saati dışındaki bir saatte ya da başka bir gün de gerçekleşebilirdi. Yemek saati olsa olsa bir rastlantıydı.

Çalışma koşulları ölümlere zaten yeterince zemin hazırlıyordu. Madenlerdeki temel slogan “Kömür çıksın, tatsızlık çıkmasın” idi. Tatsızlık nedir? Has Şekerler Madencilik’te çalışan bir iş- çiye göre; “İşin tehlikesini işi yapan bilir. Ama burada bizi insan yerine koymuyorlar. Bu iş olmaz, tehlike var diyoruz, çalış diyorlar. Kömür çıksın da nasıl çıkarsa çıksın. Kömürden başka bir şey düşünmüyorlar.” (Evrensel, Kömür çıksın tatsızlık çıkmasın)

Özellikle de torba yasadan sonra… Madencilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme id- diasındaki bu yasayla Ermenek’te her şey daha da kötüye gitti. Yemek ve servisler kaldırıldığı gibi, çalışma koşulları bariz bir şekilde ağırlaştı. Patron toplantı yaptı. Benim maliyetim arttı, siz de fedakârlık yapacaksınız dedi. Önce 10-15 gün kadar gelmedik. Ama yavaş yavaş bazı arkadaşlar gelince yapacak bir şey kalmadı, biz de geldik. Eskiden 20 vagon kömür çıkartıyorsak şimdi 40 vagon kömür istiyorlar. 10 çıkan yer- den 20, 20 çıkan yerden 30 vagon istiyorlar. Hep daha fazla daha fazla…” (Evrensel, Kömür çıksın tatsızlık çıkmasın)

İş güvenliği önlemleri, mesela su kaynağı olup olmadığını kontrol etmek için yapılan son- daj çalışmaları konusunda işçilerin cevabı açık: “Yapılmıyor. Yapılsa da çok çok az. Ellerinde haritalar var. Dinamitleyerek gidiyoruz. Çünkü sondaj vakit kaybı. Torba yasadan sonra daha fazla üretim istiyor patron. Sondajı yapacaksın, sonra orayı kazacaksın, uzun iş. Dinamit en kolayı. Maliyet az, kömür çok. Özel sektör parayı sever.” (Evrensel, Kömür çıksın tatsızlık çıkmasın)

Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın madende yaşanan cinayetlere ilişkin açıklamasına atıf yapan bir işçi; biraz da tarihleri karıştırıp “1907 koşullarındaki gibi çalışıyoruz” diyor. “Köleyiz, biz köleyiz. Ne farkımız var. Sırayla ölsek de buraya gelip çalışmak zorundayız. Ne yap- caz? Köleyiz.” (Evrensel, Kömür çıksın tatsızlık çıkmasın)

Başka bir işçi ise “Ben madende çalışırken hep ayaklarım geri gider. Hele gece vardiyasına girmek mezara girmek gibi. Ölüm bir dakika aklımdan çıkmazdı. Servisten ocağa, ocaktan eve kadar. Ama mecbursun!” diyor. (Evrensel, İşçinin ismini dahi söylemediği maden gerçeği)

Ermenek’te ücretler yevmiye usulü. İzin alındığında ya da işçi hastalandığında işçinin yevmiyesi kesildiği gibi; ceza olarak ikinci gün yevmiyesi de kesiliyor. Bayramlar ve resmi tatiller izin olmadığı gibi fazla mesai ücreti de verilmiyor. Bir işçinin ifadesiyle “Kurban Bayramı’ndan önce bir gün işe gelmeyince, bir o günü; iki haftalık iznini; üç arife gününü; dört 4 günlük bayram tatilinin yevmiyesi kesildi. Yani bir gün işe gelmedin mi 7 günlük yevmiye kesildi ceza olarak.”

SENDİKALARA BAKIŞ

İşçilerin sendikal deneyimleri neredeyse hiç yok. Olan deneyimse bir ‘anı’ düzeyinde ve çoğunlukla olumsuz sonuç çıkarılmış: “Burada eskiden bir ocak vardı. Orası sendikalıydı. Şimdi baraj suyu altında. Ocak kapanmadan işçilerin 3-4 ayı içerde kaldı. Tazminatlarını da alamadılar.” (Evrensel, Maden Emirliği)

Ermenek’te sendika henüz somut bir alternatif olmasa da işçilerin kendi doğal örgütlenmeleri var. Köy ve akrabalık ilişkileri temelindeki bu örgütlenme, patronun çavuş-işçi ilişkisini koordine etmesini kolaylaştırdığı gibi patrona karşı bir mücadele olanağına da dönüşüyor. Örneğin Torba Yasa süresince, işçiler bu ilişki ve doğal örgütlenme ağı üzerinden “servis ve yemek hakkının tanınması” kararı aldılar ve işe gitmediler. Eylemi 15 gün boyunca sürdürseler de; ekonomik sıkıntılar işçilerin bölünmesine ve bir kısmının başı yapmasına neden oldu. Ancak kazanın yaşandığı Has Şekerler Madencilik’te, eylemi devam ettiren ve ocağa gitmeyen, bu sayede hayatta kalmayı başaran işçiler var. Ekonomik zorluklarla eylem yavaş yavaş sonlanmış olsa da, ortaya çıkan birlik sendikal örgütlenme için bir temelin olduğunu gösteriyor.

Türkiye genelinde işçilerin, çalışma koşulları ve sorunlarını, işyerinin ötesinde bir siyasal gün- dem olarak değerlendirme eğilimlerinin zayıf olduğu söylenebilir. Türkiye genelinde bunu aşma potansiyeline sahip en önemli sektör madencilik… Çünkü maden ocaklarında işçi sağlığı ve iş güvenliği gündemi, çalışma düzeninin bilimsel temellerde yürütülmesi zorunluluğu, diğer işyerlerine göre çok daha fazla. Ayrıca gökyüzünde hoş bir seda olarak kalsa da yasalarda devletin madenlere ilişkin özel bir denetleme yükümlülüğü var. Bu nedenle madenlerde yaşananlara müfettişlerin sessiz kalması, gerekli önlemlerin alınmaması, işçilerin taleplerinin dinlenmemesi, görüşmelerin patronlarla sınırlı tutulması hep bir eleştiri konusu olmuştur.

Ermenek’te de bu eğilimi görmek mümkün. Müfettişlere büyük tepki var. Ancak öfkenin, denetimin teknik sorunlarını aştığı ve hükümetin sorumluluğuna uzandığını genel olarak söylemek pek mümkün değil.

Bu tablonun aşıldığı en somut gündem ise Torba Yasa oldu. İşçilerin hükümete en büyük tepkisi Torba Yasa üzerinden… Torba Yasada, teknik olarak işçilerin bazı sorunlarını çözen ve taleplerini karşılayan düzenlemeler söz konusu olsa da; işçiler Torba Yasaya şiddetli bir biçimde karşı çıkıyor. Çünkü yasa metninde düzenlemeler ne olursa olsun, işçilerin yaşamlarında karşılığı servis ve yemek hakkının gasp edilmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması ve üretim miktarının artması oldu.

18 işçinin sular altında kaldığı günlerde de Ermenek’teki en önemli gündemlerden birisi madenlerin kapatılması ihtimaliydi. Bu hem genel olarak Ermeneklileri hem de işçileri korkutan bir olasılıktı. Bu durumda; zaten devletin olan madenlerin devlet tarafından işletilmesi, hükümetin özelleştirme uygulamalarından vazgeçmesi gibi daha politik gündemler ortaya çıkmadı. Yapılan tekil sohbetlerde de; ancak büyük bir çaresizlik noktasına gelindiğinde, “Kapatacağına devlet işletsin” gibi bir öfke söylemi olarak şekillendi ki; bu da oldukça istisnai bir durumdu.

Hem Ermenek hem de kazanın gerçekleştiği Güneyyurt Beldesinde AKP’li belediyeler yönetimde. Maden patronları ilçenin ‘kralı’ gibi… “Astıkları astık kestikleri kestik!” Zaten 18 işçinin yaşamını yitirdiği Has Şekerler Madencilik’in sahibi Saffet Uyar, Güneyyurt Beldesinde üç dönem belediye başkanlığı yaptı.

İşçi hak arayacak olsa, avukat bile işçinin avukatı olmaya cesaret edemiyor. Maden patronlarının sıkı bir işbirliği var. Bir madende bir işçinin ‘hata’sı mı oldu? Mesela hakkını mı istedi? Tazminat mı talep etti? Bölgedeki başka bir madende çalışması çok zor. Zaten yemek, servis hakkı gibi her türlü hak gaspı patronların ortaklaşıp karar almasıyla uygulanıyor. Burası adeta bir maden krallığı!

İşçilerin bir diğer umudu Alo 170 hattı idi. “Çalışma hayatına dair her türlü soru, öneri, eleştiri, ihbar, şikâyet, başvuru ve taleplerinizi etkin ve hızlı bir biçimde çözüme kavuşturmak amacıyla kurulmuştur” denilen Alo 170 vaatlerinden birisini gerçekleştirmiş: Eleştirileri dinleme! Sonrası ise gelmemiş. İşçiler notere de gitmiş. İşçilere göre; “Patronlar noteri de korkutmuş. İşlem yapmıyor.” (Evrensel, Maden emirliği!)

BAZI SONUÇLAR

Elbette bütün bu aktarılanlar, gözleme ve görüşmelere dayanan izlenimler. Buna rağmen bazı küçük soyutlamalara gitmek mümkün:

  1. HES, RES, termik santraller, siyanürlü al- tın madenciliği gibi enerji ve maden yatırımlarının yapıldığı bölgelerde doğa ve yaşam dengesinin bozulması, tarımsal üretimin yapılamaz hale gelmesi, o coğ- rafyanın sosyoekonomik yapısının hızla değişmesine neden oluyor. Anadolu’nun küçük kasabalarında; kapitalistleşme ve diğer toplumsal süreçlerle belki daha uzun bir sürede gerçekleşen işçileşme süreçleri; HES ile muhatap olan bölgelerde, “tarımsal üretimin keskin tasfiyesi” yoluyla ve ‘şok’ etkisiyle gerçekleşiyor.

  2. İşçilerin toprak ile süren bağı; bir yandan düşük ücretleri mümkün kılarken diğer yan- dan düzenli bir işçiliği ve işyerinde sürekliliği olumsuz etkiliyor. Bu açıdan; baraj, miras, tarım maliyetlerinin ve metalaşmanın artmasıyla geçimini tarımdan sağlayama- yan işçiler, Ermenek gibi Torosların tepesin- deki küçük bir Anadolu kentinde de düzenli bir işçi kültürünü geliştiriyor.

  3. İşçiden yana yasal düzenlemelerin uygulanması bile ancak işçilerin işyerinde ve yurt genelinde mücadelesiyle mümkün. Torba yasa deneyiminde görüldüğü gibi; işçiden yana bazı küçük düzenlemeler, eğer işçi sınıfının mücadele ve örgütlülüğüne dayanmıyorsa, onların uygulanması tamamen işçi karşıtı olabilir. Ermenek’te yaşanan deneyim ‘işçiden yana’ düzenlemelerin ‘yaşama geçirilmesi’ vesilesiyle işçilerin mevcut kazanılmış haklarının gasp edilmesi biçimini aldı.

  1. Soma’dan sonra, Hükümetin madenlerde yaşananlar ve ölümlerin nedenini gizleme konusunda bazı deneyimler edindiği kesin. Elbette, Ermenek gibi gözler önünde olan bir suç mahallinin tamamen gizlenmesi mümkün değil. Ancak Soma’nın ilk günlerinin aksine; Ermenek’te basın üzerinde yoğun bir ambargo vardı. Aileler ve işçiler için basından izole edilmiş bir alan oluşturuldu. Kaymakamlıktan köylülere konuşmamaları yönünde baskılar yapıldı. Maden alanın- da; Bakanların yaptığı açıklamalar, suyun yüksekliği ve boşaltma işleminin teknik ayrıntıları ile sınırlı kaldı; aksi yöndeki her soru “kurtarma çalışmalarını aksatmak” ile suçlandı. Ermenek’in basına yansıması sınırlı kaldı. Elbette hükümet bunu tamamen engelleyemezdi, engelleyemedi de. Ama bir ölçüde etkili oldu.

  2. Eski Yeşilçam filmlerinden kalma ağalık hikâyelerinin yerini, küçük kasaba, belde ve ilçelerde; büyük sermaye ile işbirliği yapan patronların aldığını söylemek mümkün. Ermenek’te maden patronlarının ağır kontrolü; işçilerin dava açmasını bile engelleme noktasına varmış durumda.

  3. Sendikalaşma deneyimi zayıf olsa, hatta hiç olmasa da; işçilerin ağır koşullara karşı doğal örgütlenmelere giriştiğini, Ermenek örneğinde olduğu gibi talepleri karşılanmadığı için işe gitmediklerini görmek mümkün. Bu örgütlenmeler yeterli olmamakla birlikte, sendikal ve siyasal örgütlenmeler için bir deneyim ve zemin sağladığı söylenebilir.

KAYNAKLAR

Bahar, Hasan ve Koçak, Kerim (2010) Antik dönemde Torosla- rıdaki PB, ZN ±AG±CU±SN Madenciliği, Selçuk Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Dergisi, c.25, sf. 3

Ekiz, İlknur (2013) Kalkınma Politikası Olarak Barajlar ve Toplumsal Değişim: Karaman-Ermenek Örneği, II. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi Bildiriler Kitabı – I, Bursa: Bursa Büyükşehir Belediyesi Kitaplığı.

Evrensel Gazetesi, ‘Taşerona tam gaz’ diyen torba yasa tasarısı Meclis’ten geçti, 10 Eylül 2014, http://www.evrensel.net/ haber/91615/taserona-tam-gaz-diyen-torba-yasa-tasarisi- meclisten-gecti, 15 Ocak 2015

Evrensel Gazetesi, Kömür çıksın tatsızlık çıkmasın, 31 Ekim 2014

Evrensel Gazetesi, Maden emirliği!, 31 Ekim 2014

Evrensel Gazetesi, ‘Genç mezarı olacağına aç mezarı olsun!’, 1 Kasım 2014

Evrensel Gazetesi, İşçinin ismini dahi söylemediği maden gerçeği, 2 Kasım 2014

Evrensel Gazetesi, Bilirkişiye göre Ermenek fıtrat değil, 25 Aralık 2015, http://www.evrensel.net/haber/100636/bilirki-

siye-gore-ermenek-fitrat-degil, 15 Ocak 2015

Evrensel Gazetesi, Madenci işsiz esnaf kepenk kapatıyor, 4 Ocak 2015, http://www.evrensel.net/haber/101374/maden-

ci-issiz-esnaf-kepenk-kapatiyor, 15 Ocak 2015

JMO-Jeoloji Mühendisleri Odası (2014) Yeni Türkiye Dökülüyor, İnsanlarımız Ölüyor!, http://www.jmo.org.tr/genel/bizden_ detay.php?kod=7306&tipi=17&sube=0, 15 Ocak 2015

türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı üzerine – 3

Dr. Celal Emiroğlu İşçi Sağlığı Enstitüsü

Türk-İş, DİSK, KESK ve TMMOB; 3. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi’nde (23 Nisan1998) işçi sağlığı alanında özerk ve kurumsal bir Enstitü kurulması kararını aldı; “sağlıklı veri toplama, istatistiksel değerlendirmeler yapma, yeni araş- tırmalar yapma/özendirme, danışmanlık hizmeti sunumu, referans kurum olma, hizmet üretimi, eğitim desteği verme, ilkyardım eğitimi, işçi sağ-lığı ve çalışma yaşamına ilişkin ülke düzeyinde politikalar oluşturmak ve yasal düzenlemeler sü- recine müdahil olmak” amaçlarına/hedeflerine yönelik çalışmalar üniversitelerin ilgili bölümle- rinden destek alınarak yürütülecekti.

Durumdan görev çıkartan TTB, örgütünün her kademesinde karara bağlanan İşçi Sağlığı Enstitüsüile ilgili gelişmeleri tamamlayarak, uygulama aşamasına gelmişti. Bu faaliyetin or- ganizasyonu için konuya taraf olan dinamiklerin birlikte çalışmasını sağlama görevini, TTB Mer- kez Konseyi ile İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Kolu’nun birlikte oluşturduğu “Girişim Komitesi” üstlenmişti.

Girişim Komitesi, Türk-İş, TMMOB, KESK ve DİSK Genel Başkanı ve temsilcileri ile toplantılar

yaparak, konunun içselleştirilmesi için yoğun çaba gösterdi. Ayrıca, bazı sendikaların yönetici- lerine, temsilcilerine brifing verilmiş, çok sayıda sendikacı ve sendika danışmanı bilgilendirilerek güçlerin birleştirilmesi çağrısı yapılmıştı. Uzun süren çalışmalardan sonra, 29 Aralık 2005 ta- rihli toplantıda, DİSK, TMMOB, KESK ve TTB temsilcilerinin katılımıyla (Türk-İş temsilcisi top- lantıya katılamadı) İşçi Sağlığı Enstitüsü kurulu- şu çalışmaları başlatılmıştı. Diğer örgütlerle ge- nişletilen “Enstitü Girişim Komitesi” tarafından, Enstitü’nün altyapı, finansman ve diğer sorunla- rının en geç bir yıllık süre içerisinde tartışılması ile Enstitü’nün kuruluş hazırlıklarının tamamla- nabileceği öngörülmüştü. Karar ilgili kuruluşlara yazılı olarak iletilmiş; kararı alan DİSK, TMMOB, KESK yazıya yanıt dahi vermemiş, toplantıya ka- tılmayan Türkİş ise (6 Mart 2006 tarih ve 134/ 36-11 sayılı yazısı ile) “Merkez Konseyiniz tara- fından başlatılan İşçi Sağlığı Enstitüsü kuruluş çalışmalarına konfederasyonumuz katılmayacaktır” yanıtını vermişti. Sonuç olarak Enstitü hayali burada noktalanmıştı.

Enstitü, sorunun asıl sahibi emek cephesini harekete geçirebilecek ve “işçi yaklaşımı”yla çalışma koşulları ile ilgili sistemi sarsacak etkin- likler düzenleyebilecek, politikalar oluşturabile- cekti. Böylesine bir organizasyon ise işçi sağlı- ğı kavramının TTB ile ilgili olduğunu düşünen “işçi” sendikaları da dahil, konuya taraf olan örgütlü-örgütsüz her türlü gücün “yerini belirle- mesini” sağlayacaktı.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI EĞİTİMLERİ: ALINIP SATILAN META OLARAK İDEOLOJİK VE PARASAL YATIRIM/ KÂRLILIK ALANI

Neoliberal ekonomik politikaların bir sermaye birikim alanı olarak gördüğü eğitim sektörü- nün liberal ekonominin listesine girdiği yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti, DB-DTÖ baskısıyla, 1994te Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nı (GATS) imzaladı ve TBMM bu anlaşmayı 25 Şubat 1995te onayladı. Bu anlaşmaya uygun olarak, ÇSGB tarafından işçi sağlığı ve güvenliği alanındaki eğitimlerin özelleştirilmesi, karşılaşılan direnç nedeniyle kolay olmadığı gibi, çok da uzun sürdü.

Dünyada uzmanlık eğitimi olarak kabul edilen, Türkiye’de mevzuat gereği sertifikasyon eğitimi ile işyerinde hekimlik yapabilmek” için geçiştirilen işyeri hekimikavramının hukuki açılımı 1980 yılında Yönetmelik’te; güvenliği uzmanı kavramının açılımı ise 2003 yılında İş Kanunu’nda ilk kez yer aldı. TTB işyeri hekimliği eğitimlerinde, TMMOB ise güvenliği mühendi-si eğitimlerinde “yetkili makam” olarak yol kat ederken, önce işveren örgütlerini, sonrasında da ÇSGB’yi rahatsız etti. Hükümetin serbest piyasa sevdası nedeniyle, işçi sağlığı ve güvenliğinin en önemli iki disiplini olan işyeri hekimi ve güvenliği uzmanı için sertifika verme yetkisine ÇSGB 2003 yılında müdahil oldu. Avrupa Birli- ği uyum sürecigerekçe gösterilerek, Bakanlık “bürokratları” tarafından bıkmadan usanmadan hukuki düzenlemeler yapılarak, kamu tüzel yapısı olan meslek örgütleri saf dışı bırakılarak serbest piyasa mantığıyla eğitimler düzenlenme- sinin önünü açtılar; hazırlanan mevzuat, açılan kulvarda öncelikli olarak düzenleme yapan bürokratları tanımladı.

1980de, Darbe öncesi çıkartılan Yönetmelik hükümlerini gerekçe gösteren TTB, işyeri hekimliği eğitimlerinde, işçi sağlığını kamu/toplum yararına tercüme ederek ve gözeterek, taraf oldu. 1987 yılında 35. Büyük Kongre’de “işyeri hekimliği sertifika kurslarını düzenleme” kararı aldı ve 33 saat süreli ilk kurs 1988 yılında yapıl- dı. Sonraki yıllarda TTB İşçi Sağlığı Akademik Kurulu tarafından geliştirilerek yeni formatına dönüştürülen kurslar, 64 saat olarak verilmeye başlandı. Bu dönemde Türkiye’de ilk olan İşyeri Hekimliği Ders Notları” kitabı hazırlandı ve TTB Yayını olarak 8 kez baskı yaptı. ÇSGB, 2003 lında çıkarttığı yönetmeliklerle “işyeri hekimi” ve “iş güvenliği uzmanı” eğitimlerini kamu kurumu niteliğinde olan ve asli görevi kamuyu savunmak olan TTB ve TMMOB’a yaptırmamak için olağanüstü çabalar gösterdi. Bakanlık, eğitimleri tekeline alırken amaç demokratik mesleki kitle örgütlerinin hekim ve mühendisler üzerindeki etkinliğini kırmak, sonrasında da piyasa eğiti- minin önünü açmaktı. Bu arada Danıştay kararı ile (2004) TTB İşyeri Hekimi Atama Yönetmeliği iptal edildi.

TTB 2005 yılında yeni ataklar yaparak, iş- yeri hekimliği eğitimlerinin piyasalaşmasına karşı verdiği mücadele ile bütünleştirerek, konuyu sürekli gündemde tuttu. Danıştay’ın TTB Yönetmeliğini iptal kararına rağmen; yeni biçim ve içeriğiyle güncelleştirilerek üniversitelerle iş- birliği çerçevesinde protokol yaparak İşyeri He- kimi Temel ve İleri Eğitim Sertifika Programlar adı altında kurslar yapmaya, yani suç işlemeye karar verdi. Türkiye’deki tüm üniversitelerin rektörlerine “işyeri hekimi eğitim programında işbirliği yapma” çağrısında bulundu. 26 üniver- site rektörlük düzeyinde öneriye olumlu yanıt verirken, tek tek üniversite rektörleri ile proto- kol imzalayarak işbirliği önerisini uygulamaya geçirdi. TTB ile işbirliği protokolü imzalayan 19 üniversite 2005’den itibaren kurs programı içinde yer aldı. Güç birliği, ÇSGB ve yargıyı ters köşeye yatırmıştı. Bu gelişme üzerine, Danıştay Genel Kurulu, “kurumsal olarak mesleki eğitimi sürdürebilecek birikim ve yeterliliğe sahip olma- dığı” gerekçesiyle ÇSGB’nin bu alanda eğitim ve sertifika verme yetkisinin olmadığı yönünde (2006) karar verdi. Bakanlık, karar sonrasın- da boş durmadı ve TBMM üzerinden yeni girişimlerde bulundu. TBMM, “İstihdam Paketi” (15.5.2008) ile ÇSGB’nin teşkilat yasasına eğitim ve sertifika verme yetkisi olan kurum tanımını eklerken, TTB ve TMMOB’nin bu alandaki devasa çalışmasına da set çekti. Yetkiyi alan ÇSGB, İstihdam Paketi” ile işyerlerinde hizmet ile birlikte eğitimi taşeron şirketlere yönlendir- meyi planlıyordu. Bakanlık tarafından, Eğitim Kurumu” açma yetkisi için Uygulama Tebliği” dahi yayınlanmadan içeriden’ bilgilendirilen çok sayıda özel şirket eğitim vermek üzere ‘organize olarak’ Bakanlığa başvurdu… Ancak tekrar Danıştay yürütmeyi durdurdu. Danıştay tarafından iptal edilen hükümler bu kez “Torba Yasa” ile “Kanun” (15.6.2010) haline getirildi. Sonunda amaçlarına ulaştılar; işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimlerinde meslek örgütleri devre dışı bırakıldı.

İki üniversitenin dahi bir araya gelip toplum yararına etkinlikler düzenlemekte zorlandığı bir dönemde üniversitelerin birlikteliğini anlamlı bulup daha da geliştirmek gerekirken, sistemin alandaki sözcüsü ÇSGB bu buluşmanın tabanına dinamit koymuştu. Programı bilimsel bulma- yan meslek örgütleri ve üniversitelerin verdiği eğitimleri ise “yetkili kurum” olan ÇSGB onaylamıyordu.

TTB Bilim Eğitim Kurulu bugünü görerek, ÇSGB tarafından ilan edilen eğitim programının TTB’nin üniversitelerle birlikte uyguladığı prog-ramın çok gerisinde olduğuna karar vererek, eğitimlerden çekildi. Yapılan eğitimlerin serti- fika pazarlamaktan başka bir anlamı olmaya- cağını belirtti. Artık eğitimler, sadece Bakanlık tarafından hazırlanan “mevzuat” odaklı eğitim programı çerçevesinde yapılabiliyor. ÇSGB eği- tim programında; çalışma ilişkileri içerisinde işçi, işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı, işveren, devlet ve sendikaların yeri, bu ilişkilerin etik boyutu, sosyal politikalara yansıması ve sağlığa etkileri konularına girmiyor. Eğitimlerde amaç “alış-veriş” olunca, eğitim mekânını hiç görme- den de eğitim almanın yolu açıldı, parayı ver sertifikanı al” dönemi başladı. Paranın kokusu- nu alıp Eğitim Kurumu açma yetkisi alan yüzlerce ticari kuruluş, boyunun ölçüsünü aldıktan sonra kapandı, 2015 yılında yetkilendirilmiş eğitim kurumu 178’e düştü.

TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi “Top- lumsal olarak daha iyi yaşam düzeyine ulaşma- nın aracı olan eğitime, sadece bireysel açıdan bir yatırım ve dolayısıyla gelecekte getireceği birey- sel yararlar açısından bakıldığında, artık eğiti- min ticarileşmesinin yanı başında eğitimin bizzat kendisini üretme koşullarının sermayeleştirilmesi sürecinin başladığını” vurgulayarak kapsamlı bir değerlendirme yaptı (“Toplumsal ve Bireysellik Diyalektiğinde İşyeri Hekimi ve İş Güvenliği Uz- manı Eğitimleri”, MSG Sayı 35, 2010).

İŞÇİ EĞİTİMLERİ VE “BİLME HAKKI” YAKLAŞIMI

Piyasanın talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda her düzeyde eğitim ticarileşip, özel giri- şimcilik desteklenirken, eğitimler değer kazanan bir meta olarak kabul görmüş, kâr sağlayan sek- tör olarak işverenlerin/sermayenin yeni girişim alanı haline gelmiştir. Bunun en somut örneği işçi eğitimleridir.

İşçi sağlığı konusunda TTB içinde bir grup yıllarca “işçiye nasıl bir sağlık eğitimi verilmeli?” sorusu üzerine tartışma ortamı yaratmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.

İşçi eğitimleri konusunu tartışmak dahi istemeyen ÇSGB dahil bu alanın tüm aktörleri, eğitimlerin kârlı bir alan olarak piyasalaşması sonrasında resmi politikanın kuyruğunda bir- denbire işçi eğitimisavunucuları (!) haline geldiler. Bakanlık, işçi eğitimleri konusunda İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve Çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik ile eksiği olmayan (!) mevzuat hazırladı. Öyle ki, eğitim kurumların- dan sektörlere uyarlanmış eğitim programlarına,

eğitici kriterlerinden eğitim ortamlarına kadar her tür düzenleme yapıldı. Eğitimler, OSGB ta- rafından görevlendirilen profesyoneller veya piyasa koşullarında oluşturulan ticari kurumlar tarafından verilecek, ÇSGB da denetleyici olacaktı. OSGB’ler ve diğer ticari eğitim kurumları bu eğitimleri “usulüne uygun” yapıyorlar, eğitim sertifikaları düzenleyip işçinin dosyasına koyarken karşılığını da fatura kesip işverenden alıyorlar. Bu eğitimlerin yapılmadığını ya da sembolik bir süre yapılıp mevzuatta belirtilen süre kadar yazıldığını işçi de işveren de Bakanlık da biliyor, ancak kimse durumu sorgulamaktan yana tavır göster(e)miyor.

Son zamanların yaygın gözde kavramı “Mes- leki Eğitim” oldu. “Örgün veya yaygın eğitim yoluyla bireyleri mesleğe hazırlamak, meslek sahibi olanların mesleklerindeki gelişimlerini ve yeni mesleklere uyumlarını sağlamak amacıyla gerekli bilgi, beceri, tavır ve değer duygularını geliştiren ve bireylerin fiziki, sosyal, kültürel ve ekonomik yeteneklerinin gelişim sürecinin bir plan içerisinde yürütülmesini sağlayan eğitim” olarak tanımlanan, neredeyse tüm çalışanlar üzerinden kurgulanan bu eğitimlerin piyasadaki pastası oldukça büyük…

İşçi, üretimden kaynaklı gaz, buhar, toz, gü- rültü, ısı, nem, basınç, hava akımı, radyasyon gibi zararlı etmenlerle oluşan ölçülebilir sağlık sorunları konusunda bilgiden mahrum bırakılarak, giderek bedenen tükeniyor. Bu etmenler- le ilgili “sağlıklı çalışma hakkı” temel alınarak “bilme hakkı” gözetilmediği için kazaları ve meslek hastalıkları giderek işçi cinayetlerine nüşmektedir.

Bilgi ile donatılan işçinin giderek daha da sorgulayacağı ve kendi sağlığına sahip çıkmayı öğreneceği üzerinden “işçiden yana” modeller oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu tür modeller ye- rine “işveren kültürü” ile işçiye verilecek eğitim modelleri işçinin verimliliğini artırmak üzerine kurguludur. Ticari kurumlar üzerinden işyeri hekimi ve güvenliği uzmanı ile işyeri hemşire- si vb. tarafından verilen bu tür eğitimler yerine “işçiden işçiye” işçinin sağlığını korumak üzeri- ne kurgulanan eğitimlerde işçi ‘alıcı’ konumuna

geçebilecektir. Sahici gözlem (resmi adıyla risk analizi), alanın değiştirici dinamik gücü olan işçinin gördüğünün bilimsel verilerle buluşturulma- sıyla gerçekleşebilir.

Toplumun sağlık düzeyinin geliştirilmesi, sağlıklı olmak ve sağlıklı yaşamak, öğrenme ve bil- me hakkını savunmaktan geçer. Sağlık sorunlarının çözümü, sağlıkta toplum katılımı ile bireyler sağlığına sahip çıktığı ölçüde gerçekleşecektir.

SOSYAL GÜVENLİK NORMLARI

ILO tarafından 1952de kabul edilen Sosyal Güvenliğin Asgari NormlarıTürkiye tarafından gecikmeli ve şartlı olarak 1971de kabul edildi. İş kazası, meslek hastalıkları, malûliyet, hastalık, yaşlılık ve ölüm yardımları onaylanırken, sağlık ve analık yardımları şartlı olarak, kısmi işsizlik yardımı 1999da kabul edildi. Kabul edilen iş kazası ve meslek hastalığı sigortaları tüm çalı- şanları kapsamasına rağmen, kamu çalışanları için gerekli yasal düzenleme (malûliyet hariç) yapılmadı.

Reform adıyla başlatılan “deformasyon” reci 1999da 4447 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu ve 2003’de 4857 sayılı İş Kanunu ile başladı,

2006’da 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile tamamlandı. 2003 yılında ‘ithal’ edilen Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile açılımı sağlanan Aile Hekimliğive Kamu Hastane Birlikleri ile daha sonra İş Kanunu ile eklenen Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) uygulamaları sağlık sisteminde piyasalaşma ve işletme’ anlayışını yerleştirdi.

Bu koşullarda sosyal güvenliğin asgari normlarını dahi yakalayamayan bir ülkede “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” sürekli yerinde pa- tinajdan öte gidemedi.

NEOLİBERAL EKONOMİK VE İDEOLOJİK KURGUYA UYGUN İŞ HUKUKU

İşçi sağlığı ve güvenliği konusunda 1970li yıllarda yapılan mevzuat sonrasında uzun yıllar yaprak dahi kıpırdamadan yeni bir düzenleme yapılmadı. 1990lı yıllarda işveren cephesinde başlayan esneklik tartışmaları ile birlikte kıdem ve ihbar tazminatı, fazla çalışma, hafta sonu çalışması vb. gibi konuların yeni bir kanunu ile çözülmesi, işçiyi değil işletmeyi koruyan dü- zenlemeler yapılması isteniyordu. 1999 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile başlatılan yeni İş Kanunu hazırlıklarını tamamlamaya Bülent Ece- vit hükümetinin ömrü yetmedi.

4857 sayılı İş Kanunu hazırlık süresinde dev- let-işveren-işçi birlikteliği adına korporatizmin en güzel örneklerinden birisi olan işçi sendika- larının olur verdiği “Bilim Kurulu” ve “marifetle- ri” ile gündemin nasıl saptırıldığını gördük. Kü- reselleşme ve AB uyum sürecinde “uluslararası normlar” ve işveren bakışı, işçi sendikalarının “harici” duruşları yasalaşma sürecini kolaylaş- tırdı. İş Kanunu’nun “Genel Gerekçe”si, dolgu malzemesini bir kenara bırakırsak, yeni liberalizmin özümsenmiş şekliydi. Ecevit Hükümeti tarafından hazırlanan Tasarı’da olduğu gibi, AKP Hükümeti de tercihini, tümüyle esnek istihdamın egemen olduğu bir yasadan yana kullandı. İşve- ren cephesinde talep edilen “taşeronlaştırma, ödünç işçilik, belirli-belirsiz süreli iş sözleşmesi, telafi çalışması, emsal işçi, çağrı üzerine çalıştır- ma, toplu (ve sınırsız) işçi çıkarma, denkleştir- me, kısa çalışma ve kısa çalışma ödeneği, özel istihdam büroları” düzenlemeleri ilk kez yasaya girdi. Enformel uygulanan “taşeronlaşma siste- mi” formel hale getirdi. Taşeronlar, toplu söz- leşmesi hakkını engellemek, işçileri bölüp par- çalamak, sendikal örgütlenmeyi yok etmek ve emek örgütlerini etkisizleştirmek gibi bir görevi her dönemde üstlendiler. Bu nedenle taşeronlaş- ma, en büyük darbeyi örgütlenme ile birlikte işçi sağlığına vurdu. AKP’nin çağdaş dünyaya ayak uydurmakdediği “esnek istihdam” yasaya egemen oldu. Yasa, esnek istihdam çeşitleriyle adeta alınıp satılan meta olarak gördüğü işçiyi, işe çağrıldığında giden, olmadığından evinde oturup bekleyen geleceği kararmış bir varlık konumuna getirdi.

Özetle; kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cinayetlerinin nedenini “kapitalist üretim ilişkile- ri” olarak değil de; bu sistemin içerisindeki yasal eksiklikler ve işverenlerin ya da çalışanların ek- sikliği, bireysel sorumsuzluğu, duyarsızlığı, bilgi- sizliği, niyeti vb. gibi algılattıran devlet; hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor.

“İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” KANUNU

AB’nin Çerçeve Direktifi (89/391/EEC) ile bir- likte ILO’nun “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” 155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmet- lerine İlişkin” 161 sayılı sözleşmeleriyle uyumlu 6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği” Kanunu 20 Haziran 2012 tarihinde kabul edildi.

Kanun daha tasarı halindeyken alandaki de- ğişik beklentiler adeta panayır ortamında gibi rengarenk düşüncelerin birbirinden bağımsız uçuşmalarına dönüşmüştü. Bir kesim Cumhu- riyet tarihinde ilk kez bizimle ilgili de bir yasa çıkıyor diye sevinirken, alanla ilgisinin ne olduğu bilinmeyen piyasacılar son hazırlıklarını dosyalarına eklemiş, gün ağarmadan Resmi Gazete yayınını bekler olmuştu. ÇSGB, herkesi kapsa- yacak, kazası ve meslek hastalıkları azalacak vb. balonlarla gökyüzünü renklendirirken, sen- dikalar, yeraltında çalışıyormuş gibi durumdan habersiz izlenimi veriyordu. TTB ve TMMOB kendilerini akıntıya kaptırmış, bu bir başlangıç, devamı gelir yaklaşımı ile resmi ideolojiye uy- gun gündem oluşturuyordu…

Ve Kanun onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlandı… Çok geçmedi, 2013 ve 2014, iş kazala- rının, bırakın cinayetlerini, işçi katliamlarına dönüştüğü yıllar oldu. Artık sağlığı ve güven- liği hizmetini alan da veren de memnun değil- di. Hizmet alan “hizmet alamadığını” söylerken, hizmet veren “haksız rekabetle kazanç sağlanı- yor” söylemleriyle ateş püskürüyordu. Ortada ne eğitim vardı, ne de işyeri sağlık hizmeti. İş kazaları görülmediği kadar artmış, meslek has- talıkları ise görülmediği kadar “azalmış” ve en az tespit edildiği döneme girmişti.

“İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı” tartışmaları yaklaşık 20 yıl öncesinden başla- masına rağmen, Tasarı Meclis’e indiğinde siyasi partiler ve sendikalar nedense hazırlıksız yaka- landılar. Kanun Tasarısı tartışmalarında; TTB adına ÇSGB hazırlık toplantılarına, KESK ve DİSK adına TMMB Komisyon toplantılarına katılan ve gelişmeleri yakından gözleyen birisi olarak çok söz söylemem olasıdır. Ancak, işçi sağlığı adına gördüğüm sefaletin alana yansımalarının kabul edilebilir olmayacağı olasılığı üzerinden de az söz söylemek daha doğru olacak diye düşünmem gerekiyor. TMMB Komisyon çalışmalarında “işçi sağlığı” tartışılırken sadece işçinin konuşul-madığı, AB uyumu adına yukarıda bahsettiğimiz belgelerin birebir çevirisinde yanlış çeviri yaparsak eleştiri alırız (kimden?) sözlerinin ön plana çıktığı bir garip ortamda TTB ve TMMOB uzman görüşü yerine hukukçusu ile temsiliyet üzerinden yetmez ama şimdilik evet ya da en azından başlangıç, devamı gelir” yaklaşı- mı ile Çalışma Bakanı’na teşekkür ederek bir madde bile değiştirsek iyidir diye umutlanarak, dosyalarla takdim ettikleri maddeler üzerinden değişiklik önerilerini sunduklarında, Bakan Fa- ruk Çelik’in rahatlamasını görmemek mümkün değildi. Diğer taraftan değişiklik önerilerinden bırakınız tek bir cümleyi, tek bir kelimenin dahi kanun taslağına girmediğini gördük.

KESK ve DİSK, sorundan habersiz halleri nedeniyle ilk çağrıya uymamaları üzerine top- lantıdaki kinayeli eleştirilerden sonra, ikinci top- lantıya katılma kararı aldılar. Ne söyleyeceğiz?sorusunun cevabını vermeye zorlanan her iki konfederasyonun birlikte sözcülüğünü yapmak zorunda kaldığım toplantılar, biz de temsil edil- dik boşluğunu tamamlamaktan öte bir anlam ifade etmemişti. Diğer taraftan, CHP ve BDP’den gelen brifing beklentisi karşılanmasına rağmen toplam katılım üç kişiyi geçmemişti.

Komisyon çalışmaları devam ederken TİSK boş durmadı; 25 Nisan 2012de İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun TasarısıSemineri adı altında düzenlediği toplantıda işverenler ve Bakan dahil Bakanlık bürokratlarını bir gün boyunca ikna odalarına” aldı. Konuşma çözümleri yayınla- nan (TİSK, Yayın No: 322) bu toplantıda, TİSK ve ÇSGB’nin dişe dokunmayan konular hariç ne kadar uyum içinde oldukları net olarak ortaya çıkmıştı. TİSK Başkanı Tasarıyla ilgili genelinde bir olumsuz görüşümüz yokderken, seminerde değerli “bilim” adamları dahil muhalif tek tek görüş dahi sunulmamış, muhalif olması bekle- nen kimi davetliler de ağzını dahi açmamıştı.

Kanun gerekçesinde, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle, yasanın çıkması halin- de kazaları ve meslek hastalıklarının azala- cağı iddia edildi. Açıkça söylenmeyen iddia ise, verimlilik artışı”yla ilgiliydi. Verimlilik artışı iki şekilde gerçekleşebilirdi; birincisi, üretim artışı, ikincisi işçi sağlığı ve güvenliğinden “tasarruf ” olarak. Beklenen gerçekleşiyor; “verimlilik” sermayenin kasasına, “tasarruf ” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/emekçinin mezar taşına yazılıyor. Kanun, iş güvencesinin olmadığı bir ülkede işyeri he- kimi, iş güvenliği uzmanı ve işçi ile emekçilere işvereni/sermayedarı Bakanlığa şikâyet etme “hakkı”nı verdi! Kanun’da geçen işçi ve emek- çinin “çalışmaktan kaçınma hakkı” ve “çalı- şanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi “haklar” iş güvencesinin yasal güvence altına alınması halinde üzerinde konu- şulabilir, aksi halde işçinin/emekçinin “işten atıl- ma hakkı”ndan öteye gidemez.

İş Kanunu ile tanımlanan esnek işyeri kav- ramı ile işyeri ve işçi sağlığı” kavramlarının kapsamı değişirken, işyeri, sınırları tanımlanmış bir mekan olmaktan çıkartıldı. Sanal işyeri ta- nımı gündeme gelirken, işçi sağlığı ve güvenliği anlayışı da değişti. Mevzuat tümden yenilenerek işçi yerine çalışan kavramı getirildi.

Hukuk geleneği yasalarda öngörülen açılım- ları tüzük ve yönetmeliklere bırakırken, 6331 sayılı Kanun, yasama ve yürütme yetkisini tek elde toplayan, sorunun taraflarını dikkate al- mayan yeni hukuk anlayışı geliştirerek, yani hukuku esnekleştirerek, doğrudan yönetme- liklerle açılım sağlamaya çalıştı. Bakanlık, işçi sağlığı ve güvenliği konusunda sürekli yönet- melik değişikliği yaparak el yordamı ile yolunu bulmaya halen devam ediyor. 1980 sonrasında

Kanun gerekçesinde, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle, yasanın çıkması halinde iş kazaları ve meslek hastalıklarının azalacağı iddia edildi. Açıkça söylenmeyen iddia ise, “verimlilik artışı”yla ilgiliydi. Verimlilik artışı iki şekilde gerçekleşebilirdi; birincisi, üretim artışı, ikincisi işçi sağlığı ve güvenliğinden “tasarruf” olarak. Beklenen gerçekleşiyor; “verimlilik” sermayenin kasasına, “tasarruf” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/ emekçinin mezar taşına yazılıyor.

23 yıl aynı yönetmelik yürürlükte kalmışken, 2003 sonrasında bu alanla ilgili yedi defa yö- netmelik düzenlendi: “İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hk. Yönetmelik” (RG: 16.12.2003 ta- rih ve 25318 sayılı), “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hk. Yönetmelik” (RG: 15.8.2009 tarih ve 27320 sayılı), “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yö- netmeliği” (RG: 27.11.2010 tarih ve 27768 sayılı), “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeli- ği” (RG: 29.12.2012 tarih ve 28512 sayılı). “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” (RG: 18.12.2014 tarih ve 29209 sayılı), “İşyeri Hekim- lerinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hk. Yönetmelik” (RG: 27.11.2010 tarih ve 27768 sayılı) ve “İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Perso- nelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri

Hk. Yönetmelik (RG: 20.07.2013 tarihi ve 28713 sayılı). Bu yönetmelikler arasındaki farklar in- celendiğinde, hizmetin niteliği, işçinin sağlığı vb. konularla ilgili değil, piyasa dinamikleri ve dengeler üzerinden yapılan değişikliklerin ön planda olduğu görülecektir.

İŞYERİ SAĞLIK HİZMETLERİ VE OSGB ÜZERİNDEN “DENETİM”

Çalışma yaşamı, sosyal güvenlik ve sağ- lıkla ilgili planlanan düzenlemeler içerisinde doğrudan işyeri sağlık ve güvenlik hizmetlerini yok sayan bir ifadeye rastlanmıyor. İşyerinde yapılması zorunlu olan koruyucu ve önleyici işçi sağlığı ve güvenliği hizmetinin dışarıdan uzman kişi veya kuruluşlardan(OSGB Siste- mi) alınması önceleniyor. İşverenin doğrudan işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı çalıştır- ma görevi neredeyse ortadan kalkıyor. İşye- ri hekimi cephesinden baktığımızda; yapılan düzenlemeler, işyeri sağlık birimini sembolik, işyeri hekiminin görev ve yetkilerini gösterme- lik hale getirirken, çalışma ortamında hizmet sınırlanıyor ve gereksizleşiyor.

Sistemin kırıntıları üzerinden hesaplar ya- parak önceden hazırlanan OSGB’ler, 6331 sayı- Kanunu büyük umutlarla beklediler ve ayak- ta alkışladılar. Kısa zamanda Türkiye’nin dört tarafı OSGB ile doldu. Ancak uygulamayı ve neticelerini gördükçe hayal kırıklığı yaşadılar. Kalitesiz hizmet ve dolayısıyla haksız rekabet kazançları düşürürken, iflaslar başladı. Buna rağmen 2015 yılı başında Türkiye’de yetkilen- dirilmiş OSGB sayısı 2111 olarak yayınlandı.

Yasanın uygulamasıyla Tabip Odaları tara- fından yürütülen işyeri hekimi atama ve onay hizmetlerinin usul ve esasları yeniden belirlen- di. Yasa, onay yetkisini Çalışma ve Sosyal Gü- venlik Bakanlığı’na verdi. Bakanlığın açıklama- dığı “gizli” beklentisi denetimlerin bir tür özel- leştirilmesiyle ilgiliydi. Hiçbir zaman denetim kadrosunu tamamlamayan ve tamamlama gibi bir çabası da olmayan Bakanlık, denetimlerin sorumluluğunu işverenlere ve onların hizmet alımı için tercih ettiği OSGB’lere bırakmak is- tiyordu. Böylece denetim sorunu kendi içinde

“otokontrol” mekanizması ile çözülecek; Ba- kanlık yükümlülüğü işverenlere, işverenler so- rumluluğu OSGB’lere, OSGB’ler de güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, ve diğer işyeri sağlık görevlilerine bırakacaktı. Bakanlık, hem dev- let görevini yapıyor izlenimi yaratacak, hem de sermayenin paylaşım beklentisinde üzerine düşen görevi yapacaktı. Mevzuat, işverenlerin yükümlülüklerini artırırken, bir taraftan kapi- talist sistem içerisinde eşitsizlikler yaratarak belirli “standartları” yakalayan işverenleri öne çıkartıp, belirlediği standartları yakalayama- yanları daha aşağılara çekerek pastada büyük payı büyük sermayenin almasını sağlayacaktı. Küçük sermaye gruplarının yasada belirlenen “iş sağlığı ve güvenliği” sorumluluklarının mali külfetini karşılaması mümkün olmadı- ğından, piyasada rekabet gücünü de yitirecek, büyük sermaye ile küçük sermaye arasındaki makas açılacaktı.

Diğer bir durum da, 10dan az işçi çalıştıran işyerlerinde sağlığı ve güvenliği gi- derlerinin kamu tarafından, başka bir ifadeyle sigortalı işçilerden toplanan primler üzerin- den karşılanması tartışmalarıdır. Türkiye’de 1-9 arası işçi çalıştıran toplam 1.377.924 işye- ri bulunuyor, bu rakam toplam işyeri sayısı- nın %85,2’sini oluşturuyor. Bu işyerlerinde toplam 3.718.766 işçi istihdam edilmiş, yani toplam sigortalı işçi sayısının %29,8’i bu tür işyerlerinde çalışıyor (SGK 2013 yılı istatistik- leri). Bakanlık bu sorumluluğu üstlendi, ara- dan da 3 yıl geçti. Henüz bir ses yok!

Bu kurguya örnek olabilecek inşaat sektörü başta büyük sermaye gruplarında ana işveren çalışanlarını yüksek ücret vererek destekler- ken, işçi sağılığı ve güvenliği hizmetlerinde de daha yüksek standartları tanımlayabiliyor. Bu standartlar üzerinden uluslararası belgeler alırken, alt işverenlerde kuralsızlık ön plana çı- kıyor, düşük ücretli ve işçi sağlığı ve güvenliği hizmeti al(a)mayan işçilerin toplam sayısı yüz- de 90’ları geçiyor.

Bakanlık, kurgunun uygulama alanı bula- bilmesi için iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve işçilere “işvereni Bakanlığa şikayet hakkı”

tanıyarak, onları işverene karşı “koruma” an- layışı üzerinden mevzuat oluşturdu. Ancak, kurgu uygulama alanı bulurken, alanı düzene sokmak yerine tamamen karıştırdı. Piyasadan alabilen OSGB’ler bu alanı bilen kişilerin değil, parası olup, Bakanlık ile iyi geçinenlerin eline geçti ya da işi bilenler piyasa koşulla- rında rekabet edemedi. Hizmet karşılığı alınan ücretler kıran-kırana aşağı çekilirken, işveren- OSGB uyumu ile hizmet vermeden evrak üze- rinden bitirme anlayışı egemen oldu. İş yap- mak çabası ile işe sarılan, ancak güvencesi olmayan güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer profesyoneller kendi aralarında “uyum” sağlayan işveren-OSGB işbirliğini kıramadı, işverenin istemediği kişiler (sözleşmelere gi- ren yaptırım gereği) OSGB tarafından hemen o işyerinden çekildi. İşçiden yana tutum be- lirlediğinde işinden olan profesyoneller, etik olmayan tercihler üzerinden işveren-OSGB iki- lisi tarafından belirlenen usulleri kullanırken, işi yapıyormuş gibi gösterip işe giriş raporu, güvenliği eğitimi, kişisel koruyucu donatım ile ilgili belgeleri işçiye imzalattırarak tüm so- rumluluğu da emeğini satmaktan başka seçe- neği ve güvencesi de olmayanlara yükleme- ye başladılar.

Özetle; kapitalist sistemin profesyonelle- re yüklediği çağdaş misyon işçinin verimli olmasını sağlamak” işyeri hekimi için tanım- lanan “koruyucu sağlık hizmeti” geliştirici, sağaltıcı ve rehabilite edici görevi görmezden gelmeyi gerektiriyor. Kendi alanında veya pi- yasada bulamayan meslek grupları “işyeri hekimi” veya “iş güvenliği uzmanı” olarak ortaya çıkarken, işçiyi çalışma ortamından değil “işvereni işçiden koruyan” işverenin şö- valyeleri gibi çalışır oldular. Hemen hemen tüm işyerlerinde istihdam edilen ve işyerini halka karşı koruyan “özel güvenlik” görevlileri gibi işvereni ve üretim araçlarını güvencesi ol- mayan işçiye karşı koruyan OSGB’ler sitemin güvencisi haline getiriliyor. Ancak, işçinin verimliliğini artırmahedefine kilitlenen poli- tikaların bedeli işçiye kazası, meslek hasta- lığı veya işçi cinayeti olarak dönüyor.

KAPİTALİST SİSTEMDE TOPLUMDAKİ EŞİTSİZLİKLER; İŞ KAZALARI, MESLEK HASTALIKLARI VE İŞÇİ CİNAYETLERİ

İş kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cina- yetleri kapitalist ekonomik düzendeki eşitsizlik- ler sonucu karşımıza çıkıyor…

Yasal düzenlemelerdeki “iş kazası” ve “mes- lek hastalığı” tanımı türlü türlü manipülasyonun yapılmasına zemin hazırlayarak gerçek rakamla- rın gizlenmesini sağlıyor. Birçok kaza “istatistik- ler” içerisinde yer almazken ile ilgili hastalık- lar” da kapsam dışı kalıyor.

Kapitalist sistem, çarkı daha ucuza döndü- rebilecek yöntemler geliştiriyor. Kazalara “önle- yici” yaklaşım ve meslek hastalıklarında “erken tanı” çalışmaları maliyet unsuru olarak görülür- ken, meslek hastalıklarının tanı mekanizması da “bilinmez” gösterilerek işçinin korunma hakkıgözetilmiyor. Toplumsal eşitsizlikler ön plana çı- karken, ucuz emek yağması sonucu sermayenin emeğin ürettiği artık değere el koyması kaçınıl- maz hale geliyor. Bu kurguda; emekçi çaresiz kaldığı durumda resmi ideolojiye boyun eğer- ken; esasen işçiyi korumakla yükümlü, ancak varlık gerekçesi kapitalist sistemin kendisi olan işyeri hekimi ve iş güvenliğini yürütecek disip- linler sermaye değirmenine su taşıyorlar ya da taşımak zorunda kalıyorlar.

İş kazaları, kapitalist sistemin daha fazla artı-değer dürtüsü üzerinden değil de “ani ve beklenmedik olay” olarak; meslek hastalıkları ise bilimsel anlamıyla değil de “sigortacılık” an- layışıyla değerlendirildiğinde, ortada hukuksal anlamda bir sorun kalmıyor! Mevzuat 5510 sayılı Kanun ile sigortalının haklarını asgariye indirir- ken, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ise “mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çı- kan” her türlü hastalığı “meslek hastalığı” olarak tanımladı. İki kanun bütünlüklü olarak yorum- landığında; Çalışma Bakanlığı, bir taraftan tüm çalışanların meslek hastalığını kabul eden bir görünüm vermek istiyor, diğer taraftan da dün- yada ironi konusu olan “meslek hastalıklarında en iyi ülke Türkiye” imajını da değiştirmek, yani meslek hastalığı sayısını yüksek göstermek istiyor. Başka bir ifadeyle; meslek hastalığı sayısını artırırken, 5510 sayılı Kanuna koyduğu engellerle tazmin boyutunu görmezden gelecek.

Kapitalist sistem, kendi içinde “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlikler” oluş- turarak “haksız rekabeti önleyecek yeni bir düzen” kurmaya çalışıyor. Şöyle ki; 5510 ve 6331 sayılı kanunlar, “işverenlere yaptırımları eskine göre göreceli olarak artırdı” diyebili- riz; ancak, kapitalist sistem faturası çalışana kesilmek üzere işverenleri de “terbiye” etme gereksinimi duyuyor. Örneğin, ISO, OHSAS, TS (18001) vb gibi bazı standartlara uymak ve bazı belgeleri almak gerekliliği sermaye grup- ları arasında rekabet ortamı yaratırken, daha güçlü sermaye grubu daha zayıf olanı dışlıyor. Diğer bir anlatımla, hammadde, enerji vb. üze- rinden “eşitsizlik” yaratabilmenin koşullarının ortadan kalktığı bir dönemde, işgücü maliyeti ile birlikte “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlik” yaratılabiliyor. Bu kurguya uygun olarak hazırlanan AB ve ILO gibi kurumların uluslararası referans normlarından yola çı- kılarak hazırlanan 6331 sayılı Kanun yeni bir düzen kuruyor. Bu düzene göre, sermayedarlar “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri he- kimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyo- nelleri görevlendirmekle yükümlü kılınıyor. Bu görevlendirme piyasa koşullarında OSGB’ler aracılığıyla yapılıyor. Kanun’un öngördüğü “genel önleme ve koruma politikası” esasen “eşitsizlik” sağlamak üzere söz konusu profes- yonellerin “çalışanlara talimat prensibi” üze- rinden şekilleniyor. “Talimatlar” işçiye tebliğ edildiğinde, işin “güvenli” bir şekilde yapılma- sının sorumlusu “işçi” olacak! Bu işlemlerden sonra, olası meslek hastalığı durumunda, fatu- ra talimata uymayan(!) işçiye kesilecek… Baş- ka bir ifadeyle; kapitalist sistem, işveren so- rumluluğunda da olsa, işçiyi, çalışma ortamın- dan kaynaklı hastalıklardan dün de, bugün de, yarın da korumayacak, çünkü sermaye “işçinin sağlığının ertesi gün çalışabileceği kadar ko- runması gerektiği” anlayışına inanmak istiyor.

Devlet, olası kazası veya meslek hasta- lığı durumunda “tazminat” ve “sigortacılık” boyutunu öne çıkartarak sermayeyi bedel öde- mekten kurtarıyor. Sermayenin koruyamaması nedeniyle ortaya çıkan meslek hastalıklarının mali yükü bugüne kadar SSK üzerinden dev- lete kesildi, bundan sonra da başarabildikleri ölçüde emeğe/emekçiye, yani topluma yük- lenecek. Bu nedenledir ki, sınıfsal çelişkiler üzerinden insan sağlığının nasıl belirlendiğini görmek olasıdır; meslek hastalıklarının tanı ve tedavisi ile kapitalizm arasındaki ilişki “emek- sermaye çelişkisinin merkezinde” aranmalıdır. Meslek hastalıklarının ekonomi politiği top- lumsal yönüyle ele alındığında; emeğin değeri- nin düşürüldüğü, işsizliğin artırıldığı, enformel çalışmanın teşvik edildiği, emeğin örgütsüzleş- tirildiği, güvencesizliğin arttırıldığı vb. durum- larda emekçi sınıflar üzerinde bir denetim ve baskı aracı olan devletin bu alandaki tercihleri de daha anlaşılır hale gelmektedir.

SAĞLIKLI EMEK İÇİN “İŞÇİ YAKLAŞIMI” VE YEREL YAPILANMALAR

DİSK, KESK, TMMOB ve TTB tarafından 2-4 Aralık 2011 tarihlerinde yoğun işçi katılımıyla gerçekleşen IV. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kongre- si, Esnekleşme ve İşçi Sağlığı teması ile sağlık- lı çalışma hakkını savunarak, emek cephesinin güç kazanmasını sağlayacak ve ‘örgütsüzlük’ en- gelini ‘direnç’ göstererek aşacak kararlılıkla top- landı. Çeşitli alanlarda çalışan ya da çalışırken mağdur olan emekçiler veya yakınları kürsüyü kullanma ve sorunlarını dillendirme olanağı bul- du. Kongre, bölgelerde, havzalarda ya da değişik meslek gruplarında mücadele ve örgütlenmeyi; beyaz ya da mavi yakalı, kol ya da kafa emek- çisi, memur ya da işçi vb. ayrımları reddederek, her kişi ve kurumun birlikte oluşturacakları “ye- rel yapılanmalar” aracılığıyla gerçekleştirmeyi öngördü. Sağlıklı emek için sınıfın bileşenlerini mücadele içinde birleştirmek zemininde, aşağı- dan yukarıya yerel yapılanmaların sürdüreceği faaliyetin merkezi koordinasyonunun oluşturul- ması kabul edildi.

Kapitalizmin emeğin sağlıklı olma hakkı”nı yok sayan sermaye egemenliğine karşı emeğin kolektif cephesinde soruna tabandan sahiplene-

cek emekten yana örgütlenmeler; “mücadeleci sendikalar” ile diğer sendikalarda yalnızlaşan “mücadeleci bireylerin” ya da “örgütsüz/kayıt- sız” yalnızların bu alanda yalnızlaşan meslek örgütleriyle birlikte oluşturacağı ve sürece yeni bir devinim kazandıracak “İşçi Sağlığı Meclis- leri” metropol illerde çalışmalarını sürdürüyor. Ancak, emek cephesini harekete geçirebilecek ve “işçi yaklaşımı” ile çalışma koşulları ile ilgili sistemi sarsacak organizasyonla sendikalar da dahil, konuya taraf olan örgütlü-örgütsüz her türlü gücün “yerini belirlemesini” sağlayacak ya- pılanmalar çalışma yaşamında henüz yeterince karşılık bulamadı.

SONUÇ

Kapitalist sistemin savunduğu değerlere kay- gıyla-kuşkuyla bakmak deneyimlerimizin bize öğrettiklerindendir. Kapitalizm, “iş sağlığı ve gü- venliği” yaklaşımıyla tespitlerimizi doğrulayarak “işçilerin, çalışma kapasitesi ve işin üretkenliği ile çalışma yaşamının zorluklarıyla başa çıka- bilme yeteneklerini artırmak” istiyor. İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması meseleleri önce- lendiğinde beklenenler yaşanıyor; işyerlerindeki meslek hastalıkları da dâhil, “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getirilirken iş kazaları ve işçi cinayetleri giderek artıyor. Çaresizliği öğrenen ve kendi emeğine ya- bancılaşan “işçi sınıfının algısı yönetilerek eme- ğin kontrolü sağlanıyor” ve dolayısıyla işçinin “üretimden gelen gücü” sönük kalıyor.

Bu kurguyu bozabilmek için sınıf mücadele- sinin en keskin, en öldürücü yaşandığı işçi sağ- lığı alanında yapılması gereken; işçinin “sağlıklı

emek” ekseninde “artı-değer sömürüsüne karşı duran” siyasi/ideolojik donanımının sağlanma- sıdır. Donanımlı işçinin öğrenirken öğretmesi”, bu anlamda işçilerin sağlığının işçiler tarafın- dan korunması işçilerin kendi görevidir. Küçük burjuva aydınlarına düşen görev “işçinin bilme hakkı”nın gözetilmesidir.

Türkiye’de kronolojik sıralamayla “işçi sağ- lığı kavramı” üzerine yapılan bu tartışma; işçi sağlığı alanında bugüne kadar yapılmayan sos- yal politika tarihine ve bu konudaki tartışmala- rın dinamik olarak sürdürülmesine katkı sunma amacını kurguladı. Bu tartışmada; polemik ya- ratmaktan öte, mevcut birikimi toparlamak, so- runun sınıfsal özüne ulaşmaya çalışmak ve bu birikim üzerine tüm taraflarca emekten yana yeni katkılar eklenerek birlikteliğin sürdürülmesi yönünde çaba sarf etmek anlamı yüklüdür.

yavvvv heee heeee

Hakan Ongan

Son yıllarda genç kuşağın geliştirdiği ve sıkça kullandığı bazı kelime ve cümleler var. Bunların bazıları zaman zaman sinir bozucu olsa da ba- zen son derece işlevsel olabildiklerini kabul etmek gerek. “Yav hee heee” cümleciği de bunlardan biri. Gençler karşısındakinin anlattığı şeye inanmadığını, gerçek dışılığını ve saçmalığını, üzerinde konuşmaya bile değmeyecek olduğunu belirtmek için güzel bir yol seçmişler. Yavv heee heee ☺

Teorik bir dergide böyle bir başlık ve giriş ne kadar doğru bilmiyorum, ama bazı durumlarda sözü uzatmadan bu tür laflar enerji tasarrufu sağlayabilir. Örneğin; “firma/patron kazanırsa işçiler de kazanır” “hepimiz aynı gemideyiz” gibi sermaye ideolojisini pekiştiren mitler, söylence- ler tam da “yavv heee heee” denecek (ve biraz da buraya yazılamayacak fazlası) nitelikteler. Aslında bu tip sermaye ideolojisini pekiştirecek ifadelerin sermaye açısından çokça iş gördüğü- nü de kabul etmek gerekir. Ancak bazı zaman- larda bunların iş görmemesi durumu da söz ko- nusudur. İşte bu yazı, metal sektöründe büyük direniş ve eylemlerin olduğu günlerin hemen

ardından, işçilerin her türlü kafa bulandırıcı lafa “yavvv heee heee” dedikleri bir dönemin hemen ardından yazılmıştır.

Biz, burada, sermaye ile olan çelişkisinde her koşulda işçi sınıfından yana olan tutumumuzdan bir an için vazgeçip hakemlik görevi üstlenelim ve Türkiye’de “hepimiz aynı gemideyiz” gibi söy- lemlerin doğruluğunu tartışalım. Değerlendir- melerimizi, Türkiye’de işçi sınıfının durumundan başlatalım ve sırasıyla ana metal sanayi, oto- motiv sektörü ile sürdürüp, son direnişin kalbi Bursa’da işçi sınıfının genel durumuyla bitirelim.

TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ GENEL GÖRÜNÜMÜ

Bu ülkede yaklaşık 25.4 milyon kişi istihdam ediliyor ve işsizlik, yayınlanan rakamlarına hala inanan var ise, yüzde 10-11 aralığında mevsimsel etkilere göre değişmekte. İstihdam edilenlerden yaklaşık %35 kadarı asgari ücret ve altında gelir elde ediyorlar. Sadece sigortalı çalışanlar değer- lendirildiğinde ise, bu oran, çalışanların %40’ı seviyesine ulaşıyor.

Bu rakamların bir anlam ifade edebilme- si için Avrupa’daki duruma bakalım. Öncelikle krizdeki Yunanistan’da asgari ücret 700 euro civarında iken, asgari ücretlilerin toplam çalı- şanlar içindeki payı sadece yüzde 2-3 düzeyinde. Keza ekonomisi iyi gitmeyen İspanya da benzer oranlara sahip. Neredeyse tüm Avrupa’da asgari ücretle çalışan sayısı yüzde beşin altındayken, sadece Polonya ve Slovenya’da bu oranlar yüzde 10 ve yüzde 20 düzeylerinde. Ayrıca AB üyesi ül- kelerde asgari ücret ortalaması 1033 Euro iken, bu rakam, 300 Euro civarında asgari ücrete sa- hip Türkiye’dekinden yaklaşık 700 Euro daha fazla.

Biz, yine de, hakemlik görevimizden erken havlu atmayalım ve incelememizi sürdürelim. Hem, belki de, biz onlardan daha az çalıştığı- mızdan böyledir, diyelim. Sahi, biz daha mı az çalışıyoruz? Bunun için bir resmi haftalık çalış- ma saatleri, bir de işgücü anketleri yoluyla elde edilen saat verileri mevcut. Türkiye’de haftalık resmi çalışma saati 45 saat. Oysa AB ortalaması 38.6, İtalya 36, Almanya 35 saat.

Yukarıda belirtildiği gibi, bunlar, “resmi” ra- kamlar. Euro-stat (2011) işgücü anketlerine göre ise, durum çok daha farklı. Örneğin; AB ortala- ması 40,4 saat iken, Türkiye’de 52,1 saat. Tür- kiye için verilen bu rakamda erkekler 53, 1 saat çalışırken, kadınlar 48,6 saat çalışıyorlar. Aslın- da ortalamayı yükselten bazı ülkeler (örneğin İzlanda 43,9 saat) olmasa, Danimarka, Norveç, Hollanda, İrlanda, İtalya’da yaklaşık olarak haf- tada 38 saat çalışılıyor. Yani Türkiye’de günlük çalışma saatleri bu ülkeler kadar olsa, haftanın, yedi değil, dokuz gün olması gerekecekti.

Sendikalaşma oranlarına gelecek olursak, bu noktada bazı hususları belirtmemiz gerekecek. Burada, öncelikle iki kritik durum söz konusu; bunlardan birincisi, sadece matematiksel ve pay-payda ilişkisinden kaynaklanıyor. Şöyle izah edelim; Türkiye’de 1 milyon 297 bin sendikalı işçi var. Bu net ve tartışmaya açık bir durumu yok. Ancak toplam işçi içindeki oran bu kadar net değil. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bu verileri dikkate alarak, sendikalı işçi oranını yüzde 10,65 olarak belirlemiş. Oysa bir de kayıtlı

olmayan işçiler var ki, bunların sayısı da iki-üç milyon civarında. Uluslararası standartlar ise, sadece kayıtlı olan işçilerin değil, toplam işçi- lerin hesaba katılması gerektiğini ifade ediyor. Bu durumu dikkate alıp sendikalı işçi sayısını yeniden değerlendirdiğimizde ise, karşımıza çıkan oran yüzde 8-9 civarında. Buradan, tüm işçi sınıfı içinde yüzde 8-9 kadarının ücretlerinin toplu sözleşmeyle belirlendiği anlaşılmasın. Zira Türkiye’de ücretin patronun iki dudağının ara- sında olmasını engellemek için sendikalı olmak yeterli değil. Nitekim sendikalı işçilerin önemli bir kısmı toplu sözleşmeden yararlanamıyor. Ba- kanlığın en son yayınladığı verilerden, sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 25 kadarının toplu söz- leşmeden yararlanamadığını anlıyoruz. Tüm bu verileri birlikte değerlendirdiğimizde, toplu söz- leşmeden yararlanabilen işçi sayısının toplam işçilerin ancak yüzde 6-7’si düzeyinde olduğunu görüyoruz.

Bu noktada, mevcut oranlara bakarak, diğer ülkelerdeki oranlarla karşılaştırma yapmamız mümkün değil. Çünkü mevzuatlar arasında kor- kunç farklılıklar söz konusu. Nitekim Türkiye’de sendikal barajlar ve yetki sistemleri tamamen toplu sözleşme yapmayı engellemek üzerine kurgulanmış durumda. Örneğin; bu yıl sendika- ların yüzde yetmişe yakını bu barajları geçeme- di. Tüm bu durumlar, ülkeler arası karşılaştırma yapmayı engelliyor. Ancak bu noktada sendi- kalaşma oranları kadar mevzuatın da önemini vurgulamak için Aziz Çelik’in çalışmasından bir örnek verelim. AB ülkelerinde ortalama sendika- laşma oranı yüzde 20-25 düzeyinde iken, toplu sözleşme kapsamındaki işçi oranı yüzde 70’ler seviyesinde. Yani süreç bizdekinin tam tersine işlemekte. Neticede, burada, oran kadar, elde edilen sendikalı işçilerin kazanımlarının genele teşmil edilip edilmemesi de çok belirleyici. As- lında lafı uzatmaya pek gerek yok; Türkiye’deki durumu “hem kel hem fodul” diyerek özetleyip devam edelim.1

Türkiye’nin genel durumunu karşılaştırma yöntemini burada bitirelim. Zira sırada kayıtlı ta- şeron 1,6 milyon işçinin durumu, günde yaklaşık

  1. http://t24.com.tr/yazarlar/aziz-celik/sendikalasma-gercek- ten-artiyor-mu,11132

dört işçinin iş cinayetlerine kurban gitmesi, grev ertelemeleri vb. gibi konular var ve karşılaştırma yapmak için bu özgün(!) koşullarla ilgili olarak dünyadan örnek bulmak oldukça zor olacak.

ANA METAL SANAYİ DEVİ

Tüm ekonomilerde çok sayıda birbiriyle iliş- kili mal ve hizmet üretilir. Kimi mallar ara malı niteliğindeyken, bir başka sektörün girdilerini teşkil etmektedir. Üretim sürecinde ortaya çı- kan bu karmaşanın ortadan kalkması için bir takım sınıflandırmalar yapılmaktadır. Sanayi, tarım, hizmetler gibi genel sınıflamaların yanı sıra her bir sektör de kendi içinde ayırıma tabi tutulmaktadır. Ana metal sanayi de bunlardan birisidir. Türkiye’de metal sektörü öylesine bü- yük bir öneme sahiptir ki, yaklaşık bir milyon kişi metal sektöründe istihdam edilirken, 2014 yılında toplam ihracatın yüzde 43’ü bu sektörde üretilmiş ve imalat sanayinde yaratılan katma değerin üçte birinden fazlası (yüzde 36) metal sektöründe yaratılmıştır.

Üretimin karmaşık yapısı içerisinde böylesi- ne büyük bir sektörü alt bölümlere ayırmadan değerlendirmek neredeyse imkansız. Ana metal sanayi, Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması- na göre (ISIC Revise 3) imalat sanayi grubunda yer almakla birlikte, üç alt sektörden oluşmakta. Bunlar; demir çelik ana sanayi, demir çelik dışın- daki ana metal sanayi ve metal döküm sanayi.

Demir çelik endüstrisi; genel olarak demir cevherinin arıtılmasından başlayarak, demir ve çeliğin üretimini ve şekillendirilmesini kapsar. Bu sektörde üretilen mallar; konut, otomotiv, be- yaz eşya gibi çok sayıda üretimin ara malı niteli- ğindedir. Bu sektördeki üretimde, Türkiye, dün- ya üretiminin yaklaşık yüzde ikisini karşılarken, dünyada onuncu, Avrupa’da ise ikinci sırada yer almaktadır. Metal sektörü ise demir (pik, sfero, temper), çelik, bakır ve alüminyumun işlenmesi ve şekillenmesi alanlarını kapsamaktadır. Türki- ye bu sektördeki dünya üretiminde yüzde 1,3’lük bir paya sahipken, dünyanın en büyük on ikinci, Avrupa’nın ise dördüncü büyük üreticisidir. Bu alanda Türkiye’deki üretiminin son yıllarda hızla arttığını da belirtmek gerek. Örneğin, ham çelik

üretiminde 2000 yılında 17. Sıradayken, 2013 yı- lında 8. sırada yer almaktadır (Tepav: Dünya ve Türkiye Otomotiv Sektörü Raporu: 2013).

Buraya kadar incelememizde her şey yolun- da gözüküyor. “Aynı gemide” olduğumuz için bu kadar üretim artıyorsa, gelirin bölüşümü konu- sunda da iç açıcı şeyler görmeyi umut ediyoruz. Nitekim bu sektör, tarihinde de görüleceği gibi, doğrudan kamu kaynakları kullanılarak oluştu- rulmuş. Sermaye birikiminin tüm aşamaları için geçerli olsa da, onca yokluğa rağmen doğrudan kamu kaynaklarıyla oluşturulmuş bir tarihe sa- hip olması, (şimdilik üstlendiğimiz) hakemlik gö- revimizde daha titiz olmamızı gerektiriyor.

YETİM HAKKI İLE DEMİR ÇELİK SANAYİ

Türkiye’de demir çelik sanayinin altyapı- sı 1930’larda kurulmaya başlanmış. İlk tesis, 1928’de Kırıkkale’de savunma sanayinin ihti- yaçları için kurulan MKEK. 1937’deki ilk entegre tesis olan KARDEMİR’i, 1965 yılında bir diğer en- tegre tesis olan ERDEMİR ve üçüncüsünü 1977’de İSDEMİR izlemiş.

1960’lı yıllarda ise, özel sektöre ait Elektrik Ark Ocakları (EAO) devreye girmeye başlamış. 1980’lerde ise, sektör, ağırlıklı olarak EAO ile üretime yönelmiş durumda. Aslında çelik üreti- minde EAO dışında yöntemler de (Siemens-Mar-

tin SM ve Bazik Oksijen Fırınları BOF) olsa da, en yaygın olanı EAO yöntemi. EAO yöntemi, en- tegre tesise göre büyük avantajlara sahip. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, EAO yönteminde çok büyük finansman kaynağına ihtiyaç duyul- maması. Bir diğer önemli sebep ise, Türkiye’de zengin demir cevherinin olmaması. Nitekim en- tegre tesisin temel hammaddesi demir cevheriy- ken, EAO’nun temel hammaddesi çelik hurdası. Her iki yöntemle üretimde girdi kaynaklarına yakınlık, ulaşım imkanları maliyetleri önemli öl- çüde etkilediğinden özellikle yeni yöntemle üre- tim yapan firmaların tamamına yakını limanlara yakın yerlerde kurulmuş durumdalar.

Aslında daha sonraki gelişmeler çok bilindik nitelikte. Bu kamu mallarının çoğu birer birer özelleştirilmiş. Örneğin on üç yıllık AKP iktida- rında metal sektöründeki özelleştirmeler şunlar:

    • ERDEMİR

    • İSDEMİR

    • ÇELBOR

    • GERKONSAN

    • TÜMOSAN

    • TAKSAN

    • SEYDİŞEHİR ALİMÜNYUM’A AİT ANTALYA LİMANI

    • ORTADOĞU TEKNOPARK A.Ş

    • ETİ ALÜMİNYUM’A AİT TAŞINMAZLAR

    • DİTAŞ

Yukarıdaki listede KARDEMİR’in olmaması, özelleştirilmediği anlamına gelmesin. KARDE- MİR’in, bambaşka bir yazının (belki de gerilim, ihanet, entrika romanının) kapsamını oluştura- cak bir hikayesi var. Burada sadece sonunu söy- lemekle yetineyim; hikâyenin sonu kötü bitiyor.

Napolyon, savaş kaybeden askerine savaşı neden kaybettiğini sormuş. Komutan, “çok se- bebi var. Önce cephanemiz bitti” deyince Napol- yon “tamam gerisini söyleme” demiş. Aslında özelleştirme dedikten sonra, taşeronlaştırma, güvencesizlik, iş cinayetleri, kayıt dışılık başla- mış dememe gerek yok sanırım. Özelleştirmeler başlamış ve gerisini söylemeye gerek yok!

SGK iş kazaları kayıtlarına göre, iş kazaları-

nın en yüksek olduğu işkolları sırasıyla; inşaat, metal/makina ve maden. Aslında kayda geçen iş kazalarında metal sektörü ilk sırada yer alırken, iş kazalarının ölümle neticelenmesinde inşaat ilk sırada. Örneğin; 2011 yılında metal sektöründe 17732 iş kazası söz konusuyken, inşaat sektörün- de bu sayı 7749. Ancak ölüm sayısında inşaata çalışan 570 işçi hayatını kaybederken, metal sektöründe ise 143 işçi can vermiş. Sürekli iş gö- remeyecek duruma gelen işçi sayısı ise, aynı yıl için metal sektöründe 314 kişi. 2014 yılında ise 1886 iş cinayetinin 81’i metal sektöründe.

Şimdiye kadar metal sektörünün ölümüne çalışma (!) pahasına hızla büyüdüğünü öğren- dik. Peki, ya bölüşüm? Bununla ilgili şimdilik pek bir şey bilmiyoruz. “Aynı gemide” bilinme- ze doğru pupa yelken giderken işçiler ölüyor ve gemi büyüyormuş, şimdilik bunu anlayabildik!

Bölüşüm konusunda Mustafa Sönmez’in ça- lışmasından yararlanalım. Mustafa Sönmez’in elde ettiği sonuçlara göre, “metal işkolunda işçi başına kârlar 80 bin ile 150 bin TL arasında değişiyor. Ortalama metal işçisine 30 bin TL ödense bile işçi başına kâr, ücreti üçe katlıyor.” Burada Sönmez’in “ 30 bin TL olsa bile..” sö- züne açıklık getirmek gerekiyor. Sönmez, bu rakamı, işveren örgütü TİSK’den almış. Ortada, sektörler itibarıyla, düzenli olarak ortalama ücret veren bir devlet ve işçisinin ortalama ne kadar aldığını ilan edebilecek cesarette ve do- nanımda bir sendika olmayınca, Sönmez, bu veriyi yalan(!) olduğunu bilerek ve (haklı ola- rak) kullanmış.

Sönmez’den devam edelim. Sönmez’in he-

Neredeyse tüm Avrupa’da asgari ücretle çalışan sayısı yüzde beşin altındayken, sadece Polonya ve

Slovenya’da bu oranlar yüzde 10 ve yüzde 20 düzeylerinde. Ayrıca AB üyesi ülkelerde asgari ücret

ortalaması 1033 Euro iken, bu rakam, 300 Euro civarında asgari ücrete

sahip Türkiye’dekinden yaklaşık 700 Euro daha fazla.


saplamalarına göre, Türkiye’nin en büyük 500 firmasının 172’si metal sektöründe ve ilk 500 fir- manın toplam istihdamı olan 613 bin işçinin de üçte biri bu 172 firmada.

Aşağıdaki tabloda, bu sektördeki en büyük firmaların yıllık satış, ihracat, kâr miktarları ile çalışan sayısı, yabancı sermaye payı ve ücretli başına sermayenin ne kadar kazanç sağladığı verilmiştir.

Yukarıdaki tablo, Mustafa Sönmez’in 2013 yılı İSO (İstanbul Sanayi Odası) verilerinden der- lenmiş. Sönmez’in gösterdiği veriler inanılmaz düzeyde. Nitekim, işçi başına 150 bin TL’ye varan kârlar söz konusu. Böylesi bir sömürü söz konu- suyken, birileri hala “aynı gemideyiz” masalını mı anlatıyor? Böylesine bir sömürü durumu söz

Satışlar(Net, Milyon TL

Vergi önc.

Kâr

İhracat (bin dolar)

Ücretli sayısı

Yabancı Payı

Ücrretli Başına Brüt Kâr (TL)

FORD OTOSAN

9714

714

3696

9477

41

75.3

OYAK- RENAULT

8647

?

3523

6204

51

?

ARÇELİK

7791

1308

2117

16248

0

80.5

TOFAŞ

5819

841

2167

6357

37.9

132.3

İÇDAŞ ÇELİK ENERJİ TERSHANE

5641

530

1011

3514

0

150.8

EREĞLİ DEMİR ÇELİK

5265

?

123

6475

0

?

İSKENDURUN DEMİR ÇELİK

5171

?

383

5462

0

?

ÇOLAKOĞLU META- KURJİ

4505

?

941

1338

0

?

TOYOTA OTOMATİV

4204

1663

2612

100

?

MERCEDES-BENZ

3513

846

721

6330

85

133.6

VESTEL ELEKTRONİK

3501

437

1397

6032

0

72.4

TOSÇELİK PROFİL

2967

?

?

0

?

ER-BAKIR

2404

50

589

720

0

69.4

KROMAN ÇELİK

2291

97

457

940

0

130.1

SARKUYSAN

2267

100

435

654

89.3

152.9

HYUNDAİ ASSAN OTO.

2267

?

114

?

VESTEL BEYAZ EŞYA

2038

251

846

6190

0

40.5

BORÇELİK

1963

?

170

695

45.3

?

BOSH

1927

?

971

5858

100

?

TÜRK TRAKTÖR

1836

365

332

2594

37.5

140.7

Kaynak: http://mustafasonmez.net/?p=4943’den alınmıştır.

Sanai Maliyeti

98.4

Ticari Maliyet

1.6

Hammade

81.5

Genel İdare Gid.

0.2

Enerji

8.1

Satış Pazarlama Gid.

0.6

Direk İşçilik

1.2

Finans Gid.

0.8

Endirek İşçilik

1.4

Amortisman

1.6

Diğer

4.6

Kaynak: http://www.daka.org.tr/panel/files/files/yayinlar/demircelik.pdf

konusuysa ve biz aynı gemideysek, yapılacak iş, acilen bu geminin rotasını, biçimini, kaptanını, kısaca her şeyini değiştirmek değil mi?

Yukarıda demir çelik sanayinde en yaygın üretim tekniğinin Elektrik Ark Ocakları yönte- mi olduğundan bahsetmiştik. Ana Metal Sanayi Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT 9. Kalkın- ma Planı’ndaki (2007-2013) ilgili kısımdaki bilgi- lerden yararlanarak, sömürünün boyutlarını in- celemeyi sürdürelim. Aşağıdaki tabloda, Elektrik Ark Ocakları (EAO) yöntemiyle demir-çelik üreti- minin maliyet kalemleri gösterilmektedir.

Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’nın Demir Çelik Sektörü raporu da Sönmez’in bulgularıyla örtüşür nitelikte ve sektörün içinde bulunduğu durumu gözler önüne seriyor. Maliyet kalemleri içerisinde işçinin payı, yaklaşık yüzde 2-2.5 civa- rında. Burayı biraz daha vurgulamak gerekiyor. Çok daha basitleştirerek ve Sönmez’in işçi başı- na kâr verileriyle birleştirerek şöyle özetleyelim. Varsayalım ki, bir işyeri var ve burada sadece bir kişi çalışıyor. Bu işyerinin hammadde, enerji gibi kalemlere giden 100 TL maliyeti var ve 250 TL kazanıyor. Yani çalıştırdığı işçi üzerinden, mali- yetler düşüldükten sonra, 150 TL kadar kâr elde ediyor. Bu maliyet içinde (100 TL) işçinin payı yalnız 2TL. Size düşen 150 TL kâr, işçiye sadece 2 TL ücret ve bu durum karşısında söyleyeceği- niz en iyi şey ; “aynı gemideyiz” masalı, öyle mi?

Şimdi daha alt sektörlere, otomotiv sektörün- deki duruma biraz daha detaylı olarak bakalım. Belki geminin kamaraları arasında fark vardır?

OTOMOBİL (ÜRETİCİSİ) UÇAR GİDER….

Aslında Türkiye’de otomobilin hikayesi ol-

dukça renkli başlamış. Yerli otomobil fikri ilk ortaya atıldığında, Adapazarı vagon Fabrika- sı’nda, çeşitli otomobillerden alınan parçalarla “Devrim” adında bir araba üretilmiş. Resmigeçit sırasında yolda kalınca, otomobil üretimi ile ilgili çalışmalar başlamadan sona ermiş.

1967’de ise, ilk yerli(?) otomobil olan “Anadol” yolları arşınlamaya başlamış. Tasarımının İngiliz Reliant firmasından, şasi, motor ve şan- zımanının Ford’dan temin edildiği Anadol’un 1967’de başlayan üretimi ise, 1984 yılında sona ermiş. Anadol’un tarihimizdeki yeri sadece ilk seri üretim olması değil. Kaportasının samana benzetilmesi ile günümüze kadar süren “eşek- lerin yiyip bitirdiği”, “görünce keçilerin ağzının suyunun aktığı” şehir efsanelerine de kaynaklık etmiş. Petrol türevi bir malzemenin yenmesi- nin imkansızlığı ortadayken, esprinin kaynağını merak edenlere hemen söyleyelim, kaynak, dö- nemin magazin dergisi Hayat’ta bir muhabirin yaptığı bir mizansen. Kaza yapan bir arabanın yanından duran bir eşeği görüntüleyerek, “ara- bayı eşek yedi” gibi bir başlık atması, yaklaşık elli yıllık bir şehir efsanesinin de oluşmasına yol açmış. Oysa bugünkü kurla yaklaşık üç bin do- lar civarında satış fiyatı olan Anadol, çok faydalı işler görmüş bir misyona sahip.

Konumuza dönecek olursak, zamanla ticare- tin gelişmesi ve özellikle küçük esnafın kamyonet gereksinimi ile Otosan ve Anadol kamyonet üreti- me geçmiş. 1971 yılında üretime geçen Renault’tan sonra artan üretim, 1990’larda yabancı firmaların da üretime girmesiyle büyük bir ivme kazanmış.

Bu kısa tarihçeden hareketle, 1967 yılında

Türkiye’nin seri bir şekilde araba üretmeye baş- ladığı sanılmasın. Zira 1967 yılında sadece 1760 adet araba üretimi söz konusu.

Günümüzde ise, ihracatın yüzde 16’sını sağ- layarak açık ara şampiyon olan otomotiv sektö- ründe, en fazla ihracat yapan beş firmanın üçü faaliyet göstermekte. Hızla büyüyen sektörün, 2002’den bu yana yıllık ortalama büyüklüğü, yaklaşık yüzde on civarında. 2002’de araç üreti- mi 374 bin iken, 2013’de bu rakam 1 milyon 125 bin kadar. Bu üretimin yüzde 73’ü yabancı pa- zarlara olmakla birlikte, 2013 yılı sonu itibarıyla Avrupa’daki en büyük hafif ticari araç üreticisi olan Türkiye, hızla büyüyen bir iç pazara da sahip. Nitekim yerli pazar 2003-2013 arasında yüzde 11,5 büyüyerek, Avrupa’nın beşinci büyük pazarı olma özelliğini kazanmış.

Bu iç açıcı rakamlardan hayatın gerçekleri- ne dönelim. Bu gerçekler, bu üretimin nasıl ya- pıldığını ve neden Türkiye’de üretimin arttığını gösteriyor. Konuyla ilgili okuyucunun aklını ra- kamlarla karıştırmaya gerek yok. 22 Mayıs 2015 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Olcay Büyüktaş, Serkan Öngel’in otomobilde ücretlerle ilgili bir çalışmasından haber yapmış. Haberin detayına girmeden, sadece şu kadarını aktararak devam edelim. Belçikalı, Hollandalı, İngiliz, Fransız oto- motiv işçisi Türkiyeli bir otomotiv işçisinin 4-5 katı fazla ücret aldığı gibi, Almanyalı bir otomo- tiv işçisi, Türkiye’deki bir otomotiv işçisinin yak- laşık 7 katı fazla bir ücret elde ediyor.

Sonuçta, süreç, düşük ücretler, krediler- le genişletilmiş iç pazar ve ihracat için pazara yakınlık eklenince klasik bir üretim hikayesine dönüşüyor. Nitekim, bu durum, sadece Türki- ye için geçerli de değil. Destrosiers Otomotiv Araştırması isimli kuruluş, otomobil üretiminin Meksika’ya kaymasını benzer biçimde değerlen- dirmiş: “İşgücü ücretlerinin düşüklüğü ve pazara yakınlık

Otomotiv sektörünün kapitalist birikim süre- cinde izlediği değişime ve otomotiv şirketlerinin emperyalizm ile bağlantısına hiç değinmedik. Bu çok geniş bir konu olduğundan, biraz değinip, yolumuzda ilerlemekte fayda var. Aslında otomo- tiv sektörünün hikayesi, kapitalist gelişimin özeti

niteliğinde. Örneğin; kapitalist sermaye birikimi sürecinde büyük firmaların küçükleri yuttuğu ve gün geçtikçe dünya ölçeğinde az sayıda firmanın dünya ekonomisine hakim olduğu neredeyse herkesçe bilinir. Bilinir bilinmesine de, bu bilgi rakamlarla ifade edildiğinde, bu durum çok daha çarpıcı bir nitelik kazanıyor. Konumuz otomotiv olduğundan oradan örnek verelim; ABD’de oto- motiv imal eden firmaların sayısı 1909’da 265 iken bu sayı 1921’de 88’e, 1926’da 44’e 1937’de 11’e ve 1955’de 6’ya düşmüş. Yani yaklaşık olarak üreticilerin yüzde 98’i yok olmuş.

Kuşkusuz, bu yok olma sadece iflaslarla ol- muyor. Ancak şirket evlilikleri, satın almalar vb. yöntemlerle de olsa, asıl olan, büyük balığın kü- çük olanı yutması! Peki neden? Aslında nedeni de çok basit. Egemen söylem, teknolojik olarak güçlü olanın bu gelişime ayak uyduramayanı yuttuğunu söyler. Oysa bu şeytani bir yalandır. Şeytani yalandır, çünkü içinde doğruları barın- dırdığı halde, kasıtlı olarak bazı hayati bilgileri gizlemektedir. Bu meselede eksik bırakılan ise, emek sömürüsüdür. Zira, aslında yapılan, ileri teknoloji sayesinde emek başına düşen artık/kâr miktarının arttırılmasıdır. Yani, yukarıda ifade edilen firmalardan hayatta kalabilenler teknolo- ji sayesinde emek başına daha fazla ürün elde edebildikleri için hayatta kalabilmiş ve rakipleri- ni yutabilmişlerdir. Sermayenin değişmeyen tek motivasyonu kâr olduğundan, teknoloji düzeyi ne olursa olsun, işçi açısından değişmeyen tek gerçek ise, daha fazla üretmek için, daha düşük ücretle, daha çok çalışmaya zorlanmaktır. Bura- da, teknoloji, hayatı kolaylaştıran değil, sömürü- yü arttıran bir niteliğe sahiptir.

İşte bu doğal kaynakları tahrip eden, işsiz- liğe yol açan, emek sömürüsünde rakiplerine avantaj sağlayan firmalar, bugün dünya üretimi- nin hakimi. Örneğin; Ford’un da içinde bulun- duğu ABD kökenli en büyük 200 şirket, dünya ekonomik faaliyetinin dörtte birinden fazlasını gerçekleştirmekte. Bu durum, sadece otomotiv için geçerli değil. Aklımıza gelebilecek her türlü malın üretiminde bir tekel durumu söz konusu. 1990’ların başında beş otomobil üreticisi dünya

üretiminin yüzde 50’sini gerçekleştirirken, altı lastik üreticisi, dünya lastik üretiminin yüzde 85’ini gerçekleştirmektedir (Başkaya 2010).

Ciro (Milyar Dolar)

Volkswagen

254

Toyota

222

General Motors

152

Daimler

157

Ford

134

Fiat

110

Nissan

102

Biraz da günümüzde otomotiv devlerinin dünyadaki durumuna bakalım. Aşağıdaki tablo- da 2014 yılında yıllık yüz milyar dolardan fazla ciroya sahip firmalar verilmiştir:

Kaynak:http://www.truthliesdeceptioncoverups.info/2013/09/ follow-money-top-100-global-businesses.html (Çevrimiçi: 24.06.2015)

Görüldüğü gibi, konumuzun bir kısmı olan bu milyarlarca dolarlık otomotiv firmalarıdır ki, işçinin üzerinden elde ettikleri kâra karşın üç kuruş parasına da göz dikmiş durumdalar. Bunun için her türlü yolu deniyorlar; ölümüne çalıştırma koşulları, uzun süren çalışma süreleri, düşük ücret ve tüm bunları yapabilmek için de işçi sendikasıyla (Türk-Metal) işbirliği yapmak.

İşte geçtiğimiz günlerde direnişlere konu olan sektör, bu. İncelememizde ise, direnişin haklılık sebeplerini ele alıyor ve mümkün olduğu kadar bu yazı boyunca tarafsız kalmaya çalışıyorduk. Sanırım, gittikçe tarafsızlığımızı da yitirdik. Yine de, biraz daha dişimizi sıkalım ve son olarak, otomobil üretiminin kalbi Bursa’yı merkeze ala- rak, otomobil sektörü özelinde sınıf çelişkisini değerlendirmeye devam edelim.

DOĞA YEŞİLİNDEN DOLAR YEŞİLİNE BURSA

Kartaca Komutanı Annibal, savaşlar kazana kazana Avrupa’ya yayılır. Fakat kardeşi Astru- bal’ın Kartaca’da bozguna uğradığı haberini alın- ca, Afrika’ya geri döner. Ancak artık çok geçtir. Kartaca düşmana yenik düşmüştür. Yeni bir yurt

arayan Annibal, Anadolu’ya gelir. Bithynia Kralı Prusias, büyük komutanı alır ve yurt kurması için Ulu Olympos eteklerinde yer gösterir. İçin- de birçok entrikayı barındıran hikaye uzun sürse de, iddia odur ki, “Prusia” adı günümüze gelene kadar değişime uğrayarak, bugün “Bursa” adını almıştır. Entrika kısmına gelecek olursak, Kral Prusias, Annibal’e yurttluk vermekle Romalı’ların düşmanlığını kazanacağını düşünerek, pişman olur ve Annibal’i teslim etmek üzere Roma’lılarla anlaşır ve Prusias üzerine oynanan oyunu fark eder. Efsane bu şekilde devam eder gider.

Bursa, geçtiğimiz günlerde, Annibal’in Prusi- as’a olan ihanetinden sonraki en büyük ihane- tin deşifre olmasıyla sarsıldı. Bu ihaneti yıllardır süren sendikasının patronla işbirliği yapmasına isyanı sınıf gücüyle birleşti ve depreme dönüştü. Nereye kadar gideceği bilinmez, ama şimdilik bilinen, Prusias’ın Bursa’sında artık Annibal’e (Türk Metal’e) yer yok.

Şimdi bu direnişle birlikte Bursa halkının du- rumuna biraz daha yakından bakalım.

Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde Rena- ult ve Tofaş’ta başlayan işçi eylemleri önce Bur- sa’nın diğer metal işletmelerine (Mako, Çoşkunöz vb.), sonra da Türk Traktör, Ford Otosan gibi Bursa dışındaki şirketlere yayılmıştı. Bu firmalar, kârlılığı da içinde barındıran birtakım değerlen- dirmelerle, İstanbul Sanayi Odası tarafından her yıl yeniden düzenlenen “En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu” içerisinde ilk sıralarında yer almakta- lar. Öyle ki, bu sıralamada Ford, Renault ve Tofaş sırasıyla ikinci üçüncü ve beşinci sırada yer alı- yorlar. Oysa Bursa’da Renault ve Tofaş’ta üretimi durduran yaklaşık 12.000’den fazla işçinin isyanı, ücretlerinin düşüklüğüne ve bu ücretin oluşu- munda baş aktör olan sendikaları(!) Türk Metal’e.

Tepkilerin en önemli kaynağı Türk Metal’e değinmişken, biraz üzerinde durmakta fayda var. Zira büyük ölçüde güvenilirliğini yitirse de, Türk Metal, metal sektöründe çok büyük ağırlı- ğa sahip sendika olma özelliğini koruyor. On bir sendikanın faaliyet gösterdiği metal sektöründe çalışanların yüzde 16’sı sendikalıyken, sendikalı işçilerin yüzde 76’sı Türk-Metal üyesi. Geri kalan sendikalı işçilerin ise yüzde 12,36’sı Çelik-İş, yüz- de 10,97’si ise Birleşik Metal’de örgütlü. (Türk-

Metal, Çelik-İş, Birleşik-Metal dışındaki sendika- larda örgütlü olan işçiler ise, sendikalı işçilerin yüzde 0,72’sini oluşturuyor).

Bu yazı kaleme alındığında, Türk-Metal’den kopuşlar sürmekteydi. Anlaşılan, işçiler, ayda 70-80 TL, yılda yaklaşık bir asgari ücret miktarı- nı verdikleri sendikalara, Türk-Metal aracılığıyla bir mesaj verdi; “Satma beni, bitiririm seni!”.

Otomotiv sanayinde ortalama saatlik ücret 9 TL civarında. Aslında bu konuda ortalama ücret ile ilgili ihtilaflı rakamlar söz konusu. Ortalama ücret ile ilgili bazı çıkarsamalar yapmak dışında kesin ve resmi bir rakam bulmak mümkün değil. Örneğin; basına yansıyan bazı haberler ve rö- portajlarda, yedi-sekiz yıllık işçiler 1300-1400 TL aralığında ücret aldıklarını ifade ediyorlar. Ahmet Tonak, incelemesinde, 25 yıl çalışmış bir işçinin emeklilik kıdem tazminatını hesaplarken kullanı- lacak en yüksek aylık maaş tutarı olan 3438,22 TL’nin aşılamayacağı bilgisini, diğer verilerle birlikte değerlendirerek, ortalama aylık ücretin 2000 TL olduğunu varsaymış (Tonak: “Sermaye- nin Kumdan Kaleleri”, www.sendika.org).

Dünya otomotiv talebinin yaklaşık yüzde bir buçuğunu karşılayan sektörde, Bursa ilinin Tür- kiye’de üretilen otomotivin yüzde 59’una ev sa- hipliği yaptığını ve 2014 yılında buradan yapılan otomotiv ihracatından ise 7,4 milyarlık bir gelir elde edildiğini de belirterek, devam edelim (BE- BKA: Bursa Yatırım Ortamı ve Sektörler).

Ahmet Tonak ve Erhan Bilgin’in metal sektö- ründe sömürü oranları üzerinde yaptıkları hesap- lamaları inceleyecek olursak; “firma kazanınca işçiler de kazanır” tezi bir yana “işçi ne kadar çok sömürülürse firma o kadar kazanır” tezi doğruluk kazanıyor. Tonak ve Bilgin’in farklı varsayımlarla oluşturdukları verilerde bazı farklılıklar olsa da, hesaplamaları, bu sektörlerdeki sömürü oranla- rının korkunç boyutlarını gözler önüne seriyor. Bilgin’in hesaplamalarına göre, Renault’da net ücretlerin payı 17,1 iken, sermayenin payı 82,8 dü- zeyinde; Ford ve Tofaş’ta durum çok daha felaket; bu iki firmada net ücretlerin payı sırasıyla 13,6 ve 12,5 iken, sermayenin payı 86,4 ve 87,5. Kaynak: sendika.org’daki makalelerden yararlanılarak oluşturulmuştur.

Yukarıdaki hesaplamalardaki farklı sonuç- ların muhtemel sebebi, Tonak’a göre, artık değerin karşılığı olarak kullanılan büyüklükte. Tonak, “Sermayenin Kumdan Kaleleri” isim- li makalesinde artık değerin karşılığı olarak “vergi ve amortisman öncesi kâr” miktarını kullanırken, ortaya çıkan iki farklı sonuç için, “Metal İşçisine ödenmeyen Ücret” isimli ma- kalesinde Bilgin’in brüt katma değer miktarını kullanmış olabileceğini belirtmekte.

Bu hesaplamayla ilgili birkaç not düşmekte fayda var. Marksist bir kategori olan sömürü oranı, işçilerin yarattığı katma değer içindeki artık değer miktarının işçi ücretlerine karşılık gelen değişen sermayeye bölünmesiyle elde edilmektedir. Devamını aşağıdaki şemadan takip edelim. Tonak ve Bilgin’in hesaplamaları yukarıdaki şematikten oluşturulacak formülasyonlara da- yanmakta. Ancak buradaki orijinal ifadedeki de- ğerler, emek-zaman cinsinden ifade edilmekte. Oysa ulaşılabilecek değerler parasal büyüklükler niteliğinde. Bu durumda hesaplamalarda vergi, faiz ve amortisman öncesi kâr miktarı artık de- ğer (S), işçilerin toplam ücret gelirleri de değişir sermaye (V) olarak varsayılmak durumunda. Ar- tık Değer Oranları bu varsayımlar çerçevesinde oluşturulmuş. İki yazarın farklı sonuçlara ulaş- ması, ortalama ücret hesaplamalarındaki farklı- lığa veya kâr miktarının hangi kategorisini kul- landıklarına bağlı olabileceği gibi, ortaklaştıkları nokta; sömürünün korkunç boyutlarda oluşu!

Şimdi meselenin başka bir boyutuna değinelim. Otomotiv sektörünün Bursa’da çok önemli bir yer tuttuğunu ve üretimin yaklaşık yüzde 60’ına ev sahipliği yaptığını yukarıda söylemiştik. Acaba Bursalılar, ürettikleri bu arabaları satın alabiliyor- lar mı? Bırakalım ürettiklerini satın alabilmeyi, oto- mobil sahipliğinde Türkiye’de kaçıncı sıradalar?

Bu soruyu, TÜİK verilerinden yararlanarak yanıtlayalım. TÜİK verilerine göre, otomotivin kalbi Bursa şehrinde bin kişiye düşen otomobil sayısı 124 ve Bursa Türkiye’de bin kişiye düşen otomobil sayısı sıralamasında 27. sırada. Bu sı- ralamada, son günlerde trilyonluk Mercedes’i ile gündeme gelen Diyanet İşleri Başkanının da yer aldığı Ankara bin kişiye düşen 217 otomotiv ile ilk sırada yer alıyor. Bu çalıştığı lokantada ye- mek yiyemeyip köşedeki büfeden atıştırmak gibi bir şey aslında. Tüm ülkenin en önemli otomotiv üreticisi, dünyanın otomotiv talebinde önem- li bir yere sahip bir şehirde, işçiler otomotivin neredeyse bir lastiği fiyatına çalıştırılıyorlar ve ürettiklerine sahip olma olanağından yoksunlar!

Bursa özelinde mevcut zenginliğin nasıl pay- laşıldığını incelemeye devam edelim. Aşağıdaki tabloda, seçilmiş birkaç şehirdeki ev sahibi olma oranları gösterilmekte. TÜİK verilerine göre, en zengin ve sanayileşmenin en yoğun olduğu şe- hirlerde ev sahibi olma oranları, diğer şehirlere göre çok düşük düzeylerde. Örneğin; Bursa halkı Türkiye genelinde ev sahipliği oranında 78. ve sondan dördüncü sırada yer almakta. Keza diğer sanayi şehirlerinden Kocaeli 71. sırada, Eskişehir

72. sırada yer alırken, Gaziantep son sırada bu- lunuyor. Aynı veriler, bize, Antalya’nın 7. sırada olduğunu gösterirken, İstanbul ve Ankara 79 ve80. sıralarda yer alıyorlar.

Kaynak: sendika.org’daki makalelerden yararlanarak oluş- turulmuştur.

Patron kazanırsa işçi kazanır, işçi kazanırsa bakkal, kasap kazanır kısaca halk kazanır” ef- sanesi de çöktü. Burada da, tam tersi bir durum gerçeklik kazandı. Elde ettiğimiz sonuçlara göre, patron kazandıkça halk mülksüzleşiyor! Nitekim sanayileşmenin uğramadığı şehirlerde halkın ev sahibi olma oranı çok daha yüksek. Örneğin Ar- dahan’da ev sahibi olma oranı yüzde 85 iken, Van ve Rize gibi şehirlerde de yüzde 80’ler civa- rında. Kuşkusuz buradan sanayileşmek kötüdür sonucu çıkmamalı.

Buradan çıkan sonucun bize gösterdiği du- rum, köylünün “topraksızlaşması” sürecine çok benzer bir durumun var olduğu. Sanayileşme öncesi toprak görece değersizken, ev sahibi olan aileler sanayileşme ile birlikte miras yoluyla aynı evin birkaç sahibinden biri haline dönüşüyorlar.

Tek bir eve veya arsaya sahip çoğalan aile fertle- rinin ise konutlarını satmak durumunda kaldık- ları anlaşılmakta.

Bu sonuca ulaşmak için aceleci olduğumu düşünenler, durumu aşağıda vereceğim ra- kamlarla birlikte ele almalılar. Örneğin; 2013 verilerine göre, Bursa şehri konut satış sırala- ması endeksinde Türkiye genelinde 5. sırada yer alıyor. En az konut sahibi olan bir ilde en fazla konut satışının olması ilginç değil mi? Peki, bu konutları kim alıyor? Aylık geliri 1500 TL civarında olan otomotiv işçileri mi?! Bir ta- raftan sanayileşme ile yoğunlaşan nüfus konu- ta talebi arttırırken, çoğalan ailelerin fertleri miras yoluyla kendi paylarına düşen yerlerini satarak, yeni konut piyasasının müşterileri haline dönüşüyor. Bu durum, konut satışın- da 5. sırada olmayı ve konut sahibi olmada son sıralarda olmayı açıklayan en önemli un- surlardan. Kuşkusuz burada, kente iş bulma umuduyla gelen kent yoksullarının da etkisi- ni ihmal etmemek gerekiyor. Sanayileşme, iş bulma konusunda kişilerin şansını artırmakla birlikte, konut sahibi olma ihtimalini de bir o kadar ortadan kaldırıyor. Nitekim konut fiyat endeksi verilerine göre, Bursa ilinde bir evin ortalama metrekare fiyatı 1260 TL civarında.2 Kiralar için de benzeri durum söz konusu; orta- lama bir metrekarenin kirası 6 TL. Yani ürettiği

  1. http://www.hurriyetemlak.com

arabaya sahip olamayan gittikçe mülksüzleşen yeni kent yoksulu metal işçileri, yüz metreka- re bir ev kirası için ortalama 600 TL ödemek zorunda.

SGK’nın verilerine göre, otomotiv devi, me- tal sanayi merkezi Bursa’da sosyal güvenlik kapsamında olan aktif çalışanların toplam il nüfusuna oranı yaklaşık yüzde otuzlar düze- yinde. Nüfusun yüzde 2,76’sı Emekli Sandığına bağlı iken, yüzde 3,92’si Bağ-Kur’lu, geriye ka- lan yüzde 22,99’u SSK’lı. Şimdi, nüfusun yüzde 16,86’sının da emeklilik gelirine sahip olduğunu düşünerek, Bursa için kişi başına geliri hesapla- maya girişelim.

Bursa ili için yapılmış kapsamlı bir çalış- ma olmadığından, bir takım varsayımlarda bulunmamız gerekecek. Örneğin, Türkiye ge- nelinde yaklaşık yüzde 40 civarında bir kesim asgari ücret kapsamında çalışmaktadır. SSK kapsamında çalışanların yarısına yakınının yaklaşık olarak aylık 1000TL gelir elde ettiği- ni, otomotiv sektöründe sekiz yıllık sendikalı (!) bir işçinin 1300-1400 TL geliri olduğunu ve en yüksek ücretin de 2000 TL olduğunu dü- şündüğümüzde, SSK kapsamında çalışanların ortalama 1500 TL kazandığını varsaymamız adil olacaktır. Türkiye’de emeklilerin ortala- ma maaşlarının da 1100 TL civarında olduğu- nu ve Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’na üye diğer

yüzde 6-7’lik kesimin ücretlerini 2000 TL ola- rak varsayarsak, Bursa’da kişi başına düşen gelirin yaklaşık olarak 664 TL civarında oldu- ğu sonucuna ulaşırız.

Kuşkusuz bu rakam birçok varsayıma göre oluşturulmuştur. Örneğin; kişinin kira, faiz vb. gibi diğer gelirlerini hesaba katmak söz konusu değildir. Ancak refahı pozitif etkileyecek bu tür kalemlerin yanı sıra kredi kartı ve kredi borçla- rı gibi negatif etkiler de hesaplamanın dışında tutulmuştur. Hesaplamayı bu verileri de dikkate alarak genişletirsek, ortaya çıkan sonucun her- kesi şaşırtacağı açıktır.

Türkiye’nin metal sanayi merkezi, otomobil devi firmalarıyla bilinen Bursa’da kişi başına 664 TL! Bu rakamı diğer verilerle birlikte değer- lendirdiğimizde, hanehalkı gelirine ulaşabiliriz. TÜİK, Bursa’da ortalama hane büyüklüğünün 3,4 kişiden oluştuğunu bildirmekte. Bu durum- da aylık ortalama hane geliri de yaklaşık 2257 TL olmak durumunda.

Bu varsayımlara göre oluşturduğumuz veri- leri sağlamak için ulaşılabilir bazı diğer verilerle karşılaştırmak gerekecek. TUİK’in yaptığı anket sonuçlarına göre, Bursa’da ortalama gelirin yüz- de 25 kadarı kiraya gidiyor (TÜİK 2013). TUİK’in bu verisi ile kira miktarlarını birlikte değerlen- dirdiğimizde ulaştığımız yaklaşık hane geliri ve kiralık ev fiyatları arasında bir tutarsızlık yok.

Çalışan Kişi

Ortalama Ücret

Toplam Ücret Gelirleri (Çalışan*Ortalama Ücret)

SSK

640992

1500 TL

961488000TL

Emekli Sandığı

77014

2000 TL

154028000TL

Bağkur

109306

2000 TL

218612000TL

Emekli

470093

1100 TL

517102300TL

Toplam çalışan

1297405

1851230300TL

Toplam nüfus

2787539

Ortalama çalışan başına ücret geliri ((Nü- fus/Toplam Çalışan Gelirleri)

1426TL

Ortalama kişi başı ücret geliri(Nüfus/Top- lam Ücret Gelirleri)

664TL

Kaynak: SGK verilerinden yararlanarak hesaplanmıştır.

Haneye giren para ortalama 2257 TL, bunun ki- raya giden kısmı yüzde 25 (564 TL) ve kira be- delleri 600 TL civarında. Kuşkusuz bu rakamlar ortalamaları yansıtıyor ve sadece bir fikir sahibi olmamıza olanak sağlamakta.

SONUÇ

İtiraf edeyim ki, işçiler mevcut durumlarının yüz katı daha iyi durumda da olsalar, bulun- duğum yer, sizler gibi, direnişin yanı olacaktır. Ancak yine de bu satırları yazarken, ben, son derece objektif olmaya çalıştım ve kendime bir an için hakem rolünü biçtim. Bu durum, okuyu- cu kadar, yazanı da zorlayıcı bir misyon oldu. Gerek var mıydı bilmiyorum, ama çok iyi bildi- ğimiz şeyi bir kez daha sayılarla pekiştirmiş ol- duk. Sonuç olarak, şu sonuca ulaşmış olduk ki, “aynı gemide” falan değiliz. Mutlaka gemi me-

taforunu kullanacaksak, işçiler köle ticareti ya- pan gemilerin mahzeninde insanlık değerlerinin kabul edemeyeceği koşullarda yaşıyorlar ve bu gemi de, geminin rotası da değişmeli. Bursa’da, geminin değişmesi gerektiğini fark eden işçile- rin, kendisi küçük etkileri büyük bir denemesini gördük. Yaşayarak öğrenen işçiler, onları sömü- ren araçlarından birine dönüşmüş olan sendika- yı defettiler. Artık çok daha dikkatli bir şekilde yeni sendikalarının yaptıklarını izleyecekler. Bu rota, onların, asıl hedefin kapitalizm olduğunu ve üretim araçları toplumsallaştırılmadan refaha kavuşamayacaklarını görecekleri rotadır. Ve bu yolda atılan bir adım işçi sınıfının hafızasına bir kez yerleşti mi oradan çıkması da mümkün de- ğildir. Ve işçiler bir kez öğrendi mi, tüm burjuva lakırdılarına “yav hee hee” diyerek yoluna de- vam eder ve edecektir. Şimdiden kutlu olsun….

Metal direnişi ve işçi hareketine etkileri

Dikkatlerin Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden biri olan 7 Haziran genel seçimlerine odaklandığı bir anda Bursa’dan başlayarak kısa sürede ülkin başlıca sanayi kentlerine yayılan Metal işçilerinin direnişi patlak verdi. Renault, Tofaş, Ford, Türk Traktör gibi dev otomotiv fabrikalarında ve ORS Rulman, Coşkunöz, Mako, Ototrim gibi tedarikçi firmalarda çalışan on binlerce işçi iki haftaya yakın fabrikaları işgal ederek üretimi durdurdu. Pek çok fabrikada patronlar işçilerin taleplerinin bir kısmını peşinen kabul ettiklerini söyleyerek işgal ve direnişin önünü alabildi.

Seçimin yol açtığı politik atmosferin “elverişli” ortamından da yararlanan tekelci medya bu gelişmeyi meşrebine uygun bir biçimde işçilerle örgütlü oldukları sendikaları (Türk Metal Sendikası), mızrağın çuvala sığmadığı anlarda ise işçilerle patronları arasında yaşanan basitçe bir uyuşmazlık olarak sıradanlaştırarak gösterme- ye çalışsa da; çabaları, direnişin emek-sermaye ilişkileri bakımından yol açtığı uluslararası bir boyut da taşıyan etkilerinin işçi sınıfı ve halk tarafından gerçek boyutlarıyla görülmesini gizlemeye kafi gelmedi. İşçi sınıfı partisinin, gün-

lük işçi basını ve ilerici basın yayın organlarının direnişin işçi sınıfı ve halka mal edilmesine nelik çabalarının hatırı sayılır bir payı olmakla birlikte, direnişin temel özellikleri nedeniyle, bu, mümkün de değildi zaten.

Türkiye işçi sınıfı tarihi ve sendikal harekette denebilirse bir dönemi kapayan bu direnişten doğru sonuçlar çıkarabilmek için, 15-16 Haziran başta olmak üzere sınıf hareketinin tarihine damga vurmuş önceli büyük işçi mücadelelerinden farklılaşan yönlerini iyi görmek gerekir. Yeri geldikçe bunlara da değineceğiz. Bu yazı, direnişin kronolojisini çıkarma gibi bir amaç gütmüyor. Yazı boyunca, “direnişe götüren nedenler neydi?”, “direniş asıl olarak neyi hedefine koymuştu?” ve “geleceğe dair nasıl bir birikim ortaya çıkardı?” sorularına yanıt aramakla sınırlı bir çerçevede hareket edeceğiz.

DİRENİŞE YOL AÇAN NEDENLER

İşçi sınıfının içine itildiği çalışma ve yaşam koşulları dikkate alındığında metal işçilerinin bu direnişi hiç de sürpriz değildir. Dergimizin

Mayıs sayısında yer alan 1 Mayıs ve BMS’ye üye işçilerin Metal Grevi’ni irdeleyen yazılara bakıldığında bu durum net biçimde görülebilir. İşçi sınıfının her alandaki sıkıştırılmışlığı, fabrikalar- da çalışma sisteminin bir işkence halini alması işçiler bakımından sürgit devam edecek katlanılabilir bir durum değildi. Metal Direnişi’nde işçilerin deyişiyle Amiral gemisi” olan Renault’tan örnek vermek gerekirse; 2005 yılında günde 41 araç üretilirken, bu sayı, bugün 60’a çıkmış bulunuyor. Üstelik UET denilen birimler- de çalışan işçi sayısı 2005 yılında 36 kişiyken, bu sayı bugün 19 kişiye düşmüş durumda. İşçi sayısı neredeyse yarıya düşmüşken üretimin 1/3 oranında artış göstermesini, yalnızca teknolojik ilerleme ve buna bağlı olarak üretimin, özellikle makinenin teknik temelinin yenilenmesi ile açıklamak mümkün değildir. Bu durum, insanlık dışı çalışma koşulları ve sömürü oranlarının korkunç boyutlara ulaşması olarak açıklanabilir ancak. Buna, OECD ülkeleri arasında çalışma saatleri- nin en uzun olduğu ülkenin Türkiye olduğunu eklersek, durum daha iyi anlaşılır.

Bu koşullarda işçi sınıfının mevcut fabrika düzenine ve içine itildiği yaşam koşullarına isyan etmesi kaçınılmazdır. Sorun bunun ne zaman ve hangi biçimler üstünden gerçekleşeceğiydi.

Bu noktada ilk işaret fişeği, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası (BMS) üyesi işçiler tarafından çakılmıştı. Bilindiği gibi, BMS üyesi işçiler, MESS ile Türk Metal Sendikası ve Çelik-İş sendikası arasında imzalanan 3 yıllık grup Toplu İş sözleşmesini kabul etmeyerek greve çıktılar, grevleri hükümet tarafından fiilen yasaklandığında da grevi sürdürmek istediler; ancak BMS yönetimi, işçilerin bu eğilimine rağmen grevi sonlandırdı. Şayet grev yasaklandığında işçilerin greve devam etme eğilimine uygun hareket edilseydi, bugün üyesi oldukları sendikalarını (Türk Metal’i) paçavra gibi bir kenara fırlatarak direnişe geçen metal işçilerinin bu grevle birleşeceklerinden şüphe edilemez. Bu yüzden, her iki mücadele arasında kopukluktan değil, gerçekte bir devamlılıktan söz edilebilir ve bu bağlamda BMS yönetiminin son direniş karşısındaki tutumuyla bir kere daha sınıfta kaldığı gerçeğinin altı kalınca çizilmelidir.

METAL İŞÇİSİ ÇEKİCİ NEREYE İNDİRDİ?

Metal işçilerinin direnişinin merkezinde hangi talebin bulunduğu henüz eylemlerin çeşitli biçimler altında sürdüğü günümüzde de en çok tartışılan konu durumundadır. Mücadelenin ön cephesini oluşturan işçilerin geri örgüt düzeyi, mücadele deneyimi ve bilincin etkisiyle başlangıçta tepkilerini ortaya koyarken işverenle bir sorunumuz yok, bizim derdimiz Türk Metal’levb. yönlü sözler söylemiş olmaları, TOFAŞ’ta olduğu gibi işçilerin işveren temsilcilerini alkışlamaları vb,. metal işçilerinin üretimi durdurarak fabrika işgaline kadar ilerleyen mücadelesinin genel olarak bir sendika değiştirme mücadelesi olarak algılanmasına yol açtı. Yine, işçilerin talep olarak BOSCH sözleşmesinin mali kriterlerinin (saat ücretine yapılan artışların) kendilerine de teşmil edilmesini istemelerinin yanlış biçimde basitçe bir ücret artışıtalebinin ileri sürülmesiyle sınırlanma olarak görülmesi de, bu yönlü değerlendirmeleri daha da güçlendirdi.

Gerçekten de, ilk anda işçiler, BOSCH sözleşmesine bakarak, sendikaları tarafından üvey evlat muamelesigördüklerini düşündü ve ayrımcılık”ın giderilmesini öncelikle sendi- kasından talep eden bir noktadan hareket etti. Günümüze gelinceye kadar izledikleri sınıf işbirlikçisi ihanetçi çizgi, patronlarla işbirliği halinde

–söz hakkının engellenmesinden fiili saldırı ve darplara, işten atmalara– işçiler üzerinde kurduğu baskı ve temsilcilerin seçimi yerine atanmasından çeteci yöntemlere sendikanın anti demokratik işleyişine ek olarak, Türk Metal ağalarının işçilerin bu talebi karşısında yalnızca aymaz değil aynı zamanda saldırgan bir tutum içine girmeleri, işçilerin, öfkelerini, tümüyle sendika bürokrasisi üzerine yöneltmelerine neden oldu. Çünkü, bugüne kadar işçilerin en küçük taleplerinin bile karşısına, patronlardan önce, neyin olup olamayacağına gerçekte patron değil de kendileri karar veriyormuş edasıyla sendika ağaları dikiliveriyordu. İspiyonaj ağı örgütleyerek işçiler arasına güvensizlik tohumları eken, kendi iktidarına en küçük tehdit gördüğü işçiyi fabrika temsilcilik odalarına çekerek darp eden, listeleyerek işten attıran; kısacası Mafya vari yöntemleri kendine meslek edinen bir çete haline gelmişti Türk Metal Sendikası yönetimi, işçinin gözünde. Bu yüzden, işçinin, çalışma ve yaşam koşullarının tahammül edilmezliğine karşı duyduğu öfke ve hıncı, kendiliğinden bilincin sınırları içinde, bu işin birinci derecede sorumlusu olarak gördüğü görünür” de olan sendika bürokratlarına yöneltmesinde anlaşılmaz bir yan yoktur.

Her uygulaması ve attığı her adımıyla işçi düşmanı bürokratik sendikacılığı işçilerin nefretini kazanmış Türk Metal’in işçiler arasında pırdanmaların başladığı ilk günlerde işçilere saldırması bu nefretin eyleme dönüşmesine neden olurken, bu durum, BOSCH’un ardından imzalanan toplu sözleşmenin yenilenerek BOSCH sözleşmesinin uygulanması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, temsilcilerin seçilmesi talepleriyle başlayan direnişin, doğrudan Türk Metal’in fab- rikalardan kovulması talebine doğru genişleme- sine ve direnişin Türk Metal’in kovulması tale- biyle başladığı ve genişlediği gibi bir görünümün doğmasına yol açtı.

Gerçekte işçinin değiştirmek istediği dün- ya kapitalizminin neoliberal saldırganlıkla son çeyrek yüzyılda adım adım inşa ettiği üretimin örgütlenme biçimiyle fabrika düzeniydi. İşçilerin BOSCH sözleşmesinin kendi fabrikalarında da uygulanmasını istemeleri, basitçe ücretlerinde bir artış yapılması değil, fiilen imzalanmış olan

TİS’in yenilenmesi anlamına geliyordu. MESS ve patronlar için, bu, oluşturdukları düzenin yıkılması demekti ve bunun karşısında tam bir “sınıf bilinci”yle hareket ederek, on milyonlarca avro zarar etmek dahil, her şeyi göze alan bir mevzide durdular. MESS ve patronlar bu hareketin 1998 ve 2012 yıllarındaki hareketlerden çok farklı olduğunu, işçilerin hedefinin sendika değiştirmekle sınırlı olmayıp, asıl değiştirmek istenenin fabrika düzenleri olduğunun ilk andan itibaren görmekte ve tedbir almaya çalışmaktaydılar.

Bir yeri ele geçirmek isterseniz, önce “bekçi köpekleri” nin işini görmeniz gerekir. Metal işçileri de öyle yaptı, yıllardır kendi deneyimleriyle edindikleri birikim ve sınıf sezgisiyle metal patronlarının bekçiliğini yapan sendika bürokrasisi- ne saldırdı. Sonrasına ilişkin baştan bir plan ve stratejisi yoktu, sınıf kini ve önlenemez kaba bir öfkeyle çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmek için harekete geçti ve eline aldığı çekici kapitalist sistemin kalbine –sömürünün gerçekleştiği– fabrika düzenine indirdi. Türk Metal ağalarının yediği ise, kelimenin tam anlamıyla, bir “ara dayağı”ydı. Bu yüzden, bu direnişi bir sendika değiştirme eylemi olarak görüp nitelendirmek, “ağaca bakmaktan ormanı gör(e)memek” hali olacaktır.

Ülkenin belli başlı büyük otomotiv fabrikalarında başlayarak hızla tedarikçi firmalarla yan sanayie, başka illere, otomotiv ve traktör fabrikalarına yayılan, beyaz eşya sanayi işçilerini hareketlendirip neredeyse etkilemediği sektör kalmayan, ardından cam, petrol/ plastik, gıda ve en son haber vb. işçilerinin eyleme geçtiği Metal Direnişi, uzun yıllar sonra birçok fabrikayı kapsamasıyla kendisinden önceki yaygın ama yereli aşamamış işçi direnişlerinden ayrılmaktadır. Metal Direnişi, ikinci temel özelliği olarak fabrika işgallerinin ilk kez bu kadar uzun süreli gerçekleştirilmesiyle de önceli işçi eylemlerini aşmıştır ve onlardan bu yönüyle de ayrılmaktadır.

SENDİKA BÜROKRASİSİNE KARŞI İŞÇİ İNİSİYATİFİ

Bununla birlikte metal işçileri bu direnişle sendika bürokrasisine de ağır bir darbe indirerek, işçi hareketi ve sendikal harekette bir döne-mi kapatıp yeni bir döneme kapıyı ardına kadar açmıştır.

Her şeyden önce, Direniş ülkenin belli başlı büyük otomotiv fabrikalarında başlayarak hızla tedarikçi firmalarla yan sanayie yayılmış; bununla kalmayıp başka illere, yine otomotiv ve traktör fabrikalarına sıçramış, beyaz eşya sanayi işçilerini hareketlendirir, çoğu işletmede işçilerin huzursuzluk ve hareketlenmelerinin önü ilk önce –şüphesiz yatıştırma amaçlı olarak– TOFAŞ’ta kabul edilen tavizlerle alınabilirken, neredeyse etkilemediği sektör kalmamış, metalin ardından cam, petrol/plastik, gıda ve en son haber vb. işçileri eyleme geçmiştir. Metal Direnişi, uzun yıllar sonra birçok fabrikayı kapsamasıyla kendisinden önceki yaygın ama yereli aşamamış işçi direnişlerinden ayrılmaktadır. Metal Direnişi, ikinci temel özelliği olarak fabrika işgallerinin ilk kez bu kadar uzun süreli gerçekleştirilmesiyle de önceli işçi eylemlerini aşmıştır ve onlardan bu yönüyle de ayrılmaktadır. Süresi bakımından ’60’ların ikinci yarısıyla ’70’lerin benzer eylemlerini dahi geride bırakan fabrika işgallerinin –sivil polis faaliyetleri ve işçilerin ifade için savcılığa çağrılmaları bir yana bırakılırsa– az çok müdahalesiz sürmesinde, seçim döneminde bulunulmasının ve özellikle hükümet partisi AKP’nin bütün işçi düşmanlığına rağmen “oy kaybına yol açabileceği” kaygısı kadar “basit bir patron-işçi sürtüşmesi” olarak görüp göstermesinin de işine gelmesi nedeniyle Direnişi görmezden gelmeyi tercih etmesinin payı olduğu düşünülebilir. Ancak, müdahalesiz gerçekleşmesi ve müdahalelerin –işçilerin eylemliliği belli başlı fabrikalarda sona erdikten sonra–başlıca patron müdahaleleri olarak işten atma biçimiyle zamana yayılmasında, Direniş’in gücünün payı yok sayılmamalı ve polis vb. müdahalesinin hareketin politik bakımdan ilerleyişine, hatta sıçrama yapmasına neden olabilme ihtimalinin ürküntü vericiliği ve frenleyici etkisi de hesaba katılmalıdır.

Direniş’in bir diğer temel ve ayırt edici özelliği, patronların “bekçi köpeği” sendika bürokrasisinin işçi düşmanı çarkı kırılarak ve az ya da çok ama doğrudan işçinin kendi örgütlenmesiyle gerçekleşmesidir.

Metal işçileri, taleplerinin “meşru”luğuna yaslanarak, sendika bürokrasisinin “yasal sınırlar”a çekerek boğduğu işçi hareketini mevcut koşullarda gidebileceği en ileri noktaya taşıyarak, yeniden ayakları üzerine dikmiştir. Hatırlansın, bugüne kadar sendika bürokrasisinin sağ versiyonu bu yasalarla grev yapılmaz derken sol versiyonu bu işçi ile grev yapılamaz diyerek her seferinde ipe un sermiştir. Metal işçileri sendika yönetimlerinin yapamadığın yapmış; mücadelesinin sınırlarını sermaye düzeninin yasalçerçevesine göre değil kendi taleplerinin meşruluğuna göre belirlemiş, yasalar şöyle ya- salar böylediyerek yan çizen sendika bürokrasinin altındaki halıyı çekerek, onları cascavlak ortada bırakmıştır. İşçiler bu eylemle, bürokrat sendikacılar tarafından kendilerine dayatılmış aktif sendikacı-pasif üye ilişkisine de bir nokta koymuşlardır. Sendikacının, sendika bürokrasisinin vazettiği gibi, işçinin bilmediğini bilenbir özelliğinin olmadığını, sendikacılığın, sınıfına bağlı cesaretli her işçinin yapabileceği bir olduğunu, mücadele içinde belirledikleri sözcüleri aracılığıyla gösterdiler. Kararları alırken tam bir işçi demokrasisi uyguladılar, sözcüler işçinin kararlarının ötesinde, bu kararları aşan ya da onlara aykırı bir tutum içine girmedi; inisiyatif sözcülerin değil, tamamen işçilerin ellerinde toplanmıştı. Aykırı hareket ettiğini gördükleri durumda, işçiler tereddütsüz sözcüleri görevden almaktan geri durmadı. Bundan sonra sendika bürokrasisinin işçileri karar alma süreçlerinin dışında tutmakta hayli zorlanacakları kesindir. Nitekim farklı kollarında bunun belirtileri şimdiden görülmektedir. Ancak bundan, sendika bürokrasisinin artık sendikal hareketin tümüyle dışına itildiği sonucu çıkarılmamalıdır. Metal Di- renişi bürokrasinin “görünür” dayanaklarını or- tadan kaldırmış, sendikal bürokrasinin hareket- ten tasfiyesinin zeminini oluşturmuştur, bundan ötesi uyanıklık ve mücadeleyle sağlanacaktır.

DENEYİM, ÖRGÜT VE BİLİNÇ

Bir öfke patlaması biçiminde gündeme gelen direniş baştan sona kendiliğinden bir hareket olmayla karakterizeydi. Mücadele deneyimi çok sınırlı, hatta önemli bir bölümü hiç mücadele deneyimine sahip olmayan, bürokratik sendikal örgütlenme dolayımıyla örgütsüzlüğün dayatıldığı, dolayısıyla örgütlülük düzeyi ve deneyimi de son derece zayıf, geri ve yetersiz sınıf bilinci düzeyleriyle harekete geçen metal işçileri, buna rağmen eylemlerini uzun süre sürdürmeyi ve belirli kazanımlar elde etmeyi de başardılar. Yeri gelmişken değinelim; belirli fabrikaların kuşkusuz abartılmaması gereken belirli politik örgütlülük ve bilinç unsurları bir yana bırakılacak olursa, Bursa merkezli metal Direnişi’nin 15-16 Haziran Direnişi’nden en belirgin şekilde farklılaştığı nokta, 15-16 Haziran’ın –iktidar talep etmese de– hükümetten hak talep etme (yeni çı- karılan sendika yasasının kaldırılması) içeriğiyle yine de politik bir taleple ortaya çıkmasının yanı sıra belli düzeyde sendikal ve mücadele deneyimine sahip bir ön cephesinin bulunuyor olmasıydı. Metal Direnişiyse, işçilerin sınıf olarak örgütlü olmak ve davranmaktan oldukça uzak gelişme düzeyleriyle ancak fabrika fabrika cadele davranışı gösterdikleri, üstelik mücadele deneyiminden önemli ölçüde yoksun ve son derece yetersiz geri bir bilince sahip oldukları bir hareketti de.

Renault’da bir vardiyanın dışında –ki işçilerin geliştirdiği bu örgütlenme modeli kısa süre- de tüm fabrikalar tarafından örnek alındı– tüm fabrikalarda işçiler, belirli sınıf bilinci ve politik örgütlülük unsurları bir yana, kitlesel bakımdan komiteleşme biçimiyle ayak-üstü oluşturulan sendikal nitelikli (kendiliğinden) örgütlülükleriyle mücadelenin içine girdiler ve olduğu kadarıyla belirli fabrikalardaki –bilinç ve örgüte dair– politik unsur fabrikaların harekete geçmesi ve mücadelesinde belirleyici etkiye sahip olamadı. Bursa’da fabrika sözcülerinden biri ne olduğu- nu kimse anlamadı bir anda üretimi durdurarak toplu biçimde kendimizi fabrika bahçesine attıkderken içinde bulundukları durumu (işçilerin ruh halini) net biçimde ortaya koyuyor. Geçmişin sınırlı mücadele deneyimine (1998 ve 2012

yılında Renault merkezli hareketler hatırlansın) ve sınırlı da olsa örgütsel bir birikime sahip tek fabrika Renault’tu ve bu nedenle en sıkı ve “ileri” sendikal nitelikli kitlesel örgütlülüğe sahip olan fabrika da oydu. O yüzden, tüm fabrikalar direniş boyunca Renault’a bakarak yön bulmaya çalıştılar.

Bilinç cephesinde de durum farklı değil. Hareketin ön cephesini tutan işçilerin yaş ortalaması 30 civarı ve çoğu ülkücü, milliyetçi, dinci idelojinin etkisi altında bulunuyor. Ya bütünüyle ya da çeşitli unsurlarıyla önemli bir bölümü- ne karşı mücadeleye atılmalarına karşın, devlet, hükümet, devletin kurumları, polis, yargı ve hatta işveren hakkında boz bulanık, hatta yer yer olumlu görüşlere sahipler. Bu sayede polisin dışarıdan aranıza çeşitli ajanlar sızar, marjinaller olay çıkartarak haklı davanızda si- zin haksız çıkmanıza sebep olurlar türünden propagandası ve bu propaganda eşliğinde direnişi emek ve demokrasi güçlerinin dayanışmasına fiilen kapatma girişimi süreç içinde zayıflamakla birlikte birçok fabrikada ve özellikle Renault’da etkili oldu. Polisin provokasyonları sonucu birçok fabrikada direniş kırılma noktasına geldiği anlarda sınıf sezgisiyle bu girişimleri püskürtebildiler. Bilinç ve örgüt düzeyi

bakımından politik unsurun az-çok var olduğu belirli fabrikaların bu bakımdan başından beri farklılık gösteren durumu ise, politik unsurun tartışılmaz önemini gösteren temel bir veriydi. Yine de, genel olarak örgüt, deneyim ve bilince dair eksiklik ve zaafları, işçi hareketinin, patronlar ve özellikle patronların en gaddarı olan Koç’un işçilerin birliğini bozup dağıtarak mücadeleyi bastırmak üzere izledikleri taktiklerin üstesinden gelme imkanlarını zayıflattı.

Yaşadıkları en büyük eksikliklerden biri de sınıf mücadelesi ve tarihi konusunda deneyim- sizlikleriydi. Direniş metal işçilerinin işçi sınıfının mücadele tarihinden denebilirse bihaber durumlarıyla başladı. Bu yüzden direniş öncesi eylemlerin giderek ivmelendiği bir zamanda bile 1 Mayıs ile ilgili bir aidiyet duygusu hissetmediler. Ama öbür yandan ön cepheyi oluşturan bu işçi kuşağı kendi sorunlarını tartışmaya ve çözüm önerilerini dikkate alma ve hatta uygulama noktasında en küçük bir tereddüt dahi göstermediler, örneğin Renault’da hala göstermemektedir. Sözcü düzeyindeki işçiler bile deneyim ve bilinç eksikliklerinin farkındalar ve bunu mütevazi biçimde ifade ediyorlar.

Baştan belirlenmiş strateji ve plana sahip olmadan mücadeleye atıldılar. Eyleme geç- tikleri andan itibaren bu eksikliğin yol açtığı zayıflıkları fark ettiler ve hızla gidermeye yöneldiler. İlk farkına vardıkları örgütlü hareket etmeden kazanamayacaklarıydı. Hızla örgütlenmeye yöneldiler, fabrika, vardiya, ünite düzeyinde sözcüler belirlediler (Renault işçilerinin örgütlenme modeli); sorunlarını bu oluşturdukları mekanizmayla tartıştılar, kararlarını yine bu mekanizmaya dayanarak biçimlendir- diler. Direniş sonrasında da bu örgütlülüklerini sağlamlaştırmayı sürdürüyorlar. Taleplerini 3 başlık altında basitçe formüle ederek (a- eylemler nedeniyle hiçbir işçi işten atılmayacak ve soruşturmaya uğramayacak, b- yeni bir sendika kurmak dahil sendikalarını özgürce belirleme hakkına işveren saygı gösterecek ve c- BOSCH sözleşmesi baz alınarak yapılacak iyileştirmeler saat ücretlerine yansıtılacak), en geride duran işçinin bile mücadelenin merkezine çekilmesini sağladılar. Bu bağlamda dikkat çeken bir şey de, gelişmelere bağlı olarak, taleplerin yeni duruma göre yeni içeriğiyle formüle edilmesidir. Örneğin, ilk başta sendika temsilcilerinin seçimle belirlenmesini öne sürülürken, sendika bürokrasisinin işçilere saldırmasının ardından sendikadan istifa edilme- si ve ilerleyen günlerde ise işverenin sendika seçme özgürlüğünü tanımasının talep edilmesi gibi. Direniş asıl gücünü buralardan aldı. Patron ve polislerin direnişi kırmaya dönük girişimlerinin neden olduğu kararsızlık anlarında, işçinin ana gövdesi, bu taleplere sarılarak, direncini tazelemeyi başardı. Bölündüklerinde kaybedeceklerini anlamışlardı ve bu yüzden, kendi içlerinde bölünme potansiyeli taşıyan konuları gündemlerine almak bir yana tartışılmasına izin bile vermediler. Nasıl bir sendikal tercihte bulunacakları konusunu dahi direniş sonrasına ertelediler. Fakat, devleti, hükümeti, polisi, yargısı ve sendika bürokrasisiyle açık bir sınıf bilincine sahip kapitalist patron sınıfı karkararlılık, cesaret ve fabrika sisteminin işçi sınıfına kazandırdığı özellikler direnişi bir yere kadar taşımaya yetebilirdi. Nitekim, öyle de oldu. Coşkunöz, Türk Traktör, Ford fabrikalarında direnişin kırılma anlarında olduğu gibi kritik süreçlerde sınıf olarak örgütlenme ve mücadele deneyimi eksikliğiyle bilinç yeter ve geriliği kendini derinden hissettirdi.

NASIL BİR SENDİKA?

Gelinen yerde metal işçileri çok somut bir sorunla karşı karşıya bulunuyor: Bundan sonrasını nasıl geçirecekler? Ya yeni bir sendika kuracaklar veya var olan sendikalardan birine üye olacaklar ve/veya 2017 yılına kadar dayanışma aidatı vererek, şu anki fiili durumu devam ettirecekler. Hak-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası ve DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, Türk Metal sendikası’ndan istifa eden fabrikalarda örgütlenmeye çalışıyor. İşçilerin pek az bir bölümü bu sendikalar üye olmuş durumda. Bu iki sendika da işçilerin beklentilerine yanıt verecek bir tavır ortaya koymadıkları için işçilerin ana gövdesi beklemenin doğru olduğunu düşünüyor.

İşçiler direniş boyunca geliştirdikleri örgütlenmeler aracılığıyla fiilen bir sendika gibi hareket ettiler. Bu, aynı zamanda, işçilerin nasıl bir sendika istediklerini de açıkca ortaya koymuştur. Çözüm bizzat direnişin içinden çıkmıştır. Ya mevcut sendikalar işçilerin taleplerine yanıt verecek bir hatta gireceklerdir ya da iş- çiler istedikleri gerçek sınıf örgünü (sendika) bizzat kendi elleriyle inşa edecektir. Üçüncü bir seçenek yoktur, gerçekte. Patronlar ve MESS sürece yayarak direnişin kazanımlarını orta- dan kaldırma ve öncü kuşağı ezme politikası gütmektedir. Renault başta olmak üzere kimi fabrikalarda işçilerin sözcülerini fiili bir temsilci gibi kabul etmiş olsalar da, patronlar, işçilerin fabrika içine sandık kurarak kendi temsilcilerini seçmelerine durum resmiyet kazanır!” diyerek karşı çıkımaktadırlar. Benzer biçimde, işçilerin parasal iyileştirmelerin saat ücretlerine yansıtılması talebine de, patronlar, kırmızı çizgi ilan ederek, karşı çıkmaktadırlar. Patronların attıkları her adımda açıkça bir saldırı hazırlığı

içinde olduklarının belli olduğu mevcut durum- da, işçiler bakımından fabrikalardaki örgütlü- lüklerini sağlamlaştırmak ve bu süreci örgütlü karşılayabilmek için hızla sendikal örgütlülüklerini sağlamaktan başka bir çözüm yolu görülmemektedir. İşçilerin dayanışma aidatı vererek 2017 yılına kadar mevcut durumlarını sürdürmelerinin koşulları yoktur.

Sendika bürokrasisini silkeleyip başından atarak mücadeleye atılan metal işçileri, ne kadar bilincinde oldukları bir yana, Direni- şi sürdürürken kurup dayandıkları –komiteler biçimindeki– işyeri örgütleriyle, kuşku yok ki, bir sendika olarak davranmış, örgütlülükleri, bir işçi sendikasının işlevini üstlenmiştir. Sen- dikaların ilk ortaya çıkışları da başka türlü değildir ve sendikalar, –bürokratik sendikaların sonradan dönüştükleri işçiden kopuk örgüt biçimleriyle yaptıkları gibi– fabrikaların dışın- da kurulmuş örgütler olarak kendilerini işçilere dayatmamış; tersine, işçilerce, kapitalistler tarafından cenderesi içine sıkıştırdıkları fabrikaların kapitalist örgütlülüğüyle ve bizzatihi kapitalizmle mücadele örgütleri olarak, kendilerine dayatılmış alanda, fabrikada, fabrikalara dayanılarak kurulmuştur. Şimdi, metal işçileri, kendilerine yönelik zorbalık örgütlerine dönüştürülen sendikaları, bir ucundan, kendi girişimleriyle mücadele içinde yenilemeye yönelmiş- ler ve bunun yöntemini de pratik mücadeleleri içinde ortaya koymuşlardır: Fabrikalar temelin- de ve doğrudan işçinin inisiyatifi ve karar almasına dayalı bürokratik olmayan örgütlenme. Bu yeni olmayan “yeni” sendikal örgütlenme eğiliminin, sadece metal sektöründe değil ama tüm sektörlerin işçileri arasında yaygınlaşacağını söyleyebiliriz. Metal Direnişi bunun uygun koşullarını ortaya çıkarmıştır.

Örgütlülüklerinin ilk adımlarını üstelik olanca deneyim eksiklikleriyle ve işçi sınıfının mücadele tarihine ilişkin bilgisizlikleriyle atmakta olan metal işçileri ve metal işçilerinin Direnişi’nden etkilenerek mücadele ve örgütlenme eğilimi içine giren sınıfın geri kalan bölüklerinin, koşulların bu uygunlaşmasından yararlanarak hemen ve kolaylıkla sendikal örgütlenme problemlerini sorunsuzca çözebilecekleri de

tabii ki beklenmemelidir. Koşulları uygunlaşmış olsa bile, bunca yılın dağınıklığı/örgütsüzlüğü ve deneyim eksikliğiyle, sınıfın sendikal örgütlenmesinin yenilenmesi ve işçilerin kendi sendikal sınıf örgütleri içinde toplanmalarının kolay olmayacağı tartışmasızdır. Örnekse, Türk Metal’in işçiler tarafından birçok fabrikadan defedilmesinin ardından, şimdi, bir yandan Birleşik Metal İş bir yandan da Çelik İş metal işçileri içinde örgütlenmeye başlamışlardır ve bürokratik niteliklerinin doğal sonucu olarak, bu örgütlenmelerini, işçilerin mücadele içinde inşa ettikleri komiteler biçimindeki kendi sınıf örgütlülüklerini dağıtıp işçileri örgütsüzleştirerek sağlamaya çalışmaktadırlar. Sorun nettir: Ya işçilerin kendi öz-örgütlülükleri ya da şu veya bu sendikanın bürokratik örgütlülüğünün işçilere dayatılması. İşçilerin hiç yapmamaları gereken, bütün kazanımlarının temel dayanağı olan kendi öz-örgütlülüklerinin dağıtılmasına boyun eğmektir. Bu, son mücadele deneyimlerinden çıkarmaları gereken birinci dereceden derstir. Doğrudan kendi mücadelelerinin ürünü olacak yeni bir sendika olarak örgütlenmeye güç yetiremeyeceklerse bile, fabrikalarında örgütlenmeye çalışan –bürokratik nitelikleri belirgin– sendikalara kendi fabrika örgütlülüklerini dayatmadıkları ve hiç değilse bir şube olarak kabul edilmelerini sağlamadıkları durumda, bugüne kadar elde ettikleri bütün kazanımlarını ve bu kazanımlarının başlıca dayanağı olan örgütlü güçlerini elden çıkarmaya razı olmuş olacakları ortadadır.

POLİTİK ÇALIŞMA

Metal işçilerinin sermaye düzeni ve sendika bürokrasisine karşı başlattığı direniş, ivmesi düşmekle birlikte, her fabrikanın kendi özgün- lükleri çerçevesinde sürmektedir. Metal Direni- şi, işçi sınıfının mücadele potansiyelini gösterdiği kadar, sınıf/parti olarak örgütlenme düze- yi ve mücadele deneyimi son derece yetersiz ve bilinç bakımından gelişmemişlik koşulları içinde ilerlemeye çalışan işçi hareketinin taşı- dığı zaaf ve zayıflıkları da gözler önüne sermiştir. Metal Direnişi işçi hareketi ve sendikal harekette bir dönemi fiilen kapatmıştır. Sendi- kal bürokrasisinin ileri süreceği “gerekçeler”in artık işçileri ikna etmesi oldukça güçtür. İşçi sınıfının devrimci partisinin son yıllarda işçi hareketinin gündemine soktuğu sendikaların (hareketin) mücadeleci temelde yeniden inşa- sorunu metal işçilerinin direnişinde en somut dayanağını bulmuştur.

Öte yandan, sermayenin saldırıları ve işçi sınıfının içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları işçileri her geçen gün mücadeleden yana daha fazla tahrik etmektedir. Yeni olan, şüphesiz eskinin bağrından doğacak ve gelişip güçlenerek egemen hale gelecektir. İşçi hare- keti ve sendikal hareket için de bu kural geçerlidir; ancak, işçi hareketinin siyasallaşması ve sendikal hareketin sınıf sendikacılığı çizgisine oturması için, işçi sınıfı, parti olarak örgütlen- me ve mücadele deneyimi ve bilinç bakımın- dan ihtiyaç duyduğu gelişmeyi gösterebildiği sürece. Metal Direnişi’nin işçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin gündemine taşıdığı en temel gerçekliği budur.

Sendikal hareket bakımından Metal Direnişi’nin yeni bir dönemi başlattığını söylemiştik. Bu artık, birleşik bir mücadele dönemi olabilir ve işçiler, tek tek fabrikalarla sınırlı hareketin zayıflıklarından bu sonucu çıkaracaklardır. Ya- yılma hızıyla, kentten kente sıçramasıyla hareketin kendisinin gelişmesinin işçilerin önüne yeni bir ufuk açtığı, başlangıçta işçilerin kendi fabrikalarıyla sınırlı düşünüp davranmasının, özellikle ön cephede yer alan işçiler bakımından, yerini, harekete geçen fabrikalar ve hatta metal işkolu ve giderek bütün bir işçi sınıfı açısından düşünüp davranmaya bırakmasının imkanları bugün Dirdenişy öncesine göre şüphesiz ki fazlasıyla genişlemiştir.

Bu olanağın, sendika bürokrasisinin mücadelenin önündeki bir engel olmaktan çıkarılmasının başarılmasıyla, güçlendirilmiş olarak müca- deleci işçilerin kullanımına hazır halde olduğu söylenmelidir.

Şühhesizdir ki burjuvazi de Metal Direnişi’nden işçi sınıfına yönelteceği saldırıların içeriği ve biçimi bakımından dersler çıkarmıştır; ancak mücadeleye atılan metal işçileriyle onların peşinden yürüyenlerin mücadele deneyimleri hazinesine kattıkları dersler paha biçilmez

önemdedir ki bunların başında bilinç ve örgüt düzeyi bakımından patronlar karşısındaki açığın kapatılması gelmektedir.

Son olarak söylenmelidir ki, bu açığın en belli başlısını oluşturan deneyim, örgüt ve bilinç yetersizliği ve geriliğini gidermeden, işçiler, sınıf düşmanları olan patronlar ve her türden örgütleri karşısında eşit düzeyde yer alarak eşit silahlarla mücadele etme imkanına kavuşamayacaklardır. Metal Direnişi’nin temel dersi budur. Direniş, işçilerin, kendi sınıf çıkarlarından hareket eden, kendi dünya görüşleri ve kendi bağımsız sınıf politikalarıyla parti olarak örgütlenme ve mücadele etme eğilimlerinin gelişmesinin olanaklı olduğunu gösterdiği kadar, bunun bir zorunluluk olduğunu da ortaya koymuştur

Emperyalizm ve gericiliğin planı: ışid ile mücadele, nusra ile müdahale!

Y. Yılmaz Karataş

IŞİD’in bu yılın Mayıs ayında önce Irak’ta Sünni nüfusun ağırlıkta olduğu El Anbar vilayetinin en önemli kenti Ramadi’yi ve ardından da Suriye’de Antik Palmira kentinin bulunduğu Tedmuru ele geçirmesi, ABDnin Eylül 2014te Obama tarafından açıklanan ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’nin iflas ettiği tartışmasını beraberin- de getirdi. Gerçekten de, ABD’nin IŞİD’e karşı açıkladığı stratejinin üzerinden 9-10 ay geçme- sine rağmen, IŞİD, Irak ve Suriye’nin önemli bir kısmını elinde tutmaya devam ediyor. ABD stratejisinin başarısızlığı, Suriye’de bir dönem geri plana düşen Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın radikal İslamcı çeteler üzerinden yeni arayışlara yönelmesinin de önünü açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Arabistan’ın yeni kralı Selman ile Şubat sonunda yaptığı görüşmede iki ülkenin Suriye’de daha etkin bir rol üstlenmesi ve iş- birliği yapması konusunda anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın ardından, Nisan ayında Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın desteklediği ve başını El Nusra ile Ahrar’uş Şam’ın çektiği cihatçı örgütler birleşerek, Fetih Ordusu’nu kurdular. Fetih Ordusu, kuzeyden Türkiye ve güneyden S. Arabistan’dan aldığı destekle İdlib kentini rejim güçlerinin elinden alarak, önümüzdeki süreçte bölgesel denklemde daha etkili bir güç olarak yer alacağını gösterdi. Denklemin diğer önemli güçlerinden PYD/YPG, Kobanê’den sonra stratejik bir önem taşıyan Tel Abyad’ı da IŞİD’den temizleyerek, Rojava kantonlarının güvenliği bakımından önemli bir başarıya imza attı. Suriye rejimi, İdlib, Tedmur gibi kentleri kaybetmesine rağmen, Lübnan Hizbullah’ının ve İran’ın askeri ve Rusya’nın siyasi desteği sayesinde gücünü korumaya devam ediyor.

Yapılan hamlelere ve bağlı olarak ortaya çıkan dengelere bakıldığında, Suriye’de dördüncü yılını dolduran ve IŞİD’in güçlenmesinden sonra Irak’a da sıçrayan savaşta mevcut denklemin nasıl çözüleceğinin belirsizliğini koruduğu söylenebilir. Ancak bu belirsizlik, bölgede bizi sıcak bir yazın beklediği gerçeğini değiştirmiyor.

Şimdi bölgesel denkleme ve bu denklemden çıkabilecek olası sonuçlara daha yakından bak- maya başlayabiliriz.

IRAK: ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİNİN AÇMAZLARI

El Kaide’nin Irak kolu, Irak İslam Devleti (IİD) 2004’te Ebu Bekir el Bağdadi öncülüğünde kuruluşunu ilan etmiş ve 2011de Türkiye, Katar ve

S. Arabistan’ın başını çektiği Suriye’ye müdaha- le girişimlerinden sonra, Suriye’de el Nusra adı altında rejime karşı savaşan güçlere katılmıştı. El Nusra, dünyanın dört bir tarafından gelen radikal İslamcı-cihatçı militanların katılımıyla, kısa sürede binlerce militanı olan bir örgüt haline gelmişti. El Nusra’nın lideri Ebu Muhammed el- Colani’nin öne çıkmaya başladığını gören Bağdadi, Nisan 2013te, El Nusra ve İDin IrakŞam İslam Devleti (IŞİD) adı altında birleştirildiğini duyurdu. Colani ve el Kaide’nin lideri Aymen el- Zevahiri bu birleşmeye karşı çıksa da, IŞİD, kısa sürede diğer radikal İslamcı güçleri etkisizleştirerek, Suriye’de kendine önemli bir hakimiyet alanı oluşturdu. Suriye petrollerinin denetimini eline alarak, Rakka’da İslam emirliği kurdu.

Aynı dönemde Irak’ta Şii Maliki Hükümeti ile Sünni aşiretler arasındaki gerilimin tırmanması, Sünni El Anbar vilayetinde IŞİD’in etkinlik kazanmasına zemin sağladı ve IŞİD, 2014 başlarında, El Anbar vilayetine bağlı Ramadi ve Felluce kentlerinde yönetimi bir süre ele geçirdi. Bu dönem boyunca, ABD, IŞİD’in hem Suriye’de, hem de Irak’ta güç kazanmasına seyirci kaldı. Ancak IŞİD’in bütün dünyada ses getiren hamlesi, Haziran ayında Musul’u ele geçirmesi oldu. IŞİD’in Musul’u çatışmadan ele geçirmesi, Irak’ta Sünniler içinde ne kadar etkin bir güç haline geldiğini de gösteriyordu. İşte, ABD’nin IŞİD’e karşı harekete geçmesi de, ancak Musul ve Şengal saldırısından sonra Kürdistan Federe Yönetimi için ciddi bir tehdit haline gelmesinden sonra oldu. ABD Başkanı Obama, IŞİD ile mücadele stratejisini Eylül 2014te ıkladı. Bu strateji, ABDnin IŞİD’in egemenlik sahasını genişletmesine neden bu kadar süre seyirci kaldığını ve IŞİD üzerinden hangi adımları atmak istediğini gösteriyordu.

ABD, Irak’ta 2003 müdahalesi sonrası kurduğu düzenin yıkılmasını ve Irak’ın Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasında 3’e bölünmesini istemiyordu ki, bu bölünme Irak’ın büyük bir

bölümünün (Irak Şiilerinin) İran’ın ve dolayısıyla Rusya’nın denetimi altına girmesi anlamına geliyor. Bu nedenle öncelikle IŞİD tehdidi üzerinden Irak’ta sürekli gerilim halinde olan Şii ve Sünni Araplar ile Kürtleri yeniden birleştirmeye yönelik adımlar atıldı. Bu gerilimin tarafları olarak öne çıkan Başbakan Maliki ve Sünni Meclis Başkanı Nuceyfi’nin yerine daha ‘ılımlı’ isimler (başbakanlığa Şii Haydar el İbadi ve Meclis Başkanlığına Sünni Selim el Cuburi) getirildi ve Barzani uzun bir süreden beri bağımsızlık talebini gündemde tutmasına rağmen Kürt yönetimi de bu birlik içinde yer almaya ikna edildi. Ardından bölgedeki savaşın mezhepsel bir görünüm kazanması nedeniyle ABD’nin kendi politikasına bağlamakta zorlandığı müttefikleri –S. Arabistan, Katar, Ürdün, BAE gibi Sünni rejimler– IŞİD’le mücadele koalisyonunun içine alınarak kısmen denetim altına alındı. ABD, bu dönem boyunca, IŞİD’in Suriye’deki güçlerine karşı müdahale konusun- da isteksiz kaldı. Hatta IŞİD, Rojava kantonlarından Kobanê’ye ağır silahlarla saldırdığında bile, durumu yakından izliyoruz” açıklaması ile yetinilmişti. Ancak ABD, IŞİD barbarlığına karşı Kobanê direnişinin bütün dünyada yankı yaratıp destek bulmasından sonra artık stratejisi tartışılmaya başlandığı için IŞİD’i havadan bombalamaya başladı. Üstelik Kobanê’de YPG’ye verilen destek ABD’nin 2003’teki Irak müdahalesi sürecinde bölge halkları nezdinde katliam ve işkencelerle edindiği kötü imajını düzeltme olanağını da sağlıyordu.

Obama’nın açıkladığı IŞİD ile mücadele stratejisi 4 aşamalı bir stratejiydi. Birinci aşamada koalisyonun hava saldırıları ile IŞİD zayıflatılacak, ikinci aşamada yerel güçlerin karadan müdahalesi gerçekleştirilerek IŞİD temizlenecek, üçüncü aşamada IŞİD’in mali kaynakları yok edilecek ve son aşamada ise zarar gören bölgelere insani yardım ulaştırılacaktı. Ancak bu strateji Irak’ta bir türlü işlemedi. Bunun birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Birinci olarak, ABD’nin tüm girişimlerine rağmen Şii-Sünni gerilimi ortadan kaldırılabilmiş değil ve bu nedenle kendilerini yönetimden dışlanmış hisseden Sünniler üzerinde IŞİD’in etkisi sürüyor. İkinci olarak, karadan harekat için Irak ordusunun yeterli olmaması, IŞİD’e karşı İran’ın ve onun etkisindeki Şii milislerin öne çıkmasına neden oldu. Dolayısıyla bu durum ABD’yi tam bir açmazın içine sürüklüyor. Çünkü IŞİD’den kurtulmak için atılan her adım Şii milislerin ve İran’ın Irak’taki gücünü arttırmasına hizmet ediyor ve bu nedenle ABD IŞİD’e karşı etkili mücadeleye bir türlü yanaşmıyor. Öte yandan, IŞİD’e karşı mücadele sürecinde Kerkük başta olmak üzere merkezi hükümetle ihtilaf- lı olduğu bölgeleri fiili olarak denetimine alan Kürdistan Federe Yönetimi de, IŞİD’e karşı mücadelede daha etkin bir pozisyon alarak merkezi hükümeti rahatlatmak istemiyor. Aksine, Barzani Mayıs ayında ABD’ye giderek, bağımsızlık talebini yineledi, ancak ABD’nin farklı öncelikleri nedeniyle Irak’ın birliğinin devam etmesini istemesi, Barzani’yi, bu talebi bir dönem daha ertelemek zorunda bıraktı. Sonuç olarak, Irak’taki güçler arasındaki gerilim ve anlaşmazlıklar ve İran ve etkisindeki Şii milislerin giderek etkin

hale gelmesinden duyulan kaygıyla gerekli adımların atılmaması, ABD’nin IŞİD stratejisinin başarısız olmasına ve tartışılmasına yol açtı. ABD’nin içine düştüğü açmazı, eski Savunma Bakanlarından Robert Gates Gerçekte bir stratejimiz yok. Günübirlik davranıyoruz” sözleriyle özetliyordu.

  1. SURİYE: MAHŞERİN ÜÇ ATLISI VE SAHADA YENİ ARAYIŞLAR

Irak’taki durumun aksine, IŞİD ile mücadele stratejisi Suriye Kürdistan’ında (Rojava) önemli bir başarı gösterdi. Bunun en önemli nedeni, ABD/koalisyonun havadan desteklediği PYD/ YPG’nin yerellerde IŞİD’e karşı bütün halkların birliğini/ortak demokratik yönetimlerini kura- bilmiş olmasıdır. Önce Kobanê ve ardından Tel Abyad’dan IŞİD’in sökülmesi ve bu barbar örgüt- ten kaçanların eski yerleşim yerlerine dönmeye başlaması, Rojava’daki durumun Irak’tan farklı olduğunu gösteriyor. AKP-Erdoğan’ın etnik temizlik yapılıyoriddialarına yanıt veren PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, halkların kardeşliği temel prensibimizdir diyor ve basını bu iddiaların doğru olup olmadığını yerinde araştırmaya çağırıyor. Özetle Rojava, Irak’ta neyin yapılamadığını ve ABD stratejisinin neden başarısız olduğunu da açıklıyor. Çünkü Rojava, koalisyonun havadan desteğine rağmen IŞİD ile mücadelenin başarısının temelinde bu desteğin değil, halkların demokratik birliğinin ve bu temelde kurdukları ortak yönetimlerin olduğunu göstermesi bakımından önem taşıyor.

Burada Türkiye (AKP Hükümeti) için bir parantez açmak gerekiyor. AKP Hükümeti, savaşın sürdüğü 4 yıl boyunca Rojava’da kurulan demokratik kantonların yıkılması ve Esad rejiminin devrilmesi politikasını ısrarla sürdürdü. Bu politikanın başarısı için, önce Nusra ve ardından IŞİD’e her türlü desteği vermekten geri durmadı. En son Tel Abyad IŞİD’den temizlenirken kaçan sivillere sınırlarını kapatıp sivilleri IŞİD’e kalkan yapması, bu desteğin en açık ifadelerinden biri olmuştur. Ancak AKP-Erdoğan’ın Rojava ve Esad’a karşı mücadele stratejisini ısrarla sürdürmesine rağmen Türkiye’de 7 Haziran’da yapılan seçimlerin bu politikaya darbe vurduğu kesindir.

Sonuçta, Erdoğan’ın başkanlığının engellenmesi ve AKP’nin tek başına hükümet kuramayacak ol- ması, hangi koalisyon (AKP’nin MHP ya da CHP ile kuracağı bir koalisyon) kurulursa kurulsun, yeni durum Türkiye’nin Suriye ve Rojava’daki pozisyonunun daha görünür olmasını sağlayarak mevcut politikanın sürdürülmesini önemli oranda olanaksız hale getirecektir. Bu durumun, aşağıda ayrıntılarına değineceğimiz AKP Hükümeti’nin Suriye’de S. Arabistan ve Katar ile yeniden oluşturduğu işbirliği/ortaklığa da etkileri olacaktır. Ancak AKP’li bir koalisyonun olduğu her durumda Türkiye’nin bu politikasının hepten değişmesi de beklenmemelidir. Hatta AKP’nin özellikle MHP’nin Rojava-Kürt hassasiyetini kaşı- maktan geri durmayacağını da söylemek gerekiyor. Bu nedenle, AKP’nin mevcut politikasının ne kadar değişeceğini, kurulacak koalisyonun yanı sıra ve daha çok yeni Meclis’te HDP ile daha güç bir blok haline gelen demokrasi ve barış güçlerinin bu politikaya karşı sürdüreceği mücadele belirleyecektir.

ABD’nin IŞİD ile mücadele stratejisinin başarılı olamamasının en önemli sonucu, bu strateji açıklandıktan sonra geri plana düşen bölge gericiliklerinin yeni hamleler peşinde koşması oldu. Suriye’ye müdahale girişimlerinin başını çekerek Suriye’ye savaş, açlık ve ölüm getiren Türkiye, S. Arabistan ve Katar, IŞİD dışındaki radikal İslamcı çeteleri yeniden toparlamak için harekete geçtiler. Hatırlanırsa, Libya’da NATO güçlerinin dahalesiyle Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Suriye’ye müdahale politikasının öncülüğüne, yanına Katar ve S. Arabistan’ı alan Türkiye/AKP Hükümeti soyunmuştu. Ancak Esad rejiminin devrilmesi beklentisi gerçekleşmeyince, Katar ve

S. Arabistan görece geri plana düşmüştü. Türkiye

ise, hem Esad rejiminin devrilip bölgesel liderlik (Sünni İslam’ın liderliği) iddiasının devam etme- si ve hem de Rojava’da Kürtlerin kendi yönetimlerini kurmalarını engellemeyi bir varlık-yokluk sorunu haline getirdiği için, radikal İslamcı çeteleri (önce Nusra ve sonra IŞİD’i) desteklemeye devam etmişti. 2014e gelindiğinde Katar ve S. Arabistan, ABD’nin IŞİD’e karşı kurduğu koalisyona katılırken Türkiye bu koalisyona girmeme yönünde bir tutum takınmıştı.

IŞİD ile mücadele süreci, bölgenin Şii güçlerinin etkinliğini arttırmasına yol açmıştı. Bu süreçte İran, Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı aktif bir mücadele tutumu içinde olurken, öte yan- dan da P5+1 ülkeleri (Birleşmiş Milletler venlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa + Almanya) ile nükleer anlaşması imzalayarak, bölgesel güç ve etki- sini arttırdı. Lübnan’nın Şii Hizbullah’ı, askeri olarak zorlanmaya başlayan Esad rejimine destek için binlerce militanını Suriye’ye gön- derdi. Yine Irak’ta IŞİD’e karşı Şii milisler öne çıkarken, Suriye’de Esad rejimi artık ABD (ve Batı’nın) öncelikli hedefi olmaktan çıkmıştı. Aynı süreçte, Yemen’de de Şii Husiler yönetimi ele geçirdiler. Tüm bu gelişmelerin en beklenir sonucu, bölgenin Sünni rejimlerinin bu duruma karşı yeni hamleler içine girmesiydi. Bu nemde S. Arabistan’da ölen kral Abdullah bin Abdülaziz’in yerine kardeşi Selman tahta oturmuştu. Selman, İran’ın ve Şii güçlerinin artan gücüne karşı daha aktif bir dış politika izleme yoluna girdi. Yanı başındaki Yemen’de egemen hale gelen Şii Husilere karşı diğer Sünni Arap rejimlerini (BAE, Ürdün, Mısır, Kuveyt, Bahreyn vb.) yanına alarak, ‘Kararlılık Fırtınası’ adı altında hava operasyonları başlattı. Aynı dönemde (2015 Şubat sonunda) Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Arabistan ziyaretin- de Riyad’da Kral Selman ile yapılan görüşme sonucunda, “Suriye’de muhalefete verilen desteğin sonuç almayı hedefleyecek biçimde arttırılması için işbirliği yapılması” kararı alındı.

Bu kararın ardından, Nisan ayında Suriye’deki radikal İslamcı muhalif gruplar, El Nusra, Ahrar’uş Şam, Ecnad’uş Şam, Feylak’uş Şam, Liva el Hak, Ceyş es Sunne, Cund’ul Aksa birleşerek ‘Fetih Ordusu’nu kurdular. Financial Times, Washington Post gibi gazeteler ‘Fetih Ordusu’ ile Türkiye, S. Arabistan ve Katar arasında sahada yeni bir ittifakın canlandığını ve bu ittifakın bölgesel dengelere etkisi olacağını yazdılar. Bu dönemde dikkat çeken bir diğer gelişme ise,

S. Arabistan’ın desteklediği ve Şam kırsalında rejime karşı savaşan etkin güçlerden biri olan İslam Ordusu’nun lideri Zehran Alluş’un Türki- ye’yi ziyaret etmesi oldu. Bu ziyaretin de yeni işbirliğinin bir sonucu olduğu açıktı.

Fetih Ordusu, kuruluşundan kısa bir süre sonra, İdlib kentini ve Cisr Şugur’u ki burada yapılan Alevi katliamı söz konusu çetelerin IŞİD’den pek bir farkının olmadığını bir kez daha gösterdi– rejimin elinden alarak, önümüzdeki dönem sahada daha etkin bir rol oynayacağının ilk işaretini vermiş oldu. Tabii, Fetih Ordusu’nu oluşturan güçler, kısa sürede toparlanıp böylesine bir role soyunabilmelerini kendilerini destekleyen ülkelere borçluydular. Çünkü Suriye’yi yakından takip eden kaynaklar (El Hadath haber sitesi, Şark El Awsat ve El Quds el Arabi gibi gazeteler) para ve silah desteğinin Suudilerden geldiğini ve geçişlerin Türkiye üzerinden gerçekleştiğini yazıyordu. Aynı kaynaklar, Fetih Ordusu’nun İdlib’e saldırısı öncesinde 5 bin militanının Türkiye sınırından bölgeye geçiş yaptığı ve bu güçlerin Amerikan yapımı TOW tanksavar füzeleri ve diğer ağır silahlarla donatılmış olduğunu belirtiyordu.

Türkiye, S, Arabistan ve Katar’ın Fetih Ordusu üzerinden Suriye’de yeniden etkin bir rol üstlenme arayışının ABD tarafından sessizlikle karşılandığı söylenebilir. Bu sessizliğin altında, ABD’nin, terör örgütleri listesinde bulunan ve daha önce hava saldırıları da gerçekleştirdiği Nusra’nın başını çektiği bu örgütün Esad rejimine karşı etkinlik kazanmasının elini güçlendireceği hesabını yapıyor olması yatıyor. Bu hesabın en açık ifadesi, geçtiğimiz dönemde Dışişleri Bakanı Kerry’nin önünde sonunda Esad rejimi ile masaya oturacaklarını söylemesine rağmen, son gelişmelerden sonra Obama’nın Suriye’nin geleceğinde Esad yok açıklamasını yapmasında görmek mümkündür. Ancak Putin’in S. Arabistan Dışişleri Bakanı Muhammed bin Selam’ın Haziran’da yaptığı Rusya ziyaretinde Suriye politikasın- da bir değişiklik olmayacağını; dolayısıyla S. Arabistan’ın da içinde olduğu askeri müdahale girişimlerine karşı siyasi çözümü savunmaya devam edeceğini söylemesi de, bütün girişimlere rağmen Esad’sız bir çözümün en azından bu dönem için mümkün olmadığına/olamayacağına işaret ediyor. Ötesinde BM Suriye özel temsilcisi Steffan De Mistura’nın Suriye sorununa siyasi çözüm bulmak amacıyla Mayıs ayından bu yana –ki bu görüşmelerin Temmuz sonuna kadar devam edeceği belirtiliyor– rejim ve muhalefet güçleri ile soruna taraf ülkelerin temsilcileriyle görüşmeler sürdürdüğü hatırlanırsa, mahşerin üç atlısının bu girişimlerinin hesapsız olmadığı da ortadadır. Çünkü en nihayetinde bu girişimin söz konusu ülkelerin Suriye sorununun çözümünde Esad rejimine karşı elini güçlendirdiği açıktır.

Bu gelişmeler üzerinden genel sonuçlar çıkarmak gerekirse:

Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibi, aslında ABD’nin Irak’ta IŞİD’e karşı genel bir strateji değil, aksine bölgede kendi varlığını kalıcılaştırmaya/kendini bir ihtiyaç haline getirmeye yönelik eski Savunma Bakanı Gates’in deyimiyle günübirlik bir politika izlediği söylenebilir. Özellikle dış güçlerin müdahalesinin Irak’ın Şii ve Sünni Arapları ile Kürtler arasındaki gerilimi canlı tutması,

IŞİD gibi örgütlerin bu gerilimden beslenmesine uygun zemin hazırlamaktadır. Öte yandan IŞİD’e karşı mücadele sürecinde İran ve Şiilerin öne çıkması da, ABD’nin bu konuda gerekli adımla atmakta isteksiz olmasına da yol açmaktadır. Dolayısıyla bu yaz, Irak’ta IŞİD’in elindeki kentlerin geri alınması yönünde yapılan hazırlıklara rağmen, IŞİD’in önümüzdeki dönem tamamen yenilgiye uğratılması olanaklı görünmemektedir.

  • Suriye’de Türkiye, S. Arabistan ve Ka- tar’ın IŞİD dışında başını El Nusra’nın çektiği radikal İslamcı güçleri Fetih Or- dusu adı altında birleştirmesi ve Fetih Ordusu’nun İdlib’i alması, sadece IŞİD tehdidinin olduğu koşullarda ABD ve Ba- tılı emperyalistler için öncelikli hedef ol- maktan çıkan Esad rejimini, yeniden he- def haline getirmiştir. Ancak Fetih Ordusu gibi girişimlerin Esad rejimini devirmesi pek olanaklı görünmemekte, dolayısıyla bu girişim, Suriye sorununa siyasi çözüm bulma amacıyla yapılan/yapılacak müza- kerelerde rejime karşı ABD ve müttefikle- rinin elini güçlendiren bir hamle olmanın ötesine gidememektedir.

  • Emperyalist güçler, bölgesel rejimler ve uzantıları olan örgütler arasında Suriye üze- rinden sürdürülen ve Irak’ı da etkisi altına alan çatışma ve kamplaşmanın seyri bakı- mından belirsizlik/denge durumu devam etmesine rağmen ve bu dengelerin de bir sonucu olarak Kürtler bölgenin geleceğiyle ilgili hiçbir senaryonun göz ardı edemeyeceği bir güç olarak öne çıkmışlardır. Ve Rojava, emperyalist güçlerin karşı karşıya getirdiği halkların nasıl bir arada barış içinde yaşaya- bileceğini gösteren demokratik bir yönetim modeli olarak bu süreçte özel bir edinmiştir.

  • Türkiye’nin 7 Haziran Seçimlerinden sonra yeni kurulacak hükümetinin mevcut politikalarda ne kadar ve nasıl bir değişime gideceğinin Suriye ve Irak’ta devam eden çatışma ve kamplaşmanın seyri üzerinde doğrudan bir etkisi olacağı açıktır. Öte yan- dan yeni hükümetin Rojava ile ilişkilerinin de çözüm süreci”nin seyrini belirleyeceğini de belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin dışarıda müdahaleci bir politikadan vazgeçmesi, barışı için de olmazsa olmaz bir koşul haline gelmiştir ve 7 Haziran Se- çimlerinin çıkardığı sonuç da bu yönelimin en temel güvencesinin emek, barış ve demokrasi güçlerinin birliği ve mücadelesi olduğunu göstermiştir.

  • Nihayetinde Irak’ta IŞİD’le mücadele stratejisi açıklayanların Suriye’de IŞİD’in içinden çıktığı Nusra’yı rejime müdahalenin aracı olarak kullanmaları, müdahale politikalarıyla sorunu yaratanların çözümü sağlayamayacağının en açık ifadesidir. Dolayısıyla bölgedeki savaş ve çatışmaların en önemli nedeninin dış/emperyalist güçlerin müda- halesi olduğu ve halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemediği koşullarda, emperyalist güçlerin ne stratejilerinden, ne de müzakerelerinden kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir. Bölge halklarının en büyük açmazı, emperyalist güçler ve bölge gericiliklerinin egemenlik mücadelesine/çıkar çatışmasına yedeklen- meleri, bu müdahale politikalara karşı bağımsız bir tutum geliştirememeleri ve barış- demokrasi içinde birlikte yaşayacakları bir çözüm yönünde ortak bir mücadele hattını örememeleridir. Çünkü emperyalist güçler ve gerici rejimlerin müdahalesine karşı ortak bir mücadele hattına girilmedikçe bölgenin farklı halkları, inançları, mezhepleri için ka- lıcı bir barıştan söz etmek olanaklı değildir

uluslararası dayanışmaya evet!

Çeşitli AB ülkeleri yıllardır işçilere ve halk kitlelerine kemer sıkma politikalarını dayatıyor. Kapitalist sistemin krizinin ve bu politikaların sonucu AB’de işsiz sayısı 25 milyonu aşmış, gençler arasında işsizlik yaygınlaştığı gibi, daha yaşlı işçiler de sefalete sürüklenmiştir. Bu sefalet kentlerde de kırsal bölgelerde de yaygın hale geliyor. Bu kemer sıkma politikalarıyla sözde büyüme daha fazla işsizliğe yol açarken, zenginleri ve hisse senedi sahiplerini daha da zenginleştiriyor. Bütün bunlar, daha fazla esnek çalışma, ücretlerde azalma, sosyal bütçede, eğitim, sağlık ve kamu ulaşım harcamalarında büyük kesinti anlamına geliyor…

Bu neoliberal politikalar işçi sınıfının, işçilerin ve halkların uzun mücadeleler sonucu elde ettiği ve bugün korumak için direndiği ve mücadele ettiği sosyal ve siyasal kazanımları ortadan kaldırmak isteyen büyük patronların, mali sermayenin “direktiflerini” uygulayan hükümetler tarafından hayata geçiriliyor. Başta Maastricht anlaşması (ve Euro’yu uygulamaya koyan yakınlaşma kriteri) olmak üzere Avrupa’daki fark sözleşmeler bu politikayı işçilere ve halklara

karşı geliştirip derinleştirdi. Bunlar, eşzamanlılık sınırlaması olmaksızın serbestlik dogması adı altında yapılıyor, yani herkese karşı her şeyin organizeli bir şekilde eşzamanlı yapılması, sosyal damping, emek piyasasının serbestleştirilmesi”, yani patronlara işçileri çıkarma, aşırı sömürme ve serbest çalıştırma özgürlüğü tanınması anlamına geliyor. İspanya’da Rajoy yönetiminde hareketlilik yasası”, İtalya’da Ren- zi hükümetinde yasası”, Almanya’da Hartz yasası”, Fransa’da Macron yasası adını alsa da, bütün bunlar, işgücünün fiyatını düşürmeyi, işten çıkarmayı kolaylaştırmayı, esnekliği artırmayı, işçilerin kolektif haklarını sorgulamayı he- defleyen karşı reformlardır.

Son yıllarda borç krizi olgusu özelleştirme politikalarını meşrulaştırmanın, sosyal bütçeyi önemli ölçüde kısmanın, sosyal güvenlik mekanizmasını tasfiye etmenin gerekçesi olarak kullanılıyor. Kamu hizmetlerinin tasfiyesinin en büyük kurbanları ise kadınlar oluyor.

Bu borçların sorumlusu kitleler değildir. Bu borçlar, milyarlarca birimlik kamu parasının bankaları kurtarmak için, büyük tekellerin daha da büyümesi için, silahlanma yarışının ve halkın yararına olmayan, ancak onları üreten ve yön ten tekeller için kârlı olan “büyük projelerin” finanse edilmesi için kullanılması sonucu ortaya çıkmıştır.

Bu ulusal ve Avrupa çapındaki kemer sıkma politikaları yaygın bir şekilde reddediliyor. Bu itirazlar, bu politikaların sonuçlarına karşı cadele eden işçilerin ve halkların direnişlerinde, eylemlerinde, grevlerde kendisini gösteriyor. Sağcı, muhafazakâr hükümetlerdeki partilerin seçimlerde reddedilmesi şeklinde yansıyor.

Popülist sağcı, aşırı sağ partiler kapitalist sisteme saldırıdan kaçınan ve milliyetçiliği, lünmeyi ve yabancı düşmanlığını körükleyen “çözümler”le durumu saptırmaya, seçimlerde kendi yararlarına sonuç elde etmeye çalışıyor. Bazıları bunu açıktan faşist referanslarla yaparken, bazıları da sözde “sosyal” söylemlerin ardına sığınarak yapıyor.

Fakat bu itirazlar ilerici biçimlerde, bu kemer sıkma politikalarına, ömür boyu borç ödemeye, IMF’nin, Avrupa Merkez Bankası’nın, AB’nin ve Avrupa’daki emperyalist güçlerin dayatmalarına karşı duran güçlerin desteklenmesi şeklinde de ortaya çıkıyor.

YUNAN HALKININ MÜCADELESİNİ DESTEKLİYOR, AB LİDERLERİNİN ŞANTAJLARINI REDDEDİYORUZ

Yunanistan’da Ocak ayındaki seçimlerde Syriza’nın kazanması ile yaşanan budur. Borçların “yeniden düzenlenmesi” iradesinin ifade edilmesi, Troyka’nın dayattığı aşırı kemer sıkma programına son verildiğinin açıklanması nedeniyle AB ülkeleri liderleri, IMF ve Avrupa kurumları temsilcileri kemer sıkma politikasının devamını sağlamak için yoğun bir baskı ve şantaj kampanyası başlattı.

Bu liderlerin nefreti, “kendi” halklarına dayattıkları kemer sıkma politikasına bir başka hal- kın itiraz etmesini hiçbir şekilde istemediklerini gösteriyor. Yunan halkının, işçilerinin ve gençliğinin mücadelesinin diğer halklara örnek olmasını

istemiyorlar. Bu direnişin başka yerlere “bulaşmasını” önlemek istiyorlar. Yunan hükümetine diz çöktürmek istemelerinin nedeni budur.

Yunanistan işçileri ve halkı harekete geçmeden bu baskılara karşı direnmek mümkün değildir.

Fakat aynı zamanda, başta Avrupa’da olmak üzere, diğer işçilerin ve halkların dayanışmasını almak da gerekir. Bunu başarmak için elimizden geleni yapıyoruz.

Yunanistan’a yönelik şantajlara son verilmesi için, başta Almanya ve Fransa gibi emperyalist güçler olmak üzere, AB ülkeleri hükümetlerini teşhir etmeli, baskı yapmalıyız.

Yunanistan’ın borçlarının iptali için mücadele etmeliyiz.

Diğer bütün ülkelerde de aynı kemer sıkma politikalarına karşı mücadeleyi geliştirmeliyiz.

KAHROLSUN “AVRUPA KALESİ”!

Her gün Afrika ve Ortadoğu’dan gelen mültecileri taşıyan tekneler batıyor, onlarca kişi ölüyor. Sürekli duvarlarını yükselten, polis ve asker bariyerini artıran AB’ye ulaşmayı başaran göçmenler de tüm AB ülkelerinde polisin kötü muamelesine maruz kalıyor. Gizlenmek ve insana yakışmayan koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Aşırı sağcı ve faşist parti ve örgütlerin ırkçı ve yabancı düşmanı kampanyalarına, mülteci istilasına uğrama “tehlikesi” söylemlerine malzeme yapılıyorlar.

Kadın, erkek, çocuk bu mülteciler savaşlardan ve sefaletten kaçıyorlar. Bu insanlar, Suriye’den, Doğu Afrika’dan, Sahil kuşağından, yani emperyalist güçlerin savaşlar yürüttüğü bölgelerden geliyorlar. Teröre karşı savaş” adı altında yürütülen bu savaşlar, doğal kaynakların, petrolün, stratejik bölgelerin ve emperyalist güçlerle yerli müttefikleri arasındaki çekişmelerin denetim altında tutulmasını amaçlıyor.

Yani bu göçün asıl sorumlusu savaş kışkırtıcılarıdır.

Bir yanda İtalya’da olduğu gibi mültecileri iyi karşılayıp dayanışma gösteren halk kesimleri, öte yanda ise “göçü engellemek” ve mültecilerle dayanışmada bulunanları suçlu konumuna şürmek için daha gerici politikalar uygulayan hükümetler söz konusu.

SAVAŞ VE GERİLİM POLİTİKASINA HAYIR!

Birçok AB devleti Afrika ve Ortadoğu’daki emperyalist savaşlarda yer alıyor.

Avrupa’daki emperyalist ülkelerin liderlerinin Ukrayna’yı AB’nin ekonomik ve siyasi etki alanına entegre etme kararı, ABD emperyalizminin Rusya sınırlarında NATO varlığını artırma girişimleri, Kiev’deki gerici hükümete ve Ukrayna’daki gerici ve faşist güçlere verilen destekle AB sınırlarında oldukça gergin bir ortam yaratıldı.

Başta Polonya ve Baltık ülkeleri olmak üzere birçok doğu Avrupa ülkesi liderinin desteğiyle NATO’nun Avrupa’daki varlığını artırdığını görüyoruz. Bu ülkelerin askeri bütçeleri de buna paralel bir şekilde artıyor.

ABD emperyalizmi, “savunma yükünü paylaşmak” için yıllardır müttefiklerine baskı yapıyor.

Avrupa’da savaş tehlikesi gerçek bir tehlikedir.

AB ve Ukrayna arasındaki, Ukrayna işçilerini ve halkını AB’nin ekonomik ve siyasi diktası altına alan anlaşmalar iptal edilmelidir.

Rusya ile karşı karşıya gelme politikasını kınıyor, NATO’yu bu bölgedeki askerlerini geri çekmeye çağırıyoruz.

NATO, ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin silahlı kanadıdır ve bu askeri birlikten ayrılma sloganı etrafında halk hareketinin gelişmesi, bu birliğin dağılması açısından önemli bir adım olacaktır.

Savaş bütçesinin artırılmasına karşı eylemlerin her yerde geliştirilmesi için çağrı yapıyoruz.

POLİS DEVLETİNE HAYIR!

Emperyalist güçlerin Ortadoğu’da, Sahil şeridinde teröre karşı savaş”a katılması, ABD ile yakın bağlantı halinde ve özellikle NATO aracılığıyla polis, sivil ve askeri istihbarat örgütleriyle işbirliği halinde kitlesel denetim mekanizmalarının geliştirilmesi el ele yürümektedir.

Bütün ülkelerde sosyal hareketlerin suç un- suru olarak görülmesi, başta grev, örgütlenme ve gösteri olmak üzere demokratik hakların sınırlanması söz konusudur. Saldırılar, kemer sıkma politikalarının uygulanması konusunda patronlarla ve hükümetle “pazarlık” halinde olan liderler arasında sınıf işbirliğini teşhir eden sendikacılar ve mücadeleci örgütler üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Devletlerde gelişmekte olan faşistleşmeye karşı mücadele ve teşhir çağrısı yapıyoruz.

BARIŞIN VE ORTAK REFAHIN HÂKİM OLDUĞU AVRUPA EFSANESİ YIKILIYOR

Avrupa’daki kriz Avrupa’daki devletlerarası, her bir ülkedeki ve genel olarak da sosyal sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştiriyor. Eşitsizlik derinleştikçe gerilimler de artıyor.

AB tarafından Euro Bölgesi içinde geliştirilen ekonomik mekanizmalar eşitsiz gelişmeyi daha da büyütüyor, bugünkü şekliyle Euro Bölgesi’ni muhafaza etme sorununu daha fazla gündeme getiriyor.

Halkın Euro Bölgesi’ne dahil olmaya ya da genel olarak AB’ye girmeye karşı itirazını ifade ettiği ülkelerde bu muhalefet gelişiyor.

İzlanda’da olduğu gibi, daha önce AB’ye entegre olmayı düşünen ülkeler, sonra bundan vazgeçti.

Her yerde AB’ye, onun politikalarına, anti-demokratik işleyişine karşı muhalefet daha geniş kesimlere yayılıyor ve onun diğer emperyalist güçlerle rekabet halinde olacak, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki bağımlı ülkelere karşı ekonomik ve siyasi olarak daha saldırgan bir tutum izleyecek bir emperyalist blok oluşturma düşüncesine karşı yöneliyor.

AB’yi içeriden değiştirmenin, onu halkların hizmetinde ilerici bir kuruma dönüştürmenin mümkün olmadığı bilinci her yerde yayılıyor.

Halkların koşulsuz olarak AB, Euro ve onlarla ilgili tüm siyasi ve ekonomik mekanizmalarla bağlarını koparması hakkını işte bu yüzden savunuyoruz.

Paris, Haziran 2015

Almanya Komünist İşçi Partisi İnşa Örgütü Danimarka İşçileri Komünist Partisi APK

İspanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist) PCE(ml) Fransa İşçileri Komünist Partisi PCOF

Yunanistan Komünist Partisini Yeniden İnşa Hareketi (1918-55)

İtalya Proletaryasının Komünist Partisi için Komünist Platform

7 Haziran Seçimini Türkiye’nin halkları kazandı

Türkiye’nin siyasi tarihini yazacak tarihçiler, 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimini, “Türkiye’nin çokpartili döneme geçmesinden sonraya- pılanen önemliseçim” diye kayda geçeceklerdir.

Çünkü 7 Haziran Seçimi, Türkiye’de seçime katılan partilerin aldıkları oya göre sıralanıp, galiple ve mağlubun/mağlupların ya da gidecek hükümetle yerine kurulacak hükümetin belirlenecek olmasıyla sınırlı klasik bir seçim değildi.

Partilerin aldığı oylar açısından bakıldığın- da, YSK’nın verdiği kesin seçim sonuçlarına göre; AKP’nin geçerli oyların yüzde 40.87’sini, CHP’nin yüzde 24.95’ini, MHP’nin yüzde 16.29’unu, HDP’nin de yüzde 13.12’sini aldığı bir tablo ortaya çıkmıştır.

Bu tabloya, Türkiye’nin ve bölgenin içinden geçtiği sorunlardan ve bugüne getiren siyasi mücadeleden bağımsız olarak bakıldığında, bu tablo hükümetlerin seçimle gelip gittiği herhangi bir ülkeden farklı değildir. Ve bu tablo üstünden çeşitli koalisyon hükümetleri kurulabilir. Ya da tabloya bakarak, en başarılı parti şu parti, başa- rısızı da bu partidir denebilir.

Ama 7 Haziran 2015 gece yarısına doğru seçim sonuçları yukarıdaki gibi sonuçlandığında, Türkiye’de ve dünyanın başlıca ülkelerinde bu tablonun rakamsal anlamını çok aşan değerlendirmeler yapıldı; ortak kanı “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” biçimindeydi.

Üstelik bu değerlendirmeler, en çok oy alan ve arkalarında hala yüzde 40 gibi büyük bir seçmen desteği olan bir partiyi başarısız, “çöküş içinde” ilan ederken, seçimde barajı aşan ama en az oy alan “HDP’nin zaferi” ni ifade ediyordu. Türkiye siyasetinin geleneksel iki partisi olan ve her biri HDP’den çok fazla oy alan CHP ve MHP’nin oylarının azalması, çoğalması, koalisyonda hangi ağırlıkta yer alabilecekleri gibi sorunlar, anketörler dışında kimseyi ilgilendirmedi; siyasi değerlendirmelerde de bu partilerin her- hangi bir ağırlığı olmadı.

DÜNYADA SEÇİM SONUÇLARI SIRADAŞI BİR TEPKİYLE KARŞILANDI

Nitekim, seçimden sonraki ilk gün yapılan seçim sonucu “değerlendirmeleri”nde olduğu gibi, tepkiler de sıra dışıydı.

8 Haziran günü Türkiye’de basın ve siyaset dünyası ile dünya kamuoyu, resmi gayri resmi odakların açıklamalarıyla, vücut dilleriyle Türkiye’deki seçimler üstünden oluşan tepkileri şöyle tarif sınıflandırabiliriz:

Dünyanın her ülkesindeki demokratik kamuoyu, ilerici demokrat çevreler, Ortadoğu ve tüm İslam ülkelerinde Şeyhliklere, Krallıklara, şeriatçı yönetimlerle, IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi terörist güçlere karşı laisizm ve demokrasi mücadelesi içindeki güçlerden Türkiye’de seçim ittifakı yapıp HDP etrafında birleşerek seçime katılan siyasi parti; örgüt ve çevrelere kadar tüm ilerici demokrat güçler seçim sonucunu sevinçle karşıladı! Sadece ilerici demokrat çevreler de değil, ABD’den AB’ye, Tunus’tan Güney Afrika Cumhuriyeti’ne, İsrail’e kadar çeşitli ülkelerin temsilcileri de resmi ve gayri resmi açıklamalarla Türkiye seçimlerinden çıkan sonucu “memnuniyetlekarşıladıklarını” duyurdular. Bütün bu ülkelerin medyasında, yazılı ve görsel basında bu “memnuniyet” çeşitli haberlerde olduğu kadar yapılan yorumlarda da açıkça ifade edildi.

Ve tabii ki bu sonuçlar dünya ve Türkiye’de sadece “memnuniyet” yaratmadı; aynı zamanda üzüntüye de yol açtı.

Örneğin dünyanın her yerindeki Müslüman Kardeşler, IŞİD, El Kaide, Boko Haram, El Nursa, Taliban gibi şeriat için mücadele eden İslamcı örgütler ve onların etkilediği kesimler, “Eyvah! Bizi uluslararası her platformda destekleyen, ‘insaniyardım’veçeşitlitürdenyardımlarlabesleyenAKPiktidarıçöktü!” diye yasa bürüdüler. Nitekim Davutoğlu seçimden hemen sonra “Ortadoğu ve Afrika’daki kardeşlerimiz üzülmesinler, biz arkalarında durmaya devam edeceğiz” içerikli mesajlarla onların yüreklerine su serpme ihtiyacı duydu.

Seçim sonuçları ortaya çıktıktan sonra oluşan “memnuniyet” ve “üzüntü” tablosunu tamamlamak için, Türkiye’de şekillenen saflaşmaya daha yakından bakmamız gerekir. Çünkü Türkiye’de seçim sonucundan memnuniyet duyanlar, sadece HDP ve onun etrafında ittifak ve “destek” gücü olarak bir araya gelen çeşitli güçler değildi. Kendilerine “sosyalist”, “komünist” “demokrat”

diyen ve seçimde HDP’yi desteklememek için bin dereden su getiren kimi çevrelerin taraftarları da, yönetimlerinden gelen “oy verme!” çağrısına karşın HDP’ye oy vererek ve seçim başarısına kendi oylarıyla katılmış olmanın da hazzını yaşayarak memnuniyet duyanların saflarına katıldılar. CHP’nin üyelerinin büyük bir çoğunluğundan çeşitli kademelerdeki yöneticilerine kadar…, hatta MHP oy veren azımsanmayacak bir kesim de bu seçimin sonuçlarını, “AKP’ye dur diyecek bir sonuç” olduğu için sevinçle karşıladılar. Yine TÜSİAD’dan çeşitli sermaye örgütlerine, AKP güdümlü olmayan kimi sendika merkezi ve sendikacılar ile çeşitli sendika, emek ve meslek örgütlerine kadar geniş bir kesim de seçim sonuçları sevinçle karşıladı.1

Şunu güvenle söyleyebiliriz ki, bugüne kadar uluslararası demokratik kamuoyu, çeşitli ülke hükümetleri ve basını, Türkiye’deki seçimlere hiç bu kadar ilgi göstermemiştir.

7 HAZİRAN SEÇİMİ DÜNYAYI NEDEN BU KADAR YAKINDAN İLGİLENDİRDİ?

Dünya ölçüsünde seçimin hemen ertesi günü oluşan bu tepkiler karşısında şu soru akla gelir: Türkiye’nin 7 Haziran 2015 seçimi bu kadar önemli hale getiren, özellikle seçim sonucunun Türkiye’nin sınırlarını da aşarak böylesi “memnuniyet” ya da “üzüntüyle” karşılanmasına yol açan neydi?

HDP’nin barajı aşmasının Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve bölge halkları bakımından önemini şimdilik bir yana bırakırsak; bu seçim tablosunun, dünya ve Türkiye’de olağan zamanda bir araya gelmeyecek ve ortak bir sevinç duyduğunda “acaba bir yanlış mı yaptım” diyecek güçlerin bu seçim sonucundan ortak memnuniyet duyan tarafta yer almalarının “başarısı”, AKP’ye, onun 13 yıllık iktidarında hayata geçirdiği “iç ve dış politikası”na aittir!

Şöyle ki;

Seçim değerlendirmelerinde ortak kanı “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” biçimindeydi. Öncelikle AKP iç politikada, Türk-İslam sentezci neoliberal ve demokrasi karşıtı bir saldırganlık politikası izlemiyor, ama Kürt ve Alevi sorunlarını çözmek için yola çıkmış, eski statükonun baskıcı, özgürlükleri ayaklar altına alan düzenine karşı mücadele ediyor görünmeye çalışırken, gerçekte, özellikle iktidarının son 5 yılında, Türkiye’nin 200 yıllık modernleşme mücadelesinin kazanımlarını ortadan kaldırarak İslami referanslara dayanan “muhafazakar bir toplum inşa etme”ye girişmiş, bunun için tek kişinin diktatörlüğünde biçimlenen bir “Başkanlık Sistemi”ni dayatarak, Türkiye’nin tüm ilerici demokratik güçlerini ve demokratik kazanımlarını hedef alan bir çiz- giye varmıştır. Bu amaç son yıllarda planlı uygulamalarla hayata geçirilmeye çalışılınca AKP’nin niyeti herkes için görünür hale gelmiştir. Bu da Türkiye’nin modern bir ülke olma yolundaki kazanımlarını savunan tüm siyasi odakları, tüm halk kesimlerini, hatta AKP içindeki kimi kesimleri de Erdoğan- Davutoğlu ikilisin motive ettiği AKP’nin önünü kesilmesi gerektiği tutumunda birleştirmiştir.

Dünya demokratik kamuoyuyla iktidara gelmesinde olduğu kadar iktidarının ilk 8-10 yılı boyunca AKP Hükümetini neredeyse kayıt- sız koşulsuz destekleyen emperyalist ülkelerin hükümetleri ve uluslararası sermaye güçlerinin “AKP’nin durdurulması”ndan isteyip seçim sonuçlarından hoşnut olma nedeni ise, AKP’nin “yeni Osmanlıcı dış politikası”nın gelip dayandığı yerdir. Dünya demokratik kamuoyu, AKP’yi ve onun ilk yıllardaki iktidarını, “askeri vesayeti kaldıran reformcu, ılımlı İslamcı ama aynı zamanda ılımlı laikde olan bir iktidar” olarak varsayıp desteklemişlerdi. Batılı emperyalist odaklar ise, AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye’yi “ılımlı İslamcı”, Batının bölgedeki “model ülkesi” ve “bölge- sel gücü” olarak desteklediler. Ama AKP Hükümetlerinin “yeni Osmanlıcılık” adı altında girdiği dış politika hattıyla ”Osmanlı toprakları üstünde yeniden egemenlik kurma”, “bu ülkelerin ‘abisi’ olarak kabul edilmek” için girişimlerde bulunma, giderek “Müslüman Kardeşler çizgisinde bir İslam dünyası” oluşması için hareket etme ve Türkiye’nin bölgedeki askeri, ekonomik ve kültürel-tarihsel gücünü bu amaçlar için kullanmaya yönelmesi, Batılılar için “bölgenin yeni sorunlu ülkesi” haline gelerek, bölgede İslamcı terörist güçlerin dayanağı olarak görülen bir ülke çizgi- sine girmesi, Batılı kamuoyu kadar emperyalist güç odaklarını da AKP Hükümeti’yle pek çok konuda karşı karşıya getirdi. MİT’in bölgedeki faaliyetlerinin, bu örgütün AKP dış politikasının bir unsuru olarak devreye sokularak “istihbarat” ve “örtülü operasyonlar” düzenlemeye girişmesine, bölgedeki terörist guruplarla dolaysızca iş tutma ve onlara askeri ve lojistik destek sağlamaya kadar vardırılması, hem Batı ülkeleri hem de bölgedeki kimi gerici rejimler için (bile) Türkiye’yi “sorunlu ülke” haline getirdi. Ve elbette laik, demokratik bir Ortadoğu mücadelesi içindeki güçler için de AKP’nin hükmettiği Türkiye açık bir tehdit oluşturdu.

Erdoğan-Davutoğlu ikilisi seçim kampanyası sırasında yaptıkları pek çok konuşmada bir “üst akıl”ın kendilerine yönelik “komploları”nı işaret ederek, “kimse bizim güçlenmemizi istemiyor. Onun için bize saldırıyorlar” derken işte dış dünyadaki bu algıdan söz ediyorlardı. Öyle ya; elindeki gücü bölge halklarının aleyhine, bölge ülkelerinin kaosa sürüklenmesi ve bu ülkelerdeki iç çatışmaların körüklenmesi için kullanan bir ülkenin Hükümetinin güçlenmesini hangi akıllı komşu ülke yöneticisi ister ki?

Kısacası Erdoğan-Davutoğlu’nun önderliğinde temsil olunan politikaların;

  • Türkiye’yi, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, İslam ülkelerinde şeriatçı bir düzen için mücadele eden tüm karanlık güç odakların merkezi yaparak, bunların stratejik hedeflerine hizmet etmekle kalmayıp, diplomasiden ekonomiye onları her alanda destekleyerek,
  • Türkiye’nin rejimini “muhafazakar toplum” inşa etmek için “otoriterleşme”ye ve Türkiye’nin demokratikleşme ve özgürlükler konusundaki kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelterek, bunu bir diktatörlükle taçlandırma amaçlı olması,
  • Türkiye’yi her alanda bölgedeki gericiliğin merkezi yapma girişimleri, dünyanın bu gelişmelerden rahatsız olan tüm güçlerini, “AKP’nin durdurulması”ndan memnuniyet duyanların safına katmıştır.
  • Başka bir söyleyişle, uluslararası sermaye ve Türkiye’nin egemen sınıflarının bazı fraksiyonları için “AKP’nin durdurulması” ihtiyacının ortaya çıkması, AKP Hükümetleri tarafından Türkiye’nin Batılıların “model ülkesi” ve “bölgesel gücü” olmaktan çıkma yoluna sokulması, yanı sıra Türkiye’nin Ortaçağ değerleri çizgisine çekilerek, bölgedeki şeriatçı güçlerin stratejilerin dayanağı yapılmaya girişilmiş olmasındandır.

Dünya demokratik kamuoyu ve Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerinin seçimden AKP’yi durduracak bir sonuç çıkmasından duydukları memnuniyetin nedeni ise, AKP elinde Türkiye’nin kişisel diktatörlük rejimine temel olmak üzere “muhafazakar toplum” inşasına yönel- mesiyle Ortadoğu’da şeriatçı terörist örgütleri destekleyen politikalarına dur diyen bir sonucun çıkmasıdır. Bu yüzden, kimi “ilerici”, “komünist” odakların, “AKP’nin durdurulması”ndan memnuniyet duyanların geniş yelpazesine bakarak, bütün “memnun” olan güçlerin emperyalistler ve uluslararası sermaye tarafından yedeklediği- ni ileri sürmeleri sadece bir demagoji, bir kara propagandadır.

12 EYLÜL CUNTASININ KOYDUĞU BARAJI HALK YIKTI!

Hiç kuşkusuz, 7 Haziran Seçimi’nin en gözle görülen birinci özelliği 12 Eylül Cuntası’nın sis- temin sigortası olarak koyduğu 32 yıllık “yüzde 10’luk seçim barajı”nı yıkmasıdır.

Bugüne kadar hemen bütün siyasi partilerin “ilk fırsatta kaldıracaklarını” (en azından makul düzeye indireceklerini) vaat ettikleri barajı, AKP başta olmak üzere sermaye partileri değil, ama onların barajın kalması için gösterdikleri ısrara karşın halk yıkmıştır.

“Barajın halk tarafından yıkılması”, siyasette yol açtığı ve bu yazının da ele aldığı sonuçların- dan bağımsız olarak ele alındığında bile söyle- yebiliriz ki, Türkiye’nin siyaset tarihinde çok az rastlanan bir gelişmedir. Çünkü, adil olmayan seçim sisteminin “bekçilik” yaptığı siyasi mücadele alanı, sermaye partilerinin, diğer bir söyle- yişle statükonun partilerinin “kapalıavalanı”dır ve halkın bütün talepleri, bu alanda faaliyet gös- teren sermaye partilerinin eliyle boğulmuştur. Bu nedenle, siyasi alanda bir değişiklik için de alışkanlık olan; bir tarafta en azında sermaye partilerinin birinin ya da bir kaçının diğer tara- fında başka sermaye partisinin ya da partilerinin olduğu, çoğu zaman “danışıklıbirdövüş” olan mücadelede, halkın da buna göre bölünmesidir. Ve en ileri gidildiğinde bile, halkın “kırk katır mı kırk satır mı” tercihi ile karşı karşıya getirilmesi neredeyse kuraldır. 7 Haziran Seçiminde ise, Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri, bu güçlerin çağrısına uyan halk kesimleri, bir sermaye partisinin yedeğinde değil, başlıca Kürt halkının demokratik talepleri uğruna mücadele içinde biçimlenen HDP etrafın- da birleşerek; bütün düzen partilerine ve hatta kendisine “sosyalist”, “komünist”, “özgülükçü”, “solcu”,… diyen partilerin yöneticilerinin aksine çağrılarına karşın, 12 Eylül Cuntası tarafından biçimlendirilen seçim sistemine darbe vurmuş, cuntanın belirlediği siyaset sınırlarını yıkmıştır.

Onu içindir ki, bundan sonra artık sermaye partileri, barajı kaldırmak, en azından çok daha aşağılara çekmek için harekete geçecektir. Çünkü onlar için, artık halk tarafından yıkılarak, baraj, düzenin koruma kalkanı olma özelliğini yitirdiği gibi, ayaklarına da dolaşan bir engele dönüşmüştür.

Barajın yıkılmasının yol açtığı siyasi sonuçlar da dikkate alındığında, “siyaset alanın da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır” dersek bir abartı yapmamış oluruz. Ki, bunun pratikteki anlamı, siyaset alanındaki gelişmeleri eski normlara göre ölçemeyeceğimizdir. Onun içindir ki, seçimi ve sonuçlarını değerlendirirken, partilerin aldığı oy oranlarına bakarak, en başarılı partileri sıralayamıyoruz ya da seçimde partiler aldığı oyara bakarak, partilerin siyasetteki etkilerini ölçemiyoruz. Tersine, bu seçimin, en çok oy alan parti olan AKP ile en az oy alan HDP arasında geçtiğini ve seçimin galibinin de tartışılmaz bi- çimde, geçerli oyların sadece yüzde 13.12’sini alan HDP olduğunu söyleyebiliyoruz. Ki, bugün bu değerlendirmeyi sadece HDP ile seçim ittifakı yapmış olan bizler değil, AKP yandaşı olmayan (yandaşlarının az çok nesnel ölçüler kullanmaya devam edenleri de dahil) herkes yapmaktadır.

SEÇİMİN ÖĞRETTİKLERİ ÖNEMLİDİR

7 Haziran Seçiminin kesinleşen sonuçların bakıldığında, sadece “baraj” yıkılmamış, aynı zamanda AKP’nin tek başına hükümet kurması da olanaksız hale gelmiştir. Ki; bu da AKP için 400 milletvekilinden söz açarak tek başına ana- yasayı değiştirebilecek bir çoğunluk isteyen ve bu amaçla “yadevletbaşayakuzgunleşe!” di- yerek kendisini ortaya atan Erdoğan ve AKP için tam bir hüsrandır.

Kısacası, 13 yıldır, barajı da kendisine siper ederek, CHP ve MHP gibi, seçimi kazanması için ellerinden geleni ardlarına koymayan iki “rakip partinin” de yardımıyla kolay “seçim zaferleri kazanmaya” alışan AKP, bu sefer halk tarafından yıkılan barajın enkazının altında kalmıştır. Baraj sularının önüne kattığı AKP’nin nereye kadar sü- rükleneceğini, sürüklenirken nasıl ve kaç parça- ya ayrılacağını henüz görmedik, ama koalisyon arayışları içinde şimdiden tanık olduk ki, AKP içinde “bu parti çöküyor!” telaşı başlamıştır. Ve telaşın paniğe dönüşmesi, herkesin kendi canını kurtarmak için çareler aramaya yönelmesi sade- ce bir zaman ve bunun için bir bahanenin ortaya çıkması sorunudur.

Barajın yıkılması”nın ortayı çıkardığı sonuç- ları, bu sonuçların ülke siyasetinin yeniden biçim- lenmesinde nasıl etkiler yaratacağını, bu parlamentodan çıkacak sermaye partilerinin kuracağı hükümetin ne kadar işlevsel olacağını, bu hükümetin halkın taleplerini karşılamada ne kadar gayret göstereceğini (göstermeyeceğini),… belki siz okuyucular bu yazıyı okurken bile en azından bazı yönleriyle (ip uçlarıyla da olsa) göreceğiz.

Ama şimdiden Türkiye’nin demokrasi güçle- rinin kazanımları için (seçimde HDP ‘ye oy ver- meyen “keskin” solcular için bile bunlar kaza- nımdır) şu saptamaları yapabiliriz:

  1. Bugüne kadar HDP’ye oy vermemiş, bir- kaç ay önce bile “HDP’yeaslaoyvermem” diyen diğer partilerden azımsanmayacak sayıda yurt- taşın HDP’ye oy verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü halkın siyasi bakımdan bir uyanış içinde olan kesimi bugün AKP’yi durdurmanın tek yolunun HDP’ye destek vermekten geçtiğini bilerek oy vermiştir. Bu da, halkın politik bilincinin, kendisine “solcu”, “Gezici”, “komünist”… gibi sıfat- lar takan kimi parti ve çevrelerden daha ileri olduğunu göstermiştir. Bu, elbette, “babadan dededen kalma partilerle siyasete devam” takıntısının geride kaldığını, halkın ülke çıkarları doğrultusunda diğer partilerden kişilerle, kendi partilerinin yönetimlerine karşın birleşmekten geri durmayacağını göstermiştir. Bu, ülkede siyasetin yeniden yapılanması imkanını göstermesi bakımından çok önemli bir kazanımdır.
  1. Halk, başkanlık sistemine, AKP’nin Erdo- ğan’ın kişisel partisi gibi peşinden sürüklenme- sine, Saray şaşaasına, rüşvet ve yolsuzluğa, kib- re, keyfi yönetime, hot zotçuluğa, din-mezhep- Kur’an istismarcılığına, ‘ben yaptım oldu’culuğa, kişisel diktatörlük heveslerine, basını susturma girişimlerine… Erdoğan’ın şahsında temsil olunan kişisel diktatörlük heveslerine “hayır” demiştir!
  2. Bu sonuç, laik ve demokratik Türkiye mücadelesi, çözüm süreci, Alevi sorununun çözümü, özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesi için geniş bir imkana işaret ettiği gibi; halkın, “eğitimin dini referanslara göre düzenlemesi”, “dindargeçlik”, “muhafazakartopluminşası” gibi “Müslüman Kardeşçi” hayallere pirim ver- meğini de göstermiştir. Türkiye’nin çok partili döneminde (70 yıllık bir dönem) sağcı partilerin önemli istismar aracı olan din, mezhep, Kur’an istismarcılığının artık –hiç değilse tayin edici ölçüde– pirim yapmadığı, tersine sahibini vuran bir silaha dönüşebildiği de bu seçim vesilesiyle ortaya çıkmıştır.
  1. 7 Haziran Seçim sonucu, AKP Hüküme- ti’nin dış politikasına, özellikle yeni Osmanlıcılık çizisinde sürdürdüğü müdahalelere, MİT devre- ye sokularak yürütülen örtülü operasyonlarla birleştirilen bölge diplomasisine “hayır” anla- mına gelirken, aynı zamanda AKP Hükümeti’nin ideolojik, diplomatik (ve mali) desteğini arkasın- da gören İslamcı örgütler ve çevreler içinde de hüsrana yol açmıştır. Dahası bu sonuçlar, Or- tadoğu’da şeriatçı güçlere, dinci terörizme kar- şı laik ve demokratik bir Ortadoğu düzeni için mücadele eden herkese de Türkiye halklarının bir selamı olmuş, moral ve motivasyon dayanağı olarak hizmet etmiştir.
  2. Bu seçimle Türkiye’nin halkları, Erdoğan ve AKP’nin “Başkanlık Sistemi” adı altında ger- çekleştirmeyi planladığı diktatörlük heveslerine, bu amaç etrafındaki girişimlerine “hayır” dere- ken, AKP’nin yenilmez, hesap sorulamaz bir par- ti olduğu imajını da yıkarak, Türkiye’de siyaset alanının demokratikleşmesinin de yolun açmış- tır. 7 Haziran Seçimi, hem “Erdoğandönemi” ve hem de “AKP dönemi”nin sonunu getirmiştir. Erdoğan Cumhurbaşkanı olmaya devam etse de, AKP bir biçimde çeşitli partilerle koalisyonlar kursa ya da “azınlıkhükümetleri”yle iktidar olsa da, artık “AKPdönemi”, “Erdoğan dönemi” de- nilen devir 8 Haziran itibariyle kapanmıştır

6-) 7 Haziran Seçimi bütün bu imkanları or- taya çıkarmıştır. Ama bu imkanların kendiliğin- den gerçeklere dönüşmesi beklenemez. Tersine bu imkanların gerçeklere dönüşmesi sert ve is- tikrarlı bir mücadele ile mümkün olabilecektir. Bu yüzden, nasıl bir hükmet kurulursa kurulsun, seçimi kazananlar için de Türkiye güllük gülis- tanlık bir ülke olmayacaktır. Çünkü; AKP ve Er- doğan, hükümete eskisi kadar güçlü bir biçimde sahip olmasa ya da hiç hükümette olmasa bile, devlet kademelerine yerleştirdiği kadrolarla ve Cumhurbaşkanlığı üstünden, iktidarını sürdür- mek için her yola başvuracaktır. SEÇİMİN MESAJI VE SERMAYE PARTİLERİNİN KOALİSYON GİRİŞİMLERİ 7 Haziran Seçimi’nin sonucu, “AKP’ninve Erdoğan’ınkaybettiğihalklarınkazandığıbirse- çim” biçiminde özetlenebilir. Bu sonuç, aynı zamanda, halkın bu seçime giren bütün partilere mesajını da içermektedir. Ki, mesajı şöyle belirleyebiliriz: 1-) Çözüm süreci ilerletilerek Kürt sorununun demokratik çözümü için girişimlerin artırılması ve Kürtlerin statüsünün artık vakit geçirilmeden belirlenmesi,

2-) Alevilerin inanç özgürlüğüne ilişkin talep- leri kabul edilerek laisizmin ayaklarının üstüne oturtulması, (Din derslerin zorunlu ders olmak- tan çıkarılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağ- vedilmesi, Cem evlerin ibadethane kabul edil- mesi,…),

3-) “Muhafazakartoplum”, “dindargençlik yetiştirme”,.. girişimlerine son verilmesi; bu çer- çevede laik, parasız, bilimsel, anadilde eğitimle ilgili taleplerin dikkate alınması ve kişilerin özel yaşamına müdahalelere son verilmesi,

3-) Kadınların eşitlik mücadelesine ilişkin ta- leplerin gerçekleştirilmesi ve özel olarak kadına yönelik şiddete son verilmesi için gerekli idari, yasal ve sosyal önemlerin alınması,

4-) Gençliğin “güvenligelecek” talebi etra- fında eğitim ve iş isteğinin gereklerinin yerine getirilmesi,

5-) Milliyet, din-inanç, cinsiyet vb. ile ilgili ay- rımcılığa son vermek için her alanda çabaların artırılması,

6-) İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin ve özel olarakz grev hakkının önündeki engel- lerin kaldırılması, insanca çalışma ve yaşama koşulları için gerekli önlemlerin alınması,

….

Kısacası, siyasi partilerden beklenen; seçi- min sonuçlarını da dikkate alarak, seçim mey- danlarından verdikleri vaatlerin arkasında dur- malarıdır. Ama seçim bitip koalisyon tartışmala- rının başlamasıyla gördük ki, her parti kendisini avantajlı çıkaracak bir mevzi tutmayı, bir dahaki seçime yatırım yapmayı öne çıkararak, ülke sorunlarını, halkın taleplerini “hele birkoalisyonu kuralımdasonrabakarız”a bırakan bir mecraya girmiştir. CHP, MHP Genel Başkanına başbakan- lık sunarak, AKP MHP ile CHP AKP ile flörtle- şerek,…her parti kendince “tavizler” alıp verip bakanlıklar isteyerek, eski hamam eski tas, eski siyasi düzene dönmüşlerdir.

Ancak bu seçim, bu yazı boyunca dikkat çe- kilen gelişmelerin yolunu açtıysa, bu, geleneksel sermaye çevrelerinin isteklerini yerine getirmek üzere (onların istediği koalisyonu kurma da da- hil) manevralar yapma, seçimin sonuçlarını etki- sizleştirme ve halkın taleplerini koalisyon hesap- ları içinde gargaraya getirme tutumunun halka eskisi kadar kolaylıkla kabul ettirilebilmesi, ve halk indinde, “koalisyon böyle gerektirdi, ne yapalım”, “memleketi hükümetsiz mibıraksay- dık?”, “yeterli oy almadık ki vaatlerimizi yerine getirelim”,… gibi bahanelerinin eskisi gibi maze- ret olarak görülmesi beklenmemelidir.

Bu yüzden, Türkiye’nin demokrasi güçleri, bütün bu gelişmeleri, sermaye partilerinin bu seçimde ortaya çıkan halkların taleplerine ya- nıt vermeden uzak olduğunu görerek hareket etmek, çeşitli halk kesimlerinin seçimlerle de billurlaşan talepleri etrafında mücadeleyi örgüt- lemek için sınırsız bir gayretle harekete geçmek durumundadır. Hem de hiç vakit kaybetmeden!

EMEK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ PARALEL KULVARLARDA KOŞSA DA…

7 Haziran Seçimi, Türkiye’de demokratik- leşme mücadelesinin önemli bir dayağı olacak gelişmelerin önünü açacak sonuçlar ortaya çı- kardı. Bunun anlamı ise, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin önceki döneme göre daha koşar adım ilerlemesinin imkanla- rının son derece genişlediğidir. Bu nedenle, Türkiye’nin demokrasi güçlerinin mücadelesi- nin arkasındaki rüzgarın daha da güçleneceği söylenebilir. Bunun nedenlerine bu makale boyunca değinildi.

Ama öte yandan, seçim sürecinin öncesinden de başlayan ve ipuçlarını Birleşik Metal üyesi işçilerin grev kararı alırken ortaya koydukları ataklıkta da izlediğimiz işçi sınıfının sendikal mücadelesindeki atılım eğilimi, seçim süreci sona yaklaşırken, metal işçilerinin başkaldırı- sıyla emek mücadelesinin de yeni bir safhaya taşındığını gösterdi. Bursa’nın metal işçileri bir yandan başta Koç olmak üzere metal patronlarına ve pat- ronların en vahşi sendikası MESS’e, öte yan- dan sendikal bürokrasinin en korunaklı kalesi olarak bilinen Türk Metal Sendikasına, onun patron yanlısı gerici bürokratik sendikacılığıyla bürokrat yöneticilerine baş kaldırdılar. Böyle- ce, tıpkı seçim barajı gibi, 12 Eylül Cuntası’nın çıkardığı sermayenin ve sendikal bürokrasinin “yaşamındaistikrarınkorunması” adına ko- rudukları Grev ve TİS Yasası ile Sendikalar Ya- sasını ayaklar altına alırlarken, mücadele daha sürüyor ve sürecek olsa bile, hiç değilse baş- langıçta MESS ve Türk Metal’i de dize getirdi- ler. Dahası, bugüne kadar sendikal mücadeleyi “yasalar çerçevesinde mücadele”ye hapseden tüm liberal, reformcu sendikacılık anlayışlarını da çöpe attılar.

Böylece metal işçileri, “hiçbirşeyeskisigibiol- mayacak” iddiasını sendikal mücadeleye taşıdılar.

Renault işçilerinin başlattığı; TOFAŞ, Ford, gibi büyük otomotiv firmalarınıni işçilerin de içine çekmekle kalmayıp başka kentlere başka sektörlere de yayılan işçi mücadelesi, önümüz- deki dönemi kapsayacak bir mücadele olacağı- nın sayısız belirtilerini dışa vurmuştur.

Kısacası; bir yandan demokrasi mücadelesi öte yandan da emek mücadelesi, iki ayrı kulvar-

da akmakla birlikte, aynı dönemde yükseliş eği- limine girerek, birbirini etkileyecek bir dönemin işaretlerine de vermeye başlamıştır.

1960’ın ve 1970’in ikinci yarılarında, 1990’la- rın da ilk yarısında Türkiye’de demokrasi mü- cadelesi ile işçi sınıfının sendikal mücadelesinin “paralel kulvarlarda” da olsa yükselerek birbiri- ni etkilediğini, birinin ötekinin yükselişine daya- nak sağladığına tanıklık etmiştik.

Şimdi de böyle tarihsel önemde bir döneme girdiğimizi söylemek için çok sayıda belirti var. Bu yüzden de 7 Haziran Seçimi’nin gösterdiği gerçekler ve metal işçisinin ortaya koyduğu yöneliş, sınıf partisinin ve Türkiye’nin demokrasi ve emekten yana güçlerinin görevlerini de yeni- lemeyi zorunlu kılmaktadır.

…VE GÖREVLERİMİZ

Elbette demokrasi mücadelesi ve emek mücadelesinin paralel kulvarlarda da olsa aynı dönemde yükseliyor olması önemlidir, ama bu, sınıf partisinin, bu ayrı ayrı hareket eden iki mücadeleyi birleştirme görevinin de gündemin öne sırasına yükselmesi anlamına gelmektedir. Çünkü işçi sınıfının siyasal bilincinde bir ilerle- me olmadan ve demokrasi mücadelesine ilişkin görevleri açısından işçi sınıfı sahnedeki yerini almadan demokrasi mücadelesinin istikrarlı bir mücadele olarak gelişmesi ve sistemi zorlayan bir mücadeleye dönüşmesi beklenemez. Bugün demokrasi mücadelesinin başlıca sorunu da bu- dur zaten.

Bu iki mücadelenin birlikte yükselmesi, sınıf partisinin görevlerini yerine getirmesini olağa- nüstü kolaylaştırmıştır. Ama aynı zamanda gö- revin aciliyetini artırmış, bu görevin yerine geti- rilmesinde gerekli inisiyatifi almayı daha önemli hale getirmiştir.

Bu iki mücadelenin yükselişinin ilk ortak etkisini sendikal harekette görmemiz sürpriz ol- mayacaktır.

7 Haziran Seçimiyle siyaset alanında olduğu gibi, işçi-emekçi mücadelesi alanında da hege- monyası çöküş sürecine giren AKP’nin Memur Sen ve Hak-İş gibi “hükümet sendikaları”nın üstündeki etkisinin azalması ve bu sendikaların da çözülme sürecine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun anlamı ise, hükümet sendikalarına bir biçimde üye olmaya zorlanan emekçilerin ken- di taleplerini daha iyi savunacakları sendikalara yönelmesi biçiminde olacaktır.

Öte yandan metal işçilerinin yukarıda sözü- nü ettiğimiz yeni mücadele hattının da yaygın- laşmasıyla eş zamanlı gelişecek bu sendikal mü- cadele, sendikal alanda çok köklü dönüşümlerin

yolunu açacağı gibi, aynı zamanda sınıfın siyasi bilincinde sıçrama olmasının imkanlarını da sı- nırsız biçimde genişletecektir.

Burada, sürecin gerektiği gibi ilerlemesi için görev, en başta sınıf partisine, onun üretim ve hizmet birimlerindeki üyelerine, örgütlerine, ama elbette aynı zamanda DİSK ve KESK’e bağlı sendikalara ve her sendikadan mücadeleci sen- dikacılara düşmektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑