Dr. Celal Emiroğlu İşçi Sağlığı Enstitüsü
Türk-İş, DİSK, KESK ve TMMOB; 3. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi’nde (23 Nisan1998) işçi sağlığı alanında özerk ve kurumsal bir Enstitü kurulması kararını aldı; “sağlıklı veri toplama, istatistiksel değerlendirmeler yapma, yeni araş- tırmalar yapma/özendirme, danışmanlık hizmeti sunumu, referans kurum olma, hizmet üretimi, eğitim desteği verme, ilkyardım eğitimi, işçi sağ-lığı ve çalışma yaşamına ilişkin ülke düzeyinde politikalar oluşturmak ve yasal düzenlemeler sü- recine müdahil olmak” amaçlarına/hedeflerine yönelik çalışmalar üniversitelerin ilgili bölümle- rinden destek alınarak yürütülecekti.
Durumdan görev çıkartan TTB, örgütünün her kademesinde karara bağlanan “İşçi Sağlığı Enstitüsü” ile ilgili gelişmeleri tamamlayarak, uygulama aşamasına gelmişti. Bu faaliyetin or- ganizasyonu için konuya taraf olan dinamiklerin birlikte çalışmasını sağlama görevini, TTB Mer- kez Konseyi ile İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Kolu’nun birlikte oluşturduğu “Girişim Komitesi” üstlenmişti.
Girişim Komitesi, Türk-İş, TMMOB, KESK ve DİSK Genel Başkanı ve temsilcileri ile toplantılar
yaparak, konunun içselleştirilmesi için yoğun çaba gösterdi. Ayrıca, bazı sendikaların yönetici- lerine, temsilcilerine brifing verilmiş, çok sayıda sendikacı ve sendika danışmanı bilgilendirilerek güçlerin birleştirilmesi çağrısı yapılmıştı. Uzun süren çalışmalardan sonra, 29 Aralık 2005 ta- rihli toplantıda, DİSK, TMMOB, KESK ve TTB temsilcilerinin katılımıyla (Türk-İş temsilcisi top- lantıya katılamadı) İşçi Sağlığı Enstitüsü kurulu- şu çalışmaları başlatılmıştı. Diğer örgütlerle ge- nişletilen “Enstitü Girişim Komitesi” tarafından, Enstitü’nün altyapı, finansman ve diğer sorunla- rının en geç bir yıllık süre içerisinde tartışılması ile Enstitü’nün kuruluş hazırlıklarının tamamla- nabileceği öngörülmüştü. Karar ilgili kuruluşlara yazılı olarak iletilmiş; kararı alan DİSK, TMMOB, KESK yazıya yanıt dahi vermemiş, toplantıya ka- tılmayan Türk–İş ise (6 Mart 2006 tarih ve 134/ 36-11 sayılı yazısı ile) “Merkez Konseyiniz tara- fından başlatılan İşçi Sağlığı Enstitüsü kuruluş çalışmalarına konfederasyonumuz katılmayacaktır” yanıtını vermişti. Sonuç olarak Enstitü hayali burada noktalanmıştı.
Enstitü, sorunun asıl sahibi emek cephesini harekete geçirebilecek ve “işçi yaklaşımı”yla çalışma koşulları ile ilgili sistemi sarsacak etkin- likler düzenleyebilecek, politikalar oluşturabile- cekti. Böylesine bir organizasyon ise “işçi sağlı- ğı” kavramının TTB ile ilgili olduğunu düşünen “işçi” sendikaları da dahil, konuya taraf olan örgütlü-örgütsüz her türlü gücün “yerini belirle- mesini” sağlayacaktı.
İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI EĞİTİMLERİ: ALINIP SATILAN META OLARAK İDEOLOJİK VE PARASAL YATIRIM/ KÂRLILIK ALANI
Neoliberal ekonomik politikaların bir sermaye birikim alanı olarak gördüğü eğitim sektörü- nün liberal ekonominin listesine girdiği yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti, DB-DTÖ baskısıyla, 1994’te Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nı (GATS) imzaladı ve TBMM bu anlaşmayı 25 Şubat 1995’te onayladı. Bu anlaşmaya uygun olarak, ÇSGB tarafından işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki eğitimlerin özelleştirilmesi, karşılaşılan direnç nedeniyle kolay olmadığı gibi, çok da uzun sürdü.
Dünyada uzmanlık eğitimi olarak kabul edilen, Türkiye’de mevzuat gereği sertifikasyon eğitimi ile “işyerinde hekimlik yapabilmek” için geçiştirilen “işyeri hekimi” kavramının hukuki açılımı 1980 yılında Yönetmelik’te; “iş güvenliği uzmanı” kavramının açılımı ise 2003 yılında İş Kanunu’nda ilk kez yer aldı. TTB işyeri hekimliği eğitimlerinde, TMMOB ise iş güvenliği mühendi-si eğitimlerinde “yetkili makam” olarak yol kat ederken, önce işveren örgütlerini, sonrasında da ÇSGB’yi rahatsız etti. Hükümetin serbest piyasa sevdası nedeniyle, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin en önemli iki disiplini olan işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı için sertifika verme yetkisine ÇSGB 2003 yılında müdahil oldu. Avrupa Birli- ği “uyum süreci” gerekçe gösterilerek, Bakanlık “bürokratları” tarafından bıkmadan usanmadan hukuki düzenlemeler yapılarak, kamu tüzel yapısı olan meslek örgütleri saf dışı bırakılarak serbest piyasa mantığıyla eğitimler düzenlenme- sinin önünü açtılar; hazırlanan mevzuat, açılan kulvarda öncelikli olarak düzenleme yapan bürokratları tanımladı.
1980’de, Darbe öncesi çıkartılan Yönetmelik hükümlerini gerekçe gösteren TTB, işyeri hekimliği eğitimlerinde, işçi sağlığını kamu/toplum yararına tercüme ederek ve gözeterek, taraf oldu. 1987 yılında 35. Büyük Kongre’de “işyeri hekimliği sertifika kurslarını düzenleme” kararı aldı ve 33 saat süreli ilk kurs 1988 yılında yapıl- dı. Sonraki yıllarda TTB İşçi Sağlığı Akademik Kurulu tarafından geliştirilerek yeni formatına dönüştürülen kurslar, 64 saat olarak verilmeye başlandı. Bu dönemde Türkiye’de ilk olan “İşyeri Hekimliği Ders Notları” kitabı hazırlandı ve TTB Yayını olarak 8 kez baskı yaptı. ÇSGB, 2003 yılında çıkarttığı yönetmeliklerle “işyeri hekimi” ve “iş güvenliği uzmanı” eğitimlerini kamu kurumu niteliğinde olan ve asli görevi kamuyu savunmak olan TTB ve TMMOB’a yaptırmamak için olağanüstü çabalar gösterdi. Bakanlık, eğitimleri tekeline alırken amaç demokratik mesleki kitle örgütlerinin hekim ve mühendisler üzerindeki etkinliğini kırmak, sonrasında da piyasa eğiti- minin önünü açmaktı. Bu arada Danıştay kararı ile (2004) TTB İşyeri Hekimi Atama Yönetmeliği iptal edildi.
TTB 2005 yılında yeni ataklar yaparak, iş- yeri hekimliği eğitimlerinin piyasalaşmasına karşı verdiği mücadele ile bütünleştirerek, konuyu sürekli gündemde tuttu. Danıştay’ın TTB Yönetmeliğini iptal kararına rağmen; yeni biçim ve içeriğiyle güncelleştirilerek üniversitelerle iş- birliği çerçevesinde protokol yaparak İşyeri He- kimi Temel ve İleri Eğitim Sertifika Programlar adı altında kurslar yapmaya, yani suç işlemeye karar verdi. Türkiye’deki tüm üniversitelerin rektörlerine “işyeri hekimi eğitim programında işbirliği yapma” çağrısında bulundu. 26 üniver- site rektörlük düzeyinde öneriye olumlu yanıt verirken, tek tek üniversite rektörleri ile proto- kol imzalayarak işbirliği önerisini uygulamaya geçirdi. TTB ile işbirliği protokolü imzalayan 19 üniversite 2005’den itibaren kurs programı içinde yer aldı. Güç birliği, ÇSGB ve yargıyı ters köşeye yatırmıştı. Bu gelişme üzerine, Danıştay Genel Kurulu, “kurumsal olarak mesleki eğitimi sürdürebilecek birikim ve yeterliliğe sahip olma- dığı” gerekçesiyle ÇSGB’nin bu alanda eğitim ve sertifika verme yetkisinin olmadığı yönünde (2006) karar verdi. Bakanlık, karar sonrasın- da boş durmadı ve TBMM üzerinden yeni girişimlerde bulundu. TBMM, “İstihdam Paketi” (15.5.2008) ile ÇSGB’nin teşkilat yasasına “eğitim ve sertifika verme yetkisi olan kurum” tanımını eklerken, TTB ve TMMOB’nin bu alandaki devasa çalışmasına da set çekti. Yetkiyi alan ÇSGB, “İstihdam Paketi” ile işyerlerinde hizmet ile birlikte eğitimi taşeron şirketlere yönlendir- meyi planlıyordu. Bakanlık tarafından, “Eğitim Kurumu” açma yetkisi için “Uygulama Tebliği” dahi yayınlanmadan ‘içeriden’ bilgilendirilen çok sayıda özel şirket eğitim vermek üzere ‘organize olarak’ Bakanlığa başvurdu… Ancak tekrar Danıştay yürütmeyi durdurdu. Danıştay tarafından iptal edilen hükümler bu kez “Torba Yasa” ile “Kanun” (15.6.2010) haline getirildi. Sonunda amaçlarına ulaştılar; işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimlerinde meslek örgütleri devre dışı bırakıldı.
İki üniversitenin dahi bir araya gelip toplum yararına etkinlikler düzenlemekte zorlandığı bir dönemde üniversitelerin birlikteliğini anlamlı bulup daha da geliştirmek gerekirken, sistemin alandaki sözcüsü ÇSGB bu buluşmanın tabanına dinamit koymuştu. Programı bilimsel bulma- yan meslek örgütleri ve üniversitelerin verdiği eğitimleri ise “yetkili kurum” olan ÇSGB onaylamıyordu.
TTB Bilim Eğitim Kurulu bugünü görerek, ÇSGB tarafından ilan edilen eğitim programının TTB’nin üniversitelerle birlikte uyguladığı prog-ramın çok gerisinde olduğuna karar vererek, eğitimlerden çekildi. Yapılan eğitimlerin serti- fika pazarlamaktan başka bir anlamı olmaya- cağını belirtti. Artık eğitimler, sadece Bakanlık tarafından hazırlanan “mevzuat” odaklı eğitim programı çerçevesinde yapılabiliyor. ÇSGB eği- tim programında; çalışma ilişkileri içerisinde işçi, işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı, işveren, devlet ve sendikaların yeri, bu ilişkilerin etik boyutu, sosyal politikalara yansıması ve sağlığa etkileri konularına girmiyor. Eğitimlerde amaç “alış-veriş” olunca, eğitim mekânını hiç görme- den de eğitim almanın yolu açıldı, “parayı ver sertifikanı al” dönemi başladı. Paranın kokusu- nu alıp “Eğitim Kurumu” açma yetkisi alan yüzlerce ticari kuruluş, boyunun ölçüsünü aldıktan sonra kapandı, 2015 yılında yetkilendirilmiş eğitim kurumu 178’e düştü.
TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi “Top- lumsal olarak daha iyi yaşam düzeyine ulaşma- nın aracı olan eğitime, sadece bireysel açıdan bir yatırım ve dolayısıyla gelecekte getireceği birey- sel yararlar açısından bakıldığında, artık eğiti- min ticarileşmesinin yanı başında eğitimin bizzat kendisini üretme koşullarının sermayeleştirilmesi sürecinin başladığını” vurgulayarak kapsamlı bir değerlendirme yaptı (“Toplumsal ve Bireysellik Diyalektiğinde İşyeri Hekimi ve İş Güvenliği Uz- manı Eğitimleri”, MSG Sayı 35, 2010).
İŞÇİ EĞİTİMLERİ VE “BİLME HAKKI” YAKLAŞIMI
Piyasanın talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda her düzeyde eğitim ticarileşip, özel giri- şimcilik desteklenirken, eğitimler değer kazanan bir meta olarak kabul görmüş, kâr sağlayan sek- tör olarak işverenlerin/sermayenin yeni girişim alanı haline gelmiştir. Bunun en somut örneği işçi eğitimleridir.
İşçi sağlığı konusunda TTB içinde bir grup yıllarca “işçiye nasıl bir sağlık eğitimi verilmeli?” sorusu üzerine tartışma ortamı yaratmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.
İşçi eğitimleri konusunu tartışmak dahi istemeyen ÇSGB dahil bu alanın tüm aktörleri, eğitimlerin kârlı bir alan olarak piyasalaşması sonrasında resmi politikanın kuyruğunda bir- denbire “işçi eğitimi” savunucuları (!) haline geldiler. Bakanlık, işçi eğitimleri konusunda İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve Çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik ile eksiği olmayan (!) mevzuat hazırladı. Öyle ki, eğitim kurumların- dan sektörlere uyarlanmış eğitim programlarına,
eğitici kriterlerinden eğitim ortamlarına kadar her tür düzenleme yapıldı. Eğitimler, OSGB ta- rafından görevlendirilen profesyoneller veya piyasa koşullarında oluşturulan ticari kurumlar tarafından verilecek, ÇSGB da denetleyici olacaktı. OSGB’ler ve diğer ticari eğitim kurumları bu eğitimleri “usulüne uygun” yapıyorlar, eğitim sertifikaları düzenleyip işçinin dosyasına koyarken karşılığını da fatura kesip işverenden alıyorlar. Bu eğitimlerin yapılmadığını ya da sembolik bir süre yapılıp mevzuatta belirtilen süre kadar yazıldığını işçi de işveren de Bakanlık da biliyor, ancak kimse durumu sorgulamaktan yana tavır göster(e)miyor.
Son zamanların yaygın gözde kavramı “Mes- leki Eğitim” oldu. “Örgün veya yaygın eğitim yoluyla bireyleri mesleğe hazırlamak, meslek sahibi olanların mesleklerindeki gelişimlerini ve yeni mesleklere uyumlarını sağlamak amacıyla gerekli bilgi, beceri, tavır ve değer duygularını geliştiren ve bireylerin fiziki, sosyal, kültürel ve ekonomik yeteneklerinin gelişim sürecinin bir plan içerisinde yürütülmesini sağlayan eğitim” olarak tanımlanan, neredeyse tüm çalışanlar üzerinden kurgulanan bu eğitimlerin piyasadaki pastası oldukça büyük…
İşçi, üretimden kaynaklı gaz, buhar, toz, gü- rültü, ısı, nem, basınç, hava akımı, radyasyon gibi zararlı etmenlerle oluşan ölçülebilir sağlık sorunları konusunda bilgiden mahrum bırakılarak, giderek bedenen tükeniyor. Bu etmenler- le ilgili “sağlıklı çalışma hakkı” temel alınarak “bilme hakkı” gözetilmediği için iş kazaları ve meslek hastalıkları giderek işçi cinayetlerine dönüşmektedir.
Bilgi ile donatılan işçinin giderek daha da sorgulayacağı ve kendi sağlığına sahip çıkmayı öğreneceği üzerinden “işçiden yana” modeller oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu tür modeller ye- rine “işveren kültürü” ile işçiye verilecek eğitim modelleri işçinin verimliliğini artırmak üzerine kurguludur. Ticari kurumlar üzerinden işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı ile işyeri hemşire- si vb. tarafından verilen bu tür eğitimler yerine “işçiden işçiye” işçinin sağlığını korumak üzeri- ne kurgulanan eğitimlerde işçi ‘alıcı’ konumuna
geçebilecektir. Sahici gözlem (resmi adıyla risk analizi), alanın değiştirici dinamik gücü olan işçinin gördüğünün bilimsel verilerle buluşturulma- sıyla gerçekleşebilir.
Toplumun sağlık düzeyinin geliştirilmesi, sağlıklı olmak ve sağlıklı yaşamak, öğrenme ve bil- me hakkını savunmaktan geçer. Sağlık sorunlarının çözümü, sağlıkta toplum katılımı ile bireyler sağlığına sahip çıktığı ölçüde gerçekleşecektir.
SOSYAL GÜVENLİK NORMLARI
ILO tarafından 1952’de kabul edilen “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları” Türkiye tarafından gecikmeli ve şartlı olarak 1971’de kabul edildi. İş kazası, meslek hastalıkları, malûliyet, hastalık, yaşlılık ve ölüm yardımları onaylanırken, sağlık ve analık yardımları şartlı olarak, kısmi işsizlik yardımı 1999’da kabul edildi. Kabul edilen iş kazası ve meslek hastalığı sigortaları tüm çalı- şanları kapsamasına rağmen, kamu çalışanları için gerekli yasal düzenleme (malûliyet hariç) yapılmadı.
Reform adıyla başlatılan “deformasyon” süreci 1999’da 4447 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu ve 2003’de 4857 sayılı İş Kanunu ile başladı,
2006’da 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile tamamlandı. 2003 yılında ‘ithal’ edilen Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile açılımı sağlanan “Aile Hekimliği” ve “Kamu Hastane Birlikleri” ile daha sonra İş Kanunu ile eklenen Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) uygulamaları sağlık sisteminde ‘piyasalaşma’ ve ‘işletme’ anlayışını yerleştirdi.
Bu koşullarda sosyal güvenliğin asgari normlarını dahi yakalayamayan bir ülkede “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” sürekli yerinde pa- tinajdan öte gidemedi.
NEOLİBERAL EKONOMİK VE İDEOLOJİK KURGUYA UYGUN İŞ HUKUKU
İşçi sağlığı ve güvenliği konusunda 1970’li yıllarda yapılan mevzuat sonrasında uzun yıllar yaprak dahi kıpırdamadan yeni bir düzenleme yapılmadı. 1990’lı yıllarda işveren cephesinde başlayan esneklik tartışmaları ile birlikte kıdem ve ihbar tazminatı, fazla çalışma, hafta sonu çalışması vb. gibi konuların yeni bir iş kanunu ile çözülmesi, işçiyi değil işletmeyi koruyan dü- zenlemeler yapılması isteniyordu. 1999 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile başlatılan yeni İş Kanunu hazırlıklarını tamamlamaya Bülent Ece- vit hükümetinin ömrü yetmedi.
4857 sayılı İş Kanunu hazırlık süresinde dev- let-işveren-işçi birlikteliği adına korporatizmin en güzel örneklerinden birisi olan işçi sendika- larının olur verdiği “Bilim Kurulu” ve “marifetle- ri” ile gündemin nasıl saptırıldığını gördük. Kü- reselleşme ve AB uyum sürecinde “uluslararası normlar” ve işveren bakışı, işçi sendikalarının “harici” duruşları yasalaşma sürecini kolaylaş- tırdı. İş Kanunu’nun “Genel Gerekçe”si, dolgu malzemesini bir kenara bırakırsak, yeni liberalizmin özümsenmiş şekliydi. Ecevit Hükümeti tarafından hazırlanan Tasarı’da olduğu gibi, AKP Hükümeti de tercihini, tümüyle esnek istihdamın egemen olduğu bir yasadan yana kullandı. İşve- ren cephesinde talep edilen “taşeronlaştırma, ödünç işçilik, belirli-belirsiz süreli iş sözleşmesi, telafi çalışması, emsal işçi, çağrı üzerine çalıştır- ma, toplu (ve sınırsız) işçi çıkarma, denkleştir- me, kısa çalışma ve kısa çalışma ödeneği, özel istihdam büroları” düzenlemeleri ilk kez yasaya girdi. Enformel uygulanan “taşeronlaşma siste- mi” formel hale getirdi. Taşeronlar, toplu iş söz- leşmesi hakkını engellemek, işçileri bölüp par- çalamak, sendikal örgütlenmeyi yok etmek ve emek örgütlerini etkisizleştirmek gibi bir görevi her dönemde üstlendiler. Bu nedenle taşeronlaş- ma, en büyük darbeyi örgütlenme ile birlikte işçi sağlığına vurdu. AKP’nin “çağdaş dünyaya ayak uydurmak” dediği “esnek istihdam” yasaya egemen oldu. Yasa, esnek istihdam çeşitleriyle adeta alınıp satılan meta olarak gördüğü işçiyi, işe çağrıldığında giden, iş olmadığından evinde oturup iş bekleyen geleceği kararmış bir varlık konumuna getirdi.
Özetle; iş kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cinayetlerinin nedenini “kapitalist üretim ilişkile- ri” olarak değil de; bu sistemin içerisindeki yasal eksiklikler ve işverenlerin ya da çalışanların ek- sikliği, bireysel sorumsuzluğu, duyarsızlığı, bilgi- sizliği, niyeti vb. gibi algılattıran devlet; hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor.
“İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” KANUNU
AB’nin Çerçeve Direktifi (89/391/EEC) ile bir- likte ILO’nun “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” 155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmet- lerine İlişkin” 161 sayılı sözleşmeleriyle uyumlu 6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği” Kanunu 20 Haziran 2012 tarihinde kabul edildi.
Kanun daha tasarı halindeyken alandaki de- ğişik beklentiler adeta panayır ortamında gibi rengarenk düşüncelerin birbirinden bağımsız uçuşmalarına dönüşmüştü. Bir kesim Cumhu- riyet tarihinde ilk kez bizimle ilgili de bir yasa çıkıyor diye sevinirken, alanla ilgisinin ne olduğu bilinmeyen piyasacılar son hazırlıklarını dosyalarına eklemiş, gün ağarmadan Resmi Gazete yayınını bekler olmuştu. ÇSGB, herkesi kapsa- yacak, iş kazası ve meslek hastalıkları azalacak vb. balonlarla gökyüzünü renklendirirken, sen- dikalar, yeraltında çalışıyormuş gibi durumdan habersiz izlenimi veriyordu. TTB ve TMMOB kendilerini akıntıya kaptırmış, “bu bir başlangıç, devamı gelir” yaklaşımı ile resmi ideolojiye uy- gun gündem oluşturuyordu…
Ve Kanun onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlandı… Çok geçmedi, 2013 ve 2014, iş kazala- rının, bırakın iş cinayetlerini, işçi katliamlarına dönüştüğü yıllar oldu. Artık “iş sağlığı ve güven- liği” hizmetini alan da veren de memnun değil- di. Hizmet alan “hizmet alamadığını” söylerken, hizmet veren “haksız rekabetle kazanç sağlanı- yor” söylemleriyle ateş püskürüyordu. Ortada ne eğitim vardı, ne de işyeri sağlık hizmeti. İş kazaları görülmediği kadar artmış, meslek has- talıkları ise görülmediği kadar “azalmış” ve en az tespit edildiği döneme girmişti.
“İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı” tartışmaları yaklaşık 20 yıl öncesinden başla- masına rağmen, Tasarı Meclis’e indiğinde siyasi partiler ve sendikalar nedense hazırlıksız yaka- landılar. Kanun Tasarısı tartışmalarında; TTB adına ÇSGB hazırlık toplantılarına, KESK ve DİSK adına TMMB Komisyon toplantılarına katılan ve gelişmeleri yakından gözleyen birisi olarak çok söz söylemem olasıdır. Ancak, işçi sağlığı adına gördüğüm sefaletin alana yansımalarının kabul edilebilir olmayacağı olasılığı üzerinden de az söz söylemek daha doğru olacak diye düşünmem gerekiyor. TMMB Komisyon çalışmalarında “işçi sağlığı” tartışılırken sadece işçinin konuşul-madığı, AB uyumu adına yukarıda bahsettiğimiz belgelerin birebir çevirisinde “yanlış çeviri yaparsak eleştiri alırız” (kimden?) sözlerinin ön plana çıktığı bir garip ortamda TTB ve TMMOB uzman görüşü yerine hukukçusu ile temsiliyet üzerinden “yetmez ama şimdilik evet” ya da “en azından başlangıç, devamı gelir” yaklaşı- mı ile Çalışma Bakanı’na teşekkür ederek “bir madde bile değiştirsek iyidir” diye umutlanarak, dosyalarla takdim ettikleri maddeler üzerinden değişiklik önerilerini sunduklarında, Bakan Fa- ruk Çelik’in rahatlamasını görmemek mümkün değildi. Diğer taraftan değişiklik önerilerinden bırakınız tek bir cümleyi, tek bir kelimenin dahi kanun taslağına girmediğini gördük.
KESK ve DİSK, sorundan habersiz halleri nedeniyle ilk çağrıya uymamaları üzerine top- lantıdaki kinayeli eleştirilerden sonra, ikinci top- lantıya katılma kararı aldılar. “Ne söyleyeceğiz?” sorusunun cevabını vermeye zorlanan her iki konfederasyonun birlikte sözcülüğünü yapmak zorunda kaldığım toplantılar, “biz de temsil edil- dik” boşluğunu tamamlamaktan öte bir anlam ifade etmemişti. Diğer taraftan, CHP ve BDP’den gelen brifing beklentisi karşılanmasına rağmen toplam katılım üç kişiyi geçmemişti.
Komisyon çalışmaları devam ederken TİSK boş durmadı; 25 Nisan 2012’de “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Tasarısı” Semineri adı altında düzenlediği toplantıda işverenler ve Bakan dahil Bakanlık bürokratlarını bir gün boyunca “ikna odalarına” aldı. Konuşma çözümleri yayınla- nan (TİSK, Yayın No: 322) bu toplantıda, TİSK ve ÇSGB’nin dişe dokunmayan konular hariç ne kadar uyum içinde oldukları net olarak ortaya çıkmıştı. TİSK Başkanı “Tasarıyla ilgili genelinde bir olumsuz görüşümüz yok” derken, seminerde değerli “bilim” adamları dahil muhalif tek tek görüş dahi sunulmamış, muhalif olması bekle- nen kimi davetliler de ağzını dahi açmamıştı.
Kanun gerekçesinde, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle, yasanın çıkması halin- de iş kazaları ve meslek hastalıklarının azala- cağı iddia edildi. Açıkça söylenmeyen iddia ise, “verimlilik artışı”yla ilgiliydi. Verimlilik artışı iki şekilde gerçekleşebilirdi; birincisi, üretim artışı, ikincisi işçi sağlığı ve güvenliğinden “tasarruf ” olarak. Beklenen gerçekleşiyor; “verimlilik” sermayenin kasasına, “tasarruf ” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/emekçinin mezar taşına yazılıyor. Kanun, iş güvencesinin olmadığı bir ülkede işyeri he- kimi, iş güvenliği uzmanı ve işçi ile emekçilere işvereni/sermayedarı Bakanlığa şikâyet etme “hakkı”nı verdi! Kanun’da geçen işçi ve emek- çinin “çalışmaktan kaçınma hakkı” ve “çalı- şanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi “haklar” iş güvencesinin yasal güvence altına alınması halinde üzerinde konu- şulabilir, aksi halde işçinin/emekçinin “işten atıl- ma hakkı”ndan öteye gidemez.
İş Kanunu ile tanımlanan “esnek işyeri” kav- ramı ile “işyeri” ve “işçi sağlığı” kavramlarının kapsamı değişirken, işyeri, sınırları tanımlanmış bir mekan olmaktan çıkartıldı. Sanal işyeri ta- nımı gündeme gelirken, işçi sağlığı ve güvenliği anlayışı da değişti. Mevzuat tümden yenilenerek “işçi” yerine “çalışan” kavramı getirildi.
Hukuk geleneği yasalarda öngörülen açılım- ları tüzük ve yönetmeliklere bırakırken, 6331 sayılı Kanun, yasama ve yürütme yetkisini tek elde toplayan, sorunun taraflarını dikkate al- mayan yeni “hukuk anlayışı” geliştirerek, yani hukuku esnekleştirerek, doğrudan yönetme- liklerle açılım sağlamaya çalıştı. Bakanlık, işçi sağlığı ve güvenliği konusunda sürekli yönet- melik değişikliği yaparak el yordamı ile yolunu bulmaya halen devam ediyor. 1980 sonrasında
Kanun gerekçesinde, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle, yasanın çıkması halinde iş kazaları ve meslek hastalıklarının azalacağı iddia edildi. Açıkça söylenmeyen iddia ise, “verimlilik artışı”yla ilgiliydi. Verimlilik artışı iki şekilde gerçekleşebilirdi; birincisi, üretim artışı, ikincisi işçi sağlığı ve güvenliğinden “tasarruf” olarak. Beklenen gerçekleşiyor; “verimlilik” sermayenin kasasına, “tasarruf” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/ emekçinin mezar taşına yazılıyor.
23 yıl aynı yönetmelik yürürlükte kalmışken, 2003 sonrasında bu alanla ilgili yedi defa yö- netmelik düzenlendi: “İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hk. Yönetmelik” (RG: 16.12.2003 ta- rih ve 25318 sayılı), “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hk. Yönetmelik” (RG: 15.8.2009 tarih ve 27320 sayılı), “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yö- netmeliği” (RG: 27.11.2010 tarih ve 27768 sayılı), “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeli- ği” (RG: 29.12.2012 tarih ve 28512 sayılı). “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” (RG: 18.12.2014 tarih ve 29209 sayılı), “İşyeri Hekim- lerinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hk. Yönetmelik” (RG: 27.11.2010 tarih ve 27768 sayılı) ve “İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Perso- nelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri
Hk. Yönetmelik” (RG: 20.07.2013 tarihi ve 28713 sayılı). Bu yönetmelikler arasındaki farklar in- celendiğinde, hizmetin niteliği, işçinin sağlığı vb. konularla ilgili değil, piyasa dinamikleri ve dengeler üzerinden yapılan değişikliklerin ön planda olduğu görülecektir.
İŞYERİ SAĞLIK HİZMETLERİ VE OSGB ÜZERİNDEN “DENETİM”
Çalışma yaşamı, sosyal güvenlik ve sağ- lıkla ilgili planlanan düzenlemeler içerisinde doğrudan işyeri sağlık ve güvenlik hizmetlerini yok sayan bir ifadeye rastlanmıyor. İşyerinde yapılması zorunlu olan koruyucu ve önleyici işçi sağlığı ve güvenliği hizmetinin “dışarıdan uzman kişi veya kuruluşlardan” (OSGB Siste- mi) alınması önceleniyor. İşverenin doğrudan işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı çalıştır- ma görevi neredeyse ortadan kalkıyor. İşye- ri hekimi cephesinden baktığımızda; yapılan düzenlemeler, işyeri sağlık birimini sembolik, işyeri hekiminin görev ve yetkilerini gösterme- lik hale getirirken, çalışma ortamında hizmet sınırlanıyor ve gereksizleşiyor.
Sistemin kırıntıları üzerinden hesaplar ya- parak önceden hazırlanan OSGB’ler, 6331 sayı- lı Kanunu büyük umutlarla beklediler ve ayak- ta alkışladılar. Kısa zamanda Türkiye’nin dört tarafı OSGB ile doldu. Ancak uygulamayı ve neticelerini gördükçe hayal kırıklığı yaşadılar. Kalitesiz hizmet ve dolayısıyla haksız rekabet kazançları düşürürken, iflaslar başladı. Buna rağmen 2015 yılı başında Türkiye’de yetkilen- dirilmiş OSGB sayısı 2111 olarak yayınlandı.
Yasanın uygulamasıyla Tabip Odaları tara- fından yürütülen işyeri hekimi atama ve onay hizmetlerinin usul ve esasları yeniden belirlen- di. Yasa, onay yetkisini Çalışma ve Sosyal Gü- venlik Bakanlığı’na verdi. Bakanlığın açıklama- dığı “gizli” beklentisi denetimlerin bir tür özel- leştirilmesiyle ilgiliydi. Hiçbir zaman denetim kadrosunu tamamlamayan ve tamamlama gibi bir çabası da olmayan Bakanlık, denetimlerin sorumluluğunu işverenlere ve onların hizmet alımı için tercih ettiği OSGB’lere bırakmak is- tiyordu. Böylece denetim sorunu kendi içinde
“otokontrol” mekanizması ile çözülecek; Ba- kanlık yükümlülüğü işverenlere, işverenler so- rumluluğu OSGB’lere, OSGB’ler de iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, ve diğer işyeri sağlık görevlilerine bırakacaktı. Bakanlık, hem dev- let görevini yapıyor izlenimi yaratacak, hem de sermayenin paylaşım beklentisinde üzerine düşen görevi yapacaktı. Mevzuat, işverenlerin yükümlülüklerini artırırken, bir taraftan kapi- talist sistem içerisinde eşitsizlikler yaratarak belirli “standartları” yakalayan işverenleri öne çıkartıp, belirlediği standartları yakalayama- yanları daha aşağılara çekerek pastada büyük payı büyük sermayenin almasını sağlayacaktı. Küçük sermaye gruplarının yasada belirlenen “iş sağlığı ve güvenliği” sorumluluklarının mali külfetini karşılaması mümkün olmadı- ğından, piyasada rekabet gücünü de yitirecek, büyük sermaye ile küçük sermaye arasındaki makas açılacaktı.
Diğer bir durum da, 10’dan az işçi çalıştı– ran işyerlerinde “iş sağlığı ve güvenliği” gi- derlerinin kamu tarafından, başka bir ifadeyle sigortalı işçilerden toplanan primler üzerin- den karşılanması tartışmalarıdır. Türkiye’de 1-9 arası işçi çalıştıran toplam 1.377.924 işye- ri bulunuyor, bu rakam toplam işyeri sayısı- nın %85,2’sini oluşturuyor. Bu işyerlerinde toplam 3.718.766 işçi istihdam edilmiş, yani toplam sigortalı işçi sayısının %29,8’i bu tür işyerlerinde çalışıyor (SGK 2013 yılı istatistik- leri). Bakanlık bu sorumluluğu üstlendi, ara- dan da 3 yıl geçti. Henüz bir ses yok!
Bu kurguya örnek olabilecek inşaat sektörü başta büyük sermaye gruplarında ana işveren çalışanlarını yüksek ücret vererek destekler- ken, işçi sağılığı ve güvenliği hizmetlerinde de daha yüksek standartları tanımlayabiliyor. Bu standartlar üzerinden uluslararası belgeler alırken, alt işverenlerde kuralsızlık ön plana çı- kıyor, düşük ücretli ve işçi sağlığı ve güvenliği hizmeti al(a)mayan işçilerin toplam sayısı yüz- de 90’ları geçiyor.
Bakanlık, kurgunun uygulama alanı bula- bilmesi için iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve işçilere “işvereni Bakanlığa şikayet hakkı”
tanıyarak, onları işverene karşı “koruma” an- layışı üzerinden mevzuat oluşturdu. Ancak, kurgu uygulama alanı bulurken, alanı düzene sokmak yerine tamamen karıştırdı. Piyasadan iş alabilen OSGB’ler bu alanı bilen kişilerin değil, parası olup, Bakanlık ile iyi geçinenlerin eline geçti ya da işi bilenler piyasa koşulla- rında rekabet edemedi. Hizmet karşılığı alınan ücretler kıran-kırana aşağı çekilirken, işveren- OSGB uyumu ile hizmet vermeden evrak üze- rinden iş bitirme anlayışı egemen oldu. İş yap- mak çabası ile işe sarılan, ancak iş güvencesi olmayan iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer profesyoneller kendi aralarında “uyum” sağlayan işveren-OSGB işbirliğini kıramadı, işverenin istemediği kişiler (sözleşmelere gi- ren yaptırım gereği) OSGB tarafından hemen o işyerinden çekildi. İşçiden yana tutum be- lirlediğinde işinden olan profesyoneller, etik olmayan tercihler üzerinden işveren-OSGB iki- lisi tarafından belirlenen usulleri kullanırken, işi yapıyormuş gibi gösterip işe giriş raporu, iş güvenliği eğitimi, kişisel koruyucu donatım ile ilgili belgeleri işçiye imzalattırarak tüm so- rumluluğu da emeğini satmaktan başka seçe- neği ve iş güvencesi de olmayanlara yükleme- ye başladılar.
Özetle; kapitalist sistemin profesyonelle- re yüklediği “çağdaş” misyon “işçinin verimli olmasını sağlamak” işyeri hekimi için tanım- lanan “koruyucu sağlık hizmeti” geliştirici, sağaltıcı ve rehabilite edici görevi görmezden gelmeyi gerektiriyor. Kendi alanında veya pi- yasada iş bulamayan meslek grupları “işyeri hekimi” veya “iş güvenliği uzmanı” olarak ortaya çıkarken, işçiyi çalışma ortamından değil “işvereni işçiden koruyan” işverenin şö- valyeleri gibi çalışır oldular. Hemen hemen tüm işyerlerinde istihdam edilen ve işyerini halka karşı koruyan “özel güvenlik” görevlileri gibi işvereni ve üretim araçlarını güvencesi ol- mayan işçiye karşı koruyan OSGB’ler sitemin güvencisi haline getiriliyor. Ancak, “işçinin verimliliğini artırma” hedefine kilitlenen poli- tikaların bedeli işçiye iş kazası, meslek hasta- lığı veya işçi cinayeti olarak dönüyor.
KAPİTALİST SİSTEMDE TOPLUMDAKİ EŞİTSİZLİKLER; İŞ KAZALARI, MESLEK HASTALIKLARI VE İŞÇİ CİNAYETLERİ
İş kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cina- yetleri kapitalist ekonomik düzendeki eşitsizlik- ler sonucu karşımıza çıkıyor…
Yasal düzenlemelerdeki “iş kazası” ve “mes- lek hastalığı” tanımı türlü türlü manipülasyonun yapılmasına zemin hazırlayarak gerçek rakamla- rın gizlenmesini sağlıyor. Birçok kaza “istatistik- ler” içerisinde yer almazken “iş ile ilgili hastalık- lar” da kapsam dışı kalıyor.
Kapitalist sistem, çarkı daha ucuza döndü- rebilecek yöntemler geliştiriyor. Kazalara “önle- yici” yaklaşım ve meslek hastalıklarında “erken tanı” çalışmaları maliyet unsuru olarak görülür- ken, meslek hastalıklarının tanı mekanizması da “bilinmez” gösterilerek “işçinin korunma hakkı” gözetilmiyor. Toplumsal eşitsizlikler ön plana çı- karken, ucuz emek yağması sonucu sermayenin emeğin ürettiği artık değere el koyması kaçınıl- maz hale geliyor. Bu kurguda; emekçi çaresiz kaldığı durumda resmi ideolojiye boyun eğer- ken; esasen işçiyi korumakla yükümlü, ancak varlık gerekçesi kapitalist sistemin kendisi olan işyeri hekimi ve iş güvenliğini yürütecek disip- linler sermaye değirmenine su taşıyorlar ya da taşımak zorunda kalıyorlar.
İş kazaları, kapitalist sistemin daha fazla artı-değer dürtüsü üzerinden değil de “ani ve beklenmedik olay” olarak; meslek hastalıkları ise bilimsel anlamıyla değil de “sigortacılık” an- layışıyla değerlendirildiğinde, ortada hukuksal anlamda bir sorun kalmıyor! Mevzuat 5510 sayılı Kanun ile sigortalının haklarını asgariye indirir- ken, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ise “mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çı- kan” her türlü hastalığı “meslek hastalığı” olarak tanımladı. İki kanun bütünlüklü olarak yorum- landığında; Çalışma Bakanlığı, bir taraftan tüm çalışanların meslek hastalığını kabul eden bir görünüm vermek istiyor, diğer taraftan da dün- yada ironi konusu olan “meslek hastalıklarında en iyi ülke Türkiye” imajını da değiştirmek, yani meslek hastalığı sayısını yüksek göstermek istiyor. Başka bir ifadeyle; meslek hastalığı sayısını artırırken, 5510 sayılı Kanuna koyduğu engellerle tazmin boyutunu görmezden gelecek.
Kapitalist sistem, kendi içinde “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlikler” oluş- turarak “haksız rekabeti önleyecek yeni bir düzen” kurmaya çalışıyor. Şöyle ki; 5510 ve 6331 sayılı kanunlar, “işverenlere yaptırımları eskine göre göreceli olarak artırdı” diyebili- riz; ancak, kapitalist sistem faturası çalışana kesilmek üzere işverenleri de “terbiye” etme gereksinimi duyuyor. Örneğin, ISO, OHSAS, TS (18001) vb gibi bazı standartlara uymak ve bazı belgeleri almak gerekliliği sermaye grup- ları arasında rekabet ortamı yaratırken, daha güçlü sermaye grubu daha zayıf olanı dışlıyor. Diğer bir anlatımla, hammadde, enerji vb. üze- rinden “eşitsizlik” yaratabilmenin koşullarının ortadan kalktığı bir dönemde, işgücü maliyeti ile birlikte “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlik” yaratılabiliyor. Bu kurguya uygun olarak hazırlanan AB ve ILO gibi kurumların uluslararası referans normlarından yola çı- kılarak hazırlanan 6331 sayılı Kanun yeni bir düzen kuruyor. Bu düzene göre, sermayedarlar “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri he- kimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyo- nelleri görevlendirmekle yükümlü kılınıyor. Bu görevlendirme piyasa koşullarında OSGB’ler aracılığıyla yapılıyor. Kanun’un öngördüğü “genel önleme ve koruma politikası” esasen “eşitsizlik” sağlamak üzere söz konusu profes- yonellerin “çalışanlara talimat prensibi” üze- rinden şekilleniyor. “Talimatlar” işçiye tebliğ edildiğinde, işin “güvenli” bir şekilde yapılma- sının sorumlusu “işçi” olacak! Bu işlemlerden sonra, olası meslek hastalığı durumunda, fatu- ra talimata uymayan(!) işçiye kesilecek… Baş- ka bir ifadeyle; kapitalist sistem, işveren so- rumluluğunda da olsa, işçiyi, çalışma ortamın- dan kaynaklı hastalıklardan dün de, bugün de, yarın da korumayacak, çünkü sermaye “işçinin sağlığının ertesi gün çalışabileceği kadar ko- runması gerektiği” anlayışına inanmak istiyor.
Devlet, olası iş kazası veya meslek hasta- lığı durumunda “tazminat” ve “sigortacılık” boyutunu öne çıkartarak sermayeyi bedel öde- mekten kurtarıyor. Sermayenin koruyamaması nedeniyle ortaya çıkan meslek hastalıklarının mali yükü bugüne kadar SSK üzerinden dev- lete kesildi, bundan sonra da başarabildikleri ölçüde emeğe/emekçiye, yani topluma yük- lenecek. Bu nedenledir ki, sınıfsal çelişkiler üzerinden insan sağlığının nasıl belirlendiğini görmek olasıdır; meslek hastalıklarının tanı ve tedavisi ile kapitalizm arasındaki ilişki “emek- sermaye çelişkisinin merkezinde” aranmalıdır. Meslek hastalıklarının ekonomi politiği top- lumsal yönüyle ele alındığında; emeğin değeri- nin düşürüldüğü, işsizliğin artırıldığı, enformel çalışmanın teşvik edildiği, emeğin örgütsüzleş- tirildiği, güvencesizliğin arttırıldığı vb. durum- larda emekçi sınıflar üzerinde bir denetim ve baskı aracı olan devletin bu alandaki tercihleri de daha anlaşılır hale gelmektedir.
SAĞLIKLI EMEK İÇİN “İŞÇİ YAKLAŞIMI” VE YEREL YAPILANMALAR
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB tarafından 2-4 Aralık 2011 tarihlerinde yoğun işçi katılımıyla gerçekleşen IV. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kongre- si, “Esnekleşme ve İşçi Sağlığı” teması ile sağlık- lı çalışma hakkını savunarak, emek cephesinin güç kazanmasını sağlayacak ve ‘örgütsüzlük’ en- gelini ‘direnç’ göstererek aşacak kararlılıkla top- landı. Çeşitli alanlarda çalışan ya da çalışırken mağdur olan emekçiler veya yakınları kürsüyü kullanma ve sorunlarını dillendirme olanağı bul- du. Kongre, bölgelerde, havzalarda ya da değişik meslek gruplarında mücadele ve örgütlenmeyi; beyaz ya da mavi yakalı, kol ya da kafa emek- çisi, memur ya da işçi vb. ayrımları reddederek, her kişi ve kurumun birlikte oluşturacakları “ye- rel yapılanmalar” aracılığıyla gerçekleştirmeyi öngördü. Sağlıklı emek için “sınıfın bileşenlerini mücadele içinde birleştirmek” zemininde, aşağı- dan yukarıya yerel yapılanmaların sürdüreceği faaliyetin merkezi koordinasyonunun oluşturul- ması kabul edildi.
Kapitalizmin “emeğin sağlıklı olma hakkı”nı yok sayan sermaye egemenliğine karşı emeğin kolektif cephesinde soruna tabandan sahiplene-
cek emekten yana örgütlenmeler; “mücadeleci sendikalar” ile diğer sendikalarda yalnızlaşan “mücadeleci bireylerin” ya da “örgütsüz/kayıt- sız” yalnızların bu alanda yalnızlaşan meslek örgütleriyle birlikte oluşturacağı ve sürece yeni bir devinim kazandıracak “İşçi Sağlığı Meclis- leri” metropol illerde çalışmalarını sürdürüyor. Ancak, emek cephesini harekete geçirebilecek ve “işçi yaklaşımı” ile çalışma koşulları ile ilgili sistemi sarsacak organizasyonla sendikalar da dahil, konuya taraf olan örgütlü-örgütsüz her türlü gücün “yerini belirlemesini” sağlayacak ya- pılanmalar çalışma yaşamında henüz yeterince karşılık bulamadı.
SONUÇ
Kapitalist sistemin savunduğu değerlere kay- gıyla-kuşkuyla bakmak deneyimlerimizin bize öğrettiklerindendir. Kapitalizm, “iş sağlığı ve gü- venliği” yaklaşımıyla tespitlerimizi doğrulayarak “işçilerin, çalışma kapasitesi ve işin üretkenliği ile çalışma yaşamının zorluklarıyla başa çıka- bilme yeteneklerini artırmak” istiyor. İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması meseleleri önce- lendiğinde beklenenler yaşanıyor; işyerlerindeki meslek hastalıkları da dâhil, “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getirilirken iş kazaları ve işçi cinayetleri giderek artıyor. Çaresizliği öğrenen ve kendi emeğine ya- bancılaşan “işçi sınıfının algısı yönetilerek eme- ğin kontrolü sağlanıyor” ve dolayısıyla işçinin “üretimden gelen gücü” sönük kalıyor.
Bu kurguyu bozabilmek için sınıf mücadele- sinin en keskin, en öldürücü yaşandığı işçi sağ- lığı alanında yapılması gereken; işçinin “sağlıklı
emek” ekseninde “artı-değer sömürüsüne karşı duran” siyasi/ideolojik donanımının sağlanma- sıdır. Donanımlı işçinin “öğrenirken öğretmesi”, bu anlamda “işçilerin sağlığının işçiler tarafın- dan korunması” işçilerin kendi görevidir. Küçük burjuva aydınlarına düşen görev “işçinin bilme hakkı”nın gözetilmesidir.
Türkiye’de kronolojik sıralamayla “işçi sağ- lığı kavramı” üzerine yapılan bu tartışma; işçi sağlığı alanında bugüne kadar yapılmayan sos- yal politika tarihine ve bu konudaki tartışmala- rın dinamik olarak sürdürülmesine katkı sunma amacını kurguladı. Bu tartışmada; polemik ya- ratmaktan öte, mevcut birikimi toparlamak, so- runun sınıfsal özüne ulaşmaya çalışmak ve bu birikim üzerine tüm taraflarca emekten yana yeni katkılar eklenerek birlikteliğin sürdürülmesi yönünde çaba sarf etmek anlamı yüklüdür.