türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı üzerine – 3

Dr. Celal Emiroğlu İşçi Sağlığı Enstitüsü

Türk-İş, DİSK, KESK ve TMMOB; 3. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi’nde (23 Nisan1998) işçi sağlığı alanında özerk ve kurumsal bir Enstitü kurulması kararını aldı; “sağlıklı veri toplama, istatistiksel değerlendirmeler yapma, yeni araş- tırmalar yapma/özendirme, danışmanlık hizmeti sunumu, referans kurum olma, hizmet üretimi, eğitim desteği verme, ilkyardım eğitimi, işçi sağ-lığı ve çalışma yaşamına ilişkin ülke düzeyinde politikalar oluşturmak ve yasal düzenlemeler sü- recine müdahil olmak” amaçlarına/hedeflerine yönelik çalışmalar üniversitelerin ilgili bölümle- rinden destek alınarak yürütülecekti.

Durumdan görev çıkartan TTB, örgütünün her kademesinde karara bağlanan İşçi Sağlığı Enstitüsüile ilgili gelişmeleri tamamlayarak, uygulama aşamasına gelmişti. Bu faaliyetin or- ganizasyonu için konuya taraf olan dinamiklerin birlikte çalışmasını sağlama görevini, TTB Mer- kez Konseyi ile İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Kolu’nun birlikte oluşturduğu “Girişim Komitesi” üstlenmişti.

Girişim Komitesi, Türk-İş, TMMOB, KESK ve DİSK Genel Başkanı ve temsilcileri ile toplantılar

yaparak, konunun içselleştirilmesi için yoğun çaba gösterdi. Ayrıca, bazı sendikaların yönetici- lerine, temsilcilerine brifing verilmiş, çok sayıda sendikacı ve sendika danışmanı bilgilendirilerek güçlerin birleştirilmesi çağrısı yapılmıştı. Uzun süren çalışmalardan sonra, 29 Aralık 2005 ta- rihli toplantıda, DİSK, TMMOB, KESK ve TTB temsilcilerinin katılımıyla (Türk-İş temsilcisi top- lantıya katılamadı) İşçi Sağlığı Enstitüsü kurulu- şu çalışmaları başlatılmıştı. Diğer örgütlerle ge- nişletilen “Enstitü Girişim Komitesi” tarafından, Enstitü’nün altyapı, finansman ve diğer sorunla- rının en geç bir yıllık süre içerisinde tartışılması ile Enstitü’nün kuruluş hazırlıklarının tamamla- nabileceği öngörülmüştü. Karar ilgili kuruluşlara yazılı olarak iletilmiş; kararı alan DİSK, TMMOB, KESK yazıya yanıt dahi vermemiş, toplantıya ka- tılmayan Türkİş ise (6 Mart 2006 tarih ve 134/ 36-11 sayılı yazısı ile) “Merkez Konseyiniz tara- fından başlatılan İşçi Sağlığı Enstitüsü kuruluş çalışmalarına konfederasyonumuz katılmayacaktır” yanıtını vermişti. Sonuç olarak Enstitü hayali burada noktalanmıştı.

Enstitü, sorunun asıl sahibi emek cephesini harekete geçirebilecek ve “işçi yaklaşımı”yla çalışma koşulları ile ilgili sistemi sarsacak etkin- likler düzenleyebilecek, politikalar oluşturabile- cekti. Böylesine bir organizasyon ise işçi sağlı- ğı kavramının TTB ile ilgili olduğunu düşünen “işçi” sendikaları da dahil, konuya taraf olan örgütlü-örgütsüz her türlü gücün “yerini belirle- mesini” sağlayacaktı.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI EĞİTİMLERİ: ALINIP SATILAN META OLARAK İDEOLOJİK VE PARASAL YATIRIM/ KÂRLILIK ALANI

Neoliberal ekonomik politikaların bir sermaye birikim alanı olarak gördüğü eğitim sektörü- nün liberal ekonominin listesine girdiği yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti, DB-DTÖ baskısıyla, 1994te Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nı (GATS) imzaladı ve TBMM bu anlaşmayı 25 Şubat 1995te onayladı. Bu anlaşmaya uygun olarak, ÇSGB tarafından işçi sağlığı ve güvenliği alanındaki eğitimlerin özelleştirilmesi, karşılaşılan direnç nedeniyle kolay olmadığı gibi, çok da uzun sürdü.

Dünyada uzmanlık eğitimi olarak kabul edilen, Türkiye’de mevzuat gereği sertifikasyon eğitimi ile işyerinde hekimlik yapabilmek” için geçiştirilen işyeri hekimikavramının hukuki açılımı 1980 yılında Yönetmelik’te; güvenliği uzmanı kavramının açılımı ise 2003 yılında İş Kanunu’nda ilk kez yer aldı. TTB işyeri hekimliği eğitimlerinde, TMMOB ise güvenliği mühendi-si eğitimlerinde “yetkili makam” olarak yol kat ederken, önce işveren örgütlerini, sonrasında da ÇSGB’yi rahatsız etti. Hükümetin serbest piyasa sevdası nedeniyle, işçi sağlığı ve güvenliğinin en önemli iki disiplini olan işyeri hekimi ve güvenliği uzmanı için sertifika verme yetkisine ÇSGB 2003 yılında müdahil oldu. Avrupa Birli- ği uyum sürecigerekçe gösterilerek, Bakanlık “bürokratları” tarafından bıkmadan usanmadan hukuki düzenlemeler yapılarak, kamu tüzel yapısı olan meslek örgütleri saf dışı bırakılarak serbest piyasa mantığıyla eğitimler düzenlenme- sinin önünü açtılar; hazırlanan mevzuat, açılan kulvarda öncelikli olarak düzenleme yapan bürokratları tanımladı.

1980de, Darbe öncesi çıkartılan Yönetmelik hükümlerini gerekçe gösteren TTB, işyeri hekimliği eğitimlerinde, işçi sağlığını kamu/toplum yararına tercüme ederek ve gözeterek, taraf oldu. 1987 yılında 35. Büyük Kongre’de “işyeri hekimliği sertifika kurslarını düzenleme” kararı aldı ve 33 saat süreli ilk kurs 1988 yılında yapıl- dı. Sonraki yıllarda TTB İşçi Sağlığı Akademik Kurulu tarafından geliştirilerek yeni formatına dönüştürülen kurslar, 64 saat olarak verilmeye başlandı. Bu dönemde Türkiye’de ilk olan İşyeri Hekimliği Ders Notları” kitabı hazırlandı ve TTB Yayını olarak 8 kez baskı yaptı. ÇSGB, 2003 lında çıkarttığı yönetmeliklerle “işyeri hekimi” ve “iş güvenliği uzmanı” eğitimlerini kamu kurumu niteliğinde olan ve asli görevi kamuyu savunmak olan TTB ve TMMOB’a yaptırmamak için olağanüstü çabalar gösterdi. Bakanlık, eğitimleri tekeline alırken amaç demokratik mesleki kitle örgütlerinin hekim ve mühendisler üzerindeki etkinliğini kırmak, sonrasında da piyasa eğiti- minin önünü açmaktı. Bu arada Danıştay kararı ile (2004) TTB İşyeri Hekimi Atama Yönetmeliği iptal edildi.

TTB 2005 yılında yeni ataklar yaparak, iş- yeri hekimliği eğitimlerinin piyasalaşmasına karşı verdiği mücadele ile bütünleştirerek, konuyu sürekli gündemde tuttu. Danıştay’ın TTB Yönetmeliğini iptal kararına rağmen; yeni biçim ve içeriğiyle güncelleştirilerek üniversitelerle iş- birliği çerçevesinde protokol yaparak İşyeri He- kimi Temel ve İleri Eğitim Sertifika Programlar adı altında kurslar yapmaya, yani suç işlemeye karar verdi. Türkiye’deki tüm üniversitelerin rektörlerine “işyeri hekimi eğitim programında işbirliği yapma” çağrısında bulundu. 26 üniver- site rektörlük düzeyinde öneriye olumlu yanıt verirken, tek tek üniversite rektörleri ile proto- kol imzalayarak işbirliği önerisini uygulamaya geçirdi. TTB ile işbirliği protokolü imzalayan 19 üniversite 2005’den itibaren kurs programı içinde yer aldı. Güç birliği, ÇSGB ve yargıyı ters köşeye yatırmıştı. Bu gelişme üzerine, Danıştay Genel Kurulu, “kurumsal olarak mesleki eğitimi sürdürebilecek birikim ve yeterliliğe sahip olma- dığı” gerekçesiyle ÇSGB’nin bu alanda eğitim ve sertifika verme yetkisinin olmadığı yönünde (2006) karar verdi. Bakanlık, karar sonrasın- da boş durmadı ve TBMM üzerinden yeni girişimlerde bulundu. TBMM, “İstihdam Paketi” (15.5.2008) ile ÇSGB’nin teşkilat yasasına eğitim ve sertifika verme yetkisi olan kurum tanımını eklerken, TTB ve TMMOB’nin bu alandaki devasa çalışmasına da set çekti. Yetkiyi alan ÇSGB, İstihdam Paketi” ile işyerlerinde hizmet ile birlikte eğitimi taşeron şirketlere yönlendir- meyi planlıyordu. Bakanlık tarafından, Eğitim Kurumu” açma yetkisi için Uygulama Tebliği” dahi yayınlanmadan içeriden’ bilgilendirilen çok sayıda özel şirket eğitim vermek üzere ‘organize olarak’ Bakanlığa başvurdu… Ancak tekrar Danıştay yürütmeyi durdurdu. Danıştay tarafından iptal edilen hükümler bu kez “Torba Yasa” ile “Kanun” (15.6.2010) haline getirildi. Sonunda amaçlarına ulaştılar; işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimlerinde meslek örgütleri devre dışı bırakıldı.

İki üniversitenin dahi bir araya gelip toplum yararına etkinlikler düzenlemekte zorlandığı bir dönemde üniversitelerin birlikteliğini anlamlı bulup daha da geliştirmek gerekirken, sistemin alandaki sözcüsü ÇSGB bu buluşmanın tabanına dinamit koymuştu. Programı bilimsel bulma- yan meslek örgütleri ve üniversitelerin verdiği eğitimleri ise “yetkili kurum” olan ÇSGB onaylamıyordu.

TTB Bilim Eğitim Kurulu bugünü görerek, ÇSGB tarafından ilan edilen eğitim programının TTB’nin üniversitelerle birlikte uyguladığı prog-ramın çok gerisinde olduğuna karar vererek, eğitimlerden çekildi. Yapılan eğitimlerin serti- fika pazarlamaktan başka bir anlamı olmaya- cağını belirtti. Artık eğitimler, sadece Bakanlık tarafından hazırlanan “mevzuat” odaklı eğitim programı çerçevesinde yapılabiliyor. ÇSGB eği- tim programında; çalışma ilişkileri içerisinde işçi, işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı, işveren, devlet ve sendikaların yeri, bu ilişkilerin etik boyutu, sosyal politikalara yansıması ve sağlığa etkileri konularına girmiyor. Eğitimlerde amaç “alış-veriş” olunca, eğitim mekânını hiç görme- den de eğitim almanın yolu açıldı, parayı ver sertifikanı al” dönemi başladı. Paranın kokusu- nu alıp Eğitim Kurumu açma yetkisi alan yüzlerce ticari kuruluş, boyunun ölçüsünü aldıktan sonra kapandı, 2015 yılında yetkilendirilmiş eğitim kurumu 178’e düştü.

TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi “Top- lumsal olarak daha iyi yaşam düzeyine ulaşma- nın aracı olan eğitime, sadece bireysel açıdan bir yatırım ve dolayısıyla gelecekte getireceği birey- sel yararlar açısından bakıldığında, artık eğiti- min ticarileşmesinin yanı başında eğitimin bizzat kendisini üretme koşullarının sermayeleştirilmesi sürecinin başladığını” vurgulayarak kapsamlı bir değerlendirme yaptı (“Toplumsal ve Bireysellik Diyalektiğinde İşyeri Hekimi ve İş Güvenliği Uz- manı Eğitimleri”, MSG Sayı 35, 2010).

İŞÇİ EĞİTİMLERİ VE “BİLME HAKKI” YAKLAŞIMI

Piyasanın talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda her düzeyde eğitim ticarileşip, özel giri- şimcilik desteklenirken, eğitimler değer kazanan bir meta olarak kabul görmüş, kâr sağlayan sek- tör olarak işverenlerin/sermayenin yeni girişim alanı haline gelmiştir. Bunun en somut örneği işçi eğitimleridir.

İşçi sağlığı konusunda TTB içinde bir grup yıllarca “işçiye nasıl bir sağlık eğitimi verilmeli?” sorusu üzerine tartışma ortamı yaratmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.

İşçi eğitimleri konusunu tartışmak dahi istemeyen ÇSGB dahil bu alanın tüm aktörleri, eğitimlerin kârlı bir alan olarak piyasalaşması sonrasında resmi politikanın kuyruğunda bir- denbire işçi eğitimisavunucuları (!) haline geldiler. Bakanlık, işçi eğitimleri konusunda İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve Çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik ile eksiği olmayan (!) mevzuat hazırladı. Öyle ki, eğitim kurumların- dan sektörlere uyarlanmış eğitim programlarına,

eğitici kriterlerinden eğitim ortamlarına kadar her tür düzenleme yapıldı. Eğitimler, OSGB ta- rafından görevlendirilen profesyoneller veya piyasa koşullarında oluşturulan ticari kurumlar tarafından verilecek, ÇSGB da denetleyici olacaktı. OSGB’ler ve diğer ticari eğitim kurumları bu eğitimleri “usulüne uygun” yapıyorlar, eğitim sertifikaları düzenleyip işçinin dosyasına koyarken karşılığını da fatura kesip işverenden alıyorlar. Bu eğitimlerin yapılmadığını ya da sembolik bir süre yapılıp mevzuatta belirtilen süre kadar yazıldığını işçi de işveren de Bakanlık da biliyor, ancak kimse durumu sorgulamaktan yana tavır göster(e)miyor.

Son zamanların yaygın gözde kavramı “Mes- leki Eğitim” oldu. “Örgün veya yaygın eğitim yoluyla bireyleri mesleğe hazırlamak, meslek sahibi olanların mesleklerindeki gelişimlerini ve yeni mesleklere uyumlarını sağlamak amacıyla gerekli bilgi, beceri, tavır ve değer duygularını geliştiren ve bireylerin fiziki, sosyal, kültürel ve ekonomik yeteneklerinin gelişim sürecinin bir plan içerisinde yürütülmesini sağlayan eğitim” olarak tanımlanan, neredeyse tüm çalışanlar üzerinden kurgulanan bu eğitimlerin piyasadaki pastası oldukça büyük…

İşçi, üretimden kaynaklı gaz, buhar, toz, gü- rültü, ısı, nem, basınç, hava akımı, radyasyon gibi zararlı etmenlerle oluşan ölçülebilir sağlık sorunları konusunda bilgiden mahrum bırakılarak, giderek bedenen tükeniyor. Bu etmenler- le ilgili “sağlıklı çalışma hakkı” temel alınarak “bilme hakkı” gözetilmediği için kazaları ve meslek hastalıkları giderek işçi cinayetlerine nüşmektedir.

Bilgi ile donatılan işçinin giderek daha da sorgulayacağı ve kendi sağlığına sahip çıkmayı öğreneceği üzerinden “işçiden yana” modeller oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu tür modeller ye- rine “işveren kültürü” ile işçiye verilecek eğitim modelleri işçinin verimliliğini artırmak üzerine kurguludur. Ticari kurumlar üzerinden işyeri hekimi ve güvenliği uzmanı ile işyeri hemşire- si vb. tarafından verilen bu tür eğitimler yerine “işçiden işçiye” işçinin sağlığını korumak üzeri- ne kurgulanan eğitimlerde işçi ‘alıcı’ konumuna

geçebilecektir. Sahici gözlem (resmi adıyla risk analizi), alanın değiştirici dinamik gücü olan işçinin gördüğünün bilimsel verilerle buluşturulma- sıyla gerçekleşebilir.

Toplumun sağlık düzeyinin geliştirilmesi, sağlıklı olmak ve sağlıklı yaşamak, öğrenme ve bil- me hakkını savunmaktan geçer. Sağlık sorunlarının çözümü, sağlıkta toplum katılımı ile bireyler sağlığına sahip çıktığı ölçüde gerçekleşecektir.

SOSYAL GÜVENLİK NORMLARI

ILO tarafından 1952de kabul edilen Sosyal Güvenliğin Asgari NormlarıTürkiye tarafından gecikmeli ve şartlı olarak 1971de kabul edildi. İş kazası, meslek hastalıkları, malûliyet, hastalık, yaşlılık ve ölüm yardımları onaylanırken, sağlık ve analık yardımları şartlı olarak, kısmi işsizlik yardımı 1999da kabul edildi. Kabul edilen iş kazası ve meslek hastalığı sigortaları tüm çalı- şanları kapsamasına rağmen, kamu çalışanları için gerekli yasal düzenleme (malûliyet hariç) yapılmadı.

Reform adıyla başlatılan “deformasyon” reci 1999da 4447 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu ve 2003’de 4857 sayılı İş Kanunu ile başladı,

2006’da 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile tamamlandı. 2003 yılında ‘ithal’ edilen Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile açılımı sağlanan Aile Hekimliğive Kamu Hastane Birlikleri ile daha sonra İş Kanunu ile eklenen Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) uygulamaları sağlık sisteminde piyasalaşma ve işletme’ anlayışını yerleştirdi.

Bu koşullarda sosyal güvenliğin asgari normlarını dahi yakalayamayan bir ülkede “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” sürekli yerinde pa- tinajdan öte gidemedi.

NEOLİBERAL EKONOMİK VE İDEOLOJİK KURGUYA UYGUN İŞ HUKUKU

İşçi sağlığı ve güvenliği konusunda 1970li yıllarda yapılan mevzuat sonrasında uzun yıllar yaprak dahi kıpırdamadan yeni bir düzenleme yapılmadı. 1990lı yıllarda işveren cephesinde başlayan esneklik tartışmaları ile birlikte kıdem ve ihbar tazminatı, fazla çalışma, hafta sonu çalışması vb. gibi konuların yeni bir kanunu ile çözülmesi, işçiyi değil işletmeyi koruyan dü- zenlemeler yapılması isteniyordu. 1999 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile başlatılan yeni İş Kanunu hazırlıklarını tamamlamaya Bülent Ece- vit hükümetinin ömrü yetmedi.

4857 sayılı İş Kanunu hazırlık süresinde dev- let-işveren-işçi birlikteliği adına korporatizmin en güzel örneklerinden birisi olan işçi sendika- larının olur verdiği “Bilim Kurulu” ve “marifetle- ri” ile gündemin nasıl saptırıldığını gördük. Kü- reselleşme ve AB uyum sürecinde “uluslararası normlar” ve işveren bakışı, işçi sendikalarının “harici” duruşları yasalaşma sürecini kolaylaş- tırdı. İş Kanunu’nun “Genel Gerekçe”si, dolgu malzemesini bir kenara bırakırsak, yeni liberalizmin özümsenmiş şekliydi. Ecevit Hükümeti tarafından hazırlanan Tasarı’da olduğu gibi, AKP Hükümeti de tercihini, tümüyle esnek istihdamın egemen olduğu bir yasadan yana kullandı. İşve- ren cephesinde talep edilen “taşeronlaştırma, ödünç işçilik, belirli-belirsiz süreli iş sözleşmesi, telafi çalışması, emsal işçi, çağrı üzerine çalıştır- ma, toplu (ve sınırsız) işçi çıkarma, denkleştir- me, kısa çalışma ve kısa çalışma ödeneği, özel istihdam büroları” düzenlemeleri ilk kez yasaya girdi. Enformel uygulanan “taşeronlaşma siste- mi” formel hale getirdi. Taşeronlar, toplu söz- leşmesi hakkını engellemek, işçileri bölüp par- çalamak, sendikal örgütlenmeyi yok etmek ve emek örgütlerini etkisizleştirmek gibi bir görevi her dönemde üstlendiler. Bu nedenle taşeronlaş- ma, en büyük darbeyi örgütlenme ile birlikte işçi sağlığına vurdu. AKP’nin çağdaş dünyaya ayak uydurmakdediği “esnek istihdam” yasaya egemen oldu. Yasa, esnek istihdam çeşitleriyle adeta alınıp satılan meta olarak gördüğü işçiyi, işe çağrıldığında giden, olmadığından evinde oturup bekleyen geleceği kararmış bir varlık konumuna getirdi.

Özetle; kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cinayetlerinin nedenini “kapitalist üretim ilişkile- ri” olarak değil de; bu sistemin içerisindeki yasal eksiklikler ve işverenlerin ya da çalışanların ek- sikliği, bireysel sorumsuzluğu, duyarsızlığı, bilgi- sizliği, niyeti vb. gibi algılattıran devlet; hukuku her fırsatta biraz daha geri noktalara taşıyor.

“İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” KANUNU

AB’nin Çerçeve Direktifi (89/391/EEC) ile bir- likte ILO’nun “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” 155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmet- lerine İlişkin” 161 sayılı sözleşmeleriyle uyumlu 6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği” Kanunu 20 Haziran 2012 tarihinde kabul edildi.

Kanun daha tasarı halindeyken alandaki de- ğişik beklentiler adeta panayır ortamında gibi rengarenk düşüncelerin birbirinden bağımsız uçuşmalarına dönüşmüştü. Bir kesim Cumhu- riyet tarihinde ilk kez bizimle ilgili de bir yasa çıkıyor diye sevinirken, alanla ilgisinin ne olduğu bilinmeyen piyasacılar son hazırlıklarını dosyalarına eklemiş, gün ağarmadan Resmi Gazete yayınını bekler olmuştu. ÇSGB, herkesi kapsa- yacak, kazası ve meslek hastalıkları azalacak vb. balonlarla gökyüzünü renklendirirken, sen- dikalar, yeraltında çalışıyormuş gibi durumdan habersiz izlenimi veriyordu. TTB ve TMMOB kendilerini akıntıya kaptırmış, bu bir başlangıç, devamı gelir yaklaşımı ile resmi ideolojiye uy- gun gündem oluşturuyordu…

Ve Kanun onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlandı… Çok geçmedi, 2013 ve 2014, iş kazala- rının, bırakın cinayetlerini, işçi katliamlarına dönüştüğü yıllar oldu. Artık sağlığı ve güven- liği hizmetini alan da veren de memnun değil- di. Hizmet alan “hizmet alamadığını” söylerken, hizmet veren “haksız rekabetle kazanç sağlanı- yor” söylemleriyle ateş püskürüyordu. Ortada ne eğitim vardı, ne de işyeri sağlık hizmeti. İş kazaları görülmediği kadar artmış, meslek has- talıkları ise görülmediği kadar “azalmış” ve en az tespit edildiği döneme girmişti.

“İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı” tartışmaları yaklaşık 20 yıl öncesinden başla- masına rağmen, Tasarı Meclis’e indiğinde siyasi partiler ve sendikalar nedense hazırlıksız yaka- landılar. Kanun Tasarısı tartışmalarında; TTB adına ÇSGB hazırlık toplantılarına, KESK ve DİSK adına TMMB Komisyon toplantılarına katılan ve gelişmeleri yakından gözleyen birisi olarak çok söz söylemem olasıdır. Ancak, işçi sağlığı adına gördüğüm sefaletin alana yansımalarının kabul edilebilir olmayacağı olasılığı üzerinden de az söz söylemek daha doğru olacak diye düşünmem gerekiyor. TMMB Komisyon çalışmalarında “işçi sağlığı” tartışılırken sadece işçinin konuşul-madığı, AB uyumu adına yukarıda bahsettiğimiz belgelerin birebir çevirisinde yanlış çeviri yaparsak eleştiri alırız (kimden?) sözlerinin ön plana çıktığı bir garip ortamda TTB ve TMMOB uzman görüşü yerine hukukçusu ile temsiliyet üzerinden yetmez ama şimdilik evet ya da en azından başlangıç, devamı gelir” yaklaşı- mı ile Çalışma Bakanı’na teşekkür ederek bir madde bile değiştirsek iyidir diye umutlanarak, dosyalarla takdim ettikleri maddeler üzerinden değişiklik önerilerini sunduklarında, Bakan Fa- ruk Çelik’in rahatlamasını görmemek mümkün değildi. Diğer taraftan değişiklik önerilerinden bırakınız tek bir cümleyi, tek bir kelimenin dahi kanun taslağına girmediğini gördük.

KESK ve DİSK, sorundan habersiz halleri nedeniyle ilk çağrıya uymamaları üzerine top- lantıdaki kinayeli eleştirilerden sonra, ikinci top- lantıya katılma kararı aldılar. Ne söyleyeceğiz?sorusunun cevabını vermeye zorlanan her iki konfederasyonun birlikte sözcülüğünü yapmak zorunda kaldığım toplantılar, biz de temsil edil- dik boşluğunu tamamlamaktan öte bir anlam ifade etmemişti. Diğer taraftan, CHP ve BDP’den gelen brifing beklentisi karşılanmasına rağmen toplam katılım üç kişiyi geçmemişti.

Komisyon çalışmaları devam ederken TİSK boş durmadı; 25 Nisan 2012de İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun TasarısıSemineri adı altında düzenlediği toplantıda işverenler ve Bakan dahil Bakanlık bürokratlarını bir gün boyunca ikna odalarına” aldı. Konuşma çözümleri yayınla- nan (TİSK, Yayın No: 322) bu toplantıda, TİSK ve ÇSGB’nin dişe dokunmayan konular hariç ne kadar uyum içinde oldukları net olarak ortaya çıkmıştı. TİSK Başkanı Tasarıyla ilgili genelinde bir olumsuz görüşümüz yokderken, seminerde değerli “bilim” adamları dahil muhalif tek tek görüş dahi sunulmamış, muhalif olması bekle- nen kimi davetliler de ağzını dahi açmamıştı.

Kanun gerekçesinde, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle, yasanın çıkması halin- de kazaları ve meslek hastalıklarının azala- cağı iddia edildi. Açıkça söylenmeyen iddia ise, verimlilik artışı”yla ilgiliydi. Verimlilik artışı iki şekilde gerçekleşebilirdi; birincisi, üretim artışı, ikincisi işçi sağlığı ve güvenliğinden “tasarruf ” olarak. Beklenen gerçekleşiyor; “verimlilik” sermayenin kasasına, “tasarruf ” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/emekçinin mezar taşına yazılıyor. Kanun, iş güvencesinin olmadığı bir ülkede işyeri he- kimi, iş güvenliği uzmanı ve işçi ile emekçilere işvereni/sermayedarı Bakanlığa şikâyet etme “hakkı”nı verdi! Kanun’da geçen işçi ve emek- çinin “çalışmaktan kaçınma hakkı” ve “çalı- şanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi “haklar” iş güvencesinin yasal güvence altına alınması halinde üzerinde konu- şulabilir, aksi halde işçinin/emekçinin “işten atıl- ma hakkı”ndan öteye gidemez.

İş Kanunu ile tanımlanan esnek işyeri kav- ramı ile işyeri ve işçi sağlığı” kavramlarının kapsamı değişirken, işyeri, sınırları tanımlanmış bir mekan olmaktan çıkartıldı. Sanal işyeri ta- nımı gündeme gelirken, işçi sağlığı ve güvenliği anlayışı da değişti. Mevzuat tümden yenilenerek işçi yerine çalışan kavramı getirildi.

Hukuk geleneği yasalarda öngörülen açılım- ları tüzük ve yönetmeliklere bırakırken, 6331 sayılı Kanun, yasama ve yürütme yetkisini tek elde toplayan, sorunun taraflarını dikkate al- mayan yeni hukuk anlayışı geliştirerek, yani hukuku esnekleştirerek, doğrudan yönetme- liklerle açılım sağlamaya çalıştı. Bakanlık, işçi sağlığı ve güvenliği konusunda sürekli yönet- melik değişikliği yaparak el yordamı ile yolunu bulmaya halen devam ediyor. 1980 sonrasında

Kanun gerekçesinde, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle, yasanın çıkması halinde iş kazaları ve meslek hastalıklarının azalacağı iddia edildi. Açıkça söylenmeyen iddia ise, “verimlilik artışı”yla ilgiliydi. Verimlilik artışı iki şekilde gerçekleşebilirdi; birincisi, üretim artışı, ikincisi işçi sağlığı ve güvenliğinden “tasarruf” olarak. Beklenen gerçekleşiyor; “verimlilik” sermayenin kasasına, “tasarruf” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/ emekçinin mezar taşına yazılıyor.

23 yıl aynı yönetmelik yürürlükte kalmışken, 2003 sonrasında bu alanla ilgili yedi defa yö- netmelik düzenlendi: “İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hk. Yönetmelik” (RG: 16.12.2003 ta- rih ve 25318 sayılı), “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hk. Yönetmelik” (RG: 15.8.2009 tarih ve 27320 sayılı), “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yö- netmeliği” (RG: 27.11.2010 tarih ve 27768 sayılı), “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeli- ği” (RG: 29.12.2012 tarih ve 28512 sayılı). “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” (RG: 18.12.2014 tarih ve 29209 sayılı), “İşyeri Hekim- lerinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hk. Yönetmelik” (RG: 27.11.2010 tarih ve 27768 sayılı) ve “İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Perso- nelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri

Hk. Yönetmelik (RG: 20.07.2013 tarihi ve 28713 sayılı). Bu yönetmelikler arasındaki farklar in- celendiğinde, hizmetin niteliği, işçinin sağlığı vb. konularla ilgili değil, piyasa dinamikleri ve dengeler üzerinden yapılan değişikliklerin ön planda olduğu görülecektir.

İŞYERİ SAĞLIK HİZMETLERİ VE OSGB ÜZERİNDEN “DENETİM”

Çalışma yaşamı, sosyal güvenlik ve sağ- lıkla ilgili planlanan düzenlemeler içerisinde doğrudan işyeri sağlık ve güvenlik hizmetlerini yok sayan bir ifadeye rastlanmıyor. İşyerinde yapılması zorunlu olan koruyucu ve önleyici işçi sağlığı ve güvenliği hizmetinin dışarıdan uzman kişi veya kuruluşlardan(OSGB Siste- mi) alınması önceleniyor. İşverenin doğrudan işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı çalıştır- ma görevi neredeyse ortadan kalkıyor. İşye- ri hekimi cephesinden baktığımızda; yapılan düzenlemeler, işyeri sağlık birimini sembolik, işyeri hekiminin görev ve yetkilerini gösterme- lik hale getirirken, çalışma ortamında hizmet sınırlanıyor ve gereksizleşiyor.

Sistemin kırıntıları üzerinden hesaplar ya- parak önceden hazırlanan OSGB’ler, 6331 sayı- Kanunu büyük umutlarla beklediler ve ayak- ta alkışladılar. Kısa zamanda Türkiye’nin dört tarafı OSGB ile doldu. Ancak uygulamayı ve neticelerini gördükçe hayal kırıklığı yaşadılar. Kalitesiz hizmet ve dolayısıyla haksız rekabet kazançları düşürürken, iflaslar başladı. Buna rağmen 2015 yılı başında Türkiye’de yetkilen- dirilmiş OSGB sayısı 2111 olarak yayınlandı.

Yasanın uygulamasıyla Tabip Odaları tara- fından yürütülen işyeri hekimi atama ve onay hizmetlerinin usul ve esasları yeniden belirlen- di. Yasa, onay yetkisini Çalışma ve Sosyal Gü- venlik Bakanlığı’na verdi. Bakanlığın açıklama- dığı “gizli” beklentisi denetimlerin bir tür özel- leştirilmesiyle ilgiliydi. Hiçbir zaman denetim kadrosunu tamamlamayan ve tamamlama gibi bir çabası da olmayan Bakanlık, denetimlerin sorumluluğunu işverenlere ve onların hizmet alımı için tercih ettiği OSGB’lere bırakmak is- tiyordu. Böylece denetim sorunu kendi içinde

“otokontrol” mekanizması ile çözülecek; Ba- kanlık yükümlülüğü işverenlere, işverenler so- rumluluğu OSGB’lere, OSGB’ler de güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, ve diğer işyeri sağlık görevlilerine bırakacaktı. Bakanlık, hem dev- let görevini yapıyor izlenimi yaratacak, hem de sermayenin paylaşım beklentisinde üzerine düşen görevi yapacaktı. Mevzuat, işverenlerin yükümlülüklerini artırırken, bir taraftan kapi- talist sistem içerisinde eşitsizlikler yaratarak belirli “standartları” yakalayan işverenleri öne çıkartıp, belirlediği standartları yakalayama- yanları daha aşağılara çekerek pastada büyük payı büyük sermayenin almasını sağlayacaktı. Küçük sermaye gruplarının yasada belirlenen “iş sağlığı ve güvenliği” sorumluluklarının mali külfetini karşılaması mümkün olmadı- ğından, piyasada rekabet gücünü de yitirecek, büyük sermaye ile küçük sermaye arasındaki makas açılacaktı.

Diğer bir durum da, 10dan az işçi çalıştıran işyerlerinde sağlığı ve güvenliği gi- derlerinin kamu tarafından, başka bir ifadeyle sigortalı işçilerden toplanan primler üzerin- den karşılanması tartışmalarıdır. Türkiye’de 1-9 arası işçi çalıştıran toplam 1.377.924 işye- ri bulunuyor, bu rakam toplam işyeri sayısı- nın %85,2’sini oluşturuyor. Bu işyerlerinde toplam 3.718.766 işçi istihdam edilmiş, yani toplam sigortalı işçi sayısının %29,8’i bu tür işyerlerinde çalışıyor (SGK 2013 yılı istatistik- leri). Bakanlık bu sorumluluğu üstlendi, ara- dan da 3 yıl geçti. Henüz bir ses yok!

Bu kurguya örnek olabilecek inşaat sektörü başta büyük sermaye gruplarında ana işveren çalışanlarını yüksek ücret vererek destekler- ken, işçi sağılığı ve güvenliği hizmetlerinde de daha yüksek standartları tanımlayabiliyor. Bu standartlar üzerinden uluslararası belgeler alırken, alt işverenlerde kuralsızlık ön plana çı- kıyor, düşük ücretli ve işçi sağlığı ve güvenliği hizmeti al(a)mayan işçilerin toplam sayısı yüz- de 90’ları geçiyor.

Bakanlık, kurgunun uygulama alanı bula- bilmesi için iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve işçilere “işvereni Bakanlığa şikayet hakkı”

tanıyarak, onları işverene karşı “koruma” an- layışı üzerinden mevzuat oluşturdu. Ancak, kurgu uygulama alanı bulurken, alanı düzene sokmak yerine tamamen karıştırdı. Piyasadan alabilen OSGB’ler bu alanı bilen kişilerin değil, parası olup, Bakanlık ile iyi geçinenlerin eline geçti ya da işi bilenler piyasa koşulla- rında rekabet edemedi. Hizmet karşılığı alınan ücretler kıran-kırana aşağı çekilirken, işveren- OSGB uyumu ile hizmet vermeden evrak üze- rinden bitirme anlayışı egemen oldu. İş yap- mak çabası ile işe sarılan, ancak güvencesi olmayan güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer profesyoneller kendi aralarında “uyum” sağlayan işveren-OSGB işbirliğini kıramadı, işverenin istemediği kişiler (sözleşmelere gi- ren yaptırım gereği) OSGB tarafından hemen o işyerinden çekildi. İşçiden yana tutum be- lirlediğinde işinden olan profesyoneller, etik olmayan tercihler üzerinden işveren-OSGB iki- lisi tarafından belirlenen usulleri kullanırken, işi yapıyormuş gibi gösterip işe giriş raporu, güvenliği eğitimi, kişisel koruyucu donatım ile ilgili belgeleri işçiye imzalattırarak tüm so- rumluluğu da emeğini satmaktan başka seçe- neği ve güvencesi de olmayanlara yükleme- ye başladılar.

Özetle; kapitalist sistemin profesyonelle- re yüklediği çağdaş misyon işçinin verimli olmasını sağlamak” işyeri hekimi için tanım- lanan “koruyucu sağlık hizmeti” geliştirici, sağaltıcı ve rehabilite edici görevi görmezden gelmeyi gerektiriyor. Kendi alanında veya pi- yasada bulamayan meslek grupları “işyeri hekimi” veya “iş güvenliği uzmanı” olarak ortaya çıkarken, işçiyi çalışma ortamından değil “işvereni işçiden koruyan” işverenin şö- valyeleri gibi çalışır oldular. Hemen hemen tüm işyerlerinde istihdam edilen ve işyerini halka karşı koruyan “özel güvenlik” görevlileri gibi işvereni ve üretim araçlarını güvencesi ol- mayan işçiye karşı koruyan OSGB’ler sitemin güvencisi haline getiriliyor. Ancak, işçinin verimliliğini artırmahedefine kilitlenen poli- tikaların bedeli işçiye kazası, meslek hasta- lığı veya işçi cinayeti olarak dönüyor.

KAPİTALİST SİSTEMDE TOPLUMDAKİ EŞİTSİZLİKLER; İŞ KAZALARI, MESLEK HASTALIKLARI VE İŞÇİ CİNAYETLERİ

İş kazaları, meslek hastalıkları ve işçi cina- yetleri kapitalist ekonomik düzendeki eşitsizlik- ler sonucu karşımıza çıkıyor…

Yasal düzenlemelerdeki “iş kazası” ve “mes- lek hastalığı” tanımı türlü türlü manipülasyonun yapılmasına zemin hazırlayarak gerçek rakamla- rın gizlenmesini sağlıyor. Birçok kaza “istatistik- ler” içerisinde yer almazken ile ilgili hastalık- lar” da kapsam dışı kalıyor.

Kapitalist sistem, çarkı daha ucuza döndü- rebilecek yöntemler geliştiriyor. Kazalara “önle- yici” yaklaşım ve meslek hastalıklarında “erken tanı” çalışmaları maliyet unsuru olarak görülür- ken, meslek hastalıklarının tanı mekanizması da “bilinmez” gösterilerek işçinin korunma hakkıgözetilmiyor. Toplumsal eşitsizlikler ön plana çı- karken, ucuz emek yağması sonucu sermayenin emeğin ürettiği artık değere el koyması kaçınıl- maz hale geliyor. Bu kurguda; emekçi çaresiz kaldığı durumda resmi ideolojiye boyun eğer- ken; esasen işçiyi korumakla yükümlü, ancak varlık gerekçesi kapitalist sistemin kendisi olan işyeri hekimi ve iş güvenliğini yürütecek disip- linler sermaye değirmenine su taşıyorlar ya da taşımak zorunda kalıyorlar.

İş kazaları, kapitalist sistemin daha fazla artı-değer dürtüsü üzerinden değil de “ani ve beklenmedik olay” olarak; meslek hastalıkları ise bilimsel anlamıyla değil de “sigortacılık” an- layışıyla değerlendirildiğinde, ortada hukuksal anlamda bir sorun kalmıyor! Mevzuat 5510 sayılı Kanun ile sigortalının haklarını asgariye indirir- ken, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ise “mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çı- kan” her türlü hastalığı “meslek hastalığı” olarak tanımladı. İki kanun bütünlüklü olarak yorum- landığında; Çalışma Bakanlığı, bir taraftan tüm çalışanların meslek hastalığını kabul eden bir görünüm vermek istiyor, diğer taraftan da dün- yada ironi konusu olan “meslek hastalıklarında en iyi ülke Türkiye” imajını da değiştirmek, yani meslek hastalığı sayısını yüksek göstermek istiyor. Başka bir ifadeyle; meslek hastalığı sayısını artırırken, 5510 sayılı Kanuna koyduğu engellerle tazmin boyutunu görmezden gelecek.

Kapitalist sistem, kendi içinde “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlikler” oluş- turarak “haksız rekabeti önleyecek yeni bir düzen” kurmaya çalışıyor. Şöyle ki; 5510 ve 6331 sayılı kanunlar, “işverenlere yaptırımları eskine göre göreceli olarak artırdı” diyebili- riz; ancak, kapitalist sistem faturası çalışana kesilmek üzere işverenleri de “terbiye” etme gereksinimi duyuyor. Örneğin, ISO, OHSAS, TS (18001) vb gibi bazı standartlara uymak ve bazı belgeleri almak gerekliliği sermaye grup- ları arasında rekabet ortamı yaratırken, daha güçlü sermaye grubu daha zayıf olanı dışlıyor. Diğer bir anlatımla, hammadde, enerji vb. üze- rinden “eşitsizlik” yaratabilmenin koşullarının ortadan kalktığı bir dönemde, işgücü maliyeti ile birlikte “iş sağlığı ve güvenliği” üzerinden “eşitsizlik” yaratılabiliyor. Bu kurguya uygun olarak hazırlanan AB ve ILO gibi kurumların uluslararası referans normlarından yola çı- kılarak hazırlanan 6331 sayılı Kanun yeni bir düzen kuruyor. Bu düzene göre, sermayedarlar “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri he- kimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyo- nelleri görevlendirmekle yükümlü kılınıyor. Bu görevlendirme piyasa koşullarında OSGB’ler aracılığıyla yapılıyor. Kanun’un öngördüğü “genel önleme ve koruma politikası” esasen “eşitsizlik” sağlamak üzere söz konusu profes- yonellerin “çalışanlara talimat prensibi” üze- rinden şekilleniyor. “Talimatlar” işçiye tebliğ edildiğinde, işin “güvenli” bir şekilde yapılma- sının sorumlusu “işçi” olacak! Bu işlemlerden sonra, olası meslek hastalığı durumunda, fatu- ra talimata uymayan(!) işçiye kesilecek… Baş- ka bir ifadeyle; kapitalist sistem, işveren so- rumluluğunda da olsa, işçiyi, çalışma ortamın- dan kaynaklı hastalıklardan dün de, bugün de, yarın da korumayacak, çünkü sermaye “işçinin sağlığının ertesi gün çalışabileceği kadar ko- runması gerektiği” anlayışına inanmak istiyor.

Devlet, olası kazası veya meslek hasta- lığı durumunda “tazminat” ve “sigortacılık” boyutunu öne çıkartarak sermayeyi bedel öde- mekten kurtarıyor. Sermayenin koruyamaması nedeniyle ortaya çıkan meslek hastalıklarının mali yükü bugüne kadar SSK üzerinden dev- lete kesildi, bundan sonra da başarabildikleri ölçüde emeğe/emekçiye, yani topluma yük- lenecek. Bu nedenledir ki, sınıfsal çelişkiler üzerinden insan sağlığının nasıl belirlendiğini görmek olasıdır; meslek hastalıklarının tanı ve tedavisi ile kapitalizm arasındaki ilişki “emek- sermaye çelişkisinin merkezinde” aranmalıdır. Meslek hastalıklarının ekonomi politiği top- lumsal yönüyle ele alındığında; emeğin değeri- nin düşürüldüğü, işsizliğin artırıldığı, enformel çalışmanın teşvik edildiği, emeğin örgütsüzleş- tirildiği, güvencesizliğin arttırıldığı vb. durum- larda emekçi sınıflar üzerinde bir denetim ve baskı aracı olan devletin bu alandaki tercihleri de daha anlaşılır hale gelmektedir.

SAĞLIKLI EMEK İÇİN “İŞÇİ YAKLAŞIMI” VE YEREL YAPILANMALAR

DİSK, KESK, TMMOB ve TTB tarafından 2-4 Aralık 2011 tarihlerinde yoğun işçi katılımıyla gerçekleşen IV. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kongre- si, Esnekleşme ve İşçi Sağlığı teması ile sağlık- lı çalışma hakkını savunarak, emek cephesinin güç kazanmasını sağlayacak ve ‘örgütsüzlük’ en- gelini ‘direnç’ göstererek aşacak kararlılıkla top- landı. Çeşitli alanlarda çalışan ya da çalışırken mağdur olan emekçiler veya yakınları kürsüyü kullanma ve sorunlarını dillendirme olanağı bul- du. Kongre, bölgelerde, havzalarda ya da değişik meslek gruplarında mücadele ve örgütlenmeyi; beyaz ya da mavi yakalı, kol ya da kafa emek- çisi, memur ya da işçi vb. ayrımları reddederek, her kişi ve kurumun birlikte oluşturacakları “ye- rel yapılanmalar” aracılığıyla gerçekleştirmeyi öngördü. Sağlıklı emek için sınıfın bileşenlerini mücadele içinde birleştirmek zemininde, aşağı- dan yukarıya yerel yapılanmaların sürdüreceği faaliyetin merkezi koordinasyonunun oluşturul- ması kabul edildi.

Kapitalizmin emeğin sağlıklı olma hakkı”nı yok sayan sermaye egemenliğine karşı emeğin kolektif cephesinde soruna tabandan sahiplene-

cek emekten yana örgütlenmeler; “mücadeleci sendikalar” ile diğer sendikalarda yalnızlaşan “mücadeleci bireylerin” ya da “örgütsüz/kayıt- sız” yalnızların bu alanda yalnızlaşan meslek örgütleriyle birlikte oluşturacağı ve sürece yeni bir devinim kazandıracak “İşçi Sağlığı Meclis- leri” metropol illerde çalışmalarını sürdürüyor. Ancak, emek cephesini harekete geçirebilecek ve “işçi yaklaşımı” ile çalışma koşulları ile ilgili sistemi sarsacak organizasyonla sendikalar da dahil, konuya taraf olan örgütlü-örgütsüz her türlü gücün “yerini belirlemesini” sağlayacak ya- pılanmalar çalışma yaşamında henüz yeterince karşılık bulamadı.

SONUÇ

Kapitalist sistemin savunduğu değerlere kay- gıyla-kuşkuyla bakmak deneyimlerimizin bize öğrettiklerindendir. Kapitalizm, “iş sağlığı ve gü- venliği” yaklaşımıyla tespitlerimizi doğrulayarak “işçilerin, çalışma kapasitesi ve işin üretkenliği ile çalışma yaşamının zorluklarıyla başa çıka- bilme yeteneklerini artırmak” istiyor. İşletmenin verimliliği, ülkenin kalkınması meseleleri önce- lendiğinde beklenenler yaşanıyor; işyerlerindeki meslek hastalıkları da dâhil, “öldürücü riskler” ekonomik kalkınma için “kabul edilebilir” hale getirilirken iş kazaları ve işçi cinayetleri giderek artıyor. Çaresizliği öğrenen ve kendi emeğine ya- bancılaşan “işçi sınıfının algısı yönetilerek eme- ğin kontrolü sağlanıyor” ve dolayısıyla işçinin “üretimden gelen gücü” sönük kalıyor.

Bu kurguyu bozabilmek için sınıf mücadele- sinin en keskin, en öldürücü yaşandığı işçi sağ- lığı alanında yapılması gereken; işçinin “sağlıklı

emek” ekseninde “artı-değer sömürüsüne karşı duran” siyasi/ideolojik donanımının sağlanma- sıdır. Donanımlı işçinin öğrenirken öğretmesi”, bu anlamda işçilerin sağlığının işçiler tarafın- dan korunması işçilerin kendi görevidir. Küçük burjuva aydınlarına düşen görev “işçinin bilme hakkı”nın gözetilmesidir.

Türkiye’de kronolojik sıralamayla “işçi sağ- lığı kavramı” üzerine yapılan bu tartışma; işçi sağlığı alanında bugüne kadar yapılmayan sos- yal politika tarihine ve bu konudaki tartışmala- rın dinamik olarak sürdürülmesine katkı sunma amacını kurguladı. Bu tartışmada; polemik ya- ratmaktan öte, mevcut birikimi toparlamak, so- runun sınıfsal özüne ulaşmaya çalışmak ve bu birikim üzerine tüm taraflarca emekten yana yeni katkılar eklenerek birlikteliğin sürdürülmesi yönünde çaba sarf etmek anlamı yüklüdür.

Türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı üzerine -2

1980 ÖNCESİNDE İŞÇİ SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI

Türkiye’de “İşçi Sağlığı” Kavramı Üzerine ya­pılan kurgunun birinci bölümünde, 1980 askeri faşist darbesine kadar değerlendirilmişti. Birinci bölümün yayınlandığı ve 1980 döneminin işçi sağlığına verdiği zararı yazmaya çalıştığımız gün­lerde işçi sağlığına en fazla zarar veren eli kanlı işçi düşmanı faşist diktatör, “biraz daha yaşama­lı” dediğimiz günlerde bedenen kurtuldu!

Kapitalizmin 1970 sonrasında derinleşen ekonomik krizi ile birlikte yükselen mücadele ve örgütlenme çabalarının sermayenin kaygısı­nı artırdığı dönemde; devlet-sermaye işbirliğiyle “ekonomik istikrar tedbirleri” gündemli 24 0cak kararları “siyasi istikrar” adına 12 Eylül 1980 dar­besi ile uygulamaya konuldu. Amaç ekonomik kriz ile birlikte işçi sınıfının örgütlü yapısından kurtulmaktı. Darbe öncesinde işçi sınıfı korku­su yaşayanlar, darbe sonrasında korkunun esiri oldular; süngü zoruyla grevler kırıldı, sendikalar kapatıldı, sendikalılar cezaevlerine dolduruldu…

Grev ve toplu iş sözleşmeleri engellenirken, sendikalaşmanın önünü kesmek için baş tacı ya­pılan taşeronlaşma hem özel hem de kamu sek­töründe sermayenin can simidi oldu; sendikalar ve sendikalarla ilgili haklar yok edilirken, işyer­lerinde sağlık ve güvenlik önlemlerine de büyük darbe vuruldu. Mevzuatta koruyucu sağlık hizme­ti ile ilgili organizasyonun elliden az işçisi olan iş­yerlerinde zorunlu olmaması, ülkede işyerlerinin yüzde 98’inde işçi sayısının taşeronluk sistemi marifetiyle elli sınırının altına çekilmesini sağla­dı. Sağlıksız ve güvenliksiz çalışma ortamı daha da kötüleştirildi. Taşeronlaşma, daha sonraki dö­nemde esnek çalışmanın da gündeme gelmesiyle; insan emeğinden en fazla yararlanma amacına uygun organize olurken, örgütsüzlüğün ve sağ­lıksızlığın olumsuz koşullarını oluşturarak emeği savunmasız bırakmanın da aracı oldu.

Darbe sonrasından bugüne emek örgütleri­nin etkisizleştirilmesi ve ücretlerin sefalet sınırla­rına indirilmesine paralel olarak; sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine ulaşımın önündeki engel­ler birbirini sürekli olumsuz etkileyen faktörler haline dönüştü.

DİSK ve TTB örgütlülüğü üzerinden 1980 öncesinde başlatılan işçi sağlığına yönelik ça­lışmalar alanda olumlu etki yaratmış, sendikal örgütlenmede de karşılığını bulmaya başlamış­tı. DİSK, 1979 yılında yayınladığı İşçi Sağlığı İş Güvenliği kitabının (DİSK Yayınları: 31) Önsözü: “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği sorunu bugün işçi sınıfının mücadele gündemindeki en önemli so­runlardan biridir… DİSK, bu alandaki mücadele­sini Türkiye işçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin doğrultusunda sür­dürmektedir…” iddiasını koyarak bu yayının tüm sendikalı işyerlerinde “temsilciler ve işçiler için iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı, işçile­rin daha sağlıklı yaşamları için verdikleri müca­delede ‘el kitabı’ olmasını” istemiştir.

Kitapta istatistiklere yer verilirken “Türki­ye’de her gün 5 sigortalı işçi iş cinayetleri so­nucu ölmektedir… bu ölümler iş kazaları adı altında gözlenen iş cinayetleridir” diyor. Bugün de öyle! DİSK o yıllarda durumu “sanayideki iç savaş” olarak yorumlamaktadır. Son 35 yıllık dönemde cinayetler kesintisiz devam etmesine rağmen, resmi ideoloji DİSK de dahil emekten yana bakanların gözünü perdelemiş, o günden bugüne unutturulan “iş cinayetleri” kavramı son zamanlarda -DİSK de dahil- yeniden kulla­nılmaya başlanmıştır. Meslek hastalıklarında da durum aynıdır. 1977’de 392 meslek hastalığı SSK kayıtlarına geçmişken, 2012 yılında SGK kayıtla­rına geçen meslek hastalığı sayısı ne tesadüftür ki 395 olmuştur.

DİSK, “işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu üre­tim biçiminden ayrı ele alınmaz” tespitini yapa­rak vurguyu daha derin analizlerle sürdürüyor; “işçi sağlığı, işçilerin bedensel, ruhsal ve toplum­sal tam bir iyilik halidir… işyeri sınırları ile dört duvar arasına sokulacak bir sorun değildir… işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu üretim güçlerinin gelişiminden, üretim ilişkilerinden, özellikle üre­tim araçlarının özel mülkiyetinden, kısacası üre­tim biçimlerinden ayrı ele alınabilecek bir sorun değildir.” Sorunun sadece doktorlar tarafından teknik önlemlerle çözülemeyeceğinin altını çi­zerken “toplumsal-ekonomik boyutlu bir sorun­dur. Siyasal iktidar sorunudur… Kısacası üretim biçimlerinden, üretim biçimlerinin değişiminden ayrı ele alınamayacak bir sorundur” ifadesiyle neden-sonuç ilişkisini kuruyor. Bugün sendikalar ve meslek örgütleri bu ilişkiyi kurmakta zorlanır­ken, resmi ideolojinin gölgesinde sorunun çözü­münü başka bir mecrada arıyorlar.

AZINLIKLARIN KÂRI ÇOĞUNLUĞUN SAĞLIĞI İLE ÇELİŞİR

Uzlaşmaz sınıf çelişkilerine göndermeler yapan DİSK’e göre; iş güvenliği konusunda “iş kazalarında yüzde 80-85 insan faktörü, yüzde 15-20 teknik faktörler sorumludur” veya “iş ka­zalarında yüzde 98 insan faktörü sorumludur” cümleleri ağızlarda sakız olan ve araştırma desteği olmayan sermaye söylemleridir. DİSK kitabında; “Çalışma Bakanlığı’nın iş kazalarının yüzde 80’inin “beşeri faktör”den yani çalışanla­rın dikkatsizliğinden ileri geldiği” ve “iş kazaları ve meslek hastalıklarının çalışma hayatının ka­çınılmaz riskleri, tehlikeleri olduğu” sermaye­darın bazı cüretkâr temsilcilerinin daha da ileri giderek “kaçınılmazlık teorisi” geliştirdiğini be­lirtiyor. “İşyerlerinde kaza olması doğaldır, ka­çınılmazdır, yoksa işyerlerini kapatmak gerekir”

ifadesi bugünün Çalışma Bakanı, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı söylemleriyle ne kadar da aynı­laşmış! “İkisinden birini seçeceksiniz: Ya iş kaza­sı ya da işsizlik” söylemi o gün de bugün de hep aynı değil mi?

DİSK, sorunun kişiselleştirilemeyeceğini be­lirterek devam ediyor; “işçi sağlığı ve iş güvenli­ği sorunu yalnız işyerlerinin değil, tüm toplumun sorunu… mülkiyetin ve kâr dürtüsünün egemen olduğu kapitalist düzende işçi sağlığı ve iş gü­venliği sorunu bir genel sağlık sorunu değil “ar­tan maliyetler” sorunu olarak ele alınmaktadır. Özel mülkiyet temeli üzerinde yükselen kapitalist toplumun en temel dürtüsü kâr’dır. Kâr, daha fazla kâr, en fazla kâr…”

Kapitalist sistem, “işçinin ve doğanın en hunharca biçimde sömürülmesi” nedenselliği üzerinden patronun kârını artırmaktır amacıyla “neyin, ne ile, ne kadar üretileceğine karar veren üretim tekniklerini, çalışmanın süresini ve hızını, üretim hacmini” belirlemektedir. Bu anlamda devamında; “İş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemeye yönelik her harcama kâr dürtüsü ile çelişebilir. Kapitalistler üretim maliyetlerini dü­şürmek ve kârlarını artırmak için her yolu de­nerler. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçi sınıfının çıkarları ile kapitalist sınıfın çıkarları ka­pitalist topluma ilişkin her sorunda olduğu gibi taban tabana zıttır. Azınlığın kârı çoğunluğunun sağlığı ile her yönden çelişmektedir” sonucuna ulaşılmaktadır.

DİSK, Karl Marx’tan alıntı yaparak; “Benden sonra Tufan her kapitalistin ve bütün kapitalist ulusların parolasıdır. Demek ki, sermaye toplu­mun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da, yaşayacağı ömrün uzunluğu­na karşı da vurdumduymazdır. Maddi ve manevi yozlaşmaya, erken ölüme, aşırı çalışma işkencesi konusundaki feryatlara şu karşılığı verir. Bizim kârlarımızı artırdığı için bunlara üzülmek mi gerekir?” tespitlerine yer veriyor. (Kapital, I.cilt, s.293, çeviri; A.Bilgi, Sol Yayınları)”

DİSK’e göre özetle; üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinde yükselen kapitalist sistemde “işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçiler ile patronlar arasında çıkar birliği” değil “çatışma” vardır. Mevcut yasa ve yönetmeliklerin bu çatış­mayı önlemeye yeterli olmadığını belirten DİSK bugün için de geçerli olan; “Kapitalist sınıfın kâr dürtüsü ile giriştiği sömürüyü artırıcı yöntemler iş kazalarını ve meslek hastalıklarını artıran, iş­çilerin sağlığını bozan etkenlerin başında gelir. Emeğin yoğunluğunu ve verimliliğini artıran çeşitli çalışma biçimleri fazla çalışma, vardiyalı çalışmalar, işçilerde aşırı yorgunluk ve gerilim yaratır. Zararlı kimyasal maddelerin bulunduğu ortamlarda daha uzun, daha yoğun kalmaları meslek hastalıklarını artırır” tespitlerini yapıyor.

1980 öncesindeki DİSK’in aşağıdaki ifadeleri bugün sendikalar kullanmaktan kaçınsa da du­rum aynıdır: “Yasa ve yönetmeliklerin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında işverenlere yüklediği her görev işletmelerin masraflarının biraz daha art­ması, iş kazasını azaltacak her yeni makine pat­ron için yeni bir yatırımdır… Patronlar sakatlık, körlük, sağırlık, hastalık, ölüm bahasına elde et­tikleri kârlarını hiçbir nedenle azaltmak istemez­ler. Kapitalist sınıf sağlık sorunu ile ancak sağlık konusunun tatlı bir kâr alanı olarak görüldüğü zaman ilgilenmektedir. Üretim sırasında zehirli olduğu, kansere yol açtığı iddia edilen maddeleri değiştirmek ya da üretimden vazgeçerek patron­lar için kârlarından olmaktır…” Bugün değişen bir şey var mı?

Kapitalizmde sağlık hizmetlerinin tatlı kâr alanı olduğunu vurgulayan DİSK, “Tüm kapita­list ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de koruyu­cu sağlık hizmetleri yerine tedavi edici sağlık hizmetlerine ağırlık verilir… Önce insanların hasta olmasına göz yumacaksın, sonra iyileş­tirme iddiası ile ilaç ve malzeme satarak kâr sağlayacaksın… Kapitalist ülkelerde egemen sınıflar kendi yarattıkları hastalıkları iyileştirir­ken kâr etmeye devam ederler. İş kazaları ve meslek hastalıklarını kaynağında önlemeyecek­sin, bunları geçici önleyecek koruma araçları satarak büyük kârlar sağlayacaksın” derken, kâr dürtüsünün insanların sağlığından önce geldiğini belirtiyor.

Dünyada işçi sınıfının tarihsel mücadele içinde sendikal örgütlü çabaları sonucunda işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında sürekli önlemli haklar kazandığını ve yeni gelişmeler yaşandı­ğını tespit eden DİSK; “Bugün de sendikaların büyük bir çoğunluğu işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu ile ilgilenmemektedirler. Bu sendikalar ücret zamlarının iş kazası ve meslek hastalıkla­rının artması pahasına elde edildiğini ya görme­mekte ya da görmemezlikten gelmektedirler. İş kazaları ve meslek hastalıklarının nedenlerine inmeden sonuçları ile uğraşmaktadırlar” diyor.

Sorunun ülkenin diğer sorunlarından ayrı ele alınamayacağını ve “İşçi sağlığı ve iş gü­venliği sorunu gerçek anlamda üretimin top­lumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mül­kiyeti arasındaki çelişkinin ortadan kalkacağı bir toplumda, yani sosyalist bir toplumda çö­zümlenecektir” görüşünü benimseyen DİSK’e göre; “İşçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu siyasi bir sorundur, bir düzen sorunudur… UÇÖ’nun işçi sağlığına ilişkin amacı kapitalist toplumda gerçekleşemez. Sosyalist toplumlarla kapitalist toplumların işçi sağlığı ve iş güvenliğine yak­laşımı taban tabana zıttır. Kapitalizmde temel amaç daha fazla kârdır.” DİSK’in bakışıyla işçi sağlığı ve güvenliği sorunu, “daha fazla kar” dürtüsünün egemen olmadığı, çalışmanın bir zevk olarak ele alındığı, insana en yüksek de­ğerin verildiği bir üretim biçiminde, yani “sos­yalizmle çözülecek”… Ancak, “içinde yaşadığı­mız ekonomik-siyasi koşullarda işçi sağlığı ve iş güvenliği sorununa ilişkin olarak yerine ge­tirilecek önemli görevler vardır… İşçi sınıfı tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu bilerek, yarının bugünlerden kurulacağının bilincinde olarak, işçi sağlığı ye iş güvenliği konusunda kararlı bir mücadele verecek ve bu düzende belli hakları koparta koparta alacaktır.”

Sonuç olarak DİSK; mücadeleyi Türkiye işçi sınıfının kazanacağını vurgulayarak “İşçi sağlığı mücadelesi, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizin bir parçasıdır” diyor ve bugün de etkili olabilecek çözümler öneri­yor; “İşçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin temel ilkelerimizi toplu sözleşmelere koyup gerekti­ğinde yalnızca bu istemler için grev yapmak zorundayız.”

1980 SONRASINDA İŞÇİ SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI

12 Eylül Darbesi sonrasında sendika, meslek örgütleri ve derneklerin kapatılmaları, yönetici­lerinin 4 yılı aşkın bir süre tutuklu kalması tüm çalışmaların da durması anlamına geliyordu. TTB 1985’de genel merkezi İstanbul’dan Anka­ra’ya taşınarak faaliyetlerine başladı. DİSK ise yöneticileri beraat etmesine rağmen 12 yıl bo­yunca kapalı kaldı.

1980-85 arası dönemde sendikacılar varlık gösteremedi, ancak bir grup hekim işçi sağlığı çalışmalarını sürdürüyordu. Dr. Nejat Yazıcıoğlu, Dr. Haldun Sirer ve Dr. Metin Benol tarafından 1985 yılında İstanbul’da İşçi Sağlığı Derneği ku­ruldu. Dr. Veli Lök Derneğin İzmir Şubesi kuru­cusu ve Başkanı oldu. Dernek, 120 işçiye 1 yıl de­vam eden 150 saatlik “İşçi Sağlığı Eğitimi” yaptı. Eğitimler Dernek tarafından sertifikalandırıldı. Dernek ayrıca, Sendikal Araştırmalar, Sendikal Platform, Sendikal Eylemin Sorunları, Asgari Üc­ret vb konularda çalışmalar yaptı.

TTB “YETKİLİ MAKAM”

İş Kanunu gereği 1974 yılında onayla­nan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün 91. maddesi gereğince (6 ay içinde çıkarıl­ması hükme bağlanan, ancak 6 yıl sonra hazırlanan) “İşyeri Hekimlerinin Çalışma Şartları ile Görev ve Yetkileri Hakkında Yö­netmelik” 4 Temmuz 1980 tarihinde kabul edilerek işyeri hekimliği alanını ilk kez dü­zenledi. 1980 öncesi yükselen işçi sağlığı mücadelesi sonucu “darbeye 70 gün kala” Çalışma Bakanlığı’na karşı oluşturulan ba­sınç sonucu Yönetmeliğin Resmi Gazete’de (Sayı 17037) yayınlanması sağlanmıştı. “Sosyal Devlet” ruhunu yansıtan ve ILO ta­rafından “İşyerlerindeki İş Sağlığı Hizmet­lerine İlişkin” 03 Haziran 1959 tarihinde kabul edilen 112 sayılı Tavsiye Kararı dik­kate alınarak TTB aktivistlerinin çabaları ile hazırlanan bu Yönetmelik 1980 darbesi sonrası adeta unutulmuşken yine TTB ta­rafında uygulama alanı buldu.

Bu yönetmeliğin “İşyeri Hekimlerinin Ni­telikleri” tanımlanan 6. maddesinde işyeri hekimi olarak görev alacak olanların sahip olması gereken nitelikler arasında “yetkili bir makam tarafından verilmiş bir işyeri hekimli­ği sertifikasına sahip olmak” hükmünden söz ediliyordu. Çalışma Bakanlığının kış uykusu­na yattığı bu dönemde TTB kendisine “yet­kili makam” sıfatıyla görev vererek; işyerle­rinin tespiti, izlenmesi ve işyeri hekimlerinin atanmaları ile birlikte işyeri hekimlerinin eğitimlerinin düzenlenmesi görevini üstlendi.

TTB İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞYERİ HEKİMLİĞİ ÇALIŞMALARI

TTB, 1985 yılında açıldıktan sonra İstanbul, Ankara ve İzmir tabip odalarında İşçi Sağlığı Komisyonu çalışmaları başlatılmıştı. 1986’da İstanbul Tabip Odasında Genel Sekreter Dr. Nejat Yazıcıoğlu ile birlikte Dr. Metin Benol ve Dr. Haldun Sirer işyeri hekimi sertifika prog­ramıyla ilgili çalışmalara başladılar. 1985 son­rasında geçen 10 yıl içerisinde “işçi sağlığı ve işyeri hekimliği” alanında niteliksel gelişmeler olmuştu. TTB; “işçi sağlığı ve işyeri hekimli­ği” ile ilgili alana ağırlıklı önem verdi ve 1987 yılında 35. Büyük Kongre, “İşyeri Hekimliği Sertifika Programının başlatılmasına ve yasal olarak öngörülen işyeri hekimliği uygulamala­rının yaygınlaştırılıp, desteklenmesi gerektiği­ne” karar verdi.

33 saatlik ilk işyeri hekimliği sertifika kursu 15-27 Şubat 1988’de İstanbul’da gerçekleştirildi. Yönetmelik uygulamalarına karşı TİSK, KİPLAS (Kimya ve Petrol İşverenleri Sendikası) ve düzeni bozulan bazı işyeri hekimleri önce Bakanlıktan iptal talebinde bulundu, sonra Danıştay’a iptal davası açarak TTB uygulamalarından rahatsızlı­ğını ifade etti. Danıştay TTB lehine karar verdi. Bu yönetmelik yine TİSK’in eğitimlerin piyasa­laşması talebi sonrasında Çalışma Bakanlığı’nın kış uykusundan uyanmasıyla 16 Aralık 2003 ta­rihinde yayınlanarak yürürlüğe giren “İşyeri Sağ­lık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” çıkana kadar varlığını korudu. 2003 sonrasında defalarca değiştirilen Yönetmelik eğitimlerin pi­yasa koşullarına uyarlanmasını sağladı (bu ko­nuya tekrar dönülecek).

TTB 1986 yılında işyeri hekimi asgari üc­retini belirleme kararı aldı. 1986 yılında işçi asgari ücreti 29.037 TL iken, TTB işyeri hekim asgari ücretini 60.000 TL olarak belirlemişti. Sonraki yıllarda işyeri hekimi ücretlerindeki artışı realiteyi yansıtmasa da devlet kurumla­rının belirlediği enflasyon oranına göre yapan TTB giderek makasın açıldığını gördü. Örneğin 1986 yılında 2,07 olan işçi-işyeri hekimi asgari ücreti arasındaki farkın 1997 yılında 8,76’ya, 2015 yılında ise 11,06’ya çıktığı hesaplanmak­tadır. Başka bir hesapla; 1986 yılında kamuda çalışan pratisyen hekim ücretinin yaklaşık ya­rısı kadar ücret alan işyeri hekimleri 2015 yılın­da kamuda çalışan hekimlerin yaklaşık 4 katı kadar fazla ücret almaya başladı. İşverenlerin karşı tavırları ile hekimlerin haksız rekabeti bu oranın daha büyük olmasını engellediği de ayrı bir gerçektir. Asıl gerçek ise işçi ücretlerindeki inanılmaz kayıplar ile ilgilidir.

Tabip Odası çalışmaları ile işyeri hekimi istihdam etmeyen işyerleri belirlendi. Umumi Hıfzısıhha Kanunu (m.282) gereğince Cumhuri­yet savcılarına suç duyurusunda bulunulması ve mahkemelerin verdiği hapis ve para cezası ile birlikte işyeri kapatma cezaları 1986 yılın­dan sonra 2000’li yıllara kadar etkili oldu. An­cak suçun “toplum/insan sağlığı ile oynamak” suçundan “görevi ihmal” suçuna dönüştürül­mesiyle birlikte suçun niteliğinin değişmesi sonucu tabip odaları yargı kararları ile devre dışı bırakıldı.

TTB standart tek tip sözleşme ile hekim-işveren arasında yapılan iş akitlerinde tabip odaları taraf ve onay makamı olmuş, bu durum örgütsel destek anlamında hekimlerin özlük haklarını güçlendirmiştir.

Tabip odaları, 1980 Yönetmeliğinin tanıdığı mesleki denetim hakkı çerçevesinde işyeri heki­minden “işyeri durum saptama formu” doldur­masını şart koşarak işyerlerinde sağlık hizmeti standartlarının iyileşmesine katkıda bulunmuştur.

2. ULUSAL İŞÇİ SAĞLIĞI KONGRESİ

TTB tarafından 1978’de düzenlenen I. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi sonuç bildirgesi bir sonraki Kongrenin DİSK, TMMOB, TBB, TÜTED ve diğer meslek odaları ile birlikte hazırlanması kararı almasına rağmen beklenen birliktelik sağlana­madı. TTB tarafından 4-7 Nisan 1988 tarihinde “2. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi” politik içerikten yoksun, teknisist bir anlayışla düzenlendi.

TTB ile DİSK’in 1980 öncesi birlikte­liğinde politik ve teknik ortaklaşma işçi sağlığına sınıf eksenli bakışı bilimsel çiz­gide yönlendirmiş ve sınıftan yana anlamlı çalışmaların programlanmasını sağlamıştı. Üzülerek söylemek gerekir ki DİSK tekrar faaliyete başladığı 1992 sonrasında 12 Eylül darbesi öncesindeki “işçi sağlığı” birikimini yakalamak şöyle dursun o seviyelere hiçbir zaman gelemedi. 1988 Kongresi DİSK’in ol­madığı, TTB’nin de mesleki-teknik bir kong­re programı ile Çalışma Bakanlığı, Türk-İş ve işverenlere daha yakın durduğu ve ana eksenini sınıftan uzaklaştırdığı bir etkinlik olmuştur. Bu anlamda TTB 1988 sonrası dö­nemde “işçi sağlığı” değil “işyeri hekimli ği” alanına yüklenmiş, hekim özlük hakla­rını öncelemiştir. Bu tercih TTB içinde de örgütsel kırılmalara yol açmıştır. Örneğin, 1988’de başlayan İşyeri Hekimliği Kursları için hazırlanan İşyeri Hekimliği Ders Notla­rı 1989 yılında yayınlandığında TTB Merkez Konseyi Sunuş yazısında “Şimdi hedefimiz elde edilen deneyimlerden yararlanarak sü­rekli eğitimle işyeri hekimliğini daha başarı­lı düzeylere taşımaktır. Bu uğurda işçi, işve­ren kuruluşları ve resmi organlarla verimli işbirliğine her zaman açık olduğumuzu bir kez daha yineliyoruz” derken 1980 öncesi TTB’nin sınıf eksenli bakışı yön değiştire­rek devlet-işveren bakışına dönüşmüştür. Bu bakışla eğitim kadrosu oluştururken de benzer bir hassasiyet üzerinden ayrışmalar yaşanmıştır.

AB “UYUM” SÜRECİ

Bu gelişmeler Türkiye’de AB’ye girme arzuları depreşirken, AB Konseyi tarafın­dan hazırlanan “İşde Çalışanların Sağlık ve Güvenliklerini İyileştirmeye Yönelik Tedbir­ler Alınmasına İlişkin” Çerçeve Direktif’in (Yönerge: 12.06.1989 tarih ve 89/391/EEC sayılı) gündeme geldiği döneme rastlamak­tadır. AB “uyum” sürecinde işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili Yönerge tarafların rol ve görevlerine “anlamlı” açılımlar getirdi. Yö­nerge, “üye ülkelerin işçi sağlığı iş güven­liği konusundaki yasal düzenlemeleri hem çok farklı hem geliştirilmeye muhtaçtır” tespitine karşılık her bir ülkede hazırlana­cak ulusal hukukun iç dinamiklerin gücü ölçüsünde oluşturulacağına işaret ederken, Türkiye’de rengi sarıya kayan sendikal ha­reket bu konuda taraf dahi olmadı. Meslek örgütleri ise AB açılımını yerinde buldu. Daha da ötesi “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” (1981)155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin” (1985) 161 sayılı ILO Sözleşmeleri Çerçeve Yönerge ile bütünselleştirildi. Bahsedilen uluslarara­sı üç belgenin 2012 yılında yürürlüğe giren (daha sonra tekrar tartışacağımız) 6331 sa­yılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile uy­gulama alanı bulmasıyla o günden bugüne işyeri hekimliği eğitimlerinin ve işyeri sağ­lık hizmetinin piyasa koşullarında kâr ama­cıyla “dışarıdan” verilmesi sağlandı. Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) üzerinden hizmetle; ucuz işçilik, esnek çalışma, az profesyonelle çok iş, az sürede çok iş bek­lentisi gerçekleşti. Bu düzenlemelerle işye­ri hekimi ve iş güvenliği uzmanına biçilen rol; işçinin sağlığı değil sistemin güvenliği ile ilgiliydi. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uz­manı istihdamı serbest piyasa koşullarında sağlanırken, bireysel olarak istihdamın önü kesiliyordu ve işveren ya da OSGB her du­rumda kazançlıydı.

12 Eylül sonrasında doruğa ulaşan hak ka­yıplarına karşı emek cephesinde 1987 yılından sonra başlayan huzursuzluk mücadelenin yük­selmesini beraberinde getirdi. Beyaz Yürüyüş (23 Ekim1988), maden işçilerinin uzun büyük yürüyü­şü (4-8 Ocak 1991), Ankara’da büyük miting ve yü­rüyüşler (5 Aralık 1992 ve 26 Kasım 1994), Emeğe Saygı mitingi (5 Ağustos 1995) başta olmak üzere eylem ve etkinlikler 1995 yılına kadar sürdü. Dev­let-sermaye öncülüğüyle neoliberal politikalara dönüşüm planları ile birlikte; militarist saldırılar ve faili meçhul cinayetlerle devlet terörünün daha da yoğunlaşması gündeme taşındı.

“İŞÇİ SAĞLIĞI” VE “İŞ SAĞLIĞI” KAVRAMLARININ İDEOLOJİK AYRIŞIMI

Bu dönemde uluslararası ve ulusal planda “işçi sağlığı” eksenli kavramsal dönüşümler ya­şandı. ILO ve DSÖ’nün birlikte oluşturduğu İşçi Sağlığı Ortak Komitesi işçinin sağlığına yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin açılımını 1950 yı­lında şöyle yapmıştı: “Tüm mesleklerdeki işçile­rin fiziksel, ruhsal, sosyal iyilik durumlarını en üst düzeye ulaştırmak ve bu düzeyde sürdürmek; işçilerin çalışma koşulları nedeniyle sağlıklarının bozulmasını önlemek; işçilerin çalıştırılmaları sırasında sağlığa aykırı etmenlerin neden olabi­leceği tehlikelere karşı korumak; işçilerin fizyolo­jik ve psikolojik durumlarına uygun bir çalışma ortamına yerleştirilmesi ve bu durumun korun­ması; özet olarak işin insana insanın işe uyu­munu sağlanmak.” İşçilerin bedensel, psikolojik ve sosyal tam bir iyilik hali olarak “işçi sağlığı” kavramı bugün de kabul edilebilir tanımdır. An­cak İşçi Sağlığı Ortak Komitesi 1995 yılında işçi sağlığı tanımını “geliştirdi” ve işçi sağlığı hizmet­lerinin amaçlarına “İşçilerin sağlığı ve çalışma kapasitesinin iyileştirilmesi… çalışma organizas­yonunun ve çalışma kültürünün işyerinde güven­lik ve sağlığı destekleyici yönde ve dolayısıyla olumlu bir sosyal ortamı ve işin üretkenliğini ar­tıracak sorunsuz bir işleyişi destekleyecek şekil­de geliştirilmesi…” ifadelerini ekledi. Bu değişim­le “verimlilik” işçi sağlığı hizmetinin amaçları arasına alınmıştı. Günümüzde ise verimlilik an­layışı öncelikli amaç haline getirilmiştir. Bu de­ğişimlerin Türkiye’de tartışmaya başlanmasına paralel olarak mevzuat düzenlemeleri gündeme geldi. 2000 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Ka­nun yeniden düzenlenerek Bakanlık bünyesinde “İşçi Sağlığı” adına ne varsa “İş Sağlığı” olarak değiştirildi. Sonraki bölümlerde tartışılacak olan 2003 yılındaki 4857 sayılı İş Kanunu ve 2012 yı­lındaki 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu bu anlayışa uygun olarak düzenlendi.

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE“İŞ SAĞLIĞI” AÇILIMI

Mevzuat düzenlemeleri sırasında gündeme getirilen yeni emek rejimlerine göre “işçi sağlı­ğı” anlayışından “iş sağlığı” kavramına geçişte “korumanın kapsamının genişletileceği” üzerine gerekçe üretilirken, aslında genişleyen/esnekle­şen korumanın kapsamı değil, çalışma ortamı/alanıyla ilgiliydi. “İşyeri” tanımı işverenin so­rumlu olduğu alan ile sınırlı iken “işyeri” esnek­leşerek işçinin evine ya da bilinmeyen enformel alanlara kadar uzanmaya başlamıştı. Üretimin giderek esnekleştirilmesinin sınır tanımadığının kanıtı eve iş verme veya evde çalışma olarak ortaya çıkan çalışma biçimiydi. Üretim süreci işverenin korumakla yükümlü olduğu alandan uzaklaşırken, riskler de yeni alanlara doğru transfer oluyordu. İşçinin korunmasının sorum­luluğu işçiye kalırken, üretimin korunmasının sorumluluğu da işverence garanti kapsamında bağıtlanıyordu. Başka bir yaklaşımla gelişecek iş kazası ve meslek hastalıklarının sorumluluğu da işçi tarafından üstlenilmiş oluyordu. Bu tür çalışma biçimlerinde işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili kişisel koruyucudan, işyeri hekimi ve iş gü­venliği hizmetine kadar her türlü maliyetin yükü de işverenin üzerinden kalkıyordu.

Yeni Dünya Düzeninde korunması gereken işçi değil üretim araçlarıydı, bu anlamda “işçi sağlığı” yerine “iş sağlığı” anlayışı tercih edilme­liydi. Nitekim (sonraki bölümlerde tartışacağı­mız gibi) işverenin işçiyi koruma yükümlülüğü işçinin kendisini koruma sorumluluğuna dönüş­türülmüştü; işçi hem kendisini, hem çalışma ar­kadaşlarını, hem de üretim araçlarını korumak zorundaydı, aksi takdirde bedelini ödemekle yükümlüydü.

3.ULUSAL İŞÇİ SAĞLIĞI KONGRESİ

Yeni Dünya Düzeninin inşası için mevzuat oluşturulduğu ve çalışanların örgütsüzleştirile­rek güçsüz bırakıldığı bir dönemde işçi sağlığı ve güvenliği alanına dikkat çeken TTB bu alanda toparlayıcı rol üstlenerek 20-23 Nisan1998 tarih­lerinde Türk-İş, DİSK, KESK ve TMMOB birlikte­liği ile 3.Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi’ni düzenle­di. Kongre hazırlık çalışmalarında Hak-İş de yer almasına rağmen Kongre programının ağırlığını kaldıramadığında geri adım atarak düzenleme kurulundan çekildi. Yeni Dünya Düzeni, global­leşme, esnek üretim süreci, toplam kalite yöne­timinin; işçi sağlığı, örgütlenme ve üretim süreç­lerine etkilerinin tartışıldığı Kongre’de; artık yeni bir dönemin başladığı, işçinin sadece emeğinin değil ruhunun da satın alınmak istendiği bir dö­nemin yaşandığı, çalışanların örgütlenmesinin önünde yeni bir engel oluşturan bu sürecin sen­dikalar ve meslek birlikleri tarafından yakından izlenmesi ve işçi sağlığı ve güvenliğine olumsuz etkilerinin gözlenmesi gerektiği sonuçlarına va­rıldı. Kongrenin en önemli sonuçlarından birisi işçi sağlığı alanında özerk bir Enstitü kurulması kararıydı.

Devam edecek

TÜRKİYE’DE “İŞÇİ SAĞLIĞI” KAVRAMI ÜZERİNE I

Kapitalist sistemin meta üretiminde tek güdüleyicisi daha fazla artı-değer (kâr) olarak kabul

edildiğinde; sistemin mantığı gereği işçinin birim zamanda daha uzun çalıştırılması, daha az

zamanda daha fazla üretim, olmazsa olmazlar haline geliyor. Yani kâr işçinin sağlığı

pahasına işçiden elde ediliyor. Bu nedenledir ki “kârın maksimizasyonu” ile “işçinin sağlığının

korunması” arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır ve sistemin işçiler için

öngördüğü/örgütlediği sağlık hizmeti kâr mantığı dışına çık(a)maz. İşçi sağlığına yönelik her

yatırım işveren için ek maliyettir. Başka bir anlatımla işçinin yaşamının devamı ve beklenen

üretkenliği tutturabilmek için işverenin tercihi; optimum düzeyde yani ertesi gün işbaşı

yaptıracak kadar asgari ölçütlerde sağlık hizmetidir. İşveren, üretim araçları için artı-değer

üzerinden yıpranma payı ayırırken; işçinin sağlığı için pay ayırmak zor geliyor. Artı-değer

insana yatırım olarak dönerse “bedenen, ruhen ve sosyal iyilik hali” yani sağlıklı olma hali

sağlanabilir. Aksi durumda, işçinin işinden dolayı sağlıksız hale gelmesi; “sağlığından başka

sermayesi olmayan” işçinin bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası demektir. İşçinin

“bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası” ya da resmi adıyla iş kazaları veya meslek

hastalıkları sermayenin artı-değer uğruna bilinçli tercihidir, daha doğrusu neden-sonuç ilişkisi

üzerinden taammüden “işçi cinayetleri” anlamına gelir. Kapitalist sistem ne kadar değişim

gösterirse göstersin iş kazaları ve meslek hastalıkları ölçütlerinde son yüz yılda değişen bir

durum yok. Açık ara öndeyiz!

İLK SINIF HAREKETLERİ VE ‘SOSYAL GÜVENLİK’ ANLAYIŞI

Türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı gerek devlet, gerek işveren ve gerekse sorunun esas sahibi

işçi cephesinde yerine oturmamış, karşılığını bulamamış olgular karmaşası olarak

algılanmayı bekliyor. Algılama eksikliğinin tarihsel gelişimi Türkiye işçi sınıfının ilk

hareketlenmelerinden bu yana varlığını hissettirirken “sınıftan yana” bakışın önünde sis

perdesi olarak hemen her dönemde resmi ideolojiyi görebiliyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik kaynaklarını askeri yöntemlerle sağladığı sürece

feodalitede direnip kendisini endüstriye (aynı zamanda sosyal ve kültürel gelişime) kapatarak

kapitalizme geçişi geciktirdi. 19.yüzyılda “Ortaçağın askeri devleti” yenilgilerle savaşamaz

duruma gelip ekonomik kaynakları azaldığında batıdan bastıran kapitalist ülkelere fırsatlar

tanıyarak; sanayi devrimine paralel olarak madenler, demiryolları, limanlar vb gibi büyük

sektörlerle birlikte gıda, tekstil, silah, ağaç işleme gibi manifaktür üretimini de canlandırdı ve

beraberinde işçi sınıfı ortaya çıktı. Düşük ücret, kötü çalışma koşulları, uygunsuz ve

sağlıksız ortamlardaki çalışma beraberinde ilk işçi grevlerini gündeme getirirken; maden

üretiminde, verimliliği artırmak amacıyla Dilaverpaşa Nizamnamesi (1865) ve artan işçi

cinayetlerini azaltmaya yönelik de Maadin Nizamnamesi (1869) gibi çalışma ortamıyla ilgili

yasal düzenlemeler hazırlandı. Bu düzenlemeler 1921 yılında çıkartılan Ereğli Kömür

Havzası Amele Kanunu’na kadar yürürlükte kaldı. Sınıf ile beraber Ameleperverler Cemiyeti

(1871) ve Osmanlı Amele Cemiyeti (1895) gibi işçi örgütlenmeleri bu dönemde ortaya çıktı.

Bu dönemde, Osmanlı Devleti çalışma ortamlarında sağlık ve güvenlik risklerine yönelik

herhangi bir kaygı taşımadı ve sosyal güvenlik sistemi de oluşturmadı.

Birinci Paylaşım Savaşı ve Sovyetler Birliği Ekim Devrimi sonrasında uluslararası

sermaye çalışma yaşamını dizayn etme gereksinimini duydu. 1919 yılında Versay Anlaşması

ile Birleşmiş Milletler (BM) yapısı içerisindeki devletlerin oluşturduğu, uzmanlık kuruluşu olan

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kuruldu.

Türkiye’de Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, uluslararası sermaye ile uyumlu olarak üretim

araçlarını geliştirme ve endüstriyel yatırımları gerçekleştirme hedefine kilitlenen devlet,

sosyal güvenlik hukuku ile ilgili ilk yasal düzenlemeleri hazırlama çalışmalarına başladı.

Feodalitenin etkinliğinin kırılması, ekonominin yeniden yapılanması ve ulusal burjuvazi

yaratma çabaları; “devletçilik” ilkesine uygun olarak endüstrileşmenin sağlanması ve

“halkçılık” ilkesine uygun olarak da sınıfın ve sınıf mücadelesinin reddi anlayışı ile birlikte

olgunlaştı. 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte dünyada gelişen eğilimlere paralel olarak,

çalışma yaşamıyla ilgili (1926, 1930, 1938 ve 1939 yıllarında) çıkartılan yasalar ve devletin

çalışma ortamına müdahalesi gündeme geldi. Ekonomik, siyasi ve ideolojik tercihler sosyal

politikaların da belirleyicisi olmuş, bu yasalarda “işçi/çalışan sağlığı ve güvenliği”

kavramına yer verilmemişti. Dünyada sosyal güvenliğin elli yıllık tarihine rağmen; Türkiye’de

işçi haklarından söz edilmezken, “devletçi” yapının güçlenmesi için kamu çalışanlarının iş

güvencesi ve ücret başta olmak üzere sosyal haklarının kapsamı önceleniyordu. Bu

dönemde, işçi/memur gibi farklı yapay statüler öne çıkartılarak, işçi haklarını yok sayan çifte

standartlı anlayışla çalışma yaşamı denetim altına alındı.

Türkiye’de giderek artan işçi sayısı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na verdiği destekten dolayı

Sovyetler Birliği ve sosyalizme karşı işçi sınıfının duyduğu sempati, Osmanlının son dönemi

ve Cumhuriyetin başlarında işçi-sosyalist kümelenmelerini giderek artırıyordu. 1924

Anayasası “cemiyet kurma” serbestisi getirmesine rağmen, Takrir-i Sükûn Kanunu (1925) ile

her türlü işçi ve memur örgütlenmelerine yasak getirildi. Adeta sosyalist kıyımı yaşanan bu

dönemde, işçilere sendikal örgütlenme ve grev hakkı vermeyen, hatta yasaklayan devletçi

denetim istisna örnekler de verdi. İşçiyi ‘koruyan’ ilk düzenleme kadın emekçilerle ilgiliydi;

yaşanan savaşlar ve insan gücü dinamiklerindeki değişim nedeniyle erkek emekçi sayısının

azalması ve istihdam daralması üzerine İzmir İktisat Kongresi (1923) kararları doğrultusunda;

esasen istihdamın genişlemesini hedefleyen, kadın emeğinin yaygın olarak kullanılmasına ve

korunmasına yönelik açılımlar da sağlayan Medeni Kanun (1926) yasalaştı. Kadın

çalışanlara ilk defa 8 haftalık analık izini verilmesi bu döneme rastlar.

Bu dönemde, Umumi Hıfzısıhha Kanunu (1930); genel olarak toplum sağlığı, özel olarak da

çalışanların sağlığı ile ilgili, bugün de yürürlükte olan içeriği ile kabul edildi. Türkiye, ILO’ya

üye (1932) oldu ve üyelik sonrasında dışsal etkinin iç hukuka yansıması sonucu 8 saatlik

çalışma süresi, fazla çalışma süreleri, ağır ve tehlikeli işlerde çalışma ile ilgili ilk

düzenlemeler oluşturuldu.

SOSYAL DEVLETİN 7SOSYALLİĞİ’

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında; dünyada yükselen sosyalist değerler karşısında

kapitalist ülkelerde toplumsal çözülmeyi engelleme ve sınıflar arası uzlaşma sağlamaya

yönelik önlemler alındı. Sosyalist ülkelerdeki “insan hakları, yoksullukla savaş, sömürüye

son, toplum için üretim, barış ve demokrasi” gibi öne çıkan değerlere karşılık, kapitalist

ülkelerde “sosyal devlet” (refah devleti) kavramı öne sürüldü. BM İnsan Hakları Evrensel

Bildirgesi (1948) ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunması Avrupa Sözleşmesi

(1950) sonrasında Avrupa Konseyi devletleri tarafından Avrupa Toplumsal Anlaşması olarak

1961 yılında kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı çalışanların “sosyal güvenlik” hakkına

vurgular yaptı. BM uzmanlık kuruluşu olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve BM Çocuklara

Yardım Fonu (UNICEF) 1946 yılında kuruldu.

Türkiye’de çalışanların “sosyal güvenlik hakları” ve “koruyucu sağlık hizmetleri” ile ilgili

politikalar ilk defa bu yıllarda tartışıldı. Sendikalaşmaya izin verilmesi süreci de devlet

güdümünde bir sendika (Türk-İş Konfederasyonu) kurulması ile bu yıllarda (1952) başlatıldı.

Meslek örgütlerinin kuruluşu da aynı döneme denk gelir; Türk Tabipleri Birliği (Diş Hekimleri

dahil) 1953, TMMOB 1954, Türk Eczacılar Birliği 1956 yılında kuruldu. Koruyucu sağlık

hizmetleri kapsamında toplumsal hizmet verecek kuruluşlar da aynı dönemde gündeme

geldi; 1945 yılında Sıtma Savaş Kanunu, 1949 yılında Verem Savaşı Kanunu çıkartıldı, 1947

yılında Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu kuruldu.

Bu dönemde Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) kuruldu (1945), iş kazaları ve meslek

hastalıkları ile analık sigortası kabul edildi. Kamu çalışanları için Emekli Sandığı Kanunu;

hastalık, adi ve vazife (iş kazası ve meslek hastalığı sonucu) malûllüğü ve yaşlılık gibi sosyal

güvenlik hakları vererek yürürlüğe (1949) girdi. ILO desteği ile Yakın ve Ortadoğu Çalışma

Enstitüsü (YODÇEM) 1955 yılında İstanbul’da kuruldu.

ILO tarafından 1952 yılında kabul edilen “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları” hakkında

102 sayılı sözleşme gelişmekte olan ülkeler için sosyal güvenlikte yeni bir açılım

sağlamasına rağmen, Türkiye tarafından çok gecikmeli ve “içi boşaltılarak” kabul (1971,1999)

Askeri darbe (1960) ve 1961 Anayasası ile birlikte Türkiye’de sosyal politikalarda değişimler

yaşanmaya başlandı. 1961 yılında kabul edilen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi

Hakkında Kanun; “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bir hak olarak tanınan sağlık

hizmetlerinden faydalanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde ifasını sağlamak maksadıyla

…” (m.1) sağlık hizmetlerinden eşit ve adil yararlanma iddiası ile ortaya çıktı. Sağlıkta ulaşma

güçlüğü çektiğimiz hizmetler genel bütçeden finansmanı sağlanarak topluma sunulmak üzere

yasallaştı ve Dr. Nusret Fişek’in de çabalarıyla 1963’te yürürlüğe girdi. Sosyalizmi

çağrıştırması arzulanan, entegre, yaygın ve standart ilkeleriyle tüm nüfusu içine alan kanun;

çevre sağlığı, ana-çocuk sağlığı ve diğer koruyucu sağlık hizmetleri ile ulaşılabilir hedeflere

sahipti. Eksiklerine rağmen 1976’ya kadar sürdürülmeye çalışılan ücretsiz hizmet, “refah

devleti” olgusundan vazgeçildiği dönemde sona erdirildi.

Bu dönemde, “grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı” veren kanun (1963), Sosyal

Sigortalar Kanunu (1965), Devrimci İşçi sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşu

(1967) ve iş hukukunun tümden gözden geçirilmesi süreci olumlu yönde etkileyen diğer

gelişmeler oldu. Türkiye İşçi Partisi ve DİSK’in kuruluşunda aktif rol oynayan sendikacı Rıza

Kuas “İşçinin sağlığından başka kaybedecek sermayesi yoktur” derken DİSK adına bu

mesajın gereğini de yapıyordu.

Özetle; 1950 1970 arasında “sosyal devlet” adına yapılan düzenlemelere devlet özellikle

köstek olmaya çalışırken, kişisel ya da kurumsal çabalarla yer yer olumlu sonuçları da

gözlenebiliyordu.

İŞÇİ SAĞLIĞI MÜCADELESİ

1970 sonrasında, bir taraftan Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu sonucu güçler

dengesinin değişmesi, diğer taraftan kapitalizmin ekonomik krizi ve sosyal güvenlik

harcamalarının artmasıyla artı-değer oranlarının düşmesi sonucu sosyal politikalarda

beklenen değişiklikler gündeme geldi. Serbest piyasa ekonomisi, taşeron işçiliğini, kayıtdışı

ve ucuz işçiliği hedefledi. Sendikal örgütlenmeler yok edilirken, sosyal güvenlik başta olmak

üzere tüm haklar tırpanlanmaya çalışıldı. 1970–80 arasında güçlenen toplumsal dinamikler

sadece dönüşümün hızını yavaşlatabildi. Birçok örnek vermek olasıdır. Örneğin, “sosyal

devlet” olgusunun çalışma yaşamına yansıması 1971 yılında 1475 sayılı İş Kanunu ile

tamamlanmıştı, Kanun gereği 1974 yılında çıkartılan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü

bugün yürürlükte olmamasına rağmen halen kaynak olarak kullanılmaktadır. Ancak

kapitalizmin 1970 bunalımı yeni İş Kanunu’nun gebelik dönemine denk geldi; Kanun ölü

doğdu ve yaşama şansı bulamadı! Bu dönemde, iş hukuku ve sosyal güvenliğin asgari

normları uygulanamadı.

Sosyal güvenlik hakkı, genel sağlık sigortası sistemi ve ‘sağlıkta dönüşüm’

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SOSYAL GÜVENLİK
Türkiye’de sosyal güvenlik hukuku ile ilgili ilk yasal düzenlemeler; Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte, ‘devletçilik’ ilkesine uygun olarak, ekonominin yeniden yapılanması ve “ulusal burjuvazi yaratma” çabaları yönünde endüstrileşmenin sağlanması ve sınıf mücadelesinin reddi anlayışına uygun olarak ‘halkçılık’ ilkesi ile birlikte olgunlaştı. Aynı dönemde yaşanan 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte, kamu ve özel sektörde çalışanlar için çıkartılan yasalar ve devletin ekonomik yaşam ve çalışma ortamına müdahalesi, dünyada gelişen eğilimlerle de paralellik gösteriyordu. Çıkış aramaya yönelik ekonomik, siyasi ve ideolojik tercihler, Türkiye’de sosyal politikaların değişimini de sağladı. Dünyada sosyal güvenliğin elli yıllık tarihi olmasına rağmen; Türkiye’de işçi haklarından söz edilmiyor, devletçi yapının güçlenmesi için; kamu emekçilerinin iş güvencesi ve ücret başta olmak üzere sosyal haklarının kapsamı dengede tutuluyordu. Bu dönemde emekçiler; ‘iş’ üzerinden değil, işçi/memur gibi farklı yapay statüler ve ‘devletçi’ ve ‘halkçı’ değer yargıları ile özellikle işçi haklarını yok sayan çifte standartlı insan hakları anlayışı ile denetim altına alındılar. Bu dönemde işçileri yok sayan, sendikal örgütlenme ve grev hakkı vermeyen, hatta yasaklayan devletçi denetim istisna örnekler de verdi. İşçiyi koruyan ilk düzenleme kadın emekçilerle ilgiliydi; yaşanan savaşlar nedeniyle erkek emekçi sayısının azalması ve istihdam daralması üzerine, İzmir İktisat Kongresi (1923) kararları doğrultusunda kadın emeğinin yaygın olarak kullanılmasına ve kadın emeğinin korunmasına yönelik yasal açılımlar sağlanması, gerçekte istihdamın genişlemesini hedefledi.

İŞÇİ-MEMUR AYIRIMI
Emek cephesinde işçi-memur yapay ayırımı kırılma noktası olarak hep canlı tutuldu. Kamu emekçileriyle ilgili, ilk defa 1926’da çıkartılan yasada; iş yasasına bağlı çalışanlar dışında ‘memurluk’ ve ‘müstahdemlik’ gibi iki ayrı statü öngörüldü. Daha sonra (1939) çıkartılan yasalar, kamu çalışanları içerisinde bedenen çalışanları ‘işçi’, diğerlerini ‘memur’ olarak tanımladı. Özellikle 1965 yılında yürürlüğe giren 657 sayılı Devlet Memurları Yasası (DMY) ve diğer birçok yasal düzenleme özü değiştirmeden işçi-memur ayırımına vurgu yaptı. 1960 sonrasında gelişen sendikal örgütlenme çabaları sonrasında, 1970 yılında ‘yardımcı hizmetli’ unvanı ile memur, 1973 yılında ile yeniden işçi olan müstahdem, 1975 yılında tekrar memur oluyordu. Yürürlükteki Anayasa gereği kamu hizmeti; “kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle” görülüyor. Yasa ile düzenleneceği belirtilen ‘diğer kamu görevlileri’ açılımı sonraki yıllarda Kalkınma Planları aracılığı ile “Kamu Yönetimi Reformu Rejimi” taslağı kapsamında ‘sözleşmeli personel’ adı ile açılacak ve son yirmi yılın tüm hükümet programlarına benzer ifadelerle geçecekti.

‘SOSYAL DEVLET’ TEZLERİ KAPSAMINDA SOSYAL GÜVENLİK
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında dünyada yükselen sosyalist değerler karşısında kapitalist ülkelerde; toplumsal çözülmeyi önlemeye ve sınıflararası uzlaşma sağlamaya yönelik önlemler alındı. Büyük ölçekli işletmelerde kitle üretimi; ekonomik, sendikal örgütlenme ve sosyal hakların teşviki ile güvence sağlamaya yönelik önlemlerin gereği olan Fordist politikaların uygulanması gündeme gelerek; sosyal devlet ve sosyal güvenlik gereksinimi giderek daha fazla hissedildi. Uluslararası planda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948), İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunması Avrupa Sözleşmesi (1950) ve ek protokol (1952) sonrasında Avrupa Konseyi devletleri tarafından kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı (1965) tüm (kamu dahil) çalışanların sosyal güvenlik hakkına vurgu yaptı.
Türkiye’de emekçilerin sosyal güvenlik hakları ile ilgili politikalar ilk defa 1945’li yıllarda tartışılmaya başlanmasına rağmen, örgütlenme eksiği, ülkenin sosyoekonomik yapısı ve bu yapının siyasi yansıması nedeniyle değişim arzulanan biçimde gerçekleşmedi. Bu dönemde, devlet güdümünde de olsa işçi cephesinde sendikalaşma girişimleri (1952), politikalara ve yasal düzenlemelere yansıdı.
İşçi konumunda olanlar için; iş kazaları ve meslek hastalıkları ve analık sigortası İşçi Sigortaları Kanunu (bugünkü Sosyal Sigortalar Kanunu) kapsamında kabul (1945) edilirken, Emekli Sandığı Yasası (ESY); kamu emekçilerine, hastalık, adi ve vazife (iş kazası ve meslek hastalığı sonucu) malûllüğü ve yaşlılık gibi sosyal güvenlik hakları vererek yürürlüğe (1949) girdi. Ancak kamu emekçileri için bu haklar, aktif çalışma döneminde değil, çalışma yaşamı ile ilişkinin iradi olmayan bir şekilde kesilmesiyle, yani emeklilikle birlikte gündeme gelebiliyordu. Türkiye’de kamu emekçileri için sosyal güvenlik modeli karma ve eksik olarak inşa edildi; malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortası prim ödenerek ESY kapsamına girerken, hastalık ve analık yardımları genel bütçeden karşılanıyor, iş kazası ve meslek hastalıkları ile ilgili malûliyet dışında gelişen geçici iş göremezlik durumunda sosyal güvenlik hakkı bulunmuyordu. Geçen zaman içerisinde 1961 ve 1982 Anayasaları “herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu” ifadelerine yer verdiği halde, bu eksik sistem bugün de aynı şekilde devam ediyor. İçinde olduğumuz dönemde sosyal güvenlik sistemleri bütçe üzerinde ‘yük’ olarak görülüyor ve haklar kısıtlanıyor.

SOSYAL GÜVENLİĞİN ASGARİ NORMLARI
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından 1952 yılında kabul edilen “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında” 102 sayılı Sözleşme, gelişmekte olan ülkeler için sosyal güvenlikte yeni bir açılım sağlamasına rağmen, Türkiye tarafından gecikmeli ve şartlı olarak kabul (1971) edildi. İş kazası ve meslek hastalıkları, malûliyet, hastalık ödenekleri, ihtiyarlık ve ölüm yardımları onaylanırken, sağlık ve analık yardımları şartlı olarak, işsizlik yardımı sonraki yıllarda (1999) onaylandı, aile yardımı ise onaylanmadı. Kabul edilen iş kazası ve meslek hastalığı yardımları sadece işçiler için değil tüm çalışanlar için geçerli olmasına rağmen, kamu emekçileri için gerekli yasal düzenleme malûliyet hariç hiçbir zaman yapılmadı.
Dünyada yükselen kapitalist trendleri izleme ve uyum sorunu yaşayan siyasi iktidara yönelik yapılan askeri darbe ve 1961 Anayasası ile birlikte Türkiye’de sosyal politikalarda ciddi boyutta değişimler yaşanmaya başlandı. 1960 sonrasında gündeme gelen ‘sosyal devlet’ olgusunun çalışma yaşamına yansıması 1971 yılında 1475 sayılı İş Yasası ile tamamlanmıştı. Kapitalizmin 1970 bunalımı, İş Yasası’nın gebelik dönemine denk geldi ve ölü doğan 1475 sayılı Yasa yaşama şansı bulamadı.

KAPİTALİZMİN BUNALIMI
1970 sonrasında Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonuna bağlı olarak dünyada güçler dengesinin değişmesi sonucu sosyal politikalar da değişti. Kapitalizmin ekonomik bunalımı ve sosyal güvenlik harcamalarının da artmasıyla artı-değer oranlarının düşmesi neoliberal arayışları gündeme getirdi. Küreselleşme ile birlikte gündeme gelen; toplam kalite yönetimi, esnek üretim, tam zamanında üretim, işin ne kadar ve ne zaman yapılacağının standardize edilmesi, hukukun esnekleştirilmesi vb gibi kavramlar üretimden çok insan gücü kullanımının esnekleştirilmesini, taşeron işçiliğini, kayıtdışı ve ucuz işçiliği hedefledi. Emek piyasalarındaki esnekleşme, sendikal örgütlenmeyi yok ederken, sosyal güvenlik başta olmak üzere tüm hakları tırpanlamaya yöneldi.
1970-80 arasında güçlenen toplumsal dinamikler sadece geri adımları engelledi. 1980’de askeri darbe ile demokrasiye yaşam olanağının tanınmaması, insan hak ve özgürlüklerinin toplumsal olarak içselleştirilme eksikliği, sınıf bilinci yetersizliği gibi nedenlerle, sosyal güvenlikle ilgili tüm kazanımlar sadece yasal düzenlemelerde kaldı.
1980 sonrasında Türkiye’de küreselleşme politikaları ve uluslararası kapitalist sisteme entegrasyon sürecinde işbirlikçi sermaye, sosyal güvenliği gereksiz harcama kalemi, sağlık sektörünü ise; sermaye birikim süreçleri ve emek sermaye sınıflarının güçler dengesi içerisinde mal ve hizmetleri üreten ekonomik etkinlik olarak algılıyor ve hizmeti alınır-satılır meta haline dönüştürmeyi hedefliyor. Sağlık hizmetinin piyasa koşullarına terk edildiği günümüzde; koruyucu sağlık hizmetlerinin verilmemesi nedeniyle sağlık talebinin artması ve artı değer yoğunlaşması gündeme getiriliyor ve hatta teşvik ediliyor.

AVRUPA BİRLİĞİ ÖZLEMİ VE SOSYAL GÜVENLİK
Avrupa Sosyal Şartı kabul edildikten sonra, Avrupa ülkelerinde de hakların içerik olarak boşaltılmaya başlandığı dönemde, Türkiye’nin de Avrupa Birliği (AB) özlemi doruğa ulaştı. 1989 yılında, birçok hak ayıklanarak içi boşaltılan Avrupa Sosyal Şartı göstermelik olarak onaylandı. TBMM’de genel ifadeleri kapsayan haklar doğrudan ve çekincesiz kabul edilirken, kamu harcamalarını artıracak maddelere çekinceler kondu. Örneğin,“AB uyum politikaları” gereği; Çalışma Hakkı (m. 1) kabul edilirken, Adil Çalışma Hakkı (m. 2), Güvenli ve Sağlıklı Çalışma Koşulları Hakkı (m. 3), Çalışan Kadınların Korunma Hakkı (m. 8) tümden, Adil Ücret Hakkı (m. 4), Örgütlenme Hakkı (m. 5), Toplu Pazarlık Hakkı (m. 6), Çocukların ve Gençlerin Korunma Hakkı (m. 7) kısmen reddedildi.

MEVCUT SİSTEMDE SAĞLIK FİNANSMAN YAPISI
Sağlık sisteminde finansman üç ayrı yöntemle sağlanıyor: a) Kamu (bütçe), b) Sosyal güvenlik kuruluşları: yarı kamu (bütçe+prim), c) Özel-vakıf (cepten-özel)

Kamu Sağlık Finansmanı
Hizmet sunan kamu kurumları: Sağlık Bakanlığı (SB), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB), Milli Savunma Bakanlığı, üniversiteler, KİT, belediyeler, vakıflar, bankalar, fon idareleri.
Finansman sağlayan sosyal güvenlik kurumları:
a.    SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı, Banka sandıkları
b.    Devlet Bütçesi: Sosyal güvenlik kuruluşları (SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı)
·    Devlet Memurları
·    Yeşil Kart
c.    Döner Sermaye: (Kamu+özel)
d.    Cepten: Kişisel harcamalar
Mevcut sistemde; sağlık finansmanının bileşenlerini ağırlıklı olarak sosyal güvenlik sistemleri, kalanını ise bütçe, fon ve cepten ödemeler oluşturuyor. Neoliberal politikalar doğrultusunda arzulanan ve yasallaştırılmaya çalışılan sistemde ise; sosyal güvenlik harcamalarının bütçe desteği olmaksızın primlerle sürdürülmesi planlanırken, bütçe desteğinin, giderek azalacak kamu emekçilerine ve prim ödeme gücü olmayanlara aktarılması kurgulanıyor. Ancak toplam ödeme miktarı hesaplandığında devletin yükünün azalmayacağı, tersine artacağı tespit edilebiliyor.

Sağlık Bakanlığı finansmanı ve harcamaları
Gelirler: Genel bütçe, döner sermaye ve fon kaynaklı.
Giderler: Sağlık Bakanlığı, kaynaklarının 1992 yılında % 51’ni, 1998 yılında ise % 64’nü hastanelere harcadı. Hastane harcamaları bununla da kalmadı. Hastanelerde döner sermaye payı; 1992 yılında % 24 iken, bu oran 1993 yılında % 27’ye çıktı.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi “Birinci basamak hizmetlerin güçlendirilmesinin kaynak israfını önlemesi için ne denli öncelikli olduğu…” vurgusunu yapmasına rağmen, SB harcamalarının ağırlıklı olarak dün de bugün de hastanelere aktarıldığı gözleniyor. Doğal olarak koruyucu sağlık hizmeti payı; 1992 yılında % 7 iken, 1998 yılında % 3’e, bugün ise % 1’in altına düştü. Kötü tabloya rağmen, yeni kurgulanan sistemde; ayrılan kaynağın tedavi edici hizmetten birinci basamak ve koruyucu sağlık hizmetlerine yönlenme eğiliminin olmadığı fark ediliyor.

Sosyal güvenlik kurumları sağlık finansmanı ve harcamaları
a)    SSK, sağlık hizmetini; yüzde 68 sağlık tesislerinde, yüzde 32 hariçteki tesislerde ve anlaşmalı hekimler aracılığı ile veriyor.
b)    1972 yılında kurulan Bağ-Kur, 1985 yılında sağlık hizmetine başladı, 1988 yılında ise sağlık hizmetini yaygınlaştırdı. Sağlık hizmeti satın alan Bağ-Kur, primler ve katkı payları ile gelir sağlıyor.
c)    Emekli Sandığı prim toplayarak gelir sağlamaya çalışıyor: Sandığın açıkları genel bütçeden karşılanıyor.
d)    Aktif çalışan memurların sağlık finansmanı ve harcamaları; konsolide (genel + karma) devlet bütçesi aracılığı ile sağlanıyor.

SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME DENEMELERİ
1980’den günümüze kadar kamu açıklarının süratle artması gerekçe gösterilerek, sosyal harcamalarda (özellikle sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik) tasarruf gündeme getirildi. İlk kez Turgut Özal ve ANAP Hükümeti tarafından, ileri aşamada kamudan tamamen vazgeçilmesi hedefine uygun olarak, kurumsal yapıların özelleştirilmesinin sistematik hazırlıkları Dünya Bankası (DB) ile birlikte yapıldı. Sosyal güvenlik ve sağlıkta özelleştirme kurguları, sürekli geri adım atılmasını gerektiren sosyal politikalara uygun olarak, olgunlaştırıldı. İkinci aşamada bayrağı alan Tansu Çiller; DYP-SHP birlikteliğiyle ilk fiili saldırıyı da başlattı. Genel Sağlık Sigortası’nın (GSS) ilk defa yasa tasarısı olarak hazırlandığı 1993 yılında; sağlık sistemi tümden değiştirilerek, olmazsa olmaz özelleştirme hedefine kilitlenildi. Daha sonra bayrak yarışı, FP-DYP Hükümeti ile, 1996-97 yıllarında aynı yasa tasarıları üzerinden yürütüldü. ANAP-DSP Hükümeti’nin 1998 yılında hazırladığı “Kişisel Sağlık Sigortası Sistemi Kanunu Tasarısı”, içeriği değiştirmeden GSS’nin tekrarı anlamına geliyordu.

SOSYAL GÜVENLİK YASASI
Neoliberal politikaları kabul eden Bülent Ecevit’in başını çektiği DSP-MHP-ANAP; hükümet olur olmaz, kısa zamanda (25 Ağustos 1999), sosyal güvenlik haklarını makaslayan ve sosyal güvenlik harcamalarını asgariye indirmeye çalışan Sosyal Güvenlik Yasası’nı “reform” diye yutturmaya çalıştı.
Bu Yasa;
1.    Çağdışı 45 saatlik haftalık çalışma süresinde indirim yapmadan, yıllık ücretli izin hakkını ve doğum izinlerini artırmadan, emeklilik yaşını kadınlar için 58, erkekler için 60 yaşına çıkarttı. Türkiye gerçeğine uymayan bu hüküm halen tartışılıyor.
2.    Ortez-protez gibi araçların kullanımında çalışanlarda % 20, emeklilerde % 10 katılım payı ödenmesi zorunluluğu getirilmesi,
3.    SSK kapsamındakilerin sağlık yardımlarından yararlanabilmeleri için 120 gün prim ödeme zorunluluğunun getirilmesi,
4.    SSK’lıların asgari 5 bin gün prim ödeme zorunluluğunun asgari 7 bin güne çıkartılması,
5.    Malûlen emeklilikte aylık ücret miktarlarının düşürülmesi,
6.    Yaşlılık aylığı miktarının düşürülmesi,
7.    Bağ-Kur için poliklinik ücretlerine % 20 katılım zorunluluğu getirilmesi,
8.    Çalışanın ödeyeceği sosyal güvenlik prim miktarlarının yükseltilmesi,
9.    İşsizlik sigortası hakkının kısıtlanması,
10.    Yetim aylığı koşullarının sınırlandırılması vb. gibi birçok hak kaybının yürürlüğe girmesini sağlamıştır.

İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIĞI SİGORTASI
Sosyal Sigortalar Kanunu iş kazası ve meslek hastalığının tanımını ayrı ayrı yapmıştır; okuduğumuz zaman bu iki kavram arasında çok benzerlik olmadığını görüyoruz. İş kazası, somut durum ifade eder, sigortalıyı hemen veya sonradan fiziksel veya psikolojik olarak etkiler. Meslek hastalığı ise, işin yürütüm koşulları ile ilgili olarak, belirli yükümlülük süreleri geçtikten sonra, sağlık sakıncası yaratan bir etkenin geçici veya sürekli, hastalık, sakatlık veya psikolojik bozukluk halidir. Bu iki risk bir arada da olabilir, ayrı ayrı da.
Bu iki kavramı bir arada değerlendirmek, iki ayrı sigorta kolunu, “İş kazası ve meslek hastalığı sigortası” adı altında, tehlike ve risk düzeyini aynı kabul ederek ve 12 tehlike sınıfına ayırarak (prim oranı % 1,5-7 arasında değişir), tek sigorta kolu gibi prim toplamak, bilgisizlik olarak değerlendirilemez. Bu uygulamanın arkasındaki gerçek; iş kazalarında Avrupa’da en fazla, dünyada ilk üç sıraya giren, meslek hastalıklarında ise, tespit yapılamadığı için istatistiklere göre dünyanın “en iyi” ülkesi durumunda olan bir ülkede, her iki uç değeri ortalayarak, meslek hastalıkları için toplanan primin iş kazaları veya başka bir sigorta kolu için kullanılmasını amaçlamakla ilgilidir.
SSK, 2001 yılında İş Kazası ve Meslek Hastalığı Sigorta Kolu’nda 494 trilyon TL. prim toplamıştır. Bu primin % 34’ü iş kazası ve meslek hastalığı fiili giderleri için harcanırken, % 66’sı aktüeryal dengeleri sağlamak üzere, önceki yılların biriken tazminatları için veya başka sigorta kollarında kullanılmıştır. İş kazaları ve meslek hastalığı için harcanan 160 trilyonun % 77’si (123 trilyon TL), ölenler ve sürekli iş göremezlerin hak sahiplerine ödenmiştir. Örneğin, meslek hastalığı riskinin yüksek olduğu bir fabrikada toplanan primler, meslek hastalıkları için harcanmamış; başka bir alana aktarma yapılmış, yani hep sonuçları düzeltmek için çalışılmıştır. SSK, iş kazası ve meslek hastalığı tedavisi için 160 trilyondan sadece 6.7 trilyon ayırmış, koruyucu sağlık hizmetleri için ise herhangi bir harcama yapmamıştır. Yani sorunun nedenlerini hiç düşünmemiş, düşünmediği için her yıl toplanan primlerin 2/3’ü geçmiş yılların tazmini için harcanmıştır. Diğer taraftan, SSK, tüm tedavi giderleri için (sağlık tesislerinde ve hariçte) 2,4 katrilyon TL. ödemiştir.
Sonuçta, ortada olan gerçek şu ki, sosyal güvenliğin asgari normlarından bir tanesi olan iş kazası ve meslek hastalıkları yardımı sigortacılık anlayışına göre sağlanamıyor.

Analık Sigortası
Sigortalı kadının veya sigortalı erkeğin sigortalı olmayan eşinin analık halinde; gebelik ve doğumda muayenesi ve gerekli sağlık yardımlarının sağlanması, emzirme yardımı, doğum öncesi ve sonrası yardımları sağlayan sigorta kolu. Prime esas kazancın % 1’i oranındaki prim işveren tarafından ödenir. Analığın korunması adına toplanan primlerin, son 6 yılda sadece yüzde 20-25’inin amacına uygun kullanıldığı açıklanıyor. Doğurganlık oranının yüksek olduğu bir nüfusta primlerin amaç dışı kullanıldığı anlaşılıyor.

Hastalık Sigortası
İş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamı dışında kalan hastalık ve sakatlık hallerinde yardımları kapsayan sigorta kolu. Sigortalının prime esas kazancının % 11’i (% 6 işveren hissesi, % 5 sigortalı hissesi) prim olarak kesilir. Koruyucu sağlık hizmetleri için kaynak ayırmayan SSK, hastalık sigortası giderlerini karşılayamıyor. Diğer sigorta kollarında sigortacılık anlayışını da hiçe sayarak yaptığı tasarrufları hastalık sigortasına aktararak, durumu kurtarmaya çalışıyor.

Malûllük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortası
Ağır ve tehlikeli işlerde prime esas kazancın % 22’si (% 13 işveren, % 9 sigortalı), ağır ve tehlikeli olmayan işlerde % 20’si (% 11 işveren, % 9 sigortalı) prim olarak toplanır. Son yıllarda toplanan primler, bu sigorta kolunda giderlerin ancak % 13-20’sini karşılayabiliyor.

İşsizlik Sigortası
17 Ağustos Marmara depremi sonrasında oluşan kaos ortamında alelacele yedi gün içerisinde 25 Ağustos 1999 tarihinde çıkartılan yasa ile, İşsizlik Sigortası, 1 Haziran 2000 tarihi itibarı ile ilk kez kabul edilmiş oldu. İlham kaynağı olan 102 sayılı ILO sözleşmesi “çalışmaya muktedir ve iş almaya hazır bulunan bir kimsenin uygun iş bulma imkansızlığı ve kazancının geçici olarak durması (işten çıkma veya çıkarılma) durumunda işsizlik sigortası uygulanır” yaptırımı öngörmesine rağmen, çıkartılan yasa, tüm çalışanları kapsamadan ve kısıtlı haklarla yürürlüğe girdi. Yasadan işçinin yararlanabilmesi için; a) “haklı” bir nedenle işten atılmış olması, b) kendi isteği ile işten çıkmamış olması, c) işten ayrılmadan önceki 3 yıl içerisinde 600 gün ve son 120 gün içerisinde kesintisiz prim ödemiş olması gerekiyor.
Hâl böyle olunca, İşsizlik Sigortası Fonu, para dağıtan değil para biriktiren ve bütçe açığını kapatan kaynak durumuna geldi. Örneğin; Fon’da biriken 9 katrilyon 264 milyar TL. paradan, geçtiğimiz Ocak ayında, 56 bin kişiye 12 trilyon 794 milyar TL. ödendi. Fon’da sürekli büyüyen kaynağa rağmen, sosyal güvenliğin temel haklarından birisi kullanılamıyor veya göstermelik kullanılıyor.

EMEKÇİLERİN ‘TERBİYE’ EDİLEREK YENİ FORMATA UYARLANMASI
Türkiye’de “24 Ocak İstikrar Programı” gereği ve sermaye cephesinin isteği üzerine, 12 Eylül 1980 sonrasında sendikalı işçi sayısı % 70 oranında azaltılarak, sendikal cephede “istikrar” oluşturuldu. 7. ve 8. Beş Yıllık Kalkınma Planlarında; “İşgücü piyasasında esnekliği artıracak, yaygınlaştıracak yeni çalışma biçimlerini düzenleyecek” gibi mesajlar verilerek, ‘esnek modeller’, ulaşılması gereken hedef olarak gösterildi. Bu istikrarın ürünü olarak, DSP-MHP-ANAP hükümeti tarafından hazırlanan, AKP hükümeti tarafından ‘gözden geçirilen’ 4857 sayılı İş Yasası, neoliberal politikalar doğrultusunda, çalışma yaşamında AB uyum süreci aldatmacaları ile yeniden düzenlendi. Arzulanan düzenin kurulabilmesi için öncelikle çalışanların ‘terbiye’ edilmesi gerekiyordu.
AB ülkeleri bir taraftan haftalık çalışma sürelerini azaltırken, diğer taraftan ücretleri de düşürerek, istihdam fazlasını işveren çıkarlarına uygun düzenliyor. Haftalık çalışma süresi 32-43 saat arasında değişen AB ülkelerinde, esnek çalışma modeli ile, çalışan, gün içerisinde 12 saat işyerine bağlanıyor. Türkiye’de gelişen eğilim ise; “yasal” haftalık çalışma süresini 45 saatte sabitlerken, esnek çalışma modeli ile, işçiyi 14 saate kadar işyerinde tutmayı hedefliyor. Bununla da kalmıyor; yaptıracak iş bulamadığı günlerde, işçiyi başka bir işyerine göndermek veya başka bir işverene kiralamak istiyor.
Sistem, bir kurgu içerisinde, geri dönüş şansı vermeden, sendikasız ve iş güvencesiz ortamda iş bulduğuna şükrettirerek, işçiyi, çıkmaz bir yola yönlendiriyor. Küreselleşen kapitalist sistem ve neoliberal işbirlikçileri kamu-özel tüm çalışanları bu yolda buluştururken, “sağlıklı çalışma hakkı”, içi boşaltılmış genel bir söylemden başka bir anlam ifade etmiyor.
Tüm kamu emekçileri için İş Yasası benzeri uygulamaların gündeme geleceğinin mesajları, “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında Yasa ile verildi. Yasa; ‘sözleşmeli’ statüsü ile istihdamın azaltılması yönünde; sendikasız ve her yıl ‘performans ölçümü’ ile ücretlendirilen, performans ölçümü ile ücret ve sözleşme yenileme ölçütleri subjektif olarak gerçekleşecek, sözleşmesi gereksinim duyulursa yenilenen, bütçe üzerinde yük olmayan ve yerel yönetimlere devredilmiş yeni bir “çalışan” modeli yaratmayı amaçlayarak; sözleşme (iş akdi) ile çalışmasına rağmen işçi sayılmayan ve devlet memuru gibi tarif edilen, bir yıllık sürelerle yenilenen sözleşmelere bağımlı, iş güvencesi ve toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, ‘norm kadro’ uygulaması ile daha fazla görev yüklenebilecek, örgütsüzleştirilebilecek köleleri tanımlıyordu. Örgütlü toplumsal muhalefet yetersizliğiyle cesaretlenip pervasızlaşan hükümet, bir hamle daha yaparak; yeni sistemde kamu emekçilerinin DMY değil, İş Yasası kapsamında sözleşmeli olacağını ilan etti.

NEOLİBERAL POLİTİKALARIN SAĞLIK AYAĞININ OLUŞUMU
GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile Dünya Ticaret Örgütü’ne verilen söz gereği hizmet alanlarını özelleştirerek serbest piyasa koşularına terk etmeyi hedefleyen Kamu Yönetimi Temel Kanunu (KYTK) ve özellikle sağlık sektöründe yaşanan gelişmeler, izlenecek politikaları tüm çıplaklığı ile göz önüne seriyor.
Sağlık alanıyla sınırlı konuşulduğunda, KYTK, “geniş toplum katılımını sağlamak, yerel özgüveni geliştirmek, gücün küçük bölgelere aktarılması” gibi söylemlerle halk desteği alarak açılım sağlamaya; devletin üzerindeki görevi, kamu hizmeti olarak sağlık hizmetini yerel otoriteye, doğrusu, onun üzerinden kapitalist şirketlere transfer etmeye çalışıyor. Bir başka anlatımla; sağlık hizmetinin “yükü” devletin üzerinden atılarak, halktan toplanan gelirlerle (ek vergilerle) finansman güvencesi sağlanacak ve özel sektör aracılığıyla ‘rekabet’ ortamında hizmet verilecek.
“Sağlıkta istikrarı” yakalamak için uzun mücadeleler veren sermaye cephesi; ANAP, DYP, SHP, FP, DSP ve MHP denendikten sonra, AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile amacına ulaşma fırsatını yakaladı. DB tarafından Haziran 2002’de yayınlanan “Türkiye: Yaygınlığı ve Verimliliği İyileştirmek Amacıyla Sağlık Sektöründe Yapılan Reformlar” başlıklı Rapor, AKP’nin, gerek parti gerekse hükümet programlarında sağlıkla ilgili politikalarının kaynağını oluşturdu. Başka bir anlatımla; seçimden 5 ay önce yayınlanan söz konusu Rapor, Türkiye’de iktidar adayının yol haritasını çiziyordu. Bu rapora göre, Türkiye’de;
1.    Sosyal güvenlik sistemlerinin birleştirilmesi gerekiyordu,
2.    Umumi Sağlık Sigortası kurulmalıydı,
3.    Sağlık hizmetleri ‘temel hizmetler paketi’ çerçevesinde sunulmalıydı,
4.    Kamu hastaneleri özerkleşmeli ve tüm personel sözleşmeli çalışmalıydı,
5.    Sağlık ve Çalışma Bakanlıkları sağlık hizmeti üretilmesi ve sunulması işinden çekilmeli; Sağlık Bakanlığı “politika üretmek ve düzeni denetlemek”, Çalışma Bakanlığı ise “sağlık sigortası sistemini yönetmek ve denetlemek” görevini sürdürmeliydi,
6.    Temel sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi için ‘aile hekimliği sistemi’ uygulamaları benimsenmeliydi.
Bu rapordaki ana temalar, önce AKP programına, sonra 58. ve 59. Hükümet programlarına girdi.
AKP tek başına hükümet olduktan sonra sosyal güvenliğe ve sağlığa inanılmaz bir hızla el attı. Ocak 2003’te ortaya çıkan “Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı Çerçevesinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sorumluluğunda Yürütülen Faaliyetler” çerçevesinde öncelenen hedefler içerisinde DB raporunda yazılanlar olduğu gibi tekrarlandı:
·    Sağlık hizmetlerinin sunumu ile finansmanının birbirinden ayrılması,
·    Nüfusun tamamını kapsayacak ‘GSS Sistemi ve Kurumu’nun kurulması,
·    Uzun ve kısa vadeli sigorta programlarının birbirinden ayrılması,
·    Sağlık Sigortası’nın uzun vadeli sigorta kolundan çıkartılması, Sağlık Sigortası ve Emeklilik Sigortasının birbirinden ayrılması,
·    Prim karşılığı olmayan ödemelerin kaldırılması (prim ödeme gücü bulunmayanların primlerinin devlet tarafından ödenmesi),
·    Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükünün azaltılması,
·    Sosyal güvenlik kuruluşlarında norm ve standart birliğinin sağlanması, sosyal güvenlik faaliyetlerinin tek çatı altında toplanması ve bütünleştirilmiş bir ‘Sosyal Güvenlik Ağı’ kurulması,
·    Bütünleştirilmiş ‘Sosyal Hizmet ve Yardım Ağı’ ve kurumsal yapının oluşturulması.
DB’nın 26 Mayıs–6 Haziran 2003 tarihleri arasında SB ve ÇSGB ile birlikte yaptığı toplantıdan sonra Haziran 2003’te tartışmaya açılan Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) ve GSS Sistemi ve Sağlık Sigortası Kurumu Kanunu Tasarısı Taslağı, milat olarak kabul edilen 1 Temmuz 2003 tarihi itibarı ile yürürlüğe giren “SB ve SSK Sağlık Tesislerinin Ortak Kullanımı” başlıklı protokol, “Devlet memurlarının özel sağlık kurum ve kuruluşlarına sevki” ile ilgili genelge ve 24 Temmuz 2003 tarihli “çakılı sözleşmeli sağlık personeli” namı ile anılan “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında 4294 sayılı Kanun, ve en son, Kasım 2003’de tartışmaya açılan “Sağlık Kanunu Tasarısı” ile, AKP ve dayandığı IMF ve DB gibi kuruluşlarıyla uluslararası tekeller ve ülke yönetimini ellerinde tutan işbirlikçileri, özelleşecek veya işletmeler haline getirilecek sağlık sektörünün piyasa koşullarına terk edilmesi hedefine kilitlendiler.
Aradan geçen süre içerisinde yasa, yönetmelik ve genelgelerle inanılmaz bir hızla yol aldılar. Kötü tabloyu öne çıkarıp ‘çözüm’ adına başlattıkları her yeni uygulama, sağlık alanında yeni bir karmaşanın yaşanmasına neden oldu.

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROJESİ
Bu proje;
a)    SB’nın yönetim yapısının düzenlenmesi,
b)    Genel Sağlık Sigortası,
c)    Sağlık hizmet sunumunun yeniden yapılandırılması,
d)    Sağlık insan gücünün motivasyonu,
e)    Ulusal sağlık bilgi sistemi (e-sağlık) başlıklarını içeriyor.
Uygulanabilirliği de dahil, uygulaması ve sonuçları ile çok uzun süre tartışılacak olan SDP ile, sistematik olarak her adım bir sonraki basamağı desteklemek üzere; sağlıkta finansman ve hizmet sunumu birbirine paralel olarak aynı anda yapılanıyor.

SDP’nin temel hedefleri
1)    Nüfusun tamamını GSS kapsamına almak (tek sosyal güvenlik sistemi),
2)    Uzun ve kısa vadeli sigorta programlarını birbirinden ayırmak,
3)    Sağlık hizmetleri sunumu ile finansmanını birbirinden ayırmak,
4)    İdari ve mali yönden özerk hizmet satın alacak Sağlık Sigortası Kurumu kurmak,
5)    Oto-kontrol mekanizmaları oluşturmak.

SDP’nin kullandığı argümanlar
·    “Dönüşümün çıkış noktası; genelde toplumu oluşturan bireylerin, özelde ise hastaların ve sağlık emekçilerinin göreceli durumlarını iyileştirmek olacaktır.”
·    “Hizmet planlaması, uygulaması ve değerlendirilmesinde hizmeti kullananlar da yer almalıdır.”
·    “Hizmet; toplum katılımı ilkeleri üzerine oturtulmalıdır.”
·    “Tüm bireyler eşit bir biçimde sağlık giderlerine karşı koruyuculuk altına alınmalıdır.”
·    “Sistem işler bir sevk sistemi ile desteklenmelidir.”
·    “Sağlık doğuştan kazanılan bir haktır ve sağlık hizmetinin herkese eşit olarak ulaştırılacak biçimde örgütlenmesi zorunludur.”
·    “Adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak herkese sağlık güvencesi sağlanmalıdır.”
·    “Hizmet sunumunun yaygınlığını ve erişilebilirliğini artırma: Sağlık hizmeti; kolay, erişilebilir, çağdaş düzeyde ve etkili olmalıdır.”
·    “Kaynaklar hastanelere aktarılmış”, “Birinci basamak hizmetlere çok sınırlı kaynak aktarılmış ve kaliteleri şüpheli”, “Tüm hizmet sunucuları tedavi edici hizmetlerin sağlanmasına yoğunlaşmış”, “Koruyucu ve halk sağlığı hizmetlerine ayrılan pay oldukça az olup, son yıllarda gittikçe düşmektedir.”
Siyasi iktidar, genel kabul gören argümanlarla kötü tablonun sınırlarını çizerken kendi adına sorumluluk anlayışına girmedi. Aradan geçen süre içerisinde kötü tablonun daha kötüye gitmesiyle, çözüme yönelik de sorumluluk hissetmedikleri gözlendi. Nitekim, SDP uygulandığı kadarıyla çözümsüzlük getirdi.

BUGÜN İZLENEN SOSYAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GELİŞEN EĞİLİMLER
Türkiye’de emekçilerin işçi, memur ve sözleşmeli personel şeklindeki yapay ayrımı nedeniyle oluşturulan sosyal güvenlik sistemindeki çok başlılık, aşılması gereken engel olarak tüm kesimlerce kabul ediliyor. Ancak, çözüm üretme aşamasında izlenen politikalar, çalışma ortamında daha ağır koşulların geleceğini hissettiriyor.
8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda; “Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur’un norm ve standart birliği sağlanması amacıyla gerekli hukuki ve kurumsal düzenlemelerin yapılacağı” ifadesi AKP’nin Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı ile pekiştirildi. Ancak Hükümet Programı’nın devamında yer alan;
“Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükü azaltılacaktır”, “Uzun vadeli sigorta programları ile kısa vadeli programlar birbirinden ayrılacaktır. Sağlık sigortası uzun vadeli sigorta kollarından çıkartılacaktır” ve “Prim karşılığı olmayan ödemeler kaldırılacaktır” … gibi ifadeler, “nasıl bir sosyal güvenlik sistemi kurgulanıyor?” sorusunun yanıtları hakkında ipuçları verdi. Gecikmiş “norm ve standart birliği” ile beraber; esnek üretim ve çalışma ilişkileri, kamu yönetimi reformu, kamu çalışanları personel rejimi, performansa dayalı ücretlendirme, toplam kalite yönetimi vb. gibi yeni modeller gündeme alındı.
“Norm ve standart birliği, emekçileri hangi asgari kazanımlarda buluşturmayı hedefliyor?” sorusunun yanıtı, “nasıl bir sosyal güvenlik sistemi?” sorusunun yanıtına denk düşüyor.

SOSYAL GÜVENLİĞİN TEK ÇATI ALTINDA TOPLANMASI
SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı gibi mevcut sosyal güvenlik sistemleri içinde verilen parçalı hizmet ile yeşil kart adı altında fon kaynaklı hizmetin tek bir kurum altında norm ve standart birliğinin sağlanması ve koordinasyonu, geç kalmış bir organizasyon olup, ‘sosyal devlet’ formasyonuna uygun olarak dünyada elli yıl önce başlamış ve yerleşmiştir.
ÇSGB tarafından sürdürülen “Sosyal Güvenliğin Tek Çatı Altında Toplanması ve GSS” çalışmaları, finansmanı ‘prim sistemi’ ile sağlamayı hedefliyor. “Prim nasıl toplanacak?” sorusunun yanıtını Hükümet programında bulmak olası: “Prim karşılığı olmayan ödemeler yapılmayacak”, bir başka anlatımla “ödediğin prim kadar sosyal güvenlik sisteminden yararlanacaksın”! Ek hizmet alabilmek için ek ödeme yapmak zorunluluğu getirecek bu proje, sağlık hizmetini iki kategoriye ayırıyor. TTP çerçevesinde ‘prim’ karşılığı verilecek hizmet, ve, Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) çerçevesinde parası olan kendisini özel olarak TTP kapsamı dışındaki hizmetler için koruma altına alacak, parası olmayan ise, ya cepten para ödeyecek veya ödemeden sonuçlarına razı olacak.
Dünyada ve dolayısıyla Türkiye’de, 1970’lerden bu yana “sosyal devlet” kavramı ve paralelinde sosyal güvenlik hakkının aşama aşama sistematik olarak nasıl terk edildiğini ibretle izliyoruz. Sosyal hakları yok etme hedefli eylemlilik sürerken, “Sosyal Güvenliğin Tek Çatı Altında Toplanması” ve “GSS’nin Oluşturulması” adı altında başlatılan çalışmaları ve oluşturulan “Sosyal Güvenlik Kurumu”nu olumlamak olanaksız.

SOSYAL GÜVENLİK KURUMU
Ocak 2003’te ortaya atılan iddia gereği; Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilat Kanunu 24 Temmuz 2003’te yasalaştıktan sonra tartışmaya açılan; “Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı Kanunu Tasarısı Taslağı”, “Emeklilik Sigortası Sistemi ve Emeklilik Sigortaları Kurumu Kanunu Tasarısı Taslağı”, “Sosyal Hizmetler ve Sosyal Yardım Temel Kanunu Tasarısı” ile, AB uyum süreci adı altında, sosyal güvenlikle ilgili var olan hakların tek tek tırpanlanması amaçlanıyor.
Acil Eylem Planı’nda geçen “Bütünleştirilmiş ‘Sosyal Hizmet ve Yardım Ağı’ ve kurumsal yapının oluşturulması” anlayışına uygun olarak Temmuz 2003’te yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu ile; SSK, Bağ-Kur ve Türkiye İş Kurumu arasında koordinasyonu ve sosyal güvenlik alanında norm ve standart birliğini sağlamak ve sosyal güvenlik politikalarını belirlemek üzere, ÇSGB’na bağlı yeni bir kurum oluşturuldu.
Sosyal güvenlik ile ilgili var olan kurumsal yapılara rağmen, yeniden, bütünlüklü ve entegre hizmete yönelik organize olunarak, Sosyal Güvenlik Kurumu kurulabilir ve toplumun tüm bireyleri sosyal güvenlik korumasına alınarak, hizmet sunumunun yaygınlığı ve erişilebilirliği artırılabilir. Ancak, sistem gerek finansman sağlama, gerekse hizmet sunumunda iç tutarlılıktan yoksun ise, başka bir hesabın varlığından kuşkulanmak gerekir.
Kurgulanan odur ki; serbest piyasa koşullarında verilecek hizmet sunumu, tüm bireylerin sağlık giderlerine katılması sonucu sürekli mali kaynak yaratılmasıyla gerçekleşecek. Başka bir ifade ile; sağlık hizmeti talebini artırarak, yani sağlıksızlığı teşvik ederek, hizmet sunumunun piyasa koşullarında önünü açmaya çalıştığınızda; prime dayalı sigorta sistemi ile yükselen talebi karşılayacak finansmanı da sağlamak durumundasınız. Nitekim, bu politikalarla uyumlu olarak; 1980’de 2.5 milyar dolar olan toplam sağlık harcaması, 2003‘te yaklaşık 10 milyar dolara çıktı. Ancak harcamalardaki yüzde 400 artışa rağmen, sağlık göstergelerinde iyileşme gözlenmedi.

GENEL SAĞLIK SİGORTASI (GSS) SİSTEMİ
GSS sistemi içeriğinde en çok tartışılan iki ana başlık; finansmanın nereden-nasıl sağlanacağı ve hizmet sunumu için eldeki kaynağın kullanımında kimlerin nasıl rol oynayacağıdır.
AKP hükümetinin “sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki yükü azaltılacak” ve “tüm nüfusu kapsayan sigorta yapısı, sağlık sistemine sürekli ve belirsiz bir kaynak aktarımı gereğini ortadan kaldıracak” gibi söylemleri, son 20 yılın tüm hükümetlerinin de hayali olup; sosyal güvenliği hak olarak düşünmeyen, sağlıksızlığı ise kişinin sorunu olarak algılayan politikaların da özünü yansıtıyor. Bütçeden kaynak aktarımı olmadan “sürdürülebilir sağlık finansman modeli”nin oluşturulabilmesi için, herkesten sağlık sigorta priminin (ek vergilerin) toplanması zorunludur ve bu hedefleniyor.
Devleti devreden çıkarmayı kurgulayan yeni sigorta sisteminde; ‘piyasa’, para bulabildiği ölçüde, “işlerin iyi gitmesini”, yani hasta sayısının artmasını isteyecek. ‘Hizmetin’ (sistemin) sürekliliği, mali kaynağın sürekliliğinin sağlandığı koşullarda, yani paranın bireyden sisteme aktarıldığı ölçüde sağlanacak; tıkandığı noktada ise, birey (hasta) elini cebine atarak ek ödemelerle sistemi canlandıracak; sistemin içi boşaldığında, İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, tekrar kamusal (vergiye dayalı) sistemlere dönme eğilimi gelişecek.

GSS’NİN EN ÖNEMLİ AYAKLARINDAN BİRİ: TEMEL TEMİNAT PAKETİ (TTP)
Sağlık sigortası kapsamında, sigorta tarafından karşılanacak standart tanı ve tedavi kriterlerinin sınırları, TTP ile belirleniyor.
Gelişmeler çerçevesinde yeniden belirlenerek TTP ile verilecek hizmetler şunlar:
·    Birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerinde sevk yönetmeliğine uyulması koşulu ile tanı ve tedavi hizmeti,
·    İlaç, iyileştirme araçları, ortez ve protez (estetik amaçlılar hariç),
·    Diş hastalıkları tedavisi, diş dolgusu ve protezi,
·    Yol parası ve zaruri giderler,
·    Kurumca uygun görülen temel ve koruyucu sağlık hizmeti: Aşı, serum, kontraseptif malzeme vs.,
·    Sadece aktif ve bağlılar için geçerli olacak geçici işgöremezlik giderleri,
·    Yurtdışı tedavi giderleri kapsam dışı.
SDP, TTP’yi, “GSS’nin en önemli ayaklarından biri” olarak kabul ediyor. TTP; “sunulacak sağlık hizmet ve yardımlarının esnek ve değişken bir kavram olduğu” ve “başlangıçta, paketin ana başlıklarının belirlenmesinin temel yaklaşım olması gerektiği” öngörüsünden hareketle “sonrasında, Sağlık Sigortası Kurumu eliyle; değişen teknoloji, ortaya çıkan ihtiyaçlar ve ekonomik dengeler göz önünde bulundurularak, sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıda sürdürülerek” yeniden belirlenecek sağlık hizmetlerinin bütünü olarak kabul ediliyor.
Avrupa’dan örnekler üzerinde durmak önemli. Türkiye’de uygulamanın nasıl olacağını bugünden görmenin yolu, GSS ile yol alan ülkelerde durumun incelenmesinden geçiyor. Örnek alınan ülkelerde, teminat paketlerinin kapsamı daraltılırken, katkı payları artırılıyor. Örneğin; Almanya’da, geçtiğimiz Eylül-Ekim aylarında yapılan düzenlemelerle, başlangıçta sigorta kapsamında olan diş ve göz tedavisi ile iyileştirme araç ve gereçleri için, artık, ek para ödemek gerekiyor. Yine Almanya’da, yıllık gelir üzerinden ödenecek prim artarken, muayene ve tedavi giderleri üzerinden de daha fazla katkı payı ödeme zorunluluğu getirildi. Bulgaristan örneğinde; sağlık sigortası primi olarak, sigortalının ödediği pay artarken, işverenin ödediği pay, oransal olarak sürekli azalıyor. Ağız-diş sağlığı ise, teminat paketinden çıkartıldı.
Gerek uluslararası deneyimler, gerekse ayrılan kaynaklar dikkate alındığında, Türkiye’de hazırlanacak TTP’nin içeriği tahmin edilebilir. “Finansal açıdan uygulamaları tehlikeye sokacak istisnai başlıklar ve hizmetler paket içinde öncelikle yer almamalıdır” ifadesinde, paketin içeriğini anlamamız için yeterince mesaj veriliyor. Bu mesajın gereği; tedavi masrafları yüksek olan kronik ve ölümcül hastalıkların paket dışında bırakılması ve bu nedenlerle ek prim alınmasıdır. Ödenen primler, sadece TTP kapsamında hizmeti öngörüyor. GSS Sistemi ve Sağlık Sigorta Kurumu Kanun Tasarısı, “TTP dışında, ek hizmet almak isteyen kimseler veya sosyal sigorta kurumları kapsamında bulunan sigortalılar ve hak sahipleri için, bu hizmetin karşılığı ödenmek suretiyle bu Kanun kapsamı dışında kalan sağlık yardımlarını alabilirler” ifadesini kullanıyor. GSS sistemi kurulduğunda, düşük ücretlerle geçinmeye uğraşan emekçilerin, TTP dışında bir hastalığa yakalanmaları durumunda, tedavi şansları yok.
GSS tartışmalarının Türkiye’de yoğunlaştığı 1990’lı yıllarda büyük sermaye gruplarının teşviki ile ‘yaşam’ ve ‘hastalık’ gibi sigorta faaliyetleri alanında başlayan cılız yönelimler, bugün birçok sermaye grubunun yoğun ilgisini çeker hale geldi.
Başlangıçta sermayenin sağlıkta sigortacılığa soğuk bakmasının en önemli nedeni, genel olarak hayatta, özel olarak da sağlıkta risk faktörünün yoğunluğudur. Risk, koruyucu sağlık hizmetleri eksikliğinde daha da artıyor, risk yoğunluğunun artışı ise hedef kitleyi daraltıyordu. Kronik hastalıklardaki artış ve sağlıkta risk boyutunun belirsiz olması nedeniyle, sigorta şirketleri, bilinmeyenleri fazla olan alanda yatırım yapma noktasında dikkatli davranma yolunu tercih etti. Bu nedenlerle, 90’lı yıllarda, GSS ve özelleştirme politikaları fazla kabul görmedi.
Neoliberal politikaların Batı deneyimlerinin, DB ve IMF dayatmaları ile, Türkiye’de parti ve hükümet programlarına yansıması sonucu -GSS örneğinde olduğu gibi- verilen kredi güvenceleri ile sağlık politikaları bütünlüklü uygulama ortamı bulmaya başladı, ve birçok özel sigorta şirketi, pazardan pay almak için harekete geçti. Böyle bir ortamda; devletin sağlık sorununu, prim sistemiyle finansmanı sağlanacak GSS ile çözmesi, ‘akılcı çözüm’ olarak benimsendi. Başlangıçta sisteme aktarılacak kaynağın yüksek olması, devletin yeni önlemler almasını gündeme getirdi; bugün, yapılanlardan da anlaşıldığı gibi, öncelikle, sosyal güvenlik haklarının kısıtlanması, katılım paylarının artırılması ve TTP’nin içinin hafifletilmesi gerekiyordu.

FİNANSMAN
Mevcut sistemin yıllık maliyetini 5.1 milyar dolar olarak hesaplayan ÇSGB, GSS’nın yıllık maliyetini ise 7.9 milyar dolar olarak belirtiyor. GSS uygulaması ile sağlığın maliyeti arttığı halde, hizmet, “TTP” ile sınırlı kalıyor. Paket harici yapılacak cepten harcama için, olası maliyet hesaplarını ayrıca yapmak gerekiyor.
Yapılan hesaplara göre, tüm sigortalıların primlerini düzenli ödemeleri gibi gerçekleşmesi olanaksız bir kurgu üzerinden hareket edildiğinde dahi, GSS’nin devlete maliyeti, (kurumsal yapılanma giderleri hariç) 3.5 milyar dolar; yani, oransal olarak, yapılacak yıllık toplam harcamanın en az yüzde 44’ünü devlet ödeyecek.
Son yirmi yılda, bir taraftan GSS politikaları savunuldu, diğer taraftan sağlığa ayrılan bütçe yüzde 2-3 arasında gezindi. 2004’te hükümetin yasalaştırmayı düşündüğü GSS’nın maliyeti ortada iken, 2004 bütçesinden sağlığa ayrılan pay, 4.7 katrilyon TL. GSS ile, çalışan ve çalıştıranların sağlık primleri artıyor; çalışanlar, ‘sağlıklı’ olmak için, en az asgari ücretin yüzde 30’una denk düşen oranda pay, yani sağlık primi ödemek zorunda kalacaklar. Devletin de, bu durumda, daha fazla kaynak aktarması gerekiyor. Toplanan kaynağın sağlık sektöründe iyileştirmeleri sağlaması beklentilerine karşılık, sağlık hizmetinin kapsamı TTP ile daraltılıyor.
Amaç kâr etmek olduğundan; sağlık hizmetinin esnek ve değişken bir kavram olması, sağlık talebi ve arzının kârın maksimize edilmesi düşüncesinin etkisi ile sübjektif belirlenebilmesi gibi nedenlerle, “TTP” çerçevesinde verilecek sağlık hizmeti ile, ‘paket’ dışına çıkan hizmette yeniden istenecek para, ters orantılı bir anlayışla piyasa koşullarında belirlenecek. Örnek alınan Batı ülkelerinde olduğu gibi; para artarken hizmet azalacak, en yüksek prim ile en az hizmet alınması sağlanacak.
Görünen de odur ki; T.C. Nüfus Cüzdanı olan herkese hiçbir karşılığı olmaksızın verilecek sağlık hizmetinin maliyeti, hiçbir şekilde GSS ile ödenecek rakamlara ulaşmayacak.

PRİMLER
Kurum’a ödenmesi gereken meblağ ‘prim’ olarak adlandırılıyor. Temel hedeflerden olan “uzun ve kısa vadeli sigorta programlarının birbirinden ayrılması” ve “sağlık hizmetlerinin sunumu ile finansmanının birbirinden ayrılması” varsayımları gereği; hizmet karşılığında prim ve katkı payı toplanarak elde edilecek gelirlerin, sürekliliğe ve finansal açıdan güvenceye kavuşturulmuş olması zorunluluğu var. Emeklilik Sigortaları Kurumu (ESK); uzun vadeli ve sadece malûliyet, ihtiyarlık ve ölüm yardımları sigortacılık kolu temelinde sigorta yapacak. Tüm primler ESK’da toplanacak ve % 12,5 oranındaki prim, ESK tarafından, Sağlık Sigorta Kurumu’na (SSK) transfer edilecek. SSK, kısa vadeli ve sadece hastalık, analık, kısmen iş kazası ve meslek hastalıkları sigortacılık kolunda sigorta yapacak. Hizmet, SSK tarafından, tek elden satın alınacak. Prim ödeme gücü olmayanların primleri, kısa vadeli sigorta kapsamında kullanılmak üzere, devlet tarafından karşılanacak.
Bir başka anlatımla, “idari ve mali özerkliğe” sahip Sağlık Sigorta Kurumu’nun hizmet sunumu ile finansman arasında denge unsuru olabilmesi için, ‘ödenen primler karşılığında’ hizmet satın alması kurgulanıyor. Buradan çıkartılması gereken sonuç; “sağlık hizmeti sunanların rekabet ortamında bu hizmet karşılığında elde edecekleri gelirler; düzenlenmiş, sürekliliğe ve finansman güvencesine kavuşturulmuş olacak” veya bugün SSK ve Bağ-Kur hizmetlerinde olduğu gibi, primler yeterince toplanamazsa, hizmet satın alınması da aksayacak, ve aktüeryal denge bozulacak. Böylesine bir denge için oluşturulan havuzun bir taraftan doldurulup, diğer taraftan da boşaltılması gerekiyor. Havuzu boşaltmak kolay da, yanıt aranan soru başka; finansman sisteminin temeli olan havuz nasıl dolacak?
Sigortalıların TTP’de belirtilen sağlık hizmet ve yardımlarını alabilmeleri için; çalışanlar, işverenler, yoksulluk sınırı üzerinde kazanç ve geliri olanların kendilerinin, yoksulluk sınırı altında kazanç ve geliri olanlar için -teorik olarak- devletin prim ödemesi gerekiyor. Havuz; primler ve katılım payları ile dolacak. Kazancı yasa ile belirtilen prime esas asgari kazancın altında kalanlar için, fark, devlet tarafından ödenecek. Yani sistemin işleyebilmesi için, T.C. vatandaşı olan herkesten prim alınacak!
“Geliri olmayanların giderleri devlet tarafından karşılanacak mı?” sorusunun yanıtı kolayca bilinebilir: Kayıtdışı ekonominin kayıtlı ekonomiye eşit olduğu, bireysel gelir düzeylerinin belirlenemediği bir ülkede; devlet, bu “külfeti”, halka ‘salma’ göndererek karşılayacak veya bugüne kadar yaptığı gibi karşılamamanın yollarını arayacak!
Prime esas kazancın % 12,5’i ‘sağlık sigortası prim oranı’ olarak dikkate alınıyor. İşverenler % 6,5 öderken, SSK ve Emekli Sandığına bağlı sigortalılar % 6 ödüyor. Bağ-Kur, tarım işçileri, kendi hesabına çalışanlar, isteğe bağlı sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayanlar % 12,5 öderken, prim ödeme gücü olmayanlar için devlet % 12,5 oranında prim ödüyor.
Eşitlikler üzerine kurulu olduğu iddia edilen sistem, tamamen eşitsizlikler üzerinde şekilleniyor. Prim toplarken ileri sürülen ‘bireylerin eşitliği’; hizmetin verilmesindeki hakkaniyeti değil, “toplanacak paranın eşitliği” ilkesini gözeten duruşu yansıtıyor. Bireyler finansmana katkıyı eşit olarak sunarken, hizmetin verilmesi tamamen eşitsizlikler üzerinden kurgulanıyor. Bu anlamda, sistem, kuşkusuz herkese ‘adalet ve eşitlik ilkesine’ uygun sağlık sistemi sağlamıyor. Herkes ödediği prim kadar hizmet alıyor, hatta düşük gelirlilerde prim oranları artıyor. Örneğin, sigortalıların hastalık sigorta primi yüzde 5’den 6’ya (% 20 artış) çıkarken, işveren payı yüzde 6’dan 6,5’e (yüzde 8,3 artış) çıktı. Emekli Sandığı üyesi çalışan ve emeklilerden ek yüzde 1 GSS payı alınmaya başlandı (bu uygulamayı Anayasa Mahkemesi iptal etti). Prime esas kazanca üst sınır getirilirken, yüksek gelirliler korundu.
Prime esas kazancın alt ve üst sınırları, 506 sayılı Yasa (m. 77-78) gereğince belirlenmektedir. Ödeme gücü olanların isteğe bağlı sigortalarında da, aynı değerler dikkate alınıyor. Bu maddelere göre, o ay içinde alınan tüm ücretlerin brütü esas alınırken; yapılan yasa değişikliği (29.7.2003) ile, ücret dışındaki her türlü tazminat ve ek ödeme hesap dışı tutuldu. Ne tesadüftür ki, bu maddenin yürürlük tarihi ile GSS Yasa Tasarısının olası yürürlük tarihi 01.01.2004 olarak belirlenmişti. Bu yasa değişikliği ile devletin; ödeme gücü olmayanlar, işsizler ve yoksulluk sınırı altında çalışanlar için, prime esas kazanç alt sınırının 1.5 katı esas alınarak ödeyeceği miktar da aşağı çekilmiş oldu.
Primlerin miktarı ne olacak? 2004 yılı için prime esas kazancın aylık üst sınırı 2 milyar 748 milyon olup, yüzde 12,5 olarak belirlenen GSS primlerinin yıllık ödenecek üst sınırı 4 milyar 122 milyon TL olacak. Gelir bu değerin üzerinde ise, prim oranı adaletsizliği, gelirle orantılı olarak artacak. Yani, gelir fazlası için prim ödenmeyecek.
2004 yılı için prime esas kazancın aylık alt sınırı 550 milyon olup, yüzde 12,5 olarak belirlenen GSS primlerinin yıllık ödenecek alt sınırı 824 milyon TL olacak.
Alt sınır dikkate alınmış olsa dahi; bu değer, ÇSGB tarafından belirlenen prim ödeme gücü olmayan 14.5 milyon kişilik nüfusa göre hesaplandığında, 4,5 katrilyonluk bir açık çıkıyor. SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı kapsamındaki sigortalıların primlerinin ödeneceği varsayılsa dahi, devletin ödemesi gereken 3,6 katrilyon ile birlikte, 8.1 katrilyon TL’nin bütçeden aktarılması gerekiyor. Prim ve katılım paylarının ne kadarı toplanabilecek veya devlet kendi vaat ettiği katkının ne kadarını, ne zamana kadar ödeyecek? Yanıtlar; bilinmiyor.
Hükümet bütçeden sağlığa 4.7 katrilyon ayırırken, ilave katkıyı hangi kaynaktan sağlayacak? Yanıt; “ek vergi ve zam paketleri” olsa gerek. Çünkü, iktidarın önerisi, açıkların sadece 3 yıl karşılanmasını öngörüyor.
Sistemin yürümesi için, hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve kapsama alınması gereken kayıtdışı 11.4 milyon kişiden prim toplanabilecek mi? Bu soruya yanıt aramak gerekmiyor, çünkü prim ödemeyene hizmet verilmeyecek veya ücreti sonradan mahsup edilmek üzere, yalnızca acil hizmet verilecek. Toplanamayan primler yerine ya cepten ödeme yapılacak ya da bütçeye yeni bir yük gelecek.

KATKI/KATILIM PAYLARI
Sağlık hizmeti, katkı/katılım payı nedeniyle zorlaşıyor. Her yıl yeniden tespit edilecek katkı ve katılım payı şu durumlarda alınacak: Poliklinik muayene ücreti, ayaktan teşhis-tedavi, ilaç (ayaktan tedavide), kayıtlı bulunduğu yerden başka bir yerde hekime veya sağlık kuruluşuna başvurma zorunluluğu halinde, liste olarak yönetmelikle belirlenecek acil haller (acil haller dışında ve sevk zincirine uymama halinde giderler karşılanmayacak), ortez, protez ve iyileştirme araç-gereçleri kullanımında. Katkı paylarının alt-üst sınırları yasa, uygulamaya ilişkin kesin rakamlar ise, yönetmelik ile belirlenecek.
DB kamu hizmetlerinden kullanıcı ödentisi alınması tavsiyesini ilk kez 1987’de dile getirdi ve Türkiye’de uygulama, neoliberal politikaların ilk taşeronu Turgut Özal tarafından eşzamanlı başlatıldı.
Hazırlıkları sürdürülen Sağlık Kanunu Taslağı (SKT) kabul edilirse; sağlık hizmeti almak isteyenler; prim adı altında katkı payı ve hemen hemen her konuda, yapılan her işlemde katılım payı adı altında ek ücret ödemek zorunda kalacak. TTP kapsamında olan hizmetler için, katkı payına ilaveten, yüzde oranlarla katılım payı belirlenirken; sevk edilmeden yapılan başvurular ve TTP dışındaki hizmetler için ise, hasta yeniden cepten ücret ödeyecek. Üstelik “sağlık hizmet ve yardımlarının esnek ve değişken bir kavram olduğu” gerçeğini vurgulayan SDP’nin “değişen teknoloji, ortaya çıkan ihtiyaçlar, ekonomik dengeler göz önünde bulundurularak sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıda sürdürülmelidir” öngörüsü gereği, TTP kapsamı dışına çıkacak uygulamalar, her yıl yeniden açıklanacak.

SAĞLIKTA YOKSULLUK TUZAĞI!
Dünyanın seçkin tıp dergilerinden olan Lancet’te yayınlanan “Eşitlik ve Sağlık Sektörü Reformları” başlıklı yazı; ‘kullanıcı ödentileri’ olarak cepten yapılan ödemelerin, “Avrupa gibi gelişmiş sosyal refah sistemlerinde eşitliğe açık bir tehdit; orta ve düşük gelirli ülkelerde daha acil tehditler ve büyük bir yoksulluk tuzağı oluşturduğunu” söylüyor ve soruyor: “Düşük gelirli ülkeler medikal yoksulluk tuzağından kaçabilir mi?”
Araştırma; DB’nın “hizmetten az yararlananları sübvanse etmek, aşırı kullanımı önlemek ve hizmet kalitesini artırmak için finansal olanak sağlama” iddiaları ile ortaya çıktığını, ancak uygulamanın faturasının, yaşlı, çocuk ve yoksullardan oluşan hasta grubuna bindiğini söylüyor.
Özel tıbbi uygulamaların ve özel eczanelerde ilaç satışlarının patladığını dünyadan örneklerle anlatan araştırma; gelişen ekonomilerde ilaç kullanımının toplam sağlık harcamasının % 15’ini geçmediğini, “gelişmekte olan ülkeler”de ise, bu oranın, % 30-50 düzeyinde olduğunu söylüyor. ÇSGB, bu oranın SSK’da % 36, Emekli Sandığı’nda ise % 62 olduğunu açıklarken, araştırmayı da doğruluyor.
Kamu/özel ayırımı yapmadan, sağlık hizmetlerinde cepten harcama artışı, toplumu yoksulluğa sürüklerken, yoksul olanların yoksulluğunu da artırıyor. Tedavi edilmemiş hastalar, gücü yetmediği veya katılım ücretlerinden tasarruf için, sağlık hizmetini gereksinim olarak kabul etmiyor. Hastane masraflarını göze alamayanlar, hastane bağlantısı dahi kurmuyor. Bu saptamayı, Türkiye’de, Doğu ve Güneydoğu sağlık hizmetleri verili durumu ve pratiğinde gözlemek olası. Sonuçta, tedavi edilmemiş bireylerin, tüberküloz örneğinde olduğu gibi, kişiye ve topluma maliyeti, potansiyel olarak tahrip edici boyutlara gelebiliyor.
Türkiye pratiğinde de çok iyi gözlemlendiği gibi; yoksul insanlar, acil bir durum oluşuncaya kadar sağlık hizmetini erteliyor. Örneğin, ishal şikayeti nedeniyle muayene yerine elden ilaç kullanımını önceleyen hastalarda yapılan araştırmada, 7-8 kat daha fazla antibiyotik kullanıldığı gözlenmiş. Sağlık hizmetlerinin ertelenmesi, sağlığın kötüleşmesi ve artmış tıbbi bakım giderleri nedeniyle daha pahalı sağlık hizmeti almak durumunda bırakırken, her türlü katılım ödentileri de en az ikiye katlanıyor.
KYTK ile yerelleşecek ve yeni Sağlık Yasası ile özelleşecek/özerkleşecek (!) olan kamu/özel sağlık sektörü, gelirleri (kamu desteği olmaksızın) katkı/katılım ücretlerine tabi olacağı için; olası ödeme olanağı olan hastalara öncelik verecek ve hastaneler yüksek ödentiyi ödeyebilecek olanlar tarafından kullanılacak.
Bütün nüfus için risk paylaşımlı ve vergi politikaları üzerinden kamu finansal stratejilerinin sağlanmasıyla çözümün gerçekleşeceği vurgulanan söz konusu araştırmada; vergiyi, yoksullardan çok zenginlerden toplama konusuna odaklanmak gerektiği belirtilirken; dünyada vergisiz ‘off-shore’ hesaplarında gizlenen 8 trilyon ABD doları (IMF tahmini) üzerinden yüzde 5 kazanç elde edilmiş olsa dahi, bu kazancın vergisi olan 160 milyar doların, “gelişmekte olan ülkelerin” temel sosyal hizmetlerini karşılayacak maliyetten daha çok olduğu tahmin ediliyor.

AİLE HEKİMLİĞİ SİSTEMİ
“Ülkemizde, 1950’li yıllarda toplumsal sağlık anlayışını topluma en yakın yerlerde hizmete dönüştürmeyi hedefleyen politikalar doğrultusunda, 1961 yılında sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiğini”, dünya ülkelerinin bu yaklaşımı 20 yıl sonra benimsediğini, “birinci basamak sağlık hizmetlerinin nüfusa dayalı ve bütünleşik örgütlenme modelinin ülkemiz açısından uygun olduğunun düşünülebileceğini”, “sağlık hizmetlerine ulaşılabilirlik ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin etkin ve yeterli kullanımının mevcut model içinde sağlanamadığını”, ikinci basamak yataklı kurumlardaki yığılmanın “sevk sisteminin işlememesi” sonucu olduğu, “sağlık kurumlarının yerinde, yeterli ve etkin kullanılamamasının, toplumun sağlık düzeyinde istenen düzeye ulaşılamaması ile sonuçlandığı”, ‘sağlıkta sosyalizasyon’ adı ile simgelenen sağlık ocağı ve sevk sisteminin işletilememesi nedeniyle “ülkemiz, ekonomik güç olarak dünyada 17.sırada, sağlık ve eğitimin de içinde olduğu sosyal göstergelere göre hazırlanan insani gelişim endeksine göre 86.sırada yer almakta” olduğunu itiraf eden SDP, “birinci basamakta çözüm”ün Aile Hekimliği Sisteminde olduğunu söylüyor.
Prime dayalı GSS, birinci basamakta sağlık hizmet sunumunu; prim toplandığı sürece, rekabet ortamında sözleşmeli çalışacak aile hekimleri/aile doktorları ile sağlayacak. Başka bir anlatımla; Sağlık Sigorta Kurumu, birinci basamakta; özel muayenehane veya bu alanda çalışacak aile hekimlerinin koordinasyonunu sağlayarak, hizmet satın alma yoluyla kaynakları kullanarak, ortaya çıkan sağlık talebini karşılayacak.
Aile Hekimliği Sistemi ile; “toplumun sağlığını korumak ve geliştirmek” yerine, koruyucu ve iyileştirici hizmetleri birbirinden ayırarak, “aile hekiminin kendisine kayıtlı kişi/kişilerin sağlığını korumak ve geliştirmek” iddiası ile, sadece sağlık sorunu olanlara yönelik tedavi hizmetinin verilmesi kurgulanıyor. Koruyucu sağlığı ve toplumu bir kenara bırakan, “hastalıkları ve kişileri ailenin bir parçası olarak ele alan” temel düşünce gereği; aile bireylerinin farklı aile hekimini seçmesi veya uzmanlık alanları nedeniyle farklı adresleri tercih etmesi durumunda, aile hekimi, ‘aileyi’ değil ‘kişiyi’ kayıt altına alıyor. Sağlık ocağı hekimi ise, tüm bölgeyi (toplumu) kayıt ve denetim altına almaktadır.
Diğer taraftan, ‘hekim seçme özgürlüğü’ ile cilalanan iddia; “bireyin kendi seçeceği aile hekimi” iddiası ile hiç örtüşmüyor. “Doktor ve aile üyeleri daha yakın ve kişisel ilişkiler kuracak” ise, bireylerin ‘hekim seçme hakkı’ kısıtlanacak. Ya da bireyler özgürce hekimini seçecekse, aile farklı hekimlerle temas halinde olacak.
Durum böyle iken ‘aile hekimliği’ demagojisinin nedeni nedir? Sorunun yanıtını, “birinci basamak sağlık hizmetleri ile kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetinde verimliliği ve hizmet yarışını sağlamak amacıyla aile hekimliği sisteminin öncelikli hayata geçmesi gerektiği” söyleminde aramak gerekir. Sağlık hizmetinin piyasa koşullarına terk edilmesiyle, aile hekimliği hizmetinin, “rekabet ortamında müşteri ihtiyaçlarına, beklentilerine ve memnuniyetinin sağlanmasına yönelik” olması, ‘hizmet yarışı’ hedefine uygun bir tarz. Müşterinin (hastanın) beklentisi; ihtiyacının giderilmesi (hastalığının tanısı), memnuniyetinin (tedavisinin) sağlanması olduğuna göre, kişinin müşteri yapılabilmesi veya müşteri sayısının artırılması için, önce hasta olmasının kolaylaştırılması veya hastalık yapan etkenlere müdahale edilmemesi gerekir. Türkiye’de izlenen politikalar sonucu hasta sayısının artış nedeni budur!
Aile hekimi, kendisine kayıtlı hastalara hizmet verdiği sürece ücretini alacağına göre, kayıtlı kişi sayısı arttıkça –ki koruyucu sağlık hizmeti verilmediği sürece kayıtlı sayısı artacak– kazancı da doğru orantılı artacak. Kayıtlı sayısını artırmanın bir başka yolu; hekimler arasındaki rekabet, müşteriyi memnun etmenin (prezentasyonun iyi yapılmasının) ve kaybetmemenin yolları bulunacak, iş, hekimlikten tezgâhtarlığa dönüşecek.
Ülkenin toplumsal ve kişisel sağlık sorunlarının büyük bir kısmı topluma sunulacak koruyucu sağlık hizmeti ile çözülebilecek nitelikte ise; çözüm, hizmeti satın almak için sağlık kuruluşuna veya aile hekimine gelen müşteriye (hastaya) verilecek hizmetle değil; koruyucu sağlık hizmetlerinin, kamu sağlık merkezlerince, yaygın, örgütlü ve disiplinli bir şekilde yürütülmesi ile sağlanabilir. Böyle bir sistem halen kurulu ve geliştirilebilir konumda ise, yeni bir sistem neden öneriliyor?
Koruyucu sağlık hizmetlerini aile hekimi sağlayabilir mi? Sağlık ocaklarına alternatif olarak gösterilen Aile Hekimliği Sistemi ile “temel sağlık hizmetlerinin güçleneceği” iddiası; kaynakların hastanelerde kullanılmasının tercih edilmesiyle sağlık ocaklarında kalitesi düşük hizmet verildiği tespiti üzerinde şekilleniyor. “Hastane polikliniklerinin birinci basamak sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyan hastalarla dolup taşmakta” olduğunu, “tüm hizmet sunucuların, tedavi edici hizmetlerin sağlanmasına yoğunlaşmış” olması nedeniyle “Bakanlık bütçesinden bu hizmetlere (koruyucu ve halk sağlığı) ayrılan pay oldukça az olup son yıllarda gittikçe düşmekte” olduğunu, “Sağlık Bakanlığının koruyucu sağlık hizmetine yaptığı harcamanın 1992’de yüzde 7 iken 1998’de yüzde 3’e (Not: Bugün yüzde 1’den daha az) düştüğünü” itiraf eden SDP, kaynağın nerelere yönlendirildiğini anlatmakta zorlanmıyor! Ancak SB, son 16 aylık icraatında, beğenmediği bu tablonun en iyi uygulayıcısı konumundaydı.
Yeterince sahip çıkılmayan sağlık ocağı sisteminden aile hekimliğine geçişin asıl nedeni; ayrılan paranın yanlış adreslerde ve/veya kötü kullanım sonucu tüketilmesiyle gündeme gelen yeni kaynak arama anlayışıdır. Bu nedenle, “standart ve sürekli bir finansman modeli yaratılması” zorunluluk haline gelmiş; birinci basamağı da içine alan hizmet sunma, ücretlendirme ve ödeme sistemi yaratılmıştır. Oysa ki; kamu için hizmet anlayışını benimseyen sağlık ocağı sisteminin, finansman modeli yaratma olasılığı yoktur.
SB da biliyor ki, parayı dolaylı olarak hastadan (müşteriden) isteyen ‘aile doktoru’ ile “herkesin ulaşabileceği nitelikli ve etkin çalışan bir sağlık sistemini meydana getirmek” olanaksız. Bulaşıcı salgın (örneğin kızamık) hastalıklarda, aile hekiminin tek tek kişilere vereceği birinci basamak sağlık hizmetinin toplumun bütününü kapsaması, pratik olarak olası değil. Bir evde veya bölgede bulaşıcı hastalık tespit edilmiş ise, her türlü görev ve sorumluluk sağlık ocağı hekiminindir. Bağışıklama çalışmaları, tüm hedef nüfus aşılandığında amacına ulaşır. Oysa, aile hekimine kayıtlı evde/bölgede nasıl bir organizasyonla sorunun çözüleceği belli değildir! Yeni bir hastalık tanısı durumunda, sağlık ocağı hekimi tarafından aile/bölge kontrol altına alınarak, risk altındaki olası yeni gruplar için ‘erken tanı’ görevi üstlenilir. Erken tanı sayısı arttığında, ‘toplumsal erken tanı’ ve hastalıkların azalması sağlanır. Aile hekimi ise, her yeni hastadan sonra yeni bir hastanın gelmesini bekler. Sağlık ocağı hekimi kendi bölgesinde; bebekler, çocuklar, anneler öncelikli olmak üzere, tüm halkı tespit edip kayıt altına alacak, tüm evleri, tüm mahalleleri, tüm köyleri gezebilecek, izleyebilecek, çevre sağlığını bütünlüklü koruyabilecek, istatistik bilgileri toplayacak ve bütünleştirebilecek bilgi, beceri ve donanıma sahip olup, verebileceği eğitimler geniş katılımlıdır. Aile hekimi; ancak bireysel eğitim verebilir, gezmez, yerinde oturur ve ‘müşteri’ bekler.
Toplumda eşitsizlikleri artıran ve kuralsızlaşmaya yönlendiren, aile hekimliği sistemi yerine; tüm toplum sağlığı uzmanlarının kabul ettiği ve savunduğu; genel bütçeden sağlanan kamu olanakları ile, “TTP” gereksinimi duyulmaksızın, parasız, nüfusa orantılı, entegre, koruyucu sağlık hizmetine ekip hizmeti ile öncelik ve önem veren sağlık ocağı sistemiyle –üstelik daha az maliyet ve daha az külfetle– çözüm olası. SB verilerine göre, “birinci basamak sağlık hizmetlerinin doğru yapılandığı ve yeterli kalitenin sağlandığı durumlarda; sağlık sorunlarının % 90’a yakın bir bölümünün birinci basamakta çözümlenebileceği bilinen bir gerçek”. Ama insanların içtikleri sudan olduğu kadar sağlığından da para kazanılmak amaçlanmıştır, sağlığın piyasalaştırılması doludizgin ilerlemekte ve pek çok diğeri gibi, bu “bilinen gerçek”in de ters-yüz edilmesi gerekmektedir.

SAĞLIK HİZMETİ SUNUMU YENİDEN YAPILANDIRILIYOR
Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri: SDP’de tıbbi tanı ve tedavi için; sağlık ocakları, dispanserler, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezleri, ambulansla yapılan tıbbi yardım, kurum tabiplikleri, işyeri hekimlikleri, aile hekimleri/aile doktorları ilk müracaat edilecek yerler olarak tanımlanırken; SKT ile, dispanserlerin, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezlerinin kapatılması öngörüldü.
İkinci Basamak Sağlık Hizmetleri: Birinci basamak sağlık hizmeti sunan hekimler tarafından sevk edilenler, yataklı sağlık tesislerinde sunulan sağlık hizmetlerinden (eğitim ve özel dal hastaneleri hariç) yararlanacak.
Üçüncü Basamak Sağlık Hizmetleri: Özel dal, eğitim, üniversite ve araştırma hastaneleri hariç, ileri tetkik ve tedavi için hekim tarafından sevk edilenler yararlanacak.

HASTA SEVK SİSTEMİ
İlk kez 1961 yılında “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” hakkındaki yasa ile tanınan ‘sevk sistemi’ kavramı, yeni bir olgu gibi, GSS’nin “kritik ögesi” olarak öne sürüldü. İşlemeyen sevk sistemine paralel sonuçlar (SDP’de); “1992 yılında toplam sağlık harcamalarına oranı yüzde 51 olan hastane harcamaları sürekli artarak 1998 yılında yüzde 64’e yükselmiştir” şeklinde vurgulanıyor. Birinci basamakta hizmet kalitesinin düşmesinin nedenleri; “desteklenmeyen sağlık ocaklarında yetersiz personel ve finansal kaynak” olarak gösteriliyor.
8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, konuya vurgu yapıyor. AKP; parti programında, “sevk zinciri sağlıklı hale getirilecek, ihtisas hastanelerinde anlamsız yığılmalar önlenecektir” diye söz vererek genel seçime girerken; uyguladığı sistem sayesinde bugün hastaneler nefes dahi alınamaz hale geliyor. Hükümet’in “sağlam ve daha etkili bir sevk sistemi” ifadelerinden anlaşılan; “Özel Sağlık Kurum ve Kuruluşlarına Hasta Sevki” hakkında tebliğ (Temmuz 2003) ve “Sağlık Bakanlığı ve SSK Sağlık Tesislerinin Ortak Kullanımı” başlıklı protokol (Temmuz 2003) ve hasta sevkini kaldıran (1 Ocak 2004) genelge uygulandıktan sonra, bugün yaşanan tabloda gördüklerimizdir. Gereği yapıldığında, birçok engelin aşılmasını sağlayacak ‘hasta sevk sistemi’; sağlıkta sistemin çökmesinin nedeni ve en hassas noktası iken, ‘işler bir sevk sistemi’ yerine, alt yapısı hazırlanmadan kurulan ‘ne olduğu belli olmayan sevk memurluğu sistemi’, 01 Ocak 2004 tarihi itibarıyla iflas etti.
Yeni sistem, SSK hastanelerindeki sorunları devlet hastanelerine taşıyarak, çözmek şöyle dursun, daha da kötüleştirdi. Tamamen kuralsızlaştırılan ortamda hastalar birbirini ezerken, hasta-sağlık çalışanı çatışması gibi kaçınılmaz sonucu da beraberinde hazırladı. Birinci basamak sağlık tesisleri ‘sevk merkezi’ haline dönüştü. Yasa, protokol gibi yazılı metinlerde “birinci basamak sağlık tesislerinde tanı ve tedavisi sağlanamayan hastaların ikinci basamak sağlık tesislerine gönderilmesi” zorunlu bir yaptırım olmasına rağmen; birinci basamak sağlık kuruluşlarında yeterli donanım sağlanamadı. Her türlü donanıma sahip sağlık ocaklarında dahi, muayene edilmeden doldurulan hasta sevk evrakları; özel muayenehanelerde ücreti alınan hastaların tetkik ve tedavilerinin hekimin çalıştığı devlet ve SSK hastanelerinde yapılması şeklinde uygulanan ‘muayenehane-hastane köprüsü’ üzerinden gelen ‘sevkler’, meşru uygulamalar haline geldi.
GSS’de “Parayı verebilen istediği gibi ikinci-üçüncü basamakta hizmetten yararlansın” anlayışına uygun yapılanma ile arzulanan; sevki olan ve olmayan hastalar için farklı ücret alınmasını sağlayabilmektir. Sağlık Bakanı yasa çıkana kadar durumu idare etmeye çalıştı; bir taraftan, sevk sisteminin gereğinin yapılmasını istedi, diğer taraftan, yazdığını yok sayıp, “isteyenin istediği yere gidebileceğini” söyledi, sistem tıkandığında, halkın tepki gösterdiği bu uygulamaya alternatif kurgusunu gündeme getirdi; şimdilik sevk sistemini iptal etti.

KAMU YÖNETİMİ ‘REFORMU’ VE YENİ SAĞLIK SİSTEMİ
Başta eğitim ve sağlık olmak üzere, hizmet alanlarını özelleştirerek, serbest piyasa koşularına terk etmeyi hedefleyen KYTK; “hizmetin kârlı olanının öne çıkartılması, para etmeyen tarafının da törpülenmesi” anlayışını teşvik ediyor.
Milat olarak kabul edilen Temmuz 2003 tarihinden bu yana, uygulamalar, toplumu oluşturan bireyleri rahatlatmak yerine daha da rahatsız etti. ‘Sözleşmeli sağlık personeli çalıştırılması’ ve ‘performansa dayalı döner sermaye uygulaması’ ise, sağlık personelini huzursuz etti.
Sistemi değiştirmeye ve çalışanları da “terbiye” etmeye yönelik bir dizi düzenlemeyi gündeme getiren “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında Yasa’nın; Gerekçesi’nde yazılan “ihtiyaç olduğunda daha hızlı bir şekilde sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel temin etmek amacıyla ve bütçeye ek yük getirmemek üzere ücretleri döner sermaye gelirinden karşılanmak kaydıyla…” gibi derin gereksinimler durumu izah ediyordu.
Sağlık hizmeti devletin temel görevleri arasında yer almasına rağmen; yükü üzerinden atarak, personel ücretlerinin döner sermaye geliri içerisinden, yani halkın cebinden verilmesi arzulanıyor. “Sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetlerin, üçüncü şahıslara ihale yoluyla gördürülmesi zaruri ihtiyaç haline geldiğinden” ifadesi ile, 657 sayılı DMY’nın Sağlık Hizmetleri ve Yardımcı Sağlık Hizmetleri Sınıfı başlıklı bölümüne eklenen “Bu sınıfa dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetler, lüzumu halinde bedeli döner sermaye gelirlerinden ödenmek kaydıyla, Bakanlıkça tespit edilecek esas ve usullere göre hizmet alınması yoluyla gördürülebilir” cümlesi birleştirildiğinde tamamen anlaşılır olacak kurguya uygun olarak; bugün hastanelerde tedavi hizmetleri dışındaki sekreterlik, güvenlik, temizlik, mutfak, çamaşır, bakım-onarım vb. gibi tüm hizmetler taşeron şirketler aracılığıyla verilmekte iken, uygulamanın sağlık personelini de kapsayacak şekilde yasal hale getirildiği görülüyor.
KYTK, “Sağlık Bakanlığı taşra teşkilatının görev ve yetkileri ile önleyici sağlık hizmeti verilen sağlık evi, sağlık ocağı, sağlık merkezi, dispanser gibi tesisler, araç, gereç, taşınır ve taşınmaz malları, alacak ve borçları bütçe ödenekleri ve kadroları ile birlikte olmak üzere personeli nüfusu 10 bin ve üzerinde olan belediye sınırları içinde belediyelere; bu yerler dışında bulunan tesisler ile eğitim hastaneleri hariç diğer hastaneler araç, gereç, taşınır ve taşınmaz malları, alacak ve borçları bütçe ödenekleri ve kadroları ile birlikte olmak üzere personeli il özel idarelerine” geçiriyor.
“Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması” hakkında Yasa’da yer alan; “Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları tarafından hizmet akdi ile sözleşmeli olarak istihdam edilecek ve işçi sayılmayan sağlık personelinin…” ifadesi, SKT ile yeniden düzenlenerek, “Sağlık işletmeleri personeli, İş Kanunu’na tabi iş sözleşmeleriyle çalıştırılır” gibi tartışmasız net yaptırıma dönüştürülüyor ve hizmet akdi ile, bir yıllık sürelerle yenilenen sözleşmelere bağımlı, iş güvencesi ve toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, örgütsüzleştirilebilecek köleleri tanımlanıyor.
SKT incelendiğinde; iktidarın, sağlık hizmetlerine yönelik ‘özelleştirme’ ve ‘sağlık işletmeleri’ kavramlarını, serbest piyasa bakışıyla nasıl değerlendirdiğini net olarak gözleyebiliriz. SKT’nın en önemli değişikliği; Milli Savunma Bakanlığı, üniversiteler ve SSK hastaneleri hariç tüm kamu hastanelerinin ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürmesidir. Büyük hastaneler doğrudan, küçük hastaneler ise, gerektiğinde birleştirilerek veya bir büyük hastanenin birimi olarak işletme haline geliyor. Eğitim ve araştırma hastaneleri SB’na, diğer tüm hastaneler ise il özel idaresine bağlanıyor. Aile Hekimliği Sistemi ile sağlık ocakları işlevsiz hale getirilirken, Verem Savaş Dispanserleri, Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezleri ve Ruh Sağlığı Dispanserleri de halka ücretsiz verilen spesifik kamu görevleri sonlandırılarak sağlık ocağı haline getiriliyor.

YERELLEŞEN SAĞLIK HİZMETLERİ
Sağlığın alınır-satılır meta haline getirildiği yeni kurgu içerisinde, ‘toplum katılımı’ sahteciliğini açığa vurmak üzere; sağlıkta il düzeyinde en üst kurul olarak, vali başkanlığında ‘İl Sağlık Kurulu’ oluşturuluyor.
İl Sağlık Kurulu’nda; büyükşehir belediye başkanı dahil tüm belediye başkanları, milli eğitim, tarım, çevre ve imar müdürleri veya belirleyeceği yetkililer, vali tarafından belirlenen 7 ‘sivil toplum’ örgütü temsilcisi yer alacak. Kurul’un görev tanımı; “Bütün ilin sağlık durumunun gözetilmesi ve kamu sağlığı açısından gerekli tedbirlerin alınması” olarak yapılıyor. Bu heyet içinde, sağlıkla ilgileri olsa olsa ‘işletmecilik’ düzeyinde olabilecek üyeler dışında; varsa üniversite hastaneleri başhekimleri, valinin belirleyeceği bir başhekim, özel idarenin belirleyeceği bir sağlık görevlisi ve varsa kamu niteliğindeki meslek kuruluşunun temsilcinin “sağlık”la bağlantısı kurulabilir. Vereceği kararları tahmin etmek pek de zor olmayan bu heyette, temsiliyet özelliği taşıyan tek kişinin ise, meslek kuruluşu üyesi olduğu söylenebilir. Hastayı müşteri sayan neoliberal yaklaşıma uygun olarak, sağlığın, sağlıkla ilgisiz işletmecilere emanet edildiği, bu kurula bakarak kolaylıkla anlaşılabilir.
Sağlık işletmeleri, yani hastaneler, ister Bakanlık’a, ister il özel idaresine bağlı olsun, ‘özerk’ yapısı gereği, bazı organların işlevsel hale gelmesiyle kurumsallaşıyor. Genel Kurul, bu organlardan en yüksek ve önemli olanı. Genel Kurulu oluşturan 3 üye Bakan veya il özel idaresi tarafından, 10 üye “Vali tarafından yöredeki kişiler arasından belirlenecek”, 5 üye Belediye Meclisi, 5 üye de İl Genel Meclisi’nin içinden seçilecek. Omurgayı ve çoğunluğu oluşturacak ve yörenin eşrafından seçilecek bu 23 üyeye ilaveten; üniversite varsa, rektör tarafından seçilecek 5 üye, varsa meslek odalarının en fazla 5 olmak üzere birer temsilcisi genel kurul üyesi olacak.
SDP’de “hizmet planlaması, uygulaması ve değerlendirmesinde hizmeti kullananlar da yer almalıdır” ve “hizmet toplum katılımı ilkeleri üzerine oturtulmalıdır” söylemlerine karşılık; yönetim eşrafa verilirken, “geniş toplum katılımı sağlamak”, “yerel özgüveni geliştirmek”, “gücün küçük bölgelere aktarılması” gibi palavralarla KYTK’nu çıkarabilmek için halk desteği almaya çalışılıyor. Ancak zaman AKP iktidarını yalanlıyor ve aleyhine işliyor. SDP, kamu yataklı tedavi kurumlarına özerk yönetim modeli geliştirilmesi için, “yerel dinamiklerin karar mekanizmasında rol aldığı müşteri odaklı organizasyon yapılanmasına geçilmelidir” önerisini getirirken, gerçek niyetini de açıklamıştı. SKT, bu niyetin ürünü!
SDP’nin “Dönüşümün çıkış noktası; genelde toplumu oluşturan bireylerin, özelde ise hastaların ve sağlık çalışanlarının göreceli durumlarını iyileştirmek olacaktır” iddiası, SKT ile çürütülmüştür. “Sağlık çalışanlarının durumunu iyileştirmek” gibi bir görev tanımı yapılırken, uygulama, hiç de söylendiği gibi yaşanmıyor. Sağlık Yasası’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte, 6 ay içinde ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürülecek hastanelerde çalışan personel, “istekte bulunmaları halinde ve kuruluşun kabulü şartıyla yeni bir atamaya gerek kalmaksızın sözleşmeli olarak” çalıştırılabilecek. “İlgili sağlık kuruluşunca sözleşme isteği kabul edilmeyen ya da sözleşme isteminde bulunmayan personel, sağlık kuruluşunun talebi ve kurumların uygun görmesi halinde uygun bir kadroya” nakledilecek. Bir başka anlatımla; Yasa çıktığı gün, sağlık personeli terörize olacak. Sözleşmeli olarak çalışmayı kabul etmediğinde, birlikte çalıştığı taşeron işçilerinin konumuna düşecek; düşük ücretli, sosyal ve örgütlenme hakkından yoksun, iş güvencesiz çağdaş köle! Sözleşmeli olarak çalışmayı kabul etmezse; devlet memuru olarak çalışabileceği kadrolar, onu sözleşmeye zorlayacak olası yer ve bölgelerde olacak.
SKT herhangi bir yenilik getirmezken; Umumi Hıfzısıhha, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi, Verem Savaş, Eczacılar ve Eczaneler, Hemşirelik, Sıtma İmhası Kanunları başta olmak üzere, sağlıkta 1927’den bu yana kazanılmış birçok hakkı içinde barındıran 20 ayrı kanunu yürürlükten kaldırıyor.

SAĞLIK BAKANLIĞI YÖNETİM YAPISININ YENİDEN DÜZENLENMESİ
Tüm bunlara karşılık, siyasi iktidar, “bölgeler ve gruplar arasında eşitsizlikler giderilmeli”, “merkeziyetçi yapı, hizmetlerin etkili ve verimli sunumunu olumsuz yönde etkilemektedir”, “yetişmiş insan gücünün yayılmasındaki dengesizlik”, “kaynakların verimsiz kullanılması” gibi destek bulabilecek argümanlar kullanarak, KYTK için kamuoyu desteği alabilmenin yollarını arıyor.
Dünya Sağlık Örgütü önerileri doğrultusunda: Desantralizasyon (otoritenin transferi) sağlanmalı, SB’nın düzenleyici rol ve sorumluluklarını yeniden belirleyecek yapılanma sürecine girilmeli, stratejik yönetim; politika geliştiren olmalı (ulusal politikaları yönetmek), ‘yönetişim’ anlayışını öncelemeli, standartları tanımlamalı, SB insan kaynakları yönetimini ve yönetici seçim ve atamasında liyakat sistemini (sözleşme+performans) üstlenmeli gibi öneriler, KYTK’nun ön hazırlığı anlamında tartışılıyor. SB’nın, planlayıcı, yönlendirici (önderlik) rolüne yoğunlaşması için hizmet sunucu rolünden vazgeçmesi gerekliliği vurgulanarak; denetleyicilik-denetim, kalite standartları, ilaç ve tıbbi malzeme kalitesi ve hasta hakları konularında işlevsel olması gerektiği vurgulanıyor.

İŞYERİ SAĞLIK HİZMETİ
Çalışma yaşamı, sosyal güvenlik ve sağlıkla ilgili planlanan düzenlemeler içerisinde doğrudan sağlık ocağı veya işyeri sağlık hizmetlerini yok sayan bir ifadeye rastlanmıyor. Ancak, tüm düzenlemeler, gerek sağlık ocağı gerekse işyeri hekimlerinin görev ve yetkilerini kısıtlıyor; son 20 yıl içerisinde ayrılan finansal kaynaklarını kurutma noktasına getirerek koruyucu sağlık hizmetlerinin içini boşaltan neoliberal politikalar, alternatif olarak, Aile Hekimliği Sistemi’ni önceliyor. Yeni sistemde, sağlık ocakları sembolik hale getirilirken, işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğu neredeyse ortadan kalkıyor. Bugüne kadar ÇSGB tarafından “SSK hekim yetkisi” adı altında angarya olarak işyeri hekimine yüklenen tedavi hizmetlerinin yeni adresleri, “aile hekimleri/doktorları” olacak, ve, işverenlerin daha önce tedavi hizmetleri için istihdam ettiği işyeri hekimlerinin eksikliği duyulmayacak. Bu nedenle, İş Yasası değişiklikleri ve devamındaki düzenlemeler, KYTK’dan; “Sağlıkta Dönüşüm” ise, işyeri sağlık hizmetinden ayrı düşünülemez.

“İŞVEREN” BAKIŞIYLA GENEL SAĞLIK SİGORTASI
Ocak 2004 sayısını GSS’ye ayıran TİSK’in ‘İşveren’ dergisinde, ÇSGB, Türk-İş, TİSK temsilcileri ve bir öğretim üyesi tarafından konunun irdelenmesi; sağlıktaki yıllık 10 milyar dolarlık rantın nasıl paylaşılacağının tartışılması anlamına da geliyor. Böyle bir konuyu elbette ki TİSK gündeme almalıydı! Derginin yayın sorumlusu Bülent Pirler, sosyal güvenlik kuruluşlarının 2003 yılında 16 katrilyon TL açık verdiğini ve GSS’nin aktüeryal dengesinin iyi kurulması gerektiğini vurguluyor. Pirler, bu açığın devlet tarafından ödenmesine karşı. Hükümet ise, bu açığın prim ve katılım payları ile kapanacağını söylüyor.
Hükümet adına görüşlerini bildiren ÇSGB Müsteşarı Enis Yeter, Hazine Müsteşarı İ. Halil Çanakçı ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı A. Demirhan Atasoy “GSS ile sağlık sorununun çözüleceğini” iddia ederlerken, yeni sistemle ‘dikensiz gül bahçesi’ tanımı yapıyorlar. İşçinin ödeyeceği primin yüzde 5’ten 6’ya, işverenin ödeyeceği primin ise yüzde 6’dan 6,5’e çıkacağını yazan ÇSGB Müsteşarı, “ek bir külfet yok” diyerek, kocaman bir yalan söylüyor. Gerçekte, sadece sağlık sigorta kolu için yüzde 28,3 artış yapılıyor.
Enis Yeter, “Prime esas kazancın tanımı genişletilerek, çalışanların ücret, ikramiye, zam ve tazminat vb. prime tabi tutulmuştur” ifadesini kullanıyor. Prime esas kazancın yükseltilmesi işçinin yararına değil; hizmet standart verilirken, kazancın yükselmesi ile prim miktarı yükselecek. Prime esas kazancın yükseltilmesi ile, devletin, ödeme gücü olmayanlarla işsizler için ödeyeceği miktar düşecek. Bu dengeleri tartan Hükümet, Temmuz 2003’te 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası’nda bir değişiklik yaparak; ikramiye, zam ve tazminatların prime esas kazançta dikkate alınmamasına karar verdi. Anlaşıldığı kadarıyla, ÇSGB’nın yaptığı yasa değişikliğinden Müsteşarı’nın haberi yok.
Sayın Müsteşar, İşveren dergisine hoş görünmek için, ikna edici bir üslup kullanmış. Örneğin; emekçilerin fazladan ödeyeceği katkı/katılım paylarından hiç söz etmemiş. Müsteşar’ın tartışmaya korktuğu konuları, işveren temsilcileri ‘kaygıları’ ile birlikte tartışıyorlar. TİSK görüşü olarak yayınlanan bildirge:
·    GSS ile yapılan hizmetin nitelik olarak değişmeyeceği,
·    Mevcut sistemin değişmesi ile sigortalılar açısından sosyal huzursuzluğun gelişeceği,
·    Ücretli ödeme sistemine geçileceği,
·    Sigortalıların kendi malı olan tesislerde para ile hizmet alacağı,
·    Prim ödemeyenlerin sağlık hizmeti yükünü prim ödeyen işçi ve işverenlerin üstleneceğini söylüyor.
TİSK’in kaygısı; kayıtdışı istihdamın prim ödemeden sistemden yararlanacağı ve devletin de mali kaynak olarak toplanan primleri kullanacağı şeklinde. SSK’dan hizmet alamayan sigortalıların daha kötü koşullara itilmesinin doğuracağı sosyal huzursuzluk, TİSK’i kaygılandırıyor. TİSK “ek mükellefiyet” istemiyor. Hükümet, işverenin işçi adına ödediği prim artışını düşük tutarken, yüksek gelirlilerin ödeyeceği primlere de üst sınır getiriyor. Aylık 2 milyar 748 milyonun üzerindeki kazançtan prim kesilmiyor.
TİSK, “SSK hastanesi, sağlık tesisleri ve fonlara el konulmaması” gerektiğini söylüyor. Bu görüşü dikkate alan Hükümet, SSK sağlık kuruluşlarının işletme haline dönüşmesini şimdilik kapsama almadı.
Sağlık Endüstrisi İşverenleri Sendikası Başkanı Metin Demir, GSS sisteminde özel sektörün iki şekilde yer alacağını söylüyor. Birincisi; TTP sınırları içerisinde aile doktoru olarak hizmet verecek olanlar. İkincisi ise; TTP sınırlarını aşan katılım payları ve cepten ödemelerle alınacak hizmete Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) ile talip olan özel sigorta kuruluşları. Metin Demir iktidara akıl hocalığı yapıyor. Diyor ki; TTP’ni daraltırsanız TSS riskleri genişleyecek ve TSS için özel sigortaların daha fazla prim toplaması gerekecek. Oysa, TTP için prim ödeme zorunluluğu olmasına rağmen, TSS için böyle bir zorunluluk yok. Yani sigortalılar kendi istekleri ile prim ödeyecek. Bu nedenle, TSS sistemi sıkıntı yaşayabilir. Böyle bir sıkıntının yaşanmaması için TTP’nin mümkün olduğu kadar geniş tutulması gerekiyor, dolayısıyla prim oranlarının yükseltilmesiyle, “eldeki para” gibi bakılan finansmanın da miktarı yükselecek.
Derginin en ‘popüler’ yazarı Dr. Tandoğan Tokgöz olmalıydı. Dr. Tokgöz, 1986-88 yılları arasında Turgut Özal zamanında Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. Neoliberal politikalar doğrultusunda sağlık sisteminin değiştirilmeye başlanması ve GSS’nin gündeme getirilmesi Tokgöz’ün müsteşarlığına rastlar. 1986 yılında Dünya Bankası’nın ‘Nüfus, Sağlık ve Beslenme Bölümü’, “Türkiye Sağlık Sektörü Araştırması”nı yaptırmış, Mayıs 1987’de Özal Hükümeti Tandoğan Tokgöz ile ilk somut adımı atarak, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nu çıkartmıştır. Bugün İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Genel Sekreteri olan Tandoğan Tokgöz, ‘İşveren’ dergisinde ne yazmış diye sorarsanız; bu da ayrı bir muamma! Tokgöz, “Genel Sağlık Sigortası” başlıklı yazısında, SB-ÇSGB-DB konsorsiyumu tarafından yazılan SDP’nin GSS ile ilgili bölümünü olduğu gibi aktarmış. Veya SDP’ni kendisi yazmış!

Kaynaklar
1.    1475 sayılı İş Kanunu, 1971
2.    4857 sayılı İş Kanunu, 2003
3.    4924 sayılı Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, Temmuz 2003
4.    4947 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu, R.G. 24.7.2003
5.    4958 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu, Temmuz 2003
6.    5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu, 1949
7.    58. ve 59. Hükümet Programları
8.    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1965
9.    Avrupa Toplumsal Anlaşması (Avrupa Sosyal Şartı), 1961 (Yürürlük 1965)
10.    Avrupa’da Sosyal Koruma, ETUC Konferansı (1996), Harb-İş Sendikası Yayını, 1997
11.    “Devlet memurlarının özel sağlık kurum ve kuruluşlarına sevki” ile ilgili genelge, SB, Haziran 2003
12.    Döner Sermaye Gelirlerinden Personele Ek Ödeme Yapılmasında Uygulanacak Esaslar Hakkında Yönerge, SB-Ocak 2004
13.    Emek Açısından Yeni İş Kanunu (Dosya), Tes-İş Sendikası Yayını, Ağustos 2003
14.    Emiroğlu C., “Türkiye’de Kamu Çalışanlarının Sağlığı ve Güvenliği”, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı 13 (Ocak-Şubat-Mart), 2003
15.    Emiroğlu C., “Türkiye’de Sağlık Çalışanlarının İş Sağlığı ve İş Güvenliği”, SES Yayın Organı, Sayı 1 (Ekim-Kasım), 1996 ve Sayı 2 (Ocak-Şubat ),1997
16.    Genel Sağlık Sigortası (Dosya) İşveren Dergisi, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Ocak 2004
17.    Genel Sağlık Sigortası ile ilgili Çalışmalar, SB, Şubat 1990
18.    Genel Sağlık Sigortası Sistemi ve Sağlık Sigortası Kurumu Kanunu Tasarısı Taslağı, ÇSGB ve SB-Haziran 2003
19.    GSS ve Sağlık Sigortası Kurumu Kanun Tasarısı Taslağına İlişkin Türk Tabipleri Birliği Görüşleri, Ağustos-2003
20.    Halk Sağlığı ve Sağlıkta Reform, TTB Yayını, Haziran 2003
21.    Hamzaoğlu O., Nalçacı E., Belek İ,. “Kapitalizm, Sosyal Politika, Sosyal Devlet, Sosyal Güven(siz)lik”, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı 1, Ocak 2000
22.    “Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı Çerçevesinde ÇSGB’nın Sorumluluğunda Yürütülen Faaliyetlerimiz”, Ocak 2003
23.    İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği: Süreçler, Dönüşümler, Sorunlar (Dosya), Tes-İş Yayını, Aralık 2003
24.    İşsizlik Sigortası Nedir? Ne Değildir? Petrol-İş Sendikası Yayını, Haziran 2000
25.    İşyeri Hekimliği Ders Notları, TTB Yayını, Nisan 2003
26.    Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı
27.    Sağlık Finansman Kurumu Kuruluş ve İşleyiş Kanunu Tasarı Taslağı ve Gerekçeleri, Sağlık Bakanlığı,1997
28.    Sağlık Kanunu Tasarısı, Sağlık Bakanlığı, 10 Kasım 2003
29.    Sağlıkta Dönüşüm Programı, 2003 Türkiye’sinde Halka ve Hekimlere/Sağlık Personeline Ne Getiriyor?, TTB Yayını, Ekim 2003
30.    Sağlıkta Dönüşüm Projesi, ÇSGB ve SB, Haziran 2003
31.    SB ile SSK Sağlık Tesislerinin Ortak Kullanıma Dair Protokoller, 1 Temmuz 2003 ve 1 Ocak 2004
32.    Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında 102 sayılı ILO Sözleşmesi, 1952
33.    Sosyal Güvenliğin Tek Çatı Altında Toplanması ve Genel Sağlık Sigortasının Oluşturulması, Ocak 2003
34.    Sosyal Güvenlik Düzenlemeleri Nedir? Neden Karşıyız?, Genel-İş Sendikası Yayını, Aralık 2000
35.    SSK Başkanlığı Çalışma Raporları, 1999-2000-2001
36.    SSK Başkanlığı İstatistik Yıllıkları, 1999-2000-2001
37.    Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005, T.C.Başbakanlık, Devlet Planlama Teşkilatı
38.    Whitehead M., Dahlgren G., Evans T., “Eşitlik ve Sağlık Sektörü Reformları: Düşük Gelirli Ülkeler Medikal Yoksulluk Tuzağından Kaçabilir mi?” Toplum ve Hekim (TTB Yayın organı), Temmuz-Ağustos 2003

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerine

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerine*

Dr. Celal Emiroğlu**

Dr. Levent Koşar**

 

BİR HATIRLATMA: KANUNLAŞMA YOLUNDAKİ SERÜVEN

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) AKP hükümet olduğundan bu yana “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerine çalışıyor ve bizleri de “tartıştırıyor”!

Hükümetin 03 Ekim 2005 tarihinde Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik için yaptığı başvurudan sonra müzakere sürecinin başlatılmasıyla birlikte işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki “uyum” çalışmalarına start verildi. Çünkü müzakere süreci AB ve ILO normlarına “uyum” sağlama zorunluluğunu getiriyordu. “Uyum” süreci, sadece iş sözleşmesi ile tanımlananları değil, tüm çalışanları kapsayan “müstakil” düzenlemeleri gerektiriyordu. AB’nin Çerçeve Direktifi (89/391/EEC) ile birlikte ILO’nun “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” 155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin” 161 sayılı sözleşmeleriyle uyumlu “İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı” adı altında hazırlanan ilk “Taslak” Aralık 2005 tarihinde öncelikle sermaye örgütlerine gönderildi. Aynı “Taslak” Ocak 2006 tarihinde de “diğer taraflara” gönderildi ve görüş istendi. “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı”, daha sonra 2008, 2010, 2011 yıllarında ve son olarak da 2012 versiyonu haliyle, bizleri de tartışmanın içine çekerek TBMM’de gündem oldu. İki ayı aşan komisyonlar sürecinden sonra 20 Haziran 2012 tarihinde 6331 kanun numarası ile Meclis’te onaylandı.

“İşçi sağlığı” adı ile başlayan bu serüven “iş sağlığı”na doğru kayarken; 2008 (5763 sayılı) ve 2010 (6009 sayılı) “torba yasalar” ile “istihdamı teşvik” adına sermayeye sadakatini belgeleyen hükümet(ler) işçinin haklarını sermaye “adaletine ve himayesine” alarak amaçlarına adım adım yaklaşırken, bu süreçte AB müzakerelerinde ise beklediklerini bulamadılar.

Sermayeyi ihya eden “torba yasalar”; işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleriyle birlikte işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamını gereksiz harcama olarak yorumlarken sermayenin sorumluluğunu hafifletmeyi amaçladı, işyeri sağlık hizmetleriyle birlikte işyeri hekimi ve iş güvenliği eğitimlerini de serbest piyasa anlayışı ile taşeron şirketlere bıraktı. Piyasa koşulları olgunlaştırıldı ve Demokratik Mesleki Kitle Örgütleri (TTB, TMMOB) yok sayıldı. Dikkate değer bir durum ise; sendikaların bu süreçte (son zamana gelinceye kadar) kendilerini taraf olarak görmemeleridir?!

Resmi makamlar, gündem oluşturma amacıyla iş kazalarındaki vahşeti sergileyen SSK/SGK verilerine göndermelerle ironi yaparken; İş Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde iş sözleşmesine tabi olan çalışanlar için azalmayan iş kazaları ve artan ölümlerle ilgili rakamları yıllardır arsızca tekrarladı. “Kanun”, gerekçesinde bu veriler bir kez daha tekrarlanırken, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle yasanın çıkması halinde iş kazaları ve meslek hastalıklarının azalacağı ifade edildi. Aynı zamanda iş kazası ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen 44 milyar TL’nin azalacağı ve GSYİH’nın artacağı belirtildi.

Özetle; “Kanun” serüveninin sonunda hükümet-sermaye-devlet AB ile “uyum” sürecinin gereğini yapmanın huzurunu da yaşamak istiyor…

BİR KEZ DAHA ÖNCELİKLE YÖNTEME DAİR…

Kanunlaşma sürecinde “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı”nın tarihselliği sermaye-devlet kulvarında işlerken; bu süreci sınıfsal perspektif içerisinde işçi sağlığı adına doğru bir yöntem ile okumanın ise sendikalar, DMKÖ ve “sol partiler” adına bir “karşı duruş” olduğunu görmek lazım. Buradaki “karşı duruş”tan muradımız; “değiştiremeyeceğini bilerek ama her halükarda ben itiraz etmiştim diyen, kendi bireysel ya da kurumsal tarihine, kendine olan öz saygısını korumak için yapılan bir çaba olarak”[1] yazılıma geçmek değil, sınıfsal bağlamda aklın örgütlenmesine ve bununla beraber sürecin örgütlenmesine hizmet etmektir. Aksi tutumun “değiştirmek istediğine dönüşmek” tehlikesini barındırdığını sınıf tarihi biliyor.

Ama kafa karışıklığına neden olan çok derinden bir “dip akıntısı” var. Ya bu “dip akıntısı”na kapılıp “içeriden” tartışmanın biz(ler)i sürüklediği limanlara yanaşacağız, ya da “dışarıdan” bakış tarzıyla akıntıya karşı mücadelenin bizlere yol vermesine izin vereceğiz.

Bu nedenle önce yönteme dair konuşmak/yazışmak gerek diye düşünmekteyiz. Çünkü benimsediğimiz yöntem ve buna bağlı üreyecek olan teorik temellendirme ile bunların politik sonuçlarının ayrılmaz iç bağları var. “Dip akıntısı”na kapılıp “içeriden” tartışmak ile “akıntıya karşı” mücadele etmenin ayrımına varmak ve kendimizi buna göre konumlandırmak arasında “baş aşağıya duruş” kadar fark olduğunu da biliyoruz.

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerinden tartışmak aslında bir vesile. İşçi sağlığı meselesine ve daha da ötesinde sermaye-devlet ile aramızda kuracağımız ilişkiye yön verecek bir politik hattın tartışılmasıdır ihtiyaç olan.

Burada yöntem olarak, “araştırma yöntemi”ni mi tercih edeceğiz yoksa “açıklama yöntemi”ni mi tercih edeceğiz? Yani en dıştaki katmandan, olgulardan öze doğru mu ilerleyeceğiz, yoksa işin en iç katmanından, özünden, temellerinden mi yola çıkarak meseleye yaklaşacağız?

Sorun, konuyu ele alış meselesindeki sıralamadır. Yani “araştırma yöntemi” ile “açıklama yöntemi”ndeki farklılık ve çelişkili birlikteliği meselesi… Anlatımda araştırmanın yolunu tersine gitmenin Marksizm’e özgü bir kıymet ve değer olduğu da tarihsel olarak biliniyor. Bu nedenle soyut olandan yola çıkmanın meseleye “tersten yaklaşanlara”, kafaları karışanlara ve elbette ki sermaye-devlet işbirliğine en doğru eleştiri olacağı inancındayız.

Burada birilerinin “eleştiri” sözünü duyup ellerini ovuşturması ise yersiz bir iştihadır. Çünkü devlet-sermaye mantalitesini teşhir üzerinden eleştiri ile “mücadeleci” diye gördüğümüz yapılara doğru yaptığımız eleştiri aynı kulvarda olmadığı gibi bu yapılar ile aramızdaki eleştirinin yakınlaştırıcı ve geliştirici olduğuna inanıyoruz.

“Araştırma yöntemi”yle yapılan yaklaşımlarda; en dıştaki katman dediğimiz yerde bu gün işçi sağlığı meselesinde hepimizi tartıştıran “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” var. Ve bu “Kanun”un içinden doğru tartışmaların sürdürüldüğünü görürken; “gizli” olarak başka bir kabul/inanç da anlatılmaya çalışılıyor. “Kanun”u gündemine alan DMKÖ ile sendikalar ve diğer yapılar, bir yanıyla da sermaye-devlet ile arasındaki ilişkiyi tanımlıyor, huzura çıkarıyor. Önümüze sürülen gündemleri (bugün İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, yarın başka bir yasa, tüzük, yönetmelik) yasa doğrultusunda ve yasaya bağlı olarak tartışmak (içeriden tartışma dediğimiz de budur) bir şey iken ve bir yere tekabül ederken, DMKÖ ile sendikaların yasa ile kurulmuş olması ile bu yapıların teorik-ideolojik-politik olarak öyle olup olmadığından bağımsız olarak doğru olması ise başka bir şey ve başka bir yere tekabül etmektedir.

Burada sistemin bir “organı” durumuna düşmek (veya aynı anlama gelmek üzere direnerek dizayn ve uyum), burjuva rasyonalizminin ön kabulü, korporatizm ile devletten-sermayeden bağımsız bir politika üretmek gibi iki ayrı kapı aralanıyor.

Birinci kapı aralandığında; işçi sağlığı meselesinin esas muhatabı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” olarak karşımıza çıkarken, tartışmanın içeriğinde de bu “Kanun” bağlamında/“Kanun”un içinden doğru hükümetin yanlış yaptığı görüşü ve buna karşı mücadele önceleniyor. Çünkü “Kanun”un işçi sağlığı ortamına müdahale olduğu ve buna karşı çıkılarak mücadele edilebileceği düşünülüyor. Maddeler üzerinden önerilen değişiklikler ise “Kanun”un sınıfsal bağlamda değerlendirilmesinin önünü kesiyor. Burada “Kanun”un işçi sağlığına getireceği olumsuzlukların bilimsel olarak kanıtlanması devlet-sermaye ile DMKÖ-sendikalar arasındaki ilişkiyi tanımlamaktan geçtiği göz ardı ediliyor. Ama bunu yapmadan, bir takım ezberleri bozmadan bilimsel olarak işçi sağlığı alanına inen olumsuzluklarla mücadele edilebilir mi? O halde öncelikle bilimsel olarak devlet-sermaye ile DMKÖ-sendika ilişkisinin tartışılması bir ihtiyaç. Öncelikle bu ilişkinin bir “organ” haline gelme tehlikesini eleştiriye yatırmak lazım. Çünkü korporatist inançlara bilimsel kanıtlar getirerek yasanın işçi sağlığına getireceği olumsuzlukları kanıtlamaya çalışmanın kendisi çelişkidir.

Böyle bir inanç dünyasından çıkılmadan, yapılmaya çalışılan ise, ancak ve ancak; inancın taraftarlarının inançlarıyla iç tutarlılık içinde bulunarak tepki vermelerini örgütlemekten öte gitmez.

Oysa yapılması gereken; yüzeysel olarak görünen şeyin/olgunun yani burada “Kanun”un içinden-içindeki maddelerden doğru değil, aksine onun ardındaki nesnel toplumsal nedenlerden doğru sınıfsal perspektifte açıklamalar/değerlendirmeler yapmaktır. Ancak o zaman farkımızı ortaya koyarak, farkı ortaya çıkararak yasa yapıcı devlet-sermaye tavrını açık edebiliriz. Ve elbette ki, o zaman konumumuzu da açık etmiş oluruz.

Buradaki amacımız, tekrardan ifade etmek gerekirse; Kendi başına DMKÖ ile sendikaların “yanlışlarını” göstermek değildir. İşçilere/emekçilere ve emekten yana olduğunu ifade eden yapılara yöntemsel sorunlar ile politik tavırlar arasındaki derinden işleyen ilişkiye dikkat çekmektir. Ve uygun stratejiyi, bu stratejiye bağlı politikayı anla(t)maya çalışmaktır. “Kanun” tartışması bir vesiledir. Esas sorun, zemin tuttuğumuz yöntem ile buradan doğru üreyen politika yapmak arasındaki makastadır.

YÖNTEM BAĞLAMINDA “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KANUNU” ESASINA İLİŞKİN NOTLAR…

Mevzuata/Kanuna yedirilmiş anlayışın ruhunun nerelerden doğru geldiği “Gerekçe” kısmında detaylandırılmıştır; Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Anlaşması, Avrupa Sosyal Şartı, TC Anayasası’nın 49. ve 56. maddeleri, 4857 sayılı İş Yasası…

Öyle bir tablo ile karşı karşıya bırakılmak istenmekteyiz ki; sanki kapitalist üretim ilişkileri içerisinde meslek hastalıkları ve iş kazalarına neden olan bu sistem/üretim ilişkileri değil de, bu sistem içerisindeki yasal eksiklikler ve “işveren”in (siz bunu sermayedar diye okuyun) eksikliği, bireysel sorumsuzluğu, niyeti ile “çalışanlar”ın (siz bunu işçi/emekçi diye okuyun) duyarsızlığı-bilgisizliği-niyeti!

Burada “devlet” ve uzantıları ise her şeyi gören(!) bir edada üst yapıda mevzuat düzenleyendir. Peki, bu “devlet” denilen nedir? Tabi ki tüm aygıtlarıyla; Meclis, hükümet, ordu, yargı, bakanlıklar, genel müdürlükleri, ideolojisi, sermaye ile bağı vs… Ama bildiğimiz bir şey var ki; “Kapitalist devletin asli görevi, kapitalist özel mülkiyet biçimlerini gerçekleştirmek ve güvence altına almaktır. Öte yandan sermaye çıkarlarını genelleştirip, sınıf egemenliğini meşrulaştırmak (hegemonya kurmak) gibi ikinci bir görevi (ve var oluş gerekçesi) daha vardır. Bu anlamda sermayenin ekonomik iktidarı ile siyasal iktidarının birlik ve denkliği ancak devlet eliyle sağlanabilir.”[2]

Tüm devlet biçimleri alt yapıdaki üretim ilişkilerinin üst yapıdaki karşılığı ise ve alt yapıdaki üretim ilişkileri de bu gün kapitalist üretim ilişkileriyse, bu devlet ve uzantılarının çıkartacağı mevzuat kime hizmet etmektedir/edecektir? Soru cevabını dikte ederken, kime hizmet ettiği gün gibi açıkken, bize tartıştırılan nedir o halde?

Bilelim ki; alt yapı ile üst yapıdaki bu “uygunluk durumu” bugün “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”nu önümüze koysa da, çıkartılan yasanın işçilerin ve emekçilerin gerçek ihtiyaçlarını karşıladığı anlamı çıkmaz. Ve bu nedenle bizlere tartıştırılan “Taslak” metinde sermayenin çıkarları ile onları temsil eden dünya görüşünün dışına çıkmamız istenmemektedir. Sınıfsal işbirliği (korporatist) içinde temsil ve katılıma dayanan bir “konsensus” istenmektedir.

Kapitalist üretim ilişkileri ve bunun üst yapıdaki karşılığı olan devlet, kendisini tartışılmaz bir yere koyup sistemi mutlaklaştırarak “en ideal üretim ilişkileri budur” demektedir. Ve “Nitekim devletin birikimle ilgili görevlerine ağırlık vermesi, yığınların gözünde ‘tarafsızlığını’ yitirmesi, sermaye ile özdeşleşmesi”[3] artık gün gibi açıktır. Buna rağmen; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Anlaşması’na, AB’ye ve öteden beri ILO’ya göndermeler yaparak uluslararası emperyal çevrelerin üretimin kolektif olması ile temellükün bireyselliği üzerine kurulan sistemlerine meşruiyet getirmek isterken, “hak” kavramını sınıfsal bağlamından kopartıp “kul hakkı” bağlamında ele alarak “ahlaksal” bir terminolojiyle bulanıklaştırmak istemekte ve sermaye-devlet çıkarlarını işçilerin/emekçilerin çıkarıymış gibi göstermektedir.

Ancak bu “ahlakçı” yaklaşımın dışına çıkarak, “sermaye birikimi ile devlet arasındaki diyalektik ilişkiyi anlayabilmek … kapitalist devletin ne olduğu/ne iş gördüğü/nasıl işlediği ile ilgili doğru bir fikre sahip” olmak mümkün olur. Ve artık buradan doğru görülen de şudur: “Kapitalist devlet, ekonomiden (pazardan) ayrı bir alanda (siyasal üst yapıda) örgütlenmiş olsa da, pratikte ne üretimden bağımsız ne de sınıflar karşısında tarafsızdır.” Öyle değil midir ki; Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda ağırlıklı olarak söz sahibi olan hükümet tarafı ile sermaye tarafı zaten sesi çıkmayan(!) en büyük işçi/emekçi sendikalarını da daha bir baskılayarak/asimile ederek ülkeyi “ucuz işçi cenneti”ne çevirdiler.[4]

Yaratılmaya çalışılan “meşruiyet” zemininde; “ulusal mevzuatın yeni teknolojinin gerektirdiği şartlara uyum çabası içinde olduğu”nu Kanun’un “Gerekçe” kısmında yazılıma geçirmişlerdir. Yeni teknoloji denilen şeyin ne olduğunu işçi sınıfı ve tüm emekçiler bilmektedir. Yani kapitalist üretim ilişkileri zemininde üretim araçlarının gelişkinliği ve bunun güdülediği üretim teknolojisi sayesinde ömrü uzatılmaya (diğer bir yanıyla da sonunun nesnel şartlarını olgunlaştırmaya) çalışılan kapitalist sistem; Fordizm’den Post-Fordizm’e geçiş, bant tipi üretimden kalite çemberlerine geçiş, esnek üretim… ve üretirken tükenen işçiler/emekçiler. Kapitalist üretim ilişkileri zeminindeki emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki (ama kâğıt üzerinde, yasada vs. uzlaşı yazılımları sermaye terminolojisinde olacak elbette) kalıcılaştırılıp/meşru gösterilirken, teknolojinin gelişmesiyle beraber sermaye birikim süreçlerinin de buna denk gelen haliyle, kârın maksimize edilmesi ve elbette ki işçiye/emekçiye “asgari gereksinimlerinin belirlenmesi” “hak” olarak teslim edilmektedir. “Gerekçe” kısmında yazılıma geçirilen bir diğer temel vurgu da Anayasa’nın 56.maddesinden: “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlar; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak işbirliğini gerçekleştirir.” Burada “tasarruf”un nereden yapılacağı ve bunun karşılığında başına neler geleceğini (“işbirliğini gerçekleştirir” sözüyle saklanmaya çalışılsa da) ise işçi ve emekçiler yaşayarak görüyor. Yine “verimi artırma”dan ne kastedildiği de işçiler ve emekçiler için son derece görünür halde. Yani iş kazaları ve meslek hastalıkları “tasarruf”un karşılığı olarak işçiye/emekçiye, “verimlilik artışının” ise sermayedara/patrona tahvil edildiğini biliyoruz. “Verimlilik” sermayenin kasasına yazılırken, “tasarruf” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/emekçinin mezar taşına yazılıyor, o da iş cinayetinden ölen işçinin cesedi bulunursa!!!

Biz biliyoruz ki; “artı-değer” sömürüsünün kendisi iş kazası ve meslek hastalığı nedenselliğidir. Bu nedenle “kapitalizm öldürür/öldürüyor” diyoruz.

Altyapıdaki üretim ilişkilerinin bir tarafı olan sermayenin isteği doğrultusunda, ekonomi-politiğin yasası gereği devlet ve uzantıları bir “düzenleme” yaparak önümüze koydu “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”.

“İçeriden düşünmek” bir şey, ancak “dışarıdan düşünüp” içerinin kendi yasasıyla onu eleştirmek-teşhir etmek ise başka bir şey. Ama önce “dışarıdan düşünmek” için sınıfsal perspektif ışığında devletin-sermayenin ne olduğunu tekrar tekrar hatırlamak lazım. Yoksa bu “Kanun” karşısında ters-yüz olmak da var.

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” yürürlükteki yasa maddelerinin “müstakil” dedikleri yeni bir metinde tekrarı şeklindedir. Yani “Kanun”da “yeni” olan bir düzenleme bulunmamaktadır. “Kanun”, işçi sağlığına yönelik ve çalışma ortamına ilişkin işçilerin/emekçilerin sağlığını koruyacak ve iyileştirecek hizmet organizasyonuna ait eskiden daha ileri düzenlemeleri içermemektedir.

“Kanun”da korumaya ilişkin yaptırımlar yok. Siyasi irade tazminci bir yaptırım istiyor.

“Kanun”, sermayedarları işçilerin/emekçilerin sağlığının korunması ve iyileştirilmesi hususunda yükümlülük altına sokuyor! Ancak alanla ilgili profesyonellerin istihdam edilmesi durumunda tüm sorumlulukların işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı aracılığıyla işçilere/emekçilere devredilmesinin zeminini de hazırlıyor. Devlet-sermayedar, işçileri/emekçileri kendi sağlıklarından sorumlu tutarken, hem diğer sınıf kardeşlerinin sağlıklarından ve hem de işyerindeki üretim araçları ile kişisel koruyucu donanımın zarar görmesinden sorumlu tutuyor.

“Kanun”da işçi ve emekçilerin yaşamlarını ve sağlıklarını doğrudan ilgilendiren konularda söz sahibi olmaları, aktif rol üstlenmeleri, bu alana ilişkin işyeri düzeyinde politikaların oluşturulması ve sürece örgütlü katılımları yönünde hükümlere yer verilmemiştir. Tanımlanan “hakların kullanımı” konusunda mağdur olabilecek işçi ve emekçilere yönelik özel güvence ve yaptırımlar da öngörülmemektedir. Ayrıca işçi ve emekçilerin bireysel başvuruları ve bu başvuruları sonucunda zarar görmemelerine yönelik yeterli hükümler de bulunmamaktadır.

Tüm sosyal tarafları ülke politikaları için bir araya getirmeye çalıştığını iddia eden ve “çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi kulağa hoş gelen söylemleri yasa maddeleri arasına serpiştiren anlayış, devletin en üst kademesinden en alttaki birimlere kadar merkezi hegemonyacı anlayışına uygun hukukunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ve bilelim ki; “Hegemonya egemenlik ilişkilerinin büründüğü biçimlerden bir tanesidir … egemenin, kendi dünya görüşü ve siyaset anlayışını yönetilenlere her hangi bir dışsal zorlamaya gerek kalmadan kabul ettirebilmesidir.” Bu tarz yaklaşımla; “Sömürü ve eşitsizlikler çok daha kolay doğallaştırılıp, normalleştirilirken, çelişki ve çatışmalar da daha kısa sürede soğurulabilir … hatta yanılsamayı güçlendireceği için hegemonik dünya görüşünün sınırları içinde kalan eleştirel görüşlere bile hoşgörüyle” yaklaşılmaktadır[5].

“Kanun”, iş güvencesinin olmadığı bir ülkede işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve işçi ile emekçilere işvereni/sermayedarı Bakanlığa şikâyet etmesi “hakkı”nı veriyor! “Kanun”da geçen işçi ve emekçinin “çalışmaktan kaçınma hakkı” ve “çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi “haklar” iş güvencesinin yasal güvence altına alınması halinde üzerinde konuşulabilir, aksi halde “işçinin/emekçinin işten atılma hakkı”ndan öteye gidemez.

“Kanun”, 50’den fazla işçi/emekçi çalıştıran işyerlerinde verilmesi zorunlu olan işyeri sağlık ve güvenlik hizmetini 10 işçi sınırına indiriyor. 1–9 işçi/emekçi çalıştıran işyerlerindeki hizmetin faturasını adına prim ödenen işçilere/emekçilere keserken; 10 ve üzeri işçi/emekçi çalıştıran işyerlerinde ise hizmetin tamamının piyasa koşullarında verilmesinin zeminini hazırlayarak belirli bir kesime pazar oluşturuyor.

“Sağlık ve eğitim” çok özel bir kamusal alan olmasına rağmen, “Kanun” ile AB “uyum süreci” adı altında her düzeyde devlet eliyle ticarileştirilmekte, özel girişimciliğin desteklenmesi uğruna piyasanın talepleri ve ihtiyaçlarına uyarlanmaktadır. Ticarileş(tir)me işçi sağlığı ve güvenliği alanında da kabul görmekte, bu alandaki hizmet ve eğitimler alınıp satılan ve kâr sağlanan sektör olarak sermayenin yeni girişim alanı haline getirilmektedir.

Bakanlık kayıt dışının denetim altına alınacağını ifade ediyor. Kayıtdışı çalışanların iş kazası ve/veya meslek hastalığı geçirmesi durumunda; SGK’nın zararı tazmin edeceği ve çıkabilecek maliyetleri kayıt dışını denetlemekte görevli kişi ve kurumlara rücu edeceği bir düzenleme getirilmediği sürece kayıt dışı çalışanlar bu süreçten pozitif anlamda etkilenmeyecektir.

TERCİH ETTİĞİZ YÖNTEM BAĞLAMINDA ESASA İLİŞKİN NOTLARDAN DOĞRU “İÇERİYE” BAKIŞ: “KANUN” KAPSAMI

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”nun kimlerin adına hazırlandığını sınıfsal perspektifle ve materyalist yöntem bağlamında sizlerle paylaşırken; “içeriye” doğru eleştirilerimizle teşhire devam edelim…

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”nda Amaç; “İşyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini düzenlemek” (m.1) ve yine bu amaca uygun Kapsam da; “Bu kanun; kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile … tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanır” (m.2) şeklinde belirlenmiştir.

“Kanun” gerekçesinde; AB’nin Çerçeve Direktifi ile ILO’nun 155 ve 161 sayılı sözleşmelerine “uygun” düzenleme yaptıklarını belirten hükümet yetkilileri, söz konusu metinlerde belirtildiği gibi tüm çalışanların sağlığı ve güvenliğini sağlayacak yeni düzenlemenin “kamu ve özel tüm işyerleri ile tüm faaliyet alanlarındaki çalışanları kapsayacağını” iddia ettiler.

Tüm çalışanlar gerçekten yasa kapsamında “iş sağlığı ve güvenliği” hakkına sahip olacaklar mı? Bakalım…

KAMU ÇALIŞANLARININ “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” MESELESİ

Bu “hak” 1965 yılında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda tanımlanmıştır. 657 sayılı Kanun (m.188) “kaza ve mesleki hastalık hallerini” tanımladı, ancak mağdur olanlar haklarını 47 yıldır alamıyorlar. İşveren (yani devlet) kamu çalışanlarına özel sigorta yasası çıkarmadığından ve çalışanlar adına prim ödemediğinden; devlet memuru olarak adlandırılan emekçiler iş kazası geçirdiğinde “kaza”, meslek hastalığı geçirdiğinde “hastalık” olarak kabul ediliyor, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası haklarından yararlanamıyor.

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunu kamu çalışanı emekçileri Genel Sağlık Sigortası kapsamına aldı, ancak iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamına almadı. Bu nedenledir ki; kamu çalışanı emekçilerin “yeni” sosyal güvenlik sisteminde de “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hakkı” bulunmuyor.

SSGSS Kanunu gereğince; çalışanlar ve devlet emekliliğe esas aylık tutar üzerinden (memur olarak adlandırılan emekçiler adına %36) kısa ve uzun vadeli sigorta primi ödüyor. Ancak, tüm sigortalılar için işveren (kamu adına devlet) tarafından ödenmesi gereken, iş riskine göre değişen oranlardaki (%1–6,5) “iş kazası ve meslek hastalığı primi” devlet memuru emekçiler adına ödenmiyor.

SSGSS Kanunu ile İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Kanunu Tasarısı (birbirine karşıt yaptırımlarıyla) aynı dönemde hazırlandı. İSG Kanunu, “çalışan” tanımı yaparken “kendi özel kanunlardaki statülerine bakılmaksızın kamu veya özel işyerlerinde istihdam edilen gerçek kişiyi ifade eder” (m.3/b) ibaresini kullanıyor. SSGSS Kanunu ise “Kısa ve/veya uzun vadeli sigorta kolları bakımından adına prim ödenmesi gereken veya kendi adına prim ödemesi gereken kişiyi” (m.3/6) sigortalı olarak kabul ediyor. Başka bir anlatımla; adına prim ödenmeyen devlet memuru emekçi iş kazası ve/veya meslek hastalığı kapsamında sigortalı sayılmıyor.

Özetle Devlet Memurları Kanunu’ndaki aldatmaca alelusul tekrarlanıyor ve kamu çalışanı emekçilerin sağlığı ve güvenliği üzerinden devlet tasarruf(!) ediyor.

KENDİ ADINA ÇALIŞANLARIN “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” MESELESİ

SSGSS Kanunu; kendi hesabına bağımsız çalışanları “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” kapsamında kabul ediyor. Sigortalılar, prime esas aylık gelir üzerinden riskin derecesine göre % 1–6,5 oranında prim ödüyor.

Kendi hesabına çalışan sigortalı iş kazası ya da meslek hastalığı geçirir ve mağdur hale gelirse; SGK müfettiş göndererek durum ve sorumluluk tespiti yapıyor. Ancak, SSGSS Kanunu gereğince “iş kazası veya meslek hastalığı, işverenin kastı veya sigortalıların sağlığını koruma ve iş güvenliği mevzuatına aykırı bir hareketi sonucu meydana gelmişse, Kurumca sigortalıya bu Kanun gereğince veya ileride yapılması gereken ödemeler … işverene ödettirilir.”

Özetle kendi hesabına bağımsız olarak çalışanlar her durumda kendi sağlık ve güvenliğinden sorumlu tutuluyor. Yani SGK 3 milyondan fazla kişiden prim toplayarak olmayan bir hak için kaynak oluşturuyor.

Söz konusu sigortalılar, risklere karşı iş kazası ve meslek hastalığı primi ödediğinden mağdur olma durumunda doğal olarak hak iddiasında bulunacaklar. Bakanlık, olası sorunları önceden görerek, prim ödenerek kazanılan bu hakkın kullanımının önlenmesine yönelik düzenleme yaptı. İSG Kanunu (m.2/ç) “Bu Kanun hükümleri; çalışan istihdam etmeksizin kendi nam ve hesabına mal ve hizmet üretimi yapanlar hakkında, uygulanmaz” ibaresi ile kendi nam ve hesabına çalışanları “istisnalar” içerisinde saydı.

Anlaşılacağı gibi; “İSG Kanunu ile bütün çalışanlar iş sağlığı ve güvenliği kapsamına alındı, sağlık ve güvenlik önlemleriyle ilgili çalışan sınırı kaldırıldı…” sözleriyle bir aldatmaca yaşatılıyor.

Özetle; İSG Kanunu, SSGSS Kanunu’nda değişiklik sağlamadığı sürece 155 ve 161 sayılı ILO sözleşmeleriyle de uyumlu değildir.

İSG Kanunu’nun tüm çalışanları kapsaması için hükümetin sosyal sigorta hakkını SSGSS Kanunu ile kamu çalışanı emekçilere de tanıması ve kendi hesabına çalışanları ve diğer çalışanları istisna olarak kabul etmemesi gerekmektedir. Ayrıca kayıtdışı çalışanların da bir işyerinde ve işverenin sorumluluğunda iş kazası veya meslek hastalığı geçirebileceği gerçeği kabul edilmeli ve devletin denetim zafiyeti sonucu kayıt altına alınamayan işyerlerindeki mağdurların mağduriyetlerinin bedeli çalışanlara yüklenmemelidir.

 

İŞVERENLERİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ MESELESİ

“Kanun”, işverenleri “Çalışanların işle ilgili sağlık ve güvenliğini sağlamak; mesleki risklerin önlenmesi, eğitim ve bilgi verilmesi dahil her türlü tedbirin alınması, organizasyonun yapılması, gerekli araç ve gereçlerin sağlanması, sağlık ve güvenlik tedbirlerinin değişen şartlara uygun hale getirilmesi ve mevcut durumun iyileştirilmesi” konularında yükümlülük altına sokuyor ve “çalışanların tedbirlere uyup uymadığını sürekli denetlemek ve izlemekle” yükümlü kılıyor (m.4).

“Kanun”, işverenlere yaptırımları artırıyor, ancak yerine getirilmeyen yaptırımlar için işverenlere caydırıcı cezaları öngörmüyor. Şöyle ki; cezaların getirdiği/getireceği maliyetler koruyucu önlemlerin getirdiği maliyetlerin hep altında kalacak. Ve cezaların ancak denetim sonrasında gündeme gelebileceği düşünüldüğünde bir şekilde denetim dışı kalan ya da denetim dışı kalmayı başaran işverenler hiçbir zaman cezai işlemlerle karşı karşıya kalmayacaklar. Bakanlığın resmi görevlileri, işyerlerinin işçi sağlığı ve güvenliği açısından denetimlerinin %3 düzeyinde yapılabildiğini ifade ettikleri dikkate alındığında ve müfettişlerin “itfaiyeci” yaklaşımıyla çalışmak zorunda kaldıkları kabul edilirse; bir işyerinin denetlenemezliğinin koşullarını da görmüş oluruz.

“Kanun”da 4.maddenin gerekçesinden; “Genel önleme ve koruma politikalarının son prensibi çalışanlara talimat verilmesidir. Bu talimatlar ile öngörülen işe ilişkin riskler tanımlanarak ve alınması gereken önlemlerden bahsedilerek, çalışanların işi güvenli bir şekilde yapmaları sağlanacaktır.” Kanun “risklerden kaçınılmasını” öneriyor. Ve başka bir kapı açıyor; “tehlike kaynağının ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı durumlarda” (kaçınılmazlık ilkesi) işverenin “risk değerlendirmesi” (yapar veya yaptırır) sonrasında görevli profesyoneller aracılığıyla önce eğitim, sonra talimatlar vermesini ve işçiyi tehlikeye özel görevlendirmesini istiyor. Bundan sonrasını işçiye bırakıyor!

“Kanun”, sermayedarları “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyonelleri görevlendirmekle yükümlü kılıyor. “Kanun”, “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi” (OSGB) tanımından işverenlerin/sermayedarların ortaklaşa kurdukları birimleri değil, “Bakanlıkça yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşları, organize sanayi bölgeleri ile Türk Ticaret Kanununa göre faaliyet gösteren şirketleri” (m.3/m) anlamak istiyor. Kamu kurum ve kuruluşları (4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamındakiler) işyeri sağlık hizmetini Sağlık Bakanlığı’na bağlı döner sermayeli kuruluşlardan, iş güvenliği hizmetlerini ise 4734 sayılı Kanun hükümlerine göre “ihale” yoluyla alacaklar. Anlaşıldığı kadarıyla bu hizmet ya piyasa koşullarında sunulacak ya da kamuyu (Kurum Hekimliği veya Toplum Sağlığı Merkezi) tercih eden hekimlere angarya görev olarak havale edilecek.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI ÇALIŞMA SÜRELERİ MESELESİ

“Kanun” işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının çalışma süresi ile ilgili (m.8/6) önceki tasarıdaki zamansal verileri artık vermiyor. Çünkü, Bakanlık söz konusu süreleri ne zaman tanımlasa yarattığı formüller ile alanda kaos yaratıyor. Çalışma süreleri yasa maddelerinden çıkartılarak yönetmeliklere gönderme yapıldı (m.30/1) ve olası sorunlar ertelenmiş oldu!?

“Kanun”, “tam gün” çalışacaklar ile ilgili yükümlülüğü tanımlarken, “kısmi zamanlı” istihdam sağlanacak orta ve küçük işletmelerden söz etmiyor. Çünkü Bakanlık küçük ve orta ölçekli işyerlerinde İSG hizmetleri için ticari işletmeleri öneriyor.

İŞÇİ SAYISI ÖLÇÜTÜ MESELESİ

İş Kanunu 81. maddesi “Kanun” ile yürürlülükten kaldırılacağından “50’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinde İSG Birimi hizmeti ile işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamı” zorunluluğunun sınırları yeni düzenleme ile 10 işçi sınırına indiriliyor (m.7/1). Kamu kurum ve kuruluşları hariç 10’dan az işçi çalıştıran “çok tehlikeli işler” için yeni düzenleme vadeden Bakanlık, bu düzenlemenin nasıl olacağını “Kanun”da belirtmedi. Bakanlık yetkililerinin “Bir çalışanı olsa da tüm işçileri kapsayacak” söylemlerinden sonra “Kanun”da destek sağlanacak ondan az çalışanı bulunan “diğer işyerleri” ile ilgili düzenlemeler yönetmeliklere bırakıldı.

Beklenti şudur ki; 1–9 işçi çalıştıran işyerlerindeki hizmeti kamu adına SGK aracılığıyla iş kazası ve meslek hastalıkları priminden finanse etmek (m.7/1); 10 ve üzeri işçi çalıştıran tüm işyerlerinde ise işverenlerin isteğine bağlı olarak (isteyen işyerinde işyeri sağlık ve güvenlik hizmeti verebilir) hizmetin tamamının piyasa koşullarında OSGB aracılığıyla verilmesi.

ÇSGB, 09.12.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımladığı “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmeliğin Uygulanmasına Dair Tebliğ” ile taşeron şirketlerin “işyerlerinde İSG Birimi kurarak alt işveren olarak hizmet verebileceğini” öngördü.

Özetle, “tasarruf” politikalarına yönelik bu uygulamanın varacağı yer; bireysel olarak işyeri hekimi ya da iş güvenliği uzmanı olarak çalışmanın imkânsızlaşmasıdır. Bu da şu anlama geliyor; hizmet ya piyasa koşullarında “dışarıdan” verilecek ya da taşeron şirketlerin işyerlerinde işyeri sağlık ve güvenlik birimi oluşturmasıyla hekim ve mühendisler taşeron tasarrufunda “dışarıdan” gelen elemanlar olarak işyerine girecekler.

DİĞER SAĞLIK PERSONELİ MESELESİ

Tasarı, “işyeri hemşiresi/sağlık memuru” kavramını alandan silmişti. “Kanun” “İşyeri hemşiresi” tanımını “Bakanlıkça yetkilendirilmiş işyeri hemşireliği belgesine sahip hemşire/sağlık memuru” olarak yaparken (m.3/1ş) bu meslek grubu için “diğer sağlık personeli” kavramını kullanıyor (m.3/d, 6/1, 30/1) ve bu personelin çalışma koşulları ile ilgili hiçbir düzenleme getirmiyor.

Dünyada ve Türkiye’de “işyeri hemşireliği” bilimdalı ve uzmanlık alanı olarak kabul edilmesine rağmen 1980 ve 2003 yıllarındaki yönetmeliklerde; 50’den fazla işçi çalıştıran ve işyeri sağlık birimi açmak zorunda olan tüm işyerleri için işyeri hemşiresi veya sağlık memuru istihdam zorunluluğu vardı. 2006 ve 2008 versiyonu “Taslak”larda “işyeri hemşireliği” tanımı “iş sağlığı ve güvenliği konularında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetki verilen resmi veya özel kurum ve kuruluşlar tarafından düzenlenen işyeri hemşireliği eğitim programlarına katıldıklarını belgeleyen ve Bakanlıkça açılacak sınavda başarılı olup Bakanlıkça belgelendirilmiş hemşire” olarak yapıldı ve ayrıca işverenlerin işyeri hemşiresi görevlendirmesi şart koşuldu. Bu kavramlar her yeni düzenleme ile biraz daha sulandırıldı; önce işyeri hemşiresi veya sağlık memuru istihdamı için gerekli işçi sayıları yukarı çekildi, sonra bu kavramlar yerine “diğer sağlık personeli” ibaresi ile hafife alınan bu görev için “kayıtların tutulması istatistikî bilgilerin derlenmesi ve yazışmaların yapılması vb” açılımı yapılarak bilimsel değerlendirmeler ve çalışanların sağlığı ciddiye alınmadı. Ve sonunda alanın piyasalaşması ve sağlık hizmeti üzerinden yapılan tasarruflar nedeniyle işyerlerinde ya da piyasada hizmet verecek taşeron şirketler için işyeri hemşiresi veya sağlık memuru istihdamı tamamen gereksizleştirildi/belirsizleştirildi. “Kanun” tam süreli işyeri hekimi görevlendirilen işyerlerinde diğer sağlık personeli görevlendirilmesi zorunluluğunu kaldırdı (m.6/3).

RİSK DEĞERLENDİRMESİ MESELESİ

“Kanun”, işyerlerinde “risk” kavramının yerleşmesi ve sermayedara “risk değerlendirmesi” zorunluluğunun getirilmesini öngörüyor. “Kanun”, esas amacıyla (sorunu değil sorumluyu bulma) bağlantılı olarak “çalışma ortamında bulunan risklerin önlenmesi ve/veya önlenemeyen riskleri asgari seviyeye indirerek sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamının sağlanması” vurgusunu yapıyor.

“Kanun”, AB Çerçeve Direktifi’nde belirtilen “iş sağlığı ve güvenliğini sağlamada genel önleme ilkelerini, risk değerlendirmesini ve risk yönetimini” esas alıyor ve olmazsa olmaz olarak kabul ediyor. Ancak, işveren “mesleki risklerin önlenmesi ve bu risklerden korunulmasına yönelik çalışmaları da kapsayacak iş sağlığı ve güvenliği hizmetini … kendisi üstlenebilir” (m.6/1) ve “işveren, risk değerlendirmesi yapmak veya yaptırmakla yükümlüdür” (m.5, 10/1) gibi açılımlar da yapıyor. İşveren, “risk değerlendirmesi sonucu alınacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri ile kullanılması gereken koruyucu donanım veya ekipmanı” da belirliyor (m.10/2).

İşverenlerin kendisine ait işyerlerinde risk değerlendirme, korunma ile birlikte işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı görevini üstlenmesi durumunda; ÇSGB’nin bu alandaki denetimlerinin %3’den daha az olduğu düşünüldüğünde sonuçlar da tahmin edilebiliyor. Aynı “Kanun”, denetim eksikliğini kapatmak adına ironi yaparcasına “İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanları görevlendirildikleri işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili alınması gereken tedbirleri işverene yazılı olarak bildirir; bildirilen hususlardan hayati tehlike arz edenlerin işveren tarafından yerine getirilmemesi halinde, bu hususu Bakanlığın ilgili birimine bildirir” (m.8/2) yaptırımını getiriyor. Bu yaptırımın kendi işyerinde işyeri hekimliği veya iş güvenliği sorumlusu olan işveren tarafından yerine getirilmemesinin herhangi bir cezai karşılığı da bulunmuyor.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANININ YÜKÜMLÜLÜKLERİ MESELESİ

“Kanun”, işverenleri iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ile işyeri hekimi görevlendirmekle yükümlü kılıyor (m.6/1). Ve işverenler tarafından verilmesi zorunlu olan “iş sağlığı ve güvenliği hizmeti” konusunda görevlendireceği iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi gibi profesyonellerin sorumluluklarını tanımlıyor.

Ancak, “Kanun”, yüzünü döndüğü tarafı işaret ediyor; işverenler “Çalışanları arasında belirlenen niteliklere sahip personel bulunmaması hâlinde, bu hizmetin tamamını veya bir kısmını ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alarak” yerine getirebilecekler.

Hizmet sunan kuruluşlar ile iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi hizmetlerindeki ihmallerinden dolayı hizmetin verildiği işyerindeki işverene karşı sorumlu olacaklar. “Kanun”, “iş kazası veya meslek hastalığının meydana gelmesinde ihmali tespit edilen işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanının yetki belgesi askıya” alınacak (m.8) ifadesini kullanırken, madde gerekçesinde “üstlendikleri görevleri ile ilgili ihmal ve kusurlu davranışlarından dolayı yetkileri ellerinden alınacak” gibi katı yaptırımları görebiliyoruz.

İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı alınması gereken tedbirleri işverene yazılı olarak bildirecek. Bildirim sonrasında işverenin gereğini yerine getirmemesi durumunda para cezası (şikâyet konusu olursa) uygulanacak. Hayati tehlike arz eden durumlardan tehlike arz edenlerin yerine getirilmemesi halinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi durumu Bakanlığa bildirecek.

Bu bildirimin yapılmasının koşulları var mı? Ya da bildirim yapılmaz ise ne olur? Bildirim yapılır ise ne olur? Sorularının karşılığı “Kanun”da bulunmuyor. Bu soruların yanıtı iş güvencesi olduğu ve olmadığı durumlar için ayrı ayrı verilebilir.

“Kanun” (m.8/7), “Kamu kurum ve kuruluşlarında ilgili mevzuata göre çalıştırılan işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı…asli görevlerinin yanında…çalışmakta oldukları kurumda veya diğer kurum ve kuruluşlarında…görevlendirilebilirler” angarya yaptırımını getiriyor. “Kanun” böyle bir görevlendirmede 80 saatten fazlasına ücret ödenmesini uygun görmüyor.

ÇALIŞANLARIN YÜKÜMLÜLÜKLERİ MESELESİ

(1) Çalışanlar, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili aldıkları eğitim ve işverenin bu konudaki talimatları doğrultusunda, kendilerinin ve hareketlerinden veya yaptıkları işten etkilenen diğer çalışanların sağlık ve güvenliklerini tehlikeye düşürmemekle yükümlüdür. (2) Çalışanların, işveren tarafından verilen eğitim ve talimatlar doğrultusunda yükümlülükleri şunlardır: a) İşyerindeki makine, cihaz, araç, gereç, tehlikeli madde, taşıma ekipmanı ve diğer üretim araçlarını kurallara uygun şekilde kullanmak, bunların güvenlik donanımlarını doğru olarak kullanmak, keyfi olarak çıkarmamak ve değiştirmemek. b) Kendilerine sağlanan kişisel koruyucu donanımı doğru kullanmak ve korumak. c) İşyerindeki makine, cihaz, araç, gereç, tesis ve binalarda sağlık ve güvenlik yönünden ciddi ve yakın bir tehlike ile karşılaştıklarında ve koruma tedbirlerinde bir eksiklik gördüklerinde, işverene veya çalışan temsilcisine derhal haber vermek.” (m.19)

“Kanun”a göre kurallara (işverenin talimatlarına) uymak çalışanların görevlerindendir. “Çalışanların sağlık ve güvenlik kurallarına uymamaları kendi görevlerinin yanında diğer çalışanların sağlık ve güvenliği ile işyerinin güvenliğini de tehlikeye atacaktır. Bu nedenle, işverenin talimatı gereği kendi sağlık ve güvenliklerinden sorumlu oldukları gibi hareketlerinden diğer çalışanların etkilenmesinden de sorumlu olacaklar” (Gerekçe’den).

Özetle; işveren/sermayedar işçi ve emekçileri hem kendi sağlıklarından, hem diğer işçi ve emekçi sınıf kardeşlerinin sağlıklarından, hem de işyerindeki üretim araçları ile kişisel koruyucu donanımın zarar görmesinden sorumlu tutacak.

ÇALIŞANLARIN HAK VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ: “ÇALIŞMAKTAN KAÇINMA HAKKI” MESELESİ

İş Kanunu’ndaki “çalışmaktan kaçınma hakkı” “Kanun”, içerisinde (m.13) yeniden düzenlendi: “(1) Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanarak, işveren ise derhâl kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir. (2) Kurul veya işverenin çalışanın talebi yönünde karar vermesi hâlinde çalışan, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. (3) Çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda birinci fıkradaki usule uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz. (4) İş sözleşmesiyle çalışanlar, talep etmelerine rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı durumlarda, tabi oldukları kanun hükümlerine göre iş sözleşmelerini feshedebilir.”

“Kanun”, “ciddi ve yakın tehlike” tanımlamasını aynı zamanda “Acil durum planları” başlıklı 11’inci maddede yapıyor. “Kanun”a göre bir tehlikenin sadece ciddi olması ya da sadece tehlikeli olması yetmiyor, her iki durumun beraberliğine ilaveten “önlenemez” olduğu durumda yani işçi “ölümle karşılaşırsa” söz konusu “hak” kullanılabiliyor. Yani işçi ölüm tehlikesini görecek ve işverene veya işveren vekiline başvuracak, işveren veya işveren vekili durumu derhal inceleyerek karar verecek, karar yazılacak, çalışana ve varsa iş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcisine bildirilecek… Ve çalışan işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gidecek… “Kanun”a göre; işçi isterse çalışmaktan kaçınabilir, isterse bölgeyi terk edebilir veya isterse iş sözleşmesini feshedebilir. Bu bir “hak” olmaktan ziyade; iş güvencesi sorununun çözülemediği, haksız işten çıkartmaların önlenemediği, fazla çalıştırmaya sınır kon(a)madığı bir ortamda işçi ölmez sağ kalırsa olsa olsa “işçinin işten atılma hakkı” olabilir.

“Kanun”a göre çalışanlar “ciddi, yakın ve önlenemez tehlike” ile karşılaştıklarında çalışmaya zorlanamayacaklar ve işi bırakıp daha güvenli bir yere gidebilecekler. Örneğin; Aşkale’de gölet içerisinde deniz bisikletiyle “ciddi, yakın ve önlenemez tehlike” ile karşılaşarak mahsur kalan beş TEDAŞ işçisi a) görevi reddedebilecek, b) işverene başvurarak durumun tespitini isteyebilecek, c) varsa İSG Kurulu’nu acil toplantıya çağırabilecek… İşveren veya Kurul kararına göre işçiler yeniden bir karar verecekler! Tabi bu sırada soğuktan donmazlarsa.

Söz konusu 13’üncü madde 4857 sayılı İş Kanunu’nda (m.83) “işçilerin hakları” adı altında mevcut ve dokuz yıldır yürürlükte. Nedendir bilinmez “Taslak” 83’üncü maddeyi yürürlükten kaldırırken yeniden bir “hak” tanımı yapıyor. Eğer bu madde bir hak olsaydı hükümetin tüm kurumlarıyla gündeme aldığı Tuzla Tersaneleri sorunları çözüme kavuşur, ölümler olmazdı. İş cinayetleri artmaz, azalırdı. Sormak gerekir “çalışmaktan kaçınma hakkı” tersanelerde ve diğer iş cinayetlerinin yaşandığı iş kollarında ne kadar kullanıldı?

ÇALIŞANLARIN GÖRÜŞLERİNİN ALINMASI VE KATILIMLARININ SAĞLANMASI MESELESİ

“Kanun”un “Çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” başlıklı 18’inci maddesinden: “(1) İşveren, görüş alma ve katılımın sağlanması konusunda, çalışanlara veya iki ve daha fazla çalışan temsilcisinin bulunduğu işyerlerinde varsa işyeri yetkili sendika temsilcilerine yoksa çalışan temsilcilerine aşağıdaki imkânları sağlar: a) İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili konularda görüşlerinin alınması, teklif getirme hakkının tanınması ve bu konulardaki görüşmelerde yer alma ve katılımlarının sağlanması. b) Yeni teknolojilerin uygulanması, seçilecek iş ekipmanı, çalışma ortamı ve şartlarının çalışanların sağlık ve güvenliğine etkisi konularında görüşlerinin alınması. (2) İşveren, destek elemanları ile çalışan temsilcilerinin aşağıdaki konularda önceden görüşlerinin alınmasını sağlar: a) İşyerinden görevlendirilecek veya işyeri dışından hizmet alınacak işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve diğer personel ile ilkyardım, yangınla mücadele ve tahliye işleri için kişilerin görevlendirilmesi. b) Risk değerlendirmesi yapılarak, alınması gereken koruyucu ve önleyici tedbirlerin ve kullanılması gereken koruyucu donanım ve ekipmanın belirlenmesi. c) Sağlık ve güvenlik risklerinin önlenmesi ve koruyucu hizmetlerin yürütülmesi. ç) Çalışanların bilgilendirilmesi. d) Çalışanlara verilecek eğitimin planlanması.”

Peki, işveren çalışanların önceden görüşünü almaz ise ne olur? Yanıtı “Kanun” veriyor: Doğruluğu kanıtlanırsa işveren 1000 TL para cezası öder (m.26/1).

“Yönetişim” oyununun; “Kanun” TBMM’nde görüşülürken “tarafların görüşünü almak” olarak yaşandığı durumu, işliklerde işverenin işçi ve emekçiyle “görüşlerinin alınması ve katılımın sağlanması” biçiminde yaşanacağı açıkça ortada.

ÇALIŞANLARIN BİLGİLENDİRİLMESİ VE EĞİTİMİ MESELESİ

“Kanun”, çalışanların işyerinde karşılaşacakları sağlık ve güvenlik konularıyla birlikte “yasal hak ve sorumlulukları” hakkında gerekli bilgiyi almalarının sağlanmasını öngörüyor (m.16,17). “Kanun” bütün olarak değerlendirildiğinde; “bilgilendirme ve eğitim” talimatlarla sorumluluğun alt kademelere yüklenmesinin ön şartı olarak kabul ediliyor. Nitekim “Gerekçe”de mesaj veriliyor; “Genel önleme ve koruma politikalarının son prensibi çalışanlara talimat verilmesidir. Bu talimatlar ile öngörülen işe ilişkin riskler tanımlanarak ve alınması gereken önlemlerden bahsedilerek, çalışanların işi güvenli bir şekilde yapmaları sağlanacaktır.”

İŞ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ ÇALIŞAN TEMSİLCİSİ MESELESİ

İşyerlerinde “iş sağlığı ve güvenliği konularında çalışanları temsil etmeye yetkili çalışanı” “çalışan temsilcisi” olarak tanımlayan (m.3/c) “Kanun” temsilci seçiminin kuralını da belirliyor. Önceki taslaklarda “bütün çalışanların katılımı ile yapılacak seçim” yoluyla belirlenen temsilci seçiminde kural değiştirilerek; “çalışanlar arasında yapılacak seçim veya seçimle belirlenemediği durumda atama yoluyla görevlendirilir” şekline dönüştürüldü (m.20).

İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIKLARI

“Kanun”, iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi konusunda ciddi iddialarla ortaya çıktı. İş Kanunu ve SSGSS Kanunu’nda bulunan düzenlemelere ek bir düzenleme getirmemesine rağmen medyadaki yasa tanıtımlarında “iş kazalarının ve işçi ölümlerinin azalacağı” mesajları verildi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından 2011 yılında tespit edilen iş kazası sayısı 69.227, meslek hastalığı sayısı ise 688 olarak duyurulmuştur[6]. Son 9 yılda (2003–2012 arası) görülen iş kazalarının ortalaması 73.718, meslek hastalıklarının ortalamasını ise 590 olarak hesaplanmaktadır. İş kazası sonucu 2011 yılında 1563 kişi ölmüş ve 2086 kişi malul duruma düşmüştür. Son 9 yılda kaza sonucu ölümlerin ortalaması 1156 ve malul kalan sayılarının ortalaması ise 1659 olarak bulunmuştur. İş kazalarında dünyada hep başa güreşen Türkiye’de AKP iktidarı döneminde önemli bir değişim yaşanmış, durum giderek daha da kötüye gitmiştir. Kaza sayıları hileli yöntemlerle ortalamanın %6’sı kadar düşürülürken, kaza sonucu ölümler ortalamanın %35’i, kaza sonucu maluliyet ise ortalamanın %26’sı kadar artmıştır.

Uluslararası tespitlere baktığımızda; her bin çalışan için yılda 4–12 yeni meslek hastalığı olgusu beklenmektedir[7]. Türkiye’de çalışma yaşamında aktif yer alan 23 milyon emekçi üzerinden yapılan bir başka hesaplama yöntemine göre her yıl 100 ile 300 bin arasında meslek hastalığının tespiti beklenmelidir. Bu tabloya rağmen meslek hastalıklarıyla ilgili devlet-sermaye suskunluğu devam ediyor.

Anlaşılan odur ki; iş kazalarının toplu iş cinayetlerine dönüştüğü çalışma ortamlarında herhangi bir iyileşme olmayacak, meslek hastalıklarına ilişkin ‘suskunluk’ devam edecek. “Kanun” gerekçesinde ifade edildiği gibi “iş kazalarının veya ortaya çıkan meslek hastalıklarının işyerinden mi yoksa çalışanların kurallara uymadaki ihmallerinden mi kaynaklandığının tespiti yapılacak ve buna göre gerekli tedbirlerin alınması sağlanmış olacak.” Yani “günahkârlar” aranacak; işveren “eğitim ve talimat” yükümlülüğünü yerine getirmişse, işyerinde profesyonel çalışanlar ve kazaya uğrayan işçiler/emekçiler olayın sorumlusu olarak tanımlanacaklar.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI EĞİTİMLERİ

“Kanun”, işyeri hekimi olarak; “iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerini yürütmek üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş işyeri hekimliği belgesine sahip hekimi” ve iş güvenliği uzmanı olarak; “iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip mühendis, mimar veya teknik elemanı” tanımlıyor. “Kanun”, eğitim kurumu olarak; “İşyeri hekimliği, iş güvenliği uzmanlığı ve işyeri hekimi dışında diğer sağlık personelinin eğitimlerini vermek üzere Bakanlıkça yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşlarını, üniversiteleri ve Türk Ticaret Kanununa göre faaliyet gösteren şirketler tarafından kurulan müesseseleri” tanımlıyor (m.3/1).

Önceki taslaklarda işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı eğitimleri ve bu eğitimi verecek kurum ve kuruluşlar yasa maddeleri ile ayrıntılandırılmışken “Kanun”, bu düzenlemelerin yönetmeliklerle yapılmasını uygun görmüş (m.30/1). Üniversiteleri ve meslek örgütlerini yok sayarak piyasaya yönlendirilen eğitimlerle, para ile satılan belgelere dönüştürülen eğitim anlayışı, günübirlik düzenlemeleri zorunlu hale getirdiğinden; Bakanlık yasa maddesi yerine yönetmelik üzerinden alanı düzenleme tercihini kullanarak tasarıyı değiştirdi.

Diğer taraftan, devlet adına hiçbir girişimde bulunmadığı halde 25 yıllık emeği hiçe sayan Bakanlık; meslek örgütleri tarafından verilen onbinlerce sertifikayı “yok sayan” yasal düzenlemeler yapmıştı. Danıştay’ın verilen birçok sertifikayı geçersiz sayması üzerine alanda istihdam edilecek işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı bulmakta zorlanan aynı Bakanlık tüm sertifikaları “var sayan” düzenlemelere “Kanun”da yer verdi (Geçici Madde 4 ve 5). Bu durumu bir başka açıdan değerlendirdiğimizde; Bakanlık yasa metninde meslek örgütlerine sağladığı olanakla TTB ve TMMOB cephesindeki muhalefetin direncini de kırmış oldu. Bu sebepledir ki, TTB ve TMMOB son “Kanun”a anlamlı muhalefet etmediler.

ULUSAL İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONSEYİ

“Ülke genelinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili politika ve stratejilerin belirlenmesi için” kurulan “tavsiyelerde bulunmak” gibi bir görevi üstlenen Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi ağırlıklı olarak hükümet temsilcileri ve bürokratlardan (25 üyenin 13’ü atanmış, 12 üye ise seçilmiş) oluşmaktadır. Seçilmişlerin bazıları da işveren örgütü ya da hükümet güdümlü örgütlenmeler adına katılmaktadır (m.21). Bu düzenleme ile salt çoğunluğu sağlayan siyasi iradenin “sosyal diyalog” adına kararlar alarak alanla ilgili “tavsiyelerde” bulunması beklenmektedir.

YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILAN VE DEĞİŞTİRİLEN HÜKÜMLER

“Kanun”, 4857 sayılı İş Kanunu’nda bulunan işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili tüm maddeleri yürürlükten kaldırıyor. Kimi maddeler “Kanun”da benzer veya değişik ifadelerle yer alıyor, kimi maddeler ise hiç yer almıyor.

Kaldırılan ya da değiştirilen maddelerden bazıları: İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri (m.77), İş sağlığı ve güvenliği yönetmelikleri (m.78), İşin durdurulması veya işyerinin kapatılması (m.79), İş sağlığı ve güvenliği kurulu (m.80), İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri (m.81), İşçilerin hakları (m.83), ağır ve tehlikeli işler (m.85,86), On sekiz yaşından küçük işçiler için rapor (m.83), Gebe veya çocuk emziren kadınlar için yönetmelik (m.88)…

“Kanun”, çalışanların sağlık raporu alma zorunluluğunu “tehlikeli” ve “çok tehlikeli” işyerleri ile sınırlı tutuyor (m.15).

“Kanun”, İş Kanunu’nda (m.79) geçen “işyerinin kapatılması” yaptırımını yasa metninden çıkartıyor.

“Kanun”, İş Kanunu’ndaki; çocuk ve genç işçiler için alınması zorunlu sağlık raporları ile gece çalışanlara verilecek sağlık raporları (m.69), çıraklara tanınan iş sağlığı ve güvenliği hakkı (m.4/f), “Sağlık kurulları bakımından günde ancak yedibuçuk saat ve daha az çalışılması gereken işler” (m.63) ile ilgili düzenlemeyi iptal ediyor (m.37). İptal edilen düzenlemeler için ne yapılacağı belirsizliğini koruyor.

YÜRÜRLÜK

“Kanun” birçok konuyu yönetmeliklere havale etti. Bakanlık bürokratlarının ‘ellerini ovuşturarak’ ve büyük keyif alarak hazırlayacakları metinler üzerinden Türkiye’de işçi sağlığının kaderi belirlenecek. “Kanun” maddelere göre değişiklik göstermekle birlikte yayımı tarihinden itibaren en geç 2 yıl sonra yürürlüğe girecek. Ancak, 50’den az işçisi olan işyerlerinden tehlikeli ve çok tehlikeli işyerlerinde 1 yıl sonra, tehlikeli ve az tehlikeli işyerlerinde 2 yıl sonra yürürlüğe girecek (m.38).

İŞ CİNAYETLERİ “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KANUNU” İLE ÖNLENEMEZ

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” aslında işçi sağlığı alanı üzerinden devletin kendisini daha bir açık etmesi/tanımlamasıdır.

“Kanun”a karşı “gördük, sobe” denmelidir. Devlet denilen “zahiri-fuluğ” yapıyı bu “Kanun”, üzerinden görünür kılmalı-teşhir etmeli, çözümlemelidir. Ve denmelidir ki; Ne kadar fazla yasa çıkarsa devlet bir o kadar çürümüştür.

Sermayenin kâr hırsı ateşinde pişirilip pişirilip işçi sağlığı alanına devlet-hükümet işbirliği üzerinden servis edilen “Kanun” işçiler/emekçiler için “yok hükmündedir”. Bu ateşi söndürecek olan ise; sınıfın tarihsel belleği ve örgütlü gücüdür.

Tek tek maddeler üzerinden “içeriye sıkışıp kalmak”, “yönetişim” oyununa gelmek anlamsızdır. Çünkü bu “Kanun”u işçilere/emekçilere servis edenler zaten “en mükemmeli” bulmuştur! Onların yapmak istediği; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın söylediği gibi, kendi mutfaklarında hazırlayıp işçiye/emekçiye sundukları yasanın “ikna turunu tamamlamak”tır. Kendi varlıkları için uluslararası ağa-babalarının yolundadırlar. Ve ağa-babalarının işçi sağlığında durumları da hiç iyi değildir. AB ülkelerinde işçi sağlığı meselesinin boyutunu, daha önceki yıllara göre durumlarının iyi olmadığını ise Avrupa’daki sınıf kardeşlerimiz yaşıyor, biz de biliyoruz.

Şimdi ne mi yapmalıyız?

“İşçilerin/emekçilerin kapital birikim sürecindeki uygun toplumsal rollerini başarması kapasitesi” olarak tanımlanması gereken kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki sağlık tanımını, öncelikle Dünya Sağlık Örgütü’nün sınıfsal bağlamından koparılmış/aldatmaca sağlık tanımının yerine koymalıyız.

Bu sınıfsal perspektif zemininden aldığımız güçle kapitalist üretim ilişkilerini ve patronları “kendi yasaları”yla da yargılamalıyız. Kapitalizmin ömrünü uzatmak için sahneye çıkan ve sınıflararası uzlaşma örgütü görevini üstlenmiş olan ILO’ya göndermeler yaparak “Kanun”u hazırlayanları, yine ILO’nun “kaza tanımı”ndan yola çıkarak kendine yasa yapanları iş kazalarından ölen işçilerin/emekçilerin katili olduklarını/cinayet işlediklerini haykırmalıyız. Ve bu sistemde iş kazalarının, meslek hastalıklarının azaltılması söyleminin “bir şey” olduğunu, ancak “başka da bir şey olmadığını” sınıfsal perspektifle anlatabilmeliyiz. Bir tek iş kazası-meslek hastalığı tanısı/ölümü olsa dahi bunun bu sistemin cinayeti olduğunu açılımlayabilecek ve bu söylemi eyleyebilecek güce kavuşmalıyız.

Sistemi sorgulatmadan, kapitalist üretim ilişkilerinin işçi sağlığının sorumlusu olduğunu gizleyerek “Kanun”un önümüze konulup tartıştırılmasına müsaade etmemeliyiz (Bakın bu topraklarda Onur Hamzaoğlu yargılandı, niye? Sanayinin çevre ve insan zehirlediğini daha önceleri de akademisyenler yazmıştı, araştırmıştı. Ama Onur Hamzaoğlu’nun şahsında bir şey oldu: Bu değerli bilim insanı daha önce yazılan araştırmaların yapmadığını yaptı. Durumun sistemle bağını kurdu. Lime lime dökülen kapitalist sisteme vurdu. Ve üniversitesinden, belediyesine kadar bu sistem sanayicinin/işverenin/sermayenin yanında olduğunu huzura çıkardı. Ancak “minareyi saklayacak kılıf bulamadılar”).

Yasa koyucu işçi sağlığı alanında da “illüzyonist yöntemle” sermayenin çıkarlarını işçilerin/emekçilerin çıkarları gibi göstermeye devam ediyor. Bir “epistemik şiddet” uyguluyor. Devletin yapısı gereği olan “zor ve şiddet” şimdilerde Avrupa’dan doğru “İngiliz Centilmenliği” inceliğinde işçiler/emekçiler ve onların örgütleri, DMKÖ ile “toke edilme”ye çalışılıyor. Ama bilelim ki; bu centilmenlik edasıyla el uzatanlar “toke etme”yi kabul etmeyen işçileri/emekçileri karşısında görürse devletin zor ve şiddeti daha açık hale gelecek. “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” ile sermaye sınıfıyla işçi sınıfı arasında “tarafsız” görünen “anlaştırıcı” devletin yüzü/kıblesi o zaman çıplak görünür hale gelecek.

Sermayenin kendi içerisindeki çelişkileri ve devlet/hükümet ile sermayenin ufak-tefek frotmanları olsa da sınıf refleksleri gereği bu Kanun’da ortaklaştılar. Çünkü işçi ve emekçi sınıfı henüz daha anlamlı bir örgütlenme gücüne ve emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz tarihsel çelişkide henüz daha çubuğu kendi sınıf aidiyetine doğru bükecek bir donanıma sahip değil. Ve iş kazaları ile meslek hastalıklarından dolayı ölümler-cinayetler de devam edecek. Tüm meseleleri bu cinayetleri kime yıkacaklarının yasasını oluşturmaktı. Yani “yasal cinayetlerin” yazılımını, “sosyal taraf(lar)” dedikleri DMKÖ ile sendikalar üzerinden tamamlamaya çalıştılar. Sermaye sınıfını cinayetlerin sorumluluğundan kurtarıp, “profesyonel” dediklerini (iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi…) yasanın giyotini altına aldılar. Yönetmelikleriyle birlikte yürürlüğe girecek bu “Kanun”da “her şeyin sorumlusu” işveren (siz bunu sermaye-patron olarak okuyun) gibi görünse de bunun rücu yollarının da açık olduğunu hepimiz biliyoruz. İşçiler/emekçiler ölecek, iş güvenliği mühendisi, işyeri hekimi rucu edilerek sorumlu hale getirildi. Ve böylece bir kez daha iş cinayetlerinin sorumlusunun kapitalist üretim ilişkileri olduğu gizlenecek. Sistemin devamı için bireyler/profesyoneller yargılanacak. Daha da ilerisini ifade etmek gerekirse; işveren sorumluluğunu “talimatlar ve eğitimlerle” iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi üzerinden işçilere/emekçilere yıkıyor. Yani işçi/emekçi kendisinin ve sınıf kardeşinin sakat kalmasından, ölmesinden sorumlu hale getiriliyor.

Elbette ki kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki “ekonomi-politik yasa” gereği sermaye semirirken, “hukuksal yasa” gereği birilerinin bu bedeli ödemesi gerekecek. Ama sistemin üzerini örtemediği/gizleyemediği bir gerçek var: İşçilerin/emekçilerin öleceği, üretirken-tükeneceği… “Kanun”daki mesele sadece “suçlu aramak”, “suçluyu bulmak”. Hatta bu suçlu yeri geldiğinde tek tek işveren de olabilir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri suçlu olamaz! Çünkü bu sistem elinden gelen her şeyi işçiler/emekçiler için yapıyor! Hatta tek tek işverenleri bile yargılayıp mahkûm edebiliyor/edecek. Ve elbette ki; bu haliyle işçilerin nezdinde bile sistemi daha bir meşrulaştırmış-güçlendirmiş olarak…

Süresi dolunca yürürlüğe girecek bu “Kanun”a ilişkin “elinize sağlık” demek ve/veya bu anlama gelecek sözler sarf etmek, sanki genel olarak işçilere/emekçilere faydalı da ancak içinde biraz düzeltmelere ihtiyaç var anlamına gelecek tarzlar üzerinden politika yapmak; ait olduğu sınıfsal zemini tanımlayamamak ya da en hafifinden kafa karışıklığı yaşa(t)maktır.

Son söz: Bu “Kanun”, işçiler emekçiler için “kabul edilemez risk grubundadır.”


* Bu makale, Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi ile Özgürlük Dünyası’nda eşzamanlı olarak yayınlanmaktadır.

[1] Bilaloğlu E., “Devletin Yeniden Yapılanması ve Sağlık”, TTB/Toplum Hekim Dergisi, Kasım-Aralık 2011, cilt.26, s:6, sf. 472.

[2] Öngen T., “Devletin Yeniden Yapılanması, TTB/Toplum ve Hekim Dergisi, Kasım-Aralık 2011, C. 26, s. 6, sf. 408.

[3] Öngen T., agm, sf. 410

[4] Öngen T., agm, sf. 408

[5] Öngen T., agm, sayfa:411

[6] İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel’in verdiği soru önergesine Bakan Faruk Çelik’in 02.03.2012 tarihinde verdiği yanıttan.

[7] Harrington J.M., Gill F.S., Aw T.C., Gardiner K. Occupational Health; 4th Edition 1998.

Sağlıkta Doku Uyuşmazlığı

Sosyal güvenlik, sağlık alanı ve kamu yönetimi konularında 1980 sonrasında yaşanan köklü dönüşümler daha önce Özgürlük Dünyası’nda[1][2] tartışılmış ve olası sonuçları değerlendirilmişti.

Türkiye’de sağlık sisteminde “dönüşümü” belirleyen uluslararası sermaye grupları (DTÖ, IMF, DB, AB…) sürece ağırlığını koydu… Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ile 1995 de yapılan “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması” (GATS) daha fazla liberalizasyon ve piyasa önerileriyle kârı maksimize etme anlayışına uygun olarak dayatıldı. Bu dayatma içerisinde kamusal olarak nitelenen; uzmanlık gerektiren mesleki hizmetler, eğitim hizmetleri, sağlık ve sosyal hizmetler başlıcalarıydı… Hizmetler sektöründeki liberalleşmenin kimin çıkarına işleyeceği aşikâr belli iken, kâr amacı gütmemesi gereken sağlık ve eğitim gibi alanları da kapsaması ve rekabete açık bir ekonomik faaliyet haline getirilmesi önemli sosyal sorunları beraberinde getirecekti…

Hizmetlerin piyasalaşması sürecinde ulusal sermaye cephesi (TİSK, TOBB, TUSİAD…) ekonomide devleti sınırlayıp, piyasa ekonomisine işlerlik kazandırarak, devlete “piyasada aktör değil, regülatör” misyonu yükledi. Neoliberal politikaların sağlık ayağındaki uygulamaları ile sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki yükü azaltılacak yani devletin üzerinden inen yük vatandaşın üzerine binecek; sosyal sigorta sistemine sürekli ve belirsiz kaynak aktarımı ortadan kalkacak yani halktan toplanan sigorta primleriyle (ek vergilerle) finansman güvencesi sağlanacak, kaynağın özel sektöre aktarılmasıyla da ‘rekabet’ ortamında ve piyasa koşullarında ‘hizmet’ verilecekti… Kurgu buydu…

Bu kurguya uygun olarak “sağlıkta istikrarı” yakalamak için 20 yılı aşkın süre mücadele veren sermaye cephesi; AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile amacına ulaşma fırsatını yakaladı. Dünya Bankası (DB) tarafından Haziran 2002’de yayınlanan Rapor[3] AKP’nin gerek parti, gerekse hükümet programlarında sağlıkla ilgili politikalarının kaynağını oluşturdu. Ancak, DB’nin finansal desteğine rağmen istenilen yol alınamadı.

AKP Kasım 2002’de hükümet oldu ve 2003’de “Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı” içerisinde sağlık ve sosyal güvenlikle ilgili hedeflerini sıraladı. Devamında DB’nin akıl hocalığıyla hazırlanan Sağlıkta Dönüşüm Projesi[4] (SDP) tartışmaya açıldı. Aynı günlerde Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan ilk düzenlemenin “Teşhis ve tedavi amacıyla özel sağlık kurum ve kuruluşlarına hasta sevkine ilişkin” tebliğ ile yapılması anlamlıydı.

Hükümet, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu[5] (SSGSS) ile sistemi tümden değiştirmeye çalışırken bu girişime karşı toplumdan şiddetli karşı duruş gelişti. Devamında Anayasa Mahkemesi kararı ile Yasa tümden uygulanamaz hale geldi. Toplumsal tepkiyi zamana yayarak susturan, Anayasa Mahkemesi’ni de ‘ikna’ eden Hükümet SSGSS’yi TBMM’den geçirerek yeniden yayınladı. Anayasa Mahkemesi de önceki kararlarını görmezden geldi!

Hükümetin 9 yıl içerisinde sistemi tümden değiştirmeye yönelik hazırladığı her yeni yasal düzenleme alanda yeni karmaşaların yaşanmasına neden olurken geldik bugüne…

AKP HÜKÜMETİ NELER SÖYLEDİ, NE KADARINI GERÇEKLEŞTİRDİ?

Toplumsal beklenti; tüm nüfusun sosyal güvenlik kapsamına alınması ve sağlık hizmetlerinden yararlanması, sosyal güvenlik sistemlerinin belirli bir standart ve yeterlilikle tek merkezden idare edilmesiydi. AKP Hükümeti de bu konularda sorunlara ‘çözüm’ adına genel kabul gören argümanları kullandı. Genel Sağlık Sigortası (GSS); “Sosyal güvenlik kuruluşlarında tek çatı altında norm ve standart birliği sağlayacak”, “tüm nüfusu kapsayacak”, “sağlık sistemine sürekli ve belirsiz bir kaynak aktarımı gereği ortadan kalkacak”, “sağlık hizmeti; kolay, erişilebilir, çağdaş düzeyde ve etkili olacak, tüm bireylere adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak sağlık güvencesi sağlanacak”, “18 yaş altındaki herkes sosyal güvenlik kapsamına alınacak”… Hükümete göre; “kaynaklar birinci basamak hizmetlerden çok hastanelere aktarılmış, tüm hizmet sunucuları tedavi edici hizmetlerin sağlanmasına yoğunlaşmış”, “koruyucu ve halk sağlığı hizmetlerine yeterince pay ayrılmamış”… SDP “hastaların ve sağlık çalışanlarının göreceli durumlarını iyileştirecek”, “hizmet planlaması, uygulaması ve değerlendirilmesinde hizmeti kullananlar da yer alacak”, “hizmet; toplum katılımı ilkeleri üzerine oturtulacak”, “sevk zinciri sağlıklı hale getirilecek, ihtisas hastanelerinde anlamsız yığılmalar önlenecek”…

Başka bir anlatımla: Serbest piyasa koşullarında sağlık hizmet sunumu, tüm bireylerin sağlık giderlerine katılması sonucu sürekli mali kaynak yaratılmasıyla gerçekleşecekti. Herkesten sağlık sigorta primi (ek vergi) toplanmasını ve prim karşılığı olmayan ödemelerin kaldırılmasını hedeflediler. “Prim nasıl toplanacak?” ya da “Finansman nereden-nasıl sağlanacak?” sorularının yanıtını vermekte zorlandılar ve prim toplayamadıkları için prim ödemeyenlerin sağlık giderlerini sübvanse etmeye devam ettiler. Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükünün azaltılması sağlanamadı, sigortalıların katkısına rağmen bütçe üzerindeki yük her geçen yıl daha da arttı. Devlet, prim tahsilât oranını yükseltemedi, prime esas kazancın düşük gösterilmesini ve kayıtdışı istihdamı engelleyemedi. Bu sebeplerle de Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nın açığı azalacağına giderek daha da artar oldu. Devlet geçiş döneminde piyasayı istenen/arzulanan kıvama getirebilmek adına hizmet sunumu için SGK kanalıyla kaynak aktarımını sürekli artırdı. Nitekim bu politikalara uyumlu olarak; 2002’de yaklaşık 7,8 milyar TL olan toplam sağlık harcaması 2010 yılında 32,1 milyar TL’ye çıktı.

Tüm nüfusu kapsama alamadılar ve kamu çalışanlarını ayrı tuttular. Hükümetin 18 yaş altı için söylemleri de hayatta karşılığını bulmadı. 18 yaş altı sahipsiz çocuklar için mevcut uygulamalar sürdürüldü. Çocuklar sağlık kuruluşlarına doğrudan kabul edilirken katkı ve katılım payı uygulamasından muaf olamadılar. Adına prim ödenmeyen çocukların yasa gereğince ebeveynleri borçlandırıldılar.

GSS’nin “en önemli ayaklarından birisi” olarak kabul edilen Temel Teminat Paketi (TTP) “finansal açıdan uygulamaları tehlikeye sokacak istisnai başlıklar ve hizmetler paket içinde öncelikle yer almamalıdır” öngörüsünden hareketle “sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıda sürdürülerek” sağlık hizmetlerinin kapsamı belirlenecekti. Yani TTP kapsamı daraltılırken, katkı payları artırılacaktı. Ancak, bugün TTP için uygun koşulların yeterince oluşmamasından dolayı GSS için arzulanan ek finansman desteği de sağlanamıyor. Sistemin oturmasından sonra TTP dışında, ek hizmet almak isteyen kimseler hizmetin karşılığını (ek primler) ödemek suretiyle Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) kapsamında sağlık yardımı alabilecekler. Başka bir anlatımla, beklenen tedavi masrafları yüksek olan kronik ve ölümcül hastalıklar paket dışında bırakılacak ve TSS’ye yönlendirilecekti. Bu sistem için henüz uygun ortam oluşturulamadı. Benzetme yaparsak; GSS araçlardaki ‘zorunlu trafik sigortası’, TSS ise tercihe bağlı ‘kasko sigortası’ ile aynı özelliklere sahiptir.

Hükümet birkaç kez sevk sistemi uygulaması girişiminde bulundu ancak hesap tutmadı; bir tarafta gerek kamu gerekse özel sektörde ikinci ve üçüncü basamakta hastane girdileri azaldı, diğer tarafta halkın memnuniyetsizliği arttı. “Parayı verebilen istediği gibi ikinci-üçüncü basamakta hizmetten yararlansın” anlayışına uygun olarak; sevki olan ve olmayan hastalar için farklı ücret alınmasının sağlanması daha cazip geldi.

Hükümet umutlarını katkı ve katılım paylarına bağlamıştı. Her yıl yeniden tespit edilecek yeni rakamlar üzerinden birinci basamak hariç ek ücret alınacaktı. 2009 yılında 466 milyon, 2010 yılında 1 milyar 377 milyon TL “muayene katkı payı” toplandı.[6] Rakamları istedikleri gibi artırıp katkı payı alamadılar. Hükümet yasaya rağmen birinci basamakta 2 TL muayene ücreti zorunluluğu getirmek istedi, ancak uygulama yargıya takıldı ve iptal edildi. Katkı/katılım payı bu haliyle dahi sağlık hizmetini zorlaştırıyor; 5–8 TL katkı payını ödemekten imtina edenler acil servisleri doldurarak “hizmet” almaya çalışıyorlar. Bu sebeple katkı payı uygulaması sonrasında acil hastalar acil servislerden hizmet alamaz oldular. Daha önce “Suiistimallerin önlenebilmesi ve gereksiz kullanımın azaltılabilmesi amacıyla, sağlık hizmetlerinin tamamından belirli oranlarda katkı payı alınacaktır” vurgusu yapılmıştı. Bir süre sonra her türlü yataklı tedavi ve laboratuar tetkiklerinden de GSS kapsamında katılım payı alınacak.

Hükümet, birinci basamakta “sağlık kurumlarının yerinde, yeterli ve etkin kullanılamadığını ve toplumun sağlık düzeyinde istenen düzeye ulaşılamadığını” belirterek çözümün Aile Hekimliği sisteminde olduğunu söyledi. GSS’nin temelini oluşturacak Aile Hekimliği tüm Türkiye’de başlatıldı, ancak 6 yıldır “pilot” yasa ile uygulanıyor. Aile Hekimliği gerçek uygulamada prim ödentileri üzerinden işleyecek; aile hekimi, kendisine kayıtlı hastalara hizmet verdiği sürece ücretini alabilecek, kayıtlı kişi sayısı arttıkça kazancı da doğru orantılı artacak. Koruyucu sağlık hizmetlerinin konuşulmadığı bir ortamda, kayıtlı sayısını artırmanın bir başka yolu; hekimler arasındaki rekabet, “müşteriyi memnun etmenin ve kaybetmemenin yolları” bulunacak.

Hükümet; toplum katılımından söz ederken ilk günden beri “kamu sağlık kuruluşları” yerine “sağlık işletmeleri” kavramını kullanıyor. “Kamu Hastane Birlikleri” uygulaması ile hastane yönetimlerini ilgileri olsa olsa ‘işletmecilik’ düzeyinde olabilecek yerel eşrafa terk etmeye hazırlanıyor. Hastaneleri sınıflandıran/yıldızlandıran ve verimsizleri saf dışı bırakan bu uygulama; sağlığın meta haline getirilmesinin, kamunun özelleştirilerek piyasada rekabetin önlenmesinin ve serbest piyasa koşullarının hazırlanmasının olmazsa olmazıydı. Ancak hedef tutmadı, yasa tasarısı 6 yıldır TBMM’de bekliyor.

Hükümet 5510 sayılı SSGSS gereğince Yeşil Kart uygulamasını ortadan kaldırılacak. Taslak olarak TBMM’de bekleyen “Sosyal Yardımlar ve Primsiz Ödemeler Kanunu” yürürlüğe girdiğinde yeni uygulama başlatılacak; Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkındaki 3816 sayılı Kanun yürürlükten kalkacak, Yeşil Kartlılar Sağlık Bakanlığı’ndan alınıp SGK’ya devredilecek. Yapılan hazırlığa göre kişisel yaşam düzeyi brüt asgari ücretin 1/3’den (2011 rakamlarıyla 265,5 TL) az olanlara Yeşil Kart verilecek. 2010 rakamlarıyla 9 milyon 450 bin Yeşil Kartlıyı etkileyecek düzenlemenin 1 Ekim 2008’de uygulamaya girmesi beklenirken önce 1 Ekim 2010, sonra da 1 Ocak 2012 tarihine ertelendi.

Toplum sağlığını gözeten herkesin savunduğu, halkın yararına bir düzenleme olan ‘tam gün’ beklentisi Sağlık Bakanlığı’nın halkın mağduriyeti üzerinden kurduğu, çalışanları da korumayan, başlangıcı doğru gerisi yalan cümlelere dönüştü. Hükümet, “Tam Gün Yasası”[7] ile tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli hale getirilmesini hedefledi. Ancak, Yasa’da önce Anayasa Mahkemesi daha sonra Danıştay kararlarıyla yapılan değişiklikler durumu içinden çıkılmaz hale getirdi ve amaca ulaşılamadı.

Hükümet SDP çerçevesinde ilaç ile ilgili yasaların büyük bölümünü değiştirerek, mevzuat anlamında çok büyük bir yol kat etti. 2004 yılında SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesiyle SSK ilaç pazarı da serbest eczanelere açıldı. SGK serbest eczane kanalından ilaç almaya başladığında ilaç harcaması 3 katına çıktı ve SGK hiç beklenmediği ölçüde açıklar verdi. 2003–2009 arasında ilaç pazarında kutu bazında %62 civarında, TL bazında %130 oranında artış gerçekleşti. Aynı dönemde TL bazında yerli ilaç kullanımı %14 oranında azalırken, ithal ilaç kullanımı %14.5 oranında arttı. İlaç fiyatları düşürülürken tüketim artırıldı, kamunun karşıladığı yıllık ilaç tüketimi 2004’te 4,5 milyar dolar iken 2009 sonu itibarı ile yıllık 12 milyar dolara çıkarıldı. İlacın tam bir piyasa malı gibi değerlendirildiği bu süreçte pazar ciddi biçimde büyürken, eczacıların kârlılıkları azaldı. Büyümeye rağmen birçok eczane ekonomik darboğaza girdi ve çok sayıda eczane kapanma tehlikesi ile yüz yüze geldi. 2003 ile 2009 yılları arasında ilaç fiyatları yaklaşık %77 oranında düşerken, harcamalardaki görünür artış düşündürücüydü.[8] Şu dönemde ilaç sanayisinin %70’i yabancı ilaç tekellerinin eline geçmiş durumda ve Türkiye dünya ölçeğinde en çok ilaç tüketen 12. ülke oldu.[9]

İlaç fiyatlarındaki düşüşe rağmen eşdeğer ilaç uygulaması nedeniyle ilaç katılım payları arttı ve hastanın ödediği miktarlar hasta ve hasta sahiplerini zorlar oldu. Piyasada en ucuz eşdeğer ilacın bulunmaması (!) durumunda hasta ilacın parasının tamamını ödemek durumunda kaldı.

Sağlık Uygulama Tebliği’nin (SUT) muayene ücretleri tahsilâtını eczaneler aracılığı ile yapılmasını hükme bağlanmasıyla eczacılar zorla SGK tahsildarı haline getirildi, gerekli-gereksiz artan muayene ücretleri nedeniyle de vatandaşlarla karşı karşıya bırakıldı.

“İlaç Takip Sistemi” gereği ürünler üzerinden “kupür” kaldırıldı, yerine “karekod” adıyla yeni bir tanımlayıcı konuldu. Amaç uluslararası tekellerin ülkelerde ilaçların her birimini izlemesi ve ilaçların hareketlerini veri halinde görmesini sağlamak için alt yapı oluşturulmasıdır. İlaç tekelleri bu verileri kendi çıkarları doğrultusunda anlamlı sonuçlara çevirerek politika üretmek istemektedirler.

Eczaneler, SGK ve cepten ödemeler için iki ayrı fiyat tarifesi uygulamaktadırlar. İlaç kutularında fiyat olmaması özellikle reçetesiz satılan ilaçlarda haksız rekabetin önünü açacak ve meslek etiğine aykırı davranışları artıracaktır[10].

İlaçlar yeniden sınıflandırılarak, reçetesiz ilaçların fiyatlarını serbest bırakıp, geri ödeme listelerinden çıkaracak ve reklamlarının yapılmasına imkân tanıyacak yasa hazırlıkları; “zincir eczane” uygulamasına geçilmesi ve marketlerde ilaç satışı gelecekte ülkemizde eczacıların alandan silinmesine yönelik politikalardır.

SAĞLIK POLİTİKALARININ SGK CEPHESİNDE ALGILANIŞI

Sağlık hizmetlerinin; türlerini, miktarlarını, kullanım sürelerinin kapsamını (teşhis ve tedavi yöntemleri, yol, yatak ve yemek giderleri, özel sağlık kuruluşlarının alacağı ek/fark ücretler) ve katılım payını SGK Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonu (SHFK) belirlemektedir. SHFK; devletin doğrudan/dolaylı sübvansiyonları, kanıta dayalı tıp uygulamaları, teşhis ve tedavi maliyetini esas alan maliyet-etkililik ölçütleri, GSS bütçesi (önceki yılın sağlık giderleri) gibi kriterleri dikkate alarak ve SGK lehine dinamik süreç oluşturup sürekli güncelleme yapmayı hedeflemektedir. Giderler arttığında devlet sübvanse edecek, devlet yardım etmediğinde hizmetin kapsamı daralırken ödentiler yükselecek… Gerekirse bazı sağlık hizmetleri kapsamdan çıkarılacak…

Hükümet sağlık personelinin ücretlerini düşük tutmakta, SGK tarafından belirlenen “performans kriterleri” gereği “performansa dayalı döner sermaye sistemi” uygulamaları ile ücretler dengelenmektedir.

Sağlık çalışanlarının toplum sağlığına yönelik faaliyetlerinde ek ücret ödenmiyor. Ancak, tedavi hizmetlerinin teşvik edilmesi nedeniyle, iyileştirilen insan sayısını değil yapılan işlem sayısını artıran sağlık personeli, ortamını bulduğunda, döner sermaye girişini ve dolayısıyla ücretini gerçek dışı yükseltiyor. Herkesin gözünün diğerinin aldığı parada olduğu bir ortamda iş barışı giderek bozuluyor. Tabii bir gerçek daha var ki; sağlık kuruluşlarının döner sermayesi, nakit para değil sosyal güvenlik sistemi üzerinden artıyor ve SGK’nın tedavi hizmetlerine ayırdığı bütçe sabit. Mevcut kaynaktan bir kesimin fazla yararlanması diğer bir kesimin az yararlanması sonucunu doğuruyor. Sağlık Bakanlığı, ‘geçiş’ döneminde, ahlaki olmayan olası işlemleri görmezden geliyor ve SGK sürekli “yolsuzluk” soruşturmaları yürütüyor. Diğer tarafta, piyasa ve arz-talep kavramlarını gözeterek hizmet veren özel sağlık sektöründe de çalışanların değil patronların talebiyle gereksiz işlemler artıyor. Sonuç olarak; SGK, hastalar ve gereksiz işlem yapan/yapmaya zorlanan sağlık personeli zarar görecek. Öyle görünüyor ki; yasal düzenlemeler tamamlandığında, döner sermaye girdileri dramatik şekilde düşecek, eş zamanlı olarak (başka bir yasa taslağında hazırlık yapan) Hükümet, döner sermaye ödemelerini kaldıracak.

SAĞLIK POLİTİKALARININ HALK CEPHESİNDE ALGILANIŞI

Tüm hizmet sunucularının tedavi edici hizmetlere yoğunlaşması sonucu poliklinik sayısı %53, yatan hasta sayısı %60, bazı laboratuar tetkikleri yaklaşık %70–250 oranında artmıştır.[11] SSK ve Bağ-Kur’lu hastaların sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının genişletilmesi, SSK ve Yeşil Kart sahibi hastaların serbest eczanelerden ilaç alabilmesi, hastaların sevk sistemi olmadan ikinci, üçüncü basamak ile özel sağlık kuruluşlarına başvurabilmesi, prim ödeme şartı aranmaksızın aile hekimliği hizmetinin alınabilmesi halkın memnuniyet katsayısını artırmaktadır.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 2006 yılında “Sağlık Hizmetleri Memnuniyet Araştırması” [12] adı altında uygulanan ankete göre bireylerin %52,7’si 2003-2006 arasındaki sağlık hizmetlerine yönelik çalışmaları “başarılı” buluyor. Sürekli muayene edilen ve tetkikleri defalarca yapılan, hastanelere yatırılan, ameliyatları yapılan hastalar, tüm bu işlemlerin gerekliliğini-gereksizliğini sorgulama şansına dahi sahip olmadan gösterilen ilgiden hoşnut oldular. Nitekim aynı araştırmada bireylerin %78,1’i aile hekimliğini “faydalı” bulmuş, ancak bu kişilerin %84,3’nün aile hekimliği hakkında “bilgisi olmadığı” belirlenmiştir. Aynı kişilerin sağlık alanındaki yetersizliklerin sorumlusunun %52,8 oranında “doktorlar” olduğunu belirttiklerini de görüyoruz.

Koruyucu sağlık hizmetlerinin önemsenmediği bir dönemde vatandaş sağlık hizmetlerinden memnun, ancak; birinci basamak sağlık hizmetlerini veren sağlık ocakları, verem savaş dispanserleri, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezleri yok edilirken, sağlık göstergelerinde beklenen olumsuz değişiklikler zamanla ortaya çıkacak.

Muayenehane mağduriyeti sonrasında getirilen “Tam Gün” yasası halk cephesinde görece “iyilik hali” olarak algılandı. Gerçekte; özel muayenehanelerde yapılanlar yeni düzenlemelerle “mesai dışı fazla çalışma” adı altında hastanelerde mesai sonrasına kaydırılacak ve hastalar için hastaneye ödenecek ek fatura muayenehanelerde ödenenlerden farklı olmayacak. Bugün sadece muayene, ilaç, ortez-protez, iyileştirme araç ve gereçlerinden alınan katkı payı hastaları zorlarken tüm işlemlerden alınacak olan ek ücretler tedavi edici hizmetlerdeki “iyilik” halini sadece ekonomik durumu iyi olanlar için anlamlı hale getirecek.

Sağlık hizmetinden yararlanma hakkının GSS primi ödemek koşuluyla verileceği, prim borcu olanların hizmetten yararlanamayacağı, istendiğinde katılım payı ödemesinin zorunlu (provizyon alınacak) olacağı, “istisnai” hizmetler ve “otelcilik” hizmetlerinden fiyatların 3 katına kadar ek ücret alınacağını ortamı toplum henüz tam anlamıyla bilmiyor.

SAĞLIK POLİTİKALARININ SAĞLIK ÇALIŞANLARI CEPHESİNDE ALGILANIŞI

İş Yasası’na bağlı olarak, iş güvencesi olmaksızın, tam gün çalışacak ve ücretleri döner sermaye gelirinden karşılanacak sağlık çalışanları izlenen politikaların ince ayrıntılarını görebiliyor. Sağlıkta yeni istihdam modelleri yaratılıyor; “sözleşmeli” statüsü ile toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, her yıl “performans ölçütleri” ile ücretlendirilen, işçi sayılmayan ve devlet memuru gibi tarif edilen çalışanlar… Kamu hastanelerinde; sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetler, taşeronlaştırma yoluyla dışarıdan istihdamla ve ihale yoluyla sağlanıyor. Sonuç; taşeron marifetiyle ya da “istihdam büroları” aracılığıyla çalıştırılacak, sendikalaşamayan ve asgari düzeyde ücret alan kamu çalışanları…

Devlet, sistemin finansal yükünü ‘sağlık işletmeleri’ oluşturarak yerele devretmeye ve ikinci aşamada ‘döner sermaye’ uygulamasına son vermeye hazırlanıyor.[13] Amaç; daha hızlı şekilde sağlık hizmetleri verebilecek personel temin edilmesi, “performans sistemi” ile verimliliğin artırılması, bütçeye ek yük getirmemek üzere ücretlerin döner sermaye gelirinden yani dolaylı olarak halkın cebinden karşılanmasıdır. Yeni sistem ücretlendirme konusunda farklı politikalar uyguluyor; örneğin aile hekimine yüksek ücretler öderken, kamuda çalışanlara aynı ücretin dörtte birini ödüyor. Başlangıç için ‘döner sermaye’ üzerinden ya da DB kaynaklı yüksek ücret vaat ediyor, sonrasında, döner sermaye uygulamasının sağlık işletmesine dönüştürülmesi ve iş güvencesi olmayan bir yıl süreli sözleşmeler ile ücretleri kontrol altına almayı hedefliyor. Yeni sistem normal mesai süresinde bugün alınan ücretin altında ücret alma gibi bir tehlikeyi de potansiyel olarak içinde taşıyor.

Sağlık Bakanlığı’na göre “Tam Gün” yasası hekime bir ‘fırsat’ tanıyor; 45 saatlik haftalık çalışma süresini 40 saate indiriyor ve kamuyu tercih edenlere, “mesai dışı fazla çalışma” ile kamu hastanesini özel gibi kullanma ‘olanağı’ sağlanıyor. Sistem öncelikle hastaneleri ve hekimleri ekonomik açmaza sokuyor, sonra mesai dışı ek çalışma ile fazla kazanmak isteyenlere para kazanmanın ‘sınırsız’ seçeneklerini sunuyor. Başka bir açıdan baktığımızda; tam gün çalışanlara ek ücret verilmeden, hekimlerin ‘sur-time’ çalışmayla mali özlük haklarını kendilerinin iyileştirebileceği söyleniyor. Çözüm adına; daha önce kamuda çalışanlar için uygulanan “kısmi zamanlı özel çalışma”, bu defa “kısmi zamanlı resmi çalışma” şekline dönüştürülüyor. “Ne kadar iş varsa o kadar çalışma süresi” olarak uygulanan söz konusu “esnek çalışma” modelinde günlük ek mesai süresini hasta sayısı belirliyor. Çalışanın iş gücü kullanımı ve aldığı ücretin belirleyeni arz-talep dengesi; hizmetin kalitesinin belirleyicisi ise, “müşterinin memnuniyeti” oluyor. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi ise Bakanlığın sağlık personelini aldattığını söylüyor.[14]

Özetle; aşırı iş yükü ve uzun süreli çalışma; hizmetin niteliğini düşürecek, hasta-sağlık personeli ilişkisini bozacak, dolayısıyla tıbbi kötü uygulamaları artıracaktır. Bu durumu fark edenler, hastanın karşılaşacağı “tıbbî kötü uygulama (sağlık personelinin standart tıbbî uygulama yapmaması neticesi oluşan ve zarar meydana getiren fiil ve durum) nedeniyle oluşacak zararın tazminine yönelik” önlem olarak hekimlerin “meslekî malî sorumluluk sigortası” yaptırması zorunluluğunu getirdiler. Yapılan araştırmalara göre, benzer uygulama hiçbir ülkede yok ve dünyada ilk. Özel sigorta kuruluşlarına kaynak aktarmaya yönelik bu girişim, hekimleri ekonomik olarak daha da sarsacak. Hastalar ise mağduriyetlerinin tespiti değil, mağduriyete sebep olanların tespitine kadar mahkeme kapılarında süründürülecek.

Sağlık Bakanlığı “hoca farkı kaldırılıyor” halk yardakçısı mesajıyla üniversitelerde de “tam gün” ve “performansa dayalı ücretlendirme” modelini tartışmaya açtı. Sağlık Bakanı’nın ısrarla üzerinde durduğunun aksine hasta bakmak (para kazandırsa dahi) öğretim üyesinin asli görevi değil. Öğretim üyesi öğrencilerine eğitim vermek amacıyla hasta bakar, asli görevi bilim üretmek ve (bilimin ışığında) eğitim vermektir. Diğer taraftan, öğretim üyelerinin bu kaygıları ne kadar taşıdıkları da ayrı bir tartışma konusudur!.. Daha önce üniversite hastanelerindeki “öğretim üyesi özel muayene” uygulamalarının eğitime etkisini de benzer bir şekilde değerlendirmek gerektiğini belirtmek gerekiyor. Üniversitelerde eğitimin “özel muayene” ile bitirildiği, kendilerinin de tüketilme noktasına gelindiği dönemde bu uygulamaya karşı çıkmayan, örgütlü ve etkili bir duruş sergilemeyen üniversite öğretim üyelerinin ve uzmanlık derneklerinin bugünkü performans uygulamaları konusundaki çıkışları düşündürücüdür.

“Özel muayene” icat ederek, hem öğretim üyelerine sus payı verip, hem de üniversitelere önemli kaynak oluşturarak tıp eğitimi ve öğretimini de bitirenler, bugün bu uygulamayı kaldırırken, performans sistemini getirdiler. Üniversitelerdeki yeni düzenlemeyle finansal kaynak, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde olduğu gibi verilen sağlık hizmetleriyle alınan ücretlerden oluşturuluyor. Daha önce “daha fazla hasta” muayene ederek, asli işi olan eğitim-öğretimi yap(a)mayan öğretim üyeleri, bu defa, “daha fazla işlem” yaparak, aynı parayı kazanmaya teşvik ediliyor.

Düşük maaşları fazla çalışıp ek ücretlerle artırma çabası; tıp eğitimini olumsuz yönde etkileyecek, eğitimin niteliğini düşürecek, karmaşık hastaların tanı ve tedavi sürecini olumsuz etkileyecek, bilimsel araştırma yapmanın ve bilimsel gelişmeleri izlemenin nesnel koşullarını ortadan kaldıracaktır.

2004’den bu yana Sağlık Bakanlığı hastanelerinden tanıdığımız, 2011 itibarıyla üniversite hastanelerinde başlatılan “performans uygulamaları” ile ilgili TTB tarafından yapılan araştırmanın sonuçları çarpıcıdır.[15]

Performans uygulamasının “çalışma düzenine etkisi” araştırıldığında; harcama miktarlarını yükselten tetkik, lokal anestezi, yatırılan hasta ve konsültasyon isteme sayıları artarken; hasta başına düşen muayene süresi azalmıştır. Hekimlere göre; “endikasyonsuz müdahaleler”, “etik olmayan uygulamalar” ve “tıbbi hatalar (malpraktis)” artmış, topluma verilen “sağlık hizmetinin niteliği” azalmıştır.

Performans uygulamasının “eğitime etkisi” araştırıldığında; uygulamalı bir meslek olan tıp eğitiminde “beceri kazandırmaya ayrılan süre”, “hasta başı eğitim süresi” ve “asistanların teorik eğitimine ayrılan süre”, “sürekli tıp eğitimine katılma” ve “literatür okumaya ayrılan süre” azalmıştır. Hekimlere göre; eğiten ve eğitilenlerin koşullarında meydana gelen “nitelik kaybı” sonuçları uzun vadede gözlenebilecektir.

Uygulamanın “yönetimsel boyutu ve çalışma ilişkilerine etkisi” araştırıldığında; çalışanlar ve klinikler arasında artan rekabet ile “çalışma stresi” artışı gözlenmektedir. Diğer tarafta motivasyon ve denetimin azalması, performans uygulamasının felsefesine aykırı bir anlayış olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca “mesleki örgütlenme arayışının” ve “mesleki geleceği görmenin” de azalması, çalışanlar arasında ortak mesleki hedeflerin kaybolduğunu da düşündürmektedir.

Uygulamanın “kurum içi ve kurum dışı iletişime etkisi” araştırıldığında; “arkadaş/meslektaşlar ile ilişki” ve “mesleki dayanışma” gibi meslek içi; “çalışanlar arasında işbirliği” ve “hekim dışı sağlık personeli ile ilişki” gibi ekip içi; “aile içi dayanışma” ve “paylaşım ilişkileri” gibi özel yaşamla ilgili; ve “yönetim ile ilişki” gibi dikey ilişkilerin öncesine göre azaldığı ifade edilmiştir.

Hekimlerin performans uygulamasının toplumsal sonuçlarına ilişkin düşünceleri ve önerdikleri hizmet sunum biçimi araştırıldığında; performans uygulaması “dürüst çalışmayı”, “mesleki doyum sağlayarak çalışmayı”, “bilimsel araştırma yapmaya ilgiyi” ve “topluma daha iyi hizmet verme olanağını” önemli oranlarda olumsuz yönde etkilemiştir. Bu bulgular hem mesleksel gelişim ve özgürleşme anlamında hem de topluma yarar sağlama anlamında süreçten duyulan memnuniyetsizliği, sürecin sorgulanması gerektirdiğini göstermektedir.

Araştırmada, performans uygulanmasının; hekimler arasında ücret eşitsizliği, sağlığı metalaştırması, hekimlerin emeğinin karşılığının verilmemesi, tanı ve uygulamalarda tıbbi endikasyonların genişletilmesi ve hekim dışı sağlık personelinin istihdamını sınırlaması gibi yönlerle, sağlık sistemine olumsuz olarak yansıdığı görülmüştür.

Ücret politikası konusunda hekimlerin büyük bir bölümü “özlük haklarında iyileştirmeye dayalı bir ücret politikası” (%79,7) ile birlikte sağlık hizmetinin devlet güvencesi altında herkese eşit, ücretsiz ve ulaşılabilir olması gerektiğini (%70,7) düşünmektedirler.

SAĞLIK İLE BERABER TIP EĞİTİMİNİN SERMAYELEŞTİRİLMESİ

Sağlığın piyasalaştırılması sürecine paralel olarak üniversitelerdeki “iş dünyasının taleplerine uygun nitelikte işgücü yetiştirilmesi” hedefiyle eğitimin tüm aşamaları yararcı/faydacı yapılanma içine sokuldu. Üniversiteyi bir firma olarak gören ve dahası eğitimi bir sektör olarak algılayan liberal anlayış toplumsal dokuyu tahrip etmeye başlarken, “eğitimin sermaye beklentisine uygun olarak üretilmesi” ve “alınıp satılmasını” gündeme getirdi. Tıp eğitimindeki dönüşüm ise sağlığın piyasalaşması için elzemdi…

Üniversitelerde piyasalaşma sürecinde de sermaye grupları belirleyici oldular. OECD’nin Türkiye için hazırladığı raporda “yasaların, öğretim üyesi ve üniversitelerin kendi şirketlerini kurmalarına olanak verecek şekilde değiştirilmesi gerektiği” belirtilebiliyor. TÜSİAD ve TİSK gibi işveren örgütleri “özgür ve demokratik gelişmiş ülkelerdeki üniversiteler serbest pazar ekonomisinin arz ve talep koşullarına uymak zorundadır” ya da “üniversiteler eğitim rekabetçi ekonominin ihtiyaçlarını karşılamıyor” diyebilmektedirler.

Üniversitelerde sermayenin/piyasanın arzuladığı “nicelik ve nitelikte” eğitim organizasyonları gerçekleştirilirken, bu alan sadece parasal değil ideolojik olarak da yatırım/kârlılık alanı olarak görülmektedir. Bilimsellik bitirilirken piyasa dinamikleri öne çıkartıldı. Eğitim kavramının içi boşaltılarak günlük yaşam alanlarının sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda özelleştirilmesi/sermayeleştirilmesi için gerekli meşrulaştırma süreci akademik dünya tarafından gerçekleştirilirken; aynı akademik dünyada öğretim üyelerinin “tam gün” ya da “performansa bağlı ücret ödemesi” konularındaki bireysel çıkarlarına dokunulduğunda daha önce gör(e)mediklerini (eğitimin içinin boşaltıldığını) fark edebildiler!…

SAĞLIKTA EYLEMLİLİK SÜRECİ

SDP’nin açıklanmasıyla birlikte 2003’de başlayan hareketlilik hizmeti verenlerle birlikte hizmeti alanları da tedirgin etti. SDP’nin arkasındaki gücün DB ve IMF olması özellikle hekim dışı sağlık emekçilerini etkilerken; sağlık hizmetlerinden nemalanan hekimlerin üst gelir gruplarını da rahatsız etti. Bu dönemde Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) tabanında başlayan tartışma SES yönetimini önüne katmış, bu taraftan dillendirilen grev talebi TTB’yi de içine çekmiş, 6 ay gibi kısa süre içerisinde “sözün bittiği” kabullenilmiş ve “Halkın sağlık ve sosyal hizmet hakkı, iş güvencesi, insanca yaşayacak ücret için” 5 Kasım 2003’de grev/görev hayata geçirilmişti. Greve doğru “ücret sorunu” öncelenmesine rağmen “sağlıkta dönüşüm” sağlık çalışanları ile birlikte tüm toplumu ilgilendiren en önemli grev gerekçesi olmuştu. Türkiye’de sağlık sektöründe ilk kez bu kadar geniş katılımla yapılan greve toplum katılımı da üst düzeylerde gerçekleşmişti. Grev zamanlaması mükemmeldi ve büyük bir heyecan yaşanmıştı. Gerek SES, gerekse TTB yönetimi bazen eylemin önünde, bazen arkasında “gücünü fark etmiş”, her iki örgütün tabanındaki istek ve arzu ise yönetimleri aşmış ve mücadelenin önünü açmak gerekliliği kabullenilmişti.

5 Kasım grevinde üzerinde özellikle durulması gereken durum eyleme medyanın gösterdiği “sıradışı” ilgiydi. Sağlıkta yaşanan sorunları ve çözüm önerilerini gündeme getirme konusundaki medyada gözlenen duyarsızlık bu eylemde “duyarlılık” şeklinde gözlendi. Desteğin arkasındaki gerçek ise grev sonrasında medyanın “Sağlık Dönüşüm Projesi” söylemlerinde algılanır oldu.

Tabi hükümet de boş durmadı; gerek sağlık çalışanlarının, gerekse toplumun hoşnutsuzluğunu tersine çevirecek arayışlar içerisine girdi. Nitekim 5 Kasım’da gerçekleşen görkemli eylemden sonra, 24 Aralık’ta yapılan grev hayal kırıklığının yaşanmasına neden oldu. Hayal kırıklığının en önemli gerekçesi öne çıkan vurgunun “ücret sorunu” olması toplumun farklı kesimlerine “dönüşümün neler getireceğinin” yeterince anlatılmamasıydı. Hâlbuki SDP anlatılması durumunda toplumda algılanabilir olduğu her geçen gün daha net fark ediliyordu. Hayal kırıklığının bir başka gerekçesi de Sağlık Bakanının ücret sorununu çözeceğine dair verdiği mesajlardı. Sağlık Bakanlığının gündeme getirdiği “performansa bağlı döner sermaye ödemesi”[16] ile tüm sağlık çalışanlarına maaşa ilaveten belirli bir ücret ödenmesinin sağlanması ortamın basıncını düşürmüştü. Tabi ki medyanın sağlıktaki sıkıntıların çözümünü SDP içerisinde araması hükümetin işini daha da kolaylaştıracaktı. Performans uygulamasıyla en az ücreti alan sağlık emekçilerine verilen ‘kırıntı’ denebilecek ödemeler ile en fazla ücreti alan üst düzey hekim yöneticiler arasındaki fark 50 kat fazlasına kadar ulaşabiliyordu. Sonuçta Hükümet amacına ulaşmış sağlık çalışanlarını bölmüş, katmanlara ayırmış, dayanışmayı deforme etmiş ve katmanları yönetmeyi kolaylaştırmıştı. Nitekim 5 Kasım grevinde aktif katılımı sağlayan klinik şefleri sonraki grevlerde ‘grev kırıcı’ olarak sahneye çıkmışlardı. Daha sonra en az ücreti alanla en fazla alanlar arasındaki uçurumu düzenleyen Sağlık Bakanlığı ara grupları da kısmen memnun etmiş ve kendine çekmişti. Bu memnuniyet hekimlerin TTB’ye muhalefetini artırırken, TTB yönetiminin 10–11 Mart 2004 grevindeki gücünü ise neredeyse sıfırlamıştı.

SES ve TTB halkın sağlık sorunlarını gördüğü, ancak çözümü berraklaştıramadığı ortamda; tüm demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve siyasi partilerle sorunu paylaşarak canlı temas noktalarını yakalamak ve geliştirmek olasılığını göz ardı etti. Bu cümleyi tersinden okursak; bu dönemde sağlık sorunu sadece SES ve TTB’nin sorunuymuş gibi siyasi partileri, sendikaları ve demokratik kitle örgütlerini hiç ilgilendirmedi. Tüm bu örgütlenmeler oyalanırken, Hükümet ‘sahipsiz’ kalan halkın memnuniyetsizliğini de “gören” yerden bazı düzenlemeler yaptı; çözüm arayışını allayıp pulladığı ‘özelleştirme’ büyüsünde aratırken, popülist politikalarla da ortamı sakinleştirdi.

Hükümet, SSK, Bağ-Kur ve Yeşil Kart sahibi hastaların Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık tesislerinden yararlanması amacıyla 01.01.2004 tarihinde yürürlüğe girecek protokol düzenledi ve nüfusun yüzde 83’ünü oluşturan bu kapsamdakiler ile bakmakla yükümlü olduğu kişilerin hastane çilesini “bitirdi”. En azından daha önce hiç görmedikleri kolaylıklar sağladı. SSK’lılara serbest eczanelerden yararlanma hakkı getirdi. Yeşil kartlıların ayaktan tedavilerinde de ilaç bedelleri ödenmeye başlandı. Toplumun çoğunluğuna sağlanan “olanak” toplumsal muhalefeti bitirdiği gibi seçimlerde de önemli bir kazanım sağladı. Nitekim yukarıda değindiğimiz TÜİK araştırması ile bu hizmetleri alanlar arasında Hükümete seçim kazandıran sayısal bir ilgileşim vardır.

2003–2010 arasında sağlık çalışanlarının önemli bir kesimi sorunları görmesine rağmen içselleştiremedi; bilgilenme eksikliği, örgütsel güvensizlik, halen var olan sistemden yararlanma umudu; onları sağlam olmayan zeminde her an her şeyi yapabilecek topluluk haline getirdi. Başta hekimler olarak sağlık çalışanları bir tarafta batırılan ve içi boşaltılan çağdışı sağlık sistemini görüyor, diğer taraftan “performansa dayalı döner sermaye sistemi” aldatmacasına kanarak performans puanının yükselmesinin etik olmayan yollarını arıyordu. Döner sermaye desteğinin halk kaynaklı olduğunu biliyor, hastanelerin bu sisteme dayanamayacağını hissediyor, ancak sağlığa aktarılan IMF-DB kaynaklı sıcak paranın sağladığı olanaklarla bu sistemle gününü kurtarmaya çalışıyordu.

Sağlıktaki sorunlar 2010’da doruğa çıkarken, yükselen tepki 2011 yılı başında geniş katılımlı eylemleri gündeme getirdi. “Tam gün” yasasının ilk haliyle gerek Sağlık Bakanlığı, gerekse üniversite hastanelerini kapsaması ağırlıklı olarak klinik şefleri, uzmanlar ve öğretim üyelerinde oluşturduğu rahatsızlık, eğitim alamayan asistanlara ve tıp öğrencilerine de yansıdı. Üniversitelerin temel işlevi olan eğitim-öğretim, araştırma, bilimsel çalışmalar yerine sağlık hizmeti sunumunu önceleyen “performans uygulamaları” ise ağırlıklı olarak öğretim üyelerini tedirgin etti. SDP’nin hekim dışı sağlık personelinde oluşturduğu aşırı iş yükü, özlük hakları belirsizliği ve gelecek kaygısı, performans uygulamaları ve “tam gün” rahatsızlığıyla buluştuğunda sağlık sektöründe çalışanların tamamına yakınının sistemden etkilendiği ve tepkisini dillendirdiği gözlendi.

Daha önceki 24 Aralık 2003 ve 10–11 Mart 2004 eylemlerindeki “tuzu kuru eylem kırıcıları” bu defa 13 Mart 2011 öncesinde eylemin savunucusu, hatta mahiyetindeki gruplar için eylemin önünü açan rolündeydiler.

Son eylemlerde, farklı kesimler farklı amaçlarla aynı hedefe, yani AKP hükümetine karşı harekete geçti. 5 Kasım 2003 öncesinde olduğu gibi üst kesim hekimlerden oluşan çıkar gruplarının hedefi ile sağlık emekçilerinin hedefi aynı değildi. Neoliberal politikalara karşı toplum sağlığını korumak amacıyla mücadele veren sağlık emekçileri ile muayenehanelerini korumaya çalışanlar, aile hekimliğinin kıskacına girenler, performans sistemi altında ezilmek istemeyen öğretim üyeleri, mesleki eğitim hakkını kullanmak isteyen tıp öğrencileri, köle gibi çalışan asistanlar ile değişik konumlardaki uzmanların hedefleri farklıydı. Bu kesimlerin içerisinde toplum sağlığını korumak amacıyla hareket edenlerle, toplumun sağlıksızlığından nemalananlar birlikte hareket edebilme ‘becerisini’ gösterdiler. Bu paradoks yapılan/yapılacak eylemlerin amaç ve hedefini de sorgulanır hale getirmektedir.

Hükümetin sağlıkla ilgili politikaları “paran kadar sağlık” anlayışına uygun yani toplum sağlığını bozan politikalar ise toplumun sağlıklı olma halini toplumla birlikte savunmak hekimlerin de haklarını savunmak anlamına gelecek, doğal olarak eylemin tek çıkar grubu toplum olacaktır. Böylece de eylemlerin tarafları ve safları netleşecektir. Aksi takdirde ‘meslekçi’ yaklaşımla ‘hak’ arayan meslek gruplarının çıkarlarını savunmak yanılsama ya da bazı çıkar gruplarına hizmet etme anlamına gelecektir. Sağlık Bakanlığı 2003 grevinde nasıl performans uygulamaları ile Bakanlığa bağlı hastanelerde sağlık personelini bölüp yönettiyse, 2011 de bu kez üniversite öğretim üyelerine sağlayacağı ‘haklar’ karşı duruşu bölmeye yetecektir. Nitekim hükümetin “Torba Yasa” [17] ile üniversitelerde döner sermayenin kullanımına ilişkin yaptığı düzenlemeler öğretim üyelerinin payını kısmen artırmayı amaçlamaktadır.

Bu dönemde SES’in daha homojen olan kitlesine uygun politikaları, amaç ve hedeflerini belirlemesi kolaylaşırken; homojen olmayan kitlesini yönlendirmek zorunda olan TTB’nin amaç ve hedef belirlerken tercihlerini hekimlerin elit kesimi lehine kullanarak zorlandığını da söyleyebiliriz. Emekten yana mücadele veren hekimlerin eylemlilik sürecinde yanında olacağını düşünen TTB yönetimi muayenehane beklentileri ve performans sıkıntıları nedeniyle ağırlıklı olarak uzman hekimlere yönelik politikalar üretti ve onların sorunlarını öne çıkarttı. Bir örnek vermek gerekirse “muayenehanelerimizin açılmasına ve çalıştırılmasına engel her türlü yaptırıma karşı duracağız” türünden basın açıklamaları tam da 13 Mart mitingi arifesinde (4 Şubat 2011) Tabip Odası yönetimleri tarafından yapıldı. Uzmanlık dernekleri TTB saflarında 13 Mart mitinginin lokomotifi oldu.

SDP’ne karşı süren 8 yıllık mücadele sürecinde ulaşılamayan ya da farkındalık/duyarlılık oluşturulamayan diğer meslek örgütleri, sendikalar ve siyasi partilerdeki (kadro düzeyinde de olsa) olumlu yöndeki gelişmeler 13 Mart eylemlilik sürecine pozitif katkı sağladı. Sonuçta 13 Mart mitingi kimisinin beklemediği, ancak izlenen politikalara denk düşen niceliksel bir katılımla gerçekleşti. Mitinge katılan 30 bin kişilik farklı katmanlar farklı beklentiler doğrultusunda coşkuyu yaşadılar.

13 Mart mitingi 19–20 Nisan grevinin de habercisi oldu. Her kesimden destek alan 19–20 Nisan grevi durumun hassasiyetini Sağlık Bakanlığı’na bir kez daha hatırlatmıştı. Nitekim gerek Başbakan gerek Sağlık Bakanının greve ilişkin agresif tepkisi ve başlatılan soruşturmalar başarının göstergesiydi. Miting ve grev sonrasında Hükümet mesajı almıştı. Tabi ki gerekeni de yapacaktı!…

SONUÇ

Sağlıkta dönüşümün özeti; ‘paralı’ (eşitsiz/paran kadar), ‘kaliteli’ (verimli), ‘ticari’ (kâr amaçlı), ‘konforlu’ (müşteri odaklı) sağlık hizmeti… Sağlık hizmeti; mal ve hizmetler üreten ‘ekonomik etkinlik’, alınır-satılır ‘meta’ ve hizmeti alanlar ‘müşteri’… Sektör, sağlık işletmelerine dönüşüyor…

Piyasalaşma süreci içinde ele alınması mümkün olmayan sağlık ve eğitim alanı parasallaştırılarak biçimlenirken; sistemin aktörü olmaya zorlanan sağlık emekçileri, tıp öğrencileri ve öğretim üyeleri de artık sermayenin öncelikleri arasında sayılan; müşteri memnuniyeti, yüksek verimlilik, maliyet-yarar analizi, arz-talep yasaları, kâr, piyasa güçleri, mali bütçe ve kısıtlılıklar gibi kavramları bilmek zorunda bırakılıyor. Sağlıkta emek; toplumsal ve sosyal işlevler için değil şirketlerin daha fazla gelişmesi ve kâr elde etmesine katkı sağlamak için biçimlenen araç olarak görülüyor.

Öyle bir hükümet ki; tüm icraatlarını uluslararası sermayenin direktiflerine uygun olarak gerçekleştiriyor.

Öyle bir Sosyal Güvenlik Kurumu ki; hekimlerin isteyebileceği tetkiklerden, yazabilecekleri ilaçlara ve diğer tedavi biçimlerine kadar sağlıkla ilgili her türlü prosedürü kurallara bağlıyor. Öyle ki, tıp eğitiminden tıp uygulamalarına, ilaç üretiminden tüketimine kadar her türlü yaptırım bir komisyon marifetiyle yönlendiriliyor.

Belirlenen hedeflere ulaşmak için hazırlanan şabloncu hukuk sistemi Türkiye gerçekleriyle örtüşmediği için uygulamada “doku uyuşmazlığı” yaşanıyor; hukuksal düzenlemeler yamalı bohça gibi, hukuk ile uygulama arasında geniş açılar oluşuyor, sürekli bir taraf açıkta kalıyor. Toplum, sahteci uygulamalarla aldatılıyor. Hükümet sağlık hizmetleriyle ilgili bulduğu seçim kazandıran büyülü “çözüm” yöntemleri ile SDP içindeki gizli radikal politikalarını da sürekli ertelemek zorunda kalıyor. Ve yeni bir seçim öncesine geldik. Görünen odur ki; hedefe uygun “gerçek politikalar” AKP’nin artık hükümette kalma umudunun tükendiği bir dönemde ya da olası yeni başka bir hükümet tarafından uygulamaya sokulacak.

Sağlık çalışanlarının tümü sistemden rahatsız, ancak sağlık örgütlenmelerinin kısa erimli pragmatist politikaları ve hükümetin çıkar grupları üzerinden çalışanları bölen, dayanışmayı kıran karşı faaliyetleri eylem ve etkinlikleri kısır döngüye sokmaktadır.

Doğum öncesinden ölüme kadar tüm toplumu ilgilendiren sağlıkla ilgili politikaların sadece sağlık disiplinleri tarafından gündeme taşınması düşündürücüdür. Son dönemde SES ve TTB önderliğinde umut verici ve geniş katılımlı eylemler yapılmıştır. Ancak, tüm emek cephesini doğrudan ilgilendiren sağlık gibi bir konuda yarın ne olacağı/yapılacağı belirsizliğini korumaktadır. Son yapılan eylemden çıkartılması gereken en önemli sonuç; tarihlere kilitlenen niceliksel eylemler yerine, neoliberal politikaların sağlığa yansımalarının tüm topluma anlatılmasının, toplumla birlikte, toplum için nitelikli eylemler düzenlenmesinin anlaşılır ve uygulanabilir olduğudur. Orta ve uzun erimli birlikteliklerin koşulları vardır. Dönemsel birlikteliklerde ilkelerin emek cephesinin beklentileriyle örtüşmediği durumlarda da “doku uyuşmazlığı” yaşanacaktır.



[1] Emiroğlu C., “Sosyal Güvenlik Hakkı, Genel Sağlık Sigortası Sistemi ve ‘Sağlıkta Dönüşüm’” Özgürlük Dünyası, Nisan 2004, Sayı 144 (s.41-64).

[2] Emiroğlu C., “Sağlıkta son tango”, Özgürlük Dünyası, Eylül 2009, Sayı 209 (s.55-64).

[3] “Türkiye: Yaygınlığı ve Verimliliği İyileştirmek Amacıyla Sağlık Sektöründe Yapılan Reformlar”, DB Raporu, Haziran 2002.

[4] Sağlıkta Dönüşüm Projesi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı, 2003.

[5] 16.6.2006 tarih ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu.

[6] Cumhuriyet gazetesi, 28.3.2011

[7] 21.1.2010 Tarih ve 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun.

[8] İstanbul Eczacı Odası, “Eczacılık Alanında Yaşanan Sorunlar Raporu”, http://www.istanbuleczaciodasi.org.tr (Erişim: 23.5.2011).

[9] Tüm Eczacı Kooperatifleri Birliği Başkanı Abdullah Özyiğit STAR Gazetesi, 13 Eylül 2009.

[11] Yükseköğretim Kurumlarında Döner Sermaye Gelirlerinden Yapılacak Ek Ödemenin Dağıtılmasında Uygulanacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğe karşı TTB tarafından Danıştaya açılan dava metninden.

[13] Kamu Personel Kanunu Tasarısı, Geçici Madde 17.

[14] TTB Merkez Konseyi Basın Açıklaması, 10 Temmuz 2009.

[15] “Hekimlerin Değerlendirmesi ile Performansa Dayalı Ödeme”, Türk Tabipleri Birliği Etik Kurulu, 2009, Ankara.

[16] Sağlık Bakanlığı’na Bağlı İkinci ve Üçüncü Basamak Sağlık Kurumlarında Görevli Personele Döner Sermaye Gelirlerinden Ek Ödeme Yapılmasına Dair Yönerge, 01.01.2004.

[17] 17.2.2011 tarihli ve 6114 sayılı Torba Yasa, m.17/b.

Sağlıkta son tango

GİRİŞ

Sosyal güvenlik kapsamında sağlık alanında ve kamu yönetimi konusunda 1980 sonrasında yaşanan gelişmeler daha önce Özgürlük Dünyası’nda1 tartışılmış ve olası sonuçları değerlendirilmişti. Aradan geçen zaman içerisinde hükümet iddialarını değiştirmedi, ancak hedeflediği takvimi de uygulayamadı.

Dünya Bankası (DB) tarafından yayınlanan ve AKP’nin kılavuzu haline gelen Rapor’da2 geçen temel başlıklarla ilgili DB’nın finansal desteğine ve aradan geçen 7 yıla rağmen istenilen yol alınamadı.

Söz konusu başlıkları tekrar hatırlayacak olursak;

  1. Sosyal güvenlik sistemlerinin birleştirilmesi tam olarak sağlanamadı,
  2. Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulamaya giremedi ve sağlık hizmetleri ‘paket’ (Temel Teminat Paketi) çerçevesinde sunulamadı,
  3. Kamu hastanelerinin ‘özerkleşmesi’ (Kamu Hastaneleri Birlikleri) ve tüm personelin sözleşmeli olarak çalıştırılması gerçekleştirilemedi,
  4. DB, Sağlık Bakanlığı’na “politika üretmek ve düzeni denetlemek”, Çalışma Bakanlığı’na ise “sağlık sigortası sistemini yönetmek ve denetlemek” görevini uygun görmüştü. Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hizmeti üretilmesi ve sunulması işinden çekilmesi sağlanamadı ve Çalışma Bakanlığı denetleme becerisini gösteremiyor,
  5. Temel sağlık hizmetlerini güçlendireceğini iddia ettikleri GSS’nin temelini oluşturacak ‘Aile Hekimliği Sistemi’ uygulaması 33 ilde ‘pilot’ olarak kaldı ve ülkenin yarısını dahi kapsama alamadı.

Gelinen aşamada, Hükümet; “Hastane Birlikleri Uygulaması” ile kamu hastanelerini özerkleşme adı altında yerel eşrafa devretmeye ya da hizmet alanlarını özelleştirerek serbest piyasa koşularına terk etmeye hazırlanırken, Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı3 ile tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli hale getirilmesini hedefliyor.

Hükümet, baştan beri ‘sağlık kuruluşları’ y erine ‘sağlık işletmeleri’ kavramını kullandı. Sağlık işletmeleri ile hastane birlikleribirbirine anlam kazandıran kavramlar haline geldi. “Hastane Birlikleri Uygulaması”, sağlığın meta haline getirilmesinin, kamunun piyasada rekabet etmesinin önlenmesinin ve serbest piyasa koşullarının hazırlanmasının ön koşuluydu. Önkoşul şimdilik gizlenerek, “Tam Gün Yasa Tasarısı” hedef yanıltılarak öne çıkartıldı. Yasa Tasarısı Meclis’in açılışını (1 Ekim) bekliyor.

Neden tam gün öncelendi? Çünkü ‘tam gün’ toplum sağlığını gözeten herkesin savunduğu, halkın yararına olan bir düzenlemeydi. Sağlık Bakanlığı halkın mağduriyeti üzerinden kurduğu, çalışanları da korumayan, başlangıcı doğru gerisi yalan cümlelerle ‘tam gün’ çıkartmasını yaptı. ‘Tam gün’, sondan bir önceki hamledir!

Türkiye’de 1961 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun ile gündeme gelen gerçek anlamdaki “sağlık personelinin tam gün çalıştırılması”, sadece 1978-1980 yılları arasında uygulanabildi. O dönemde ‘tam gün’ uygulamasında amaç; halkın daha nitelikli sağlık hizmetinden yararlanmasıydı. Aynı zamanda, hizmeti veren sağlık personelinin mali özlük hakları gözetilmişti. Sadece 2 yıl uygulanan, sonra da askeri cuntanın gazabına uğrayan Yasa, bugünkü politikalara ters düştüğü için yıllardır görmezden geliyor. Şu günlerde, 224 sayılı Yasa’nın “tam gün çalışma başlığı alınıp, içi boşaltılarak, yeni kurguya geçişte ‘manevra’ aracı olarak kullanılmak isteniyor.

Tam gün ne getirir, ne götürür?” tartışmasından önce iki sorunun yanıtını aramak gerekiyor. Birincisi; yeni kamu yönetimi anlayışında sağlık hizmetlerinin konumu ne olacak? İkincisi; İş Yasası’ndaki ‘tam gün’den ‘kısmi süreli çalışma’ düzenine geçişle, Tam Gün Yasa Tasarısı’ndaki kısmi süreli çalışmadan tam güne geçiş paradoksunun anlamı nedir?

YERELLEŞECEK KAMU YÖNETİMİ VE SAĞLIK HİZMETLERİ

Hükümet, “Kamu Yönetimi Reformu” adı altında Kamu Yönetimi Temel Kanunu4 (KYTK), Yerel Yönetim Kanunları ve Kamu Personel Kanunu5 ile kamu yönetimi görevini yerel otoriteye transfer etmeye çalışıyor. “Reform” adı altında IMF “yapısal uyum programı” gereği sürdürülen hazırlıklar, esasen kamu çalışanlarının sayısını azaltmak ve iş güvencesi olmayan sözleşmeler çerçevesinde ücretleri düşürmeye yönelik ‘sayısal esnekleşme‘ girişimidir.

Kamu yönetimi anlayışında yapılan değişikliklere paralel olarak sağlık sisteminde yaşananlar neoliberal politikalara uygun olarak; istihdam ve sağlık hizmeti boyutuyla ayrı ayrı değerlendirilmelidir.

Bilindiği gibi, kamu yönetimi ve kamu çalışanları ile ilgili değişiklikleri kapsayacak yeni çalışmalar, İş Yasası 2003’de yürürlüğe girdikten sonra başlatıldı. İş Yasası6 gerekçesine göre; çalışma hayatını yakından etkileyen ekonomik, sosyal ve siyasi koşullar ile uygulamada karşılaşılan sorunlar, esnekleşme gereksinimini zorunlu kılmıştır; yeni teknolojiler işin düzenlenmesinde yeni çalışma türlerini ve uygulamaları ortaya çıkarmıştır; “kısmi süreli” ya da “çağrı üzerine çalışma” ile “ödünç iş ilişkileri” ve “alt işveren” uygulamalarının yaygınlaşması bu değişimin bazı örnekleridir. Kapitalist üretimin biçimsel olarak değişmesiyle; günlük arz-talep dengesinin elektronik izlenebildiği ortamda, çalışmanın talep bağlantılı düzenlenebilmesi, yani ‘esnek günlük çalıştırma’ sistemi ile kârın maksimize edilmesi zorunlu hale gelmektedir. Ayrıca işe alma ve işten çıkartma, girişimciliği ve yatırımı destekler şekilde kolaylaştırılmış; işletmelerin ekonomik değişimlere hızla adapte olabilmesini sağlayacak; iş süresinde, ücrette ve istihdamda esnek uygulamalara yönelik değişim gerçekleştirilmiştir.

Bugün İş Yasası’na uyumlu olarak, sağlık çalışanları dahil, tüm çalışma yaşamını içine alan yeni istihdam modelleri yaratılmak isteniyor. Kamu istihdam modelinde ‘sözleşmeli’ statüsü ile iş güvencesi ve toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, her yıl ‘performans ölçütleri’ ile ücretlendirilen, işçi sayılmayan ve devlet memuru gibi tarif edilen çalışanlar, KYTK çıkartıldığında yerel yönetimlere devredilecek. Kamuda özelleşemeyen hastanelerde, “sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetlerin, üçüncü şahıslara ihale yoluyla gördürülmesi zaruri ihtiyaç haline geldiğinden…”, taşeronlaştırma yoluyla dışarıdan istihdam sağlayan yeni bir model, benzer özellikleri ile aynı amaca hizmet edecek. Sonuç; taşeron marifeti ya da “istihdam büroları” aracılığıyla çalıştırılan, İş Yasası kapsamında, ancak sendikalaşamayan, asgari ücretten fazlasını alamayan kamu çalışanları…

Amaç; gereksinim olduğunda daha hızlı bir şekilde sağlık hizmetleri verecek personel temin edilmesi ve bütçeye ek yük getirmemek üzere ücretlerin döner sermaye gelirinden karşılanmasıdır. Devlet, temel görevleri arasında yer alan sağlık hizmetinin yükünü üzerinden atarak, personel ücretlerinin döner sermaye geliri içerisinden, yani dolaylı olarak halkın cebinden verilmesini arzuluyor. Sistemin finansal yükünü ‘sağlık işletmeleri‘ oluşturarak yerel otoriteye devretmeye hazırlanan siyasi iktidar, ikinci aşamada ‘döner sermaye‘ uygulamasına son vermek istiyor7. Ancak Sağlık Bakanlığı, süreci pürüzsüz geçebilmek adına, web sitesinde “çalışan tüm personel (halen ek ödeme yapılamayan geçici işçi iken sözleşmeli olanlar ve açıktan vekil atananlar dahil) döner sermaye ek ödemesinden yararlanabilecek” diyebiliyor. Hangisi doğru? Döner sermaye kapsamı daha fazla genişleyecek mi, yoksa tamamen kalkacak mı?

Yeni sistem; başlangıç için ‘döner sermaye’ üzerinden yüksek ücret vaat ediyor, sonrasında, döner sermaye uygulamasının sağlık işletmesine dönüştürülmesi, iş güvencesi olmayan bir yıl süreli sözleşmeler ve ‘performansa dayalı ücretlendirme’ ile ücretleri kontrol altına almayı hedefliyor. Normal mesai süresinde bugün alınan ücretin altında ücret alma gibi bir tehlikeyi de potansiyel olarak içinde taşıyor. Fazla kazanmak isteyenlere de sınırsız fazla çalışmayı öneriyor.

KYTK’da, kamu hizmeti konusunda; “Memurlar, tam zamanlı veya kısmi zamanlı çalışan diğer kamu görevlileri ve işçiler eliyle … liyakat esasına göre yapılır Tam zamanlı ve kısmi zamanlı çalışan diğer kamu görevlileri … sözleşmeye dayalı olarak istihdam edilir. Sözleşmede, ilgili personelin görevleri, hak ve yükümlülükleri ile performans ölçüleri yer alırMemur ve diğer kamu görevlileri performans ölçülerine göre değerlendirilir ve ödüllendirilir ifadeleri yer aldı.

Benzer düzenlemeler sağlık hizmetleri için yapılıyor; kamu ve özel sağlık işletmeleri için benzer koşullarda, rekabet etmemesi için tüm kamu hastanelerinin ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürülmesi hedefleniyor. Bugün gündemde olan “Kamu Hastane Birlikleri” ve “Tam Gün” uygulamaları, öncelikle “Kamu Yönetimi Reformu” çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Sağlık hizmetlerinde yeni kurguya göre; il düzeyinde büyük hastaneler doğrudan, küçük hastaneler ise gerektiğinde birleştirilerek veya bir büyük hastanenin birimi olarak işletme haline gelerek, “Kamu Hastane Birlikleri 8 (KHB) oluşturulacak. KHB’nde yönetim ağırlıklı olarak eşrafa verilirken, “yerel dinamiklerin karar mekanizmasında rol aldığı müşteri odaklı organizasyon yapılanmasına geçilmesi” amaçlanıyor.

KHB Yönetim Kurulu, birliğin en üst karar organı ve 7 üyeden oluşacak; il genel meclisi tarafından belirlenen, biri hukukçu diğeri mali müşavir iki üye, vali tarafından belirlenen işletme, iktisat veya maliyeci bir üye, Bakanlıkça belirlenen biri tıp öğrenimi görmüş, diğeri sağlık sektöründe tecrübe sahibi iki üye, Ticaret ve Sanayi Odası veya bunların ayrı kurulmuş olması halinde Ticaret Odası tarafından belirlenen bir üye, il sağlık müdürlüğünden bir kişi.

Çoğunluğu, vali, il genel meclisi ve eşraftan, sağlıkla ilgileri olsa olsa ‘işletmecilik’ düzeyinde olabilecek üyelerden oluşan Kurul’un görev tanımı şöyle yapılıyor: “Bakanlıkça belirlenen hedef, politika, stratejik plan ve mevzuata göre yıllık performans programı hazırlamak ve Birlik bölgesinde hizmetlerin etkin, kolay ulaşılabilir, verimli ve halkın ihtiyaçlarına uygun şekilde yürütülmesini sağlamak.

Yasa’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte hastaneler 6 ay içinde ‘sağlık işletmesi’ haline dönüştürülecek. Hastanelerde çalışan personelden “Kamu kurum ve kuruluşlarının memur kadrolarında çalışanlardan uygun niteliklere sahip olanlar, kendilerinin isteği ve kurumlarının muvafakati ile … sözleşmeli statüde istihdam edilebilecek. Taslağa göre, “yapılan sözleşmelerin süresi üç yılı aşamaz, üç yıl sonunda tekrar sözleşme yapılabilir”. Sonuçta, sözleşmeli olarak çalışmayı kabul edenler, yanlarında çalışan taşeron işçilerinin konumuna düşecek. Sözleşmeli olarak çalışmayı kabul etmeyenlerin devlet memuru olarak çalışabileceği kadrolar, onu sözleşmeye zorlayacak olası yer ve bölgelerde olacak.

KHB yönetim kurulunun; personel istihdamı, kayıtlı taşınmazları satma, kiralama, devir ve takas, tıbbi uzmanlık hizmeti (laboratuar, görüntüleme vb) satın alma gibi yetkileri olacak. KHB gelirleri; SGK’dan alınacak ücretler, hastalardan alınacak katılım payları ve ek ücretler “gerektiğinde” yapılacak devlet yardımlarından oluşacak.

Özetle; KHB personeli, İş Yasası’na bağlı olarak, iş güvencesi olmaksızın, tam gün çalışacak ve ücretleri döner sermaye gelirinden karşılanacak.

Böylece sağlık hizmetleri devlete finansal yük olmaktan çıkacak, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu(SSGSS) gereğince halktan toplanan vergilerle (prim ve katkı paylarıyla) finansman güvencesi sağlanacak ve piyasa mantığıyla ‘rekabet’ ortamında hizmet verilecek.

KANUN TASARISI NE GETİRİYOR?

“Tam Gün” yasa tasarısının gerekçesi okunduğunda, sağlıkta akılcı çözüm arayan kişi ya da sendika, meslek örgütü, siyasi parti gibi kuruluşların bugüne kadar yaptığı söylemlerin tekrar edildiği görülecektir. “Herkesin mümkün olan en yüksek standartta sağlık hizmetinden yararlanması” türünden genel söylemlere ilaveten sistemin sıkıntıları sıralanıyor: “Hekimlerin kamu hizmeti sunarken ek olarak yararlandığı özel mesleki faaliyette bulunma ayrıcalığı” olarak tanımlanabilen “kısmi zamanlı çalışma düzeninin halkın sağlık hizmetine erişimini olumsuz yönde etkilediği”, “kısmi zamanlı sunulan muayenehane hizmetlerinin kamusal hizmete erişim aracı haline getirildiği, kamu kurumlarında verimlilik azalması sonucunda hastanın bilinçli veya durumsal olarak özel sektöre yönlendirildiği, hekimle hasta arasına doğrudan para ilişkisi girdiği, güven ilişkisinin zedelendiği, sorun yaratan “üniversite hastanelerinde öğretim üyelerinin özel muayenesi … poliklinik hizmetlerinin asistanlarca yürütüldüğü ve hasta bakım hizmetlerinin olumsuz etkilendiği, cepten ödeme suretiyle hizmet alma zarureti doğduğu, eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerinde verimsizlik gözlendiği” vb… Her ne gerekçeyle söylenirse söylensin, hepsi doğrudur ve her biri için çözüm üretmek gerekir. Tüm bu sorunları yıllardır görmeyen(!) Sağlık Bakanlığı, kendince çözümler üretirken(!), Kamu Hastane Birlikleri Uygulaması ve piyasalaşma tartışmalarını küllendirmeyi amaçlıyor.

Tasarı gerekçesine göre, “‘Ek ödeme’ vb. uygulamaların da katkısıyla sağlık kurumlarında verimlilik artırılmış, hekim sayısında kayda değer artış olmamasına rağmen muayene sayısı iki kat kadar arttırılabilmiştir. Sağlık Bakanlığı’na göre, bu nedenle, “tam gün çalışma” sistemine geçmek gerekiyor.

Tasarı’da, “kamu sektöründe çalışmayı teşvik edecek, verimliliği artıracak düzenlemelere” yer verildiği iddia ediliyor. Kamu sağlık sektöründe Bakanlığın yanlış tercihi sonucu kat kat artan iş yüküne rağmen, personel ücretlerinde iyileştirme yer almıyor.

Tasarı, üniversiteler ve askeri kurumlar dahil olmak üzere, kamuda çalışan hekimlerin dışarıda çalışmasını yasaklıyor. Hekimler üç kategoriye ayrılıyor; birincisi, yalnızca kamu kurum ve kuruluşlarında; ikincisi, yalnızca SGK ile sözleşmeli çalışan özel sağlık kurum ve kuruluşlarında ve vakıf üniversitelerinde; üçüncüsü, yalnızca SGK ile sözleşmesi bulunmayan özel sağlık kurum ve kuruluşlarında, vakıf üniversiteleri ve serbest olarak mesleklerini icra edenler. Tasarıya göre, hekimler, her bir kategoride birden fazla sağlık kurum ve kuruluşunda çalışabilecek, ancak iki ayrı kategoride çalışamayacak.

Üniversitelerde öğretim üyelerinin özel muayeneleri kaldırılırken, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında geçici olarak görevlendirilmelerinin önü açılıyor.

Tasarı gerekçesinde geçen “kısmi zamanlı çalışma sisteminden tam gün çalışma sistemine geçilmesiyle, kamu sağlık kuruluşlarında görev yapan hekimlerimizin tüm mesaisini çalıştığı kuruma hasretmesi suretiyle, sağlık hizmetlerinin hakkaniyete, halkın ihtiyaç ve beklentilerine uygun, verimli, kaliteli ve etkin şekilde sunulmasına katkıda bulunulması amaçlanmaktadır” ifadesi ve Tasarı ile getirilen “tam gün çalışma sistemi”, karşı durulamaz bir tespit olarak değerlendirilebilir.

İlk bakışta, yapılan bu tür düzenlemelerin toplumun birikmiş sorunlarını gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Çoğunluğa mal edilemeyecek ahlaki olmayan uygulamalara toplumun nasıl baktığı; tıp fakültelerindeki eğitimi öğrencilerin ve asistanların nasıl değerlendirdiği; performans sistemini sağlık personelinin nasıl yorumladığı önemlidir. Ancak, bu alanın biriken tüm kötülüklerinin sorumlusu da, şüphesiz, denetimden kaçınan kurumlar ve olumsuz tabloyu bu aşamaya getirebilmek için yıllarca bilinçli ön hazırlık yapanlardır.

Yasa Tasarısı toplumun gereksinimleri temelinde hazırlanmamış. Yapılan düzenlemede, Sağlık Bakanlığı tarafından koruyucu sağlık hizmetleri gündeme dahi alınmadan, muayene sayılarındaki artış üzerinden yapılan “verimlilik” hesapları gerekçe gösteriliyor. Hasta sayısı ve dolayısıyla hasta sayısı üzerinden sağlanan gelir, ulusal ekonomi açısından kazanç değil kayıp olarak değerlendirilmiyor, sağlık işletmelerine sağlanan kazanç üzerinden artı-değer hesapları yapılıyor.

ÇALIŞANLARIN MALİ ÖZLÜK HAKLARI

1980’den bu yana, sağlık çalışanlarının ücretlerinde reel artışlar sağlamadıkları gibi, diğer kamu çalışanlarından daha düşük ücret artışı yaparak, sağlık çalışanlarını ikinci/üçüncü işlerde çalışmaya özendirdiler. Halkın canını acıtan “bıçak parası” adı altında alınan ücretler, yatak pazarı olarak algılanan “muayenehane-hastane köprüsü” görmezden gelindi ve sonuçta hekimlerin bir kısmı bu şekilde nemalandırıldı.

Hekimlerin çoğunlukta olan kısmının tepkisinin giderek büyüdüğü ve grev aşamasına geldiği dönemde; Sağlık Bakanlığı tarafından icat edilen, emeğini verenlerin değil, köşe başını tutanların yükünü tuttuğu “performansa dayalı döner sermaye ücretlendirmesi” adı altında verilen ek ücretlerle yükselen tepkiyi frenlediler. Geçiş döneminden sonra geldiğimiz şu günlerde, ‘sus payı’ dönemi bitiyor! Sağlık Bakanlığı, “performans” adına yaptığı ek ödemeleri makaslayıp, hekimin ikinci iş yapmasını da engellemeye çalışırken, ücretlerde kayda değer bir artış önermiyor.

Tasarı’da normal çalışma süresinde değil, “mesai dışı çalışma karşılığı ayrıca ek ödeme verilmesi” uygun görülüyor. Nitekim Tasarı gerekçesinde, tam gün çalışma esasına geçilmesiyle; “kamu sağlık kurumlarında çalışan personelin mali özlük haklarında da imkânlar ölçüsünde bazı iyileştirmeler yapılması öngörülüyor.

MESAİ DIŞI EK ÇALIŞMA

Tasarı; “hekimlerin tüm mesaisini çalıştığı kuruma hasretmesi suretiyle, sağlık hizmetlerinin hakkaniyete, halkın ihtiyaç ve beklentilerine uygun, verimli, kaliteli ve etkin şekilde sunulmasına katkıda bulunulması” gerekçesiyle çıkartılıyor. Söyleme göre, “hekimlerin tam gün çalışması” sağlıktaki sorunlara çözüm getirebilir! Ancak tam gün çalışmaya ek ücret verilmesi düşünülmüyor. Hekimin mali özlük haklarını iyileştirebilmesi için, kamu hastanesi ya da özel sağlık kuruluşu için ek çalışma yapması gerektiği söyleniyor. Çözüm adına; daha önce kamuda çalışanların kısmi zamanlı özel çalışması, bu defa kısmi zamanlı resmi çalışmaya dönüştürülüyor. Ve bu yasaya “tam gün” adı veriliyor!

NERESİ TAM GÜN?

Tasarı hekime bir ‘fırsat’ da tanıyor; öncelikle 45 saatlik haftalık çalışma süresini 40 saate indiriyor ve kamuyu tercih edenlere, “mesai dışı fazla çalışma” ile kamu hastanesini özel gibi kullanma olanağı sağlanıyor. Başka bir anlatımla, Sağlık Bakanlığı, “muayenehaneyi kapat gel, masraflar kamuya, kazancı ‘uygun’ bir şekilde paylaşırız” diyor. Üniversitede ya da özel muayenehanede yapılanlar, hastanelerde mesai sonrasına kaydırılıyor. Bu durum, hizmeti alanlar için görece “iyilik hali” olarak algılanabilir, ancak bu uygulamanın hasta için ek bir faturası var ve çalışanlar açısından sisteminin adı “esnek çalışma” olarak geçiyor, “ne kadar iş varsa o kadar çalışma süresi” olarak uygulanıyor. Yani günlük ek mesai süresini hasta sayısı belirliyor; arz-talep dengesinde çalışanın iş gücü ve alınan ücret; hizmetin kalitesinde ise, “müşterinin memnuniyeti” belirleyici oluyor. Sözün özü, haftalık çalışma süresi azalmıyor, aksine artıyor.

HEKİM ÜCRETLERİ VE EMEKLİ AYLIĞI

Tasarı gerekçesinde; “hekimlerimizin aktif çalışırken elde ettikleri gelir ile emekli aylıkları arasında çok büyük fark bulunmaktadır … bu durum hekimlerimizi emeklilikte adeta yoksulluğa mahkûm etmektedir” tespiti yapılıyor. Tespit doğru, peki çözüm? Tasarı’da, çözüm önerisi olarak; “hekimlerin bireysel emeklilik planlarına iştiraklerinin teşviki ile emeklilikte gelir azalışlarının telafi edileceği” öngörülüyor.

SSGSS’ye eklenen maddeye göre; kamuda çalışan tabip ve diş tabiplerinin sigorta priminin işveren payı dahil tamamını kendileri ödeyecek. Böylece hekimlerin malullük, vazife malullüğü, yaşlılık ve ölüm sigortasıyla sınırlı emeklilik aylığı ya da sürekli tam iş göremezlik geliri hakkından yararlanması öngörülüyor.

Bu şekilde uzun vadeli sigorta kolu için ilave prim ödenmesi durumunda; emekli hekimlere, ilave olarak, ödedikleri gün sayısının her 360 günü için %2’si oranında ilave aylık ödeneceği söyleniyor. Yani Bakanlığın buluşu ile, her yıl için 20-36 TL arasında ilave aylık almak olası. Ancak bu olanaktan yararlanabilmek için, yasa yürürlüğe girdikten sonra geçen süreler hesaba dahil olacak. Örneğin; “yoksulluğa mahkûm edilen” hekimler, 10 yıl fazladan çalışıp ek prim ödeyerek emekli olduğunda; 200-360 TL arasında fazladan aylık alarak durumunu düzeltmiş(!) olacak.

Ek ödenen prim; prim ödeme gün sayısı, sigortalılık süresi ve prime esas kazanç hesabına dahil edilmeyecek. Ödenen prim tutarları; emekli ikramiyesi, iş sonu tazminatı ve kıdem tazminatı da dahil olmak üzere, herhangi bir hakkın elde edilmesinde veya hesabında dikkate alınmayacak.

Hekimler kendi tercihlerini kullanabilseler, söz konusu kesintileri kendileri değerlendirebilirdi. Ancak ek sigorta zorunlu olduğundan, tercih olanakları olmayacak.

Sistem, hekim maaşlarını, aynı derecedeki diğer memurların aldıklarıyla eşitledi. Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre, 2009 rakamlarıyla, pratisyen hekim 1.300 TL, uzman hekim 1.450 TL maaş alıyor ve bu maaş üzerinden hizmet süresini doldurduğunda, statüsü ne olursa olsun, 1.335 TL aylıkla emekli oluyor. Hekim, ‘döner sermayeli’ bir kurumda görev yapıyorsa; çalıştığı dönem içerisinde izin kullanmaksızın, pratisyen hekim ortalama 1.850 TL, uzman hekim 4.300 TL ek döner sermaye payı alıyor. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi ise, ortalama olarak, pratisyen hekimin 815, uzman hekimin 2.054 TL ek döner sermaye payı aldığını söylüyor9. Sağlık Bakanlığı’nın basına servis ettiği haberde geçen ücretleri alabilmesi için, hekimlerin, uyumadan, dinlenmeden 7 gün 24 saat çalışması dahi yetmiyor. Bakanlığın verdiği ortalama ücretlere ulaşabilmek için, hekimin, ayda 22 işgünü, günde 14.5 saat çalışması gerekiyor.

Uygulamaya baktığımızda; sağlık çalışanlarının toplum sağlığına yönelik faaliyetlerinde ek ücret ödenmiyor, diğer taraftan, tedavi hizmetlerinin teşvik edilmesi nedeniyle, iyileştirilen insan sayısını değil, yapılan işlem sayısını artıran sağlık personeli, ortamını bulduğunda, döner sermaye girişini gerçek dışı artırıyor. Tabii bir gerçek daha var ki; sağlık kuruluşlarının döner sermayesi, nakit para değil sosyal güvenlik sistemi üzerinden artıyor. Sağlık Bakanlığı, ‘geçiş’ döneminde, ahlaki olmayan bu işlemleri görmezden geliyor. Olasıdır ki; yasal düzenlemeler tamamlandığında, döner sermaye girdileri dramatik şekilde düşecek, eş zamanlı olarak (başka bir yasa taslağında hazırlık yapan) hükümet, döner sermaye ödemelerini kaldıracak. Sağlık personeli, ek gelir temin etmek ve emeklilikte daha iyi gelir sahibi olmak istiyorsa, mesai sonrasında fazla çalışacak ve fazla mesai ücretleri üzerinden “ek tamamlayıcı sigorta” yaptırarak, kendisini ‘güvence’ altına alacak, böylece durumunu düzeltecek!

Sağlık Bakanlığı, “Kanun ile hekimler daha rahat ve ideal bir hizmet ortamı bulacaklar” diyerek, hekimlere ‘uçuk’ öneriler getiriyor. Diyor ki; Tam Gün Kanunu ile hekimlere, maaşına ilaveten, ek döner sermaye ile birlikte mesai dışı çalışma ücreti ve nöbet ücreti verilerek, pratisyen hekim maaşı 5.950 TL, uzman hekim maaşı 10.800 TL üst limitlerine ulaşabilecek. Yanıt TTB Merkez Konseyi’nden geldi.10-11

TTB 58. Büyük Kongresi, 26 Haziran 2009 da, oybirliğiyle “Tam gün” Yasa Tasarısı’na karşı mücadele kararı aldı. Aynı gün, Yasa Tasarısı, TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonundan geçti. Takip eden günlerde, TTB Basın Açıklaması yaparak,12“hekimlerin özlük haklarında ve özellikle de ücretlerinde ciddi artışlar yapıldığı” izlenimi veren tasarı ile ilgili gerçekleri açıkladı. TTB’ye göre, hekimlerin alabileceği ek ödeme tutarları, en yüksek derece üzerinden 549 ile 1200 TL arasında değişiyor.

Sağlık Bakanlığı, bu tür hesaplarla kamuoyunu meşgul ediyor ya da bilinçli olarak yanıltıyor. Bakanlık, bu miktarları, hekimlerin alacakları döner sermayeye mahsuben maaşına ek “avans” olarak vermeyi taahhüt ediyor. Alınan avans, hak edilen döner sermaye ödemesinden düşülecek. Bu miktarlar, yasa çıktıktan sonra emekli olacak hekimlere, emeklilikte doğrudan değil, kademeli olarak sembolik bir katkı sağlayacak. Açıklamaya göre, düzenleme üniversite hastaneleri ve kamu kurumlarında çalışan hekimler ile hali hazırda emekli olmuş hekimler yönünden hiçbir iyileştirme getirmemekte ve hekim dışı diğer sağlık personelinin ise adı bile geçmemektedir.

BU NASIL MEDYA?

TTB’nin basın açıklamasından 3 gün sonra Anadolu Ajansı’na servis ettirilen habere, nerdeyse tüm yazılı-sözlü medya olağanüstü ilgi gösterdi. Haberde, “Tam Gün Kanunu” ile pratisyen hekimin 6.000 TL, uzman hekimin 15.000 TL maaş alacağı vurgulanıyordu. “Döner sermaye parası maaşları 8’e katladı” ya da “döner sermaye bereketi” gibi başlıklar atılan haberler, sabah saatlerinde gazetelerin web sitelerine ve televizyonlara geçerken, ortalığın karıştığı öğle saatlerinde, TTB konuyla ilgili yeni bir açıklama yaptı. Takiben, Sağlık Bakanlığı haberi yalanladı. Anadolu Ajansı, haberi, Sağlık Bakanlığı verileriyle uyumsuzluğu nedeniyle saat 14.55’de iptal etti. Haber, iptal edilmesine rağmen, ertesi gün, (Evrensel, Cumhuriyet, Referans ve İlke gazeteleri hariç) tüm basında ilk haliyle yer aldı. Ertesi gün, Sağlık Bakanlığı, söz konusu rakamların ‘ortalama’ değil ‘üst limitler’ olduğunu açıklayarak, düzeltme yaptı.

NÖBET ÜCRETİ

Tasarı’da, nöbet ücretlerinin yeniden tanzim edilerek artırılması yer alıyor. Haftalık çalışma süresi dışında nöbet tutanlara, izin suretiyle karşılanamayan her bir nöbet saati için ayda 130 saatten fazla olmamak koşuluyla, nöbet ücreti ve icap nöbet ücreti ödenmesi öngörülmüş. Sağlık Bakanlığı artışın %145-185 arasında olduğunu söylerken, TTB bu oranı %66.6 olarak açıklıyor. Nöbet ücretleriyle ilgili yapılacak ödemeler döner sermaye bütçesinden karşılanacak, yani bu artışın devlete ek bir maliyeti olmayacak.

TSK’YA “SAĞLIK HİZMETLERİ TAZMİNATI”

Sağlık Bakanlığı, “Türk Silâhlı Kuvvetleri kadrolarında bulunan tabiplere ek ödeme verilemediğinden sağlık hizmetleri tazminatı ödenmesi sağlanacak … askeri hekimlerin maaşlarında %63 ile %92 arasında değişen oranlarda artış meydana gelmiş olacak” diyor. Anlaşılıyor ki, Sağlık Bakanlığı’nın ek ödeme almayan kurum hekimlerinden haberi yok. Ya da her nedense “sağlık hizmetleri tazminatı” uygulamasını tüm çalışanlara uygun görmüyor.

HEKİME “MALİ SORUMLULUK SİGORTASI”

Tasarı, “Hekimlere mesleki hataları için mali güvence sağlamak ve vatandaşın da bu hizmetlerden dolayı uğrayacağı zararları teminat altına almak gayesiyle zorunlu mesleki mali sorumluluk sigortası” getiriyor.

Sağlık Bakanlığı, “mali sorumluluk sigortası ile hekimlerimize mali güvence sağlanması konularında getirilen düzenlemeler ile hekimlerimizin moral motivasyonu artacak” … “Böylece hekimler riskli vakalara müdahaleden kaçınmadan mesleklerini icra edebileceklerdir” diyor.

Sistemin dayattığı iş yoğunluğu sonrasında hastanın karşılaşacağı “tıbbî kötü uygulama (sağlık personelinin standart tıbbî uygulama yapmaması neticesi oluşan ve zarar meydana getiren fiil ve durum) nedeniyle oluşacak zararın tazminine yönelik” önlem arayışındaki Tasarı gerekçesinde, “Tıp dünyasında meydana gelen çeşitlenme, tıbbî teknolojinin gelişmesi, hekimlerin geçmişte yapamadıkları bazı uygulamaları yapmalarına imkân sağlamakta ve çoğunlukla ağır riskleri içeren bu uygulamalar sonucunda da tıbbî kötü uygulama şikâyetleri ve davaları artmaktadır” deniyor.

Yasa yürürlüğe girerse; kamu sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan tabipler ve diş tabipleri, tıbbî kötü uygulama nedeniyle kendilerinden talep edilebilecek zararlara karşı sigorta yaptırmak zorunda. Bu sigorta priminin yarısı kendileri tarafından, diğer yarısı kurum döner sermayesi veya bütçelerinden ödenecek. Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan veya mesleklerini serbest olarak icra edenler de, “meslekî malî sorumluluk sigortası” yaptırmak zorunda.

Zorunlu meslekî malî sorumluluk sigortası, mesleklerini serbest olarak icra edenlerin kendileri; özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışanlar için ilgili özel sağlık kurum ve kuruluşları tarafından yaptırılacak. Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışanların sigorta primlerinin yarısı kendileri tarafından, yarısı istihdam edenlerce ödenecek.

TTB tarafından yapılan araştırmaya göre, benzer bir uygulama hiçbir ülkede yok ve dünyada ilk. Sağlık hizmeti sırasında doğan zararlar ve varsa sigorta primlerinin tamamı işveren kurumlar tarafından ödeniyor. Özel sigorta kuruluşlarına kaynak aktarmaya yönelik bu girişim, hekimleri ekonomik olarak daha da sarsacak ve hastaları mahkeme kapılarında süründürecek.

SONUÇ

Sağlık Bakanlığı, “‘önce insan’ felsefesini şiar edinmiş bir hükümet olarak sağlık hizmet sunumundan vatandaşın ve sağlık çalışanlarının memnuniyetini artırmak için… bu kanunu yapıyoruz” diyor. Ancak, Sağlık Bakanlığı’nın getirmek istediği “tam gün”, özünde, yeni liberal politikaların dayattığı “çalışma sürelerinin esnekleşmesi” ile birebir örtüşüyor.

Tüm hesaplar, “sağlık finansmanının sürdürülebilirliği” üzerine yapılıyor. Getirilen düzenlemelerle sağlık hizmetinin maliyeti artarken, fatura, hizmeti alanlara ve hizmeti verenlere kesiliyor. Bu şekilde toplum daha da sağlıksızlığa itiliyor.

Aşırı iş yükü ve uzun süreli çalışma; dinlenme aralıklarını kısaltacağından çalışanlarda strese bağlı kardiovasküler hastalıklara, hatta ölümlere yol açacaktır. Düşük maaşları fazla çalışıp ek ücretlerle artırma çabası; tıp eğitimini olumsuz yönde etkileyecek, eğitimin niteliğini düşürecek, bilimsel araştırma yapmanın ve bilimsel gelişmeleri izlemenin nesnel koşullarını ortadan kaldıracaktır. Bu tür çalışma, aynı zamanda hizmetin niteliğini düşürecek, hasta-sağlık personeli ilişkisini bozacak, dolayısıyla tıbbi kötü uygulamaları artıracaktır. Hükümet tehlikeyi görerek “zorunlu meslekî malî sorumluluk sigortası” uygulaması ile hem potansiyel sorunlara karşı önlem alıyor, hem de sigortacılık sektörüne fon oluşturuyor.

Kamu sağlık kuruluşlarının zayıflatılıp gelirleri azalırken giderleri artacak; özel sektöre yönlendirilen hastalar, sağlık hizmetlerine daha zor ulaşacaklar ve daha fazla ücret ödeyecekler.

Piyasa, arz-talep kavramlarını gözeterek hizmet veren özel sağlık sektöründe gereksiz işlemler artacak, sonuçta hastalar ve gereksiz işlem yapmaya zorlanan sağlık personeli zarar görecek.

KHB Yasası çıktığında kamu hastanelerinde personele verilecek ücretler azalacağından, özel sektör de ücret indirimine gidecek. Sağlık personeli, bugünkü durumundan çok daha geri noktalara gerileyecek. Geleceği gören Bakanlık, “zorunlu bireysel emeklilik sigortası” ile sorunların patlak vereceği noktalarda önlemler alıyor.

Primlerin ve katkı paylarının yükselmesiyle yoksul kesim sağlık sorunlarını erteleyecek, ancak sonraki zaman diliminde sorunuyla daha kötüleşmiş olarak karşılaşacak. Bu durumda, ya tüm maddi birikimini ya da yaşamını kaybedecek.

Sosyal güvenlik ve GSS ile ilgili başlatılan hiçbir uygulama hukukuna uygun tamamlanamadı. Sağlıkta Dönüşüm Projesi’nde13koyduğu hedeflere ulaşmakta zorlanan hükümetin bohçası bir türlü dikiş tutmuyor. Yıllar önce başlatılan kamu yönetiminde yerelleşme çalışmaları bir kenara bırakılarak, sektördeki rant hesaplarının cazibesi nedeniyle sağlık hizmetlerinin yerelleştirilmesi çalışmaları öncelendi.

Yükselen kamuoyu duyarlılığı ve kaynak yetersizliği gibi nedenlerle zaman zaman alan değiştiren hükümet, sürekli aynı taktiği uyguluyor; tüm kirli düzenlemelerinde toplumun temiz duygularıyla içinde büyüttüğü sözcükleri malzeme olarak kullanıyor. Yıllardır savunduğumuz “tam gün”e bugün Sağlık Bakanlığı dört elle sarılarak, savunuyor ve birlikte bir dizi potansiyel kirli değişikliği önümüze koyuyor.

Üniversitede “özel muayene” icat ederek, hem öğretim üyelerine sus payı verip, hem de üniversitelere önemli kaynak oluşturarak tıp eğitimi ve öğretimini de bitirenler, bugün bu uygulamayı kaldırırken, aslında yaptığı yanlışı düzeltiyorlar. Ancak öyle bir yanlış daha yapıyorlar ki, yaptıkları düzeltmenin bir anlamı kalmıyor. Yeni düzenlemede; finansal kaynak, verilen sağlık hizmetleriyle alınan ücretlerden oluşturuluyor. Daha önce daha fazla hasta muayene ederek, asli işi olan eğitim-öğretimi yap(a)mayan öğretim üyeleri, bu defa, “daha fazla işlem” yaparak, aynı parayı kazanmaya teşvik edilecek.

Sistemin mantığı gereği, Sağlık Bakanlığı’nın ‘tam gün mesai’ şeklinde bir çalışmayı uzun erimli savunması da olası değildir. Tasarı da “tam gün + mesai sonrası çalışma” şeklinde teorize ediliyor. Siyasi iktidarın sağlığın ticarileşmesiyle emeğin değerini en aza indirecek “esnek çalışma” modellerini dayattığı dönemde; sağlıkta çalışma biçimi, ‘tam gün’ değil, ‘kısmi süreli’ olmak zorundadır. İş Yasası’na göre, sigortalı birden fazla işte “kısmi süreli” çalışabilir. Birden fazla işte çalışanların sigortalılık hali SSGSS’de de tanımlanıyor. Kısmi süreli çalışma ile ilgili iş hukukunda düzenlemeler yapılırken, Sağlık Bakanlığı’nın “tam gün çalışma” düzenlemesi, dönemsel taktik politika olarak değerlendirilebilir. Bakanlık, tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli esasına göre çalıştırılmasını sağladığında, “tam gün” çalışmayı reddedecektir.

Esnek çalışmanın bir sürümü olan “mesai dışı fazla çalışma” ile hekim emeğinin büyük sermayeye peşkeş çekilmesi; sağlık çalışanlarının başat sorununun emek-sermaye çelişkisi olacağının göstergesidir. Bugünün politikası; özlük haklarımızla birlikte her durumda “tam gün” çalışmayı savunmaktan geçiyor.

Kaynaklar

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑