Yusuf Akdağ
Yakın dönemdekilerle birlikte aktüelliğini sürdüren işçi direnişleri, grev ve protestolarını gündeme getiren ekonomik-sosyal ve politik ge- lişme ve etkenler ile bunların karşılıklı etkileşimi, işçilerin az çok büyük çaplı eylemlerinin, isterse ücret vb. gibi ekonomik taleplerle sınırlı olsun- lar, tüm toplumsal sınıf ilişkilerini ve toplumsal gelişmelerin seyrini etkileme gücüne sahip oldu- ğunu yeniden gösterdi. Bu direnişler, otomotiv sektörü başta olmak üzere, metal patronlarının, işbaşındaki hükümet ile onun yönlendirmesin- deki polis teşkilatının, metal sektöründe faaliyet
yürüten ve işçilerin önemlice kesimlerini üyesi olarak tutmayı günümüze dek başarmış olan “milliyetçi-ülkücü sendika”(lar)ın işçi karşıtı iş- levine de bir kez daha ve çok net olarak yenidan “ayna tuttu”!
AKP Hükümet(ler)inin “neoliberal iktisat po- litikaları”nı “içselleştirerek” uygulamada, ken- dilerinden önceki hükümet ve hükümet partile- rinden sadece çok daha fazla iştahlı olmadığı, fakat uygulama başarısında da onları fersah fer- sah geride bıraktığı üzerine değerlendirmelere, Özgürlük Dünyası’nın önceki çeşitli sayılarında
yer verilmişti. Burada ise, “siyasal İslam”cılığın “muhafazakâr demokrat” form içinde sunulan iktidar pratiğinin iktisadi-sosyal, kültürel-politik “kimliği” ya da anlamını, işçi sınıfı hareketi ve sınıfın kendi talepleri ve hakları için mücadelesi karşısındaki konum ve tutumu üzerinden ve bazı felsefi-ideolojik özellikleri yönünden irdelemeye çalışacağız. Bunun için başlıca iki unsur önemli görünüyor: ilkin, “Neoliberal İslam”cılığın iktidar aygıtını da kullanarak gücünü takviye etmesi ve anti demokratik politikaları uygulamada kapita- lizmin vahşi çıkarlarına bağlılığı esas almaktan bir an olsun geri durmaması; ve ikinci olarak, bu iktidar pratiği tanıklığında İslami ideolojinin Türkçü milliyetçilikle (şovenizm) “bütünlük için- de”, işçi ve emekçilere “çağrısı”nın, onları ka- pitalist emperyalizmin “yeni” saldırılarına “rıza gösterme”ye zorlaması, ve bu durumun, bu ide- olojik-politik baskı, kuşatma ve yönlendirmenin emekçilerin yaşam koşullarıyla teşkil ettiği çeliş- kinin onları içine sürdüğü arayış ve direnişlerle karşı karşıya gelişi kaçınılmaz hale getirmesi.
-
NEOLİBERALİZMİN İSLAMİ VERSİYONU VE MÜSLÜMAN HALK(LAR)IN ÇİLESİ!
Kapitalist dünya ekonomisinin sözüm ona istikrarının sağlanması ve “refah ve gelişme” bağlantılı “mutluluk, adalet ve demokrasi”nin “herkes için” sağlanması iddiasını da taşıyan emperyalist devletler ve uluslararası tekeller yönetimindeki uluslararasılaşmanın ulaştığı günümüzdeki daha ileri düzeyin “küreselleş- me” adıyla övgüye boğulmasının dünya işçileri, emekçileri ve bütün ezilenlerin saflarında etki yaratmaması ve farklı içerikte beklentilere yol açmaması olanaklı değildi. Çeşitli dini inançlara ve etnik kökenlere sahip dünya halkları, emek- çileri ve proleterleri için “yükselecek refah”tan sözüm ona daha fazla pay almak; “daha adaletli ve daha demokratik bir dünya”da yaşamak ve “mutlu olmak”, reddedilemez aktüel ve ivedi ih- tiyaçlar kategorisindeydi, bugün de öyledir. Sos- yalizmin Sovyetler Birliği’nde yenilgiye uğratıl- ması ve işçi hareketinin “Halk Demokrasili Ülke- ler” ile birlikte uluslararası en önemli dayanağı- nın böylece ortadan kaldırılmasıyla işçi hareke- tinin geriye püskürtülmesi olanaklarının daha da
genişlediği bir dünya gerçekliğinde, emperyalist büyük güçlerin ve uluslararası tekellerin kendi çıkarlarına olan ekonomi politikaları uygulama- ya geçirmeleri için “fırsat”lar haylice genişlemiş ve artmıştı. 1980’li yıllardan başlayarak, 1990’lı yıllarda daha da azgın bir biçime bürünerek de- vam eden ve günümüze dek süren sözüm ona yeni liberal ekonomi politika(lar)ın, tüm kapita- list ülkelerde olduğu üzere, Türkiye’nin de arala- rında bulunduğu ve gelişme düzeyi bakımından söylenirse başında yer aldığı “İslam ülkeleri”nde yürürlüğe konması böylece daha kolaylaşırken, halk kitleleri açısından içerdiği hak gaspcı-yıkı- ma sürükleyici etkileri de, denebilir ki, daha ağır biçimlere bürünebildi.
Uluslararası tekellerin ve emperyalist dev-
letlerin –özellikle büyüklerinin– pazarlar, ham- madde kaynakları ve ucuz işgücü rezervleri üze- rinde denetim kurma; sermaye ihracı aracıyla hakimiyetleri altındaki ülkelerin kaynaklarını daha etkin tarzda yağmalama politikası olarak da tanımlanabilecek olan bu yoğunlaştırılmış saldırıya, bağımlı kapitalist ülkeler hakim sınıf- ları ve siyasal-askerî temsilcilerinin tutumu, bu propaganda ve söylem eşliğinde uyum göster- mek olurken; bunun işçi sınıfı ve emekçiler için anlamı, gelirlerinin düşmesi, özelleştirme ve iş- ten atmalarla birlikte işsizlik, yoksulluk ve açlık oranlarının yükselmesi, esnek çalışma ve taşe- ron sistemi uygulamalarıyla çalışma koşullarının ağırlaştırılması vb. vb.. oldu.
Bu “yeni” etiketli ekonomi politikanın uygu- layıcılarının, bölgedeki ve ülkedeki referansların- dan biri de –ki geleneksel etkisiyle büyük işlev görüyordu– “İslam dini” ve “Müslüman halkla- rın dine bağlılığının ileri düzeyi” idi! İran “İslam Devrimi”nin korkuttuğu ve hegemonya politika-
larıyla planlarına bölge ölçeğinde darbe vurduğu ABD emperyalizminin askerî ve politik şefleri, bu durumu değiştirmeyi de içermek üzere, “Ilımlı İslam Projesi” adıyla yeni bir stratejik hat üzerin- den bölgeye yönelik emellerini gerçekleştirmeye giriştiler. “İslam Alemi” de denilen bölgenin “ne- oliberal ekonomi politikalar”ın uygulanma alanı haline getirilmesi bu bakımdan stratejik önem gösteriyordu. Batılı emperyalistler ile belirli iliş- kilerine rağmen hâlâ neoliberal iktisadi sosyal politika ve programların dolaysız parçası olmak- ta çeşitli zorlukları bulunan ve petrol rezervlerine sahip olmalarını avantaj bilip her denilene “baş üstüne paşam” mantığıyla boyun eğmeyen Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin ve 1979 “İslam Dev- rimi”yle girilen süreçte açıkça meydan okuyan ve bölge gücü konumundan karşı politikalar ge- liştiren İran’ı “neoliberal ekonomi politika” ala- nına dahil etmek önemliydi. Bu “yeni politika” ile kapsama alanına alma stratejisinde, Türkiye, “oluşturduğu model” üzerinden atlama tahtası olacak; bölge ülkeleri halklarıyla tarihsel-dinsel çeşitli “ortak noktalar” ise neoliberalizmin böl- geyi tümüyle boğazlaması için kolaylaştırıcı işlev görecek; emperyalistlerin işini kolaylaştıracaktı.
“Neoliberal iktisadi politika”ların belirgin bir özelliği de, dünyanın en ücra köşeleri dahil tüm geri ülkelerin kapitalist pazara dahil edilmişliğini ve böylece sömürü alanı olarak “değerlenmesi”- ni, dini, kültürel, etnik “kimlik”lere “özgürlük” vaadiyle kuşatan bir politik-inançsal ve kültürel manipülasyon eşliğinde yürütülmesiydi. Tüm bu ülkelerin ve toplumsal formasyonların pazara dahil edilmesi, “serbest piyasa ekonomisine ka- tılarak ilerleme ve refaha ulaşma” olanağı olarak propaganda edilirken, bu politikanın sonuçları “piyasa kuralları gereği” gösterilip, yıkıma uğra- yan toplumsal kesimler, en başta da işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri mücadeleden alıkonul- maya çalışıldı. İşbirlikçi uşak yönetimler, “İslam Ülkeleri” hakim sınıflarının çıkarlarını içerecek şekilde kalkınma, refah, huzur, ilerleme, sana- yileşme, ve “ağır sanayi hamleleri” üzerine söy- lemleri yoğunlaştırdılar.
“Neoliberalizm”in Türkiye’deki uygulanma- sında, uzun on yıllar “millilik” ve “sömürücü dış güçler” söylemiyle kitlelerin “geleneksel
hassasiyetleri”ni istismar edip desteğini almaya soyunan “Siyasal İslamcı” politikacılar, “Müslü- man kapitalistler”in bu iktisadi ve sosyal sistem içinde etkinlikleri giderek artan failler olarak yer almalarında, hükümet politikaları aracıyla önemli bir rol oynadılar. Kapitalizm ve ulusla- rarası sermaye kurumları Müslüman kitleleri kuşatırken, “Müslüman” kapitalistler ve poli- tikacıları, kapitalizmi bütün ilişki biçimleri ve sistemik karakteriyle kucakladılar! Onlar için önemli olan “politik özgürlük alanlarını genişlet- mek”ten de önde gelecek şekilde, iktisadi güç sahibi olmak ve kapitalizmin bu yeni ekonomi politikalarından alabildiğince yararlanmaktı. Si- yasal baskı ve yasaklar sistemi altında inim inim inleyen kitlelerin siyasal koşulların iyileştirilmesi ve kişi hak ve özgürlükleri yönünde adım atılma- sı talebini karşılar görüntüsü verilerek, adına da “askerî vesayetten kurtuluş” denilerek başlatılan “merkez”e ve “merkezi idari alan”a yerleşme harekâtı kapsamında, ilkin daha temkinli, ardın- dan zincirlerinden boşanmış halde, ekonomik güce sahip olma, kendi sermayesini oluşturma ve onun desteğinde politik iktidara yerleşikliği ve devlet olarak halka hükmetmeyi kalıcılaştır- mak amaçlı olarak sürdürüldü.
Türkiye, “neoliberal ekonomi politikalar”ın uygulanmasında diğer birçok ülkeden farklı ola- rak, askerî darbe aracıyla daha uygun hale geti- rilmiş olmak gibi bir özgünlük de gösteriyordu. İşçi ve emekçi hareketi etkisizleştirilmiş; kitle örgütleri ve kitlelerin ileri kesimlerinin politik örgütlenmeleri dağıtılmıştı. Bu durum özelleş- tirme, esnek çalışma sisteminin devreye konma- sı, işten atma, düşük ücret ve maaş dayatması, fazla çalıştırma, sosyal hakların törpülenmesi ve süreç içinde ortadan kaldırılması, sendikal ör- gütlenmelerin önüne yüksek oranlı baraj duva- rının çekilmesi vb. gibi “neolibelar” uygulamalar için ortamı hazır hale getirmiş, kapitalistlerin emek gücünü daha ucuza malederek daha fazla kâr sağlamalarının olanakları genişletilmişti.
Türkiye’nin işbirlikçi yöneticileri ve yönetim- leri neoliberal kapitalist-emperyalist politikaları muhafazakâr-İslamist ve sözde demokrat kim- likleriyle birleştirmekte tereddüt etmezlerken, bu açgöz-işbirlikçi ve ivecen tutumlarıyla Orta-
doğu-Afrika bölgesi “Müslümanları”na “model oluşturma”ya girişmekten; Türkiye’yi bölgenin “lider ülkesi” ilan ederek, Amerikan emperyalist yöneticilerinin “Ilımlı İslam projesi”ni pratiğe geçirmede “koçbaşı” görevini üstlenmekten de geri durmadılar.
Dünya Bankası’nın eski bürokratlarından Turgut Özal, Evren cuntasının koruyucu kanat- ları altında bu uluslararası emperyalist programı pratiğe geçirmek üzere kolları sıvadı ve uluslara- rası ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye kaynak akta- ran programı “acımasızca” uygulamaya koydu. Bu programın uygulanmasıyla birlikte, bir yan- da “Müslüman zenginler”, öte yanda yoksul ve hakları daha fazla kısıtlanmış, yaşam ve çalışma koşulları daha çok kötüleştirilmiş “Müslüman halk” kitleleri olmak üzere; burjuva-proleter; zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü. Devlet ve hükümet yönetimindekilerin “Müslüman kim- liği”, bu uygulamalardan zarar gören “Müslüman
işçi ve emekçi”leri beklentilere sürüklüyor ve uy- gulamalar karşısında genel olarak sessiz kalma- larına neden oluyordu. Diğer yandan, “Siyasal İslam” hareketinin çeşitli versiyonları, bu duru- mu da kullanarak, RP hükümetleri döneminden başlayarak ve giderek güçlenen şekilde halk kit- leleri üzerindeki etkilerini artırdılar. “İslami” ya da “seküler” olsun, burjuvazi, bu durumdan faz- lasıyla yararlandı. Dini siyasal-ideolojik etki ve inançlar ‘dizgesi’, Özal sonrası “İslamcı politika- cı”ların ve “Siyasal İslam”cı parti ve hükümetle- rin “neoliberal ekonomi politikalar”ı benimseyip sürdürmelerinde de kitle bağının korunması ve geliştirilmesi için kullanıldı. Özal gibi bir Dünya Bankası “teknokratı”nın Theatcher ve Reagen ile neredeyse birebir aynılık gösteren ekonomi programları uygulamaya geçirmesi, ona, neoli- beral iktisadi politikaların Türkiye’deki ilk ve baş temsilcisi sıfatı kazandırırken, “muhafazakâr dindar” ve Amerikancı kimliği, kendinden son- ra işbaşına gelen ve hemen tümü de kendilerini “Müslüman” ve “Muhafazakâr” olarak tanımla- yan “İslamist politikacı”ların siyasal-kültürel ve politik “kimliği”ni de işaret eden bir “anahtar”dı! İlki de, izleyen sonrakiler de, ama aynı zaman- da “demokrat” olduklarını; ülkeyi “demokratik- leştireceklerini” ileri sürerek kitlelerin karşısına çıktılar. Bu söylemleriyle, sadece baskılardan yılmış emekçi kesimlerinde değil liberal aydın çevreleri üzerinde de önemli bir etki yarattılar. Liberal ‘sol’ aydınlardan devşirilmiş propagan- dacı güruhlar, neoliberal ekonomi politikalarla birlikte hükümet ve partisinin “demokratikleştir- me” ve “refah” propagandasının borazanlığına soyundular. “Neoliberalizm”i, emperyalist ka- pitalizmin “olağandışı” bir hamlesi; “kapitalist- leşememiş, modern kapitalist gelişme sürecini tamamlayamamış çevre ülkelerin sisteme dahil edilmesi”; ve kapitalist gelişmenin ürünü ola- rak ortaya çıkan “düşmanlıkların giderilmesi” girişimi olarak göstermek, “zamanın ruhu” ile uyumlu “demokrat aydın” tutumu olarak reklam edildi. Başını liberal-neoliberal aydınların çektiği “küreselleşme” reklamcılarına göre, üretimin ve meta dolaşımının uluslararası hareketine engel oluşturacak her türden “ulusal korumacı ön- lem”in kaldırılmasıyla “refahın uluslararası dü-
zeyi yükselecek”; gelenek ve geri kültürden bes- lenen bağımlı ülkelerin diktatör yönetimlerinin “demokratlaşmaları”, sermayenin uluslararası bu sözüm ona yeni tür genişleyip-büyümesiyle “zorunluluk ilişkisi sonucu” sağlanacaktı! “Ülke- nin demokratikleştirilmesi” ve “refah düzeyinin yükseltilmesi yoluyla halkın yaşam koşullarının iyileştirileceği” propagandası kitle manüpülas- yonu için etkin biçimde geliştirildi. Özal başta olmak üzere, “Siyasal İslamcı” akımın çeşitli ver- siyonlarına yakın duran ve fakat ortak paydaları “İslamcılık” ile –ihtiyaç duyulduğunda– şoven milliyetçilik olan politik yöneticiler, “küresel- leşmeci” uygulamaların Türkiye temsilciliğini üstlenirlerken, tarikat, cemaat kuruluşlarına ve “Laik cumhuriyet altında zulme uğramış Müslü- manlar”ın kapitalistleşme, uluslararası sermaye kuruluşları ve dış ülkelerin sermaye çevreleriy- le ilişki kurma; banka ve şirket kurma vb. gibi piyasa işlerinde yer alarak mali-ekonomik güç kazanmalarının yolunu da denebilir ki gerçek anlamda açmış oldular. “Neoliberalizm”in İslam ile daha ileriden buluşmasıydı bu.
Uluslararası mali sermaye kuruluşları ve onların “sivil toplum örgütleri” etiketli siyasal organizasyonlarının başını çektiği “neoliberal demokratikleşme” propagandası; “türban” türü “İslami” politik semboller etrafında yürütülen “Siyasal İslam”cı kampanyaların maddi-mane- vi dayanağı olurken,”neoliberal İslamcılık” son otuz beş yıllık süreçte yaşamın tüm alanlarında güç ve etkisini artırarak hakim ekonomik-sos- yal ve politik-kültürel konum kazandı. Türkiye, Pakistan, Mısır gibi ülkelerde yaşanan askerî darbeler, işçi-emekçi kitleleriyle onların ileri ke- simlerinin örgütleri üzerinde terörist bir etkisiz- leştirme sağlarken; “Siyasal İslam”ın güç ve ola- naklarını artırmak üzere yürüttüğü ikiyüzlü ve sahte “özgürlük mücadelesi”, baskı altına alınan ve hakları yok sayılarak teslim alınmak istenen kitlelerin yanı sıra siyasal zor ve şiddetin hedefi olan ilerici, demokrat, sosyalist kesimlerin yü- rüttükleri hak ve özgürlük mücadelesinden de yararlanarak güç kazanabildi.
“Neoliberalizm”, neoliberal iktisadi politi- kalarla sınırlı ekonomik bir “dönüştürme” ya da daha geniş alanda hakim olma politikası ve
programını aşan uluslararası çok boyutlu bir saldırganlıktı. Onun uluslararası alandaki başa- rısında, “refah düzeyinin yükselmesi ve tabana yayılması” propagandasının önemli bir rol oyna- dığı kuşkusuzdur. Ancak, özellikle hak ve özgür- lük düşmanı yönetimlerin işbaşında olduğu ba- ğımlı ülkelerde “neoliberal özgürlükçü siyasal ar- gümanlar”ın gördüğü işlev dikkate alınmaksızın, bu başarının neden ve etkenleri eksik bırakılmış olur. Soroscu “Açık Toplum Vakfı”nın son on yıl- larda dünyanın birçok ülkesinde ve esas olarak da Ortadoğu, Ortaasya, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye’de giriştiği “siyasal özgürlük”çü kam- panyalar; neolibaral teorisyen ve yazarların “özgürlükçü hareketler”e desteği, etnik-ulusal hareketlerin baskıdan özgürleşme mücadelesine “verilen destek” ve dini cemaat ve tarikatların “serbestleşmesi” kampanyalarının bölgesel-u- luslararası yürütülmesi, tekelci burjuvazi ve em- peryalist gericiliğin baskı ve hegemonyası altın- da olan halkların “neoliberal” ekonomik-sosyal saldırılara karşı mücadeleyi kararlı bir biçimde yürütmelerinde tereddüt nedeni olabilmiş; “ra- dikal” ve “ılımlı” “Siyasal İslamcı” parti-grup ve örgütlerin ikiyizlü özgürlükçü propagandayla kitleler içinde desteklerini artırmalarının etken- lerinden biri olmuştur.
-
AKP İKTİDARI İLE HIZ KAZANAN SÜREÇ
Türkiye pratiği, “neoliberalizm”in en barbar biçim ve yöntemlerle uygulanmasının çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor. İktidar gücü olmaya yükselen “Müslüman Demokrat” par- ti(ler)in sağladıkları devlet olanaklarından da yararlanarak şirketler kurup holdingleşen ve bunu yaparken de neoliberal ekonomi politika- lardan sonuna dek yararlanmaktan kaçınmayan “Müslüman İşadamları”, –erkekçi argümanı bu- rada bir yana bırakıyoruz– ekonomik ve sosyal örgütlenmeleriyle politik iktidarın maddi daya- nağını oluşturdular; ve onlardan da güç alarak, siyasal iktidar, halk kitlelerine saldırılarını daha cesaretle yürütebildi. “On yılda yapılandan daha fazla özelleştirmeyi bir yılda yapmak” ile övü- nen Erdoğan’ın en ateşli söylevleri, neoliberalist yağmacılığın örtülmesi riyakârlığını içerir. Onun “Müslüman” ve “milliyetçi” olması ve gerici-şo-
ven bir söylemi sürdürmesi, uluslararası serma- ye kurumlarıyla tekellerin çıkarlarını esas alma- sını ve buna uygun ekonomi politikaları pratiğe geçirmesine engel olmadı. Özelleştirme, esnek
çalıştırma, taşeronlaştırma, ücret ve maaşların düşük tutulması, sağlık sigortası ve sendikal hakların budanması; politik ve sendikal örgüt- lenmeye baskı ve zor; hak arayışındaki emekçi kesimlerin, gençliğin ve kadınların suçlanarak aşağılanmaları vb. gibi biçimler altında gerçek- leşen bu uygulamaların hak ettikleri ölçüde pro- testo ve karşı mücadeleyle yanıtlanmaları ise, Müslüman ve milliyetçi “kimlik ortaklığı” nede- niyle yeterince gerçekleşemedi. Belediyelerden merkezi iktidara dek ülke yönetiminin “İslamcı” olduklarını gizleme gereksinimi duymaksızın dinin ve dini ideolojinin toplum yaşamının tüm alanlarında daha etkin bir unsur olması için poli- tik-sosyal ve kültürel düzenlemelere girişenlerin eline geçmesi, neoliberal ekonomi politikaların daha etkin uygulanmasını kolaylaştırıcı bir işlev görürken, kent yağması, yapı-yol ve inşaat ‹fur- yası‹yla sağlanan rantın yukarıdan aşağıya; an- cak yandaşlık kriteri üzerinden dağıtımıyla, olası tepkilerin önüne geçildi ya da bu tepkiler nötr hale getirildi. “Neoliberal ekonomi politika”nın “ruhu”na aykırı olmayan bu sözüm ona refahı tabana yayma politikası ya da taktiği, “Siyasal İslam”cı ideolojik etki ile birlikte, kitle mücade- lesinin hem yangın söndürücüsü hem de dalga kıranı işlevi gördü.
İktidar olmanın güç ve olanaklarını kullana- rak finansal ve ticari imkânlarını genişleten; ula- şım ve iletişim, yapı-inşaat ve teknoloji alanları ilk sıralarda olmak üzere hemen tüm üretim ve dolaşım alanlarında “kendinden olmayanlar”la rekabet eden ve iktidar sahibi olmanın avantaj- larından bunun için yararlanan “neoliberal İs- lam”cılar için ABD ve AB ülkeleri, “Batı Kulübü” söylemiyle dışlanacak güç değil, artık işbirliği yapılacak; güç ve olanaklarından yararlanılacak ve böylece kâr olanaklarını genişletecek bir “ka- der ortağı”-”dost ve müttefik” idiler! Amerikan ve NATO birliklerine tanınan ek imtiyazlar, Kü- recik’e füze rampalarının yerleştirilmesi, İran’ın tehditle dize getirilmesi için yürütülen ikiyüzlü diplomasi ve işbirlikçilik, Afganistan’a asker gönderilmesi, Irak’ın işgalinin desteklenmesi, Libya’nın vurulmasına ortaklık ve Suriye’nin “Müslüman halkı”nın birbirine düşmanlaştırı- larak ülke ve yönetiminin çökertilmesi yoluyla
yayılma olanağı yakalama politikalarında açıklık kazandığı üzere, kapitalist İslamcılık –ister “radi- kal” isterse “Ilımlı” etiketli olsun–, söylemindeki tüm ikiyüzlülüğe karşın, kapitalist ve “neolibe- ral” kimlikli bir burjuva ideolojisi, ekonomisi ve politikasının “markası” idi. Bunun böyle ol- duğunu, “Siyasal İslam” olarak adlandırılan ve dini ideolojiyi kullanarak etkinlik kurmaya ça- lışan –önemli oranda da kuran– “Muhafazakâr demokrat” etiketli parti ve örgütlerin kapitalist sömürü ve emperyalist yağmanın aracı ve uygu- layıcısı olmalarıyla da açıklık kazandı. “Neolibe- ralizm”in Türkiye acenteliğinde baş ‘aktör’lüğe oynayan Erdoğan’ın, aynı zamanda “Müslüman Dünya’nın lideri” havalarında dolanıyor oluşu, emperyalizm tarafından “masedilmiş İslam”ın işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar açısından anlamı ve işlevini de işaret ediyordu.
Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı, “neoliberal” emperyalist-kapitalist politikaların uygulamasında ittifak eden bütün “İslami” poli- tik parti ve grupların daha fazla “serpilip yeşer- me” dönemi olma özelliği de gösteriyordu. AKP, Gülen Cemaati ve öteki tüm Sünni-Hanefi tarikat- ları başta olmak üzere “İslamcılar”ın hemen tüm tarikat, cemaat, örgüt, vakıf ve diğer kuruluşla- rının “birleşme platformu” idi. Dolaysız şekilde iktidardaydılar ve devlet organlarını/kurumlarını ele geçirip “dönüştürmek”; devlet olanakları- nı kullanarak toplumsal etkinliklerini artırmak, zenginleşmek ve “kamu yaşamı”nda düzenleyici güç olarak günlük hayata yön vermek, başlıca iş- leri oldu. “Müslüman demokrat” örtüsü altında iktidar “nimetleri”nden yararlanarak ve iktidar gücünü kullanarak Anadolu’da “yeşermeye baş- lamış” ve dini ideoloji ile ilişkileri üzerinden ki- mileri tarafından “yeşil sermaye” olarak adlandı- rılan “kendi” sermaye dayanaklarını büyütmek ve “Cumhuriyet tarihiyle yaşıt klasik kapitalist işletme sahiplerinin devlet olanaklarından yarar- lanarak büyümesi-holdingleşmesi”ne benzer şe- kilde güçlendirmek üzere kolları sıvadılar. “Müs- lümanlık” artık “İslamcı kapitalistler”in daha da büyümesinin; bunun için işçi ve emekçilere karşı baskı ve sömürü politikalarının pervasızca uy- gulanmasının kolaylaştırıcı bir ritüeli olmak gibi bir işlevle yüklüydü. Kapitalist olmadan, hem de
büyük kapitalist olmadan –küçük ve orta işletme ve ticarette zaten önemli pay sahibiydiler– “öz- lemlerine kavuşamayacakları”na iman ederek, sömürü ve yağmanın, banka faizi ve arazi-inşaat rantının ilk sıradan vurguncusu oldular.
MÜSİAD ve TUSKON gibi iri olanları baş- ta olmak üzere, patron örgütlerinde bir araya gelerek yaptırım güçlerini artıran “Müslüman İşadamları” için, asgari ücretle ya da kayıt dışı ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan işçi çalış- tırmak; işçiyi işten atmak, esnek çalıştırmaya tabi tutmak, haklarının baskılanması ve sömü- rü ağının ağırlaştırılması anlamına da gelen taşeron sistemini işletmek “İslam kardeşliği”ne aykırı olmayıp, “serbest piyasa ekonomisi”nin kaçınılmazlıkları kapsamındaydı ve kazanmak için işçiyi sömürüp ezmek dışında bir yol yoktu. Bu o denli “iman edilmiş” bir gerçektir ki, 2015 genel seçimlerinde asgari ücretin yükseltilmesi, emeklilere ikramiye, çalışma koşullarının iyileş- tirilmesi, sağlık sigortası gibi acil ve zorunlu bazı
işçi-emekçi taleplerinin gündeme getirilmesi ve bazı partilerin bu konuda vaadlerde bulunması Tayyip Erdoğan’ı nefrete boğmuş, ve o, kürsü- lerden kapitalist patronlara seslenerek, “niçin itiraz etmiyorsunuz?” diye paylamıştı! İşçinin ve yoksulun “hakkı” “Hak getire”ydi! Değil miydi ki, zenginlik-yoksulluk, iş sahi olup olmama, aç ya da tok oluş, zulme uğramak ya da zulmet- mek “İlahi İrade”nin kararı ve reva görmesine bağlıydı. Öyleyse “İman edenler kaderlerine rıza göstermeli ve Ahiret›te iyi bir yaşam için dua etmeliydiler”!
“Müslüman” ya da “İslami kimlik”, halk kit- leleriyle ilişkilerin sürdürülmesi açısından bir tutamaç; illüzyonist-gözbağcı işlev görüyordu. Bu “kimlik” bağlantısı üzerinden işsiz-yoksul ve hak yoksunu yığınların çok önemli bir ke- simi; “devleti de ülkeyi de bizimkiler yönetiyor; bizimkiler kazanıyor, bu bizim hakkımız!” man- tığıyla, emek güçlerini sömüren ya da kent yağ- malarıyla, devlet ihaleleri aracıyla zenginleşen ve uluslararası alanda “piyasalara girerek” zen- ginleşip- “Karunlaşan” Müslüman kapitalistle- rin ve “neoliberal İslamist” politikacı ve rantçı yanaşmaların destekçisi olabildiler. Hakları ve özgürlükleri için mücadeleye yönelen halk ke- simlerini desteklemedikleri gibi, yer yer onların karşısında da yer alarak mücadelenin güçten düşürülmesinde rol oynadılar. Recep Erdoğan bu durumdan güç alarak siyasal baskıyı yo- ğunlaştırdı ve bunun da ötesine geçerek “yüz- de 50’yi zor tutuyorum” tehditleri savurabildi. Birden fazla seçimde de görüldüğü üzere, bu destek, kendi aleyhlerine politik-ekonomik uy- gulamaların “millet desteği” adına ve riyakarca sürdürülmesinde etkili oldu. İşbirlikçi güçler (büyük sermaye sahipleri ve onların devlet-hü- kümet yöneticileri), işçi ve emekçilerin aldan- maya dayalı “inanç” ve “güveni”ni böylece sağlarken, kır ekonomisinin hızlanan çözülmesi
–ya da yıkımı da denebilir– sonucu kentlerin ke- nar semtlerine yığılan ve çeşitli sosyal-iktisadi ve kültürel sorunlarla (iş, eğitim, barınma ve geçinme vb. gibi) yüz yüze gelen kesimlerin beklentilerini sömürüp istismar ederek onların “sisteme girişleri”ni (neoliberal yağmacı ekono- mi politikaların çarkına alınmalarını) sağlaya-
rak bu desteği artırdılar. Sadece dini figürleri kullanıp dini kurumlaşmayı güçlendirerek (tür- ban serbestisi, yeni camiler inşaası, İmam Ha- tip okullarının yaygınlaştırılarak çoğaltılması, zorunlu din dersleri vb. gibi) değil; büyümekte olan ekonomiden ve “artan refah düzeyi”nden “pay alacakları” propagandasını da inandırıcı kılmak üzere “aile yardımı”, “öğrenci bursu”; “istenilen sağlık kuruluşunda tedavi” türünden uygulamalarla ve belediye ve merkezi yöneti- min olanaklarını kullanarak kendilerini destek- leyenlerin istihdamını artırarak, kitle desteğini genişletmeye çalıştılar.
“Neoliberal İslamcılığın hem ekonomide hem de politik alandaki yükselişi ve yaygın etkiye ulaşmasının, “küreselleşme” adı verilen emperyalist kapitalist dünya sistemiyle göster- diği uyum ve adaptasyona bağlı oluşu; ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin ba- ğımlı ülkeler pazarlarını daha kolay yağmalama politikasıyla uyum anlamına da geliyordu. Bu uyumdan güç alan Özal, Çiller ve Erdoğan Hü- kümetleri, ABD‹nin “Genişletilmiş Ortadoğu ve
Kuzey Afrika Projesi”-politikasına aktif destek vererek paylaşım masasına “oturma” ve “üç koyup beş alma” tutumu içinde oldular. Recep
T. Erdoğan’ın yönetiminde en saldırgan biçim- leri alan bu uşaklık ve yayılma politikası en açık ifadesini Suriye’nin düşürülerek Osmanlı yayılmacılığında olduğu türden Şam ve Halep’e sahip olma tutumunda buldu. Arada, ikiyüzlü bir biçimde İsrail ve Amerikan yönetimleriyle “söz düellosu”na girişme gösterileri düzenle- yip, “Arap İslam Alemi”nin desteğini alma ya da Arap halklarını “Müslümanların hakları için savaşan lider ülke Türkiye” safsatasına inandı- rarak petrol ve doğal gaz kaynaklarının yağma- cıları arasında yer almaya çalıştılar. Bölge ül- keleriyle ilişkileri geren, saldırgan ve yayılmacı bu dış politikanın içeriye yansıyan yanı, hak ve özgürlük arayışı ve mücadelesine polis devleti uygulamalarıyla yanıt verme, halkı ve talep- lerini bastırma; ekonomik sosyal alanda hak yoksunluğu ve ağır çalışma ve yaşam koşulla- rını dayatma vb. idi. Siyasal-sosyal ve iktisadi zor ve baskının bu yoğunlaştırılması, “refahın, kalkınmanın, ilerlemenin, büyümenin ve de- mokratik özgürlüklerin genişletilmesinin mille- tin hakkı olduğu” neoliberal propagandasıyla uyumsuzdu. Söylemin pratikle bu uyumsuzluğu ve zıtlığı sonucu olarak bu program inandırıcılı- ğını yitirmeye başladıkça, “neoliberal İslam”ın yükseliş rüzgarı hız kaybetmeye başladı. Son parlamento seçimlerinde ortaya çıkan sonuçla- rın işaret ettiği bu durum, popülist propaganda ve politikaya karşın, özellikle işçi-emekçi hare- ketinde sermaye ve gericilik karşıtı mücadele eğiliminin güçlenmeye başlamasıyla birlikte bu hareketi ve mücadelesini bastırmak ve gelişme- sini önlemek için Recep Erdoğan başta olmak üzere büyük sermayenin “İslamist” renkli siya- sal temsilcileri tarafından “Müslüman Kardeşli- ği”; “Hepimizin Müslümanlığı” üzerine söylem yeniden yoğunlaştırılarak dini ideolojik etkinlik aracıyla mücadelenin gelişmesinin önü alın- maya; önüne sermayenin çıkarlarının ifadesi olan –ve neoliberalizmin ekonomi politikalarını içeren– gerici siyasal kültürel duvar örülmeye girişildi.
-
İŞÇİ DİRENİŞLERİ, MUHAFAZAKÂR MİLLİYETÇİLİK, İSLAMİ İDEOLOJİ VE “SİYASAL İSLAMCILAR”
Metal işçilerinin kendilerini “mufafazakar milliyetçi” olarak tanıtmaları ya da bu “kimlikle- ri”yle övünç duyarlarken aynı zamanda “muha- fazakâr ve milliyetçi” sendika patronlarına karşı çıkmaları ve yine otomotiv tekellerinin yerli or- taklarının en azından “Müslüman” olduklarını bile bile onlar ile karşı karşıya gelmeleri, işçi ve emekçilerin etkisinde oldukları/kaldıkları ideo- lojik politik düşüncelerin sınıfın nesnel çıkarları ve somut talepleriyle karşıtlık gösterdiği koşul- larda, sosyal sınıf kaynaklı etken ve istemlerin önünde sonunda baskın çıktığını gösteren aktüel örneklerden biri oldu.
Devlet/hükümet yöneticileri ve üst bürokrasi, patronlar ile işbirlikçi sendika yönetimi, hemen her işçi eylemi karşısında olduğu üzere dini ve milliyetçi ideolojik etki ve önyargılar dahil işçi ve emekçiler için mücadeleden caydırıcı, tereddü- de düşürücü ne kadar gözbağcı ideolojik unsur varsa, tümünü devreye koyarak, işçilerin “mu- hafazakâr milliyetçi kimlikleri”ni, onların eylem- lerinin ve burjuva çıkarlarıyla karşıtlık içindeki taleplerinin karşısına çıkardılar. MAKO Genel Müdürü’nün “Ramazan-oruç-namaz birliği” mealindeki çağrıyla işçileri, kendi talepleri için başlattıkları eylemi sonlandırmaya ikna etme girişimi ve ardından, farklı sınıfların farklı çıkar- larına bağlı eylemlerine uygun düşen bir tutum- la direnişçi işçilerin işten atılmasının gündeme gelmesi, örneklerden sadece biri idi. “Müslüman kardeşliği” üzerine patron temsilcilerinin yü- rüttükleri propagandanın tekil örneklerle sınırlı olmadığını; tekelci burjuvazinin çıkarlarını tem- sil eden sermaye partileri sözcü ve yöneticileri tarafından devlet/hükümet kademelerinde ve “sivil yaşam alanları”nda sürdürüldüğü; dini söylem ve ritüellerin halk kitleleriyle ilişkilerde bu kesimler tarafından kullanıldığı bilinen bir gerçekliktir. Grevleri yasaklayan hükümetler ve onların partilerinin; işçi eylemleri ve halk di- renişlerine saldıran silahlı devlet güçlerinin ve onların sözüm ona sivil yardımcılarının; eylem- lere girişmemeleri ya da giriştikleri durumlarda da bir an önce sona erdirmeleri çağrısı çıkaran
patronların büyük çoğunluğunun –bunların bir bölümünün yabancı sermaye ve uluslararası te- keller bağlantılı olmaları buradaki tartışmamız yönünden sorunun esasını değiştirmiyor– ve ka- pitalistlerin işçi sınıfı içindeki işbirlikçiliğini sen- dikacılık olarak yapan patron sendikacılarının hemen tümünün, işçiler başta olmak üzere halk kitleleriyle ilişkilerini “Müslüman olma” söylemi eşliğinde kurmaya çalıştıkları, gizli-saklı değildir. Bu ‘karakteristik’ özellik, “Siyasal İslam”ın ka- pitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ‘hemhal oluşu’nun markası haline gelmiştir. İşçi ve emek- çilere biat etmeleri, yönetenlerin; devlet ve hü- kümetin ve “işverenler”in sözünden çıkmamala- rı, sadece “dini vecibe” olarak telkin edilmez; bu yönlendirici ideolojik zehrin yeterince uyuşukluk sağlamadığı durumlarda, polis, jandarma, yasa, idari yetki vb. gibi susturucu zor unsurlarıyla takviye edilir.
“Siyasal İslam”ın –ki siyasal karakter taşı- mayan bir dini ve İslami ideolojiden söz etmek mümkün değildir– ve aslında dini ideolojinin tüm biçim ve türlerinin evren-dünya-toplum ve insan üzerine ya da hakkındaki söylemi, suskunluğu ve boyun eğmeyi salık verir. İnsanın –ve top- lumların– “var”lığa “gelişi”ni ve yaşamını onun kendi iradesinden bağımsız ve iradesine rağmen “Ol!”denilerek oluşturulmuş değişmezlik olarak gösterir. “Varlıkların Öz Varlığı” tarafından belir- lenmiş bu “oluş”ta, insanın; dünyasal varlıkların ve evrendeki her şeyin kendi(leri)ne emrolunan dışında herhangi ilişkilere girmeleri, düşünsel-fi- ziksel etkinlikte bulunmaları yaratıcıya şirk koş- ma türünden “küfür” ve “bidat” nitelemesiyle reddedilir.
İslami düşünüş ya da daha doğru deyiş- le inanç sistemi, “kul”u, “kader”e ve “kaza”ya inanma yükümlülüğüyle zorunlu gösterir ve aklın da bunu onaylamasını ister. Her şey, tüm gelişme(ler); olanlar ve olacak olanların tümü “Allah’ın iradesi”nin ürünü ve “istemi”nin so- nuçlarıdır! Buradan çıkarılan ya da varılan so- nuç odur ki, “verilen” ile “yetinmeli”; içinde bulunduğu durum ve koşullara hoşnutsuzluk gösterilmemeli, “hayır ile şer’in”; var ile “yok”un varoluşunun nedenlerini araştırarak sapkınlığa düşülmemeli; aksine verili ya da gelmekte olan
eksiksiz bir iman ile karşılanmalıdır! İnsanı-”- kul”u ve eylemlerini yaratanın iradesiyle bağlı tutan bu düşünüş/iman ediş tarzında, insanın kendi iradesiyle hiçbir şeyi yapamayacağı; ak- sine onun “cuz-i iradesi” dahil her şeye “İlahi İrade”nin karar verip hükmettiği görüşü esası oluşturur ve insani iradenin “kötü” kullanışı üzerine “sure”lere işaretle, onların kalplerinin “Allah tarafından arıtılmadığı” ileri sürülür ve bunun cezasının da “ahiret”te çekileceği söy- lenir. Bu iman ediş/düşünüş tarzına göre, önce Birleşik Metal İş üyesi metal işçilerinin, ardın- dan Renault başta olmak üzere, Ford, Tofaş, Mako, Türk Traktör vb. gibi işletmelerde işçile- rin, ücretlerinin artırılması ve sosyal haklarının iyileştirilmesi vb. talepleriyle başlattıkları direni- şi, ya “her şeye karar verici ve hükmedici İlahi İrade”nin istemleri doğrultusundaki bir gelişme saymak ya da işçilerin bu eylemleriyle mutlak hakim ve belirleyici iradeye karşı da bir isyana kalkıştıklarını düşünmek gerekir. Bu durumda da üç şey akla gelir: a-) işçilerin ve sadece onla- rın da değil patronlarıyla sendika yöneticileri ve devlet-hükümet güçlerinin birbirleriyle karşıtlık gösteren eylemlerinin “İlahi iradenin kararı ve uygun görmesi”yle gerçekleştirildiğine inanmak ve bununla bağlı olarak eylemlerin her türlü so- nucunu “kader böyleymiş” denilerek kabullen- mek; b-) “iyiden, güzelden, haktan, adeletten yana olduğu”na inanılan bu “irade”yi, “varlığı ve eylemleri” nedeniyle kuşkuyla karşılamak; c-) ve ya işçilerin “durup dururken” ve “göksel bir sesi işiterek” ya da görüp bilmedikleri herhangi bir kaynaktan emrolunan “yapın!” çağrısı ol- maksızın, bizzat kendilerinin, içinde bulundukla- rı koşullarda yaşamlarının giderek kötüleşmekte olduğunu görerek durumlarını değiştirme iste- ğiyle; patronlarıyla iktisadi-sosyal ilişkilerinde kendilerinden yana bir kazanım sağlayarak ça- lışma ve yaşam koşullarını biraz olsun iyileştir- mek üzere; ve en ileri olanlarının önde yürüme- leriyle “sınıfsal” bir tutum içine girdikleri kabul edilecektir. Kuşku götürmeyecek ölçüde gerçek- likle örtüşen odur ki, işçiler, taleplerinin reddi üzerine harekete geçmiş, kendilerine dayatılanı reddederek durumlarını iyileştirme amaçlı bir eyleme girişmişler; içinde bulundukları durumu
görerek, bu durumun bilinciyle ve düşünüp taşı- narak hareket etmişlerdir. Tümüyle insanal bu tutum ve eylemi işçilerin iradeleri dışı saymak; bu durumda, onların kendi eylemlerinin özneleri olmaları gerçekliğine göz kapamak olacaktır ki, bunun inandırıcı olması için hiçbir neden yok- tur. Kendilerini çoğunluk olarak “Müslüman” ve “milliyetçi” olarak adlandırmalarına ve kendileri gibi “milliyetçi-ülkücü” ve “İslamcı” kapitalist iş- letme sahipleriyle bu aynı ideolojik-teolojik for- masyonlar aracıyla ifade etmelerine karşın; pat- ronlarıyla kavgaya tutuşan işçilerin, söz konusu eylemlere “İlahi İrade” tarafından sürüklendikle- rine dair bir inançları da, en azından bu somut örnek açısından söz konusu değildir.
Bu böyle ise ama, ortaya çıkan işçi direniş- leri, protestoları ve grevleri bağlamında “Müslü- man ortak paydası”nın işçi sınıfı ve emekçiler ile, onlara hükmeden burjuva iktidarları ve ka- pitalistlerin “birleştirici formasyonu” olması, en hafifinden söylenirse, kuşku götürür demektir. “Hepimizin Müslüman”lığı; hepimizin “birliği”- ni sağlamak bir yana, onu simgelemekte dahi yetersiz ve geçersiz kalmıştır ve kalmaktadır. “Müslüman” patronlarla (Renault-Ford-Tofaş vb. gibi işletmelerin uluslararası sermaye bağlantılı ve Hıristiyan patronlarının olması saklı kalmak üzere) onların “Müslüman” politik temsilcileri ve silahlı devlet korucuları, düşük ücret, kötü çalış- ma ve yaşam koşulları ve sosyal hak yoksunluğu gibi tümü de daha fazla kâr sağlamaya hizmet eden uygulamalara mahkum tutmak istedikleri “Müslüman işçileri”ne karşı siyasal zor ve po- lisiye güç kullanmak dahil her türlü saldırı yön- temini devreye koymaktan kaçınmamaktadırlar. Ortada “Müslüman ortak değerler” söylemiyle bağdaşmayan farklı sınıfsal çıkarlar sorunu var- dır. İşçiler ile kapitalistleri karşı karşıya getirerek birbirleriyle mücadeleye sürükleyen, tam da bu farklı ve uzlaştırılamaz (sömüren-sömürülen) sı- nıfsal çıkarlardır. Bu somut durum ve toplumsal gerçeklik demek ki, “Müslüman evren telakki- si”ni ve onun “bütünsel nizam sağlama” (Murat Erol, Notlar dergisi s. 2, sf. 102) iddiasını bizzat kendi “İslam Dünyası”(!) özgülünde ve pratiğin-
de de geçersiz kılmaktadır. Böylesi bir “bütün- lük” yoktur ya da ondan ancak tahayyülen söz edilebilir.
GERÇEKLERİN HÜKMÜ; DEĞİŞEN KOŞULLAR VE ‘NEOLİBERAL İSLAMCI’LIĞIN AKŞAM VAKTİ!
Son otuz beş yılın son on üç yılında gerçek- leştirilen ve uygulayıcılarının ifadesiyle “on yılla- ra bedel” saldırıların tümünde, Erdoğan’ın baş temsilcisi olduğu muhafazakâr milliyetçi (Türk şovenisti) ve Müslüman “kimlik” sahibi yönetici kastın imzasının bulunması, “Siyasal İslam”ın – onun “radikal-terörist” ya da “Ilımlı” oluşu bu noktada sorunun esasını değiştirmez– işlevini açık hale getirmiştir. “Neoliberal ekonomi po- litika”yı bütün “acımasızlığı”yla uygulamaya geçirenler “Müslüman kapitalistler” ile onların siyasal temsilcileri; devlet/hükümet yöneticileri olmuşlardır. Kapitalist sömürüyle; kapitalizmin “adaletsizliği”, özgürlüksüzlük ve eşitsizlik üre- ten sistem olmasıyla sorunları yoktur. İktidarları süresince emperyalist ekonomi politikalara ara- cılık ve işbirliği üzerinden özel servet ve serma- yelerini büyütmek, kapitalist vurgundan daha fazla pay kapmak, arazi-arsa-inşaat vurgunu yapmak, devlet ihaleleri aracıyla ve vergi-kredi kolaylıkları üzerinden kendi sermayedarlarını güçlendirmek asıl işleri oldu. Bu ise, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin sisteme bağlı ve yedeklen- miş olmaları durumunda gerçekleştirilebilirdi ve bunu gerçekleştirmek üzere, ideolojik mani- pülasyonların yanı sıra fiziki saldırı ve baskıyı eksik etmediler. En yakın örneğine Metal di- renişlerinde tanık olunduğu üzere de, polis ve Çevik Kuvvetler işçi direnişlerini bastırmak için fabrikalara sokuldu; işçiler “der-dest edilerek” dize getirilmeye çalışıldılar. Direnişçi işçilerin ço- ğunluğunun kendilerini “muhafazakâr milliyetçi ve Müslüman” olarak adlandırmaları, bu saldırı- ların engeli olmadı/değildi ve olmayacak.
Bir kez daha kanıtlanan odur ki, belirleyici olan ideolojik yakınlıklar, aynı etnik kökenden ya da siyasal görüşten olup olmamak değil, mülkiyet ilişkileri; üretim araçları karşısındaki konum ve sınıfsal farklılıklarla bunlara denk dü-
şen çıkarlardır. Kapitalist “piyasa ekonomi(si)”, burjuvazinin tüm öteki temsilcileri için olduğu gibi, “Muhafazakâr demokrat” İslamcıların da sığındıkları bir “itikat mağarası”dır. Bu “mağa- ra”nın işçi ve emekçiler için, onlar hangi din ve mezhebe “bağlı” olurlarsa olsunlar ya da dini ideolojiyle bağlarının zayıflığı/güçlülüğünden bağımsız olarak ve yine etnik-ulusal kimliklerin- den “azade olarak” kabus yüklü bir alan olduğu; ekonomi ile politika ve ideoloji arasındaki ilişki- ler tarafından tüm kapitalizm tarihi boyunca ta- nıtlanmıştır. “Siyasal İslamcılar”ın “adalet, hak, hukuk, kalkınma, refah ve paylaşım” üzerine söylemle kitleleri yanlarına almaya çalıştıkları; bunu da önemli oranda başarabildikleri doğru- dur, ancak bunun, onların kapitalist piyasa eko- nomisi olarak da ifade edilen kapitalist ekono- mi sistemiyle “karşıtlık”larıyla değil, onu “ihya edip” sürdürmek üzere kolları sıvamalarıyla ilişkisi vardır. “Siyasal İslam”cı pratiğin yeniden kanıtladığı, herhangi toplumsal sınıf ve kesimle- rin birbirleriyle ilişkilerinde bağlayıcı unsur, dini inanç ve etnik köken olmaktan önce ve esas ola- rak hangi sınıftan olunduğu ya da hangi sınıfın yanında durulduğudur. Bundandır ki, emek güç- lerinden başka üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan işçiler, emek güçlerinin “karşılığı” ola- rak ödenen ücretlerinin artırılması ve kendilerini
patronlarla hükümete peşkeş çeken sendika pat- ronlarını defetmek üzere direnişe geçtiklerinde, karşılarında hükümet/devlet gücünü, patronları ve sendika ağalarını “birleşik gerici güç” ola- rak görmüşlerdir. Erdoğan ve AKP’sinin başını çektiği “Siyasal İslam”cı politika ve güçler için bağlayıcı olan esas hareket ettiricinin kapitaliz- min “nimetleri” olduğu, böylece bir kez daha kanıtlanmıştır. İşbirlikçi güçler (büyük sermaye sahipleri ve onların devlet/hükümet yöneticile- ri), “İslamist hükümet” yönetiminde devlet gücü (polis, özel besleme güvenlikçiler, MİT’çiler, ajan provokatörler) ve patronlar (yerli-yabancı) aynı safta yer almış, işçilerin karşısında “sınıf tutu- mu” almış; “sınıf birliği” oluşturmuşlardır.
Öte yandan bütün bu yaşanmışlıklar ve ya- şanmakta olanlar işçi sınıfının saflarında –ve yaşam alanlarını korumaya çalışan halk kesim- leriyle özgürlük ve demokrasiden yana olanların eylemleriyle açığa çıktığı üzere– giderek daha yaygın halk muhalefetine doğru genişleyen bir mücadele istemi ve “birikimi” de yeniden be- lirginlik kazanmaya başlamıştır. Bu birikim ve mücadele isteği, gerici barikatların aşılması için sadece olanakların değil güçlerin de artan şekil- de büyümekte olduğunu gösteriyor.
‘KAPAN’DAN ÇIKARAK KUŞATMAYI YARMAK MÜMKÜNDÜR!
“Neoliberal” salgın, şimdi, denebilir ki, yeni- den bir “kalkışma zamanına hazırlanma” eğili- mine giren işçi hareketi tarafından yumruklan- maya başlanmıştır. Metal direnişleriyle birlikte yeniden görülen, “neoliberal” saldırganlığın uzun on yıllarda yarattığı yıkıma ve onun etki- lerine karşı savunma ve hak alımı girişimlerinin, bu saldırganlığın kumanda merkezinde yer alan “Siyasal İslam”cı iktidar ve güçlere doğru da genişleme potansiyeline sahip olduğudur. “Ha- run idiler – Karun oldular!” öz sözünde ifadesini bulan bir gelişme ve tepki birikimi nedenli ola- rak onun da darbe yemesi önlenemez hale ge- lecektir. Bu kez direniş seslerinin geldiği yer(ler) in, makineli üretimin teknolojik gelişmelerden en ileri düzeyde yararlanılarak yapıldığı fabrika ve işletmeler olmaları, “muhafazakâr milliyetçi”
ideolojik etki altında olan ya da kendilerini öyle addeden metal işçileri çoğunluğunun, patronla- rına, Türk Metal’in sendika ağalarına ve hükü- met gücünün temsilcilerine (siyasi ve polisiye) karşı hemen her yerde komiteler de kurarak direndikleri eylemler ‘zinciri’nin başka şeylerle birlikte sınıf “kimliği”nin “neye kadir olduğu”- nu dost-düşman herkese yeniden anımsatmış olması, böylesi bir gelişme eğilimini de işaret etmektedir. İşçi hareketindeki gelişmeler, bütün kuşatılmışlığına karşın burjuva “kapanı”ndan çıkaracak; burjuva ideolojik-politik ve kültürel kuşatmayı yaracak sosyal güç açısından, bunun yolunu açacak araç ve yöntemlerin geliştirilmek- te olduğunu gösteriyor.
Modern ve hızlandırılmış üretim biçimleri- nin en yoğun ve sistematik olarak uygulandığı otomotiv, demir-çelik vb. işletme işçilerinin et- kisinde oldukları politik-ideolojik görüşlerin engelleyici karakterine karşın, hakları için –ki bunu doğuran, işçilerin kapitalistlerle doğrudan
üretim sürecindeki ilişkileridir– birlikte direnişe geçmeleri, bu yolun açık olduğu veya açılmakta olduğunu gösteriyor. Fabrika ve işyeri komitele- rinin kurulması ve işletilmesi, işçi inisiyatifinin mücadele içindeki gelişmesinin örnekleri ara- sındadır. Patron sendikasının temsilcilerine ve yöneticilerine çıkarılan reddiye ve bu “mafya sendikası”ndan toplu istifalar, işçilerin hakları için mücadeleye karar verdiklerinde, bunun için eyleme giriştiklerinde, kendi pratikleriyle dost ve düşmanlarını daha iyi görme ve tanıma gibi bir “deneyim”den de geçerek, sınıf düşmanlarına karşı kendi sınıf birliklerini örme yönünde daha kararlı davrandıklarının göstergelerinden biri- dir. Bu mücadelelerden geçerek işçiler –ve işçi sınıfı–, sınıf bilinçli sınıf; kendisiyle birlikte tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadele eden sınıf; sömürü ve baskının her türüne karşı mücadele ederek toplumun tüm ezilenlerinin kurtuluş mü- cadelesine öncülük yapan sınıf konumuna yük- selecektir. İleri, sınıf bilinçli unsurlarının bu mü- cadeledeki kararlılıkları, inisiyatifli çalışmaları;
ileri kesimler ile daha geriden gelenler arasında sağlayacakları –ve mutlaka sağlanması gereken– mücadele birliğini geliştirme tutumları, böylesi durumlarda daha da önemli hale gelmiştir. Kı- sacası, tekelci burjuvazinin, emperyalistlerin ve onların dolaysız/dolaylı sözcüleriyle birlikte yedeklenmiş liberal ve sınıf inkârcısı ideolog- larının daha karamsar olmaları için koşulların daha da olgunlaşmakta olduğu; ve özgürlük, de- mokrasi ve sosyalizm mücadelesinin güç, mevzi ve dayanaklarını artırmasının olanaklarının ise genişlemekte olduğu söylenebilir. Metal direnişi olarak da ifade edilen son işçi eylemlerinin gös- terdiği budur ve bu gelişmeler “neoliberal İslam- cı” parti ve iktidarların kapitalizmi savunma ve emperyalist gericiliğe uşaklık etme politikaları nedenli olarak, işçi ve emekçilerin sadece mü- cadelesine değil, hak ve istemlerine de ördükleri “Müslüman, muhafazakâr milliyetçi” barikatının aşılması için de aynı şekilde olgunlaşan bir deği- şime işaret ediyor.
49