1. İÖDF KURULTAYI İÇİN MÜCADELE PLATFORMU TASLAĞI

İÖDF Kurultayı öncesinde Genç Komünistlerin hazırladığı “Mücadele Platformu Taslağı”nın tam metnini yayınlıyoruz. Ö.D.

İYÖ-DER’in İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu’ndan; o dönemde yapılmakta olan merkezileşme tartışmaları sırasında doğru olmayan tarzda ayrılmasından sonra; İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu’nda kalan diğer derneklerin ve burada yer alanların ortak çalışmasıyla, İstanbul Öğlenci Dernekleri Federasyonu biçimini alarak yerel anlamda merkezileşti
İÖDF’nin kuruluşu sırasında, hem ülkemiz, hem de dünya, canlı siyasi gelişmelere tanık oluyordu, Ortadoğu’da emperyalist bir savaş patlak vermiş, Türkiye’de işçi hareketi, Kürdistan’da ulusal özgürlük hareketi yeni ve önemli bir ivme kazanmıştı. Ülkede ve dünyada böylesine canlı siyasi olaylar yaşanırken konumuz olan İstanbul yüksek öğrenim gençliği ve onun var olan örgütleri bu hareketlerin neresindeydi?
Bu sorunun cevabının “o dönemde öğrenci dernekleri Boğaziçi Üniversitesi’nde merkezileşiyordu” olduğu açıktır. Yıllardır tespit edilip, üzerine tartışmalar yapıldığı gibi, öğrenci demekleri geniş öğrenci yığınlarının değil, öğrencilerin siyasileşmiş gruplarının örgütleriydi. Kuşkusuz siyasileşmiş öğrenci gruplarının örgütlerinin, öğrenci yığınlarından uzak ve dönemin sıcak siyasal gündeminden ayrı olarak kümelenmesi onaylanamaz bir şeydi. Ancak var olan öğrenci dernekleri, demeklerde yer alanların çoğunluğunun iradesiyle merkezileşme çalışmalarına başlarken, kuruluş aşamasından o güne kadar bu derneklerde yer alan bizler, görüşlerimizin öğrenci demeklerinde kabul edilmemesi karşısında- sağlıksız da olsa- platformu terk etmesi olanaksızdı. Çünkü bizler, öğrenci derneklerinin kuruluş aşamasında ve bütün faaliyetlerinde ve eyleminde yer almış ve öğrenci demeklerinde demokratik merkeziyetçilik ilkesini benimsemiştik. Ayrıca belirli dönemlerde taşıdığı kitleselleşme potansiyelinin yaratılmasında ve sonrasında, hatalarıyla-zaaflarıyla ve eksikleriyle bütünlüklü olarak bütün bir dönem boyunca-hep derneklerin içinde yer almıştık,
Öğrenci demeklerinin faaliyetinin genişlemesi, yeni çalışma ve örgütlenme biçimlerinin yaratılması, hareketin derinleşmesi ve zenginleşmesi ve öğrenci hareketinin derinleşmesi ve zenginleşmesi ve öğrenci hareketinin işçi ve halk hareketiyle birleşmesi gibi amaçları önüne koyan İÖDF’nin bu hedeflerine varması ya da en azından bu doğrultuda hareket etmesi ve tüm bu benzeri hedeflerin yaratılmasına katkıda bulunması (sağlıksız olarak merkezileşse de) olanaklıydı.
Böyle bir olanak her şeyden önce üniversite gençliğinin -dönemsel ve genel olarak- sorunlarının doğru tespit edilmesine, belirlenen acil istekler ve aktüel taleplerle gençlik yığınlarının birleştirilip harekete geçirilmesine, bunun yol ve yöntemlerinin aranıp bulunmasına ve İÖDF yönetiminin ısrarcı çabalarıyla, öğrenci demekleri ve onların içinde yer alanların ortaya koyduğu enerjiye bağlıydı.
İÖDF yeni bir kurultaya hazırlanırken, kurultay hazırlık döneminde gündemimize almamız gereken şey, geçmiş dönemin hatalarını iyi tespit etmek ve öğrenci gençlik mücadelesinin tarihinden dersler çıkararak, önümüzdeki dönemin görevlerini belirleyip, planlarını yapmaktır. Çünkü Deniz’lerin DÖB’ünden (Devrimci Öğrenci Birliği), ‘71’in DEV-GENÇ’inden ve 14 Nisan sürecindeki çalışmalarında öğreneceğimiz çok şey olduğu gibi, kendisine her gün daha da kararmakta olan bir gelecek hazırlanan gençliğimizin harekete geçme potansiyeli günbegün artmaktadır.

ÜNİVERSİTELERİN SORUNLARI VE ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN ACİL İSTEKLERİ
1- Üniversiteler, gerçekte ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, emekçi halk yığınlarının yararına harekete geçirilebilmesi amacıyla bilimsel faaliyetlerin yürütüldüğü kurumlardır. Ancak ülkemizde, üniversitelerin kumlusu, örgütlenişi ve bütün çalışmaları egemen sınıfların ihtiyaçlarına ve ülke ekonomisinin gelişimine uygun olarak yürümektedir.
2- Eğitim sistemi bilimsel olmadığı gibi, bilimsel bir eğitime de yaklaşamamaktadır. Üniversiteler, çoğu yaşamdan kopuk olan derslerin okutulduğu ve bunların ezberlendiği kuruluşlar haline dönüşmüş; öğrencilerin bir an önce okulu bitirmek amacıyla o vizeden okulu bitirmek amacıyla o vizeden bu finale koşturduğu, öğretim üyelerinin sınav kâğıtlarını okumaktan başını kaldıramadığı bir hale gelmiştir.
Son dönemlerde gündeme getirilen “Özel Statü Üniversite” projesinde beş üniversitenin holding patronlarının (Mütevelli Heyeti) yönetiminde ve onların çıkarına “bilimselleştirilmesi” planlanırken, kalan üniversitelerin ise liseleştirilmesi amaçlanmaktadır. Ortaya çıkan böyle bir görüntü üniversite öğrencileri içinde BİLİMSEL EĞİTİM talebini ortaya çıkarmakta ve bu doğrultuda ciddi bir çalışmayı ve mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
3- Öğrenciler var olan üniversitelerde yönetime katılamamakta ve yönetime katılma doğrultusundaki girişimleri zorla bastırılmaktadır. “Mütevelli Heyetleri” planıyla, tekellerin üniversite yönetimindeki etkisi daha da örtüsüz bir hale getirilmekte ve öğretim üyeleri, öğrenciler ve üniversite çalışanlarına anti-demokrat bir saldırı niteliğini taşımaktadır. Önümüzdeki dönem, Mütevelli Heyetlerine karşı mücadele etmenin ve “üniversite yönetimi öğrencilerden, öğretim üyelerinden ve okul çalışanlarından oluşan demokratik bir senatoya devredilmesidir” talebini yükseltmenin önemini ortaya koymaktadır.
4- Gerçekte ilköğretimden başlayarak tamamen parasız olması gereken eğitim; harçlarla, ders kitaplarına yapılan korkunç zamlarla, barınma ve beslenme sorunlarıyla maddi açıdan korkunç bir hal almakta ve “her kademede parasız eğitim” talebinin önemini ortaya çıkarmaktadır.
5- Bunların yanında, özellikle son dönemlerde Kürt ve Türk halkları arasındaki düşmanlığı körükleyen şovenist dalgaya karşı, Kürt gençlerinin ulusal özgürleşme taleplerini savunmanın ve bu konuda mücadele etmenin özel önemini dayatmaktadır.
6- Ayrıca kültürel ve sanatsal alanda da emperyalizme bağlanan ve yozlaştırılan üniversitelerimizde, üniversite öğrencilerinin bu ve diğer alanlardaki yeteneklerini geliştirmesinin araçlarının ve örgütlerin yaratılması, bu konularda yoğun ve üretken bir çalışma yürütülmesi gerekmektedir.
Bütün bu olgu ve olaylar üniversitelerde şu acil isteklerin savunulmasını gerektirmektedir.
1- Devletin, üniversitelerde her kademede müdahalesine son verilmeli ve üniversitelerde yaygın ve köklü demokrasi sağlanmalıdır.
2-Üniversite yönetimi; öğrencilerden, öğretim üyelerinden ve çalışanlardan oluşan demokratik bir senatoya devredilmeli, mütevelli heyeti uygulamalarına son verilmeli ve YÖK lağvedilmelidir.
3- Üniversitelerde bilimsel bir eğitim sağlanmalı, gerici-faşist eğitim sistemine son verilmeli, laboratuar ve bilimsel çalışma yapabilme alanları artırılmak ve “özel statülü üniversite” planı yasaklanmalıdır.
4- Eğitim parasız hale getirilmeli, hiçbir ad altında öğrencilerden para toplanmamak, ders kitap, araç ve gereçleri, barınma ve beslenme sorunları parasız olarak çözülmelidir.
5- Kürt öğrencilere, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinden yola çıkarak, anadilde eğitim yapma hakkı sağlanmalı, özellikle son dönemlerde yoğunlaştıkları resmi şovenist propaganda yasaklanmalıdır.
6- Okullardaki bütün jandarma ve polis birlikleri geri çekilmeli ve bir daha hangi gerekçeyle olursa olsun geri dönmemelidir.
7- Kaynağını cins ayrımcılığından alan, bayan öğrenciler üzerindeki cinsel baskılara son verilmelidir.

İÖDF’NİN 2. KURULTAYI YIĞINSAL VE ÖRGÜTLÜ BİR GENÇLİK HAREKETİ YARATILMASININ GÜÇLÜ BİR ADIMI OLMALIDIR
İÖDF’nin 1. kurultayı; öğrenci gençliğin dağınık güçlerinin birleştirilmesinin, yeni güçlerle kaynaşmasının ve üniversite gençliğinin acil istekleriyle yığınsal olarak harekete geçmesinin güçlü ve önemli bir adımı olmalıdır.
İÖDF ve öğrenci dernekleri ve bunların içinde yer alıp faaliyet yürüten devrimci öğrenciler, kitle örgütlerinin kitlelerin dışında oluşamayacağını artık anlamak zorundadır. Gerçekte üniversite yukarıya doğru merkezileşebilir. İşte İÖDF böyle bir merkezileşmenin gerçekleşmesini sağlamak ve kitlesel bir hareketlilik yaratmak amacıyla güçlerini yeniden toparlamalı ve kitlelere yönelip onları örgütlemenin araçlarını yaratmak amacıyla, gelecek dönemin faaliyet planlarını, tartışmalı ve ortaya koymalıdır. IÖDF ayrıca, egemenlerin işçi sınıfına, halka ve Kürt halkına ve gençliğe yeni ve güçlü bir saldın düzenlemek amacıyla gündeme getirdikleri “erken seçim”in ardından gelecek olan saldırılara karşı gençliği daha sert ve tayin edici mücadelelere hazırlamalıdır.
Ülkemiz egemenleri özellikle son dönemlerde, emperyalizme daha çok bağlanmanın ve ülkemizi özellikle ABD emperyalizminin halklara karşı bir saldırı üssü haline getirmenin ve bu amaçla, emperyalizmin çıkarları için halkların düşmanlığının körüklenmesi ve kışkırtılması anlamına gelen şovenizmin propagandasını ve Kürt ve Türk halkları arasında düşmanlığı körüklemenin planlarını yapmaktadır. IÖDF gelişmekte olan şovenist dalgaya karşı kitleleri uyarmak ve anti-emperyalist, anti-şovenist mücadeleye ve onun araçlarının yaratılmasına özel bir vurgu yapmalıdır,
YAŞASIN ÖZERK-DEMOKRATİK-BİLİMSEL ÜNİVERSİTE MÜCADELESİ!

Ocak 1992

“Eğer kazanmak istiyorsanız Lenin gibi çalışın, Lenin gibi savaşın”

Bütün zamanların en büyük ihtilalcisi Lenin, altmış sekiz yıl önce 21 Ocak 1924’te öldü.
Marks’ın eserleriyle tanıştığı on beş yaşından itibaren bütün hayatını dünyanın yeni bir dünya olarak değiştirilmesi uğruna savaşa adamış olan Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin), ömrü boyunca, doğanın, toplumun ve bilincin bütün hareket biçimleriyle ilgilendi, bütün bilim ve sanat dallarıyla dünyanın değiştirilmesi pratiği arasında kurduğu büyük bütünlüğün gereklerini yerine getirerek yaşadı.
O, birçok özelliğinin içinde, hepsini kapsayan ve bütün bilgi, beceri ve yeteneğini dünyanın değiştirilmesi amacına yönelten ihtilalciliği ile anılmalıdır.
Lenin, yalnızca bir düşünce adamı, bir siyasal bilimci, bir eylemci, bir örgütçü olarak da değerlendirilebilir. Bütün bu özelliklerinin tek başına bir anlamı ve değeri vardır. O, daima büyük düşüncelerin, insanlık tarihinin en büyük beyinlerinin ürettiği en yüksek düşüncelerin gerçek izleyicisi, mirasçısı ve geliştiricisi bir düşünce adamıydı. O, dünya politika tarihinin tanıdığı en büyük politika teorisyeni ve örgütçüsüydü. Rus ve dünya proletaryasının büyük tarihsel eylemiyle birleşerek kendisini o eylemin öncüsü kılan koşullan en küçük zerresine kadar değerlendirmesini bilmiş benzersiz bir eylemciydi. Tarihin tanıdığı en komplike, en hareketli ve en sağlam örgüt olan Bolşevik Partisini yaratmış, örgütlenme konusunda geçerliliğini hiç bir zaman yitirmeyecek olan bilimsel bir teori kurmuştu. Ciltler tutan eserlerinde, doğanın, toplumun ve düşüncenin bütün hareket biçimlerine ilişkin yüksek düşünceler üretmiş, bilimin, sanalın, ekonominin, toplumbilimin birçok problemine çözümler getirmişti. Ama bütün bu özellikler ve değerler, tek tek birçok düşünce, sanat ve eylem adamın da, politikacıda bulunabilir özeliklerdir ve tek başlarına taşıdıkları etki yalnızca kendi alanlarıyla sınırlı kalır. Lenin’in ayırt edici özelliği, bütün bilgi, beceri ve yeteneğini tek bir bütün halinde ortaya koymasında, bütün ilgi alanlarını birleştiren ve her birini diğerine bağlayarak güçlendiren bir hayatın unsurları olarak bu özellikleri taşımasındaydı. Lenin, bir ihtilalciydi ve hayatının bütün birikimini yalnızca ihtilalci eylemin planlanması, örgütlenmesi ve hareket kazanması için kullanmıştı.
Gerçekte, bir devrimciyi sıradan insanlardan ayıran en önemli özelliğin, bütün zamanını devrimci eyleme adaması olduğunu öğreten Lenin, kendi hayatının yalnızca bütün anlarını değil, birikimi ve dehasıyla zenginleştirdiği gücünün tümünü de devrimci eyleme adamıştı.
İhtilalci eylem, dünyayı bir bütün olarak kavramayı, eylemin her alanını bu bütünün bir parçası olarak görmeyi ve her eylemin bir büyük bütüne bağlanmak demek olduğunu göstermeyi gerektirir. Lenin, bilim, sanat, politika, tarih, felsefe alanındaki bilgisi ve birikimiyle, yalnızca her parçanın önemini göstermekle kalmamış, bunun yanında, her parçanın ancak bir bütün oluşturabildiği zaman, bu bütünün de dünyayı ihtilalci tarzda değiştirme eyleminin içinde kurulabildiği zaman değer kazandığını da ortaya koymuştur.
Teorinin çeşitli alanlarındaki çalışmasının belkemiğini politika üzerine olan yazıları oluşturur. Gerek Rusya’nın sosyo-ekonomik yapısı üzerine yaptığı incelemeler, bilim, sanat, felsefe üzerine yaptığı çalışmalar, gerekse bir örgütçü olarak kurduğu Bolşevik Partisi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, O’nun her adımını hesaplayarak attığı büyük planlarının bir parçası olmuşlar ve o dünyayı değiştiren büyük eylemin, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin başında dururken, aynı zamanda yeni bir bütünlük olan yeni bir dünyayı, işçilerin dünyasını kurmuştur.
İhtilalciliğin yalnızca yıkıp yakmak olarak anlaşıldığı eski ve kendiliğindenci anlayışa karşılık, O dünyayı değiştirme planını bir yeniden kurma planı olarak geliştirmiş ve uygulamıştır. Lenin, Marksist teorinin yalnızca bir uygulayıcısı değildi; aynı zamanda Marksizm’i geliştiren ve çağın koşullarına uygun hale getiren bir devrimciydi. Ekim Devrimi’nin baştan sona planlayıcısı ve yöneticisi olarak oynadığı rol, onun bu niteliğini açığa çıkarmaktadır.
Kitlelerin kendiliğinden eyleminin sosyalizmi kurmaya yeteceğini, ya da en azından bir ihtilalin başarıya ulaşmasını sağlayacağını düşünen ekonomistler, Lenin’in tezlerinin karşısında, örgütsüzlüğü ve plansızlığı savunuyorlardı. Lenin, büyük tartışmalara yol açan eseri “NE YAPMALI?”yı, bütün zamanlar boyunca ihtilalcilik yapacak herkes için geçerli kalmaya devam edecek olan temel perspektifini ortaya koymak ve o günkü muhaliflerine karşı savunmak amacıyla yazmıştı. Buna göre, kitlelerin devrimci eylemini yönetecek ve yönlendirecek bir devrimci parti olmaksızın, bu partinin programı ve planları kitlelerce benimsenip uygulanır hale gelmeksizin ihtilalin başarıya ulaşması imkânsızdı. “NE YAPMALI?”nın tezlerine muhalefet edenlerin göremedikleri en önemli nokta, ihtilalin bütün sosyal hareket biçimlerini birleştiren ve yönlendiren bir siyasi çalışma üzerinde yükselebileceği gerçeğiydi. Bu eserinde ileri sürdüğü tezler, örgüt, ajitasyon ve propaganda çalışmalarının nasıl birbirine bağlanacağını ortaya koyuyordu. Yalnızca ihtilalci proleter harekelin siyasi örgütlenmesinin sorunlarının tartışılması gibi görünen bu eser, aslında, bir bütün kurmanın ilkelerini parti faaliyeti üzerinde göstermektedir. Lenin, burada koyduğu temel bakış açısını, hayatının sonuna kadar bütün eylemlerinde uygulamıştır. Onun eyleminde, hiç bir şey tek başına, rasgele, geçici, öncesiz ve sonrasız değildir. İleri sürülen her yeni tez, ileri doğru atılmış her yeni adım, bir örgüt sorununun çözülmesi, bir toplumsal sorun hakkında yapılan analiz, öncekilere bağlıdır ve onların ya tamamlayıcısı ya da daha geliştirilmişidir. Bunlar daima, birbirine sımsıkı iç bağlarla bağlanmış ve daima bir bütün oluşturmuşlar, aralarında çelişmeler, tutarsızlıklar taşımamışlardır. Onun hiç bir düşüncesi ve eylemi rastlantısal değildir, ilk kapsamlı çalışması olan “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”nden, son yazılarına kadar, daima yeni bir dünya kurmakla olduğunun bilinciyle hareket etmiş, revizyonizme ve oportünizme karşı mücadelesinde olduğu kadar, işçi kitlelerinin kazanılması çalışmalarında da aynı tutarlı ve şaşmaz doğrultuyu izlemiştir. Felsefenin, politikanın, sanatın, bilimin, toplumsal ve tarihsel gelişmenin sorunları üzerine düşünceleri, daima tek bir noktada, dünyanın nasıl ve ne için değiştirilmesi gerektiği problemi eksininde birleşmişler ve her zaman bu değişmez sorunun çözümü için kullanılmışlardır.
Lenin, düşüncenin ve eylemin tutarlılığını yalnızca politik hayatında değil, özel hayatında da göstermiştir. O, bütün ihtilalciler ve teorisyenler içinde, özel hayatı bütün komünistlere eksiksiz örnek olabilecek tek ihtilalcidir. Bütün devrimci komünist önderler hakkında en akla gelmez iftiraları ve karalamaları sıralamakta tereddüt etmeyen karşı-devrimci propaganda, O’nun kişiliği söz konusu olunca, söyleyecek tek kelime bulamaz. Alçakgönüllülük, çalışkanlık, sabırlılık, cesaret ve fedakârlık, yoldaşlara ve sosyalizm davasına bağlılık, kısacası sosyalist ahlakın temel karakteristikleri, hem O’nun kişiliğinde dile gelmiştir, hem de sosyalist ahlakın hangi temel nitelikler üzerine kurulduğunu araştıran herkesin O’nun hayatına başvurmasını doğal kılacak kadar O’nun hayatında kristalleşmiş açık ve kuvvetli özelliklerdir.
Onun kişiliğinde, geleceğin insanı cisimlenmiştir.
Hemen hemen bütün burjuva politika ve devlet adamlarının çoğunluğu bakımından hayat, parçalara bölünmüştür ve her parça ayrı ayrı yaşanır. Yöneticilik, onlar için özel bir görevdir ve yönetmekten başka bir işle uğraşmayı küçüklük sayarlar. Çünkü burjuvazinin dünyasında, yönetenlerle yönetilenler birbirlerinden kesin bir biçimde ayrılmışlardır ye sınıflar mücadelesinin bir iktidar mücadelesi biçiminde sürdürülmesinin zorunlu oluşunun başlıca nedenlerinden birisi de budur. Oysa sosyalizmde, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrım, bütün halkın kendi kendisini yönetmesini gerçekleştiren siyasal araçların ve kitlesel iktidar örgütlerinin rolü ile aşılmıştır ve bu da, yönetici konumunda bulunanların aynı zamanda yönetilen, yönetilenlerin de aynı zamanda yönetici olmasının, başka bir deyişle yönetilenlerle yönetenler arasındaki ayrımın ortadan kalkmasının yolunu açmıştır. Lenin, bu yeni siyasal ve toplumsal hayatın kendi kişiliğinde görünmesine imkân veren bir karakterin sahibiydi. Eşi ve yoldaşı Krupskaya O’nun bu özelliğini anılarında şöyle anlatıyor: “Bir insan, tüm düşüncelerini, herhangi bir büyük, belirleyici soruna yöneltmek zorunda olduğunda, günde düzinelerce kez küçük sorunlara eğilmek son derece külfetlidir ve özellikle yorucudur. … İlyiç’in, ‘ufak tefek şeylerle’ nasıl uğraşmak zorunda kaldığını anımsadıklarında yoldaşlar, zaman zaman şöyle diyorlar: ‘İlyiç’i yeterince sakınmadık, ufak tefek şeylerle O’nu çok uğraştırdık, bütün bu küçük şeylerle O’nu huzursuz etmemeliydik.’ Bu herhalde doğrudur, ama İlyiç, ufak tefek şeylere önem vermek ve özel dikkat göstermek gerektiğini düşünüyordu, çünkü bu tam da Sovyet aygıtını, gerçek demokratik bir kurum, biçimsel demokratik değil, bilakis proleter demokratik bir kurum kılıyor. Ve İlyiç, tıpkı eskiden Parti inşasında, ajitasyon, propaganda örgüt sorunlarına nasıl yaklaşılması gerektiğini bizzat kendi örneğiyle yoldaşlara göstermek istediği gibi, Sovyet devletinin başında da devlet aygıtında nasıl çalışılması gerektiğini, devlet aygıtında her türlü bürokratizmin kökünün nasıl kazınacağını, Sovyet aygıtını kitlelere yakınlaştırmak ve kitlelerin güvenini kazanmak için ne yapılması gerektiğini de aynı tarzda göstermeye çalışıyordu.”
Bir devrimci komünistin hayatının değişik parçaları, birbirine karşıt ve bölünmüş alanları yoktur. Zamanının bir kısmını ihtilalci faaliyete, diğer kısımlarını da sıradan hayat biçimlerine ayıramaz. Siyasi hayatında bir komünist, özel hayatında sıradan bir kişilik olarak ilerleyemez. Lenin’in özel ve siyasi hayatı birbirinden ayrılmazdı ve parti içinde ne ise, dinlenirken, ava gidip eğlenirken, neşeli birkaç saat yaşamak için yoldaşlarıyla sohbet ederken de o idi. O’nun için dünyayı değiştirmek, devrimci bir tarzda dönüştürmek demek, başkalarının hayatında bir şeyleri değiştirmek demek değildi. O, politikada, teoride ve eylemde nasıl büyük bir bütünlüğün peşindeyse, özel hayatında ve devrimci eyleminde de lam anlamıyla bütünsel bir karakteri temsil ediyordu.
Günümüz dünyasında burjuva kapitalist hayat tarzı, insan kişiliğini parçalanmışlık, ikiyüzlülük, tutarsızlık ve bölünmüşlük olarak belirliyor. Sıradan insan için gündelik hayat, kendi kimliğini sürekli olarak kaybetme, sürekli bir yabancılaşma ve yok olma tehlikesiyle donatıyor. Bu koşullar devam ettikçe, bireysel bir kurtuluş yolu için sıradan insana hiç bir şans tanınmamıştır. Ancak hatırlanmalıdır ki, Lenin de doğuş ve yaşayış koşulları bakımından kapitalist dünyanın içindeydi. Buna karşılık. O, dünyayı değiştirme mücadelesinin örgütlenmesi ve bir sınıf hareketinin içinde işçi sınıfının bir önderi ve en karakteristik özelliklerini kendinde toplamış bir üyesi olarak yaşıyor, mücadele ediyordu. O’nun bilinçle seçtiği bu hayat tarzı, O’nu içinde yaşadığı toplumsal koşulların yıkıcı etkilerine karşı güçlü bir dirençle donatmakla kalmamış, o koşulların yıkılabilmesi için de büyük bir kuvvete sahip kılmıştı. Bu yüzden Lenin, yalnızca yaşadığı dönemin en büyük ihtilalcisi olarak değil, kendisinden sonraki çağların da aşılamamış bir kişiliği olarak kalmaya devam ediyor. O, bu yüzden tam anlamıyla “geleceğin insanı”dır.
Lenin, son nefesine kadar bir ihtilalci olarak yaşadı ve bir ihtilalci gibi, ölümle de dövüşerek öldü. Yakınlarının anlattığına göre, ölümünden hemen önceki günlerde, Jack London’ın “YAŞAMA HIRSI” adlı öyküsünü okuyordu. Orada, kutup soğuğu içinde, kilometrelerce buz bozkırını büyük bir açlık içinde aşmaya çalışan bir yolcu anlatılır. Yolcuya, aynı ölçüde aç bir kurt eşlik etmektedir. Onun düşmesini ve mücadele gücünü yitirerek kendisine kolayca yem olmasını bekleyen aç bir kurt! Buna karşılık, yolcu da, kurdun açlıktan tükenen gövdesinden kendisine bir solukluk can alabileceğini düşlemekte, onun tümüyle güçsüz düşeceği bir anı kollamaktadır. Bir an ikisi de, artık dirençlerinin tükendiği bir yerde, birbirlerinin ölümünü bekleyemez hale gelirler, kapışırlar. Yolcu, dişlerini kurdun gırtlağına geçirir ve onun kanıyla kendi hayatını kurtarır. Olağanüstü fantastik bu hikâyede, Lenin’in yaklaşan ölümü hakkında neler duyduğunu anlayabilmemize yardım edecek ipuçları vardır. Uzun ve güçlüklerle dolu bir hayatı olağanüstü bir çalışma gücü ve yaşama azmiyle aşmış bulunan Lenin, sınıf düşmanlarını her alanda yenmiş, burjuvazinin mutlak ve kaçınılmaz yenilgisini, kendi ülkesinde kanıtlamış, yeni bir dünyanın doğuşunun ilk müjdecisi olarak kurtulmuş Rusya proletaryasının kahramanca sosyalizmin inşasına girişliğini gören gözlerini artık kapamaya yaklaşmıştır. Buzlu bozkır yolculuğuyla O’nun dünyayı değiştirmek üzere çıktığı yolculuğun güçlükleri kıyaslandığında, hiç kuşkusuz yolcunun hayatı çok kolay görünecektir. Eninde sonunda yolcu, kurdun gırtlağını parçalayarak kendi hayatını kurtarabilmiştir. Lenin ise, bütün bir dünyayı devrimci tarzda dönüştürme mücadelesinin, her zaman yalnızca sıradan bir neferi, büyük tarihsel eylemin ortaya çıkardığı bir kişisi olduğunu biliyordu. Kendi ölümünün hiç bir şeyi sona erdirmeyeceğini, binlerce bozkırın geçilmesi ve binlerce kurdun boğazlanması gerektiğini de biliyordu. Fakat O, Krupskaya’nın anlattığı gibi, yalnızca düşüncesi ve bilgisiyle değil, kendi hayatıyla da herkese bir şeyler öğretmek, bir devrimci komünistin nasıl yaşaması ve nasıl mücadele etmesi gerektiğini göstermek istiyordu. Sorumluluklarının ve görevlerinin bir sınırı olmadığını, işçi sınıfının tam kurtuluşu ve dünyanın komünist bir dünya olarak yeniden kurulması savaşında yapılacak işin bitmeyeceğini, herkes için, her an ve her yerde büyük küçük binlerce görev bulunduğunu biliyor, daha çok çalışmak, daha çok savaşmak ve daha çok yaratmak istiyordu.
Ölümü nedeniyle Stalin, Lenin’in ardından şöyle demişti:
“Eğer kazanmak istiyorsanız, Lenin gibi çalışın, Lenin gibi savaşın.”

Ocak 1992

Dört Fotoğrafta Rosa

Bir insan… Bir devrimci… ve bir komünist.
O, soyadı söylenmeksizin hemen anımsanan tek kadındır.
Rosa bir kadındı ama öteden beri politikanın erkeklere özgü bir alan olduğuna dair sürdürülen ön yargıyı kendi eylemiyle yıkmış, devrimci mücadelenin en ön saflarında kadın kimliğiyle yer alabilmiş bir savaşçıydı. Kadınlara özgü kılınmış değerler ve uğraşlarla, erkeklere özgü olduğu kabul edilen değerler ve uğraşların özel bir sınıfsal çıkara uygun olarak birbirinden farklı kılındığı bir dünyada, bu iki cins arasında yapay olarak çizilmiş kaba ve kalın tarihsel sınırı kırıp aşarak kadın cinsiyetine özgü klasik tanımlamaları alt-üst etmiş ve ancak devrimci mücadele içinde, politik eylem aracılığıyla kadında yitirilmiş insanlığın geri kazanılacağını kendi öyküsünde göstermiştir.
O bir Polonyalıydı ama bir kaç parçaya bölünmüş ülkesinin sorunlarıyla çok yakından ilgilenmekle birlikte eylemini ve ilgi alanlarını doğduğu ülkenin sınırlarıyla daraltmamış, dünya sosyalist hareketinin bir parçası kılmış. O zamanlar uluslararası devrimci mücadelenin merkezi olan İkinci Enternasyonal’in en canlı, en etkin, en renkli yüzü olmuştu.
Çok genç yaşlarda, Polonya’da Proletariat Partisi’nde başlayan devrimci mücadelesi Rosa’yı çok geçmeden sosyalizm tarihinin en önemli kişilerinden biri haline getirecekti. Polonya’da büyük kentlerdeki aydınları kucaklayan bir parti olan “Proletariat” 1889 yılında Polonya’yı sarsan grev ve işçi eylemlerinin şiddetle bastırılmasından sonra dağıtılınca Luxemburg yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Önce İsviçre’ye, sonra da Almanya’ya geçti. Mülteci Polonyalı sosyalistlerin arasında sürdürdüğü örgütlenme çalışmalarından sonra kısa zamanda Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) katıldı.
Rosa’nın bundan sonraki yaşam öyküsü Polonyalı genç bir komünist kadının ulusal sınırlar içinde kalan mücadelesinin öyküsü değil, İkinci Enternasyonal’in en güçlü partisi olan SPD içinde yer alarak sürdürdüğü ulusal sınırları aşmış, dünya devrimci hareketinin etkin ve önemli bir parçası olmuş hem Polonyalı, hem Almanyalı, ama daha çok dünyalı bir komünist kadının uluslararası, devrimci mücadelesinin öyküsüdür.
O, kısacık yaşamına “birçok hayat” sığdırmış; bu hayatı yaşadığı dönemin toplumsal dinamizmiyle beslenen, açığa çıkan, gelişen yeteneklerinin bütün sınırlarını zorlayıp aşarak yaşamıştı. Hem bir ajitatör, hem bir örgütçü, hem bir militan, hem bir entelektüel-yazar, aynı zamanda gelişmiş bir doğa-bilimci, bir felsefe ve matematik tutkunuydu. Polonya’dan ayrıldıktan sonra ülkesinin ulusal sorunlarına karşı yazdığı ilk broşürü sayısız makaleler ve birçok kitap izledi. Devrimci eylemin gündemine gelen her sorun üzerine yazıyor, her konuda tartışıyordu. SPD içinde zaman zaman kesintiye uğrasa da parti yayın organlarının editörlüğünü üstlenmiş, militan mücadelesini kalemiyle güçlendirmişti”.
Lenin onu “O bir kartaldı” diye tanımlıyor. SPD’ye katıldığı ilk andan itibaren, bu Avrupa’nın en büyük ve en kitlesel partisi olarak tanımlanan partinin bürokratik ve hantal yapısını görmüş heybetli görünümüne, Kautsky ve Bernstein gibi ağır toplara ve etkili sözcülerine rağmen taşıdığı gizli kofluğa işaret etmiş, bazılarının kendisine “Polonyalı ithal devrimci” diye dudak bükmelerine karşın yılmadan savaşmıştı. Rosa yaratıcı ve dönüştürücü bir devrimciydi.
Bir insanın eylemini ve eylemi aracılığıyla kimliğini tanımlamak için, yaşamından öne çıkan bir kaç durumu fotoğraflamak yeterli olursa eğer Rosa da bir kaç tarihsel anla karakterize edilebilir. Ancak onun yaşamı, akıp giden süreç içinden seçilen bu anların kronolojik dizimi değildir sadece. Rosa’nın yaşamından seçilen durumların tarihsel önemi vardır. Bu durumlar yalnızca onun kişisel yaşamını tanımlamak açısından değil, bu yaşamın içinde sürdürüldüğü tarihsel ortamın çizgilerinin çizilmesini sağlamak açısından anlamlıdır. Rosa’nın kişisel öyküsü, içinde yaşadığı tarihsel ortamın ürünüdür ve bu tarihsel öyküyle sarmal haline gelir. Rosa bu anlamda bir tarih, tarih bu anlamda Rosa’dır.
Bernstein’la ve onun “kapitalizm Marx’ın farkına varmış olduğundan çok daha kuvvetli bir yaşama potansiyeline sahiptir” iddiasıyla başlayan revizyonizmin ve reformist önerilerin SPD içinde yarattığı çalkantıların tam orta yerinde durur Rosa. Yaşamından alınan birinci an Bernstein’in SPD’yi reformcu çizgiye ve karşı devrimci sallara sürükleme çabasına karşı dişe diş kavgaya girdiği andır. SPD saflarında tehlikeli uğultuların duyulduğu, parti birliğinin sarsıntıya girdiği günlerde kararlı Marksist tutumunda ısrarlı olarak gerici rüzgarlara karşı dimdik ayakta kalabilmeyi, üstelik bu rüzgara karşı dövüşebilmeyi başarmıştır.
Bernstein’ın kapitalizmin doğası ve sosyal demokrasinin rolü konusunda ileri sürdüğü savların bir bir çürütülmesi gerekiyordu. Hareket halindeki Alman işçi sınıfına reformlar peşinde koşmak, hukuksal düzenlemelerle yetinmek, sendikal mücadelede boğulmak, devletle uzlaşmak öneriliyordu. Rosa “Toplumsal Reform Ya Da Devrim” adlı yapılıyla sosyalist kampa sokulan burjuva virüsü bütün yönleri ve özellikleriyle tanımlayarak, onu açığa çıkardı. Bir statüko savunucusu olarak Bernstein’in kuramları ile burjuva değerler sosyalist karnaval elbisesi giydirilerek içeri sokuluyordu.
Bernstein’in revizyonizme karşı dövüşmesinden sonra, Luxemburg’un yaşamında seçilebilecek ikinci önemli an; birinci emperyalist paylaşım savaşının ufukta göründüğü, Sovyet devriminin ayak seslerinin yavaş yavaş işitilmeye başlandığı sıralarda İkinci Enternasyonale üye birçok sosyal demokrat partinin kendi ülkelerindeki burjuva savaş hükümetleriyle uzlaşmaya girdikleri ve birden bire “anavatan savunucusu” kesildikleri günlerde en yakın mücadele arkadaşlarını bu gruba kaptıran Rosa’nın bu ihanetlerle yalnız kalmasına karşın sosyal-şovenizme karşı dövüştüğü andır.
Bu tarihsel dönem akla karanın belli okluğu, revizyonizmin partiyi içten kemirip çökerttiği, yıkıntılarının üzerine burjuvaziyle işbirliği siyasetini tercih etmiş, bir ihanet partisine dönüşmüş SPD’nin oturtulmaya çalışıldığı dönemdir. Savaşa ve kendi ülkelerinin burjuvazilerine karşı tavır almak komünistler için bir kriter olurken başta Kautsky olmak üzere SPD’nin bazı liderleri saflarını proletaryanın yanında değil, Alman burjuvazisinin yanında belirleyerek, adlarını dönekler kitabına yazdırıyorlardı. Bu dönemde Rosa, Clara Zetkin’le birlikle Lenin’in yanında konumunu saptıyor, hem savaşa hem Alman burjuvazisine ve savaş hükümetine, hem SPD ve İkinci Enternasyonal içindeki sosyal-şoven işbirlikçilere karşı savaş bayrağını açıyordu. “Bu partide” diyordu “iki erkek kaldı; Clara Zetkin ve ben”.
SPD’nin yeni biçimlenmesinden sonra parlamentoda savaş kredileri ile ilgili yapılan oylamada sosyal demokrat milletvekillerinin Kari Liebknecht hariç tamamı lehte oy verirlerken, Liebknecht ret oyuyla SPD politikasından koparak Rosa Luxemburg’un muhalefet grubuna katılır. Bto tarihten sonra Rosa’nın ve Karl’ın eylemleri ve yazgıları ölümlerine dek ve ölümlerinde de iç içe geçer.
Başlangıçla SPD’den ayrılmayı doğru bulmazlar ama parti içinde adını “Spartaküs Birliği” koydukları bir muhalefet grubu oluştururlar.
SDP’nin ihaneti ve Alman burjuvazisinin politik çıkarlarına hizmet edecek biçimde tavır alması Alman işçi sınıfının devrimci eylemine zarar verecektir. Savaş yoğun bir kıtlık ve sefalet yaratmıştır. Devrimci eylem 1917 Rus Devrimi’nin gelişimine paralel olarak, ondan esinlenerek giderek gelişir. SPD bu süreçte işçi kitlelerinin dizginlenmesi ve disiplin allında tutulması işlevini görür; devrime ihanet eder. Rosa’nın yaşamındaki üçüncü an Alman işçi kitlelerindeki radikal hareketliliğin komünistler tarafından heyecanla abartılmasının ve eylemin boyutlarını aşan taktiklerin tespit edilmesinin zararlarını önceden görerek yoldaşlarını uyarmaya çalışmasına rağmen geride ve tarafsız kalmayı değil, ayaklanmanın içinde yer almayı tercih ettiği andır.
Almanya gibi kapitalizmin geliştiği bir ülkede devrimin olması Rus devriminin korunması ve dünya devriminin zaferi için önemli bir adım olacaktır. Ancak SPD için Almanya’da olası bir “Bolşevik devrimi” korkulu bir rüyaydı. Bu yüzden devrimci eylem baltalanmaya çalışıldı. Henüz küçük bir grup olan “Spartakus Birliği” duruma hâkim olamayınca Alman burjuvazisi devrimi kanla bastırdı.
Devrim günlerinin sonunda 15 Ocak 1919’da yoldaş Kari Liebknecht’le yakalanıp aynı gün öldürülüşleri bu iki devrimcinin fizik olarak yok edilişi anlamına gelir yalnızca. Bu ölüm anında bile edilgin değildir Rosa. Yıllar önce nasıl ölmek istediğini “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim” diye saptarken, onu ortadan kaldırmak için vahşi bir arzu duyanlardan daha çok söz sahibidir ölümü üzerinde. Nasıl yaşamayı tercih etmişse öyle yaşamış, ölüm biçimi de bir devrimcinin ancak öyle ölmeyi isteyebileceği gibi; görev başında, sokak çatışmalarının ortasında; oradan çekilip alınarak olmuştur. Bir nehre atılıp aylarca sonra bulunan bozulmuş, şişmiş, çürümüş cesedi Luxemburg’un kendi fotoğraf albümüne gerici Alman burjuvazisinin tutulmuş uşakları tarafından koyulmuş gibi görülür. Gerçekte ise öyle değildir. Yaşamında fikse edilmiş son görüntü, sön enstantane üzerinde Rosa’nın herkesten, ama herkesten daha çok belirleyici üstünlüğü vardır. Ölümü ve ölüm biçimi üzerine olan iradi tercihiyle o yine yenmiştir. “Devrimci mücadele içinde en iyisi olmak” biçiminde seçilerek yaşanmış bir ömrün yine seçilmiş bir ölüm tarzıyla bitirilişi bu yüzden anlamlıdır.
Luxemburg’un yaşamından alınan dört an, dört film karesi politik mücadele içinde kendini tanımlamaya çalışan bir kadının özgür ve bağımsız olmak için kavgaya soyunan bütün kadınlar için model olarak önlerine koyabilecekleri yaşam öyküsünün akışından yakalanmış ana uğrakları gösterir. Dört fotoğraf karesinin her birinin önünde, arkasında, yanında, dolayında tutkuyla yaşanmış binlerce ilişki, binlerce olaydan oluşmuş akıp giden ve seçilmiş anlara bağlanan başka yaşam parçaları vardır.
Yoldaşlarına duyduğu tutkulu bağlılık devrimci mücadeleye özverili adanmışlığının yanında aynı tutkularla başka ilgi alanlarına yönelişi yer alır. Biyografisinin yazarı, Peter Neul’e göre o tutkulu bir doğa-bilimciydi. Ve “asıl ilgisi botanik ve zoolojiydi. Yaşamını kaplayan bir çalışma olmasa da bu konulara karşı her zaman, neredeyse mesleki bir çekicilik duymuştu. Daha sonra özellikle hapishanede bir koleksiyoncunun ayrıntılı katalogculuğuna periyodik olarak geri dönecek ve sadece doğayı seven dostlarını teknik açıklama ve yorumlara boğacaktı”.
Her koşulda ve durumda tükenmek bilmeyen bir neşeye ve yaşama sevincine sahip olan bu büyük kadın evinde, kavgada, hapishanede; nerede olursa olsun bütün dostlarına bu neşeyi bulaştırır ve coşkusuna ortak ederdi. O, kadınların fiziklerine ve yeteneklerine karşı duydukları kuşku ve yetersizlik duygularını aşmış, bunun dışında, hemcinslerini kötürümleştirip, edilginleştiren bütün diğer bağları parçalamış ama politik mücadele içinde bir kadın olarak yer almayı başarmıştı. Nasıl tutkulu bir savaşçı ve devrimciyse aynı tutkuyla aşklar yaşıyordu. Bizim onun “özel” yaşantısına duyduğumuz ilginin nedeni, burjuvazinin öteden beri yaptığı gibi özel yaşam alanında ve ortak “kadıncıl değerler” düzeyinde bütün kadınların aynı olduğunu gösterip, sınıfsal çıkar karşılıklarıyla bölünmüş kadın kitlesinin soyut bir “kadınlık dünyası”nda eşitlenmiş olduğunun iddia edilmesinden, buna inanılmasından umduğu özel sınıfsal çıkar değildir. Rosa’nın özel yaşamını düzenleyiş biçimi, kadınca olan özellikleri yitirmeden duyguyla, coşkuyla ve aşkla mücadele edilebileceğini kanıtlar. O hemcinsleri gibi sevmekten, çocuk sahibi olmayı düşlemekten, rahat evlerden, şık giysilerden hoşlanır, sevgilisini kıskanır, şiddetle özler ve bunu ifade eder. Duygu dünyası onun kadın olan yönünü belirlerken, politik mücadele ise klasik kadın kimliğinden koparır. Rosa başından beri cinsiyeti tarafından belirlenmeyi, edilginliği ve bu nedenle yalnız kalmayı reddeder. Eylemiyle çoğalır, akar ve büyür. Rosa’yı bir bahçe gülü olmaktan çıkarıp “Rosa” yapan da özel bir kadın hareketi örgütçüsü olmamakla birlikte, kadınlara ihanet etmeden, devrimci kadınların karşısına hep bir tuzak gibi dikilen klasik erkek görünümünü bedenine ve davranışlarına içselleştirmeden siyasal mücadele içinde “en iyilerden biri” olmak için yola koyulmasıdır. Bu onu ve bütün kadınları anatominin kader oluşundan, tutsaklaştırışından kurtaran tek yoldur.

Ocak 1992

Kitap: Sosyalizm kazanacak!

Burjuva yaygaraların “sosyalizm öldü, iflas etti” çığlıklarının doruk noktasına ulaştığı günlerde Evrensel Yayıncılık’ın yayınladığı “Sosyalizm Kazanacak” adlı kitap, Bu saldırılara verilmiş bir cevap özelliği taşıyor.
Kitapta, okuyucu, sosyalizmin zafere ulaştığı ilk ülke olan Sovyetler Birliği’nde 1950’lerin ikinci yansından itibaren inşa edilmeye başlanan kapitalizmin yeni kimliğini, yeni koşullara ve değişen güçler dengesine uygun olarak büründüğü yeni biçimlerini inceleyen açıklayıcı bilgiler bulacaktır. Sosyalizmden kapitalizme geri dönüşün irdelendiği süreci ayrıntılarıyla anlama; sosyalizmi tasfiyeyle temellenen, bilimsel sosyalizmin, işçi sınıfı ideolojisinin amansız düşmanı modern revizyonizme karşı nasıl etkili savaşılabileceğinin ipuçlarını bulacaktır. Sınıf bilinçli işçi ve devrimci öncü modern revizyonizmin etkili olduğu uluslararası ve ulusal özgün koşulları kavrayarak yakın zamanda sosyalizmin en son kalesi Arnavutluk’un da kaybedildiği bu sürece gelinmesindeki eksikleri saptamalıdır. Bu aynı zamanda bundan sonra sosyalizmin kazandığı her mevziinin korunması, geliştirilmesi ve komünizme doğru kökleşmesi yolunda atılan adımları sağlamlaştıracaktır. 1950’lerin ikinci yansından itibaren restore edilmeye başlayan kapitalizm ideolojik planda Marksizm görüntüsü altında burjuva ideolojisini geliştirirken, merkezi planlama üretimi araçları üzerindeki devlet mülkiyetinin korunması: gibi sosyalist biçimleri muhafaza etti. Türkiye’deki çoğu siyasi sol akım, Sovyetler Birliği’ndeki tekelci kapitalizm üzerindeki en son sosyalist elbiseyi de attığı günümüze kadar, kapitalizmin uygulamalarını “sosyalizmin hataları” olarak görmekte direndiler. Buna karşılık devrimci komünistler, gerçekte devlet ve grup mülkiyetinin kapitalist koşullarda da mümkün olduğunu, kapitalist mülkiyet biçiminin faşizmden devlet kapitalizmine kadar çeşitli biçimlere bürünebileceğine dikkat çekerek her devlet mülkiyetinin kolektif sosyalist mülkiyet olmadığını söyleyerek ve Sovyetlerdeki kapitalizmin inşasının ‘50’li yıllarla başladığını savundular.
Modern revizyonizmin, komünist parti ve devrimci işçi hareketi içindeki sosyal temelini, proletarya saflarına diğer sınıflardan katılan aydın, memur gibi tabakalarla birlikte işçi sınıfı içinde palazlandırılan işçi aristokrasisiyle beslenen burjuva ideolojisi oluşturdu. Modern revizyonizm, bu burjuva ideolojisinin, sömürücü sınıfların tasfiye edildiği ülkelerde iktidara gelen burjuva iktidarının ta kendisidir. Kitapta sosyalizmin tasfiyesine ilişkin alınan ilk somut adımlara değinilirken o dönemde uluslararası plandaki şu gelişmelere dikkat çekiliyor:
2. Dünya Savaşı’ndan büyüyerek çıkan ABD emperyalizmi askeri alanda NATO, SENTO gibi; ekonomik alanda ise Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşlarda örgütlendi. ABD, Japonya, İtalya gibi ülkeleri de silahlandırarak Sovyetler Birliği’ne tam bir ekonomik, mali, ticari, askeri ambargo uygularken, Mc Cartizm örneğindeki gibi en temel burjuva demokratik özgürlükleri ayaklar altına alarak komünizme olan saldırılarını ideolojik cephede de yoğunlaştırdı. 2. Dünya Savaşı öncesindeki emperyalistler arasındaki güçlü çelişkiler savaş sonrasında azalarak emperyalistlerin sosyalizmi yıkmak için birleşik bir cephe oluşturmasıyla karakterize bir durum ortaya çıktı. Devrim cephesi uluslararası güçlerin değişen yeni durumuna uygun taktikler oluşturmak zorundaydı. Ancak modern revizyonizme verilen ilk taviz Sovyetler Birliği Eylül 1953 ve Temmuz 1955 Parti Merkez Komitesi Plenum oturumunda alınan “toplumsal üretimin bir bölümünün maddi teşvik adı altında mühendis, tekniker ve parti fonksiyonerlerine verilmesi” yolunda alınan karar oldu.
Kitapta toplumsal üretimin dağılımı ve bölüşümüne ilişkin 1917 Ekim devriminden sonra uygulanan sosyalizm ilkeleri sıralanırken, bilinçli işçi ve devrimci öncüdeki sosyalist uyanıklık ve bilincin nasıl diri tutulacağı üzerinde duruluyor. Bu ilkeler şöyle sıralanır: 1) Komünizmin birinci aşamasında herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre ilkesinin uygulanması, 2) Ortak toplumsal giderler için ayrılan fonlardan sonra toplumsal üretimin emeğin süresi ve yoğunluğuna göre bölüşülmesi, 3) Bütün memurların ortalama işçi ücretlerinden yüksek maaş almaması ve bunun iktidarda örgütlenmiş proletarya diktatörlüğünün ilkelerinden biri olarak ele alınması gerektiği. Hatta Lenin bir dönem proletarya kendi uzmanlarını yetiştirene kadar burjuva uzmanlara ödenmek zorunda kalınan yüksek maaşların proletarya iktidarının ilkelerinden verilen bir taviz olduğunu belirtir.
Kruşçevci revizyonistler 1956 Aralık’ında “Kişilerin putlaştırılmasına karşı mücadele” bayrağı altında bir konferans yaptılar. Onların aldıkları her karar Lenin ve Stalin’in savunduğu sosyalist ilkelerden sapma doğrultusundaydı. Stalin’in savunduğu meta üretiminin tüketimle sınırlı kalması ilkesi çiğnenerek, üretim araçlarını da metalaştıran karar; meta dolaşımının etki alanını genişletip kapitalist pazar ekonomisine geçişin ana uzuvlarını yarattı. 1958 yılında ise kolhoz mülkiyetini ulusal mülkiyet düzeyine yükseltmeyi hedefleyen sosyalist ilke de rafa kaldırılıp grup mülkiyetini güçlendirecek ve meta üretimini pazar için daha da geliştirecek olan makina ve traktör istasyonlarının kolhozlara devri gerçekleştirildi. 1965 ve 66’da yapılan reformlarla ise devletle işletmelerin ilişkisi, “işletmelerin, kazancın azamileştirilmesi ilkesine göre çalışma” ve karın bir bölümünün işletmelere bırakılması resmileşti. Bu uygulama aynı zamanda işçi ve emekçi örgütlerinin, üretimin örgütlenmesine ve çalışma koşullarının saptanmasına olan katkısının yok edilmesiydi. Görüldüğü üzere modern revizyonistler Stalin döneminde ne yapıldıysa tersini yaptılar, O neyi savundu ve yapılmasını istediyse tersini savundular ve uyguladılar.
Kitapta dikkat çekilen diğer bir nokta bilinçli işçi ve komünistin gözden kaçırmaması gereken Stalin’in de sık sık vurguladığı proleter devrimin bir ülkede zafer olanağı ile sosyalizmin kesin zaferinin birbirine karıştırılmaması gerektiğidir. “Sosyalizmin kesin zaferi ancak dünya ölçeğinde ele alınabilir ve dünya ölçeğinde sosyalizm güçler ilişkisinde kesin bir üstünlük sağlamadığı, emperyalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatma almadığı sürece sosyalizmin kesin zaferinden söz edilemez. Sosyalizmin kesin zaferi gerçekleşmediği sürece de proletaryanın gerek tek tek ülkelerde gerekse uluslararası alanda kazandığı hiçbir mevzi ve zafer tam bir güvence altında değildir.”
Günümüzde geri bir ülkede gerçekleşen sosyalist devrimin Sovyetlerdeki işçi ve emekçilerin yaşam düzeyini hızla yükselten yaşam koşulları, Arnavutluk komünistlerinin yakın zamana kadar büyük bir fedakârlıkla taşıdıkları devrim mücadelesinin kızıl bayrağı ve modern revizyonizme karşı verdikleri amansız mücadele her bilinçli işçi ve komünist tarafından hatırlanmalıdır. Lenin proletarya devriminin karşı karşıya olduğu tehlikelere değinirken, feodalizmin bağrından çıkarak kapitalist ekonomik ilişkileri hazır devralan kapitalizme göre devrimci proletaryanın sosyalist ekonomiyi kapitalizmin yıkıntıları arasında yeniden inşa etme zor göreviyle karşı karşıya bulunduğunu hatırlatıp, geriye dönüşlerin olabileceğine dikkat çekiyordu. Bu tehlikenin bugün gerçekleşmiş olması bilinçli işçi ve komünistlerin yenilgiden ders çıkaran bir devrimci tutum geliştirmesini sağlamalıdır. Çünkü Sosyalist Ekim devrimi de, Paris Komünü 1905 Rus devrimi yenilgisinden edindiği derslerle kendini eğiten proletaryanın devrimci atılımıyla gerçekleşti.
Bugünse sosyalizmin aldığı ölümcül yaralardan ders çıkarıcı bir tutum takınan bilinçli işçi ve devrimci öncünün devrimci atılımına bağlı kurulacak sosyalizm, şanlı Ekim deneyimi ve Arnavutluk sosyalist deneyimiyle güçlenmiş olarak bu kez daha sağlam bir temele oturacaktır. Türkiye ve ezilen ulus proletaryasının birleşik mücadelesinin ilerlemesinin biricik garantisi modern revizyonizme her türden reformizme karşı yürütülecek mücadeleye bağlıdır. Çünkü emperyalizmin artan sömürüsü işçi ve emekçileri her geçen gün yoksullaşma içine sürüklerken bu durum kendiliğinden işçi ve emekçiler üzerindeki politik uyuşukluğu kırmakta reformist ve revizyonist propagandaların yıkılmasının koşulları da olgunlaşmaktadır. Her geçen gün sömürünün olgunlaştırdığı koşullar er geç başarıya ulaşacak sosyalist bir devrimin yaklaşan ayak seslerinin koşullarıdır!
Sonuç olarak kitap, Kruşçev’le başlayarak, Gorbaçov’un “reformlarıyla noktalanan, sosyalizmin sistem olarak yeryüzünden silinmesiyle ve bütün sosyalist biçimlerin atılmasıyla sonuçlanan süreci genel çizgileriyle inceliyor ve bilinçli işçi ve komünistin çıkarması gereken derslere dikkat çekiyor.
Kitabın, bu süreci ve geriye dönüşlerin nedenlerini bütün ayrıntılarıyla ortaya koyduğunu söylemek zordur; kitabın da zaten böyle bir iddiası yoktur. Konunun bütün yönleriyle incelenmesi bu konuda yapılacak birçok araştırmanın konusu olmak durumundadır. Fakat kitap çok önemli bir başlangıç, önemli bir çalışmadır.

Ocak 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑