Kaostaki Türkiye

Ekonomik ve siyasal sisteminde az çok istikrar olan bir ülkede geleceğe yönelik; örneğin bir, hatta bir kaç yıl sonrasına ilişkin tahminlerde bulunmak kolaydır. Çünkü ekonomik ve siyasi veriler belirlendikten sonra, bunların diğer sorunlar ve dünyadaki gelişmelerle ilişki kurulup karşılıklı etkileri gözetilerek, gelecekle ilgili kestirimler yapılabilir. Bu; “hem egemen sınıfın ideologları, ekonomistleri ve politikacıları, hem de devrimci, demokrat, komünist muhalifler için geçerlidir.
Ekonomik ve siyasal sistemleri istikrarlı olmayan ülkeler için ise; ne egemen sınıfların temsilcileri ne de düzene muhalif olanlar için, çok yakın gelecekler için bile, kestirimlerde bulunmak oldukça güçtür. Elbette ki; ekonomik ve siyasal sisteme diyalektiğin gözüyle bakanlar için, gelişmelerin doğrultusunu belirlemek her zaman olanaklıdır, ama olay ve olguları sık sık yeniden yorumlamak, önceki tahminleri gözden geçirmek de bir zorunluluk olmaktadır.
Özellikle ekonomik ve siyasal sistemin krizinin, hızla derinleştiği dönemlerde ortaya çıkan olay ve olguları sık sık inceleyip tablodaki yerlerine oturtmak, olup bitenleri hızla değerlendirip mücadelenin iniş çıkışlarını anlamlandırmak için daha da önem kazanmaktadır.
Bu yüzden ÖZGÜRLÜK DÜNYASI, hemen her sayısında, ülke ve dünyadaki gelişmeler üstünde durmakta, olup bitenleri Marksist-Leninist perspektifle okuyucularına aktarmaya çalışmaktadır. Ancak, olaylar öylesine hızla gelişmektedir ki; zaman zaman aylık değerlendirmeler yetmemekte, yakın geçmişin olay ve olgularının birlikte ele alınıp yeniden yorumlanması zorunlu olmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında, gerek Türkiye’yi coğrafi bakımdan çevreleyen Rusya, Azerbaycan, Gürcistan ve Filistin’de çok önemli gelişmeler yaşanmış, yaşanmakta; gerekse Türkiye’nin dış ve iç politikasında uzun zamandır biriken olgular, belki bir kaç ay önce belirsiz ve tali gibi gözüken olgular, kendisini belirleyici olarak dayatmaktadır. Bu nedenledir ki; bazı şeylerin tekrarı pahasına Türkiye’deki gelişmeleri, ortaya çıkan eğilimlerin doğrultusunu bir kez daha ele almak gerekiyor.

YENİ DÜNYA DÜZENİNİN AÇMAZLARI
Reagan ve Gorbaçov arasında 1986’dan itibaren başlayan görüşmelerle gündeme gelip, Varşova Paktı ve SB’nin dağılmasıyla, ABD’nin patronluğunda yürütülen yeni dünya düzenini inşa çalışmasının ideolojik temeli bütün uluslara ve emekçilere; ebedi barış, uluslararası adalet, evrensel bir demokrasi vaadiydi.
İddia edilen şuydu: Sosyalizm; savaşın, eşitsizliğin, baskı ve terörün kaynağı olarak kapitalizmi göstermiş, dünyada barış içinde yaşayan, sömürüşüz ve baskısız bir toplum kurmak için kapitalizmin yok edilmesini savunmuş, ama kapitalizm karşısında yenilgiye uğramıştır. Oysa kapitalizmin bugün geldiği aşamada, kapitalizm ortadan kaldırılmadan, sosyalizmin öne sürdüğü ve gerçekleştiremediği ebedi bir dünya cenneti gerçekleştirilebilir. Üstelik bu, sosyalizmin iddia ettiği gibi, uzun bir geçiş dönemine gerek kalmadan hemen gerçekleştirilebilir.
Reagan ve Gorbaçov, her görüşmelerinde, medya tarafından şişirilip propaganda edilen “sürpriz” yeni anlaşma ve uzlaşma paketleriyle, barışa ve demokrasiye susamış işçi sınıfı ve halklara umut pompaladılar.
Varşova Paktı ve SB’nin dağılmasıyla, propagandanın anti-sosyalist motifi daha da yoğunlaştırılarak sürdürüldü. Dünya barışını sosyalizmin tehdit ettiği, şimdi ise sosyalizm ortadan kalktığına göre, barışı tehdit eden başlıca nedenin ortadan kalktığı iddia edilerek, yeni dünya düzenini kurma kampanyasına hız verildi. Artık, dünyada barış, esas olarak tesis edilmişti, ama kimi diktatörler, bazı küçük bölgesel sorunlar, barışı tehdit edebilirdi. Onlar da, artık, iyice ABD ve Batılı emperyalistlerin güdümüne giren BM aracılığı ile halledilebilirdi. Böylece, ABD, BM’yi paravan ederek dünyanın her köşesindeki anlaşmazlığa müdahale etme imkânını elde ediyordu. Körfez savaşı ve Somali’ye saldırıda bu “masum” gerekçe kullanıldı.
Yeni dünya düzeninin baş aktörü ABD yönetimi, şunu kabul ediyordu: Evet, geçmişte biz ve SB, komünizme ya da kapitalizme karşı savaş nedeniyle, pek çok ülkede cuntaları, faşistleri, gericileri destekledik. Ama bugün böyle bir savaş kalmadığına göre, artık bu türden cunta ve darbeleri desteklememiz için bir neden de kalmamıştır. Bundan böyle her ulus kendi kaderini serbestçe tayin edecektir!
Ancak bir istisna getiriliyordu: Emperyalistlerin çıkarlarına dokunabilecek önlemler alan ve alacak yönetimler “barış düşmanı”, “terörist” ilan ediliyordu. Bu çerçevede, ABD’nin Panama’yı işgali, Gorbaçov’un Romanya’da darbe düzenlemesi, Körfez savaşı, Somali’nin işgali; barış, demokrasi ve insan hakları adına yapılan haklı savaşlar, haklı müdahaleler kategorisine sokuldu.
Emperyalist politikacılar, diplomatlar ve ideologlar tarafından yönlendirilen bu propagandanın, unsurlarının derinleştirilip ideolojik bir “bütünlük” kazandırılması işini ise, daha çok, bir zamanların ünlü “Marksistleri”, burnundan kıl aldırmayan anti-emperyalist aydınlar, bir zamanların ilerici bilim ve politika çevreleri üstleniyordu. Bu çabalar uluslararası kapitalizmin devasa iletişim aygıtları ve dev propaganda makinesinin imkânlarıyla birleşince kapitalizm, son 150 yıllık tarihi içinde, sosyalizm karşısında ilk kez böylesi bir moral ve entelektüel üstünlüğe sahip oluyordu. Ve ilk kez; emperyalizmi, emperyalizmin çıkarlarını savunanlar ilerici, değişimci; Marksizm’i, anti-emperyalizmi, sınıf mücadelesini savunanlar gerici, muhafazakâr olarak niteleniyordu.
Bütün bu barış, adalet, insan hakları edebiyatı; emperyalistler arası çatışmaların, sınıf ayrılıklarının, ulusal çatışmaların sürüp gittiği, dahası sömürünün, bütün dizginlerinden boşanmış bir kapitalizmin dünyanın her köşesinde at koşturduğu koşullarda yapılıyordu.
Elbette ki; entelektüel yaşamın kaosa itilmiş olması, işçi ve emekçilerin bakış açılarının bulanıklaştırılması, mücadeleyi olumsuz etkiler; onların gericiliğin ve emperyalistlerin politikalarının dayanakları olmasını kolaylaştırır, ama temel toplumsal çelişmeler eninde sonunda kendisini ifade etmenin bir yolunu bulur. Hele inşa edilen ideolojinin temeli yeni dünya düzeni gibi, çok keskin çelişmelerin yaşandığı çok çürük bir temel üstünde yükseliyorsa, bu ideolojinin bir kaç yıl dayanması bile başarı olurdu. Öyle de oldu. Emperyalist kapitalizm, tarihinin en parlak devrini yaşadığı, hatta tarihin, artık bittiğini ilan ettiği bir dönemde tarihinin en onulmaz krizlerinden birisinin pençesinde buldu kendisini.
Daha on yıl önce, sadece gelişmemiş ülkelerin başlıca sorunu olarak nitelenen enflasyon, işsizlik, ekonomik durgunluk; en gelişmiş kapitalist ülkelerin bile başlıca ve çözümü pek mümkün görünmeyen sorunu haline geldi. Herkese barış, refah, daha çok demokrasi vadeden yeni dünya düzeni, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile; 50 yıl önce kazanılmış işçi ve emekçi haklarına, sosyal fonlara saldırmak, toplumsal barışı bozmak zorunda kaldı. Avrupa’nın, artık, ’60’lı yılların nostaljisi saydığı grevler, genel grevler, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, Hollanda gibi en gelişmiş ve en eski emperyalist ülkelerde yeniden gündeme geldi. Yeni dünya düzeninin başlıca ideolojik motiflerinden birisi olan parlamentoculuk ve çok partili düzen, adeta iflasını ilan edermişçesine itibar yitirdi. Yolsuzluklar,” rüşvet; kişileri aşarak bizatihi parlamentoların ve siyasal partilerin işlevi olarak ortaya çıktı. Kontrgerilla, Mafya, siyasi partiler, parlamento, hükümet ve en itibarlı devlet kuruluşlarının iç içeliği açığa çıkarken, burjuva demokrasisi ve onun kurumlarının çürümüşlüğünün derecesi, halk yığınları tarafından bile görülür hale geldi.
Öte yandan iç savaşlar, ülkeler arasındaki uyuşmazlıklar ve çatışmalar, 10 yıl öncesine kadar dünyanın barış ve istikrar merkezi görünümündeki Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Avrupa’yı da içine alarak genişledi. İstikrarsızlık bölgelerine yenileri katıldı.
IMF ve Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde yürütülen ve geri ülke ekonomilerinin yeni dünya düzenine uyumlulaştırılması olarak nitelenen ekonomik politikaların; bu ülkelerde işsizliği, enflasyonu arttıran, ulusal ekonomileri çökerten sonuçlan iyice açığa’ çıktı. Özelleştirmelerin, iddiaların aksine, geri ülkelerin sanayileşmesine değil, daha çok emperyalist hegemonyaya yol açtığı, indirilen gümrük duvarlarının, kaldırılan sübvansiyonların geri ülke ekonomilerini çökertmekten öte bir işleve sahip olmadığı pek çok ülkede yaşandı, yaşanıyor.
Kısacası, yeni bir dünya düzeni iddiasıyla çıkılan yolun, eski dünya düzenini restore etmesi ve emperyalizmin çıkarlarının sınırsız korunduğu bir dünya olduğu gerçeğini her gün daha çok açığa çıkarması, yeni dünya düzeninin yandaşları içinde de fikir ayrılıklarına yol açmış bulunuyor. Kimileri bu düzene, artık, yeni dünya düzensizliği derken, kimileri bu dünyanın kolayca kurulamayacağını kabul etmiş durumdalar. Dahası işçi ve emekçi sınıfların gözleri önüne gerilen sis perdesi yavaş yavaş da olsa etkisini yitiriyor.
İşte, bölgedeki ve Türkiye’deki gelişmeler de yeni dünya düzeninin içinde bulunduğu bu çözümsüzlüklerle anlamlanıyor.

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE TÜRKİYE’YE BİÇİLEN ROL

Ortadoğu, yeni dünya düzeninin en sorunlu bölgelerinden birisi, belki de birincisiydi. Bu bölge, kapitalist dünyanın hâlâ asıl enerji kaynağı olmaya devam eden petrol rezervlerinin önemli bir kısmına sahip. Ama petrol varlığından başka önemli hemen hiç bir şeye sahip olmayan bu bölgede devletlerin önemli bir bölümü, emperyalistler tarafından kurulup yaşatılan suni devletler, despotik krallar, şeyhler ya da diktatörler; halkların ihtiyaç ve istemlerini önemsemeden, arkalarındaki emperyalist destek sayesinde varlıklarını sürdürüyorlar. Bu nedenle de bölgedeki en sakin görünen devletlerin bile, yarın ne olacağı belirsizdir. Üstelik bu ülkelerin yönetimleri sürekli olarak, birbirleriyle, çoğu zaman pek belli olmasa da, çatışma halindedirler. Akşam dost olarak yatanların, sabah kanlı düşmanlar olarak uyanmaları Ortadoğu yönetimleri için yadırganır bir tutum değildir. Bu yüzden de Ortadoğu’da hükümetler, birbirlerine arkasını dönmeden politika yürütmek ihtiyacındadırlar.
Üstelik Ortadoğu, Kuzey Afrika’nın Atlantik kıyısından Afganistan’a kadar uzanan İslam dünyasını etkileyen bir dinsel, politik coğrafyanın da tam ortasında bulunması bakımdan yeni dünya düzeni için ayrı bir önem taşır.
Bu bölge; petrol rezervlerine sahip olma, Güney Asya ile Batılı emperyalist ülkeler arasında en yakın deniz ticaret yollarını denetleme ve ekonomik-politik istikrarsızlıklar bölgesi olmasıyla karakterize olur. Yoksullar ve zenginler arasındaki uçurum, dünyanın hiç bir köşesinde Ortadoğu’daki kadar çarpıcı değildir. Ve yine siyasal iktidarı elinde tutanlarla halk yığınları arasındaki kopuklukta, ancak bazı Latin Amerika ülkeleri Ortadoğu ülkeleriyle yarışabilir.
Öte yandan son 15 yılda ortaya çıkan radikal İslami akımlar, İran’ın desteğinde, hemen tüm İslam ülkelerinde, bir yandan ortaçağ, öte yandan anti-Amerikan, anti-Hıristiyan motifleri kullanarak güç kazanmaya başlamış, yeni bir istikrarsızlık unsuru olarak bu karmaşık ilişkiler tablosuna eklenmiş bulunmaktadır.
Bu haliyle Ortadoğu, dünyanın istikrarsızlık unsurlarını en çok taşıyan bölgelerden birisidir. Ama aynı zamanda Ortadoğu, emperyalist kapitalist dünya için, en vazgeçilmez bölgelerin birincisidir.
Bu istikrarsız bölgenin, Batılı emperyalistlerle, kendisindeki bütün istikrarsızlığa karşın, en istikrarlı ilişki içinde olan ülkesi Türkiye’dir.
1838 Tanzimat Fermanı’ndan bu yana Türkiye, kesintisiz olarak Batı’lı büyük kapitalist ülkelerle ‘Vasal” ilişkisini benimseyip sürdürmüş bir ülkedir. NATO, CENTO gibi Batılı paktlarına girmiş, her zaman Batı emperyalizminin Ortadoğu’daki beşinci kolu gibi faaliyet göstermiş, bu rolle öğünmüş bir ülkedir Türkiye.
SB’nin dağılmasından sonra da Türkiye, bu tarihsel rolüyle kendisini pazarlamaya çalışmış, açıkça Batılılara, “Ortadoğu ve Türkî cumhuriyetlerde çıkarlarını korumak için Türkiye’ye ihtiyaçları olduğu” propagandasını yapmıştır. Batılılar da Türkiye’nin hevesini kırmamış, bu kadim müttefiklerini İsrail’in yanı sıra Ortadoğu jandarmalığında bir üs, bir ileri karakol olarak kullanmak için ona görevler yüklemişlerdir.
Türkiye’nin bu role soyunurken iddiası; Ön Asya’da Avrupa’ya en yakın coğrafi konuma sahip olmak, az çok gelişmiş ekonomisi ve ulaşım imkânlarıyla Ortadoğu ve Orta Asya ile Avrupa arasında köprü teşkil etmek, “demokrasi” ve “laik”lik gibi konularda öteki İslam ülkelerine örnek olmak, Arap ülkeleri ve Türkî cumhuriyetlerle tarihsel, kültürel, etnik, dinsel vb. ortak bağlar gibi emperyalistler için gerçekten cazip koşullardır. Bu olanaklara emperyalistler elbette “hayır” demezlerdi, demediler.
Gerçi Türkiye’nin Arap ülkeleriyle tarihsel, dinsel, kültürel dediği bağlar avantaj değil problemdi. Körfez savaşıyla bu problem daha da büyüdü. Açıkça emperyalist saldırganlardan yana tutum takınan Türkiye’nin kraldan çok kralcı tutumu, Arap halkları, arasında büyük bir öfkeye yol açtı. Suudi Arabistan gibi tam emperyalist uşağı şeyhlerce yönetilen ülkeler bile, Arap halklarının tepkisini gözetmek ihtiyacını duydu. Ve bu yüzden de Türkiye ile Arap ülkelerinin arasında sürekli olarak dolaşan kara kedi, Körfez savaşından sonra daha belirgin bir biçimde dolaşır oldu. Ama coğrafi konum ve Türkî cumhuriyetler için söylenenler, inandırıcıydı. Bu yüzden Türkiye yeni dünya düzeninde, emperyalistler için Ortadoğu’yu denetlemede bir üs, Batılıların Türkî cumhuriyetlerdeki ekonomik, diplomatik, haber-alma vb. faaliyetleri için de bir sıçrama tahtası, bir taşeron görevi biçiyordu kendisine.
Böylece, NATO’nun öneminin azalması ve AT kapılarının kapanmasından sonra, Batı gözünde Türkiye’nin yeniden önem kazanacağını umuyordu Türk egemen sınıfları.
Dış politikada sadece bir taşeronluk rolü, bir sıçrama üssü olmaya razı olan derbeder politika; içerde, Kerkük ve Musul’da hak iddiaları, “Adriyatik’ten Çin Şeddine Türklük dünyası”, “21. asrın Türk asrı olacağı” hamasetiyle yoğrulup İslamcı-Turancı ideolojiyle Türk büyük burjuvazisi ve orta sınıflar motive edilmeye çalışılıyor, sınıflar arasında giderek derinleşen çatışmanın üstü şovenist bir örtüyle örtülmeye çalışılıyordu.
Gelişmelere, artık, dünyada sınıf ve ulusal ayrılıkların önemini yitirdiği, dünyanın çatışmasız, ebedi barışa giden yola girdiğini iddia eden yeni dünya düzeni ideolojisinin gözlüğü ile bakılırsa, her şey çok güzeldi. Ciddi bir devletleşme ve uluslaşma geleneği taşımayan, SB’nin parçalanmasıyla ne yapacağını şaşırmış Türkî cumhuriyetler, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, yetişmiş teknik işgücü ve sağlam alt yapısıyla “uyanık”, “iş-bitirici” Türk kardeşlerini bekliyordu. Türkiye’de bu geniş alandaki ekonominin çarkını çevirecek para yoktu, ama bunu da ABD ve öteki emperyalistler sağlardı. Bu arada Türk burjuvazisi taşeronluktan gelecek kırıntılarla bile “köşe” olabilirdi. Kısacası, Türkî cumhuriyetler tam bir yolunacak kaz gibi görünüyordu.
Bu bölgeye yapılan ilk geziler, tam da umdukları gibi gitti. Şark usulü ziyaretlere şark usulü nutuklar ve karşılama törenleriyle karşılık verildi. Otağlar kurulup kımızlar içildi, nostalji yapıldı, neredeyse Türkçülerimiz bile, Orada gördükleri “Türklük değerleri” karşısında titreyip kendilerine geldiler. Dinlerini unutanları yeniden hak yoluna getirmek için din adamları, Türklük zafiyetine uğrayanları eğitip silahlandırmak için faşist sivil militanlar, ideologlar, MİT ve kontrgerilla elemanları bu ülkelere ihraç edildi. Ama bu ihracat Türkiye’ye pek döviz getiren bir ihracat olmadığı gibi, bunların faaliyetleri de gittikleri ülkelerde pek “kardeşçe” bulunmadı. İşlerin nutukla, edebiyatla yürümeyeceği anlaşılınca, ABD’nin desteğinde Azerbaycan üs olarak seçildi. Elçibey, önce darbeyle işbaşına getirilip sonra cumhurbaşkanı seçtirildi. Buradan diğer Türkî cumhuriyetlere müdahale edilebileceği hesap ediliyordu. Ama bunun da çıkar yol olmadığı kısa bir süre sonra görülecekti.
Kısacası; Türkiye, yeni dünya düzeninde kendisine bir yer açmaya çalışırken, coğrafi yerini, siyasal sistemini, ekonomik gücünü, Arap ve Türkî cumhuriyetler halklarıyla dinsel, kültürel, etnik, tarihsel yakınlığını piyasaya çıkarmıştı. Bütün bu “metalar”a Batılıların biçtiği bir tek değer vardı: Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalizmin bir karakolu, ikinci İsrail ve Türki cumhuriyetlerde emperyalistlerin taşeronluğunu yapmak.
Türkiye, bu rolü ne ölçüde yerine getirdi şimdi de ona bakalım.

HESABA KATILMAYAN DIŞ VE IÇ GELİŞMELER
Kuşkusuz, Türk egemen sınıfları ve onların siyasi temsilcilerinin başlıca yanılgısı; yeni dünya düzeninin ideologlarının, “sosyalizm öldü”, “sınıf mücadelesi ve ulusal ayrılıklar önemini yitirdi”, “globalleşen bir dünyada yaşıyoruz” yollu propagandasına ciddi olarak inanması, daha doğrusu inanmaktan başka bir seçeneği olmamasıydı. Çünkü 150 yıl süreyle, girmek için uğraştığı, bir üyesi olmak için her şeye katlandığı Avrupa’dan dışlanmıştı Türkiye. Avrupalı bir devlet olmanın bugünkü kriteri olan AT’a ve BAB’a girmekten artık umut kestiğini, ’80’li yılların sonunda resmen kabul etmişti. Bu yüzden de, yeniden emperyalizmin işine yarayan bir pozisyon elde edebilmek için emperyalistler tarafından yeniden tariflenen yeni dünya düzeninde bir “uç beyliği” koparmak bile kârdı. Ve Türk egemen sınıfları, bu rolü ancak yapılan tanıma tam inanarak seçebilirlerdi. Öyle yaptılar.
Ne var ki; gerçek dünya, emperyalist ideologların gönlünde yatan dünya ile çok farklıydı. Evet, sosyalizm yenilmiş, büyük bir itibar yitimine uğramıştı, ama ne sosyalizmi zorunlu kılan işçi sınıfının sömürülmesi ortadan kalkmış, ne ezen ezilen ulus ayrımı ortadan kalkmış, ne de çelişmesiz, globalleşmiş bir dünya kurulabilmiştir. Tersine yaşanan dünya, bütün çelişmelerin daha da keskinleşip derinleştiği, sadece ezenlerle ezilenlerin değil, yeni dünya düzenini kurmakta hemfikir olanların da aralarında kıyasıya çatıştığı bir dünyadır. Birer birer ülkelerde de, sınıflar mücadelesi, işçi sınıfıyla burjuvazi, emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasında mücadele sürüp gitmektedir.
Nitekim Türkiye, emperyalistlerin kendisine biçtiği rolü yerine getirmeye yöneldiğinde, başlıca iki alanda, hem iç hem de dış faktörler tarafından sınırlandırılmıştır.
Dışarıda, uzaktan bakıldığında homojen, Türkiye’ye karşı sempatiyle baktığı sanılan Türkî cumhuriyetlerin durumunun sanıldığından çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkmıştır. Her bir cumhuriyetin, gerek öteki cumhuriyetlerle sorunları olduğu, hem de Rusya’ya ekonomik, kültürel, teknik, askeri, siyasi vb. bakımlardan sanılandan çok daha fazla bağlı oldukları ortaya çıkmıştır. Bütün bu, gerçek yaşamı doğrudan etkileyen faktörlerin yanında “Türklük”ün, bin yıl önce aynı çayırlarda at koşturmuş olmanın çok sonradan gelen bir unsur olduğu görülmüştür. Dahası bu cumhuriyetler, laf ve nostaljik sohbetler ötesinde, daha elle tutulur talepleri, Türkiye tarafından karşılanamayacağını kısa sürede görmüşler, ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerle doğrudan ilişkiyi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır.
Öte yandan en azından uzunca bir süre kendi canının derdine düşeceği umulan Rusya, kendisini çok kısa sürede toparlayıp, eski nüfuz alanlarında yeniden kesin söz sahibi olmak için olanaklarını kullanmış, bir üs olarak tahkim edilen Azerbaycan’ı bile bir omuz darbesiyle avucunun içine düşürmüştür.
Batılı emperyalistler de, ilk temaslardan sonra, Türkî cumhuriyetlere Türkiye üstünden gitmenin pek akılcı olmadığını görmüşler; İran, Rusya, Ermenistan gibi ülkeleri de devreye sokmuşlardır. Daha çok da, ekonomik olarak kendilerine muhtaç ama bölgede tek gerçek nüfuz sahibi olan Rusya aracılığı ile bu cumhuriyetlere yönelmeyi tercih etmişlerdir. Çiller’in Moskova’da “Adriyatik’ten Çin Şeddine Türk Dünyası” laflarını artık ağızlarına almayacaklarını açıklayacak kadar alçalmasının bu alanda yürütülen son 5 yıllık politikanın iflası anlamına geldiğini dost düşman herkes kabul etmektedir.
Özal’ın Körfez politikasının, Kerkük Musul derken, sadece Türkiye’ye 20 milyar dolarlık bir yük bırakmasının arkasından, Türk dış politikasının mihverini teşkil eden Türkî cumhuriyetler politikasının utanç verici bir biçimde çökmesi, Türkiye’nin yeni dünya düzeninde kendisine seçtiği mütevazı taşeronluk rolünü bile yerine getiremediğinin en açık kanıtı olarak değerlendirilmelidir.
40 yıllık ulusal dış politikanın mihenk taşı olan Kıbrıs’ta da durum hiç farklı değildir. Kıbrıs Türk toplumunun siyasi partileri ve önde gelen liderleri aralarında anlaşamadıklarını söyleme imkânına sahip olmadan bölünmüşlerdir. Türkiye’nin nasıl bir çözümü savunduğu belli değildir. Bugüne kadar sürdürülen “çözümsüzlüğün en iyi çözüm olduğu” biçimindeki tez iflas etmiş, Batılılar “gerçek” bir çözüm için baskı yapmaktadır. Türk tarafı taviz vereceğini belli etmektedir, ama bu tavizin ne olduğunu söylemeye kimse cesaret edememektedir. Kısacası, Kıbrıs’taki bunalım Türkiye’nin dış politikasında bir bunalım olarak yansımakta, koalisyon partileri, hükümet, başbakan, cumhurbaşkanı, muhalefet partileri her biri bir başka şey savunur duruma düşmüşlerdir. Böylece, politikanın öteki önemli ayağı Kıbrıs politikası da çökmüş, Türkiye Filistin’den sonra Kıbrıs’ta da bir Pax-Amerikana ile yüz yüze kalmış bulunmaktadır.
“Ortadoğu’nun lider ülkesi” iddiasını elden bırakmayan Türkiye, Filistin-İsrail “barış anlaşması”nda da dışlanmış, Türkiye Dışişleri Bakanlığı, anlaşmayı, ancak basından öğrenmiştir. Böylece, kendisine Ortadoğu’da ciddi bir rol düşmediği, Türkiye’nin yüzüne çarpılmıştır.
Kürt ulusal mücadelesi, Türkiye’nin bir kaosa sürüklendiği başlıca sorunlardan biri olarak görünmektedir.
“Adriyatik’ten Çin Şeddine” politikasının öteki ayağı olan ve Türk kamuoyunda önemli yankılar uyandıran Bosna-Hersek sorununda da Türkiye tümüyle devre dışı bırakılmış, iç politikada şovenizmin kışkırtılması ötesinde olan sorunda da Türkiye’ye bir rol tanınmamıştır.
Öte yandan Türkiye; İran, Irak, Suriye, Ermenistan ve Yunanistan’la adeta kanlı bıçaklıdır. Şu veya bu nedenle komşularını tehdit ederek hizaya getiren bir yol izlemekte, ama bu yolla da kendisinden başka kimseye zarar verememektedir.
Yaklaşık on yıldır silahlı bir mücadeleye dönüşmüş bulunan Kürt mücadelesini, Türkiye, elindeki bütün imkânları kullanmasına karşın bastıramamaktadır. Tersine, adeta dipsiz bir bataklıkta çırpınan adam gibi, çırpındıkça daha çok batmaktadır. Batılılar ise; Kürtlere kimi özerklikler verilerek sorunun “çözümlenmesini” istemektedir. Ne var ki; Anayasa’dan siyasi partilere, Genelkurmaya kadar çeşitli çevreler böyle bir tavize bile yaklaşmakta direnmektedir. Ama Kürt savaşı, bir yandan dış baskılar, öte yandan ekonomik askeri imkânlar bakımından her gün daha çok açmaza girmektedir. Savaşın boyutları büyüdükçe de güçlükler artmakta, Türkiye’nin istikrarsız ekonomik, siyasal ve toplumsal görüntüsü daha çok açığa çıkmaktadır. Sorunu, ulusların kendi kaderini tayin hakkından çıkaran ve Kürtlere kısmi kültürel özerklik öneren çeşitli emperyalist ülkeler, burjuva siyasi çevreler ve PKK’dan gelen öneriler bile gündeme girememekte, Türk egemen sınıfları tercihlerini Kürt sorununu terörle bir sorun olmaktan çıkaracaklarını iddia ettikleri bir yol izlemekte ısrar etmektedirler. Ancak öyle görünmektedir ki; bu yolda da çok fazla ilerleme şansları kalmamış, özellikle ABD’den gelecek bir Kürt çözümüyle yüz yüze kalmaları pek uzun bir zaman almayacak görünmektedir.
Ortadoğu’nun ekonomisi en güçlü, döviz sıkıntısı olmayan, ihracat sorununu çözmüş ülkesi olarak kendisini takdim eden Türkiye, son bir kaç yılda tersine dönen bir imaj kazanmaya başlamıştır. Bütün dertlere deva olarak öne sürülen özelleştirmede bir türlü adım atılamamaktadır.
Türk ekonomisinin emperyalist sisteme tam adaptasyonunun politikası olan özelleştirme, bir yandan sınıfa yönelik bir saldırı olarak işçi ve emekçi yığınlarında giderek derinleşen ve bir eyleme dönüşmesi kaçınılmaz bir hoşnutsuzluğu yaygınlaştırırken, öte yandan ulusal sanayinin emperyalist tekellere ve yerli büyük burjuvaziye peşkeş çekilmesi, anti-emperyalist, devrimci ve demokrat çevrelerden de tepki almaktadır. Bu çevrelerden henüz ciddi tepkiler ortaya çıkmamıştır, ancak bütün veriler bir hoşnutsuzluğun hızla mayalanmakta olduğunu, sendikaların yan çizmesine karşın işçi yığınlarının, sendika şubeleri ve ileri, öncü işçilerle birlikte, özelleştirmeye karşı “ne yapmalıyız” sorusunu gündeme aldıklarını göstermektedir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki; ilk ciddi uygulamada bu hoşnutsuzluğun eyleme dönüşeceğinin bütün belirtileri vardır.
IMF ve Dünya Bankası’na verilen sözlere karşın, bütçe dikiş tutmamakta, bütçe açığı ve dış ticaret açığı giderek korkutucu boyutlara ulaşmaktadır. Devlet bütçesinin yarısına yakını iç ve dış borçların faiz ödemelerine gitmektedir. Devlet sadece yatırımlardan kısıntı yapabilmekte, bütün diğer alanlardan Silahlı kuvvetler ve polise fon aktarmaktadır.
Nitekim devletin kendi resmi açıklamalarına göre; ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 45’e düşmüş, yılın ilk sekiz ayında ihracattaki artış sadece yüzde 1,5 düzeyinde kalırken ithalattaki artış yüzde 22’lere ulaşmıştır. Bunun ekonomi dilindeki adı iflastır. Başbakan, bu durumu “ekonomi düz duvara çarpmak üzeredir” diye ifade etmekte, ancak özelleştirme yapılır, KİT’ler tasfiye edilirse, bu alandan gelecek ek gelirlerle ekonominin duvara çarpmaktan kurutulabileceğini söylemektedir. Ki, bunun da hiç bir inandırıcılığı yoktur. Eğer hiç bir engel olmadan özelleştirmeyi gerçekleştirseler bile, 1994’te özelleştirmeden beklenen 30 trilyon TL’dir. Oysa ’94 bütçesinin daha baştan kabul edilen açığı 275 trilyon düzeyindedir. Bu açığın gerçekte 500 trilyona yaklaşacağı ekonomistler tarafından öne sürülmektedir.
Hükümet, bu açığı, hazırlanan “vergi reformuyla” kapatacağını söylemektedir. Ama gerek hazırlanan tasarı, gerekse meclisin yapısı göz önüne alındığında, sonuçta sadece işçi ve emekçiler üstünde vergi yükünün artırılacağını, “vergi reformu” denilen şeyin, İngiltere’deki gibi, bir “kelle vergisine” dönüşeceğini söylemek bir kehanet olmaz. Bu ise, emekçi sınıfların daha çok ezilmesi, buhranın yükünün onların üstüne yıkılması anlamına gelecektir ki; işçi ve emekçilerin yaşama koşullarının zaten güç olduğu düşünüldüğünde, “vergi reformunun” bir sosyal patlamanın nedeni olabilmesi için bütün koşullar elverişli hale gelecektir.
Eğer bir ülkede, işsizlik yüzde 20’leri, enflasyon yüzde 70’leri aşmışken, devlet hâlâ işsizliği ve enflasyonu artırıcı yöntemlerle ekonomiyi düzlüğe çıkarmaya çalışıyorsa, artık, bu ülkede ne ekonomik ne de siyasi istikrardan söz edilebilir.
Bütün bu kötü gidişata karşın, büyük sermaye çevreleri durumlarından memnundur. Birkaç milyarlık sigorta ve vergi borcunu ödemeyen işadamları lüks otellerde 10-30 milyara mal olan düğünler, havuz başı partileri, defileler düzenlemekte, devlet büyükleri, bu “dolce vita” yaşamın baş konukları olarak boy göstermektedirler.
Ülkeyi diğerinden daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya çıkan düzen partileri, her birini ötekinden ayıran kendi kimliklerini tanımlamakta ’80 öncesinin bile çok gerisindedirler. Tersine, yeni dünya düzenine en çabuk uyum gösteren kurumlar olarak her biri serbest pazar ekonomisi ve sınıflar-arası barışı başlıca ilke edinerek birbirinin kopyası partilere dönüşmüşlerdir. Bu yüzden de bu partilerden herhangi birisi bugünkü krizi aşabilecek inandırıcı çözüm yolları ortaya koymaktan uzaktır. Tersine, bugün Türkiye’nin sorunlarına çare olamayacağına sıradan insanların da inandığı aynı politikaları “ben daha iyi uygularım” ötesinde söyleyebilecekleri hiç bir şey yoktur. Tersine, söylenen “Ben özelleştirmeyi daha çabuk yaparım”, “benim özelleştirmem ötekilerden daha iyidir”, “ben Kürt mücadelesini şöyle ezerim, öteki bunu beceremiyor”, “ben ABD ve IMF’yle daha iyi anlaşır, daha çok borç bulurum” vb. den ibarettir. Üstelik partiler arasında ciddi politik farklılıklar kalmadığı için, parti kümelenmeleri çıkar sağlamaya göre olmakta, parti içlerinde oluşan çıkar lobileri; rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık gibi şeylerle doğrudan uğraşırken partilerin içinde olması zorunlu birliği de parçalamakta, kişisel ya da grup çıkarları partilerin yönelişinde giderek artan bir etkiye sahip olmaktadır. Bu durum, işçi ve emekçilerin de gözünden kaçmadığı için, düzen partileri, işçi ve emekçilerin gözünde itibarlarını yitirmişler; partiler, emekçi yığınlarını düzene bağlayan kurumlar olma imkânını yitirmeye başlamıştır.
Son rüşvet olayları açıkça ortaya çıkarmıştır ki; rüşvete, yolsuzluğa batmamış düzen partisi ve yüksek devlet görevlisi yoktur. Nitekim yolsuzluklarda başbakanların, parti başkanlarının, cumhurbaşkanının da adının geçmeye başlaması basının büyük tantanayla başlattığı “temiz toplum” kampanyasına son verilmesine neden olmuştur. Böylece, herkesin gözleri önünde her gün süren rüşvet, yolsuzluk olayları, Göknel ve bu işi yaparken yüzüne gözüne bulaştıran birkaç beceriksize yüklenip, sistem aklanmıştır.
Bütün düzen partileri içinde, RP ve dinsel görünüm altında faaliyet sürdüren ama siyasetin tam içinde olan çeşitli tarikat çevrelerini sahte bir muhalefet odağı olarak güçlendirmektedir. Ama bu çevrelerin etkisi daha çok esnaf, köylü gibi dini etkinin fazla olduğu kesimleri etrafına toplayarak radikal dinci bir seçenek olarak büyümektedir. Ancak bu çevreler bütün muhalif görünme çabalarına karşın, doğrudan, devletle iç içe bir görünüm arz etmektedir. Sivas katliamında da açıkça görüldüğü gibi, bu çevreler MİT, kontrgerilla ve yerel polisle iç içe çalışmaktadır. Düzeni eleştirirken radikal bir söylem kullanan bu çevreler, eylemde sadece devrim ve demokrasi güçlerine karşı radikal, burjuvaziye karşı ise teslimiyetçi, büyük burjuvaziye güven verici tutumlar izlemeye özen göstermektedirler.
Kısacası; 12 Eylül’den sonra, iktidarın “sivillere” devredilmesiyle siyasal erki elinden bırakacağı umulan askerler, hiç bir zaman “asli görevine” dönmemiş, tersine, giderek artan ölçüde MGK aracılığı ile devleti, hükümeti ve parlamentoyu yönlendirmeye devam etmiştir. Bugün de etkileri giderek artmaktadır. 12 Eylül sonrası, demokrasi getireceği, ülkeyi askerlerden kurtaracağı umuduyla sarılman parlamento ise, bu dönemde hiç bir varlık gösterememiş, “MGK’nın noteri” olarak, düzen partileri gibi, bütün itibarını yitirmiştir. Denebilir ki, bugün parlamentonun varlığı ile yokluğu çoğu kimseyi çok da ilgilendirmemektedir.

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Yukarıdan beri söylenenleri toparlarsak;
1) Türkiye, yeni dünya düzeninin çok sadık bir taraftarı olarak, bu düzende kendisine edinmek istediği rolü edinememiş, edinme imkânlarını da yitirmiştir.
2) Türkiye’nin dış politikası, Türkî cumhuriyetlerde, Kıbrıs’ta, Bosna-Hersek sorununda tümüyle iflas etmiştir. AT’a girmek bir hayal haline gelmiştir. Üstelik komşularıyla sayısız sorunları olan bir ülke olarak Ortadoğu ve Avrupa’da yalnız bir ülkedir. Bugün Ortadoğu’da sadece İsrail’le birlikte ABD’nin Ortadoğu politikalarında “pis işlerde” kullanılacak bir ülke durumundadır. Dış politikada ne yeni açılımlar yapacak ne de yeni bir pozisyona geçecek manevra olanaklarına sahip değildir. Başbakanın son Almanya ve Amerika seyahatleri, beklenenin tam aksine iç politikada “imaj” propagandası ötesinde, itibar erozyonuna uğranılarak, hiç bir şey elde edilmeden sona ermiştir.
3) Kürt sorununda, partiler, yetkililer her gün “yeni” ayrı bir şeyler söylemekte, ama sonuçta “ezelim”, “yok edelim” ötesinde bir çözüm getirilememektedir. Dahası, tırmanan savaş, bölgede devlet kuruluşları, milli eğitim ve basını çalışamaz hale getirmiş olup, bu durum devlet ve egemen sınıfın propagandacıları arasında bile tam bir panik havasını yaygınlaştırmaktadır.
4) Ekonomi, bütün olanaklarını tüketmiş, “düz duvara çarpmak” üzeredir. Egemen sınıfın mensupları, ekonomideki bütün kötü gidişata karşın her yıl kârlarını katlamakta, emekçilerin reel gelirleri ise sürekli düşmektedir. Özellikle burjuvazinin rant gelirleri akıl almaz bir hızla artmaktadır. Bu yüzden de kimse ciddi bir yatırıma girişmemektedir. Başbakan ABD gezisinden, koltuğunda IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan malûm “acı ilaç” dosyasıyla dönmektedir.
5) Parlamento ve burjuva partileri çoktan devre dışıdır. Ama Tansu Çiller’le yaratılmak istenen rüzgâr da gelip geçmiş, şişirilen balon sönmüştür. Partiler arasında ve partilerin kendi içlerinde birlikleri parçalanmış, birleşelim dendikçe parçalanma ve erozyon artmaktadır.
Öte yandan cumhurbaşkanı ile başbakan her önemli konuda birbirini yalanlamakta yarışmaktadır.
Yukarıda dört madde de özetlediğimiz tablo ile Türkiye, 1950’den bu yana her on yılda bir karşı karşıya gelmektedir. Ve tablo ortaya çıktığında mekanizma şöyle işlemeye başlamaktadır:
Dünya bankası ve IMF destekli “acı ilaç” emekçilere içirilip dizginsiz bir baskı ve sömürü için bütün olanaklar kullanılmaktadır. Bu sömürü ve baskıya her türden karşı çıkış terör ve anarşi olarak suçlanıp bir cadı kazanı kaynatılmaya girişilmekte, var olan özgürlüklerin kullanılması bile fiilen ortadan kaldırılmaktadır. Bir yandan da, başla işareti alan burjuva propaganda mekanizması, “ne olacak bu memleketin hali”, “kimse sahip çıkmayacak mı” ağıtlarıyla malûm çevreleri göreve çağırmakta, bütün bunların yetmediği yerde de özgürlükleri askıya alacak sıkıyönetime başvurulmakta, terörü önleyeceği iddiasıyla ilan edilen sıkıyönetim, işçi ve emekçi örgütlerine saldırarak işe başlayıp yığın hareketini bastırdıktan, ya da kontrol altına aldıktan sonra, kör terör eylemleri bahane edilerek parlamentoyu da fesheden ya da yanına alan bir cunta yönetimi kurulmaktadır.
Bugünkü durum göz önüne alındığında; iç ve dış politikası ile ekonomisi tümüyle iflas etmiş bir sistemle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Ancak; Kürt ulusal mücadelesinin ulaştığı yüksek boyut, içirilen bir kaç acı ilacın ekonominin derdine deva olmadığı görülmüştür. Dahası, ülkenin önemli bir bölümünde Olağanüstü Hal hüküm sürmekte, geri kalan bölgelerde de özgürlükler kullanılmaz hale getirilmiştir. Bu koşullarda ilan edilecek bir sıkıyönetimin de çok fazla kıymeti harbiyesi olmayacağını askerler de bilmektedir.
Ancak, burjuva propaganda mekanizması ve militarist çevreler kamuoyu oluşturmaya başlamışlardır. Sonuçta bir sıkıyönetim mi, bir savaş hali mi, kısmi seferberlik mi ya da doğrudan bir darbeye mi gidilir, yoksa Kürt ve işçi sınıfı hareketi bütün bu girişimleri püskürterek ülkenin önünde yeni bir yol mu açar, bunu zaman gösterecektir.
Ama şunları şimdiden tespit etmek mümkün:
Büyük sermaye çevreleri ve onların her alandaki temsilcileri ve uşakları, bu işin böyle gitmeyeceğine karar verip gerekli yerlere hareket emrini vermişlerdir. Ekim ayı sonlarında, PKK’nın gazete ve partilerin Kürdistan’da faaliyetini yasaklamasını bahane eden bu çevreler, zaten bir süredir meclisteki militarizm yanlıları tarafından başlatılan sıkıyönetim isteğini daha çok gündeme getirmeye başlamışlardır. Demokrasi havarisi pozunda görünmeye özen gösteren TÜSİAD, başkanı aracılığı ile demokrasi olmadan da kalkınmanın olabileceğini, hatta böylesinin daha iyi olacağını söyleyecek kadar ihtiyatı elden bırakan demeçler vermeye başlamıştır. Yeni dünya düzeninin cuntalar dönemini bitirdiği propagandasıyla emperyalizme taşeronluk yapan kalemler, Yeksin darbesinin emperyalist ülkeler tarafından desteklenmesini gerekçe göstererek, darbelerin yeni dünya düzenine aykırı bir yöntem olmadığı konusunda fetvalar vermeye başlamışlardır. Kısacası, büyük burjuvazi ve gericilik askeri göreve çağırmaktadır.
Bugün bu çağrıyı yapanlar nicelik olarak azdır; ama sorunlar mevcut yapılanma içinde çözülmedikçe -ki çözülemeyecek görülüyor- düzen yanlılarının önemli bir bölümünün, hızla, cunta çığırtkanlarının yanma geçmesi beklenir bir şeydir. Görünen odur ki; burjuvazi ve gericiliğin önümüzdeki günlerde ve aylarda, yönelimi bu doğrultuda gelişecektir.
Peki, burjuvazi ve gericilik bu isteğini gerçekleştirebilir mi?
Açıktır ki bu sorunun yanıtının olumlu ya da olumsuz olması, devrim ve demokrasi cephesinin tutumuna bağlıdır. Ve bu cephenin başlıca iki dinamiği, Kürt ulusal mücadelesi ve Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının mücadelesidir.
Kürt ulusal mücadelesi; özellikle PKK’nın inisiyatifiyle son haftalarda savaşı tırmandıran bir politika gündeme getirmiş olmasına karşın; halka, devrimcilere ve komünistlere karşı da şiddeti esas alan, kendi cephesi içinde doğrudan yer alan güçleri bile tehdit eden politikaları benimseyerek kendi amaçlarıyla çelişen ulusal mücadelenin doğrultusunda da kuşkular uyandıran bir yola girmiştir. Bu Kürt ulusal hareketinin önceki zaaflarına eklenen, hareketi olumsuz yönde etkileyecek bir gelişmedir. Ayrıca PKK’nın Kürt sorununun çözümü emperyalist ülkelerin Ortadoğu politikalarına bağlama eğilimi yine bu hareketin bir başka önemli zaafı olarak gündeme gelmektedir.
İşçi sınıfı ve bugün kendisini memur hareketinde daha açıkça ortaya, koyan emekçi mücadelesi, sendikaların tutarsızlıkları, hatta başlıca sendikaların bir askeri darbeye destek vermekte tereddüt göstermeyecekleri; sınıf içinde devrimci ve komünist etkinliğin zayıflığına karşın, var olan mevzilerden atılacak ciddi adımlar, işçi memur mücadelesinin askeri müdahalelere karşı bir barikat oluşturma imkânını, Kürt mücadelesiyle dayanışma olanaklarını, gündeme getirebilir.
Unutmamak gerekir ki, her karşı devrim devrimci olanakları da geliştirerek ilerler. Bu imkânlardan doğru bir biçimde yararlanıldığında, karşı devrim karşısında yer alabilecek güçlerin sağlam bir cephe kurmasının imkânları her zaman vardır. Birkaç darbe görmüş, bu darbelerden zarar görmüş işçi ve emekçi sınıflarımız elbette Önlerine açılacak mücadele yolunda yürüme cesaretini göstereceklerdir.
Çünkü bugün burjuvazinin girdiği ve bir darbeye kadar varması muhtemel militarist yöntemleri daha çok gündeme getirme süreci, propaganda edildiği gibi, sadece Kürt mücadelesine karşı girişilmiş bir eylem değildir. Tersine, Kürdistan’da zaten yasal-yasadışı her yöntem kullanılmaktadır. Bu yüzden de askeri yöntemler asıl olarak ekonominin kurtarılmasına yönelik olarak, özelleştirme, sendikal mücadele imkânlarının sınırlandırılması ya da tümden kaldırılarak, burjuvazinin krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkmasının olanaklarını hazırlamak içindir.
Çünkü “düz duvara çarpacağı” ilan edilen ekonominin başkaca bir kurtuluş yolu gözükmemektedir. Nitekim geçmişte de öyle olmuş, bireysel terör eylemleri bahane edilmiş, ama asıl olarak işçi sınıfına, devrimci örgütlere saldırılmış, işçi ve emekçilerin hak ve özgürlükleri tümüyle ortadan kaldırılarak, burjuvazi için sınırsız sömürü imkânları sağlanmıştır. Bugün de, özelleştirmeye, aşırı vergilere, ücretlerin düşüklüğüne ve yığınsal işten çıkarmalara karşı bir işçi ve emekçi tepkisini göze alamayan burjuvazi, bunu bütün hak ve özgürlüklerin kaldırıldığı (bu sıkıyönetim, savaş hali, seferberlik hali ya da bir cunta yönetimi altında olabilir) bir yönetim altında yapmak istemektedir. Bunu; sendikalar, ileri işçiler, doğal işçi önderleri şimdiden görüp, böyle olağandışı yönetimlere boyun eğmeyeceklerini gösteren bir tutumu ortaya koyarlarsa, burjuvazinin girişimini geri teptirebilirler.
Şu bir gerçektir ki; güçlü, kendinden emin bir sınıf, olağandışı yöntemlere başvurmadan toplumu yönetir. Eğer bir yönetici sınıf, olağandışı yöntemlere başvuruyorsa zayıftır, topluma verecek bir şeyi kalmadığı gibi yönetme aczi içine düşmüş demektir. Türk egemen gerici sınıfları her on yılda bir olağandışı yönetimlere başvurarak toplumu ve ülkeyi yönetme yeteneğine sahip olmadıklarını kanıtlamaktadır. Bugün de aynı noktaya gelmiştir. Bu aczi anlaşılmasın diye de güçlülük gösterisi yapmakta, zor ve şiddet yoluyla emekçilerin ve Kürtlerin mücadelesini bastırma yolunu seçmektedir. Bu yüzden işçiler ve emekçiler, egemen sınıfların terörüne boyun eğmez, girişimlerini geri püskürtecek güç ve eylem birliklerini gösterir, cesaretle karşı dururlarsa, burjuvazi ne kadar kötü planlar kurarsa kursun başarı şansı olmayacaktır.
Bugün ülkemizde, burjuvazinin hazırlandığı saldırıyı geri püskürtecek imkânlar vardır. Yeter ki; bu imkânları gerçekleştirebilecek yol ve yöntemler bulunup hayata geçirilebilsin.

Kasım 1993

Maurucio rosencofun türkiye gezisi üzerine izlenimler Latin amerika’dan devrimci bir rüzgâr

Uruguay’ın en büyük devrimci hareketi Tupamaro’nun önderlerinden M. Rosencof’un Türkiye’de bulunduğu süre içinde yaptığı basın toplantılarını izleyen ve söyleşilerine katılan Nuray Sancar ve Aydın Çubukçu’nun izlenimlerini sunuyoruz.

Uruguay’da yaklaşık yirmi yıl önce başlattığı gerilla mücadelesiyle adını duyuran Tupamaro örgütünün liderlerinden Maurucio Roşencof geçen ay Türkiye’ye geldi. İstanbul’da kaldığı yirmi gün zarfında; 1972’deki askeri darbeyle önderlerinin ve kadrolarının Uruguay’daki kışlalarda rehin olarak tutulmaları nedeniyle önemli bir darbe yiyerek faaliyetini durdurmak zorunda kalan hareketin 1985 yılındaki salıverilmelerden sonra başlatılan “reorganizasyon”unu ve Tupamaro’ların faşizmin zindanlarında geçirdikleri 13 yılın birikimini ve geçmiş mücadele deneylerini aktarmak için bir dizi toplantıya katıldı ve Türkiyeli devrimcilerle, görüş alışverişinde bulundu.
Yaptığı silahlı eylemlerle, cezaevi baskınları ve kitlesel firarlarla efsaneleşen hareket, adını, 1781 yılında Peru’da sömürgeciliğe karşı isyan başlatan İnka’lı halk önderi Tupac Amaru’dan aldı. Yüz yıl boyunca sömürgeciliğe karşı verilen mücadelenin simgesi olan Tupac Amaru, İspanyol sömürgecileri tarafından ele geçirildikten sonra yoğun işkencelerden geçirilmiş, Ağzından “Tanıdığım iki kişi var, biri siz işkenceyi yapanlar diğeri de ben. Başka kimseyi tanımıyorum” yanıtından başka tek bir söz alamayan işkenceciler onun önce dilini kesmişler sonra da kollarından ve ayaklarından dört ayrı ata bağlayarak vücudunu dört parçaya bölüp her bir parçasını halka göz dağı vermek amacıyla Latin Amerika’nın bir merkezine asmışlardı.
Bütün bunlara karşın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verilen mücadele durdurulamamış ve Latin Amerika’nın damarlarında akan mücadele Bolivar’da, Jose Artigas’da, Che Gııevara’da ve Tupamaro örgütünün unutulmaz lideri Raul Sendic’de cisimleşip milyonlarca Latin yoksul köylüsünü, kent proleterini ve bunların çevresinde yer alan diğer ulusal güçleri ayağa kaldırmıştı.

TUPAMARO’NUN KURULUŞU YE MÜCADELESİ

Tupamaro örgütü, Küba’da bir zafer kazanarak popülerleşen ve ondan sonra ’60’lı yılların dünyasını bu popülariteyle sarsan gerilla mücadele yöntemlerinin Latin Amerika ülkelerinin kendine özgü karakterlerini üzerinde taşıyan Uruguay’da anti-emperyalist içerikli ulusal bir devrim projesini gerçekleştirmeyi hedefleyerek kuruldu. Kurucusu Raul Sendic’ti.
Sendic’in yakın arkadaşı Rosencof, o dönemi şöyle anlatıyordu:
“Tupamaro, Brezilya sınırındaki ormanlarda çok kötü koşullarda çalışan işçilerin bir ayaklanma sırasında silah depolarını basarak silahlı mücadeleye başlamaları sırasında kendi başlangıç ilkelerini buldu. Örgüt 60’lı yıllarda doğdu. Şekerkamışı tarlalarında çalışan işçilerin mücadelesinden doğan kitlesel sendikal hareket ve toprak işgalleri sırasında, örgüt bütün ülkeye yayılan bu devasa sendikal hareketin üzerinde yükseldi. Örgütümüzün kurucusu Raul Sendic’ti. Raul’u 1956’dan beri tanıyordum. O, o zamanlar Sosyalist Parti’nin icra komitesi üyesiydi ben de Komünist Parti’nin yayın organı redaktörüydüm. Toprak işçilerinin Montevideo’yu hedefleyen 600 kilometrelik yürüyüşü sırasında temel kitlesini ve örgütlenme ilkelerini geliştiren Tupamaro örgütünün kurulmasından, ölünceye kadar hep birlikte olduk.”
Bu uzun işçi yürüyüşü sırasında, Rosencof ve Sendic, birlikteydiler. Hareketin doğuş ve gelişmesi konusunda ilginç ipuçları veren bir olayı Rosencof şöyle anlatıyor:
“Yürüyüşçü işçilerle birlikte, bir gece dağlarda kamp kurduk. Ateşler yakıldı, Raul ve ben, bir ağacın altına oturarak onları seyretmeye başladık. Heyecan verici bir manzaraydı. Ben, ‘bir orduya benziyor’ dedim. Çok az konuşan Raul, ‘evet, bu bir ordudur’ dedi.”
Tupamaro örgütü, silahlı mücadeleyi temel almış bir cephe hareketiydi. Rosencof, Tupamaro için, özellikle bu terimi kullanıyordu. “Bir parti değil, bir harekettir Tupamaro”. Bu hareket saflarında yoksul tarım işçilerinden ve kent proleterlerinden başlamak üzere, rahiplere, generallere kadar değişik sınıf ve katmanlardan çok sayıda insan, Komünist ve Sosyalist partiden, liberal burjuva partilerden gelen kadrolar bulunuyordu. Uruguay’ın mevcut rejimine muhalif olan bütün ulusal güçler geniş bir cephe içinde buluşmuş, Tupamaro hareketi de bu cephe içinde yer almıştı.
Cephenin bu olağanüstü geniş katılımlı yapısını anlayabilmek için, Latin Amerika’nın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele geleneklerine göz atmakta yarar var.
Tupamaro’nun terminolojisinde önemli bir yer tutan “Ulusal güçler” kavramı, sömürgeciliğin ve emperyalizmin doğrudan ilişkileri çerçevesinde yer almayan bütün sınıf ve katmanları ifade eden bir kavramdır. Özel olarak sömürgeciliğin, tamamen bir dış güç olarak, ülkeye silah kuvvetiyle ve yağmalamak amacıyla geldiği koşullarda, ulusun hemen hemen tamamının maddi çıkarlarıyla çatışan bir konumda bulunuyordu. Yöneticiler, sömürgeciler tarafından atanıyordu ve yönetim kademesi, tümüyle sömürgeci ülkenin yurttaşlarından oluşuyordu. Silahlı kuvvetler ve kolluk gücü de yabancılardan oluşmaktaydı. Ticaret ve bankacılık faaliyetleri de, hemen hemen tümü üretici konumunda kalan yerli halkın dışındaki unsurlar aracılığıyla yürütülüyordu. Çoğu sömürge ülkelerde, modern sınıflar oluşmamıştı ve geleneksel kültürel yapılar içinde ifadesini bulan “ulusal kimlik”, klasik sınıf karşıtlığından yoksun bulunulan ortamda, parçalanmadan kalabiliyordu. Bu genel durum, XX. yüzyılda da, İspanyol, Portekiz sömürgeciliğine karşı ve sonra da Amerikan emperyalizmine karşı mücadelelerde, etkisini gösterdi. Ancak, Amerikan emperyalizmi, eski sömürgeci yöntemlerden farklı olarak, gelişen ve derinleşen sınıf ayrımlarına dayanan bir uygulamayla, “milli devlet” içinde kendi işbirlikçilerinin iktidarını yaratmaya ve ticaret, sanayi ve bankacılıkta da, yerli hâkim sınıfların unsurlarını kullanmaya başladı. Bununla birlikte, gerek her Latin Amerika ülkesindeki ordu içinde, gerekse halkın üzerinde önemli bir etkisi bulunan rahipler arasında, devrimci halk hareketinin destek bulmasını uzun süre önleyemedi. Latin Amerika’da yerli halk arasından çıkan din adamlarının üzerinde, yaratılmalarında ve yönetilmelerinde başlıca rol oynadıkları köylü komünlerinin geleneği ve sömürgecilere karşı mücadelelerinin izleri, devrimci bir kalkışmanın yaşandığı bütün o yıllar boyunca önemli ölçüde canlıydı.
Bu özellikler, kıta çapındaki sosyal ve ekonomik koşullarla birleşince, halk hareketinin kendine özgü nitelikleri de beliriyordu.

TOPRAK VE FİNANS OLİGARŞİSİNE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELENİN KOŞULLARI VE UNSURLARI

Latin Amerika ülkelerindeki devrimci mücadelenin, bu bölgenin geçmişindeki özgünlükleri temel alınarak oluşturulmuş programının özeti Che Guevara tarafından yapılan bir tahlilde “Bir devrim için Latin Amerika’nın objektif koşulları oluşmuştur ve bu, emperyalizmin ve her ülkede büyük toprak sahiplerinin egemenliğidir.” sözleriyle ifade edilmişti.
Rosencof, kendi ülkesindeki durumun, bütün Latin Amerika’nın temel özelliklerinin bir parçası olduğunu belirterek, şunları söylüyordu:
“Uruguay’da ülke yüzölçümünün üçte biri, üç yüz ailenin mülkiyetindedir. 25-30-40 bin hektarlık çiftlikler vardır. Toprak sorunu ülkemizin en önemli sorunudur. İkinci sorun bankalarla ilgilidir. 42 banka kuruluşundan 37’si yabancıdır. Bizim için bankaların kamulaştırılması temeldir. Şu bakımdan temeldir: gelişmenin kredilerini bankalar sağlar. Biz endüstri sermayesini kabul ediyoruz; üretici kapitali kabul ediyoruz. Sanayici ve üretici bankaları da bu nedenle kabul ediyoruz. Fakat spekülasyon bankalarını hayır.”
Genel olarak sömürgeci ilişkilerin etkilerini taşımaya devam eden toprak-kır ilişkilerinde, büyük ölçekli araziler üzerinde gerçekleştirilen tarım, feodalizmle büyük kapitalist çiftlik işletmelerinin bir bileşimidir. Latin Amerika’ya özgü meyve ve (şekerkamışı, kauçuk, orman ürünleri gibi) sanayi bitkileri, Latifundia adı verilen bu çiftliklerde üretilir. Latifundia’lar, uluslararası tekellerin üretim ve pazarlama ağı içinde yer alırlar ve her ülkede emperyalizme bağımlı siyasi iktidarın temellerini temsil eder. Rosencof’un işaret ettiği gibi, her ülkede, üretime elverişli toprakların çok büyük bir bölümü, nüfusun çok küçük bir azınlığını temsil eden Latifundia sahiplerinin elindedir. Latin Amerika’da siyasi iktidarın sınıfsal temelini belirtmek için kullanılan “oligarşi” terimi, “komprador burjuvazi” ile birlikte bu sınıfı kapsamaktadır.
Latifundialarda çalışan işçiler ve topraksız köylüler, Latin Amerika’nın devrimci geleneklerini temsil eden geniş kitleler oluştururlar. Nitekim Tupamaroların kuruluşunda ve güçlenip yaygınlaşmasında, şekerkamışı tarlalarında ve ormanlarda çalışan bu kitlenin belirleyici rol oynaması, bu bakımdan bir tesadüf değildir.
Rosencof a göre, Uruguay’ın ve genel olarak Latin Amerika devriminin objektif koşullarını, ülkedeki toprakların büyük bir bölümünün mülkiyetinin bir kaç ailenin elinde bulunması ve yabancı sermaye egemenliği oluşturur. Bu tespitten hareket eden Tupamaro’nun devrim programını da, yabancı sermayeyle ve büyük toprak sahipleriyle hesaplaşan bir milli kapitalizm hedefi belirler.
Rosencofun sözlerinde de “milli kapitalizm” kavramının temel alındığı bir demokratik devrim programının izleri görülmektedir. Sermayeyi, üretici ve spekülatif olarak ayıran ve birincisine “ülke çıkarları açısından” olumlu rol yükleyen bu çözümleme, genel olarak bütün Latin Amerika devrimci hareketlerinde olduğu gibi, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten tüm örgütlerde küçük farklılıklar bir yana bırakılırsa, genel olarak kabul edilmiş bir program unsuruydu. Özellikle Maoculuğun ve Sovyet revizyonizmi kaynaklı “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin etkisi, bütün dünyada, devrimci hareketlere, demokratik devrimde milli kapitalizmin emperyalizme karşı müttefik olarak değerlendirilmesi, devrimden sonra da korunması ve geliştirilmesi düşüncesini yerleştirmiş bulunuyordu.

GERİLLA MÜCADELESİ VE SÜBJEKTİF FAKTÖR

Bu, ulusal sanayi ve ulusal sermaye gelişimini hedefleyen devrim programının ufkunun kaçınılmaz olarak reformlarla sınırlanacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü, Tupamaro’lar, içlerinde Rosencof gibi komünist gelenekten gelen önderlerin ve tabanlarındaki işçi kitlesinin etkisiyle, “sosyalizm” hedefine zaman zaman vurgu yapsalar da, sonuçta, bugün olduğu gibi, sistem içi çözümlerle de yetinebilecek bir eğilime girebiliyorlar.
Ancak bu bir yana, bu ülkelerin özgün koşullarında ortaya çıkarak sonradan dünyanın diğer ülkelerindeki pek çok devrimci akımı etkileyen silahlı mücadele kavramı da, büyük ölçüde sisteme ilişkin bu küçük burjuva analizden kaynaklanıyordu. Devrimin objektif etkenlerini, ülkenin emperyalizmle ilişkileriyle sınırlayan Latin Amerika küçük burjuva devrimciliği, sübjektif etkenler konusunda da, kişisel özellikleri öne çıkaran bir anlayışı geliştirdiler.
Rosencof, bu anlayışı açık bir biçimde dile getirdiği konuşmasında, şu örneği verdi:
“Sovyet devrimini Lenin olmadan, Çin devrimini Mao olmadan düşünmek çok zordur. Castro da Küba için önemliydi. Küba’da devrimin sübjektif unsuru, Castro’dur. Bu kadar da değil, Fidel Castro, Latin Amerika’nın sübjektif etkeniydi. O, Meksika’da, İspanyollara karşı verilen mücadeleye katılan 80 kişiyi hazırlayarak, bir Türk gemicisinin boğazı geçmeyi bile göze alamayacağı bir gemiye binerek yola çıkıyor. Bu 80 kişiden sadece 12’si sağ kalıyor, kalanlar da 12 kişi kaldıklarını uzun süre bilmiyorlar çünkü her biri bir yere dağılmış. Küba devrimini bu on iki kişi organize etti. ”
Daha önce Türkiye’de çok tartışılmış olan bu konuyu, Uruguaylı devrimci, kendi hareketlerine temel olan yönüyle yorumluyor. “Silahlı propaganda” kavramıyla, devrimde sübjektif faktör konusunun böyle yorumlanması birbirine uygundur. Ne var ki, bu, konunun Marksist tarzda ele almışından tamamen farklıdır. Fokoculuk veya Carlos Marigella’nın formüle ettiği biçimiyle şehir gerillası eylemleri, Tupamarolar’da tipik örneğini bulduğu gibi, bir yandan sübjektif etkenin kişileştirilmesine, diğer yandan da parti kavramının reddedilmesine yol açmaktadır.
Rosencof’un aşağıdaki sözleri, yalnızca parti kavramına değil, genel olarak örgüt fikrine karşı da bir çekingenliği dile getirmektedir:
“Bir militan önce ülkesindeki adaletsizliklerle karşılaşır ve bu adaletsizlikleri değiştirmek için eyleme geçmek ister, tik farkına varacağı şey bunu tek başına yapamayacağıdır. Bu militan, ya varolan bir örgüte girer ya da kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla yeni bir örgüt kurar. Bu da bir karmaşa çıkarır. Kendi örgütünün gerçekleri, değiştirmek istediği gerçeklerin önüne geçer. Eğer kendi örgütünün öncü olduğunu düşünürse; ben alçak gönüllülükle şunu söyleyeyim ki, bu yöntemle adil olmayan hiçbir gerçeği değiştiremez, diğer örgütlerle de işbirliğine gidemez. Biz, başta da söylediğim gibi kavramların peşinde değiliz. Uruguay halkının öncüsü biz değiliz. Bizim ülkemizde de diğer ülkelerde olduğu gibi Komünist Partisi işçi sınıfının öncüsü olduğu biçiminde militanlarını eğitirdi. Ben bunu büyük bir saygıyla karşılarım. Çünkü babam, büyük bir Bolşevik’ti ve ben de Komünist Partisi’nde eğitimimi aldım. Onlarla tartıştığımız zaman şunu söylerdik: ” Evet birliği istiyorsunuz, ama kurulacak birliğin sizin tarafınızdan yönlendirilmesini istiyorsunuz. Ben size birlik yapalım ama ben emir vereceğim deseydim, siz kabul eder miydiniz, bu birlik olur muydu? Kimin haklı olduğunu kimin öncü olduğunu, hayat belirlesin, halk belirlesin.”
Hiç kuşkusuz, Rosencof’un son sözleri doğrudur. Sonuçta, kimin öncü olacağına karar verecek olan, hayattır ve halktır. Ama devrimde hangi sınıfın öncü rolü oynayacağı, her şeyden önce, pratikten de önce, teorinin bir sorunudur. Devrimin genel gelişme eğilimlerim ve nihai hedefini, sosyalizm açısından yorumlayan her siyasi parti, bu devrim demokratik ve anti-emperyalist nitelikte bir halk devrimi de olsa, eğer sonuçta sosyalizmi hedefliyorsa, işçi sınıfının öncülüğü konusunda bir kuşku taşımamalıdır. Bu çözümleme, devrimin sosyal ve siyasal karakteriyle ilgilidir. Bundan sonrası, bir Komünist Parti için, bu teorik öngörüye uygun bir gelişme sağlayabilmek için çalışmaktan ibarettir. Doğal olarak, işçi sınıfının öncülüğünde devrim öngören bir parti, bu sınıfın siyasi partisinin Kendisi olduğu inancını taşıyorsa, devrimde öncülüğünü de iddiasının bir parçası halinde savunacaktır. Rosencof, bu konumlanışla, ittifaklar içindeki ilişkilerin olası sorunlarını birbirine özdeşlemektedir. Hiç bir ittifak, bir emir komuta ilişkisi içinde kurulamaz. Bu doğrudur. Hiçbir örgüt, birlikte cephe oluşturduğu bir diğer örgütün öncülüğünü kabul etmek zorunda da değildir. Bu da doğrudur. Ama bütün bunlar, Komünist Partisi’nin işçi sınıfının örgütü olduğu ve işçi sınıfının da devrimde öncülüğünün sosyalizm için bir koşul olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu noktada, Rosencof un çizdiği tablonun, aslında kendi örgüt ve mücadele anlayışını yansıttığını görebiliriz. Titizlikle, kendilerinin bir parti olmadığını söylemeleri ve herhangi bir sınıfı değil, Uruguay halkının tümünü temsil ettiklerini söylemeleri, sınıf partileriyle sınıf partisi anlayışıyla aralarında bir çizgi çekmeyi zorunlu kılmaktadır.
Mauricio Rosencof, askeri diktatörlüğün yıkılmasında Tupamaro mücadelesinin etkisi konusunda iyimser olmamak gerektiğini söylüyor.
“Halkın mücadelesi ile yıkıldığım söylemekten mutluluk duyardık ama öyle olsaydı şimdi iktidarda halk olurdu. Uruguay diktatörlüğü uluslararası bankacılar tarafından yıkılmıştır” diyordu. Burada gözden kaçan nokta, yalnızca Tupamaro’nun ya da Rosencof’un alçakgönüllülüğüyle açıklanamaz. O, böyle söylese de, Uruguay mücadelesi hakkında bilgi sahibi olan bir Marksist açısından, diktatörlüğün biçim değiştirmesinin altında yatan gerçek neden, halkın uzun süre içinde, alçala yüksele devam eden mücadelesidir. Uruguay diktatörlüğünün “uluslararası bankacılar” tarafından yıkıldığını söylemekle, Uruguay halkının mücadelesinin aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunu görmemek aynı şeydir. “Uluslararası bankacılardın, ya da emperyalizmin, Uruguay’daki siyasi rejimin tıkandığını ve eski yöntemlerle yönetme olanağının kalmadığını görmeleri, kendilerine hizmet edebilecek yeni bir siyasi iktidarın kurulması ve yeni, halkın tepkisini en aza indirecek yöntemlerle iktidar olması, Uruguay halkının mücadelesinden doğmadıysa, nereden doğmuş olabilir?

TUPAMARO’NUN SAĞLADIĞI BİRLİK
Tupamaro hareketinin geniş bir yelpaze içindeki ulusal güçleri, dışarıdan bakıldığında anlaşılması zor bir “birlik” içinde bir arada tutmasının nedenleri vardı. Rosencof kendisine defalarca bu sorunun sorulduğunu, 1985’te tutukluluklarına son verildikten sonra bu birliği nasıl koruduklarını insanların hep merak ettiklerini söyleyerek açıklıyordu:
“Çok önemli bir ilkemiz vardı; Bizans tartışmalarına girmemek. Maocu Devrimci Komünist Partisi mensuplarıyla yaptığım bir tartışmayı hatırlıyorum. Tartışmada iki Tupamarolu iki de partiden yoldaş vardı. Bu gizli bir toplantıydı. Ben, tartışma boyunca, önümdeki kâğıda, onların kaç kez ‘Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ dediklerini not ettim. Bütün sayfa doldu. Yoldaşlar, ( bir saat kırk beş dakika konuştuktan sonra, nihayet bir kaç küçük pratik öneride bulunup bize sordular ‘ne düşünüyorsunuz?’ Ben bir tek cevap verdim. ‘Neden bu söylediklerinizi birlikte yapmıyoruz!” Asıl önemli olan, sayfalar dolduran sloganlar değildi; çünkü biz onlarla Lenin’in mi, Mao’nun mu haklı olduğunu tartışmıyorduk. Eğer silahlı mücadeleden yanaysanız, tamam; o zaman bir hapishanenin ele geçirilmesini planlayalım, ya da eğer sendikal mücadeleden yanaysanız ona da tamam; o zaman güçlü olduğunuz sendikada bir grev düzenleyelim. Ama kimse bize gelip demesin ki, birlikte bir silahlı eylem yapmak ya da sendikal mücadele yapabilmek için o partinin görüşlerini paylaşmanız zorunludur, Mao Zedung’un düşüncelerini kabul etmeniz zorunludur!”
Tupamaro hareketine bir cephe örgütü karakteri kazandırarak bu birliğin sürdürülmesinde temel olarak alınan “Söz ayırır, eylem birleştirir” ilkesi, ideolojik ve politik ayrımların önemli olmadığı anlayışına dayanıyordu. Bir halk hareketinin, özellikle de ulusal nitelikleri ağır basan bir halk muhalefetinin, kendi içinde sınıf farklıklarından doğan farklı örgütler halinde bölünmesi doğaldır. Önemli olan, bütün bu farklılıkları, pratik bir demokratik program ekseninde birleştirebilmek, fakat bütün görüş ayrılıklarının devam ettiğini bilerek eylemi birlikte yürütebilmenin olanaklarını açmaktır. Mauricio Rosencof’un ve bu ilkeyi sık sık tekrarlayan Tupamaro önderlerinin ifadelerinde kolay anlaşılacak bir alaycılık vardır. Uruguaylı Maocularla ilgili olarak verdiği örnekte diğer bütün ülkelerde de tipik olan bir olayı aktarmaktadır. Rosencof, gizlilik koşullarında yapılan böyle bir toplantıda, bir saat kırk beş dakika boyunca, Mao Zedung düşüncesinden söz edilmesini komik bulmakta da haklıdır. Ama bu rahatsızlığın kaynağında, ulusalcı bir tutum olan, sınıf ayrımlarının üstünü örtme eğilimi vardır. “Söz ayırır” şeklindeki bir yargı ise, gün gelir, devrimci güçler arasında yasakçılığa dönüşme potansiyelini kaçınılmaz olarak içinde barındırır.
Tupamaro hareketi “silahlı mücadeleyi temel alan” bir örgüttü ve silahlı eylemler içinde yer almamış kimselerin örgütün lider kadrosunda yer alamayacaklarını hükme bağlamıştı. Rosencof, “Masa başında oturan birinin, bir militanı silahlı eyleme göndermeye hakkı yoktur” diyor bu konuda: ;Ama hareketin içerdiği ulusal güçler arasında düzenin küçük reformlarla onarılması, devrimin barışçıl yöntemlerle yapılması gibi programları savunan farklı politik gruplar ve partiler de vardı. Bu örgütlerle birlikte mücadele anlayışları, onayladıkları eylem biçimleri tartışılmaksızın ittifak kurmak biçimindeydi.
“Bir diktatörlüğe karşı verilen mücadelede, ulusal kurtuluş için ya da sosyalizm için yapılan mücadelede her türlü mücadele şekli aynı ölçüde önemlidir. Polise taş-atan bir öğrenci, bir devrimciyi evinde saklayan bir Hıristiyan, işkenceye direnen ya da silahlı mücadeleye katılan militan; bunların hepsi önemlidir, bunlardan biri eksik olursa mücadele başarılı olamaz.”
Gerçekte, bir devrimci hareket, koşullara uygun olarak, değişik mücadele biçimlerini ustaca kullanmayı bilmelidir. Barışçıl mücadele biçimlerinden silahlı biçimlere kadar her yöntem, onun cephaneliğinin değişik bölümlerinde kullanılmaya hazır beklemelidir. O örgütün değişik mücadele alanlarında ustalaşmış, farklı yeteneklere sahip militanları arasında planlı bir işbölümü de bulunmalıdır. Bunların, mücadele açısından sadece yararı vardır. Ancak, Rosencof, kendi hareketleri türünden yapılar içindeki ideolojik ve siyasi bakımdan ortaya çıkacak ayrılıkları da, aynı türden bir işbölümü gibi değerlendiriyor. Örneğin, eğer ikisi de iyi savaşıyorsa, onun açısından bir komünistle bir Hıristiyan demokrat arasında fark yoktur. Dolayısıyla, Tupamaro’nun sağlamış olduğu birlik, net bir siyasi ve ideolojik birlik temelinden yoksundur. Rosencof, gururla şunları söylüyor:
“Hiçbir zaman diğer hiçbir sol örgüte saldırmadık ve onu eleştirmedik Çünkü şuna inanıyorduk ki, düşman karşı taraftaydı ve solda başka bir örgüt bizi eleştiriyorsa bunu onların sorunu olarak gördük.”
Bu, son derece basit bir “iş” ve “laf’ kıyaslaması değildir. Siyasi mücadelenin eğer net bir sınıfsal içeriği varsa, onu diğer sınıfların örgütlerinden ve görüşlerinden ayıran özellikler de net ve kesindir. Bu, ister istemez, teorik ve ideolojik bir tartışmayı, eleştiriyi ve özeleştiriyi gerektirir. Bunlardan kaçınmanın sağladığı birlik görüntüsü de sağlam değildir.
Sonuçta, üstü örtülmüş ya da önemsenmemiş her eleştiri, her tartışma konusu, eylem birliklerinin olanaksız hale geldiği bir patlama noktasına ulaşabilecektir.

LATİN AMERİKA DEVRİMCİLİĞİ VE SOSYALİZM
Marksizm açısından eleştirilebilecek birçok özellik taşıyan Tupamaro hareketi, bazı bakımlardan da, dünya devrimci hareketinin geleceği hakkındaki umutların diri tutulabilmesine ışık yakıyor. Rosencof, ileri yaşına ve uzun süren hapislik hayatına rağmen, içinde taşıdığı devrim ateşini yüzünde ve hareketlerinde yansıtıyor. Sosyalizm ideallerine ve yoldaşlara bağlılık, güçlü enternasyonal duyarlılık gibi özellikleri, her sözünde hissediliyor.
“Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü” ile ilgili sorularla dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de karşılaştığını anlattıktan sonra, başından geçen bir olayı aktardı:
“Dünyanın pek çok ülkesinden Komünist Parti’li yoldaşlar, Montevideo’daki çalışmalarımızı incelemek üzere bizi ziyarete geliyorlar. Fakat hepsinin en çok sorduğu soru, bu konuya ilişkindir. Onlara, Uruguay’da açlıktan ölen çocukların haritasını açıyorum ve bırakın Sovyetleri, siz bana bu konuda ne önereceksiniz, onu söyleyin diyorum. “
Bu sözlerde, bir yandan, “söz böler, eylem birleştirir” sloganının yansımasını görüyoruz, bir yandan da, dünyadaki “komünist” partilerin içinde bulundukları acı durumu. Revizyonizm, Rusya’da kapitalizmin restorasyonu sürecinin açık hale gelmesi karşısında, bütün dünyada kendi temellerini kaybetmiş bulunuyor. Başarıyla mücadele eden hareket ve partilerin teorik ve pratik mücadelesinden öğrenmek yerine, kendi yaralarına merhem istemeye devam ediyorlar. Rosencof’un tutumu, Tupamaro’nun bu yıkılıştan etkilenmediğini gösteriyor.
“Sosyalist bloğun yıkılması kuşkusuz sosyalizm için mücadele eden tüm örgütleri şu veya bu şekilde etkilemiştir. Benim özellikle sözünü ettiğim Sovyetler Birliği’dir. Çünkü halk demokrasisi ülkeleri hiçbir zaman sosyalist olmamıştır. Sovyetler Birliği’nin çökmesi Uruguay’da, en çok etkisini gösterebileceği yerde göstermiştir. Bu, Uruguay Komünist Partisi’dir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi çizgisini izleyen komünist partisinin bunalımlarını ve Troçkist partilerin bunalımını genelleştirip genişletmemek gerekir. Bizim mücadelemiz Sovyetlerden bağımsız olduğu için olaylardan etkilenmemiştir. Uruguay Komünist Partisi ise çok acı, çok büyük bir oportünizme düşerek utanç içinde parçalandı. Bağımsız olmadıkları için Sovyetlerle ilgili yalanları sürekli olarak tekrar ettiler ve bir süre sonra ayakta duramaz hale geldiler.”
Rosencof, kendilerine ilham kaynağı olan Küba’nın şu anda zor durumda bulunduğunu, ama halkın sosyalizme sahip çıkacağına güvendiğini anlatırken, olumsuz koşullarda bile, Uruguay ve Latin Amerika devriminin yoluna devam edeceğine inandığını belirtiyor.

TUPAMARO İKTİDARI ALTINDA MONTEVİDEO
“Hapishanenin 20 km. çevresinde müthiş bir kalabalık vardı. Yaklaşık 120 bin kişi olduğu söylendi. Bu sayıyı bir gazete yorumcusu vermiştir. Yaklaşık 1 milyon nüfusu olan bir kentte bu azımsanmayacak bir rakamdı. İnsanların ellerinde çeşitli bayraklar vardı. Bu bayraklar yalnız değişik partilerin bayrakları değildi ve aynı zamanda futbolun çok önemli olduğu bir ülkede bazı gruplar ellerinde futbol takımlarının bayraklarıyla gelmişlerdi. Son gece örgütün yöneticilerini ve öldürme, yaralama suçundan mahkûm olanları bir yerde toplamışlardı; toplam 45 kişiydik. Montevideo’nun merkezinde olan bir hapishanedeydik. Orada kaldığımız tek geceydi, ertesi gün salıverilecektik. Bütün gece halkın bağrışlarını duyuyorduk. ‘Tupo kardeşlerimiz sizi bekliyoruz.’
Halk şunu biliyordu ki, her alanda mücadele eden örgüt Tupamaro örgütü olmuştur. Bu yüzden, yalnız ailelerimiz ve Tupamaro militanları karşılamadı. İşte bir futbol birliği gibi, kendisini ulusal folklorun, ulusal birliğin ve bütünün bir parçası olarak gören herkes karşılamıştır. Bu şunu gösterir ki, Tupamaro’nun kitleler üzerindeki etkinliği, örgütün bünyesini çok aşmıştır.”
Askeri darbe döneminin sona ermesinden sonra salıverilen 45 Tupamaro militanı evlerine dağılmayarak mensupları arasında Tupamaro yoldaşlarının bulunduğu bir Fransisken kilisesine geçtiler. Burada tartışarak örgütün reorganizasyonuyla ilgili kriterleri tespit etmeyi amaçlıyorlardı. Onları, dünyadaki olan bitenlerden hiçbir haber almadan hapishanede geçirdikleri on üç yıl boyunca unutmayan ve dönüşlerini bekleyen binlerce Uruguaylı bekliyor ve Tupamaro örgütünün efsaneleşmiş liderlerinin eliyle yeniden canlandırılmasına tanık olmak üzere sabırsızlanıyordu. Fransisken kilisesinde günlerce süren sert tartışmalar yaşandı. Tupamarolar bu tartışmaları belirli ilkelerde anlaşarak sonuçlandırdılar. Hemen yeniden organize olmak için faaliyete geçeceklerdi.
Örgütün yeniden eski önderleri tarafından organize edilmesi prensibi üzerinde sağlanan anlaşma üzerine yeni mücadele programı belirlendi. Tupamarolar şimdi ağırlıklı olarak yasal mücadele vereceklerdi.
Bugün, Tupamaro ne yapıyor ve başkentte kazandığı Belediye seçimlerini nasıl değerlendiriyor?
“Bir hükümet programımız vardır. Gerçekçi olunduğu zaman, demokratik, parlamenter bir sistem içinde uygulanabilecek bir hükümet programıdır bu. Bu programın son amacı sosyalist bir topluma varmak olmakla beraber temel yapıları değiştirme özelliği yoktur. Başkent Montevideo’nun yönetimini elimize geçirdik. Halk Montevideo’nun yerel yönetimine katılmak suretiyle kendi kendini yönetme konusunda eğitilmektedir. En çok tartıştığımız konu, merkezileştirme sorunudur. Montevideo’yu 19 bölgeye ayırdık. Herkesin merkeze kendi bölgelerinin yönetimini aktarmasını amaçlayan 18 komisyon kurduk. Bölgenin bütün sorunlarını kendi katılımlarıyla semtler çözmektedirler. Örneğin su sorunu, elektrik sorunu, asayiş sorunu gibi. Böylece sorunlar yalnız cephe militanlarının sorunları olmaktan çıkıyor, o semtte yaşayanların sorunu haline geliyor. Cephe hükümeti yalnız cephe militanlarının hükümeti değildir, tüm yurttaşların hükümetidir. İşte bu nedenle cephe hızla gelişebiliyor. Herkesin katılımını sağlamakla oluyor, bu da. Amacımız halkı hazırlamak, halkın arasından devlet adamları yetiştirmek. Genelde devrimci organizasyonların ihmal ettiği bir şey bu. Bu söylediklerimizden Tupamaroların silahlı mücadeleyi bir kenara bıraktıkları düşünülmesin. Şili’de olduğu gibi olabilecek en kötü şeylere de hazırlanıyoruz. Diktatörlüklere karşı mücadele etmek silahla mümkündür.”
Rosencof, aynı zamanda: “Biz iki ayağımızla yürümeyi öğreniyoruz. Önceleri yalnızca silahlı eylemi biliyorduk ve seke seke yürüdük; şimdi artık parlamenter mücadeleyi de biliyoruz ve bu bize, eski bildiklerimizi unutturmuyor” diyor. Gerektiğinde tekrar silahlı mücadeleye dönebileceklerini ima ediyor.
Rosencof, ardında güçlü bir etki ye dostça duygular bırakarak, ülkesine döndü. Türkiyeli devrimciler, bu yiğit militanla düşünceleri her konuda aynı olmasa da, onunla tartışmış, dünya devriminin sorunları üzerine konuşmuş, onun estirdiği coşku dolu mücadeleci rüzgârı paylaşmış olmanın anısını saygı ve sevinçle taşıyacaklar.

Kasım 1993

Burjuva milliyetçiliği ve devrimci katliamının “mantığı”

Önce bir olaydan, -toplumun en ileri, en devrimci kesimleri tarafından protestoyu hak eden- devrimci komünist harekete, işçi sınıfının devrimci öncüsüne karşı girişilen bir saldırıdan söz edelim. Katliama dönüşen bu saldırı olayı, yöneldiği politik-sınıfsal kesim ve meydana geldiği koşullar dikkate alındığında; Kürt ulusal hareketinde, burjuva reformcu ve milliyetçi çizgisinin konumunu en tartışmasız biçimde ortaya koyması nedeniyle bir dönüm noktası özelliği taşımaktadır. 9 Ekim 1993’te Dersim-Hozat bölgesinde, Devrimci Komünist Partinin Kürdistan Örgütü’ne bağlı olarak faaliyet yürüten sekiz Kürdistanlı Marksist’in PKK tarafından arkadan kurşunlanarak dördünün katledilmesi, ikisinin yaralanması (öldü diye bırakmışlardır) ve ikisinin de “esir” olarak kaçırılması olayı. Kürt ulusal özgürlük mücadelesinde, burjuva reformcu ve milliyetçi çizgisiyle yer alan ve Kürt halkının belli bir kesiminin desteğine de sahip olan bu hareketin, üzerinde bulunduğu platformdan, yönünü döndüğü güçlere kadar tüm ana unsurlar açısından daha net olarak tanınması zorunlu hale gelmiştir. Bu olay, sözde sosyalist bazı siyasal çevrelerin zannettiği gibi sıradan, basit ve “üzerine fazla gidilmemesi gereken” bir olay olmadığı gibi, olayın “sol gruplar arası bir çatışma” olarak gösterilmesi de mümkün değildir.
Her şeyden önce, devrimci komünist harekete saldırının, tam da diktatörlüğün, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara yönelik baskı, sömürü ve saldırısının yoğunlaştığı, Kürdistan’da faşist katliamların, köy bombardımanlarının, baskı ve işkenceyle insansızlaştırma uygulamalarının hayvani bir vahşetle sürdüğü koşullara denk düşürülmüş olması önem taşımaktadır. Kürdistanlı devrimci komünistlerin katledilmesi olayı, “uçurumun kıyısında” olduğunu ilan eden Türkiye egemen sınıflarının, gelişen halk hareketini bozguna uğratıp, etkisizleştirmek için en etkili araç olarak gördüğü faşist teröre dört elle sarıldığı koşullara denk gelmesinin yanı sıra; ulusal özgürlük mücadelesiyle proletarya hareketi arasında kurulması mutlak zorunlu olan bağların gelişme eğilimi gösterdiği; koşulların, Türk, Kürt ve tüm milliyetlerden emekçi yığınların birleşik hareketini zorunlu kıldığı bir döneme de denk düşmektedir. Bütün öteki durumlar bir yana; tek başına dönemin bu özelliği bile, söz konusu bu saldırının devrime değil, karşıdevrime, halka değil, egemen sınıflara yaradığını kolayca göstermektedir. Bu saldırı sosyalist düşüncelerin işçi sınıfı hareketi içinde, bugüne kadar olmadık ölçüde etki bulduğu, Kürt halkının kölelik durumunun son bulması ve halkların gönüllü ve kardeşçe birliği düşüncesinin işçiler ve emekçiler tarafından ya da, en azından onların bilinçli öncü kesimleri tarafından savunulduğu, devrimci komünist partinin, tüm milliyetlerden işçi sınıfı içindeki etkisinin güç kazandığı ve bu etkinin gelişme-güçlenme olanaklarının genişlediği koşullarda meydana geldi. Bu saldırı, devrimci komünist partisinin, Kürt işçi sınıfının platformundan Kürt reformcu burjuvazisinin ve Kürt reformist-revizyonist çevrelerinin, emperyalizm ve gericilikle uzlaşma platformuna yönelttiği devrimci eleştirinin, Kürt işçi-emekçi yığınları ve Kürt gençliğinin saflarında giderek güçlenen bir etkiye yol açması somut olgusuyla da doğrudan ilişkilidir. Daha özlü olarak bu katliam, Kürt reformcu burjuvazisinin gerici platformundan Kürt işçi sınıfına, onun şahsında Türkiye işçi sınıfına ve sınıfın sosyalist hareketine yöneltilmiş saldırının somut bir ifadesidir.
9 Ekim katliamı olarak işçi sınıfı tarihine geçecek bu olayın diğer önemli bir yanı da; katliam sonrasında, katliamı yapan PKK’nın “Kürt ulusal kurtuluşçuluğu” adına Kürt halkının denetim altına alınmasının bir yolu olarak, bu tür cezalandırma yöntemlerini sürdüreceğini ilan etmesidir. Hozat katliamı sonrasında, gerek katliamın “gerçekleştirilmesi” ve gerekse halk tarafından gerçekleştirilen katliamı protesto eylemlerinin engellenmesi amacıyla “PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi”, “ARGK Ana Karargâh Komutanlığı”, “ERNK Avrupa Örgütü” vb. imzalarla yayınlanan bildiriler ve yapılan açıklamaların -bunların arasındaki çelişik yanlar hiçbir önem taşımıyor ve tümü de kamuoyunu aldatmayı ve gerçekleri çarpıtmayı esas alıyor- ortak teması, “PKK’nın ulusal kurtuluş savaşı yürüttüğü” ve “herkesin kendini bu savaş koşullarına uyarlaması” biçimindedir. Olay sonrasında PKK tarafından çeşitli imzalarla yapılan açıklamalar ve yayınlanan bildiriler, PKK’nın ne tür bir “devrimci” ve “ulusal kurtuluşçu” olduğunu ortaya koyan belgeler durumundadır. Aşağıda ele alacağımız bu belgelerin PKK’nın “devrim” anlayışını ortaya koyduğuna kuşku yoktur. Yanı sıra; bu bildiri ve açıklamalar, PKK’nın devrim, sosyalizm, halk hareketi ve Marksist hareket karşısındaki konumunu da doğrudan ortaya koymaktadır.
Önce “PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi” bildirisine bakalım: “Yüzlerine sol maskesi takan bazı güçler, eskiden eşkıyaların yaptığını ‘ilericilik’, devrimcilik, hatta komünistlik adına yapmaya başladılar. Bunlardan biri de adına TDKP ya da Halkın Kurtuluşu denen güçtür.”
“HK; mücadelemizin Dersim’de kök salmasıyla devreye sokulan provokatif bir güçtür.”
“Halkımıza ve partimize karşı komploculuktan vazgeçmeleri konusunda defalarca uyarılar yapıldı. Bu yönlü ısrarlı uyarılarımıza rağmen bu karşı-devrimci çabalarından vazgeçmeyince 9 Eylül (Ekim olacak -Ö.D.) günü bir birliğimiz tarafından tutuklanmak ve gerçekler kendilerine bir daha hatırlatılmak istendi. Ancak bu çağrımıza uymayan HK’lilere ateş edilmek zorunda kalındı. Karşı-devrimci güçten 6 kişi ölürken, 2 kişi de esir alınmıştır. “
“Kendisine ‘sol, ilerici, devrimci, demokrat’ diyen ve Kürdistan’da faaliyet yürütmek isteyen her güç PKK ve Kürt halk gerçekliğini kabul etmek zorundadır. Egemenlik sahamızda yürütülecek tüm faaliyetlerden sorumlu tek güç PKK’dır. Diğer güçler alacağı tüm kararlarda partimizi bilgilendirmek ve onay almak durumundadırlar.”
Bu bildirinin buraya aktardığımız ve aktarma gereği görmediğimiz tüm satırları, devrimci komünist partinin karalanması amacıyla sarf edilen küfürleri ve yasak ve tehdit mantığını içeriyor. Devrimci hareketin gelişim süreci ve olaylar çarpıtılıyor, geri olmaktan kaynaklanan ve bizzat PKK’nın bolca yaşayıp-uyguladığı komploculuk, bir suçlama olarak devrimci Marksist partiye yöneltiliyor.
PKK ve onun Dersim halkının başına bela kesilen “Eyalet Komutanı”, komünistlere ve devrimcilere ucuz suçlamalar da bulunup, tehdit savuracağına, önce devrimci hareketin, Türkiye, Türkiye Kürdistanı ve Dersim’deki gelişme tarihini öğrensin. O zaman ‘HK’nın, PKK’nın “Dersim’de kök salmasıyla devreye sokulan provokatif bir güç.” Olmadığını, giriştiği provokatif saldırı eylemiyle kendisinin düşmanın saldırılarına çanak tuttuğunu belki görebilecektir. Cehaleti ve geriliği bir “olumluluk”muş gibi sahiplenmekle kalmayıp, bunu Kürt halkına da dayatanlar, gerçeklerin zor yoluyla gerçek olmaktan çıkarılabileceğini düşünüyorlarsa, fena halde yanılıyorlar. Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında yaşayıp da devrime ve halk hareketine az çok yakınlık duyan herkes, THKO’nun -ki o, TDKP’nin öncel örgütüdür- Kürdistan’da ve Dersim’de 70’li yılların başından itibaren faaliyet yürüttüğünü, HK’lilerin Kürt ve Türk halkının özgürlüğü, mutluluğu ve kardeşliği için, emperyalizme, faşizme ve Kürt ve Türk gericiliğine karşı mücadele içinde yüzlerce şehit verdiğini, Kürdistan’da, -eğer bir kıyaslama yapılacaksa- ilk ortaya çıkan ve güçlenen hareketin PKK değil, THKO olduğunu, aynı şeyin Dersim için de söz konusu olduğunu kabul edecektir. Ve dürüst her devrimci, 12 Eylül öncesinde ortaya koyduğu pratiğiyle, PKK’nın Kürdistan’da var olmanın yolu olarak diğer tüm devrimci güçlere saldırıyı gördüğünü teslim edecektir.
O zamanki adıyla UKO, kendisi dışında Kürdistan’da varlık gösteren bütün devrimci ve ilerici güçleri, sömürgeciliğin Kürdistan’daki sınıf temeli olarak değerlendirdiği küçük burjuvazinin sosyal-şoven ve hain temsilcileri olarak görmekte, bunlarının faaliyetinin engellenmesini ve fiziken ortadan kaldırılmasını merkezi görev olarak saptamakta, kongrelerinde devrimcilere yönelik saldırıyı karar düzeyinde ifade etmekteydi.
Kendileri gibi milliyetçi bir platformda bulunan ulusalcı güçler de PKK ve önceli UKO’nun gazabına sıkça” uğramaktaydı. “Sosyal-şovenlerin Kürdistan’daki faaliyetinin engellenmesi” adına devrimci gazete ve dergilerin satılması engelleniyor, devrimci örgütlerin militanları “ajan” ilan ediliyor, önderlerin yok edilmesi yoluyla tabanın sindirilebileceği düşünülüyordu.
12 Eylül sonrasının özel koşulları içinde PKK bu tavrını değiştirmiş gözüktü ve bir “özeleştiri” de verdi. Ama son saldırı olaylarıyla anlaşıldı ki, PKK eski tutumunu korumaktadır; sadece bu saldırılara bazı özel koşullar nedeniyle bir süre ara vermiştir. Çünkü onun bu saldırılara yön veren tutumunun temelinde onun ne iç ilişkilerinde ne de dışındaki devrimci siyasal güçlerle olan ilişkilerinde demokrasiye hayat hakkı tanımayan despotik ve tahammülsüz yapısı vardır.
PKK, “Dersim Eyaleti Askeri Konseyi” eliyle yaptığı açıklamalarda -bu açıklamaların PKK merkezi yönetiminden bağımsız yapılması olanaklı değildir- devrimci komünistleri “karşı-devrimci faaliyet yürütmek”le suçlamaktadır. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda, işçi sınıfı ve halk yığınları adına, halkın çıkarlarını savunma adına bir dizi “sol”, “sosyalist” ve “devrimci” örgüt faaliyet yürütmektedir. Bu örgütlerin ne olup ne olmadıkları, yalnızca ideolojik-siyasal platformları, program ve siyasal taktik çizgileriyle değil, aynı zamanda burjuvazi ve gericilik karşısındaki pratik tutum ve konumlanmalarıyla da herkesin gözü önündedir. Günümüzde “devrimci” olmayı düzen karşıtı olup-olmama genel ve asgari düzeyiyle değil, bir dünya sistemi olan kapitalist emperyalizmi ve onunla birlikte tüm sömürü ve baskı kaynaklarını tasfiye edip-etmeme, bunu göze alıp-almama, sınıf mücadelesini esas alıp-almama, proletarya ve emekçilerin kurtuluşunu savunup-savunmama kriterleriyle ele almak gerekiyor. Görüntüyle gerçeğin, yalan ile doğrunun, devrimcilikle bağlı olarak sınandığı alan budur. Eğer bir hareketin toplumsal değişim ve yeniden kurma projeleri düzenin ekonomik-politik sınırlarına sıkışıp kalıyorsa, eğer kapitalizmi, onun evrensel sistemi emperyalizmi, burjuvazinin sınıf iktidarını tasfiyeyi değil de, onların sınırları dâhilinde, bazı hak kırıntılarının alınmasıyla yetiniliyorsa, orada düzen karşıtlığının devrimci olmaya yetmeyeceği açıktır. Böyle projeleri olanları devrimci değil, reformcu olarak adlandırmak gerekir. Karşı-devrimcilik, devrimcilik alanında, sosyalizm zemininde yeşerme olanağı bulmaz. Burjuva-reformcu platformda yürütülen bir “düzen karşıtlığının ise, burjuvaziyle uzlaşma çizgisi nedeniyle devrim karşıtlığına, proletarya ve komünizm düşmanlığına dönüşmesi, uygun koşullarda her zaman mümkündür. Devrimci komünistler, hem Marksist ideolojik-politik platformları Kürt işçi ve emekçilerinin ve hem de siyasal taktik ve pratik faaliyetleriyle devrimi geliştirmeyi, işçi sınıfının devrimci sınıf konumuyla devrimde başı çekmesi için onu eğitip-örgütlemeyi, Kürt ve Türk emekçilerini, burjuvazi, diktatörlük ve emperyalizme karşı ayağa kaldırmayı, burjuva iktidarını ve kapitalizmi tarihe gömerek halkların gerçek kurtuluşunu ve kardeşliğini sağlamayı başlıca görev edinmişlerdir. Bu faaliyeti, nerede olursa olsun, hangi toplumsal kesim adına harekete ederse etsin, hangi maskeye bürünürse burunsun, baltalamaya, engellemeye, karalamaya, “karşı-devrimcilik” olarak suçlamaya kalkışan, dahası bu faaliyeti silah zoruyla ve unsurlarını ortadan kaldırarak tasfiyeye yönelen, herkesi, devrim karşıtı olmakla, .bu tutumuyla düzenin ve devletin, yanında yer almakla suçlamak yanlış olmayacaktır. Tarih gerçeğin sözlerde değil, olgularda yattığını sayısız kez ispatlamıştır.
Devrimci Komünist Partiye “karşı-devrimci”lik suçlaması yönelterek, onun faaliyetine sınır çekmeye çalışan PKK ne yapıyor? Kürt komünistlerini “tutuklamak” istiyor ve buna uymadıkları için -ellerinde silah yok ve esir alınmayı kabul etmediklerini söylüyorlar- kurşuna diziyor. Üstü örtülemez olan olgu bu! PKK bunu niye yapıyor? Kendisinden izinsiz faaliyet yürütüldüğü için. Peki, ne zamandan beri, devrimci ya da sosyalistler başkasından izin alarak, onların onayı dâhilinde faaliyet yürütmüşlerdir? Kaynağını güce tapmadan alan bu mantığın “devrim yapması” mümkün mü? PKK’nın gerçekleştirdiği devrimci katliamının gerçek nedenleri, bu yazının baş tarafında özetlenen gelişmelerde yatmakla beraber, onun güce tapıcı, yasakçı anlayışı da bu katliamda rol oynamıştır. Çünkü açıkça “egemenlik sahamızda yürütülecek tüm faaliyetlerden sorumlu tek güç PKK’dır. Diğer güçler alacağı tüm kararlarda partimizi bilgilendirmek ve onayını almak durumundadırlar” denilmektedir. PKK’ya; “neden Kürdistan senin egemenlik sahan?” diye bir soru sormayı gereksiz görüyoruz. Ama her fırsatta, “demokrasiyi temsil ettiğini, demokrat olduğunu, çoğulculuğu (geleceğe yönelik olarak da -Ö.D) esas aldığını” söyleyen PKK yönetiminin, henüz herhangi bir egemenlik kurma durumu da söz konusu değilken, Kürt toplumunu temsil yetkisini tekeline almaya kalkışması ve farklı devrimci hareketlerin gelişmesine, “onay ve izin verme” yetkisiyle kendini donatması, iradesini silah zoruyla dayatması, sözlere değil, pratiğe bakmak gerektiğini bir kez daha beyinlere kazıyor. PKK’nın yasakçı anlayışını -tüm gizleme çabalarına karşın- “ERNK Avrupa Örgütü” ve “ARGK Ana Karargâh Komutanlığı”nın açıklamalarında da görmek mümkündür. “Bizim ne TDKP, ne de başka bir sol örgüte karşı özel bir tavrımız yoktur” sözleri, hemen ardından gelen, ama “savaş koşullarının bilinmesi ve anlaşılması gerektiği”, “savaş alanında devrimi ve gerillayı zorlayan koşullara, bu yönlü pratiğe, gerillayı takibe karşı tavır konduğu” açıklamasıyla nötrleştirilmekte, esas düşünce dışa vurulmaktadır. Savaş alanında devrimi ve gerillayı zorlayan koşullar, “bu yönlü pratik” nedir? PKK’ya göre bu, diğer örgütlerin politik örgütsel faaliyetidir. Kürt halkının diktatörlüğe karşı mücadelesinin güçleri olarak değerlendirilmeleri gereken bu örgütler, engel olarak görülmekte, bu “engel”lerin ortadan kaldırılması eyleminin “anlayışla karşılanması gerektiği” anlamına gelecek sözler söylenmektedir. “Egemenlik sahası” anlayışı, bu kez “savaş koşullarının bilinmesi ve anlaşılması” biçiminde kamufle edilmektedir. Bu tutum ve anlayış, PKK’nın “devrimci yurtsever birlik ve beraberlik” üzerine ettiği sözlerin samimiyet ve ciddiyet düzeyini de ortaya koymaktadır. PKK, düşmana daha güçlü darbeler vurma amacıyla, toplumun ezilen sınıfları ve devrimci politik güçlerle “birlik ve beraberlik” arama yerine, kendine tabi olan, kendisinden izin alarak faaliyet yürüten, bağımsız devrimci politik-örgütsel faaliyetini PKK’nın denetimine sunan, kullanabileceği güçler aramakta, daha vahim olanı ise, bunu Kürt Marksistlerine kabul ettireceğini sanmaktadır. Bu anlayışıyla PKK, TC’nin “örgütler arası kışkırtıcılık yapma, örgütleri karşı karşıya getirme” taktiğinin de başta gelen muhatabı olmaktadır. Çünkü Kürt komünistlerine ve diğer devrimci örgütlere karşı saldırıya geçen PKK’nın kendisidir. Ve doğaldır ki, kışkırtılmışlık en başta saldırıya geçen için söz konusu edilmeli, gözden geçirilmeli ve son bulmalıdır.
PKK’nın baskıcı ve yasakçı politik pratiği ne yeni bir şeydir, ne de devrimcilere karşı olmakla sınırlıdır. Yeni değildir, çünkü bu tutum, ortak örgütlenmeyi savundukları için “Türk sol örgütleri” olarak gösterilen devrimci örgütlerin Kürdistan’daki faaliyetinden duyulan rahatsızlık biçiminde hemen her zaman var oldu. İlkesel olmayan, ama tümüyle güncel mücadelenin durumuna bağlı olarak ve pragmatik (yararcı) bir anlayışla zaman zaman değişime uğrayan bu tutum, gelişmelere bağlı olarak yeniden saldın biçimine dönüştü. Devrimcilere karşı olmakla sınırlı değildir, çünkü PKK eylemciliği ve mücadele çizgisi, halkın mücadelesi ve örgütlenmesine gereken değeri vermeyen, halktan uzak bir anlayış üzerinde yükselmektedir. Gene olgulara başvuracağız ve detaya girmeden, PKK’nın şu ünlü “cezalandırma” eylemlerini örnek göstermekle yetineceğiz. Tipik olmayan son örnek, Dersim halkına karşı yayınlanan tehdit bildirişidir. Yasak listeleri diğer bir örneği oluşturuyor. Şu sözlere bakalım: “İznimiz ve onayımız dışında kepenk ve kontak kapatma suçtur ve bu suça bulaşanlar cezalarını çekeceklerdir. Hangi gerekçeyle olursa olsun kontak ve kepenklerini kapatanların tümünü biliyor ve elebaşlarını tanıyoruz. Bunlar en sert şekilde cezalandırılacaklardır. Çünkü bunu yapan polistir.” Bu satırların altındaki imza “PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi”dir. Bu tehdit bildirisi, Dersim halkının, TDKP militanlarının katledilmesini kepenk ve kontak kapatarak ve gösteri yaparak protesto etmesi üzerine yazılmıştır. Doğrudan halka yönelen, “kurtarılacakları” iddia edilen Kürt emekçilerinin dize getirilmesini amaçlayan gözdağı bildirileridir. “Devrimcilik” ve “ulusal kurtuluşçuluk” adına, halkın her tür eyleminin izne tabi olduğu belirtilmektedir.
PKK, hunun “savaş koşulları gereği olduğunu ve anlayışla karşılanması gerektiğini” söylemektedir. Bu savaş kime karşı? diye sormamız zorunlu oluyor. Savaş, diktatörlüğe karşı mı, halka karşı mı veriliyor? Yoksa bu, PKK dışındaki herkese karşı bir savaş mı?
Bir örgütün kurmayı tasarladığı iktidarın niteliği, verdiği iktidar savaşı sırasında biçimlenir. PKK’nın bugün ortaya koyduğu bu yasakçı pratik, kurmayı tasarladığı iktidarın niteliği hakkında yeterince veri sunmaktadır. Eylem ve somut pratik, her zaman sözlerden daha inandırıcıdır.

DEVRİMCİ MÜCADELE, ZORBALIK VE “GERİLLACILIK”
Halka dayananların, halkın çıkarlarına gerçekten bağlı olanların halkı karşıya alan eylemleri olamaz. PKK ise, tehdit ve saldırılarla, gazaba gelmiş savaş ağalarının öfkesiyle, halkı “yola getirmeye”, kendisine tabi kılmaya çalışıyor, “iznimiz ve onayımız dışında kepenk ve kontak kapatma suçtur ve bu suça bulaşanlar cezalarını çekeceklerdir” tehdidinin başka bir anlamı yoktur. PKK, yalnızca kendisinin, halka ve devrime zarar veren eylemlerinin protestocularını tehdit etmekle kalmıyor, kendi “izni ve onayı olmadan” hiçbir eylemin yapılamayacağını söylüyor. Burada ister istemez, ABD’nin oluşturduğu platform üzerinde İsrail’le anlaşan FKÖ ve Arafat yönetiminin, Filistin halkının işgale karşı mücadelesinin denetimini İsrail hesabına üstlenmesi akla geliyor. PKK’nın, devrimcilere ve Kürt halkına yönelik tehditlerini, onun, Kürt reformcu burjuvazisinin emperyalizm ve gericilikle uzlaşma platformuna yöneliminden ayrı olarak ele almak, olguların kendisiyle değil, görüntüleriyle uğraşmak anlamı taşır.
PKK, Kürt halkının, kurtuluşunu kendi eliyle gerçekleştirmesini sözde savunurken, gerçekte, halkın rolünü küçümsüyor, ya da tümüyle yadsıyor. Halkın eğitilip-aydınlatılması çabasına girmeden, tehdit ve şantajla “halk desteği” sağlamaya çalışıyor. Hiçbir gönüllülük payı olmayan, adaletsiz “vergilendirme” ve askere alma uygulamasıyla halkı sindirmeye yönelirken, devletin Kürdistan’ı insansızlaştırma politikasına, izlediği eylem çizgisiyle güç verme durumuna düşüyor. Halka dayattığı şudur: “Vergiyi bana vereceksin, çocuklarını bana asker vereceksin, burjuva gazeteleri okumayacaksın, çocuklarını okula göndermeyeceksin, televizyon izlemeyeceksin vb. vb.” bu yasaklar listesi, “tüm okullar kapatılacak, buralarda görev yapılmayacaktır, tüm öğretmenler derhal görevlerini bırakacaklardır” vb. biçiminde sürüp gidiyor. PKK “Eyalet Komutanlıkları” bununla da yetinmiyor, “bu kararların ihlali halinde ERNK ve ARGK kurumlarına bilgi vermek bir yurtseverlik görevidir” diyerek ihbarcılığa çağrı da çıkarıyor. PKK’nın “generalleri”nin açıklamalarında, bir tek “ihbarcıya ödül verileceği ve kimliğinin gizli tutulacağı” söylenmiyor. PKK’ya vergi ve asker vermeyen Kürdistanlının bu dünyada yeri yok! Ne kaçabiliyor, ne kalabiliyor. “Kaçınca” evinden, tarlasından da oluyor. Çünkü PKK, “gidenin evi, tarlası, bahçesi bizim olur” diyerek bir çeşit “mecbur-i iskân”ı dayatıyor. Kalmak ise “bir başka bela”! Diktatörlüğün zulüm ve baskısının yanı sıra, PKK’nın yasakları ve talepleri var. Çünkü PKK, çocuklarını vermeyen ailelerin evlerini yakıyor, ya da onları öldürmeye yöneliyor, bu türden bir “ulusal kurtuluşçu” politik-pratik çizginin Kürt işçi ve emekçilerinin çıkar ve beklentileriyle ilişkisi yoktur. Kürt halkının bu yolla kazanacağı herhangi bir özgürlük yoktur ve o, “Kürtlük” adına zapturapt altına alınmaya çalışılıyor.
PKK’nın yasakçı politikası Kürt ulusal hareketinin bugünkü platformuyla doğrudan bağlantılıdır. Ulusal hareketin aktif gücünü oluşturan Kürt emekçilerinin PKK saflarında mücadeleye katılan kesiminin, harekete ulusal hak talebinin ötesine geçen sınıf talepleriyle katıldıklarını ve özgürlük mücadelesini sosyal kurtuluş için mücadeleye bağlayarak sürdürdüklerini söylemek henüz mümkün değildir. Ve PKK, yasaklarla, üzerinde bulunduğu burjuva-reformcu platformun aşılması ve Kürt işçi ve emekçilerinin devrimci platformunun esas alınması yönündeki çabaların önünü kesmeye çalışmaktadır. Onun halka ve devrimci komünistlere dayattığı “onay ve izin”in önemli bir nedeni de, işçi ve emekçilerin, burjuva platformu aşma yoluyla, harekette yeni ve devrimci bir yönelişin önünü açma olasılığının giderek güçlenmesi ve henüz cılız da olsa halk devrimine doğru genişleme eğiliminin görülmesidir. Yığınların en devrimci kesimlerinin, sınıf sorunlarını öne alarak harekete sınıfsal bir karakter kazandırmaya yönelmeleri, bu yönlü çabalar PKK’yı rahatsız etmektedir.
Oysa ezilen ulusun kurtuluş hareketinin önderliğinin proletaryanın elinde olmadığı ve burjuva, küçük burjuva önderlikler tarafından ele geçirildiği koşullarda, ezilen ulus hareketinin, kapitalizmin ve uluslararası burjuvazinin egemenliğinin sınırları içinde kalarak, ona bağlanması kaçınılmaz hale gelir. Bu aynı zamanda, hareketin işçi ve köylü yığınlarına karşı bir yönelişle, onlar üzerinde baskıcı bir yönetime dönüşmesi, demektir. Halk iktidarı ve sosyalizme yönelmeyi başaramayan, ya da önderliğin sınıf konumu nedeniyle bunun olanaklı olmadığı durumlarda, işçi ve emekçilerin köleliği biçimsel değişikliklerle devam eder.
PKK’nın emperyalizm ve burjuvaziyle uzlaşma eğilimi ve gelecekle ilgili projelerinin odağına, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkarlarını değil de, reformcu Kürt burjuvazisinin çıkar ve taleplerini yerleştirmesi, onun, halkın çıkarları karşısındaki hoyratlığını besleyen temel etkendir. Bu nedenledir ki; o, emekçi sınıflar cephesinden, proletaryanın devrimci partisinden gelen eleştirilere, silahın namlusuyla cevap veriyor! “Bugünkü dünyada her şeyi ABD belirtiyor. Biz de ABD eliyle Türk devletini hizaya getirmeye çalışacağız” biçiminde ifade edilebilecek bir düşünceye sahip olan PKK önderliğinin, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf çıkarlarına bağlı kalması oldukça zordur ve zaten “sınıf sorunu” ulusal hareketi bölen bir olumsuzluk olarak değerlendirilmektedir.
Bu durum ve bütün bu nedenler, mensupları halk arasından gelen PKK’nın henüz iktidar olmadığı koşullarda bile halkın üzerinde bir burjuva partisi gibi baskı ve zorla otorite sağlamaya çalışmasına yol açmaktadır.
Kürt emekçileri, kendilerine yabancı, kendilerine kurşun-bomba ve işkenceden başka bir şey vermeyen Türkiye egemen sınıflarına asker ve vergi vermezlerse, kuşkusuz bu haklı ve yerinde bir davranış olur. Aynı şey Türk milliyetinden emekçiler için de geçerlidir. Çünkü bugünkü devlet tekelci burjuvazi ve emperyalizmin çıkarlarının, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin zor yoluyla tahakküm altına alınması temelinde savunulmasını sağlayan bürokratik ve despotik bir baskı aygıtından başka bir şey değildir. Halk kitlelerinin ödediği vergiler, burjuva egemenlik sisteminin ayakta kalması için kullanılmaktadır ve bunun emekçiler için anlamı sömürü ve baskı koşullarının devamıdır. Bu koşulların ortadan kalkması için, işçi ve emekçilerin, burjuva devlet aygıtını paramparça etmesi ve iktidarı alması gerekir. Bu bakımdan işçi sınıfı ve emekçileri sömürüyü reddetmeye ve bir sömürü biçimi olarak vergi vermeye karşı direnmeye, ya da burjuva ordusuna katılmamaya, askere gitmemeye çağırmak ile “solculuk”, “ulusal kurtuluşçuluk” adına halkı zorla vergiye tabi tutma ve “gerillaya” katma birbirinden farklı olması gerekirken, yöntemi ve sonucu açısından birbirine karışarak aynileşmektedir. PKK, halk üzerinde despotça bir otorite kurmaya çalışıyor. Gönüllü destek yerine, “otorite olduğu” iddiasıyla, silaha dayanarak Kürt halkından “arazi vergisi, bina vergisi, ticari vergi” vb. adı altında, miktarını kendisinin belirlediği büyük meblağlar alıyor. Köylüleri psikolojik baskı barikatıyla kuşatarak, “karşı olduğunu” söylediği egemen sınıfların, TC devletinin uygulaya-geldiği baskı biçimlerini, barbar” yöntemlerle zenginleştirerek kendisi uyguluyor. Öyle ki; Kürt emekçileri, diktatörlüğün zulmünü göğüslemeye çalışırken, ek bir zulümle karşılaşarak adeta çaresiz duruma düşüyor.
PKK, halka zarar veren her eylemini “savaşıyoruz” gerekçesine bağlıyor. Ama bu savaş, halk için savaş olmaktan çıkıp, halka karşı savaş da olabiliyor. “Savaş” halkın baskıdan kurtulması için en yoğun fedakârlıklara katlanma boyutunu çok kolay biçimde kaybederek, halk üzerindeki baskının el değiştirmesine, “Türk olandan”, “Kürt olana” geçmesine hizmet eden bir eyleme dönüşebiliyor. Bu durum, Kürt halkının ve onun evlatlarının katlandığı bunca acı ve fedakârlığı haksız biçimde lekeliyor, bizzat Kürt emekçilerinin umutsuzluğa ve gelecek kaygısına kapılmasına yol açıyor.
Bütün bu uygulamalar, korunması ve geliştirilmesi gereken tüm devrimci değerlerin, PKK’nın “gerillacılık” anlayışına kurban edildiğini gösteriyor. Tüm eylemlerini “gerilla savaşı”yla izah etmeye çalışan PKK, bu anlayış ve uygulamalarıyla gerilla savaşını da yozlaştırıyor. İşçi ve emekçi halk yığınlarının, burjuvazi ve diktatörlüğe karşı mücadele biçimlerinden biri olan “gerilla savaşı” PKK’nın pratiğinde, halkın mücadelesini darbeleyen, halkı mücadeleden uzaklaştıran, devrimden soğutan bir eyleme dönüşebiliyor. Halkın mücadelesinin bir biçimi olarak, dahası genel siyasal mücadeleye tabi olarak ele alınması gereken bu mücadele biçimi, halkı dışlayan ve halka karşı da uygulanabilen bir biçime büründürülüyor. Engels bu durumu, “Bir durumda yurtseverlik olan şey, başka bir durumda eşkıyalık ve katilliğe dönüştü” biçiminde değerlendiriyor. Engels’in bu değerlendirmesi günümüz Kürdistan’ında yaşanan vahim duruma da açıklık getirmektedir. Gerilla savaşının Marksist ele alınışıyla, Marksizm’in gerilla savaşına bir mücadele biçimi olarak biçtiği rol ile PKK’nın gerilla savaşı anlayışı ve uygulamaları arasında da uçurum vardır. PKK, gerilla savaşını, hem tüm mücadele biçimlerinin başına almak ve her koşulda geçerli bir biçim olarak görmekle, hem de halktan kopuk ve halk adına “öncülerin eylemi”ne dönüştürerek güçten düşürmekle, Marksizm dışına düşüyor. PKK, gerilla savaşının devrimci işlevine darbe vuruyor. Gerilla mücadelesiyle ilgili tartışmalarda, bir eleştiriyi cevaplandıran Lenin şöyle demektedir: “Gerilla savaşının sınıf bilincine varmış işçileri düşkün ayyaş takımıyla yakın ilişkiye soktuğu söylenir. Doğrudur bu. Ama bunun anlamı şudur. İşçi partisi, hiçbir zaman gerilla savaşını tek, hatta başlıca mücadele yöntemi olarak göremez; bu yöntemin ötekilerden aşağı tutulması gerektiği, başlıca savaş yöntemlerde uyması gerektiği, sosyalizmin örgütleyici ve aydınlatıcı etkisiyle soylulaştırılması gerektiği demektir. Bu son koşul olmadan burjuva toplumundaki bütün, kesinlikle bütün mücadele biçimleri işçileri, kendilerinin üstünde, ya da altında çeşitli tabakalarla yakın ilişkiye sokar; bu kendi haline bırakılırsa işçiler yıpranır, bozulur, kahpeleşir…”
Gerilla mücadelesi PKK ve bazı küçük burjuva sol örgütler tarafından “başlıca savaş yöntemlerine” uyması gereken, “ötekilerden aşağı tutulması” gereken bir mücadele biçimi olarak değil, “sosyalizmin örgütleyici ve aydınlatıcı etkisiyle soylulaştırılması” gereken bir biçim olarak değil, ama halktan, sosyalist sınıf partisinden ve üretimden kopuk insanların, “gerilla yaşamı”nı idame ettirme kaygısını başa koyan ve onu “başlıca savaş yöntemlerinin” başına geçiren bir anlayışla ele alınmakta ve işte tam da bu nedenlerle “gerilla” halka karşı sorumsuz davranabilmektedir. PKK’nın, Kürdistan halkına yönelik despotça tutumunun önemli bir nedeni de, halka yabancı bu mücadele ve “gerilla savaşı” anlayışıdır. Ve “Öncü örgüt kendi içinde yürüttüğü büyük savaşta halka diktaca, despotça ve düşmanca yaklaşımlara büyük savaş açmıştır” (Ali Fırat, Özgür Gündem) diyen PKK önderliğinin bu sözleri, inandırıcı olmamaktadır. PKK’nın “demokrat” ve “hoşgörülü” olduğunu vurgulamaya çalışan Ali Fırat, gerçeği ifade etmemektedir. Bu sözler ve yaratılmak istenen “demokratlık” imajı PKK’nın pratiğine çarparak “hava almak”tadır. Daha bugünden, otorite hastalığına tutularak, halkın üzerinde “despotça”, “diktaca” bir yönetim kurmaya çalışanların, Kürt halkının geleceğini Polpot Kamboçya’sına çevirmeyeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Dersim’de, Serhat’ta ve Kürdistan’ın diğer bölgelerinde, halkın yaşamının zorla düzenlemesini esas alan yasak listeleri ve “cezalandırma” eylemleri, bunun, bugünden görülebilecek kanıtlarıdır. Bu tür bir anlayışın “despotça” olmadığını, aklı yerinde hiçbir devrimci söyleyemez.
İnkârcılık ve yasakçılık, “despotça” ve “diktaca” tutum sömürücü sınıflar ve burjuva diktatörlükleri açısından anlaşılır bir şeydir. Onların, yığınları aldatıp-yönetmede, yalan, baskı, saldırı ve tehditten başka silahları yoktur. Ama özgürlük için mücadele edenlerin, egemenlerin gerici-baskıcı yönetim yöntemlerini devralarak, bunları halka ve devrimcilere karşı kullanmaları, kullanacaklarını ilan etmeleri, zorba kurallarla komünistlerin faaliyetini engellemeye çalışmaları söz konusu olamaz. Bu durumda onların “özgürlük” anlayışları tartışmalıdır. Kendilerine “devrimciyim” diyenlerin eylem ve mücadele anlayışları eğer, egemenlerin yönetme biçim ve yöntemlerine endekslenmişse, ortada ciddi bir sakatlık, vahim bir hata var demektir. Ve eğer gerçekten devrimci olunacak ve devrimci kalınacaksa, bu tür bir devrim anlayışının köklü bir değişime uğraması zorunludur. “Jandarmavari”, “ağavari” baskı yöntemlerini halka ve devrimci örgütlere dayatmanın, “egemenlik sahası” psikozuna girmenin, demokratlıkla, devrimcilikle ortak bir yanı yoktur.
“Gerillanın varlığı kavgaları, kan davalarını ve birçok suçu şimdiden önlemiştir. Yani sosyal, iktisadi ve hukuki bir istikrar için gerilla çok önemli kuvvettir.” (Ali Fırat) değerlendirmesinin doğru olabilmesi ancak, gerillanın, mücadeleye yönelen emekçilerin silahlı bir örgütlenmesi olarak ortaya çıkması, eylemini halka dayandırması, halkın talep ve çıkarlarını esas alması ve eğitilmiş halkın örgütlü gücüne dayandırması durumunda mümkündür. Kavgaların, kan davaları ve “birçok suçun” ikna ve eğitim sonucu önlenmesi devrimci bir konuma işaret ederken, baskı, tehdit ve yasaklarla halkın yaşamının düzenlenmeye çalışılması durumunda ancak gerillanın despotluğundan, “kendini bir ağa gibi görmesinden söz edilebilir. Engels’in yüz yıl öncesinden dikkat çektiği gibi; işçi sınıfı partisinin devrimci disiplini altında olmayan bir gerilla faaliyetinin, halkın çıkarlarına aykırı bir faaliyete dönüşmesi her zaman olanaklıdır. “Akıllarından bile geçirmedikleri bir yetkiyle donatıldık”ları söylenen sıradan köylü ve köylü gençlerin, kavimsel geri anlayışın yol açtığı eylemlerden geri durmaları ve “komutan” olduklarında, kendilerini “birden bir ağa gibi görmek isteyen” kişilerin, işçi sınıfının ve sınıfın öncü partisinin devrimci denetim ve disiplininden uzak olmaları, PKK gerillacılığının belirgin özellikleri arasındadır. Bu tür bir gerillacılık “savaş ağalığı” kurumunun gelişmesine hizmet eder/etmektedir. Üretimden kopuk, sürekli tüketen, bulamadığını baskıyla elde etmeye çalışan bir “gerilla” tipi ortaya çıkmıştır. Gerillanın sağlayacağı söylenen “sosyal, iktisadi ve hukuki istikrarın hangi türden sistemin “istikrarı” olacağı sorunu da ayrıca önemlidir. Böyle bir istikrar kime hizmet edecektir? Halkın denetimine açık olmadığı gibi, halkın üstünde ve halkın yaşamını, halktan bağımsız olarak saptadığı kurallarla denetlemeyi, bu denetimin yürümediği yerde de şiddet yöntemlerine dayanmayı kendine hak olarak tanıyan bu gücün, (örneğimizde gerillanın) “demokratça” davranması mümkün değildir. Gerillanın devrimci işlevi, onun şiddete nasıl yaklaştığıyla, kime karşı zor uyguladığıyla doğrudan ilişkilidir.
Baskı ya da zor, ürünün paylaşılmasını, mülk edinilmesinin gündeme girdiği andan itibaren her zaman sınıflar olgusuyla birlikte, sınıflar-arası mücadelenin bir unsuru olarak ele alınmıştır. Muhalif olana baskı, ancak bu muhalefet sınıf karşıtlığı temeline oturuyorsa, bir sınıfın ötekine (ve bunun bir biçimi olarak ezen ulusun ezilen ulusa) karşı muhalefeti ise, uzlaşmaz çelişkilerin ifadesi olarak ortaya çıkmışsa, yöneten durumdakiler tarafından, yönetilenin muhalefetinin kontrol altına alınmasının bir yöntemi olarak devreye girer. Bugün de burjuvazi ve gericilik, işçi sınıfı ve tüm emekçilere, Kürt ve Türk halkına baskı uyguluyor ve emekçilerin yaşamını yasaklarla düzenleyerek yönetimini güvencelemeye çalışıyor. Kuşkusuz, halk iktidarı ve proletaryanın devrimci diktatörlüğü koşullarında da sömürücü sınıflar, eski cennetlerine kavuşma özlemiyle muhalefet yürüten burjuvazi, baskı altında tutulacak ve onların faaliyetine izin verilmeyecektir.
Zorun, devrim ve ulusal kurtuluş adına, sınıfsal ve politik ayırım yapılmaksızın herkese karşı kullanılan kör bir teröre dönüştürülmesi, başka şeylerin yanı sıra; işçi sınıfına ve emekçilere güvensizlik ve devrime inançsızlıktan da kaynaklanmaktadır. Sınıfsal bilince ve mücadelenin sınıf çıkarlarına bağlı yürütülmesine “ihtiyaç olmadığı” yönündeki düşünce bunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

BURJUVA BASINI, ASİMİLASYONCU EĞİTİM VE PKK YASAKLARI
PKK’nın, devletin asimilasyon politikasına, asimilasyonal eğitime, bunun bir yanı olarak burjuva basın-yayın faaliyetine karşı seçtiği “mücadele” yöntemi, halkın yasaklar yoluyla okuldan ve basından uzak tutulmasıdır. PKK, asimilasyoncu eğitim verdikleri için okulları yakıyor, öğretmenleri öldürüyor, yanı sıra, okula gitmeyi, gazete okumayı ve televizyon seyretmeyi yasaklıyor. Yasağa uymayanların cezalandırılacağını ilan ediyor ve halkı, yasağa uymayanları ihbar etmeye çağırıyor.
PKK’nın, burjuva okula ve asimilasyoncu eğitime karşı seçtiği bu yöntemin “devrimci yöntem” olduğunu söylemek mümkün değildir. Kendini “modern kurtuluş hareketi” olarak tanıtan bu örgütün, anlayış ve uygulamaları, modernlik şurada dursun, kavimsel geriliğin damgasını taşımaktadır. PKK, asimilasyoncu eğitimi ve burjuva basının işlevini, ekonomik, siyasal sistemden soyutlayarak ele almakta, kapitalist eğitim ve burjuva okulun etkisini, onun toplumsal dayanaklarına dokunmadan -halka dayatılan yasaklarla- ortadan kaldıracağını zannetmektedir. Oysa burjuvazi ve diktatörlüğün dayattığı yaşam biçimi ve kültürel köleleştirmeyi tasfiye etmek, burjuva-kapitalist koşullarla sınırlanmayan bir perspektifle, köleleştirmeyi olanaklı kılan toplumsal ilişki biçimlerinin tümden tasfiye edilmesini öngörmek ve buna uygun bir mücadele sürdürmekle mümkündür. Halkın bilinçlendirilmesi gibi zahmetli bir iş yerine, halka yasaklar koyarak, okulun Kürdistan’daki rolünün değişimi için bilinçli bir faaliyet yürütme yerine, okul ve öğretmeni cezalandırma yoluyla asimilasyoncu eğitime son verileceğini düşünmek, bunu beklemek vahim bir yanılgıdır. Burjuva basının, okulun ve eğitimin Kürdistan’da üstlendiği rol, köleleştirilmiş Kürt ulusunun kölelik statüsünde tutulmasını kolaylaştırmak, meşrulaştırmak ve sağlamlaştırmaktır. Burjuva basını “beşinci kol” göreviyle yükümlüdür. Türkiye’de, burjuva parlamentosunun işlevsizliği dikkate alındığında, burjuva basının yerini MGK, MİT ve Genelkurmay’la birlikte anmak daha doğrudur. Burjuva basın-yayın organları, “gerçeklerin açıklanması, halkın aydınlatılması” demagojisinin eşliğinde işgal, ilhak ve asimilasyonu meşrulaştırma, “milli birlik ve bütünlük” yaygarasıyla Kürt kimliğinin ve ulusal haklarının inkârını içeren bir faaliyet’ yürütmektedir. Türk burjuva basını bu işleviyle “Mehmetçik basın” adını almıştır. Burjuva basın-yayın organları, halkın aldatılması, uyuşturulup-aptallaştırılması ve bu yolla düzede uysal köle olarak bağlanması göreviyle yüklüdür. Tüm faaliyetlerinin içeriği bu görev tarafından belirlenmiştir!
Diğer yandan, bugünkü eğitim sistemi Kürdistan’da asimilasyoncu bir işlev görmektedir. Sömürücü egemen sınıfların çıkarlarına bağlanmış, burjuvazinin hizmetine sokulacak uşak ruhlu kuşaklar yetiştirmeyi esas alan bugünkü eğitim sistemi, aynı zamanda Kürt ulusunun varlığının ve en temel insani haklarının inkârına dayanmaktadır.
Biz, burjuva okulun ve burjuva basın-yayın organlarının, bu gerici, şoven, asimilasyoncu, aptallaştırıcı, proletarya ve emekçi karşıtı işlev ve faaliyetini reddediyoruz. Ulusların hak eşitliğinin en temel özelliklerinden biri dil özgürlüğü ve ana dilde eğitim hakkıdır. Halkımızın ana dilde eğitim hakkının tanınması ve zorunlu resmi dil uygulamasının son bulması gerekmektedir. Ancak bu da yeterli değildir. Ana dilde eğitim, işçi ve emekçilerin sınıfsal kurtuluşlarına hizmet edecek bir eğitime dönüşmelidir. Bunlar istenir ve gerçekleşmesi için mücadele yürütülür. Marksistler, bugünkü işleviyle okulun, eğitimin ve basın-yayın organlarının burjuvazinin hizmetinde olduğunu bilerek, okulun ve eğitimin, emekçileri körleştirme, aptallaştırma ve burjuva-kapitalist sisteme bağlama işlevine karşı mücadele ederler. Ama bu mücadeleyi okulu ve okumayı reddederek değil, onun bugünkü işlevinin bilincinde olarak, iktidar mücadelesinden soyutlamadan, halkın devrimci eğitimi ve aydınlatılması yoluyla yürütürler. Burjuva okulun ve kapitalist eğitimin reddi, hiç kimsenin okula gitmemesi, kitapların ve gazetelerin okunmaması, televizyonların seyredilmemesi biçiminde ele alınamaz. Kapitalist sistem içinde kalındığı sürece, burjuva okulun ve kapitalist eğitimin etkisini yok etmek mümkün değildir. Asimilasyoncu ve köleleştirici eğitimin alternatifi kör cehalet ve ortaçağ karanlığı olamaz. “Utanılacak durumlardan nasıl kurtulacağız?” sorusunun cevabı, okulu kapatma ve öğretmeni öldürme olamaz. Utanılacak durumların aşılmasının yolu, uygarlığın bugünkü düzeyinde, köleliğin nasıl aşılacağının halk yığınları tarafından anlaşılmasını sağlayacak bir aydınlatma faaliyetiyle, halkın “utanılası durum”a karşı ayaklanmasından geçmektedir. Aydınlanmanın -burjuva aydınlanma da dâhil-, yolunu kapamak hiçbir zaman uygarlaşmaya ve özgürleşmeye hizmet etmemiştir. Burjuva okulun ve kapitalist eğitimin reddedilişi, bu eğitim ve okuldan lazım olanın alınıp geliştirilmesine, mücadelenin hizmetine sokulmasına engel olamaz ve cehalet, bir reddediş biçimi olarak tercih edilemez. Konuya açıklık getireceği için, Lenin’in bu konuya ilişkin yazdıklarından bir bölüm aktarmak istiyoruz. “Eski okuldan ve eski bilimden neleri devralmalıyız?” sorusunu soran Lenin; burjuva okulun durumunu şöyle özetliyor:
“Bu okullarda işçi ve köylülerin genç kuşağı, eğitimden çok, burjuvazinin çıkarları için sıkı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Eğitilmelerinin amacı burjuvazinin işine yarayacak, burjuvazinin rahatını ve aymazlığını bozmadan kazanç vermeye uygun şekilde uşakların yetiştirilmesiydi. Bu nedenle kendimizi eski okulu reddederek, gerçek komünist bir eğitime ulaşmak için ondan sadece işimize yarayacak şeyleri çıkarmakla görevlendirdik.
Böylece eski okula karşı yöneltilen, her zaman söz edilen ve de çoğu kez yanlış sonuçlara götüren o ithamlara geliyoruz.
Eski okulun ezberciliğin, sıkı talimin, ineklemenin okulu olduğu söyleniyor. Bu doğru, ama gene de eski okulda kötü olanla işimize yarayacak olanı birbirinden ayırmayı bilmek gerek ve ondan komünizme gerekli olanı seçmeyi bilmek gerekir.
Eski okul ezberciliğin okuluydu. İnsanları beyinlerine örümcek ağları dolduran ve genç nesli ortalama bürokratlar haline budayan bir yığın yararsız, gereksiz, ölü bilgiye ezberlemeye zorluyordu. Fakat buradan insanlığın bilgi birikimini edinmeden komünist olunabileceği sonucunu çıkarırsanız büyük bir hata yapmış olursunuz. Bu bilgi toplamını edinmeden komünist sloganları ve komünist bilimin sonuçlarını edinmenin yeteceğini düşünmek aptallık olurdu ki komünizmin kendisi de zaten bu bilgi toplamının sonucudur.
Marksizm komünizmin insanlığın bilgi birikiminden nasıl olduğuna ilişkin bir örnektir.
Ve eğer Marx’ın öğretisinin en devrimci sınıfın milyonlarca ve milyonlarca yüreği sarmasının nasıl mümkün olduğu sorusu sorarsanız, o zaman buna bir tek cevap verilebilir. Bu, Marx kapitalizm koşulları altında kazanılmış olan insan bilgisinin sağlam temeline dayandığı için mümkündü; insan toplumunun gelişme yasalarını inceledikten sonra Marx, kapitalizmin komünizme doğru kaçınılmaz gelişimini gördü ve esas önemli olan, bunun kanıtını salt kapitalist toplumun en doğru, ayrıntılı ve derin araştırmasına dayanarak, geçmiş bilimin verilerine tamamıyla hâkim olması sayesinde getirdi. “
Lenin, komünist eğitim için kapitalist eğitimden nasıl yararlanılacağı üzerinde duruyor. Toptan bir reddedişin yanlışlığına dikkat çekiyor. Proletaryanın, emekçilerin ve devrimcilerin bundan öğrenmesi gerekir. “Ulusal kültür” adına, ulusallık adına, asimilasyoncu eğitimin reddi adına, insanların bilmeye, bilgiye, öğrenmeye ihtiyaçları olmadığını düşünmek, dahası yasak listeleri çıkararak, burjuva okulun işlevine son vereceğini düşünmek gerilikten, cehaletten ve kendini aldatmaktan başka bir şey değildir! Ezilme, sömürülme ve vahşi ulusal baskıya tabi tutulma, yalnızca Kürt halkının yaşadığı bir şey değildir. Tarih, zulüm ve barbarlıkla köleleştirilen halkların kurtuluş mücadelesinin tarihidir aynı zamanda. Ama bu tarih boyunca, egemenlerin etkisini, onların sistemi aşılmadan, halka yasaklar çıkararak aşan bir tek siyasal hareket olmamıştır. Ulusal özgürlük, şayet burjuva kapsamıyla sınırlı kalmayacak, halkın yeni tip bir köleliği olmayacak ve işçi ve köylülerin özgürlüğü olacaksa; aydınlanmış halkın bilinçli disiplini ve mücadelesine dayanmak zorundadır. Bu ise, yerine hiçbir şey koymadan burjuva-şoven eğitimin ve okulun reddiyle sağlanacak bir şey değildir. Kürt çocuklarına, insanlığın tarihsel gelişimi boyunca biriktirdiği kültürel birikimin, çarpıtılmış, burjuvazi yararına yozlaştırılmış biçimiyle de olsa, ulaşmasının, hiçbir şey bilmemek ve öğrenmemekten daha iyi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Burjuva okula ye kapitalist eğitime, burjuva basınının gerici işlevine karşı mücadele edeceğim ama bunu, daha çok şeyi bilmeye ulaşarak, öğrenme olanağı bulduğum, şu an için öğrenmenin en kolay olacağı, dilde öğrenerek siyasal ve toplumsal kurtuluş için uygarlık düzeyinden, gelişmelerden ve teknolojiden yararlanmaya çalışacağım. Özgürlüğe yürümenin başkaca yolu yoktur.

PKK’NIN DERSİMİ ‘EHLİLEŞTİRME’ POLİTİKASI

Türkiye egemen sınıflarının Kürdistan politikasında Dersim’in özel bir yeri var. Irkçı-şoven literatürde, Dersim “çıbanbaşı”dır. Hangi taş kaldırılsa “altında Dersimliler çıkmaktadır. Devlete muhalefetiyle güvenilmezdir, yola getirilmelidir. Dersim’in “yola getirilmesi” için devlet tarafından gerçekleştirilen katliamları konu edinen birçok kitap yazılmıştır ve katliamları yeniden anlatmaya burada gerek yoktur.
Dersim, ’38 katliamından sonra da boy hedefi olmaya devam etmiştir. Tarihsel nedenler bir yana, coğrafi koşullar ve geçim olanaklarının son derece kıtlığı, Dersimli emekçilerin -topraklarından demek bile fazla olacak- dağlarından kopmalarına, okumaya ve başka ülke ve şehirlerde çalışmalarına neden olmuştur. Bu durum, Dersim’de kültürel gelişmenin diğer Kürdistan bölgelerine göre daha hızlı olmasına neden olurken, bununla birlikte, haksızlıklara karşı mücadeleye atılmanın yolunu da açmıştır. Dersimli yeni kuşaklar, bulundukları yerlerde işçi-emekçi mücadelesine katılmış, on yıllar boyunca devletin doğrudan siyasal baskısıyla yüz yüze kalmanın sonucu olarak, devrimci fikirlere kitlesel denilebilecek biçimde eğilim göstermiş ve bu süreçte Türkiye devrimci hareketinin çeşitli siyasal gruplaşmaları içinde yoğunlukla yer almışlardır. Dersim halkı, henüz uluslaşma sürecinin yeni başladığı dönemlerde ve sonraki yıllarda, kavimsel yapının damgasını taşıyan birçok kalkışma hareketine girişmiş, “dış güç”lerin topraklarına girmesine, vergi ve asker talep etmesine direnmiş ve yenilginin ya da yenginin tecrübeleriyle, “devleti yenme”nin küçük çaplı ayaklanmalarla mümkün olamayacağı sonucuna ulaşmış, demokratik-devrimci fikirlerin hızla yayıldığı ’60’lı, 70’Ii yıllarda da faşizme karşı yığınsal karakterde mücadeleler içine girmiştir. Toplumsal iktisadi gelişme, geçim zorluğu içindeki Dersimli emekçileri, Türkiye’nin sanayi şehirlerine ve Batı ülkelerine savururken, öte yandan onların, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin zaferi için, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin birleşik eylemi ve ortak mücadelesinin zorunluluğunu -bulanıklıklar içerse de- görmelerine yol açmıştır. Dersimli işçi, köylü ve gençlerin, burjuva-reformcu ve milliyetçi düşüncelere prim vermemesinin, “ayrı örgütlenme”ye yakınlık göstermemesinin başlıca nedeni budur. Açıkça söylemek gerekir ki, Dersim halkı, acıyı, yalnızlığı, mücadeleyi ve devleti, ona “kimlik hatırlatma” ayağına yatanlardan daha iyi bilmektedir. Dersim halkını tanıma fırsatı bulanlar, o halkın bireylerinin, tarihi tecrübelerine dayanarak, devrimcilere, “devleti yıkmak için en az devlet kadar güçlü olmak ve bunun için de Türk-Kürt ayırmaksızın birleşmek gerekir” diyerek, adeta yol gösterdiğini de bilirler.
Kürt burjuva milliyetçileri ve PKK ise, Dersim halkının bu durumunu, bu halkın “kimliğini yitirmesi”ne, Kemalizm’in etkisinde olmasına yormaktadırlar Burjuva milliyetçi ve “ayrı örgütlenme”ci Kürt grupları, Dersim’de taban bulamamanın nedeni olarak, Dersim halkının, bu grupları geride bırakan kültürel düzeyi ve demokratik mücadele geleneğini değil, bu halkın “Kemalizm’e bağlanması” ve “asimilasyonu kabul etmesi”ni görüp-göstermektedirler. PKK’nın, Dersim’de taban bulamamanın acısını baskı ve yasaklarla çıkarmaya çalışmasının temelinde, Dersimli emekçilere burjuva milliyetçi ve reformcu çizgisini kabul ettirememesi yatmaktadır. Yıllar öncesinden, Dersim’i “ihanet yuvası” olarak gösteren broşürler kaleme alan PKK yönetiminin, bugün bu yöre halkına “Dersim kimliğine sahip çıkmalıdır” çağırışında bulunmasının nedeni Dersimli emekçilerin “kimlik kaybı” değil, PKK çizgisinin Dersim’de tutmamasıdır. Dersim’deki son olayları, TDKP militanlarının PKK tarafından katledilmesinin ardından halkın, binler halinde bir araya gelerek, PKK’yı protesto etmesini ve ardından PKK’nın halkı tehdit bildirileri yayınlamasını bütün bu gelişmelerle ve Dersim’e ilişkin PKK düşüncesiyle birlikte değerlendirmek zorunludur. PKK yönetiminin Dersim’deki gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı, Ali Fırat Temmuz ’93’te “Özgür Gündem” gazetesinde şöyle dile getiriyordu:
“Dehşetli bir vatansızlaştırma durumu yaşanmaktadır. Bugünkü Dersim nüfusunun en az iki katı kadar bir Dersimli kitlenin de Yahudi diasporası gibi; dünyanın dört bir yanına savrulması, bütün tarihsel ve manevi geçmişinden kopma, yüzde yüz kendisini katleden bu siyaseti ve kültürü yaşamayı bir yükselme aracı olarak görme ve bunu kendisiyle sınırlandırmayarak, bir de bunun misyonerliğine soyunma bir kader gibi görünmektedir. Adeta bu bir görev anlayışı olarak benimsenmekte, çocuklar bile bu temelde eğitilmektedir. Kültürel gelişim denilen olgu bu temelde olmakta, sosyal yaşama, hatta en yoğun bir tarzda Kemalist yasal yaşama katılma bu temelde gerçekleşmektedir.”
Ali Fırat ve PKK, “Dünyanın dört bir yanına savrulma” olayını ekonomik-politik nedenlerden ve gelişme sürecinden soyutlayarak, iradi bir tercih sorunu olarak ele almakta, Dersim halkını suçlamaya gerekçe yapmaktadır. O, Kürt halkının ve Dersim halkının yaşamında siyasal zorun oynadığı rolü, tüm toplumsal yaşamın ve gelişmenin tek etkeni olarak ele alırken, idealizmin kör çukuruna saplanmakta, “vatansızlaştırma”nın gerçek anlamını da çarpıtmaktadır. İktisadi toplumsal gelişme sonucu, küçük köylü üretiminin ve kabilesel yaşamın darbe yemesi, insanların topraklarından koparak sanayi merkezlerine yönelmeleri, değişik milliyetlerden emekçilerin aynı ekonomik-siyasal koşulları birlikte yaşaması, “tarihsel ve manevi geçmişinden kopma” olarak değerlendirilmektedir. Toprakları işgal edilen bir halkın, baskı, kırım ve katliamlarla göçe zorlanması, kuşkusuz insani olan her değere karşı, hayvani bir vahşeti ifade eder ve bunu karşı mücadele edilmelidir. Ancak bu, hiçbir biçimde, feodal kapalı ekonominin, kabilesel yaşamın, kapitalist ilişkilere tercih edilmesi olarak, tarihsel geriliği ifade eden geçmişe geri dönüşün tercih edilmesi olarak ele alınamaz. A. Fırat “topraktan kopma”yı tek yanlı, mistik bir değerlendirmeye tabi tutmakta, bunu halkın bir “suçu” olarak görmekte, iktisadi gelişmeye ise gözünü kapamaktadır. Ona göre; Dersim halkının “kimliğini yitirmiş” sayılmaması için, “tarihsel ve manevi geçmişe bağlılık” adına, dünyanın dört yanından “vatana dönüş yapması”, kendini yeniden küçük köylü işletmesine kapatması gerekmektedir. Kapitalizm koşullarında, bu beklentinin ham bir hayal olduğu açıktır. Toplumsal zenginliğin eşit paylaşımına ve hak eşitliğine dayanan bir toplumsal sistemde ise, insanlar isterlerse “ataya ve ecdada bağlılık” adına herhangi bir yerde yaşamayı tercih edebilirler.
Ali Fırat, “Topraktan kolay çözülen, burada değer yaratmaktan vazgeçen, kendi emeğini binlerce kilometre uzakta yoğunlaştıran kişiler her zaman hor görülmeye layıktırlar” diyor. Topraktan çözülüşü, Kürt insanın suçu olarak ele alan bu anlayışın, “topraktan kopuşu” baskı ve şiddetle engelleme yoluna girmesi kaçınılmazdır. Kuşku yok ki, Kürt emekçilerinin, geçimlerini temin etmek amacıyla da olsa, topraklarından uzaklaşmak zorunda kalmaları, bu insanların manevi-kültürel bir depresyonu ve yurt özlemini yaşamalarına yol açmaktadır. Onların bu durumundan kurtulmalarının tek yolu “emeklerini satma” zorunluluğunu, bunun koşullarını bir kez daha geri gelmemek üzere tasfiye etmektir.
Dersim halkına ilişkin PKK düşüncesi, “katliamdan geriye kalanların, kendilerini katledenler için erimeyi, gönül rahatlığıyla kabul ettikleri” biçimindedir. PKK’nın, Dersim halkına yönelttiği bu suçlamanın ana nedeni ise, Dersim emekçilerinin aşın milliyetçi düşüncelere ilgi duymamasıdır. Ali Fırat, Dersimle ilgili söz konusu yazıda buna “daha dün gibi yakın bir süre içinde cereyan eden gelişmeler sanki hiç olmamış gibi; sanki etkilenmiyormuş gibi, sanki sahip çıkma gereği yokmuş ve tarihsel bilincine ulaşmak gereksizmiş gibi…” davranmaktadırlar biçiminde ifade etmektedir. Bu abartılı değerlendirmenin gerçeği ifade etmediği açıktır. Ali Fırat gibileri, “sahip çıkma” ve “hesap sorma”yı, sınıfsal öğelerden soyutlayarak, ulusallık öğesiyle sınırladıkları ve Dersim halkı da bunu yadırgadığı için, Dersim halkına ters düşmektedirler. PKK’nın, Dersim halkına ve Dersim halkının önemli bir kesiminin desteğine sahip olan devrimci ve komünistlere duyduğu öfke, Ali Fırat’ın yazısının devamındaki şu cümlelerde ifadesini bulmaktadır. Şöyle Yazıyor: “Ne acıdır ki ister direkt devlete bağlı olsun, ister bu gerçeğin dolaylı inkârcıları biçiminde karşımıza çıksın ve isterse solcu geçinsin bu politikanın etkisi altında oluşmuş bazı tipler ve kesimler, bu tür bir bakış açısının ve yaklaşımın normal olması gerektiğini açıkça söylemeseler de, fiiliyatta bunu kabul eden ve yayan konumdadırlar. İnsanlığın gelişiminin bu tür yaklaşımlarla ilgisi olmadığı gibi; zaman bu yaklaşımları ihanet, alçaklık ve düşkünlük olarak değerlendirme ve günü geldiğinde kendisini bu duruma düşürenlerden hesap sorma zamanıdır.”
Ali Fırat (ve PKK), kendi burjuva-milliyetçi platformuna eleştiri yöneltenleri ve sınıf çelişmelerine dikkat çekenleri, PKK çizgisini reddedip, proletaryanın devrimci çizgisinde mücadeleyi seçenleri, “daha dün gibi yakın bir süre içinde cereyan eden gelişmeler” ten devrimci tarzda öğrenmesini bilerek, “tarihsel bilince” sınıf bilinci yoluyla ulaşmaya çalışanları, “bu politika” dediği, Kemalist politikaya adapte olmuş kişiler olarak değerlendirmektedir. Ve yine bu anlayışa göre, zaman, onlara boyun eğmeyi seçmeyenlerden “hesap sorma zamanı”dır. Ali Fırat, bu yaklaşımını, kendi politikasını reddeden devrimci kesimlerin “cezalandırılmaları gereken suçlular” olarak ilan edilmesine kadar vardırarak, daha aylar öncesinden devrimci ve komünist katliamına ve Dersim halkına yönelen PKK saldırılarına “ışık yakmakta”dır. 13 Temmuz tarihli yazısındaki şu bölüm bu söylediklerimizi kanıtlar niteliktedir. “Hele sol maskeli bazı şakşakçıların, tarihin çarpıtılmasını ısrarla ve hem de sosyalizm adına sürdürmeleri, gerçeğin bu niteliğini kesinlikle değiştirmez. Bu tür sahte solcular Kürdistan halkının tarihsel yazgısı konusunda en suçlu kesimlerdendir. Bunların uzaktan yakından sosyalizmle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, bunların sol Kemalistler olduklarını ve tutumlarında ısrar ederlerse en başta gelen suçlular durumuna düşecekleri iyi bilinmelidir. “
A. Fırat ve PKK yönetimi, “Kemalizm” suçlamasını Kürdistan halkını, Dersim halkını, Türkiye işçi sınıfı hareketini, devrimci ve Marksist hareketi istismar etmenin maskesi haline dönüştürmüştür. Kendisi, Kemalizm’i örnek aldığını tüm politik taktikleriyle ortaya koyarken, Kemal’in izinden yürüyerek, emperyalizm ve gericilikle uzlaşma yolunu ararken, burjuvazi, emperyalizm ve diktatörlüğe anlaşma metinleri sunarken, dönüp devrimcileri ve Marksistleri “sol maskeli Kemalistler” olarak suçlaması, kendi durumunu maskelemek için ihtiyaç duyduğu bir demagojiden başka bir şey değildir. Kemalizm suçlamasına gerekçe yapılan şey, işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarının ve onların kurtuluşlarının savunulmasıdır. Bundan rahatsızlık duyanların, burjuvazinin politikasını esas aldıkları bilinen bir şeydir. PKK, üzerinde bulunduğu Kürt reformcu burjuvazisinin emperyalizmle uzlaşma platformunu ve halkın üzerinde baskı» kurma yoluyla destek sağlama çizgisini herkese dayatmakta, bunu reddedenleri ise “Kemalizm’in etkisinde olmak’la suçlamaktadır. PKK, “Kemalizm” demagojisini, Kürt ve Türk Marksistlerine karşı korkuluk olarak sallamaktadır. Ama artık, gerçekler Kürt halkı nezdinde de yavaş yavaş açığa çıkmaktadır. “Sol Kemalizm” korkuluğu ise artık paslı ve etkisiz bir silah olarak PKK’nın elinde kalmaktadır. Ve devrimci ve komünist katliamına fetva çıkaran Ali Fırat’ın yukarıdaki sözleri, aynı zamanda Kürt işçi ve emekçilerine yöneltilmiş bir tehdidi ve burjuva reformcu dayatmayı ifade etmektedir. Ali Fırat’ın, “sol Kemalistler” olarak suçladığı devrimci militanların beynine ve yüreğine Dersim’deki dağ eşkıyasının sıktığı kurşunların gerçek hedefinin Dersim’in ve Kürdistan’ın işçi ve emekçileri olduğu açıktır. Dersim halkı, bu gerçeği yaşayarak anladığı için, PKK’ya karşı protestolara yönelmiştir. PKK, halka ve devrimcilere baskı politikasını ve emperyalizm ve gericilikle uzlaşma arayışını sürdürdüğü sürece, Dersim halkının tutumu, tüm Kürdistanlı işçi ve emekçilerin tutumuna dönüşecektir.
Dersim halkına ve özünde tüm Kürdistan halkına duyulan güvensizlik, PKK’yı, tarihi ve gelişmeleri çarpıtmaya, ucuz suçlama ve karalamalara, halka karşı baskıya yöneltmektedir. Halkın kaderini tayin hakkı, PKK’nın elinde, halk yerine halkın kaderini tayin etmeye dönüşmüştür. Dersim halkının “Kemalistliği”ne kanaat getiren PKK, yarın, örneğin Dersimliler “biz baskısız bir ortamda Türklerle birlikte yaşamaktan yanayız” derlerse, onları nasıl “yola getirecek”tir? PKK daha bugünden halkın çıkarlarına zarar veren bir yola girmiştir. Bu yolda yürüdüğü sürece de halkı karşısına almaktan kurtulamaz.
Bütün bu gerçekler, PKK’nın Dersim halkına yönelttiği suçlamaların temelsizliğini ortaya koyuyor.

ULUSLARARASI GELİŞMELERİN ULUSAL HAREKETE ETKİSİ VE PKK

Burjuva ulusal çizginin tutarsızlığının esas nedeni, ulusal hareketin burjuva, küçük burjuva toplumsal katmanları da kapsamasıdır. Ulusal hareket, işçi sınıfının devrimci sınıf damgasını taşıyacak tarzda işçi ve emekçilerin temel çıkarları üzerinde gelişmediği koşullarda, burjuva sosyal sınıfların damgasını taşır ve burjuva ideolojik-siyasal platformu aşamaz. Ulusal hareketlerin ve sınıf mücadelesinin gelişim tarihine kaba bir göz atış bile, burjuvazi-proletarya çelişkisinin evrensel olarak tüm sınıf ilişkilerine damgasını vurmaya başladığı tarihsel dönemden -19. yüzyıl sonları ve esas olarak 20. yüzyıl başları- itibaren burjuva-feodal önderlikli ulusal hareketlerin ya da proletaryanın çıkarlarından, işçi-köylü devriminden, sosyalizmden söz etmelerine karşın burjuva ideolojik-siyasal, platform üzerinde bulunan küçük burjuva siyasal parti ve grupların başını çektiği ulusal hareketlerin, kapitalizm sınırlarını aşmayan bir politik programı temel aldıkları, burjuvaziyle uzlaşma ve giderek ona teslim olma tutumu içinde oldukları görülebilecektir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin, dünya proletaryasının sosyalist ideallerini gerçekleştirdiği ve canlı bir örnek olarak halkların gözü önünde durduğu koşullarda, ulusal kurtuluş hareketlerinin yönünü Sovyetler Birliği’ne döndüğü, ondan aldığı manevi destekle mücadeleyi sürdürdüğü, sosyalist düşüncelerden daha fazla etkilendiği bilinen bir gerçektir. Ekim Devrimi ve esas olarak da ikinci Dünya Savaşı sonrasında dünya sömürge sisteminin büyük darbeler yemesi, ezilen halkların sosyalist Sovyetler Birliği’nin, ulusların özgürlüğüne ilişkin oluşturduğu pratik örneğe bakarak anti-emperyalist çizgide mücadeleyi geliştirmesi, ulusal hareketin burjuva bir hareket olma özelliğini ortadan kaldırmamakla birlikte, onun, esas yürütücü güç olan geniş köylü ve işçi kitlelerinin taleplerini daha fazla dikkate almasını da zorunlu hale getirmekteydi. Bunun, birçok ülkede, ulusal hareketlerin başını çeken küçük burjuva siyasal örgütlerin kendilerini devrimci ve sosyalist olarak adlandırmalarının önemli bir etkeni Olduğuna kuşku yoktur. Ancak, dünya gericiliğinin birleşik saldırısıyla, dıştan ve içten kuşatmayla sosyalizmin tasfiye edildiği ve uluslararası burjuvazinin “Marksizm’in ölümü”nü ilan ettiği koşullarda, ulusal hareketlerin burjuva, küçük burjuva önderliklerinin uluslararası sermaye tarafından sınırları çizilen geri bir platforma daha fazla kaymalarının, emperyalizmden daha fazla beklentiler içinde olmalarının olanakları daha da genişledi.
Sovyetler Birliği’nin henüz burjuva-revizyonist maskeyi elden bırakmayarak kendisini sosyalist olarak adlandırdığı ve “sosyalizm” adına, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerle hegemonya mücadelesi yürüttüğü koşullarda (’60’lı, 70’li yıllar) bile, ulusal hareketlerin durumu daha farklıdır. Filistin, Vietnam, Nikaragua, Mozambik ve Angola’nın durumu böyledir.
Sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da tasfiye edildiği ve SB’nin sosyalist olmadığının resmen ilan edildiği ’80’li yıllar ise, yalnızca dünya işçi sınıfı hareketi için değil, ezilen halkların kurtuluş hareketleri açısından da, uluslararası gericilik yararına yeni bir dönemin yaşandığı görülür. Dünya proletaryasının uluslararası sosyalist hareketi bir gerileme, kaos ve dağınıklık durumu sergilerken, sosyalist ve küçük burjuva sosyalist -aralarında Kürt ulusal örgütlerinin de bulunduğu Filistin, Nikaragua, Salvador’daki ulusal kurtuluş örgütlerinin de kendilerini “sosyalist” olarak adlandırdıkları unutulmamalıdır- hareketlerin saflarında uluslararası burjuva propagandanın etkileri daha belirgin ve sarsıcı bir tarzda ortaya çıktı. Artık, Marksizm’in birçok soruna ilişkin çözüm önerilerine ve temel ilkelerine kuşkuyla bakılıyordu. “Dogmatik olmama” adına, Stalin’den başlamak üzere, Marksizm’in ustalarının düşüncelerine kuşkuyla yaklaşma güçlü bir eğilim haline geldi. Marksizm’in, dahası işçi sınıfının “çözümsüz kaldığı” sorunlardan biri de ulusal sorundu! “Sosyalist” maskeli burjuva ulusal örgütlerin ezilen haklara sundukları “kurtuluş” projesi, “yeni dünya düzeni” koşullarında, uluslararası burjuvaziyle uzlaşma içinde, “ulusal kimliğin ve kültürel hakların tanınması” biçimindeydi. Çözümün, “uluslararası demokrasi güçleriyle elbirliği içinde bulunacağı daha güçlü bir biçimde seslendirilmeye başlandı. “Uluslararası demokrasi güçleri” denilen emperyalistlerin bulduğu çözüm ise, önce Nikaragua’da, sonra da Irak Kürdistanı ve Filistin’de uygulamaya sokuldu. Bu çözüm, ezilen-sömürge halkların uluslararası mali sermaye egemenliği altında, “özerk”, “otonom” ya da “bağımsız” maskeli köleliğinin sürdürülmesini esas almaktadır. “Hür dünya” denilen Batı emperyalizminin Balkanlar’da ve eski SB ülkelerinde kışkırtıp sürdürülmesine destek verdiği ulusal boğazlaşmalar da söz konusu burjuva “çözüm”ünün hanesine yazılmalıdır.
Türkiye Kürdistanı’ndaki Kürt özgürlük mücadelesini, onu çevreleyen uluslar arası koşullardan, son 20-30 yılın uluslararası gelişmelerinden soyutlamak mümkün değildir. Buna PKK’nın, hiç bir ilke tanımayan, günlük pratik çıkarları “ilkeleştiren” kendine has pragmatik yaklaşımı da eklenmelidir.
Faşizmin ulusal zulüm politikasının, 70 yıllık geleneksel inkâr ve imha politikasının, doğup gelişmesinde rol oynadığı Kürt ulusal direnişinin, her gerçek halk hareketi gibi, Kürt emekçilerini sarıp harekete geçirmesi kaçınılmazdır. Diktatörlüğün imha eylemleri yoğunlaştıkça, Kürt halkının direnişi de gelişti, boyuttandı. Kürt gençleri teslim olmak, boyun eğmek ile “dağa çıkmak” ve direnmek arasında tercih yapmak zorunda kaldılar. Bu durum, 70’li yılların ikinci yarısında “sömürge Kürdistan” ve “ayrı örgütlenme” tezleriyle ortaya çıkan ve “Apocular” olarak adlandırılan PKK’nın, ’80’li yıllardaki gelişmesinin en temel etkeni oldu. PKK, “ulusal kurtuluşçular” olarak ortaya çıktığı ilk yıllarda, diğer Kürt grupları da dâhil kendi dışındaki sol örgütlere karşı şiddete başvurma çizgisinde güç olmaya çalıştı. 1986’ya kadarla toplantı ve kongrelerinde, kendi dışındaki grupların Kürdistan’dan silinmesi için imha kararlan aldığı biliniyor. PKK, ortaya yeni çıktığı koşullarda, SB’yi, revizyonist yönetimli sosyalist bir ülke olarak değerlendirirken, 12 Eylül koşullarında bu düşüncesini “düzeltti”, SB, artık dünya sosyalist sisteminin merkeziydi, revizyonizm falan da yoktu. Kuşku yok ki bu düzeltmenin kaynağında onun “doğruyu görmüş olması” değil, SB’den destek alma hesapları vardı.
Sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemde kendi görüşlerini açıklama ve yaygınlaştırma açısından Marksist literatüre başvurmaya ve “Marksist olduğunu” propaganda etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyor, Lenin ve Stalin’de tezlerine dayanak bulmaya çalışıyordu. Henüz 12 Eylül faşist karanlığının işçi ve emekçiler üzerine çökmediği, işçi, emekçi ve gençlik hareketinin Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında gelişmekte olduğu ve devlet ve hükümete karşı güçlü devrimci protestolara başvurduğu, yanı sıra Marksizm-Leninizm’e yönelik burjuva ideolojik kaynaklı kuşkunun devrimci safları etkisi altına almadığı koşullarda, PKK gibi küçük burjuva ulusal bir hareketin Marksizm-Leninizm’den etkilenmesi, dahası Marksist literatüre sarılarak gençlik içinde güç olmaya çalışması kaçınılmazdı. Ancak, yukarıda değinildiği gibi özellikle ’80’li yılların ortalarından itibaren Gorbaçov’cuların, dünya gericiliğiyle el ele sosyalizme, Marksist-Leninist ideolojiye ve işçi sınıfı hareketine karşı yoğunlaştırdığı açık karşı-devrimci saldırılarının etkileri, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda faaliyet yürüten devrimci ve “sosyalist” hareketlerin saflarında da ciddi savrulmalara yol açtı. Artık birçokları açısından Marksizm ve sosyalizm “kurtuluş” için kaçınılmaz ve zorunlu olmaktan çıkmıştı. PKK, bu dönemde “reel sosyalizm” olarak adlandırdığı sosyalizme (revizyonizmi de aynı kategoride değerlendiriyordu) veryansın etmeye başladı. BM’de, Batı kapitalizminde olumluluklar keşfederken, dayanacağı başka devrimci dinamikler bulmaktan da geri durmuyordu. Örneğin Suriye, (PKK’ya üslenme imkânı tanıdığı için) Ortadoğu’da devrimci bir merkez olarak onurlandırılıyordu. PKK, burada da durmayarak İslamiyet’in devrimci özünü saptadı ve kendini de “en Müslüman” hareket olarak ilan etti.
Diğer yandan PKK ’84’lerden itibaren vur-kaç taktiğiyle sürdürdüğü “gerilla mücadelesini ’88’lerde, diktatörlüğün azgın faşist saldırılarına tepki duyarak mücadeleye yönelen Kürt köylüsü ve köylü gençliğinin kitlesel hareketine dayandırmayı -sosyalist pratik bir alternatifin olmaması avantajından da yararlanarak- başardı. Kürt halkı Nusaybin, Cizre, Şırnak, İdil, Dargeçit, Lice, Kulp vb. ilçelerde kitlesel eylemlerle faşizmin ulusal baskı politikasını protestoya yöneldi, Vedat Aydın’ın cenaze töreninde görüldüğü gibi on binler halinde sokağa döküldü. PKK, giderek artan oranda maddi-moral bir desteğe sahip olmaya başladı. Körfez Savaşı ve ardından Irak Kürdistanı’nda gelişen olaylar, Türkiye Kürdistanı ve Irak Kürdistanı arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması, Irak Kürtlerine ait hafif makineli silahların, havan topu, roket gibi araçların PKK’nın eline geçmesini sağladı. Bu durum, daha ortaya çıktığı andan itibaren, kendi dışındaki güçlere karşı saldırı taktiğiyle güç toplamaya çalışan PKK’nın, daha fazla “güce tapması”, ve güçlenmiş olarak başkalarını zor yoluyla kendine tabi kılmaya yeniden yönelmesinde rol oynadı. Yalnızca “ulusal” sınırlar içinde değil, uluslararası alanda da işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin gerilemesi ve Marksizm-Leninizm’e duyulan kuşku, PKK’nın, ulusal hareketin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesi önerilerine ve Marksizm-Leninizm’in Kürdistan’da maddi bir güce dönüştürülmesi çabalarına karşı tahammülsüzlüğünü geliştirdi. PKK sözcüleri, işçi sınıfı önderliğinden, sınıfın çıkarlarından, Kürdistan’da sınıf mücadelesinden, ulusal hareketin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesi gereğinden söz edenlerle karşı giderek artan biçimde tepki göstermeye, bu tür çabaları “sosyal şovenizmin etkileri” olarak sunmaya başladılar. PKK’nın son yıllarda devrimci-demokrat ve sosyalist harekete karşı saldırıları durdurmasının geçici bir taktik olmadığının güvenilir bir kanıtı yoktur. PKK’nın saldırıları, ona kaynaklık eden düşüncelerin yanı sıra; ulusal ve uluslararası gelişmelerle doğrudan bağlantılıdır.
PKK bu saldırılarını, “sahte solcu”, “Kemalist”, “kontra”, “işbirlikçi” suçlamalarıyla maskelemeye çalışıyor. Kontralar, ajanlar, işbirlikçiler, emperyalizmin ve gericiliğin hizmetinde çalışan yasal ve yasadışı faşist örgütlenmelerdir ve bugünkü koşullarda ya da solcu görünme ihtiyaçları da yoktur. Bugün saflar bulanık değil nettir. PKK, sıradan Kürt emekçilerini bu uydurma suçlamalarla etki altına almaya ve Kürt Marksistlerinden uzak tutmaya çalışıyor. KDP ile paralellikler kurarak Marksistleri ve devrimcileri “kontra”lıkla suçlayan PKK, dönüp kendisinin KDP, YNK, Özal, Çiller, Clinton vb. üzerinden emperyalistlerle ve Türkiye gericiliğiyle pazarlık arayışına bakmalıdır. “Çamur at izi kalır” mantığının, tüm bu gelişmelerden sonra PKK’ya artık hiçbir yararı olamaz. Halkımız zannedildiği gibi sürü değil, bakıyor, görüyor ve öğreniyor.
Kürt işçi ve emekçilerinin burjuva reformcu milliyetçi çizgiyle devrimci Marksist çizgi, burjuva yurtseverliğiyle, devrimci yurtseverliği, Kürt reformcu burjuvazisinin platformuyla, işçi-köylü platformu arasındaki farkı görmesinin olanakları bugün daha da genişlemiştir. Baskının hiçbir türü, bunu tümüyle engelleme olanağına sahip değildir. Kürt Marksistleri; Kürdistanlı işçi ve emekçilerin ulusal özgürlük sorununu, sınıf çıkarları temelinde ve sosyal kurtuluş mücadelesine bağlayarak ele almaları, kendi sınıf platformlarından diktatörlüğe ve emperyalizme karşı savaş yürütmeleri için, onların bilincinin burjuvaca karartılması çabalarıyla kararlıca mücadele edeceklerdir. Marksistler, Kürt gericiliği ve Kürt reformcu burjuvazisinin, diktatörlüğün saldırılarıyla da birleşen engelleme çabalarına prim vermeden, gerçek ulusal özgürlüğün kazanılması için, emperyalist-kapitalist köleliğin tasfiyesi ve burjuva iktidarının yıkılması amacıyla yürüttükleri mücadelenin zaferi için, kitlelerle bağların daha da güçlendirilmesi ve kitlelerin aydınlatılması çabalarını daha da yoğunlaştıracaklardır.
Kürdistan’da da geleceği işçi ve emekçiler, onların devrimci öncüsü kazanacak! Buna kuşku yoktur.

Kaşım 1993

Gorbacov Demokratizminden “Demokratik Darbe”Ye Rusya

1991 yılının yazında bir gün foto fax cihazları ve uydular, Gorbaçov’a karşı yapılan askeri darbe sırasında tanklardan birinin üstüne çıkarak darbecilere kafa tutan Yeltsin’in görüntüsünü basın yayın organlarına ulaştırdılar. Bu görüntü, CIA’nın ve diğer emperyalist kuruluşların doküman toplama merkezlerinde büyütülerek duvarlara asıldı, yeni dünya düzenini simgeleyen ikonografik bir değer kazandı. Tankın üzerindeki Yeltsin görüntüsü, genel geçer anlamlarını çoktan kazanmış kavramların deformasyonu ile işe başlayan imaj üreticilerinin bu kavramlara yeni içerikler kazandırma operasyonunun doruğunu oluşturdu. Yeltsin daha o zaman, Fransız İhtilali sırasında “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla yaşadığı devrim günlerini, feodalizme karşı kazandığı iktidar savaşının şaşaasını unutmayan burjuvazi için; Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte diline pelesenk ettiği yenilenme, gençleşme, ebedi barış, hatta proletaryanın komünizm ülküsüne karşı verdiği savaşın artık kazanıldığı iddiası üzerine kurulmuş “ikinci bir devrim” imajının en önemli öğesi oldu.
Tankların üzerindeki Yeltsin görüntüsü, Berlin Duvarı’ndan koparılan parçaların ideolojik ve imgesel etkisini bile geride bırakarak, Fransız Devrimini simgeleyen Marianne figürüyle takas edilmek ya da hiç değilse onun yanına yerleştirilmek üzere son kırk yılda bulunabilmiş tek figür oldu.
Yeni dünya düzeninin başlamasıyla birlikte Amerikan propaganda odaklan tarafından dünya halklarına vaat edilen bilinen anlamlarıyla ne barış vardı ortalıkta, ne demokrasi; düzen de yeni değildi zaten. Kavramların yeni içeriği burjuva tarzda yeniden doldurulurken Pax-Amerikana’nın Rusya steplerinde dolaşan hayaleti, Yeltsin’de demokrasi kahramanlığını; son olaylarda ona karşı direnen parlamentoda öbeklenmiş komünizm düşmanı, çarlık yanlısı, gerici ve en az onun kadar emperyalist hevesler besleyen güruhta da komünizm yandaşlığını buldu. Eylül ayında Yeltsin’in Rusya Federasyonu parlamentosunu feshettiğini açıklamasıyla başlayan olaylar bu ilişkiyle açıklandı. Emperyalistlerin açıktan desteklediği Yeltsin darbesi, serbest pazar ekonomisinin ve IMF reçetelerinin uygulanmasının önündeki pürüzlerin temizlenmesini ve bunun için de, uzun süreden beri yönetim mekanizmasının atalet içinde kalmasına neden olan iktidar ikiliğine sön verilmesini amaçlıyordu.
Yeltsin, Moskova’da, uzun zamandan beri geliyorum diyen bu iktidar savaşının ipini parlamento darbesiyle çekip başlatırken aynı zamanda onun önemli bir etabını bitirmiş de oluyordu.
İki yıl önce, sonradan Sovyetler Birliği’nin son başkanı sıfatıyla anılacak olan Gorbaçov’a yapılan darbeye karşı çıkarken, ne Gorbaçov’un IMF ve Dünya Bankası kredileriyle desteklenmiş kapitalist reformculuğunun bu hızda seyretmesinden hoşnuttu, ne de bu reformların daha yavaş gerçekleştirilmesini istedikleri için komünist olmakla suçlanan darbecilerden yanaydı. Yeltsin, Yeni Dünya Düzeni’nin ve Amerikan planlarının “şok” önlemlerle hayata geçirilmesini ve dünyanın, uluslararası tekelci sermayenin çıkarları çevresinde “global”-evrensel bütünlük içinde birleştirilmesinin önündeki pürüzlerin keskin darbelerle ve bir an önce giderilmesini savunan kampta yer alıyordu. Çok geçmeden de, SSCB adının tarihe karışmasıyla birlikte politika sahnesinden çekilen Gorbaçov’un yerine geçerek Bağımsız Devletler Topluluğu dönemini başlatacaktı.
Yeni dönem, günlük yaşamda ve yönetim mekanizmalarında sosyalizme ait ne kadar kalıntı varsa hepsinin büyük bir nefret ve hızla kazındığı dönem oldu; meydanlardan Lenin heykelleri bile kaldırıldı, bir heykelin ne gibi bir maddi gücü olabilirdi ki? Ama Lenin görüntüsünün ülkenin bütün meydanlarında eski günlere ve asıl korku verici olmak üzere geleceğe işaret eden ideolojik bir tehdit unsuru ve Rus burjuvazisi nezdinde bir karabasan kaynağı olarak ayakta kalması hazmedilecek bir şey değildi ve devrimin kazanımlarını hala hatırlayan Rusya halkının sosyalizm özlemlerine yönelik öfkenin dile getirilebileceği en önemli eylem o gün için oydu.
Aynı zamanda, eski Sovyet ülkesinin topraklarında serbest piyasa ekonomisinin rayına girmesi ve “Pax Amerikan barışı”nın Urallar’dan Çin Seddi’ne kadar bu bölgede de yerleşmesi için uzun zamandan beri bekleyen emperyalist burjuvazi ve onların Rusya’daki ve diğer cumhuriyetlerdeki temsilcileri kronometrelerini çalıştırdılar. Karşılıklı olarak kartlar açıldı. Yeltsin ülkenin içinde bulunduğu zor durumdan çıkabilmek için IMF ve Dünya Bankası’na olan 61,5 milyar borcun ertelenmesini, bunun yanı sıra 5 milyar dolar nakit para yardımı, 6 milyar dolar gıda ve ilaç yardımı ve yine 6 milyar dolar sanayinin işler hale getirilmesi için yedek parça ve malzeme yardımı talep etti. Karşılığında, Gorbaçov’un yeteri kadar hızlı davranmadığı “reformlar”ın yapılması için kan dökmek, darbe yapmak, cumhuriyetleri birbirine karşı kışkırtmak, şantaj ve tehdit gibi yöntemlerden ne gerekiyorsa onu uygulayarak kolları sıvayacaktı.
Bu para Yeltsin’e ölçülü olarak verilmeye başlandı. Ölçülüydü, çünkü nakit para yardımı üç taksite bağlandı. Birinci taksitinin ödenmesinden sonra Rusya’daki reformların yeterince hızlı yapılmadığı gerekçesiyle yaz ayları başında Rusya’ya kredi aktarılması işlemine ara verildi. Bu, Yeltsin için uyarıcıydı ve darbenin vaktinin geldiğinin göstergesiydi.
Emperyalistlerin Rusya’da uygulanmasını istedikleri “şok” program, BDT içindeki iç karışıklıklar; cumhuriyetler ve özerk bölgelerde meydana gelen milliyetçi ayaklanmalar, savaşlar ve merkezi otoriteyi tanımama eğilimleri, özerklik ve bağımsızlık ilanları; ancak devlet sübvansiyonlarıyla ayakta durabilecek iktisadi işletmelerin bu destek yokluğu nedeniyle işlemez hale gelmesinin yarattığı sosyal huzursuzluk, grevler, rejim karşıtı gösteriler, giderek gelişen halk muhalefeti ve bütün bunları bastırmak için iktidarda ortak ve tek bir iradeye ihtiyaç duyan Yeltsin ve yandaşlarının hızını kesen parlamento gibi nedenlerle bir türlü hayata geçirilemiyordu. Rusya’nın öteki iktidar kaynağı olan yasama organı parlamentoyla Yeltsin arasında başından beri bir çelişki yaşanıyor ve gün geçtikçe bu çelişki çatışmalara dönüşüyordu. Ne yürütme ne de yasama kendilerine biçilen rollerin sınırları içinde kalmaya niyetli değildi. Yeltsin’in parlamentodan çıkartamadığı kanunları kararnamelerle uygulamaya çalışmasını parlamento eleştiriyordu. Geçtiğimiz Mart ayında düzenlenen Halk Temsilcileri Kongresi’nde Yeltsin ve Parlamento başkanı Ruslan Hasbulatov arasındaki ilişki iyice gerginleşti ve Yeltsin’in bir ordu müdahalesine hazırlandığı açığa çıktı. Hasbulatov, kendisine karşı yapılması tasarlanan darbeyi gündeme getirerek savunma ve güvenlik bakanlıklarının harekete geçmesini istedi. Oysa Yeltsin, Güvenlik Konseyi üyeleriyle yaptığı gizli görüşmeler sırasında Hasbulatov’un güvendiği bu en önemli odağı yanına almıştı. Böylece ordu, devlet başkanının yetkilerinin parlamento tarafından sınırlanmasını isteyen Hasbulatov’u değil, ekonominin tümüyle kendisine ve hükümetin kontrolüne bırakılmasını talep eden Yeltsin’i destekleyecekti. Bir ay içinde ikinci kez toplanan Halk Temsilcileri Olağanüstü Kongresi’nde Yeltsin, isteklerinin hiçbirini sağlayamadı; ancak daha sonra yapılacak ve kendi yetkilerini onaylayacak olan bir referandum kararını aldırabildi. Yeltsin’in kızıp terk ettiği kongre salonunda yasama ve yürütme organları arasındaki çelişkiye bir çözüm bulunamamış; piyasa reformları için istediği yetkilerin hükümete verilmesi reddedilmişti.
Ama bu çıkar çatışması kongrede alınan bu kararla sona erecek değildi. Yeltsin’in Hasbulatov ve Rutskoy kliğini parlamentoya bir darbe yaparak topa tuttuğu geçen aya dek, savaş değişik biçimlerde sürdürüldü. Yeltsin yetkilerini kullanarak köşe başlarını tutmuş olan Hasbulatov yanlılarını görevlerinden azlederek devletin önemli mevzilerine kendi kadrolarını yerleştirdi. Son aylarda bütün ülkeleri sarmış olan ve kapitalizmin halk kitleleri nezdinde itibarını arttırmayı amaçlayan “temiz toplum” kampanyaları Rusya’da da siyasal rakiplerin ayaklarının kaydırılması amacıyla yürürlüğe konuldu. Yeltsin, birer birer ortaya çıkardığı yolsuzluk dosyaları kapsamında Güvenlik Bakanı Viktor Barranikov’u, ailesi ve yakınlarına haksız kazanç sağlamak ve devlet parasıyla yurtdışı seyahatlerine götürmek; Başbakan Birinci Yardımcısı Vladimir Şumeyko’yu zimmetine para geçirmek iddialarıyla; içişleri Bakanı Birinci Yardımcısı Andrei Dunayev’i ise hiçbir açıklama yapmadan görevden aldı.
Her türlü yöntem mubahtı; iktidar mücadelesi yürüten bu iki ayrı klik, anayasal yetkilerini kullanarak; bunun işe yaramadığı yerde de blöf ve şantaj yaparak birbirlerini salvo ateşine tutmuştu. Peki, ama neydi Hasbulatov-Rutskoy yanlılarıyla Yeltsin yanlılarının alıp veremedikleri? ABD ve diğer emperyalistler parlamentonun topa tutulduğu bu savaş sırasında neden apaçık Yeltsin’in yanında yer almışlardı?

YELTSİN VE HASBULATOV HANGİ SINIFSAL ÇIKARLARI TEMSİL EDİYORDU?
Yeltsin’in reformlarına muhalefet ettikleri gerekçesiyle, Türkiye’de bazı “sol” çevreler tarafından ilerici ve anti- emperyalist olarak tanımlanan, emperyalist propaganda kaynakları ve medya organlarına göre “komünist”, muhafazakâr ve milliyetçi olan Hasbulatov ve arkadaşları, IMF ve Dünya Bankası’nın serbest piyasa ekonomisinin geliştirilmesi için dayattıkları önlemleri eleştirdikleri için, Rusya’da bu reformların gerçekleştirilmesi için dışarıdan oluk oluk dolar akıtan ABD’nin ve diğer Avrupalı emperyalistlerin tepkisini çekiyordu. Oysa parlamentodaki hükümet ve Yeltsin aleyhtarı grup ne komünistti ne de anti-emperyalist; ne Yeltsin’in reformlarına karşıydılar, ne de piyasa ekonomisine. İstedikleri şey, piyasa ekonomisine daha uzun vadede ve “şok” planların dışında kalarak geçilmesiydi. Ama elbette bu çelişki, sadece bir teknik ayrıntıya indirgenemez, onunla açıklanamazdı. Parlamentodaki her grup belirli ekonomik ve siyasal çıkarlar çerçevesinde oluşmuştu ve bu çıkarlar Yeltsin’in temsil ettiği odakların çıkarlarıyla görünürde çelişiyordu. Parlamento, Stalin’in ölümünden sonra işbaşına gelen Kruşçev kliğinin siyasal yardımlarıyla palazlanmaya başlayan ve o zamanki mevcut devlet kurumlarında ve diğer yönetim aygıtlarında yuvalanmış Sovyet bürokrasisinin, bu yeni tipte burjuvazinin çıkarlarını temsil eden organdı. Rutskoy-Hasbulatov kliği, şimdi, eski Sovyet kalıntılarının da ortadan kaldırılmasında ayak direyen Yeltsin’in şok program çerçevesinde gerçekleştireceği temizlik, imha ve düzenleme operasyonuna siyasal ve ekonomik çıkarlarından vazgeçerek uyum sağlamak niyetinde değildi. Eski Sovyet kalıntıları ve devlet mekanizması, bu kliğin temsil ettiği bürokrasinin arpalığıydı ve bu çıkarları ve yetkileri öyle bir hamlede elden çıkarmak işlerine gelmiyordu; her şeyin bir zamanı vardı. Eski kurum kalıntılarının sürmesinde yarar gördükleri için komünist olarak nitelendiler, böylece vurgunculuk ve statükoculuk gibi olumsuz kavramlarla komünizmin karalanması için bir kez daha fırsat yaratılmış oldu. Oysa Sovyetler Kruşçev döneminde başlatılan revizyonist saldırılarla çoktan beri çökertilmiş ve bu kurumlar işçi sınıfının iktidar organları olmaktan çıkarılmıştı. İktidardaki burjuva revizyonist kliğin bu kurumların içinde yer alan bürokratik uzantıları, sosyalizme ait ne varsa bunları çoktan kaldırıp atmış, eski kurumlar uzun zamandan beri onların dizginlenemez iştahlarını giderirken içine gizlendikleri içi boş kabuklar haline getirilmişti. Hasbulatov’cular, parlamentoda Yeltsin tarafından top ateşine tutulurken halktan destek almak için “bütün iktidar Sovyetlere” diye slogan attılar. Sosyalizmi anılarında hâlâ olanca canlılığıyla yaşatan Rus halkı için hala harekete geçme arzusu uyandıran bu sloganı atarken elbette, daha önce işçi sınıfının iktidar organları olan Sovyetleri değil, sonradan ele geçirip kendi bürokratik ve burjuva iktidarlarını sürdürmek için kullandıkları kurumlan kastediyorlardı. Oysa dışarıdaki halk, kaşarlanmış revizyonistler Sovyetlerden bahsettiklerinde bundan ne anlamak gerektiğini öğrenmişti; bu nedenle Hasbulatov-Rutskoy kliği hakkında “onlar komünisttir” diye yapılan tevatürlere gülüp geçti.
Yeltsin’i özgürlükçü ve liberal olarak tanımlayanlar ise, onun nezdinde giderek bürokratik mekanizmalar dışında bir sermaye birikimi edinebilmiş karaborsadan ve yeraltı faaliyetlerden akan kara parayı kapitalist prosedüre uygun olarak piyasaya aktarmak için uygun kurumların oluşturulmasını isteyen burjuvaziyi yücelttiler. Bu karaborsacı-mafya burjuvalar son on yılda oldukça çoğalmış ve gelişmişti; Yeltsin vasıtasıyla iktidarda tek söz sahibi olmayı, serbest piyasa ekonomisinin bütün kapılarının açılmasını istiyorlardı.
Geçen mart ayında iki kez toplanan Halk Temsilcileri Olağanüstü Kongresi, bu çelişkilerin bir uzlaşmaya varılarak çözülmesini hedeflemiş ama çelişkilerin daha fazla derinleşmesine neden olmuştu. Dünyanın gözü kulağı bu iki kongredeydi. IMF yetkililerinin kongre sonuçlarına bakarak “ekonomiye çeki düzen verilip, ortak ekonomi politikasında karara varılmadığı sürece Rusya’ya taze kredi verilmeyeceği”ni açıklamasından sonra Japonya, Fransa, İtalya ve Kanada’da kredi taahhütlerini aynı koşula bağladıklarını açıkladılar.
Oysa Yeltsin işbaşına geldiği ilk günlerde IMF direktiflerine uygun olarak fiyatları serbest bırakmış, Merkez Bankası durmadan ruble basmaya başlamış ve sübvansiyonları kesmeye çalışmış, böylece sadık bir piyasacı^ olduğunu kanıtlamıştı. Serbest fiyat politikasının bedelleri kısa dönemde Rusya’da yaşayan halk açısından, sadece, Moskova’da sekiz milyona ulaşan işsiz kitlesi, yüzde dört yüze tırmanan enflasyon, temel besin maddelerinin yokluğu, karaborsa, mağazaların önünde oluşan uzun kuyruklarda geçirilen saatler, fahişeliğin giderek artması, hırsızlık ve ahlaki çöküntüyle ödendi. Bir süre sonra 1991 ve 1992 yılları arasında basılmış paralar hükümsüz ilan edildi ve tedavülden kaldırıldı. Hiç bir dükkânın kabul etmediği paraları değiştirmek için bankanın önünde oluşturulan kuyruklarda, birçok yaşlı insan bayılarak hastanelik oldu, halkın cebindeki rubleler “son kuruşuna” kadar alındı. Enflasyonun ve bütçe açığının azaltılması için şimdi halkın elindeki paralara da el konuyordu. Öte yandan, Yeltsin tarafından, bunun yeraltı faaliyetiyle elde edilmiş kara paranın piyasadan çekilmesi için uygulanan bir yöntem olduğu açıklanıyor; Hasbulatov kliğine karşı bir başka cepheden saldırılmış olunuyordu.
Yetmiş yaşında bir kadının açlıktan öldüğü haberi bir günlük gazeteye yansıdı. Emperyalistlerin vanalarını çevirdikleri yabancı sermaye musluklarının ağzına getirilen Rusya’da Yeltsinci liberallerin iki yıl önce tankın üzerine çıkarak, şimdi de tankların kumandasını elinde bırakarak uğruna savaştıkları özgürlük, serbest piyasa özgürlüğüydü. Rus burjuvazisine kendi sınıf çıkarlarını sonuna kadar gözetebilme olanağı sağlayan bu özgürlük, Rusya’da yaşayan milyonlarca insana, sadece yoksulluk, işsizlik ve açlık vaat ediyordu. “Bu vaatlere karnımız tok” diyerek karşı çıkıldığında ise ki, sokaklarda kızıl bayraklarla Lenin’in ve Stalin’in fotoğraflarıyla yürüyen işçilere ve emekçilere daha sık rastlanır olmuştu; Amerikan demokrasisinin icaplarına göre sopa gösteriliyordu.
Sovyetlerin dağılmasını ikinci burjuva devrimi gibi yaşayan Yeni Dünya düzencilerinin tank üzerinde resmettikleri demokrasi kahramanı Yeltsin’in Rus halkına getirdiği demokrasi ve özgürlük bu iktidar savaşında mağdur ve mağlup olan Hasbulatov ve Rutskoy kliğinin vaat ettiğinde farklı da değildi. Öz aynı, görünüm değişikti. Pax Amerikana şemsiyesi altında kurulan Rus barışı ise cumhuriyetlerde ve özerk bölgelerde yaşayan halkların kayıtsız şartsız, büyük ve bölünmemiş bir pazar derdinde olan Rus emperyalizminin istemi doğrultusunda merkezi otoriteye boyun eğmesini öngörüyordu. Özerk bölgelerde yönetim erkini elinde bulunduran burjuva yerel çıkar çevreleri ile ideolojik besinini büyük Rus milliyetçiliğinden alan Moskova yönetimi arasında süren dalaşma sırasında da bundan en çok zarar gören halklar, oldu. Yeltsin bu başlangıçta dağılmış pazarı birleştirmek için birçok manevra denedi, entrika çevirdi. Dağılan pazarın birleştirilmesi sadece ekonomik nedenlere dayanmıyordu, politik olarak istikrarsız bir yapı kazanmış olan Rusya, Amerikanize başkanlık sistemine geçerek, cumhuriyetlerin ve özerk bölgelerin kendilerine tanıdığı ayrıcalıkları ve merkezi anayasayla çelişen on bin küsur, özerk bölge yasası ve kararnamesini kaldırıp politik bir istikrar sağlamayı amaçlıyordu.

“PAX RUSSİAN BARIŞI’YLA BİRLEŞTİRİLMİŞ BÜYÜK PAZAR
Avrupa Güvenlik ve işbirliği Anlaşması-AGİK; ikinci savaştan sonra başlayan ve içeriğini; kapitalist-emperyalist çevreler tarafından kuşatma altında bulunan sosyalist Sovyetler Birliği ve demokratik Doğu Avrupa cumhuriyetlerinin dünya halkları üzerindeki ideolojik etkilerinin giderilmesi uğraşlarıyla ve emperyalist hegemonyanın yaygınlaştırılması çabalarının oluşturduğu soğuk savaş döneminin sonu olarak ilan edildi. Soğuk savaş dönemi, ABD’de MC Carthy döneminde doruğa ulaşan, itici gücünü komünizm fobisinin ve düşmanlığının oluşturduğu yeni savaş taktiklerini istenilen sonucu vererek SSCB’nin 50’li yıllarda kapitalist restorasyon sürecine girmesiyle yetinilmeyerek bu sürecin gerçek bir çözülme ve çürümeyle tezahür ettiği 80’li yılların sonlarındaki dağılmayla bitirildi. AGİK, bunun belgesi oldu. Bu saatten sonra, “sosyalist ülkelerin piyasayla kuşatılması” ilkesine bağlanan emperyalist faaliyet, yerini, “piyasa demokrasisinin genişletilmesi” olarak tanımlanan yeni dünya düzenine bıraktı. Yeni dönemde ABD, dünyanın mümkün olduğunca tek ve büyük bir pazar haline gelmesini hedefliyordu. Avrupa’da da daha önce AT’la başlatılan, Maastrich ve Batı Avrupa Birliği (BAB) ile hızlandırılan süreç, kapsadığı alanlar giderek çeşitlenip zenginleşen anlaşma ve bloklaşma eğilimleri gündeme geldi. Yeni dönemde tayin edici çelişkilerin olmadığı varsayılarak çatışmasız ve mutlak bir barış havasının egemen olacağı iddia ediliyordu. Oysa emperyalizm var olduğu sürece çatışmalar ve savaşlar kaçınılmazdı ve “serbest piyasa demokrasisi” hiçbir engel olmaksızın yayılma düşlerine kendisini boşuna kaptırmıştı. Milyonlarca işçiyi işsizlikle tehdit eden özelleştirme girişimlerine karşı yapılan gösteriler ve grevlere emperyalistlerin gösterdiği tavır bu demokrasinin ne menem bir demokrasi olduğunu ve hangi çıkarları koruduğunu gösteriyordu. Körfez savaşı ve Somali de bir göstergeydi.
Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte, bu coğrafyada ortaya çıkan yeni pazar olanakları da; “serbest piyasa demokrasisinin genişletilmesi” emperyalist ilkesi kapsamında değerlendirildi. Ama Rusya gerçekten fena dağılmıştı ve bu parçalanmışlık emperyalist sermaye ve meta akışının önüne teknik, idari ve bürokratik engeller çıkarıyordu. Bölgede kendi hegemonyalarını kurmak isteyen emperyalistler, Rusya’daki bu dağılmayı, bölgeyi kendi nüfuz alanları haline getirerek çözme konusunda birbirleriyle yarışa girerken, güçten düşmüş olsa da Rusya eski egemenlik sahalarını kimseye kaptırmak niyetinde değildi. Ama hepsinin ortak eğilimi Rusya’da onlarca özerk bölgenin, cumhuriyetin merkezi bir otorite altında toplanarak istikrara kavuşmasaydı.
Yeltsin’in parlamentoyu feshettiği gün, herkes bu onlarca cumhuriyetin ve özerk bölgenin tavrının ne olacağı konusunda tartışmaya başladı. Çünkü merkezde yaşanan ikili iktidar durumu cumhuriyetlerde yaşanan iktidar sorunlarının kristalize olmuş haliydi ve bütün muhtar alanlarda, iktidar kavgaları yaşanırken merkezi otoriteye de başkaldırılar, sürtüşmeler ve kafa tutmalar görülüyordu. Yeltsin’in iktidar mücadelesi federasyon içindeki yerel yönetimlerin ve BDT ülkelerinin desteğini almadığı takdirde başarısızlığa mahkûm olacaktı.
Oysa kaygılar yersizdi; Yeltsin Rusya Federasyonu içinde yer alan cumhuriyetleri ve özerk bölgeleri ve BDT içinde yer alan devletlerin bir kısmını değişik yöntemlerle “ikna” etmişti ya da ikna etmeye hazırlanıyordu. Yola gelmeyenlerin cılız seslerinin, “sinek küçüktür mide bulandırır” denmezse eğer, şimdilik kaydıyla, sonucu belirleyecek bir kıymeti harbiyesi olmayacaktı.
Bu “ikna” yöntemlerinin duruma göre kazandığı biçimler konusunda Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’daki olaylara bakmak yeterli olacaktır. Bağımsız Devletler Topluluğu’na girmeyi reddederek “bağımsız” kalmayı tercih eden bu ülkelerde kan gövdeyi götürdü. Gürcistan’da Gürcü milliyetçisi Gamshakurdia’nın ekibi Rusya karşıtı eğilimlerinden dolayı önce Rusya federasyonuna bağlanmak istenen Güney Osetyalılar’ın kışkırtılmasıyla kıskaç altına alındı kısa süren bir savaştan sonra, Gamshakurdia bir saray darbesi ile devrildi, yerine geçen Şevardnadze’nin boynunun eğdirilmesi için de Abhazya’da gelişen bağımsızlık eğilimleri körüklendi. İki halk birbirine girerken Abhazya’nın BDT’ye gireceğini açıklamasıyla Rus paralı askerler Abhazya saflarında savaşmaya başladı. Gürcistan dize getirilmişti.
Azerbaycan’da da aynı şeyler yaşandı; milliyetçi Elçibey, kısa bir süre önce devrildi ve yerine Rus yanlısı Aliyev getirildi. Geçtiğimiz ay Gürcistan ve Azerbaycan BDT’ye girmeyi kabul ederek Rusya’nın otoritesini tanıdıklarını ilan ettiler.
Ukrayna, nükleer tesisleri ve donanmasıyla önem kazanan bir cumhuriyetti. Rusya federasyonu bu tesislerin ve donanmanın kendisine ait olduğunu söylüyor, Ukrayna sınırları içinde kalan Kırım ve Sivastopol’de hak iddia ediyordu. Ukrayna uzun bir süre direndiği halde Rusya’ya olan doğal gaz ve petrol borçlarının silinmesi karşılığında donanmanın yarısını Rusya’ya vermeyi kabul etti. Yeltsin Ukrayna’nın bağımlılığını kullanarak şantaj yapmıştı. Federasyona katılmayı reddederek Polonya’ya bağlanacağını açıklayan Moldova’da ise başka bir yöntem denendi. Moldova’daki Rus azınlık Moskova’dan kışkırtılarak, ayaklanmaları sağlandı. Trans-Dinyester bölgesindeki bu ayaklanma Kişinev Hükümeti tarafından bastırılamadı. Böylece Moldova yönetimi de iplerini Yeltsin’e teslim etmek zorunda kaldı. Moldova, BDT anlaşmasını hala onaylamamakla birlikte BDT toplantılarına katılacağını açıkladı.
BDT ülkelerini birbirine bağlayan prosedürün dışında; federasyon anlaşmasının imzalandığı ilk günden bu yana federasyona girmeyi reddettiğini açıkça ilan eden cumhuriyetler, sonradan kendisini cumhuriyet ilan eden özerk bölgeler, federasyonda yer aldığı halde anayasanın değil yerel yasanın önemli olduğunu söyleyerek merkezi otoriteyi dolaylı yoldan tanımadığım ilan eden yerel yöneticilerin de Moskova’yı tanıması için gereken işlemlerin tamamlanması gerekiyordu. Bu süreç henüz tamamlanmamış olmasına karşın yerel zenginliklerin rantını yiyerek semi-ren burjuvazi, ya Moskova’dan gelen kaynaklara bağımlı olduğu için ya da yeterince güçlü olmadığı için Yeltsin’in darbesine sessiz kaldı. Ancak, Yeltsin’in tam da Çarlık zamanındaki Dumaları geri getireceğini açıkladığı sırada merkezi parlamentonun feshedilmesinin yerel parlamentoları bağlayamayacağı dolayısıyla önümüzdeki aylarda yapılması kararı alman parlamento seçimlerinin kendi bölgelerinde geçerli olmayacağını dile getiren çatlak sesler de duyulmuyor değildi.
Yeltsin’in parlamentoyu feshetme karan yerel organlardan ciddi bir tepki görmemişse de otonom bölgelerde ve cumhuriyetlerde yaşanan kargaşanın ciddiye alınmaması mümkün değildi. Tersine durumun sermaye açısından vahim olduğu bile söylenebilirdi.
Federasyon, Amerikan haber alma örgütlerinin verdiği sinyallere göre “iç savaş” eşiğine gelmiş durumdaydı; hem Rusya, hem de Rusya’da yaşanacak bir istikrarsızlığın serbest piyasa ekonomisi için akıttığı kredilerin heder olacağından korkan ABD’li emperyalistler bundan korkuyordu.
Federasyon anlaşmasını en başında imzalamayan Çeçenistan, Tataristan ve federasyon içinde yer aldığı halde Başkırdistan Cumhuriyeti, özerkliğin arttırılması yönünde çalışmalara girdikçe Rusya, bölgedeki zengin petrol yatakları üzerindeki inisiyatifinin geleceğinden endişe duymaktaydı.
Çeçenistan’ın merkezi Grozny yakınlarında, geçen yıl nisan ayında Yeltsin’in emri ile Rus ordusunun tankları gövde gösterisinde bulundu, helikopterlere taciz uçuşları yaptırıldı. Grozny’deki radyo ve televizyon binasını kısa bir süre işgal ettikten sonra Çeçen güvenlik güçleri tarafından dağıtılan silahlı grupların Moskova tarafından yönlendirildiği Çeçen kaynakları tarafından açıklandı. Baskıncılar, Çeçen parlamentosunun dağıtılmasını ve devlet başkanı Dudayev’in istifasını istiyorlardı.
Moskova’nın cumhuriyetlerdeki yönetimlerle çıkar çatışmasını baskı, terör ve şantajla boyun eğdirme yoluna girmesine rağmen şu ana kadar bu politikanın ürünleri kesin olarak alınmış değil. Tersine Merkezkaç eğilimler o denli güçlendi ki, durmadan egemenlik duyuruları yayınlanıyor. Volgograd, Vologorsk bölgeleri ve Primorsk özerkliklerini ilan ettiler. Sverdslok bölgesi Moskova’yla hiçbir görüşme yapmaya gerek duymadan Ural Cumhuriyeti adını alarak özerk oldu, Tatarlar ve Başkırlar merkeze karşı kendilerini daha güçlü kılacağını düşündükleri bir “Volga Konfederasyonu” altında birleşme kararı aldılar. Karelya Özerk Cumhuriyeti, Sibirya’daki kömür bölgeleri Kuzbas ve Kemerova, geçen yıl Yeltsin’in özel rejim uygulamasını kabul etmeyeceklerini duyurmuşlardı. Baltık cumhuriyetleri; Litvanya, Letonya ve Estonya ise bağlarını çoktan koparmışlardı.
Dolayısıyla ekonominin ve siyasetin tek bir otorite altında düzenlenmesini hedefleyerek yapılan parlamento darbesi, federasyonda yaşanan kargaşaya bakılınca serbest piyasa ekonomisinin hatırına yapılacak başka darbelerin de düğmesine basıldığını gösteriyor. Sibiryalılar Hasbulatov ve arkadaşlarına parlamentonun çevresi sarıldığında diplomatik sığınma önerisinde bulunacak kadar merkezle aralarına sınır çekmişlerdi. Özerk bölgelerin dörtte üçü devlet başkanına karşıydı.
Yerel idarelerin başında bulunan yöneticilerin çoğunun yazgısı Hasbulatov-Rutskoy kliğinin yazgısına bağlıydı ve Moskova’nın perilerinde oluşan rantın tasarruf hakkı, burada cereyan eden iktisadi gelişmelerin komutası, bu yerel bürokrasinin elinde toplanıyordu. Ancak yerel yönetimlerin çoğu, petrol, teknik donanım ve diğer sanayi teçhizatları bakımından Moskova’ya bağımlıydı.
Moskova’da yaşanan iktidar mücadelesi sırasında merkezi otoriteyi temsil eden Yeksin ekibinin, bazı zaaflardan dolayı cumhuriyetler üzerinde silik kalan etkisinin yeni durumda da aynı kalacağı söylenemezdi. Bürokratik burjuva çıkarları temsil eden Hasbulatov’un ekarte edilmesinden sonra önemli oranda hareket özgürlüğü elde eden ve manevra alanını genişletme olanağı bulan Yeltsincilerin, merkezden koparak pazarın parçalanmasına yol açan ve sermayenin dolaşacağı serbest piyasayı kesintili hale getirerek gereksiz engebelerle hız kesen özerklik eğilimlerini bastırmaya girişeceği açıktı. 12 Aralık’ta yapılması tasarlanan ve Yeltsin’in planlarına göre yerel parlamentoları da kapsayan parlamento seçimlerine Rusya, cumhuriyetler arasında bir mutabakat sağlayamadan yol alıyordu.
Burjuvazinin çeşitli kanatları arasında süren iktidar dalaşında halk, beklenildiği gibi taraf tutmadı. Çünkü ne Yeltsin ekibinin ne de Hasbulatov grubunun ekonomi politikaları Rusya’da yaşayan ve şimdi işsizlikten ve açlıktan kıvranan değişik milliyetlere mensup milyonlarca insanın yaralarını sarmaya yarayacaktı. Bu it dalaşını bu yüzden birçoğu parlamentonun önüne kadar gelerek kayıtsız bakışlarla izledi. Ama bu durum burjuva basınının keyifli söz ettiği gibi halkın politikaya ilgisiz olmasından kaynaklanmıyordu. 1991 Mart’ında Novokuznesk’teki Kuzbas kömür havzasında direnişe geçen yüz bin kişinin temsilcisi “yukarıdakilerin hepsi dolandırıcı” diyerek olan biten hakkındaki görüşlerini açıklıyordu. Serbest fiyat politikasının yürürlüğe sokulduğu günden bu yana Moskova sokaklarında sürekli olarak zamları ve yönetimi protesto amaçlı gösteriler düzenlenmekteydi. Geçen yıl Maga, Sverdslok ve Rostov’daki değişik işkollarında yapılan grevler de unutulmamıştı. Halk Moskova’daki burjuva emperyalist yönetimin ekonomik-politik uygulamaları karşısında sürekli hareket halindeydi. Ama Hasbulatov ve Yeltsin arasında süren it dalaşında, Hasbulatov’un içini burjuva kapitalist bir içerikle doldurduğu “bütün iktidar Sovyetlere” çağrısı ya da Yeltsin’in “Dumaları geri getirme” arzusu Moskovalı için uğruna dövüşülecek politik hedeflerden değildi. Hiç kuşkusuz Yeltsin ya da Hasbulatov, merkezde kimin otoritesi sağlanırsa sağlansın Rusya’da yaşayan işçi ve emekçilerin başına geleceklerin neler olduğu konusunda ortak bir sezgi geliştirmişlerdi. Düşman, kliklerin birinden biri değil, her ikisi birdendi, işçi ve emekçiler, bu mücadele sırasında gerçekten muhalif bir eylem içinde yer alabilmeleri için gereken örgütlülüğe sahip olamadıkları için, maddi bir kuvvete dönüşemeden ve ama yine de burjuvazi için potansiyel bir tehdit oluşturarak olan biteni izliyordu. Rusya’da halk, kapitalizmin bütün dünyayı etkisi altına alan krizini, içinde bulunulan özgün durum nedeniyle daha ağır koşullarda yaşıyordu.
Bundan sonra, cumhuriyetlerden göçmen işçi olarak Moskova’ya gelenlerle birlikte sayıları giderek artan işsiz kitleleri, kapitalist işletmelerde olabildiğince düşük ücretlerle istihdam yapılmasını kolaylaştıracaktı. “Serbest piyasa demokrasisi” kuralları gereğince ücretlerin düşük tutulmasının güvencesi baskı, şiddet ve korku olacaktı.
Rusya’da hasımlarını alaşağı ederek bütün yetkileri elinde toplayarak merkezi otoriteyi ele geçiren ve çıkarları Yeltsin’de temsil edilen burjuvazinin önümüzdeki günlerde ekonomik ve siyasi istikrarı sağlamak için hangi yöntemlere başvuracağı belli olmuştu. Rusya’da hemen, silahların indirilmesini öngören uluslararası anlaşmaların yeniden gözden geçirilmesi talep edildi. Rusya nüfuz alanlarını denetimi altında tutabilmek ve pazar kavgasında avantajlı bir konumda durmak için silahlarını eline almıştı. Amerikan ideallerinden örülmüş bir şemsiye altında planlanan “Pax-Russian barışı” silahın emniyetinin açılması anlamına geliyordu; “Serbest piyasa demokrasisi” bu demekti. Rusya, çok kısa bir dönem için aldığı yaralar nedeniyle pençelerini gizlemek zorunda kalan, biraz iyileşince de ayağa kalkarak önüne ilk çıkana saldırmaya hazırlanan yabani bir hayvan gibi doğrulmaya başlamıştı. Emperyalist pazar kavgasında, kaile alınması gereken emperyalist bir güç olarak dişlerini göstermeye başlamıştı. Emperyalist yayılma heveslerinden vazgeçmeyecekti. Moskova’da başlatılan iktidar mücadelesi, rublenin emperyalist politikalarının uygulanması için gereken bütün koşulların hazırlanması ve önündeki son engellerin kaldırılması içindi.

YELTSİN SİLAHLARINI KUŞANDI
Yeltsin, NATO ve eski Varşova Paktı üyesi 29 ülke tarafından imzalanan AKKA hükümlerinin yeniden gözden geçirilmesini talep etti. Kafkaslarda, Gürcistan ve Azerbaycan’ın BDT’ye girme konusundaki inadı kırıldıktan sonra Gürcistan’ın isteği üzerine bu ülkeye gönderilen güvenlik güçleri “sınırların güvenliğini” üstlenmeyi üzerine aldı. Azerbaycan henüz Rus askerlerinin topraklarına girmesine izin vermemişti ama görünen oydu ki, Rusya, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” egemenlik düşü gören yanı başındaki komşusu Türkiye’yi ve Kafkaslara Türkiye’yi taşeron olarak kullanarak uzanmak isteyen eski ve yeni kıtali emperyalistleri sollayarak Kafkasya’ya bayrağını dikmeye niyetliydi. Fetih için mehter kıyafetlerini giymeye başlamış olan Türk burjuvazisi elden kaçan kısmete yanadursun eski nüfuz alanlarında kendisinden başka kimsenin at koşturamayacağını ilan eden Yeltsin, Kafkasya’nın ihtiyaçlarını öne sürerek konvansiyonel silah indirimiyle ilgili taahhütleri yerine getirmeyeceğini söyledi. Aslında zaten altına imza attığı anlaşmayı çoktan beri ihlal ediyordu. Ermenistan’da konuşlandırılan silahların öngörülen sürede imha edilmediği tespit edilmişti. Öte yanda nükleer silahların üçte ikiye varan oranlarda indirilmesini hükme bağlayan START-2 anlaşması da Rusya’nın savunmasını zayıflattığı gerekçesiyle eleştiri konusu oldu.
Silahlanma konusunda gösterilen bu atak, Rusya’nın eski Sovyetler Birliği sınırlan içinde kalan bölgelerde mutlak ve paylaşılmayan bir hâkimiyet kurma isteğinin bir göstergesidir. Serbest piyasa ekonomisinin işletilmesinde ortaya çıkan krizlerin aşılması ve politik bir istikrar sağlanabilmesi için Rusya’ya kredi musluklarını açarak destekleyen ve “yediler” olarak anılan emperyalistlere Yeltsin’in elindekileri kaptırmak isteyeceği düşünülmemelidir. O, Neron gibi karnından çıktığı annesini ne zaman öldüreceğinin hesabını yapmaktadır.
Öte yandan silahlanma konusunda gösterilen bu cevvaliyet sadece emperyalistler arasındaki çelişkilerin çözümü için kullanılacak değildir. Yeltsin kendisini önümüzdeki günlerde bekleyen iç çatışmalar; cumhuriyetlerden gelen yerel direnişler, halk eylemleri, grevler ve rejim karşıtı gösterileri bastırmak için de aynı silahları kullanacaktır. Kafkasya’ya yapılan bu tahkimat, şimdiye kadar çıbanbaşı olmuş, şimdi de köşeye sıkıştığı için Moskova’nın otoritesini kabul etmek zorunda kalan Kafkas devletlerini sürekli tehdit altında tutmaya yarayacaktır. Kafkasya petrol bölgesidir ve Rusya burada kendi çıkarlarını koruyacaktır.
Öte yandan Yeltsin, Çevik kuvvet kurma hazırlığına başlamıştır. Şu anda halen 20 bin Rus barış gücü askeri Tacikistan, Moldova, Kuzey Osetya, Güney Osetya, Gürcistan ve Abhazya ve İnguş’ta tutuluyor. Çevik kuvvet, ihtiyaç duyulan bölgelere gönderilmek üzere kara, deniz piyadeleri ve paraşüt ekiplerinden oluşturulacak.
Sonuç olarak; Rusya Yeltsin’in parlamentoyu feshederek Hasbulatov-Rutskoy kliğini bir darbeyle iktidardan indirmesiyle yeni bir dönemece gelmiş bulunuyor. Bu dönemeçte, gerçekten de bir “piyasa demokrasisi” var. Demokrasi mimarları kendilerine göre bir demokrasi kurarak bu demokrasiye muhalefet etmek isteyen herkese silahlarını çeviriyorlar.
Sivil politikacıların askeri darbelerle ve ordu vasıtasıyla alaşağı edilmesine karşı her zaman muhalif bir söylem geliştirmiş olan ve darbeleri demokrasinin ihlal edilmesi olarak gören Avrupalı burjuva demokratlarla onların yeni kıtadaki türdeşleri Yeltsin’i hem Gorbaçov’a yapılan darbeye karşı çıkarken hem de kendisi darbe yaparken demokrasi kahramanı olarak ilan ediyor; Rusya’da başlamakta olan terör dönemini selamlıyorlar.
Rusya’da IMF ve Dünya Bankası dolarlarının yardımıyla başlatılan piyasa demokrasisi dönemi, sokaktan ve yeraltından gelen ve hızla sermayeye dönüşerek piyasaya açılmak isteyen kara paranın gücünü devlet mekanizmalarında çöreklenmiş bürokrat burjuvaziye kabul ettirmesiyle kendisini ifade ediyor. Soğuk savaşın bittiği tezleri üzerine kumlan Yeni Dünya Düzeni ikiyüzlülüğü ise, Rus steplerinde sürdürülen ve sürdürülecek olan hegemonya yarışının şiddetini ve yarattığı kargaşayı gizlemeye yetmiyor.
Rus halkı ise, kırk yıl önce iktidara gelen revizyonist ihanet şebekesi tarafından dinamitlenen sosyalist sistemin anılarını hala korumakla birlikte, kendisine bu haliyle hiçbir şey sağlamayan iktidar kavgasına kendisi için ve bir taraf olarak, ama sosyalizmi yeniden geri getirecek bir devrimci güç olarak müdahale edemiyor. Emperyalistler, Rusya’da komünizmi temsil ettiğini iddia ederek Hasbulatov kliğine karşı yapılan darbeyi alkışlarken bir şeyi daha; komünizm ülküsüne sarılarak örgütlenip ayağa kalkma eğiliminde olan ve bu amaçlarını gerçekleştirmek için de geçmiş deneyimleri nedeniyle bütün diğer ülkelerin proletaryasından daha şanslı olduğu açık olan Rus proletaryasına bundan sonra yönelecek olan zorbalığı ve saldırıları alkışlıyorlar.
Çünkü proletarya, Rusya’da da kapitalizmin bağrına saplanmış bir hançerdir ve bu hançerin yarası ölümcüldür.

Kasım 1993

Yeni Bir Enternasyonale Doğru-1

Dünya proletaryasının ve mücadelesinin tarihi, zaferler ve yenilgilerle dolu. Kendisini sınıf olarak ilk ortaya koymaya başladığı, İngiliz Çartistlerinin ve Lyon’da ayaklanan 1831 Fransız isyancılarının ulusallıktan kurtulma günlerinden bu yana, proletarya, birbirini takip eden yenilgi ve zaferler yaşaya-geldi. Her yenilgisi yeni zaferlerini mayalandırdı ve kazandığı her zafer, düşmanı kapitalistler ve destekçilerinin hıncını ve öç alma isteklerini kamçılayarak içinde, giderek daha çok geçici hale gelen yenilgilerin koşullarını taşıdı. İki taraflı bir çatışmaydı bu, dünya tarihinin daha kapsamlı ve derinini görmediği bir hesaplaşmaydı. Bir kez başlamıştı ve zaferler ve yenilgilerle nihai zafere kadar gidilecekti. Dönüşü yoktu. Ne yeni bir tarih yapma olanağı vardı, ne de bugüne kadarki tarihsel gelişmenin zorunlu sonucu olarak yürünmesi kaçınılmaz geleceği bir başka türde kurgulama olanağı.
Proletaryanın ulusal sınırlar dışına taşarak yaşlı kıtanın belli başlı alanlarını kucaklayan ilk ayaklanması 1848’de Alman, Fransız, Avusturya, Macar işçilerinin eylemi olarak gelişti. Marx ve Engels, önceden 1848’le gelen devrimci kalkışmanın, kıta çapında bir devrimle taçlanabileceğini haber vermişlerdi; olmadı, proletarya yine yenildi, henüz yeterince güç biriktirmemişti. Üstelik henüz uluslararası bir proleter devriminin nesnel koşulları da olgunlaşmamıştı. Marx ile Engels, sonradan “hataları” kağıda döktüler kapitalizmin bunalımı henüz genelleşmemişti.
Ardından “göğü fetheden komünarlar” geldi. Kapitalizm, artık, geliştirdiği mezar kazıcısı güçlerle yok oluşunun ve yerini sosyalizmin almasının koşullarını yaratmaya başlamıştı. Komünarlar 72 gün dalgalandırdıkları kızıl bayrakları ve bıraktıkları muazzam deneylerle arkalarından gelecek sınıf kardeşlerine paha biçilmez bir miras aktardılar. Ama onlar da yenildiler. Proletarya yenilgiler içinde pişiyor, güç biriktiriyor, çıkardığı derslerle daha ilerisine yöneliyordu.
1871 ‘den 1. Emperyalist Paylaşım Savaşına kadar, dünya proletaryası, 1917 Rus Devrimi istisna edilirse görece barışçıl koşullarda örgütlendi. İçinde ihaneti de mayalandıran, parlamentonun ve diğer burjuva olanaklarının hemen sonuna kadar kullanıldığı bu barışçıl dönem sonunda, proletaryanın geniş kitleleri büyük ölçüde örgütsüz kaldılar ve çeşitli ülkelerin burjuvazisi tarafından yedeklenerek sınıf kardeşlerini kırmak üzere savaşa sürüklendiler. Proletarya, II. Enternasyonal sosyal şoven ve uzlaştırıcı Merkezcilerinin şahsında ilk büyük ihaneti ve uluslararası proletarya ve komünist hareket ilk ihanete bağlı, ilk büyük çöküntüyü yaşadı. Milyonlarca üyesi olan büyük komünist (o zamanki adıyla sosyal demokrat) partiler, kendi burjuvazilerinin peşinde emperyalist savaşı desteklediler, “Anavatan savunması” adı altında haklı çıkarmaya çalıştıkları emperyalist savaşta burjuvalarının zaferi için uğraştılar. Proletaryanın davasına ve komünizm ülküsüne bağlı kalan komünistler çeşitli ülkelerde parmakla gösterilecek kadar azınlıkta kaldılar.
İhanete rağmen, savaş, devrimin koşullarını olgunlaştırdı. 1905’in sağladığı deneyler ve yenilgisinden aldığı güçle emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmeyi başaran Rus proletaryası, dünya tarihine ilk muzaffer proleter devrimini armağan etti. Dünya tarihi 1917 Ekim Devrimi’nden sonra daha bir değişik aktı. Artık kapitalistlerin karşısında, yalnızca her ülkede ezilen sınıf olarak proletarya değil, bir de proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği sosyalizm ülkesi vardı.
Rusya’da sosyalizmin zaferi ve Sovyet Rusya Federasyonu’nun (sonra Sovyetler Birliği) doğuşu, uluslararası proletarya hareketi ve dünya komünizmine olağanüstü bir atılım olanağı sağladı ve merkez üssü olarak hizmet gördü. Yine de Rus Devriminin ardından gelen Alman ve Macar işçilerinin devrimi ve kurdukları Sovyetler ezilip yenildiler. Sosyal-şoven ihanet, Almanya’da, Enternasyonal’in en büyük partisi olan Alman Sosyal Demokrat partisi’nin önderleri Scheidmann, Ebert ve Noske’nin, ayaklanmanın önderleri Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht’i öldürmelerine ve Rus devriminin üzerine beyaz muhafız birlikleri göndermelerine kadar vardı.
İki dünya savaşı arası dönemde sosyalizm Sovyetler Birliği’nde başarı ile inşa edildi ve 2. Savaşta uluslararası burjuvazinin saldırgan öncü birliği Hitler faşizmi, başında Stalin’in bulunduğu dünya proletaryasının öncü birliği tarafından ezildi. Zafer, bununla kalmadı; Doğu Avrupa’nın birçok ülkesinde burjuvazi ve kapitalizm karşısında zaferler kazanıldı, sonradan sosyalizm yolunda ilerleyen bir dizi halk demokrasisi ülkesi ortaya çıktı. Ardından sömürge devrimleri patladı. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, Kore’nin kuzeyinin kurtuluşu izledi.
Ama ihanetsiz olmuyordu. Daha yaşanacak ve üstesinden gelinecek yeni ihanet ve yenilgiler vardı.
Uluslararası proletarya ve dünya komünist hareketi, tarihindeki en büyük ihanet ve yenilgiyi sosyalizmin kalesinde, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan modern revizyonizmin elinden tattı. Stalin’in ölümünden sonra, birkaç yıl içinde başında Kruşçev’le iktidarı ele geçiren ve Sovyetler Birliği’ni sosyalizm yolundan döndürerek kapitalist restorasyon yoluna sokan modern revizyonizm, meşum 20. Kongre’den (1956) bu yana, yaklaşık 35 yıl, sosyalizmin hemen bütün biçimsel kalıntılarını da temizleyerek, ülkeyi kapitalistlerin dolaysız iktidarına kadar getirip dayadı.
2. Dünya Savaşı’nın kapitalist dünyadaki asıl galibi, Amerikan emperyalizmi karşısında Kruşçev’in teslimiyetçiliğinden Brejnev’in onunla dişe diş rekabet halinde dünya hegemonyası peşinde koşmasına evrilen
Sovyet revizyonizmi, Gorbaçov’la tıkanıklığını aşmaya yöneldi, ama başaramadı ve sonunda çöktü.
Çöküş, yalnızca Sovyetler Birliği’ne özgü olmakla kalmadı. Çünkü modern revizyonizm de Sovyetler Birliği ile sınırlı kalmamıştı. Kruşçev, revizyonist çizgisi ye restorasyonal tutumunu sosyalist Sovyetler Birliği’nin etrafında toplanmış ve proletaryanın az zaman önce iktidara geldiği Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bütün ülkelerin işçi sınıfı hareketi ve komünist partilerine dayatmıştı. Yeni sosyalizm yoluna giren ülkelerde daha güçlü olan kapitalizmin kalıntıları rollerini daha çabuk ve güçlü bir şekilde oynadılar ve henüz Kruşçev iktidar tacını giyerken patlak veren Macar karşı devrimi (1956) ve ardından Çekoslovakya (1968) olayları, bunun kanıtı oldu. Kapitalizm bu ülkelerde, yalnızca anılarda değil, nesnel olarak da daha güçlüydü kalıntıların gücü. Amerikan emperyalizminin teşvikleri ve yıkıcı faaliyetleri ve böyle bir zeminde Kruşçev’den aldığı hızla onun ilerisine ve önüne geçen, Macar ile Çek revizyonistlerinin “aşırılığı” (revizyonist sistemin bütününün düzeyinden İleri kapitalizm yandaşlığı), bu ülkelerde “merkez” tarafından ezilen “erken doğum”un nedenleri oldu.
Şöyle ya da böyle Arnavutluk dışındaki Doğu Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliği’nin hizasına girdiler ve zaten henüz pek ileri ölçüde inşa edilmemiş sosyalizm yolundan dönerek kapitalizm yoluna yöneldiler. Bulgaristan, Demokratik Almanya ve diğerleri, kapitalizm yolunda, kendi başlarına kalsalar bile kuşkusuz daha hızlı ilerleyecek ve batı kapitalizmine döneceklerdi. Ama işleri, modern revizyonizmin merkezi düzenliyordu ve Sovyetler Birliği gibi büyük ve güçlü bir ülkede iktidar olan modern revizyonizm, İçendi ülkesinde olduğu gibi, “çevre” ülkelerde de imtiyazlar peşinde koşmamazlık, onları kendine bağlamamazlık edemezdi. Gelişkin bir temelde ortaya çıkan kapitalist restorasyon ve bir tür tekelci devlet kapitalizminin baş göstermesi, iktidardaki revizyonizm kaynaklı sosyal emperyalizme kaçınılmaz olarak yol açtı. Sovyetler Birliği, Batı kapitalizmi ve başlıca Amerikan emperyalizmi ile rekabetinde Doğu Avrupa ülkelerini etrafında topladı ve onların Batı kapitalizmi yönünde hızlı ilerlemelerine ve ona bağlanmalarına izin vermedi. Yine de, merkezi çekim gücü azaldığında, Batı kapitalizmine ilk yönelen ve bu yönde hızlı gidenler bu ülkeler oldular. İlk Polonya sallandı ve düştü, ardından Çek ve Macarlar geldi.

ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETTE BÖLÜNME
Modern revizyonist ihanet, Doğu ve Batı Avrupa başta olmak üzere bir çok ülkenin komünist partilerinin proletarya karşısında safa geçmesine neden olarak uluslararası komünist harekette bölünmeye yol açtı. İktidarda olduğu ülkelerde sosyalizmin kazanımlarına karşı savaşa girişen, ileri sürdüğü ve uygulamaya koyduğu revizyonist tezlerle devrim ve sosyalizme karşı savaş açan modern revizyonizm, bölünmeyi de, beraberinde getirdi. Tahribatı büyük oldu; sosyalizmin elden giden kazanımları ötesinde, muhalefette olduğu ülkelerde proletarya, “merkez üssü” ve “sosyalist anavatan”ın desteklerinden yoksun ve revizyonizme yönelen partileri dolayısıyla örgütsüz kaldı.
2. Savaş sırasında, “kendi” burjuvazisinden tam ve kesin kopuş durumunda olmadığını, Anglo-Amerikan emperyalizmi karşısında tutarlı bir konumda bulunmadığını iktidarı almaya cesaret edemeyerek kanıtlayan, güçlü bir oportünist eğilimin etkisi altındaki Fransız, İtalyan ve Yunan partileri örneğinde olduğu gibi, Batı Avrupa komünist partilerinde de onları modern revizyonizme bağlayacak güçlü nedenler yok değildi. Ancak, Sovyetler Birliği’nin yıllar boyunca sosyalizmi savunup inşa ederek, dünyanın her yanında devrim ve sosyalizmi destekleyerek kazandığı haklı prestiji, kendi revizyonist amaçları doğrultusunda kullanan Sovyet modern revizyonistlerinin çekici gücü, bu partileri baştan çıkarmada önemli rol oynadı. Doğu Avrupa partileri açısından da rol oynayan bu prestij kullanımı, onların, zaten revizyonizmin filizlenmesi için güçlü olan nesnel toplumsal koşullarında Sovyet revizyonizminin peşine takılmasını kolaylaştırdı.
Bununla kalınmadı. Prestijli ilk sosyalist ülkede ortaya çıkan modern revizyonizmin kapitalizmin görece az geliştiği ve Marksizm’in kök salma ve kavranma düzeyinin görece düşük olduğu ülkeler parti ve örgütleri açısından etkin bir saptırıcı ve kafa karıştırıcı olmaması düşünülemezdi. Etki iki türlü görüldü. Tarihsel gelişme koşulları dolayısıyla, parlamentarizmin, milliyetçi-halkçılığın vb. etkili olduğu ve dolayısıyla komünist parti ve örgütler üzerinde de belli oportünist eğilimlere kaynaklık etmek üzere bir etkisi bulunduğu ülkeler ya da parti ve örgütlerde, revizyonizmin kullandığı prestij ve7arattığı kafa karışıklığı nedeniyle revizyonizme bir yönelme görüldü. Anarşizm, Troçkizm, küçük burjuva devrimciliği gibi etkenlerin güçlü rol oynadığı ülkelerdeyse komünist parti ve örgütler, kafa karışıklığı ortamında ama revizyonizmin devrim ve sosyalizme bir saldırı da olduğunu görerek genellikle sola savruldular. Revizyonizm, yalnızca bu ülkelerin partilerinde değil, devrimci demokrat örgütlerinde de samimi devrimci unsurların, devrimin reddedilirine duydukları tepkiyle sola savrulmalarına neden oldu.
Çeşitli ülkelerde modern revizyonizmin peşine takılma ve sola savrulmalarında bir etken olarak da, modern revizyonizmin karşısında yeterince güçlü bir komünist mihrak oluşturulamamasının sözünü etmek gerek.
Baştan beri modern revizyonizme karşı bayrak açan ve uzlaşmaz ve ilkelerde sağlam ve tutarlı bir mücadele içine giren, sosyalizmin küçük ülkesi Arnavutluk’un Emek Partisi ve Enver Hoca oldu. Sovyet Partisi ile ikili ilişkileri, eleştirileri nedeniyle en başta bozulan AEP ve Enver Hoca açık tavrı, ’60ların ortalarında aldılar. Hem anavatanında sosyalizmin yeniden ayağa kalka bilme ihtimali vardı, modern revizyonizm yoluna girilmişse de ülke içinde karşıt, devrimci ve komünist güçlerin mücadelesiyle yeniden sosyalizm yoluna dönülebilirdi ve hem de sonuç kesinleşmeden Sovyet kalesini “yıpratmış” olmaktan kaçınıldı. Eleştiriler uzun süre açığa vurulmadan döndürülemezcesine iki parti arasında yapıldı. Ve komünist partiler arası toplantılarda revizyonizm teşhir edilerek çeşitli partilerin komünizmin safına kazanılması yoluna gidildi. 1961 ve ’63 Moskova ve Bükreş toplantıları, revizyonizmle komünizm arasında tartışmanın zemini oldu. Üstelik Kruşçev oyunu dikkatli oynuyor ve zamanı kendi lehine iyi değerlendirerek adımlarını atıyordu. Sözü edilen iki toplantı sonucunda yayınlanan ortak bildirilerde revizyonist tezlerin sızmaları görülmekle birlikte genellikle Marksist fikir ve ilkeler yer aldı. Revizyonizm ayağını yere sağlam basmak üzere zaman kazanıyordu.
Sonunda açık mücadele başladı. ÇKP ve Mao Zedung da, birkaç uzlaşma girişiminden sonra eleştiriciler arasında yer aldı. Ve “büyüklük” nedeniyle çatışma, “Çin-Sovyet” ya da “Moskova-Pekin” çatışması olarak lanse edildi. Oysa Mao, ilk tepki olarak 20. Kongre’yi selamlayarak hemen eteğindeki taşları dökmeye ve Stalin eleştirileri yapmaya başlamıştı. Anlaşma olmayınca, devrim ve “proletarya diktatörlüğü”, emperyalizm karşısında uzlaşmazlık, savaş ve barış vb. konularda ÇKP de modern revizyonizm eleştiricileri safına katıldı.
Modern revizyonizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadeleye bağlandı ve AEP başta olmak üzere az sayıda komünist parti revizyonizmin saptırıcılığı karşısında Marksizm- Leninizm’in temel öğreti ve tezlerini savundular. Bunda ısrarlı da olundu. Komünizmi savunmada kararlılık birçok ülkede yeni komünist partilerin kuruluşunu teşvik etti. Ancak bir yetersizlik hep yaşandı. Sovyetler Birliği’yle başlayan kapitalist restorasyonun koşulları ve nedenleri, sosyalizmin ileri aşamalarında karşılaşılan sorunların çözümü aracılığıyla Marksist teorinin geliştirilmesi ve temel Marksist ilkelerin savunulmasıyla yetinilmeyip başlıca 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist emperyalizmin sağladığı olanaklar, avantajlar ve kapitalist dünyadaki yeni gelişmelerin çözümlenmesi yoluyla yine Marksist teorinin zenginleştirilip geliştirilmesi ve bir savunma değil, saldırı olarak bilenip kullanılmasında yetersizliklerle karşılaşıldı.
Modern revizyonizmin açtığı süreç, sonunda, iktidardaki revizyonist sistemlerin çökmesine gelip dayandı.
Çin, uzun süre “üç dünya teorisi” denen karşı devrimci bir teori ile sözde Sovyet sosyal emperyalizminin karşısında Batı’ya, Amerikan emperyalizmine yakınlaşma yolunu tut muştu, Kore kendi “ulusal” kabuğu içinde Kim İl Sung için mabetler inşa ediyordu, Vietnam uzun uğraşlar ve dökülen onca kanın sonrasında sağladığı kurtuluşunun hemen ardından ABD ile yumuşamaya girmiş yine “ulusal” yolunda ilerliyor, bu arada Kamboçya’yı, “düzeltme”ye çalışıyordu. Küba, uzun yıllar Sovyet sosyal emperyalizminin peşinde Afrika’nın çeşitli ülkelerinin “kurtuluşu”na “yardım” etmenin ardından içine dönmüş Sovyetlere sattığı şeker kamışlarının gelirleriyle ekonomisini yürütmeye uğraşıyordu. Bütün bu ülkelerin partileri bürokrat burjuva, küçük burjuva milliyetçileri imtiyazlıların elindeydi. Küba partisi açıkça Sovyet modern revizyonizminin yanında yer almış, Çin bilinen “üç dünyacı” “ulusal” yolunda yürümüş, Kore ve Vietnam partileri uzun süre “bağımsızlıkçı çizgi” ve “Ho Şi Minh çizgisi” olarak kendilerince tanımlanan yaklaşımlarıyla modern revizyonizmle komünizm çatışmasında tarafsızlıkça “orta yolcu” tutum izledikten sonra Çin ve Sovyet revizyonizmleri arasında sallanıp daha çok Sovyet revizyonizmine yakın durmuşlardı. Bu dört ülke ve partileri bugün ayakta duruyorlar. Bir çöküntü yaşamadılar. Zor koşullarda oldukları açık, ama hâlâ ayaktalar.
Arnavutluk dâhil diğer tüm ülkeler ve iktidardaki partileri çöküş sürecinin dışında kalamadı.
Revizyonizmin çöküntüsü hızlı ve gürültülü olduğu kısa bir zaman dilimine sığdı. Yarattığı dalga, sosyalist Arnavutluk’u da etkiledi. Enver Hoca’dan sonra partinin başına geçen dönek Ramiz Alia ve en azından seslerini yükseltmeyerek karşı devrimci sürece katılan parti yöneticileri, demokratikleşme ve burjuva parlamentarizmi yönünde tavizler verip, küçük özelleştirmelerle uluslararası burjuvazi ve emperyalizmi ikna edebileceklerini ve belki geri çekilerek sosyalizmin kazançlarının bir kısmı ve iktidarı koruyabileceklerini sandılar. Oysa Arnavutluk ve AEP’in en temel üstünlüğü direnmesiydi. Direniş kaldırdığında önce tavizci düşünceyle girilen yolda ilerlemekten ve ama sosyalizmin ezilmesi ve proletarya diktatörlüğünün devrilmesinden başka olacak şey yoktu. Dünyanın tek ve son sosyalist ülkesi de tarihe mal olduktan sonra, dünya proletaryası ve uluslararası komünist harekete, yeniden bir ya da birkaç sosyalist ülke var etmek de içinde olmak üzere devrim ve sosyalizm için kapitalist emperyalizme ve uluslararası burjuvaziye karşı mücadelesini sürdürmek düşüyor.
Bu mücadele, dünya proleter devriminin teorik temellerinin yenilenmesini Marksizm-Leninizm’in teorinin bütün alanlarında geliştirilmesi ve bilimdeki yeni gelişmelerle doğrulanmak üzere zenginleştirilmesini, 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan tüm yeni gelişmeleri de kapsamak üzere emperyalist kapitalizmin teorik temellerinin yeniden çözümlenmesi ve Marksizm-Leninizm’in bütün diğer toplumsal teorilerin üzerine çıkarılmasını, bu teorik yenilenmesi üzerine oturan ve dünyadaki bugünkü duruma denk düşen yeni bir dünya proleter devrimi platformunun, bir siyasal mücadele platformunun oluşturulmasını; ikinci olarak ise, komünist partilerinin, yaşantıları, mücadele ve örgütlenme yetenekleri, proletarya ve halka bağlılıkları ve gelişmişlik ve yetişkinlik düzeyleriyle Bolşevik Partisi’ni aşan partiler olarak yeniden inşa edilmelerini şart koşar. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, uluslararası komünist hareketin, dünya proletarya hareketine devrimci bir alternatif olmaya yetenekli birliğinin de, ancak, yenilenmiş teorik temeller üzerinde yükselen yeni bir dünya devrimi platformu ve devrimci temeller üzerinde ve uyanan proleter kitlelerin bağrında yeniden inşa edilen partiler topluluğu olmakla olanaklı olacağı açıktır.

ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETTE YENİ OPORTÜNİST EĞİLİM
Enver Hoca’nın ölümünden sonra ilk olarak uluslararası komünist hareket saflarında Troçkist-tasfiyeci bir eğilim belirdi. 1984-85’de bu oportünist tasfiyeci eğilim Alman partisini, KPD’yi tasfiye ile yüz yüze getirdi. Parti önderliğinin büyük çoğunluğu Troçkist bir grupla birleşme ve Stalin’e saldırma yolunu tutunca, birkaç bölgeden başlayarak yeniden örgütlendi.
Sosyalist Arnavutluk’un yıkılışına denk düşen dönemdeyse, İspanya partisi İKP/ ML’de oportünist ve tasfiyeci revizyonist bir eğilim ortaya çıktı. Gorbaçov modasının henüz daha eskimediği bir dönemde demokratizm, çoğulcu “sosyalizm”, “kanatlı parti” ve Stalin’e saldırı gibi unsurlarıyla ortaya çıkan bu oportünist tasfiyeci eğilim, İspanya partisine hakim oldu ve eski genel sekreter Raul Marco partiden istifa ederek Ekim Kolektifi adıyla yeni bir örgütlenmeye yönelmek zorunda kaldı. Türkiye partisi, uluslararası komünist harekette yeni bir bölünme yönünde gelişen eğilimlere karşı çıkarken İspanya partisindeki bu yönelişi daha başından bütün komünist partiler nezdinde teşhir eden bir çizgi izledi.
Özellikle Enver Hoca’nın ölümünden sonra ve Gorbaçov demokratizminin emperyalizm destekli saldırısının tüm dünyada moda olduğu ve yankılar uyandırdığı koşullarda, uluslararası komünist hareket, yeni duruma yanıt veren, yenilenmiş ve ortak teorik ve pratik bir platformdan yoksundu. Hareketin saflarındaki belirsizlik ve kargaşa artmış ve çeşidi ülkelerin partileri arasındaki ilişki, neredeyse formalite ve diplomasi ilişkisine dönüşmüş durumdaydı. Sosyalist Arnavutluk’un yıkılışı, bu belirsizlik ve kargaşayı artırdığı gibi, bazı ülkelerin partilerinin yalpalama ve özellikle sağa savrulmalarına ve Marksizm-Leninizm ve proleter sosyalizminden oportünist burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine doğru kaymalarına zemin yaratmıştı.
Emperyalist gericilik yalnızca siyasal değil, en başta ideolojik bir saldırı yürütüyor, “sosyalizm öldü” propagandasını yaygınlaştırırken, onun teorik tezlerinin geçersizliğinin kanıtlandığını ileri sürüyor, örneğin Arnavutluk’tan gemilerle kaçan insanları reklâm ediyordu. Emperyalizm, sosyalizmin çıkar yol olmadığını durmaksızın işleyerek, komünist partilerde kendine güvensizlik, güçsüzlük, zayıflık ve tutunacak dal arama, davadan vazgeçmesi eğilimlerini körüklüyordu. Revizyonizm, uluslararası burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi güç kaybetmişti, parçalanmıştı ve çoğu parti yalnızca savuna-geldiği görüşlerini değil, isim ve sembollerini bile tartışır olmuştu fakat özellikle iktidar ve imtiyazlarına sıkıca sarılan ve ayakta kalan partilerin girişimiyle yeniden örgütlenmeye çalışıyordu. Emperyalizm ve revizyonizm kaynaklı bu saldın, İspanya ve Portekiz partilerinin revizyonist tasfiyeci gruplarca ele geçirilip tasfiyelerine neden olurken, bu tasfiyelerin de etkisiyle, Brezilya ve Danimarka partilerinin küçük burjuva sosyalizminin etki alanına girmelerine yol açtı. Bir başka olumsuz sonuç da sarsılmaları, anti-Stalinizm ve demokratizme doğru gerilemeleri oldu. 1991-92 yılları, uluslararası komünist hareketin ortak platformu ve komünist partiler arasındaki ilişkiler bakımından kargaşa, kriz ve savrulmanın doruğa ulaştığı yıllardı.
Bu döneme denk düşmek üzere iki homojen olmayan ama uluslararası komünist hareketin platformları olarak gösterilmeye çalışılan uluslararası toplantı gerçekleştirildi. Ertesi yıl ise bir benzeri daha yapıldı.
Birinci toplantı, Kore’nin başkenti Pyong-Yang’daydı. Modern revizyonizmin iktidarda olduğu ülkelerin partileri yanında, Gorbaçovçulukla aynı zamanda iflas eden “Euro-Komünizm”den görünüşte vazgeçmeye yönelen parlamenter burjuva küçük burjuva sosyalizminin partileri, Doğu Avrupa’nın isim değiştirmiş bazı revizyonist burjuva sosyalizmi partileri, Türkiye’den Aydınlıkçı parti ve Brezilya partisi gibi partiler katılımcılar arasındaydı.
İkinci toplantı, Brezilya partisinin kongresi sonrasında, Brezilyalıların girişimiyle yapıldı. Brezilyalılar, ne kadar revizyonist parti ve örgüt varsa kongrelerine çağırdıkları gibi, yine benzer katılımla bir de uluslararası toplantı düzenlemişlerdi. Üçüncüsü ise, Hindistan’ın bir eyaletinde toplandı. Katılanlar, hemen hemen aynıydı.
Revizyonizmin çöküntüsünün ardından ayakta kalabilen Kore, Küba, Çin gibi ülkelerin burjuva, küçük burjuva sosyalizminin partileri, aralarına demokrat ve sosyal demokratları da alarak ve komünist partileri de içlerine çekmeye (ve kuşkusuz bu yolla etkileyip yozlaştırmaya) çalışarak çeşitli uluslararası toplantılar düzenliyorlar. Komünist partileri bu tür toplantılara katmaya uğraşıyorlar. Çin, Kore ve Küba gibi ülkeler ve onların burjuva küçük burjuva sosyalizminin partilerinin, tamamen kendilerine yöneltilmiş emperyalist baskıya karşı ideolojik ve siyasal destekler aramaya, desteklerini genişletmeye ve bunlar arasına prestij sağlamak üzere çeşitli komünist partileri de çekmeye yönelik bu tür uluslararası birlikler oluşturmalarının, proletarya ve dünya proleter devriminin ihtiyaçlarını karşılamaya ilişkin olmadığı kesindir. Bu birlikler, ulusal kaygı ve destek arayışları çıkışlıdır.
Çin, Kore, Küba partileri, kırk yıldır bilinen ve belli tutumları olan partilerdir. Bugünkü konum ve tutumları, izledikleri politikalar ve sahip oldukları ideolojik çizgi, kırk yıldır izleye-geldiklerinin devamıdır. Sovyet revizyonizminin hükümranlık döneminde onunla birlik olan Küba partisi; onunla çatışmasını Marksizm-Leninizm ilkeleri temelinde yürütmemiş, ülkesinde sosyalist kuruluşa değil, burjuvazisiyle birleşmeye önderlik etmiş, sonra karşı devrimci “üç dünya teorisi” ile emperyalizmle birlik aramış Çin partisi ve içe dönük ulusal yolunda bir bürokratik devlet kapitalizmi inşasına yönelmiş imtiyaz ve lüks düşkünü Kim İI Sung’un küçük burjuva sosyalizminin Sovyet ve Çin revizyonizmleri arasında yalpalayan Kore Partisi kırk yıldır belirli yollarında yürüdüler ve revizyonist tahribatın suç ortaklığını yaptılar. Bugün iktidarlarını sürdürmekle birlikte; Gorbaçov’un emperyalizm destekli olarak açtığı yolda mesafeler kat etmiş durumdalar. Hiçbiri özel mülkiyet ve piyasaya ekonomisini ilke olarak reddetmemekte, uygulamasını yürütmekte, bu uygulamada ancak devrilmelerine yol açabilecek sınırda durmaktadırlar. Özel ve yabancı bankaları, borsa kuruluşları, özel-yabancı ortaklıklı yatırım ve şirketleri yanında yaygın uygulamalı özel mülkiyet ve teşebbüsleriyle ülkesini bir özel mülk yıkıntısı “bolluk içinde yokluk” sahnesine dönüştüren Çin partisi ve sözde sosyalist ekonomisini Sovyetler Birliği’ne şeker kamışı ihracatı üzerine kurmuş Küba partisi gibi partiler, emperyalizme karşı, konumlarını korumayı amaçlayan, direnmelerine verilecek siyasal desteğin ötesinde bir desteğe layık olmayan ideolojik açıdan Marksizm-Leninizm’le herhangi bir yakınlığa sahip ve ortak bir teorik ideolojik mücadele platformunda birleşilebilecek türden partiler durumunda değillerdir. Üstelik bugünkü durumlarını korumaya yönelik olarak oluşturdukları uluslararası birlik platformları, gelecekten yoksun, ideolojik çürümeyi ifade eden platformlar durumundadır. Bu çeşit partiler ve oluşturdukları uluslararası birlik platformları, yalnızca nesnel değil, öznel olarak da uluslararası burjuvazinindir; başlarında bulundukları ülkeler revizyonist kesimiyle de olsa ve Batılılarla sürtüşme halinde bulunsa da uluslararası burjuvazinin egemenlik alanlarındandır. Batı kapitalizmine hâlâ bir ölçüde direniyor olsalar da, onun bir dizi temel kavram, kural ve yöntemlerini, en başta özelleştirmelerle özel mülkiyet ve piyasa ekonomisini uygulamaya yönelmişlerdir; ötesindeyse, revizyonist burjuvazinin işçi düşmanı egemenlik biçimini ifade ediyorlar.
Brezilya partisi, bu tür partilerle uluslararası toplantılar düzenleyip, onları Kongresi’ne davet ederek, onlarla uluslararası komünist hareketin sorunlarını tartışmaya, bu sorunlara çözüm bulmaya, belki böyle olmaa da, onları kazanmaya yönelmiştir. Bugünkü koşullarda, bu tutum, merkezci uzlaştırıcılığa denk düşüyor. I. Emperyalist Savaş sırasında, sosyal-şoven II. Enternasyonal partilerinin oportünizmini, örneğin, onların savaş harcamalarına oy vermelerini eleştirip emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmeyi çizgi edinen devrimci proleter kanatla birleştirmeye çalışan merkezci uzlaştırıcı Kautsky bu tutumu izlemişti.
Revizyonist davetliler önünde gerçekleştirilen Brezilya Parti Kongresi ve sonrasındaki uluslararası toplantı, davetliler ve katılımcılarına aykırı düşmedi. Stalin’in şahsında Marksizm-Leninizm’e yöneltilen saldırının, proleter sosyalizminden yarı parlamenter küçük burjuva sosyalizmine kaymanın, bu kayışla oluşturulan çizginin ve kırk yıldır uluslararası revizyonizmin temsilciliğini yapan mihrakların uluslararası komünist harekete dayatılmasının aracı olan bir kongre ve toplantı oldu.
Toplantıda Türkiye partisi, proletarya devriminin ve sosyalizmin kazançlarını ve Marksizm-Leninizm’i savunarak oluşturulan çizgiye ve proleter sosyalizmini bozma girişimlerine karşı açıkça mücadele edeceğini açıkladı. Bu açıklamanın yanında, Türkiye partisinin, proleter sosyalizmini bozmak ve yok etmek için uluslararası komünist hareketin içinden ve dışından örgütlenen saldırılara karşı savaş anlamına da gelecek olan komünist partilerin uluslararası toplantısını talep eden ısrarlı girişimleri, Danimarka partisinin merkezinde belirtileri görülen oportünist yönelimin açıkça ortaya çıkmasını hızlandıran bir etken de oldu.
Uluslararası komünist hareket içinde, bir yanda hızla güç yitirip kendilerini tasfiye ederek burjuva sosyalizminin saflarına katılan İspanya ve Portekiz partileri de sayılırsa Brezilya ve Danimarka partilerinin, öte yandan da Türkiye partisi ve homojen bir bütün oluşturmasa da komünist partilerin çoğunluğunun bulunduğu ve uluslararası hareketi kucaklayacak bir savaş potansiyeline sahip cepheleşme bu süreçte olgunlaştı. Bugün artık, komünist hareketin uluslararası birliğinin zorunlu ilk adımı olan komünist partiler toplantısının önündeki engeller yıkılmış ve yeni bir mücadele platformu oluşması ve kargaşa ve belirsizliğin yenilmesi için koşullar olgunlaşmıştır. Bugün artık, uluslararası alanda açık ideolojik mücadelenin önü açıktır ve burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin yenilgiye uğratılmasının olanağı doğmuştur.
Lenin, 1915’de, ilk emperyalist paylaşım savaşı içinde ve II. Enternasyonal’in uluslararası işçi sınıfını değil “kendi” burjuvazilerini ve onların bir savaş zaferini destekleyen sosyal-şoven önderlerinin ihanetiyle çökmesi koşullarında yazdığı “Sosyalizm ve Savaş” adlı broşürünün üçüncü bölümünü “Enternasyonalin Yeniden Kurulması” başlığıyla, kuruluşu, olağanüstü hızlı ve çatışmalı akan olaylar ve bir dizi sosyal devrim içinde ancak dört yıl sonra gerçekleşebilecek III. Enternasyonal’in kurulması konusuna ayırdı. Proleter sosyalizminin eylem programına ilişkin olarak, “gerçek bir eylem programı ancak yığınlara olup bitenleri olduğu gibi ve açıkça anlatan; emperyalizmin ne olduğunu ve onunla savaşım yolarını gösteren; oportünizmin II. Enternasyonali yıkan şey olduğunu herkese ilah eden ve işçileri oportünistler olmadan Ve oportünistlere karşın Marksist bir Enternasyonali kurmaya çağıran Marksist bir programdır” diyen Lenin, yeni bir Enternasyonal kurulması konusunda ise şöyle devam ediyordu:
“Partimiz için, acaba sosyal şovenlerle ayrılmamız kaçınılmaz mı diye bir sorun yoktur. Partimizin karşılaştığı tek sorun, bunun en yakın gelecekte ve uluslararası bir ölçekte nasıl gerçekleştirilebileceği sorunudur.
“Uluslararası Marksist bir örgütün kurulabilmesi için her ülkenin kendi bağımsız Marksist partilerini kurması gereği açıkça ortadadır. En eski ve en güçlü işçi hareketinin yurdu olan Almanya, bu bakımdan pek önemlidir. Yakın gelecek, yeni bir Marksist Enternasyonalin kurulması için koşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığını gösterecektir. Eğer koşullar elverişli ise, partimiz, oportünizm ve şovenizmden arınmış bir Üçüncü Enternasyonale sevinçle katılacaktır. Değilse, bu arınma işleminin tamamlanmasından önce; şu ya da bu uzunlukta bir evrim döneminin gereği ortaya çıkacaktır. Bu durumda partimiz, eski Enternasyonal içinde tam bir muhalefeti sürdürecek ve bu, çeşitli ülkelerde devrimci Marksizm temeline dayanan uluslararası bir emekçiler birliği kurulana kadar sürecektir.” (Sosyalizm ve Savaş, sf. 42-44).
1915 ile günümüz koşulları arasında farklılıklar yok değil. Bütün diğer değişkenler bir yana bırakılarak Marksist bir Enternasyonal içinde örgütlenmesi ve koşulları açısından bakıldığında, yine farklılıklar görülecektir. Bugün çeşitli ülkelerin partilerinin bir Enternasyonal içinde örgütlü olmamaları gibi. Yalnızca bir eylem programı (siyasal platform) değil, emperyalizme karşı bir teorik mücadele platformunun da gerekli olması gibi. Ancak benzerlikler, sorunun özüne ilişkindir. Emperyalizme ve uluslararası burjuvaziye karşı devrimci bir saf tutmak ve emperyalizmin ne olduğunu ve onunla savaş yollarını göstermek ve olup biten her şeyi işçi ve emekçi yığınlarına anlatmak ve önemlisi uluslararası komünist hareketi (ve onun örgütlerini) oportünizm ve revizyonizme karşın ve onlar olmadan kurmak, hem 1915 hem de bugünün koşulları açısından geçerlidir. Dün de bugün de oportünistler ve revizyonistlerle, yıkıntı ve yenilginin suçlularıyla ayrılmanın kaçınılmaz olup olmadığına ilişkin bir tartışma yoktur ve sorun 1915’de var olan (ama çökmüş de bulunan) Enternasyonal örgüt içinde bu ayrılmanın “en yakın gelecekte ve uluslararası bir ölçekte” nasıl gerçekleştirilebileceği iken, bugün uluslararası komünist hareketin bir Enternasyonal örgüt çatısı altında toplanmış halde olmadığı ve görece gevşek ilişkilerle dağınık olduğu koşullarda komünist partiler arasında birlik ve yeni bir Enternasyonalin kurulmasının “en yakın gelecekte ve uluslararası bir ölçekte” nasıl gerçekleştirilebileceği sorunudur. Yakın gelecek, bugünkü koşullarda yeni bir Marksist-Leninist Enternasyonal’in kurulması için koşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığını gösterecek; eğer koşullar elverişli ise revizyonizmden, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerinden ve onlarla birlik ve uzlaştırma girişimlerinden arınmış bir Devrimci Komünist Enternasyonal “sevinçle” kurulacak, değilse arınma işleminin tamamlanması için belirli bir evrim dönemi yaşanacaktır.
Bugünkü durum nedir? Uluslararası komünist hareket nereye doğru gitmektedir? Gelişmenin yönü nedir? Kargaşa ve belirsizlik ortamında, emperyalizm ve revizyonizmin teorik temellerine karşı ve bu temelde uluslararası proleter devrimin yolunu aydınlatmak üzere bir teorik ve siyasal mücadele platformunun yokluğunda ortaya çıkan yeni oportünist eğilim ve buna bağlı olarak, büyük çoğunluğuyla devrimci tutum alan komünist partiler arasında oluşan cepheleşme, yeni bir komünist partiler uluslararası toplantısının koşullarını oluşturarak ve giderek yeni bir devrimci enternasyonalin kuruluşunun olanaklarını biriktirerek olgunlaşmaktadır. Bugün görünen, devrimci bir tutumla birbirine yakınlaşmakta ve derlenip toparlanmakta olan ve uluslararası komünist hareketin büyük çoğunluğunu oluşturan çeşitli ülkelerin komünist partileri, şekillenmekte olan emperyalizme karşı mücadele ve dünya proleter devriminin yenilenmiş platformunda, bütün uluslararası hareketi kucaklama ve savaşa yöneltme potansiyeline sahiptirler. Oportünist “sosyalizm”e kayan ve çözümsüzlük içinde bulunan mihrakların engelleme ve sabotaj girişimleri karşısında geri adım atılmadan ve ama komünist hareketin birliği esas alınarak emperyalizme karşı ve dünya proleter devrimini amaçlayarak ve onun mücadele platformunu geliştirmek ve onu uluslararası komünist hareketin mücadele platformu olarak eylem içinde sınamak üzere sürdürülen mücadele, revizyonizme, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine ve ikinciye kayma eğilimi gösteren, emperyalizm ve uluslararası burjuvazi karşısında gerileme ve revizyonizmle birliği öneren uzlaştırıcılık olarak şekillenen yeni oportünist eğilime karşı mücadeleyi de kapsayarak uluslararası bölgesel toplantılar ve komünist partilerin hemen tümünün taraf olduğu ikili görüşmeler aracılığıyla ilerledi.
Bugün gelinen yer ve uluslararası komünist hareket içinde şekillenmiş olan bugünkü ilişkiler; zorlukları bulunsa da, geliştirilip yenilenmesi ve devrimci bir teorik ve politik mücadele platformu ve Bolşevik özde ama Bolşevik Partisi’ni aşan partiler toplamı olmasını öngören örgütsel ilkeler ve platform üzerinde yeniden şekillenmesi ve yeni, devrimci bir enternasyonal olarak örgütlenmesi yoluna geri döndürülemezcesine girildiğini göstermektedir. Uluslararası komünist hareket, bir yönüyle II. Enternasyonal’in çöküşü ve III. Enternasyonal’in kuruluş koşullarının hazırlanması dönemine benzese de, kendine özgü özellikleri olan, dışa karşı mücadeleyle kuşkusuz bağlantılı bir iç mücadele dönemine girmektedir. Bu dönem, proleter sosyalizminin yeni oportünist “sosyalizm” üzerindeki zaferinin perçinlendiği ve uluslararası burjuva liberal, Gorbaçovculuk kalıntısı ve artık emperyalizmle açıkça birleşmiş akımla, Çin, Kore, Küba gibi ülkelerin partilerinin başını çektiği burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi akımlarının yeni bir mücadele dalgasıyla etkilerinin kırılıp püskürtüldüğü bir dönem olabilir. Uluslararası komünist hareket için bir başka alternatif yoktur. Komünizm davasına bağlı kalındıkça, yapılabilecek bir başka şey bulunmamaktadır. Uluslararası komünist hareket bu potansiyele sahiptir. Bugünkü komünist partilerin birçok ülkede küçük partiler olarak var olmaları bunun engeli değildir. II. Enternasyonal’in çöküşü ve I. Emperyalist savaşın başlangıç koşullarında komünizmin en büyük partilerinin birbiri ardından ihaneti sonrasında hemen bütün ülkelerde isimleri sayılabilecek tek tek komünistlerin, geleceğin mücadelecileri olarak emperyalizme, oportünizme ve savaşa karşı savaş bayraklarını kişiler olarak salladıkları koşullar hatırlanmalıdır. Partilerin büyüklüğü ya da küçüklüğünden önce, yaşanılan süreci bütün yönleriyle doğru ele alıp almadıkları, çözümleyip çözümleyemedikleri ve devrimci bir platformda mücadele yürütmek üzere kendilerinin, Bolşevizm’i aşan bir Bolşevizasyonu gerçekleştirip gerçekleştiremedikleri gelir. Komünist partiler bu yola girmişlerdir; sahip oldukları savaş potansiyeli en başta buradan kaynaklanmaktadır. Uluslararası proletaryanın yalnızca mayalanmakla kalmayıp kendisini şöyle ya da böyle açığa vurmaya başlamış olan hareketinin yeni gelişmesi ise, onlara bu olanağı sağlayan nesnel temeli oluşturmaktadır. Uluslararası komünist hareket ve onun tek tek partileri, ülkelerindeki sınıf mücadelesinin gelişiminin olanaklı kıldığı ölçüde, kimi daha çok kimi daha az, ama yenilenmiş devrimci bir mücadele ve örgütsel platforma sahip oldukça proletaryanın geniş kuleleriyle birleşmeyi ve ülkelerinde uluslararası proletarya hareketinin müfrezeleri olan devrimci işçi hareketini ilerletmeyi başaracaklardır.

I., II., III. ENTERNASYONAL DENEYLERİ
“Kendi” burjuvazilerini devirme yoluyla dünya proleter devrimine katkıda bulunmak üzere, toplumsal ve siyasal açıdan sınıf ilişkilerinin özel tarihsel şekillenişinin koyulmuş sınırlarla birbirinden ayrılmış olduğu özel toprak parçaları üzerinde özgünlüğü olan bir mücadele yürütüyor olmaktan başka “vatan” kavramı, yalnızca sosyalizmin iktidarda ve inşa edilmekte olduğu ülkelerle sınırlı olan devrimci proletaryanın ve mücadelesinin çıkarları, kuşku yok ki, onu bütün ülkelerde aşağılanmaya ve sefalete iten özel kapitalist mülkiyet koşullarında, tüm dünyadaki sınıf kardeşleri ile aynıdır. Daha geçen yüzyıldan başlayarak önce başlıca gelişmiş ülkeleri ve giderek tüm dünyayı başlangıçta ticari ve sonra sermaye ilişkilerinin ağı içine çeken kapitalizm, emperyalizme yönelişle birlikte mali sermayeye dayanarak bütün ülkeleri kucaklayan ve ekonomik ve siyasal yaşamlarının can damarlarını oluşturan ama daha küçük ölçekli ve ticari kaynaklı olsa da emperyalizm öncesi dönemde ortaya çıkan büyük uluslararası birlikler içinde örgütlenirken, mezar kazıcısı proletaryayı da uluslararası örgütlenmelere yöneltmeden edemezdi.
Nitekim daha sınıf olarak kendisini yeni tanımaya ve bilincine varmaya başladığı, teorik ve siyasal pratik açısından mücadelesinin oldukça geri olduğu koşullarda proletarya, uluslararası ilk örgütlenmesini kurmaya girişti.
Uluslararası Emekçiler Birliği adıyla I. Enternasyonal 1864’de Londra’da kuruldu. Tüzüğünde, işçi sınıfının ekonomik kurtuluşunun asıl büyük amaç ve siyasal mücadelenin bu amacın bir aracı durumunda olduğu belirtildikten sonra şöyle yazılıydı:
“Bugüne kadar bu büyük hedefe yönelik bütün çabaların, bir ülkedeki çok çeşitli işkolları arasında dayanışma eksikliği ve ayrı ayrı ülkelerin işçi sınıfları arasında birliği sağlayacak bir kardeşlik örgütünün yokluğu nedeniyle başarısız kaldığı; kurtuluşun ne yerel ne de ulusal bir sorun olduğu, modern toplumun var olduğu bütün ülkeleri kapsayan toplumsal bir sorun olduğu çözümün, en ileri ülkelerin teoride ve pratikte birlikte hareketine bağlı bulunduğu…” (III. Enternasyonal, Belge Yay,, sf.23)
Ve I. Enternasyonal, “Avrupa sanayi ülkelerindeki işçi hareketinin şimdi eşzamanlı olarak yeniden canlanışının… “hareketin şimdiye kadarki kopukluğunu derhal gidererek birliği sağlamaya çağırdığını…” vurgulayarak kendi çağrısını yapıyordu aslında.
I. Enternasyonal’in kuruluş koşulları ve onu var eden nesnel toplumsal zemin (başlıca sınıf ilişkileri ve proletaryanın ve mücadele koşullarının geriliği), kuşkusuz bugünkünden çok farklıdır. Ancak tüzükte bugün için de geçerliliğini koruyan başlıca üç vurgu var. Birincisi, proletaryanın kurtuluşu hedefine yönelik çabaların, çeşitli ülkelerin proleterleri arasında birliği somut olarak sağlayacak bir “kardeşlik örgütü”nün, devrimci komünizmin uluslararası partisinin yokluğu nedeniyle başarısız kalmakta olduğudur. Örgütsüzlük, kuşkusuz başarısızlık nedenidir. Söz konusu dönem üzerine konuşan Bebel Prusya’da 1860’ların “anayasal” bunalımını değerlendirirken bu başarısızlığın nedenini şu açıklıkla belirtiyordu:
“İşçilerin giderek daha kesinlikle farkına varmakta olduğu siyasal gelişmelerin korkunç durumu, doğal olarak onların havasını da etkiledi. Herkes değişiklik için bağırıp çağırıyordu. Ama amacını açık seçik gören ve işçilerin güvenini kazanmış olan tümüyle sınıf bilinciyle donanmış bir önderlik olmadığından ve güçleri bir araya getirecek güçlü bir örgüt olmadığından, bu hava dağılıp kayboldu. Özünde öylesine parlak Dir hareketin, sonunda, böylesine boş çıktığı görülmemişti.” (Aktaran Lenin, Marx, Engels Marksizm, 5.23)
Aynı durum, özellikle ulusal burjuva önderlikler ve ulusal hareketler söz konusu olduğunda ve sınıf hareketi açısından da zaman zaman belirli ülkelerde bugünden ortaya çıkmaya başladığı gibi geçerli olmaktadır. Yalnızca çeşitli ülkelerde güçlü komünist partilere değil, onların uluslararası güçlü ve yön verici bir birliğine de ihtiyaç giderek daha yakıcı olmaktadır.
İkinci önemli vurgu, bugünün de temel sorunu olan “çözümün, en ileri ülkelerin teoride ve pratikte birlikte hareketi”ne yapılmaktadır. Kuşkusuz, kapitalizmin tam bir dünya sistemi olması ve tüm ülkeleri sermaye bağımlılığı içine sokarak proletaryayı hemen her ülkede kapitalizme karşı isyana yöneltmesi ve az çok olgunlaştırması nedeniyle, bugün artık “en ileri ülkeler” sınırlaması geçersizleşmiştir; bu sınırlama, hatta yüzyılın başından bu yana geçersizleşmiş, örneğin Rus Devrimi bunu kanıtlamıştır. Ancak “… ülkelerin teoride ve pratikte birlikte hareketi”, bugün için anlamını emperyalizme karşı ve dünya proleter devriminin yenilenmiş teorik ve pratik-siyasal mücadele platformuna duyulan ihtiyaçta bulan temel bir zorunluluktur. Bugün için teoride ve pratikte birlikte hareketin başka bir yolu olmadığı gibi, “çözümün” buradan geçtiği de kesindir.
Ve sonuncusu, işçi hareketinin yeniden canlanışının hareketin birliğini sağlamaya çağırdığı saptamasıdır ki, bu da, “eşzamanlılık” saptaması bir yana bırakılırsa, bugünküyle benzerliği olan duruma işaret edişinin yanında uluslararası komünist hareket ile “işçi hareketinin canlanışı” arasında kurulan diyalektik etkileşime bir vurgu olarak da olağanüstü değerlidir.
Ama I. Enternasyonalin zaafı, tam da tüzüğünde bilinçle ve giderilmeleri çağrısı anlamına gelmek üzere vurgu yaptığı etkenlerde yatıyordu.
I. Enternasyonal, dünyanın ve mücadelesinin gelecekteki gelişmesini öngörmüş, onun gelişme yolunu göstermişti. Proletaryanın zayıflığı ve sosyalizmin nesnel koşullarının henüz tam olgunlaşmamış oluşu, öznel koşullar açısından Marksizm’in henüz proleter kitleler içinde kök salmamış, deyim yerindeyse geniş kitleleri tarafından henüz tanınmamış olması ve ancak bu temelde gerçekleşebilecek çeşitli ülkelerin devrimci hareketleri arasında enternasyonal bir birlik sağlanma olanaklarının gelişmemesi, örneğin işçilerin önemli kesimlerinin, nesnel koşulların gelişmemişliğinden ve Marksizm’in etkisinin yaygın olmayışından kaynaklanarak “ulusal ideolojiler”e saplanmış durumu -Lenin’in ve Marx’ın belirttikleri gibi, Paris işçilerinin küçük burjuva zayıflıkları ve Komün’ün düşme nedenlerinden biriydi bu- I. Enternasyonalin kaçınılmaz zaaflarını oluşturuyor, göreceğimiz gibi, onun özel konum ve tutumlarını koşullandırıyordu; ama yine de I. Enternasyonal, proletaryanın sermayeye karşı devrimci saldırılarını hazırlamak için, onun uluslararası örgütlenmesinin temelini atmıştı. I. Enternasyonal’in, uluslararası işçi sınıfı hareketine “bir merkezi organ kazandıracak bir ilk girişim” olduğunu söyleyen Marx, Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları’nda, onun, “harekete kattığı hızdan dolayı uzun vadeli sonuçlar vermiş” olduğunu vurguluyor ama “Paris Komünü’nün düşmesinden sonra birinci tarihi biçimiyle uzun süre varlığını sürdürmesi mümkün olmayan bir girişim” olduğunu da ekliyordu.
Nitekim Engels’te, I. Enternasyonal’in bu niteliğini Albert Sorge’ye mektubunda işliyor ve ömrünü doldurma nedenini de açıklıyordu:
“… Eski Enternasyonalin ömrü kesin olarak sona ermiş bulunuyor. Gerçekten bu böyle. Enternasyonal, Avrupa’da hüküm süren baskının tam uyanma halinde olan işçi hareketine her türlü iç polemikten kaçınmayı emrettiği İkinci İmparatorluk devrine aittir. Bu dönemde proletaryanın ortak uluslararası çıkarları ön plana geçebilmekteydi. Almanya, İspanya, İtalya, Danimarka eyleme henüz girmişti ya da girmek üzereydi. Bütün Avrupa’da, yani yığınlar içinde, hareketin teorik niteliği, gerçekte henüz 1964’de anlaşılmış olmaktan çok uzaktı; Alman komünizmi henüz işçi partisi sıfatıyla mevcut değildi; Proudhonculuk o özel saplantılarını yayamayacak kadar zayıftı, Bakunin’in yeniden cilalayıp sunduğu o elden düşmeleri henüz onun kafasında bile yer almamıştı, İngiliz sendikalarının önderleri bile Enternasyonalin tüzüğünde ifade edilen program temeli üzerinde harekete katılabileceklerini sanıyorlardı. Büyük ölçüde ilk başarı, hiziplerin bu safdilce işbirliğini yıkacaktı. Bu ilk başarı, ruhu bakımından kesinlikle Enternasyonalin çocuğu olan Paris Komünü oldu… Komün ile birlikte Enternasyonal, Avrupa’da bir manevi güç durumuna gelir gelmez kavga başladı. Her eğilim, başarıdan kendi açısından yararlanmaya kalkıştı. Kaçınılmaz çöküş geldi çattı. Eski geniş program temeli üzerinde çalışmalarını fiilen sürdürmeye gerçekten hazır olan kimselerin -Alman komünistlerinin- artan gücünü kıskanan Belçikalı Proudhoncular, Bakuninci serüvencilerin kollarına atıldılar. Nitekim La Haye Kongresi ile son gelmiş oldu ve gerçekte bu, her iki yan için sondu. Enternasyonal adına bir şeylerin yapılabileceği biricik ülke Amerika idi ve yerinde bir kararla en üst yönetim organı oraya nakledildi. Şimdi, saygınlığı, orada da tüketilmiştir… Öyle sanıyorum ki, bundan sonraki Enternasyonal -Marx’ın yapıtlarının birkaç yıl etkisini göstermesinden sonra-, doğrudan doğruya komünist nitelik taşıyacak ve bizim ilkelerimize dayanacak.” (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf. 127-128)
Enternasyonal örgüt yokluğu, Enternasyonal tüzüğünde belirtildiği gibi, başarısızlık nedeniydi; ama başarı için herhangi bir örgütün varlığı da yetmiyordu. Gereken örgüt, nesnel koşulların olanaklı kılacağı, işçi kitlelerini etrafında birleştirebilecek; Marksizm dışı ve karşıtı akımların etkisinden arındırılmış, bütün ülkelerin işçilerine teorik ve pratik birlikte hareketi olanaklı kılacak bir zemine oturmalıydı. Enternasyonal işçi hareketinin ve sapkın akımların gelişmişlik ve işçi sınıfına nüfuz etmemişlik koşullarında bir program etrafında birlik olarak ortaya çıkmıştı. Ancak, Engels’in dediği gibi, ilk başarı, meyvelerini toplamaya kalkışan henüz Marksizm tarafından görece gelişmemiş bir işçi hareketi içinde etkisizleştirilmemiş Marksizm dışı akımların “bal peteği”ne saldırmalarına yol açtı. Koşulu işçi hareketinin geriliği idi; böyle bir durumda Marksizm, Proudhoncu ve Bakuninci küçük burjuva sosyalizmi akımlarıyla ve kuşkusuz Lasalcı devletçi “sosyalizm” akımıyla geçici bir arada bulunuşu hoş görmüştü. Sorun, geri işçi hareketinin ilerletilmesi ve nasıl olacağından çok bir devrime hazırlanmasının ve doğrudan burjuvazinin etkisine, ulusal paryalığa terk edilmemesiydi. Uluslararası işçi hareketindeki “eşzamanlı canlanış hareketi birliğe çağırmaktaydı.” Bundan kaçınılamazdı. Şöyle ya da böyle, Marx ve Engels, katılımlarıyla, harekete en bilinçli biçimi vermeye çalışmışlardı.
I. Enternasyonal, proletaryanın sosyalizm için vereceği uluslararası mücadelenin manevi önkoşullarını yarattı ama III. Enternasyonal Kuruluş Bildirisinde (Manifesto) işaret edildiği üzere, “toplumsal devrim programının arkasında kitlelerin kararlı gücünün bulunmadığını açığa çıkartarak” 1870 Alman-Fransız Savaşı, I. Enternasyonale bir darbe indirdi.
I. Enternasyonal, proletarya ve sosyalizmin koşullarının geriliği ve olgunlaşmamışlı-ğı ortamında çeşitli Marksizm dışı sosyalizm akımlarıyla genel bir program temelinde proletaryanın en genel hazırlığını ilerletmeye ve onu, söylendiği gibi “kendi” burjuvazilerinin peşinde ulusal davalarda heder olmaktan korumaya yönelmişti. Mücadele, özel koşullarda, Enternasyonal’in içinde yürümekteydi. Gelişkin bir proletarya ve proleter devriminin koşullarının olgunluğu durumunda bir örgüt içinde barınamayacak, sonraki Enternasyonallerde barınamamış burjuva küçük burjuva sosyalizmi akımları, gerilik ve gelişmemişlik koşullarında tek örgüt çatısı altındaydılar. Bu durum, yalnızca uluslararası örgüt içinde değil, ulusal koşullarda da, örneğin Alman partisi içinde yaşanmış, Marx ve Engels, sınıf mücadelesinin düzeyi olağanüstü geri olan İngiltere ve Amerikan işçi sınıflarının mücadele ve örgüt sorunlarına aynı yaklaşımla eğilmişlerdir. Bunda, kuşkusuz burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri ve hatta demokratik-liberal akımların geriliği ve güçsüzlüğü ve proletarya içinde önemli bir yer tutmayışlarının da olumlayıcı bir etkisi olmuştur.
Sorun, Marx ve Engels’in bu burjuva ve küçük burjuva ve hatta demokratik sosyalist ve liberal akımların konumu ve niteliklerini yanlış değerlendirmelerinde değildir. Kuşkusuz, Enternasyonal içindeki “taraflar”ın niteliklerini ve onlarla sürekli mücadele içinde bulunulduğunu anlatan şu mektubu Bolte’ye Marx yazmıştır:
“Enternasyonal, sosyalist ya da yarı-sosyalist mezheplerin yerine, işçi sınıfının etkili bir savaş örgütünü koymak amacıyla kurulmuştur. İlk tüzüğünde ve açılış konuşmasında bu, ilk bakışta görülür… Ve Enternasyonalin tarihi, Genel Konsey’in, Enternasyonalin çerçevesi içinde işçi sınıfının gerçek hareketine karşı durmaya çalışan mezhepler ve amatör girişimler karşısında sürekli bir mücadele idi. Bu mücadele, kongrelerde ve daha çok Genel Konseyde çeşitli kesimler arasındaki özel konuşmalarda verilmekteydi.
“Paris’te Proudhoncular, derneğin kurucularından oldukları için, bunlar ilk yıllarda Paris’te dümeni tutmaları doğaldı. Daha sonraları, orada, doğal olarak, birbirlerine karşı çıkan kolektivist, pozitivist vb. gruplar meydana geldi.
“Almanya’da Lassalle kliği vardı. Ben kendim de iki yıl süre ile şu ünlü Schweitzer ile mektuplaştığı ve kendisine, Lassalle’in örgütünün sadece basit bir mezhep örgütü olduğunu ve bu niteliğiyle, Enternasyonal’in kurmaya çalıştığı, işçi sınıfının gerçek örgütüne düşman olduğunu tartışma götürmez bir biçimde tanıtladım…
“1868 yılı sonlarına doğru, bir Rus olan Bakunin, Enternasyonal’e katılma amacı, bu örgütün içinde, kendisinin önderi olacağı ‘sosyalist demokrasi ittifakı’ adı altında bir ikinci enternasyonal kurmaktı. Teorik bilgiden yoksun olan Bakinin, bu özel kuruluşta Enternasyonal’in bilimsel propagandasını temsil etme ve bu propaganda ile Enternasyonal’in içindeki bu ikinci enternasyonalin özgül rolünü saptama iddiasında idi.
“Programı, sağdan soldan toplanmış yüzeysel ve karmakarışık bir şeydi; bunda, sınıflar arası eşitlik(!), (Saint-Simon’a özgü bir ahmaklık olan) miras hakkının kaldırılması, üyelere dogma olarak kabul ettirilen dinsizlik ve temel doğma (Proudhoncu) olarak da siyasal hareketin dışında kalma, hareketin amacına varış noktası olarak kabul ediliyordu.
“Bu ilkel görüşler…” (Gotha ve Erfurt… sf. 120-121)
Marx kimlerle birlikte Enternasyonal içinde olduğunu kuşkusuz biliyordu muarızlarının nitelikleriyle ilgili olarak hayal kurmuyordu; örneğin Proudhon üzerine “Felsefenin Sefaleti” adlı koca bir cilt de yazmıştı. Mücadele yürütüyordu ve çare yoktu; geri koşullar bu durumu dayatmaktaydı.
I. Enternasyonal’in bu özel durumundan, bugünkü dünyada Çin, Kore, Küba gibi partilerle -yanlışlıklarına rağmen ve eleştiriyi de içermek üzere- birlik ve uluslararası komünist hareketin dünya devrimi platformunda beraberlik üzerine sonuçlar çıkaracakları tahmin edilebilir. Marx onlarla birliği onayladıktan sonra… Bu söylenecektir!
I. Enternasyonalin özel koşullarını yok saymak anlamına gelecek bu türden görüşlerin önünü Engels Sorge’ye yazdığı Enternasyonal’in ömrünü doldurduğuna dair mektubunda baştan kesmiştir:
“Enternasyonal, bir yönden -geleceğin bulunduğu yönden- on yıl süre ile Avrupa tarihi üzerinde egemen olmuştur ve geçmiş çalışmasına gururla bakabilir. Ama eski biçimiyle, ömrünü gerektiğinden fazla sürdürmüştür. Eski tam da yeni bir enternasyonali, bütün ülkelerin proleter ‘ partilerinin ittifakını canlandırmak için, tıpkı 1 849’dan 1 864’e kadar olduğu gibi, işçi hareketinin genel olarak yıkıma uğraması gerekir. Oysa proletarya âlemi pek büyümüştür, pek genişlemiştir.”
Gerilik, ilkellik ve yıkım. Bugünkü dünya, komünist partileri küçük olsa da, etkileri yaygın olmasa da, farklı sayılır!
Engels’in “bugün Avrupa işçi hareketinin başında oluşları, her şeyden önce savaş sırasında benimsemiş oldukları gerçekten enternasyonalist tutumdan ötürüdür” şeklinde övdüğü ve aslında övgüden çok, genel gerildik durumunda en ileri ve gelişkin konumda bulunduğu belirtmiş olduğu Alman işçilerinin partisiyle Lasalle’ın ilişkisi üzerine düşünceleri ve Marala birlikte davranışları bilinmektedir.
Lasalcılık, başta baba Liebknecht’ten kaynaklanan parti içi oportünizmin de etkisiyle Lasalcı örgütün birleştiği Alman partisinin programına sızmakla kalmamış, bu program (Gotha Programı) tamamen Lasalcı bir temelde şekillenmişti. Marx ve Engels, bu komployu katiyen kabullenmediler.
Marx, Bracke’ye yazdığı mektupta, “..Mahkûm edilmesi gereken ve partinin moralini bozan bir programı, diplomatik bir suskunluk yoluyla olsa bile tanımamak benim için bir görevdir” diyor ve ekliyordu: “Birleşme olgusunun başına işçileri mutlu kıldığı bilinmektedir, ama pek kısa zaman içinde elde edilen bu sonucun bedelinin çok pahalı olmadığı sanısı bir yanılgıdır.”
Muhalefetlerine rağmen gerçekleşen birlik ve kabul edilen programa karşı ikisinin eleştirisinin 15 yıl yayınlanmaması ve dolayısıyla programı benimsediklerinin sanılmasına Marx ve Engels’in katlanmalarının çeşitli nedenleri vardır. Birincisi, anti-sosyalist yasanın yürürlüğe girmesi ve her türlü sosyalist faaliyetin yasaklanması ise; ikincisi, Marxin yukarıda aktardığımız gibi, Engels ile birlikte bu program lehine hiçbir yerde tek bir laf etmemeleridir. Üçüncüsü, bu susuş seçimi, üstelik yine proletaryanın içinde bulunduğu durum ve toplumsal gerilik koşullarınca dayatılmıştı: …
“Böyle bir tahlili yapan bir kimse (programın gerçek anlamını kavrayan bir kimse, Ö.D.), partimizi gülünç duruma düşürmekte zorluk çekmezdi. Bunu yapacaklarına burjuva gazetecileri denen şu eşekler, bu programı ciddiye aldılar. İçinde yazılı olmayan şeyleri onda buldular ve komünist olarak nitelendirdiler. İşçiler de aynı şeyi yapmaktadırlar. Ancak bu durumdadır ki, Marx’ın ve benim, böyle bir programa açıkça kamuoyu önünde karşı çıkmamıza engel olmuştur. Düşmanlarımız ve işçiler bile, bu programı, her şeye karşın, bizim niyetlerimizle değerlendirmeye devam ettikleri sürece susmamıza izin veriniz.” (Bebel’e Mektup)
Oysa Marx ile Engels, bu programın kabul edilmesi durumunda kamuoyunda açıkça tavır alma tehdidinde bulunmuşlardı.
Yine Bebel’e mektubunda Engels, Lassalle ile birliğe karşı tavrını net olarak ortaya koymaktadır:
“Bu adamların pek iyi bilinen tıynetlerini göz önünde tutarak, içinde bulundukları çıkmazdan yararlanıp mümkün olan bütün güvenceleri istemek görevimizdir, öyle ki, bunlar, işçi yığınları arasında sarsılmış olan durumlarını, partimiz hesabına güçlendiremesinler. Bunları en soğuk biçimde karşılamak, kendilerine güvenmemek ve tek örgüt içinde kaynaşmayı, sekter sloganlarını terk etme niyetlerine ve devletten istemiş oldukları yardımdan vazgeçmelerine ve belli başlı 1869 Eisenach Programını ya da bu programın ıslah edilmiş ve bugünkü koşullara, daha uygun şeklini kabul etmeleri koşuluna bağlamak gerekir. Teorik bakımdan, yani program için en önemli unsur bakımından partimizin, lasalcılardan öğreneceği hiçbir şey yoktur, oysa bu bakımdan durum lasalcılar için tam tersinedir. Kaynaşma için birinci koşul, sekterlikten, yani lasalcılıktan vazgeçmeleridir.”
Amerika’da sınıf mücadelesi koşullarının ve işçi sınıfı ve örgütlenmesinin geriliği koşullarında Engels’in, bir demokrat olmaktan öteye geçmeyen, hatta bir gerici-sosyalist olan Henry George ve örgütü Emeğin Şövalyeleri’ne verdiği destek ve seçimlerde onunla birleşmeyi öngörmesi, görünüşte, revizyonizmle, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmiyle birliği önerenleri merkezci uzlaştırıcıları sevinçle yerlerinden hoplatacak türdendir. Amerikan sosyalistlerini, ağırlıklı olarak, “onlarla birlikte yürüyen, teorik olarak çaresiz ama canlı ve güçlü yığınsal işçi sınıfı hareketine kendilerini uyumlama yeteneksizliği”(Lenin) yönünden eleştiren Engels, “1864’den 1873’e kadar, ancak bizim programımızı açıkça benimseyenlerle birlikte çalışmayı sürdürmekte direnmemiş olsaydık, bugün nerede olurduk!” diye kızıyor. Yakındığı geniş işçi kitlelerini kucaklama ve onlarla birleştirme yeteneksizliğidir ve gelecek seçimler için Amerikan İşçi sınıfı üzerinde belirli bir etkiye sahip Henry George’un desteklenmesini savunur:
“Gelecek. Kasım’da gerçek bir emekçiler partisine verilecek bir ya da iki milyon çalışan insanın oyu, bugün, öğreti açısından kusursuz bir program için verilecek yüz bin oydan ölçülemeyecek kadar daha değerlidir.”(Marx Engels Marksizm, sf. 155).
Henry George işçi sınıfı üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir ve işçiler seçimlerde kendisine yönelmektedir. Engels, o sırada kendisinden istenen George’un ayrıntılı eleştirisini, bunun zamanının henüz gelmediği, asıl sorunun saf sosyalist bir program üzerinde olmasa bile bir işçi partisinin örgütlenmeye başlamasının doğru ve gerekli olacağını söylemişti.” … Çalışanların partisinin ulusal birleşimini -programı ne olursa olsun- geciktirebilecek ya da önleyebilecek olan herhangi bir şeyi büyük bir yanılgı olarak kabul ederim.” diyordu. Yorumlayan Lenin şöyle diyor: “Söylemeye gerek yok ki, Engels, sosyalist görüş açısından Henry George’un fikirlerinin saçmalığı gerici niteliği konusunda eksiksiz bir bilgiye sahipti ve bundan sık sık söz etmişti. Sorge’un yazışmaları, Karl Marx’ın 20 Haziran 1881 tarihini taşıyan ve Henry George’u radikal burjuvazinin bir ideologu olarak nitelendiren son derece ilginç bir mektubunu da içermektedir. “Teorik açıdan bu adam tümden gelişmemiştir” diye yazmıştı, Marx. Bununla birlikte Engels, yığınlara “kendi yanılgılarının sonuçlarını” söyleyebilecek kimseler var olduğu sürece, seçimlerde bu sosyalist-gericiye katılmaktan korkmuyordu.
Amerikan işçilerinin örgütü Emeğin Şövalyeleri’ne ilişkin Engels’in görüşü ise şöyleydi:
“Emeğin Şövalyelerinin en zayıf yanı onların siyasi yararsızlıklarıydı… Harekete yeni giren her ülke için önem taşıyan ilk büyük adım, her zaman, bu parti ayrı bir işçi partisi olduğu sürece, işçilerin nasıl olursa olsun bir siyasal parti halinde birleşmeleridir.”(Age)
Açıktır ki, bu sözlerden, örneğin Castro gibi bir küçük burjuva sosyalist radikal ya da onun partisi gibi bir partiyle birleşme gereğinin doğrulandığı gibi bir sonuç çıkarılamaz. “Ama” diyen Lenin’in yorumuyla, hâkim Engels’in, Marksizm’i bir ‘dogma’ya, ‘taassup’a, ‘sekterlik’e indirgeme suçlamasından sakınmak istiyorsa, bundan, radikal ‘sosyal-gericiler’le ortak bir seçim kampanyasına girmenin kimi zaman yerinde olduğu sonucunu çıkarmak zorundadır. …Engels, eksik bir programla da olsa, bağımsız bir işçi partisinin önemini vurgulamıştır, çünkü o daha önce işçilerin siyasal bağımsızlığının sözü bile edilmediği ve işçilerin daha çok burjuvazinin arkasından sürüklendiği ve hâlâ da öyle olan ülkelerden söz etmekteydi.” Toplumsal koşulların, proletarya ve sınıf mücadelesinin geriliğinin Engels’in yaklaşımlarını belirlediği ama I. Enternasyonal’in genellikle bu ve benzer durumlardan kaynaklanan nispeten gevşek ve Marksizm dışı akımlarla bir arada bulunuşa olanak tanıyan bir örgütlenme olarak, yalnızca bugün aşılması gerekmekle kalmadığı, ama II. Enternasyonal tarafından da aşıldığı tartışılmayacak kadar açıktır.

II. ENTERNASYONAL VE ÇÖKÜŞÜ
I. Enternasyonal’in ömrünü doldurup tarihteki şanlı yerini almasından sonra, gelişmeler tamamen Engels’in öngörüsünü doğrulayarak yılların geçmesini, bu arada Marx ve kendisinin yapıtlarının etkisinin işçiler, devrimci ve sosyalistler arasında yayılmasını gereksindi. 70’lerin sonuna doğru, olgucu Dühring’le hesaplaşmaya bağlı olarak Marksizm, işçi hareketi içinde bütün diğer sosyalizm türleri ve ideolojiler üzerinde zaferini kazanmıştı. Proudhonculuğun üstesinden daha önceden gelinmiş I. Enternasyonal’in sona erdiği tarih olan 1872’den II. Enternasyonal’in kuruluş tarihi olan 1889’a gelinceye kadar bu zafer belli başlı alanlarda tamamlanmıştı. Latin ülkelerinin Proudhonculuk ve anarşizmden etkilenen partileri bile programlarında Marksizm’e dayanır olmuşlar ve II. Enternasyonal, hemen hiçbir ciddi mücadeleye sahne olmadan Marksizm’i, yine Engels’in öngörüsüne uygun olarak dünya görüşü ve eylem kılavuzu olarak benimsemişti. Marksizm’in bundan sonraki gelişim tarihinde, artık Marksizm düşmanlığı, öğretilerinin bozuculuğu (revizyonizm) olarak, dış değil, iç kaynaklı olarak ortaya çıkacaktı. Marx öncesi sosyalizm tamamıyla yenilmiş, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin saptırıcılığı, kendi “Özgün” temelleri üzerinde değil, Marksizm ilkeleri üzerinde, onların revizyonu biçiminde yürütülecekti, ilk revizyonist olma şerefi Bernstein’a düştü. Ancak II. Enternasyonal daha önceden kurulmuştu ve Bernstein ve onun ardılları mücadelelerini proleter partilerin içinde, onları yozlaştırıp bölmeye ve burjuvaziye bağlamaya yönelik olarak sürdüreceklerdi.
İleri ülkelerin partileri Paris’te toplanarak yeni Enternasyonal’i kurdular. Arada geçen dönemde bu partiler ciddi güçler toplamışlar ve ulusal zemin üzerinde gelişmişlerdi. Uluslararası örgüt oluşturulduktan sonra da, işçi hareketi, ağırlıklı olarak, yine ulusal zemin üzerinde ve ulusal devletler çerçevesi içinde ve önemlisi burjuva devletlerin temel yönetsel biçimi olarak şekillenmiş parlamentarizme dayanarak gelişti. Enternasyonal partiler on yıllarını örgütçü çalışmalarla görece barışçıl bir dönem yaşadılar ve gerçekleşmesi için mücadele ettikleri reformlar ve yasal burjuva olanaklardan yararlanarak işçi hareketinin örgütlenmesine genişlemesine yaygınlaştırdılar. Lenin, “ikinci Enternasyonal, hareketin bir dizi ülkede, geniş yığınsal yaygınlaşmasının tabanının hazırlandığı bir dönemi belirlemiştir” (III. Enternasyonal ve Tarihteki Yeri) diyor. II. Enternasyonal’i içinde hareket ettiği barışçıl koşullar, onun burjuva yasallığı ve barışçılığına, reformculuğa eğilim göstermesini teşvik eden koşulları sağlasa da, kuşkusuz, başlangıcından beri reformcu ya da oportünist bir konumda bulunmuyor; nesnel koşullara uygun olarak, görevi, işçi yığınlarını burjuva demokrasisi çerçevesinde eğitmek olduğu zamanlarda tarihsel olarak son derece yararlı ve gerekli bir çalışma yürütüyordu.
İkinci Enternasyonal’in “talihsizliği”, mücadele koşullarını oluşturan barışçıl-parlamenter dönemin görece uzun sürmesi ve bu koşulların reformculuk ve oportünizmi besleyen ciddi bir etkide bulunmasıydı. III. Enternasyonal Manifestosu’nda dendiği gibi, “örgütçü ve reform çalışmalarıyla geçen on yıllar, çoğunluğu toplumsal devrim programını lafta tanıyan, gerçekte ise onu yadsıyan ve reformizme ve burjuva devletle uyuşma batağına saplanan bir önderler kuşağı yarattı, ikinci Enternasyonal partilerinin oportünist niteliği sonunda ortaya çıktı ve tam da olayların akışının işçi partilerinin devrimci mücadele yöntemlerini benimsemesini gerektirdiği bir anda, dünya tarihinin en büyük çöküşüne yol açtı.”
Daha büyük bir çöküşü, Sovyet modern revizyonizmi gerçekleştirecekti, ama “II. Enternasyonal dönemi boyunca sosyal demokrat partiler içinde devrimci ve oportünist kanatlar arasında her yerde bir savaşım sürüp gidiyordu. Bir dizi ülkede (İngiltere, İtalya, Hollanda, Bulgaristan), bu ayırıcı çizgi boyunca parçalanmalar olmuştur” (Sosyalizm ve Savaş, sf.22) diyen Lenin devam ediyordu:
“19. yüzyılın sonundaki nesnel koşullar oportünizmi olağanüstü güçlendirdi, legal burjuva olanak ve fırsatların kullanılmasını legalizme tapma durumuna getirdi; işçi sınıfı içinde ince bir bürokrat ve aristokrat tabaka yarattı, sosyal demokrat partilerin saflarına birçok küçük burjuva ‘yoldaş’ı çekti. Savaş ve gelişmeyi hızlandırdı ve oportünizmi sosyal şovenizm biçimine dönüştürdü, yani oportünistler ile burjuvazi arasındaki gizli ittifak açık duruma geldi.”
Lenin, daha 1908’de revizyonizm üzerine yazarken, onun uluslararası niteliğini, kaçınılmazlığını ve hemen tüm ülkelerde aynı doğrultuda ilerlediğini saptamıştı. Uluslararası sosyalist hareket içinde devrimci ve revizyonist kanatlar arasındaki bölünme, aslında Enternasyonal’i çöküşe götüren ve sosyal şovenizme yol açan bölünmeydi. Bu gelişme için savaşın patlak vermesi kâfi gelmişti:
“Revizyonizmin kaçınılmazlığı, onun modern toplumdaki sınıfsal kökleriyle belirlenir. Revizyonizm uluslararası bir olgudur. Birazcık bilgisi olan ve düşünebilen hiçbir sosyalist, Almanya’da Ortodokslarla Bernstein’cılar arasındaki, Fransa’da Guesde’cilerle Joreciler (ve şimdi özellikle Brusçul) arasındaki, Büyük Britanya’da Sosyal Demokrat Federasyon ile Bağımsız İşçi Partisi arasındaki, Belçika’da Brouckire ve Vandervelde arasındaki, İtalya’da bütünlükçüler ile reformcular arasındaki, Rusya’da Bolşevikler ile Menşevikler arasındaki ilişkinin bütün bu ülkelerin bugünkü durumu da ulusal koşulların ve tarihsel etmenlerin çok büyük çeşitliliğine karşın, her yerde özünde aynı olduğundan en küçük bir kuşku duyamaz. Gerçekte, bugünkü uluslararası sosyalist hareket içerisinde ‘bölünme’, dünyanın bütün ülkelerinde şimdi aynı doğrultuda ilerliyor, bu, çeşitli ülkelerdeki türdeş olmayan eğilimlerin bir tek uluslararası hareket içerisinde savaşım verdiği otuz, kırk yıl öncesiyle karşılaştırıldığında çok büyük bir ilerlemenin olduğunu tanıtlamaktadır.”(Marx Engels Marksizm, sf. 195-196)
Uluslararası komünist hareketteki bölünme ve mücadele de kesinlikle uluslararası boyuta taşınmıştır artık.
Bu olgunlaşmamış da olsa çatışmalı koşullarda, Ağustos 1907’de Stuttgart uluslararası sosyalist kongresini toplayan Enternasyonal, bölünmenin ilk sinyallerini o zamandan vermeye başladı. Lenin sonradan, Stuttgart’ta “beliren fikir ayrılıklarına bakarsak, uluslararası Marksizm’in emperyalizme karşı olmasına karşılık, uluslararası oportünizmin daha o zamandan emperyalizmden yana olduğunu görürüz” (Sosyalizm ve Savaş, s.23) diyecektir.
Savaşın ayak sesleri duyulmaktadır ve Enternasyonal’in İsviçre’nin Basel kentinde topladığı özel bir kongrede savaş konusundaki bildiri oybirliği ile kabul edilir. Bildiride patlak verecek emperyalist savaşın halkın çıkarları doğrultusunda haklı gösterilmesine olanak bulunmadığı açık olarak belirtilir. Bildiri, açıkça, savaş durumunda, sosyalistlere, ‘kapitalistlerin devrilmesini hızlandırmak’ üzere savaşın neden olacağı ‘ekonomik ve politik bunalımlardan’ yararlanmalarını önermiştir. Açıklamada geleceğin tüm sosyal şovenlerinin imzası vardır.
Olaylar hızla tırmandı ve sonunda savaş patladı. Enternasyonalin oportünist kanadı, Bolşevik Parti ve çeşitli ülkelerde neredeyse tek tek sayılabilecek proleter sosyalistleri dışta tutulursa hemen bütün bir Enternasyonal, tek tek partileriyle, hükümetlerin savaş harcamaları için olumlu oy kullanarak, “anavatan savunması” adı altında “kendi” burjuvalarının desteklenmesine yönelerek parçalandı, ihanet içine yuvarlanarak çöktü. Oportünizm “meşruiyeti”ni kaybetmişti. Lenin yazıyor:
“Savaştan önceki dönemde, oportünizme, Sosyal Demokrat Partinin ‘saptırıcı’ ve ‘aşırı’ bir bölümü gözüyle bakılmakla birlikte, genelde bu bölüm meşru olarak kabul edilirdi. Savaş, bunun gelecekte de böyle olmayacağını göstermiştir. Olgunlaşan oportünizm, artık işçi sınıfı hareketi içinde burjuvazinin elçiliği rolünü eksiksiz oynamaya başlamıştır. Oportünistlerle birliği tam bir ikiyüzlülük durumunu almıştır.”(Sosyalizm ve Savaş, s.23)
Emperyalist savaş ihanete savrulan partilerin, milyonlarcasını burjuva ve emperyalist sistem karşısında örgütledikleri işçilerin sırtından burjuva devletlerin tabi organlarına dönüştüklerini ortaya koydu ve II. Enternasyonali iflas ettirdi. Sosyalizm ülküsü ve işçilerin kurtuluşu davası artık, bu ihanetçi partileri de karşısına almaktan başka bir şey yapamayacak olan yeni partiler ve onların yeni bir Enternasyonaline kalıyordu. Sosyal şovenizme dönüşmüş oportünizm, kendi burjuvazisinin açık destekçiliğine yönelerek proletaryanın karşısına geçmişlerdi.
“Emperyalizmle Avrupa’daki işçi hareketi üzerinde oportünizmin (sosyal-şoven biçiminde) kazandığı korkunç ve tiksindirici zafer arasında herhangi bir bağıntı var mıdır?” (Sosyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme) diye soran Lenin yanıtlıyor:
“Oportünizm ile sosyal şovenizmin ekonomik temeli aynıdır: Ayrıcalıklı işçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük burjuvazinin ortak çıkarları: Yani kendi ulusal burjuvazilerinin, egemen ulus durumundan yararlanarak öteki uluslara soymasından paylarına düşecek kırıntılar…”(Sosyalizm ve Savaş, s.22)
“Bugünkü sistem (sayısı beş ya da altıyı bulan) bir avuç emperyalist ‘büyük devletten her birinin başka ulusları ezmesi sistemidir; ve bu eziş, kapitalizmin çöküşünü yapay yollardan geciktirmenin, ve dünyaya hükmeden emperyalist uluslarda oportünizm ve sosyal şovenizmi yapay olarak desteklemenin kaynağıdır. Eskiden, Batı Avrupa demokrasisi ‘büyük’ ulusları özgürlüğe kavuştururken, gerici amaçlarla bazı küçük ulus hareketlerini kullanan çarlığa karşıydı. Bugün, bir yanda şovenler, ‘sosyal-emperyalistler’, öte yanda devrimciler olmak üzere ikiye bölünmüş olan sosyalist proletarya, çarlık emperyalizmi ile gelişmiş kapitalist Avrupa emperyalizminin ittifakıyla karşı karşıyadır ve bu ittifak her ikisinin birçok ulusları ezmesine dayanır.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti)
Savaş patladıktan ve II. Enternasyonal ihaneti, ulusal partilerinin kendi ulusal burjuvazilerini desteklemeye yöneldikten sonra, bir daha bir araya gelmemecesine uluslararası proletarya hareketini ikiye bölmüş bulunuyordu. Oportünizm, sosyal şovenizm ve sosyal emperyalizm bir yandaydı devrimci sosyalizm diğer yanda.
Tarih, bu oportünist eğilimin, onun mihraklarından bir ya da birkaçının taraf değiştirdiğine, “akıllandığı”na ve yeniden proleter sosyalizmi saflarına iltihak ettiğine tanık olmadı. Ama tersi oldu. Yozlaşarak proleter sosyalizmi saflarından oportünizme kayanlara rastlandı. Bugün, kırk yıldır düşman saflarda, barikatın öte tarafında savaşan şu ya da bu partiyi, yalnızca, II. Enternasyonal döneklerinin de çoğunun yapmaya devam ettiği gibi, “kızıl bayrakları” yere atmadılar diye, üstelik hiçbir tartışmaya ihtiyaç hissetmeden yeniden “proleter sosyalizminin” saflarına “buyur” eden yeni oportünist eğilim uluslararası hareketin tarihini tersine çevirme yolundadır.
Lenin, sosyal şovenleri dışta bırakarak toplanmaya devam eden Enternasyonalin uluslararası özel ve olağan kongreleri olan Zimmenvald ve Kienthal’in “başlıca kusurlarından biri” olarak göstererek eleştirdiği “oportünizmden kopmama ve ona karşı mücadele önermeme” tutumu üzerine şunları yazmıştı:
“Emperyalizme karşı savaşım eğer oportünizme karşı savaşımla sıkı sıkıya bağlı değilse, boş bir söz ya da aldatmacadır. Zimmeryvald ve Kienthal’in başlıca kusurlarından birisi, Üçüncü Enternasyonal’in çekirdeği olan bu kuruluşları iflasa götürebilecek ana nedenlerden biri, oportünistlerle kopma gereği üzerine bir karar almak şöyle dursun, oportünizme karşı savaşım sorununun ortaya bile atılmamasıdır.” (Sosyalizm ve Savaş, s.61)
1915’de toplanan Zimmenvald Konferansı, Lenin İçin özel öneme sahipti. Çünkü Kautskist çoğunluk karşısında sol kanadını Zimmenvald Solu olarak örgütlemeye ve onun III. Enternasyonalin üzerinde yükseleceği örgütsel yapı olarak kurmayı tasarlayan Lenin, ona ve daha ileri bir mevzi tutabildiği Kienthal toplantısına dayanarak Kautsky’nin etkisini kırma ve taraftarlarını uluslararası hareketten tecride uğraşmaktaydı. Ama her iki toplantı, Zimmenvald solunun ve Lenin’in çabalarına karşın oportünizme savaş açmaya bir türlü yanaşmayarak savaş harcamalarına oy veren burjuva hükümetlerine katılan sosyal şovenleri kınamak ve işçileri savaşa karşı mücadeleye çağırmak dışında bir başarı sağlayamadı. Kienthal’de atılabilen bir ileri adım ise, uluslararası büro şahsında sosyal pasifizmin eleştirilmesi yönünde bir kararın çıkarılması oldu. Zimmenvald Solu ve onun Kienthal’de sağladığı başarı, göreli olmanın ötesine geçemedi. Her iki toplantıdan da ne oportünizmin eleştirisi ve ondan kopuş, ne emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme ve ne de Üçüncü Enternasyonalin örgütlenmesi gibi kararlar ve mücadeleci atılımcı bir uygulama çıkmadı. Her şeye rağmen geliştirici bir rol oynayan Zimmenvald Solu, III. Enternasyonal’in kurulması ve uluslararası proleter devrimin geliştirilmesi bağımsız çabalarına güç kattı.
Oportünizmle uzlaşma bir yana, Lenin;
“… Bugün asıl sorun, artık birleşmiş olan emperyalist devletlerin, emperyalist burjuvazinin, sosyal emperyalistlerin cephesine karşı savaşmak ve emperyalizme karşı olan tüm ulusal hareketleri sosyalist devrim yararına kullanmaktır.”(Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 193)
Lenin, 1860’lara kadar yalnızca İngiltere’nin elinde olan sömürge tekelinin bu ülkeye, sömürgelerden tek başına sağladığı aşırı kârlardan bir kısmını kendi ülkesinde işçi sınıfı içinde ayrıcalıklı bir azınlık, bir işçi aristokrasisi ve bürokrasisi tabakası yaratmak üzere dağıtmak olanağını sağladığı; böylece İngiltere’nin ezilen ulusların sırtından ülkesinde işçi sınıfını kapitalizmi güçlendirmek üzere reformculuğa kanalize etme olanağı bulduğunu; ama kapitalizmin eşitsiz gelişimine bağlı olarak belli başlı kapitalist ülkelerdeki hızlı gelişme ve bu ülkelerde mali sermaye tekelinin oluşmaya başlamasıyla birlikte bu sömürge tekelinin dişe diş bir rekabetle parçalandığını; artık tekeller ve mali sermaye oligarşisinin, dünyanın birkaç büyük ülkesinin elinde sermaye ihracı ve ekonomik paylaşım aracılığıyla bir yeniden paylaşımı gündeme sokup emperyalist bir savaşa yol açmak üzere paylaşıldığını; eskiden İngiltere’nin tek başına kullanmakta olduğu olanağın artık “büyük” emperyalist devletler tarafından birlikte kullanılır olduğunu; emperyalist büyük devletlerde ezilen ulusların sırtından elde edilen tekel kârıyla işçi sınıfı içinde ayrıcalıklı bir tabaka ve kapitalizmin burjuva işçi uşakları yaratma olanağının ortaya çıktığını belirterek belli başlı kapitalist ülkelerde, “burjuva işçi partileri” oluştuğunu, sosyal şovenizm ve sosyal emperyalizmin bu partilerin tutumu olarak şekillendiğini açıklıyor.
“Önemli olan şu ki, iktisadi olarak, işçi aristokrasisinin bir katmanının burjuvaziden yana geçmesi ergenlik çağına ulaşmış ve gerçekleşmiş bir olgu haline gelmiştir ve bu iktisadi olgu, sınıf ilişkilerindeki bu yer değiştirme, herhangi bir özel ‘güçlükle’ karşılaşmaksızın, şu ya da bu biçim altında, siyasal biçimini bulacaktır.
Yukarıda değinilen iktisadi temel üzerinde, modern kapitalizmin siyasal kurumlan -basın, parlamento, birlikler, kongreler vb.- saygıdeğer, uysal, reformcu ve yurtsever memur ve işçiler için, ekonomik ayrıcalıklar ve sus paylarına uygun düşen siyasal ayrıcalıklar ve sus payları yaratmıştır. Hükümette ya da savaş sanayi komitelerinde, parlamentoda ve çeşitli komitelerde, legal olarak yayınlanan ‘saygıdeğer’ gazetelerin yazı kadrolarında ya da bundan daha az saygıdeğer olmayan yönetim kurullarında ve ‘burjuva yasalarına bağlı’ sendikalarda kârlı ve tatlı işler -emperyalist burjuvazinin, “burjuva işçi partilerinin’ temsilcilerini ve destekleyicilerini çekmek ve ödüllendirmek için kullandığı olta işte budur.”(Marx Engels Marksizm, s.254)
Ve Lenin’in bundan çıkardığı kesin sonuç şudur:
“Gerçek şu ki, siyasal bir olgu olarak ‘burjuva işçi partileri’ belli başlı bütün kapitalist ülkelerde kurulmuş bulunuyor ve partilere -ya da gruplara, eğilimlere vb. hepsi de aynıdır- karşı bütün cephelerde kararlı ve duraksamasız bir savaşım vermeksizin emperyalizme karşı savaşım sorunundan, ya da sosyalist işçi hareketi sorunundan söz edilemez. “(Age, s. 255 ).
Burjuva işçi partileriyle birlik bir yana, onlarla savaşmadan ve işçi sınıfı içindeki etkilerini kırmaya yönelmeden, -Lenin kesin konuşuyor-, ne emperyalizme karşı mücadele ve bir zafer ihtimalinden ve ne de işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkışı ve bağımsız ve sosyalist bir işçi hareketinin oluşumundan söz etmek mümkün olabiliyor.
Ve üstelik bu burjuva işçi partisinin, herhangi sosyalist eski ülkede kapitalizmin restorasyonuna bağlı olarak iktidarda bulunduğu revizyonist ülkelerde, bu parti yalnızca emperyalistlerden gelen sömürge kârı payları kırıntılarla değil, kendi iktidar olanaklarının imtiyazlarından, ülke içinde ve yayılmacılığın nesnel koşullarına sahipse dışında elde ettiği doğrudan tekel kârlarından nimetlenirken, kendi ezilen sınıfları ve başarabilmişse ezilen ulusların emekçilerinin sırtına kene gibi yapışmışken, bu modern revizyonist “burjuva işçi partisi”nin mücadelenin hedefi değil, yandaşı ve uluslararası komünist hareket içinde yer alabilecek ve birleşilebilecek, hele “Marksist” bir parti olarak görülmesi durumunda, komünist bir işçi hareketi ve uluslararası bir komünist hareket bir yana emperyalizm karşısında uzlaşmaz bir zemine sahiplik iddiası ileri sürülemez. Bu, doğrudan emperyalizmi güçlendirmek, uluslararası proletaryanın güçlerini dağıtıp onu emperyalizme bağlanmaya yöneltmek, revizyonizm aracılığıyla emperyalizm önünde diz çökmek anlamına gelir. Lenin’in “kendi” ulusal burjuvazilerinin destekçisi oportünizm ve “burjuva işçi partileri” için söyledikleri, kapitalist restorasyona bağlı olarak eski sosyalist ülkelerde iktidarı ele geçirmiş revizyonizm ve “burjuva işçi partileri” için daha çok geçerlidir:
“Bugün oportünistlerle birlik, aslında işçi sınıfının ‘kendi’ ulusal burjuvazisinin boyunduruğu altına girmesi, öteki ulusların ezilmesi ve büyük devletlerin ayrıcalıklarının korunması amacı için onlarla işbirliği yapılması bütün ülkelerde devrimci proletaryanın parçalanması demektir” diyen Lenin devam ederek yapılması gereken tek şeyi vurguluyor:
“Birçok kuruluşlarda önemli yerler işgal eden oportünistlerle savaşımda tek tek olaylar ne kadar güç olursa olsun; çeşitli ülkelerde işçi partilerinin oportünistlerden temizlenmesi, hangi özellikleri gösterirse göstersin, bu, yapılması mutlaka gerekli ve yararlı bir iştir.”(Sosyalizm ve Savaş, s.23)
Ve Lenin uluslararası komünist hareket açısından izlenmesi gereken yola gelmektedir:
“Dünya işçi hareketi içinde tek Marksist çizgi, yığınlara oportünizmden kopmalarının kaçınılmazlığını ve gerekliliğini açıklamak, oportünizme karşı amansız bir savaşım vererek devrim yolunda bunları eğitmek, ulusal liberal işçi politikasının o kesin iğrençliğini gizlemek değil, sergilemek için savaşım deneylerinden yararlanmaktır. “(Marx, Engels Marksizm, s.257)
Kesindir, burjuva işçi partileriyle, zaman zaman koşulları oluşabilecek çeşitli taktik uzlaşmalar yapma dışında, örneğin bugün Çin ve Küba partilerini emperyalizme karşı kendi imtiyazlı durumlarını korumak için de olsa emperyalizme karşı mücadeleyi güçlendirebilecek direnişlerinde siyasal olarak destekleme dışında, birlik olanaksızdır. Onlarla tam kopuşmak ve onlara karşı amansız bir savaşım yürütmek yerine, bu partilerle ideolojik birlik ve parti birliği, uluslararası komünist hareket içinde birlik aramak, ancak revizyonizm ve emperyalizm karşısında uzlaşmacılığı, işçi sınıfının uluslararası güçlerini dağıtmaya ve uluslararası komünist hareketi parçalamaya girişmeyi ifade eder.
II. Enternasyonal’in çöküş koşullarında sosyal şovenizm ve sosyal emperyalizm karşısında uzlaşma ve uzlaştırıcılık ve onlarla birliği öngörücülük olarak ortaya çıkan döneklik türü olan Kautskicilik tam da bu niteliği ile belirmiştir:
“Kautsky, tam bir sorumsuzlukla, sosyal şovenizmin temel fikri olan, bugünkü savaşta anayurdun savunulması tezini, sözde bir muhalefet tavrıyla, savaş harcamalarına çekimser oy kullanmak yoluyla sola karşı diplomatça ödünler vererek uzlaştırmak istemekledir… İşçi sınıfı, bu dönekliğe, bu sorumsuzluğa, bu oportünizme kul-köle olmaya ve Marksist teorinin bu eşi görülmemiş kabalaştırmasına karşı acımadan savaşım vermeksizin, dünya ölçüsündeki devrimci rolünü oynayamaz.”
Bugünkü yeni oportünist eğilim, tam da Kautsky’nin sözde muhalif uzlaştırıcılığı tarafından aynısıyla ama yıllar öncesinden öncelenmiştir. Bu oportünizme ve revizyonizme kul-köle olma yoluyla, işçi sınıfının dünya ölçüsündeki devrimci rolünü oynayamayacağı kesindir.
Lenin Kautsky’e, uzlaştırıcı dönekliğiyle ilgili olarak şöyle seslendi:
“Bugünkü durumda sorun şu ki, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde siz, bir sınıf olarak proletaryaya yabancı olan, burjuvazinin hizmetçileri, ajanları ve onun etkisinin araçları olan oportünistleri okşuyorsunuz ve işçi hareketi yakasını onlardan kurtarmadıkça bir burjuva işçi hareketi olarak kalacaktır. Oportünistlerle… ‘birliği’ savunarak siz, nesnel olarak, emperyalist burjuvazinin işçi hareketi içindeki en iyi ajanlarının yardımlarıyla işçilerin köleleşmesini savunuyorsunuz. Devrimci sosyal-demokrasinin dünya ölçüsündeki zaferi kesinkes kaçınılmazdır, ancak size karşı hareket etmektedir, gelişmektedir ve gelişecektir, bu sizin üzerinizde bir zafer olacaktır.” (Marx, Engels Marksizm, s.248)
Ve Lenin’e göre, bu merkezci uzlaştırıcılık, açık oportünizmden daha tehlikelidir:
“Bütün büyük ülkelerde, oportünizmin iki türü ortaya çıkmıştır: İlki bay Plehanov, Scheidemann… Henderson’un açık, sinik ve bu yüzden de daha az tehlikeli sosyal emperyalizmi; ikincisi, gizli Kautsky oportünizmi…
“Açık oportünizm, devrime ve başlangıç durumundaki devrimci hareketlere ve patlamalara, açıkça ve doğrudan doğruya karşıdır. Biçimi değişmekle birlikte hükümetlerle ittifak durumundadır… Maskeli oportünistler, Kautskiciler, işçi sınıfı harekeli için daha zararlı, daha tehlikelidir, çünkü bunlar hükümetle ittifak yanlısı oldukIarını akla yakın, sözde Marksist sözlerle ve pasifist sloganlarla gizlerler. Bu her iki türden oportünizme karşı, proletarya politikasının her alanında savaşım verilmelidir.”(Sosyalizm ve Savaş, s.62)
Ve:
“Kautskicilik bağımsız bir eğilim değildir, çünkü ne yığınların içerisinde ne de burjuvazinin yanına geçmiş bulunan ayrıcalıklı katmanlar arasında kökleri vardır. Ama Kautskiciliğin tehlikesi, geçmişin ideolojisini kullanarak, proletaryanın ‘burjuva işçi partisi’ ile uzlaşmasına, proletaryanın bu parti ile birliğinin korunmasına ve böylece de bu partinin saygınlığının güçlendirilmesine çabalaması olgusunda yatar. Yığınlar artık dile düşmüş sosyal şovenlerin ardına düşmüyor… Kautskicilerin sosyal şovenleri maskeli bir biçimde savunmaları daha da çok tehlikelidir.”
Bugünkü durumu nasıl ifade ediyor. Çinlilerin, Kübalıların o eski “saygınlıkları”ndan eser yoktur; ama “geçmişin ideolojisini kullanarak”, Marksizm’i kullanmaya çalışarak uluslararası yeni oportünist akım onlara itibar ve saygınlıklarını iade etmeye, onlarla dünya proletaryası ve komünistleri, ilerici insanlar arasında yeni bir “köprü” kurmaya çalışmaktadır.
Oysa
“… Her enternasyonalist için denek taşı yeni-kautskiciliğe karşı düşmanlık olmalıdır. Ancak Kautskiciliğe karşı savaşım verenler ile liderlerinin sahte bir dönüşünden sonra bile ‘merkez’in aslında şovenlerin ve oportünistlerin müttefiki olduklarını anlayanlar gerçek birer enternasyonalisttir. (Sosyalizm ve Savaş, s.41)
Yolu yoktur; revizyonizm ve burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine karşı savaşmayanlarla savaşılacaktır; başka türlü sosyalist bir uluslararası işçi hareketinin gelişmesi olanaksızdır. Başka türlü emperyalizm önünde diz çökme yoluna girmemek olanaksızdır ve başka türlü gerçek enternasyonalist olmak olanaksızdır.
Yeni uluslararası oportünist eğilim, önceden Çin vb. burjuva, küçük burjuva sosyalizmi akımları karşısında bulunuyordu. Şimdi kendi safını değiştirdiğini deklare etmediğine göre, -kuşkusuz, aslında, o ve safı değiştirmektedir-, Çin vb. revizyonizminin niteliği değişmiş olmalıdır! Son olarak Lenin’in oportünist, revizyonist eğilimlerin, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerinin yok olup olamayacağı ve proletaryaya “geri dönüp dönemeyeceğine” ilişkin görüşlerine başvurarak ve III. Enternasyonal deneyleriyle yeni oportünist eğilim ve geleneksel oportünizmin ona ilişkin değerlendirmelerinin eleştirisini önümüzdeki sayılara bırakalım.
“… Lloyd George ile Scheidemann’lar, Legien’ler, Henderson’lar ve Hyndman’lar, Plehanov’lar, Renaudel’ler ve ortakları arasında böyle büyük bir fark var mıdır? Sonunculardan bazıları, Marx’m devrimci sosyalizmine döneceklerdir, diye itiraz edilebilir. Bu olanaklıdır, ama eğer sorun siyasal, yani kitle yönünden ele alınacak olursa, bu pek önemsiz bir farklılıktır. Bugün sosyal şoven önderlerinden bazıları proletaryaya geri dönebilirler. Ama sosyal şoven ya da (aynı şey demek olan) oportünist eğilim ne yok olur ne de devrimci proletaryaya geri döner. Marksizm’in işçiler arasında yaygın olduğu her yerde bu siyasi eğilim, bu ‘burjuva işçi partisi’, Marx’ın başına yemin edecektir. Bunlar böyle yapmaktan alıkonamaz, tıpkı ticari bir firmanın herhangi bir etiketi, simgeyi ya da reklâmı kullanmaktan alıkonamayacağı gibi.” (Marx, Engels, Marksizm s.255)
Bugünkü durumla paralellik kurulursa, tek tek kişisel geri dönüşler dışında siyasal ve ideolojik bir “geri dönüş” daha bir olanaksızdır. Bugünkü revizyonizmin mihraklarının belli başlıları çeşitli revizyonist ülkelerin iktidar partileridir. Yalnızca emperyalizmden dilenilen kırıntılarla değil kendi iktidar olanakları ve imtiyazlarıyla beslenen bu partilerin “geri dönebileceklerini” düşünmek daha vahim bir yanılgı oluşturur. Buralarda, revizyonist partilerin proleter sosyalizmine geri dönmeleri sorunu değil, bir iktidar sorunundan söz etmek doğrudur. Onların iktidarları, devrimci proletarya tarafından devrilmeleri gereken iktidarlar durumundadır.
Yapılacak şey ve yürünecek yol belirgindir: Emperyalizme karşı savaşırken bütün burjuva küçük burjuva sosyalizmi akımlarına ve onlarla uzlaştırıcılık eğilimine karşı savaşmak. Bu savaş, parçalara bölünerek bir ya da birkaç bileşenine karşı savaşmaktan vazgeçilmez bir bütündür. Birine karşı savaşımın niteliği ve düzeyinde ortaya çıkabilecek bir düşme diğerine karşı savaşı güçten düşürecek, başarıyla sürdürülmesini olanaksızlaştıracaktır.

Kasım 1993

Kadın Çalışmasının Ateşine Su Dökülmemeli

“Emekçi Kadınlar Kurultayı” şiarıyla yola çıkan ve bugün azımsanmayacak bir yol kat etmiş olan emekçi kadın örgütlenmesi içinde yer alan iki devrimci kadının kaleme aldığı bu yazıyı okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

“Ateş, ölümlü tutkuları tüketen ve saf ruhu aydınlatan bir tanrıdır.”
“İnsanlık tarihinde ezilenlerin hiçbir büyük hareketi emekçi kadınların katılımı olmadan yürümemiştir. Ezilenlerin arasında en ezilenler olan emekçi kadınlar, özgürlük eyleminin büyük yolunun kenarında kalmadılar ve kalamazlardı. Kölelerin kurtuluş hareketi, bilindiği gibi, yüzlerce ve binlerce büyük kadın şehit ve kahramanı yaratmıştır. Serflerin özgürlüğü için savaşanların oluşturduğu sıralarda, on binlerce emekçi kadın vardı. Ezilen kitlelerin kurtuluş hareketinin en güçlüsü olan, İşçi sınıfının devrimci hareketinin, bayrağı altında, milyonlarca emekçi kadını toplaması şaşılacak bir şey değildir.” (Stalin)

Dünyada ve Türkiye’de emperyalist-kapitalist sistem işçi sınıfı ve emekçi halklara, ezilen uluslara karşı her cepheden -ideolojik, ekonomik, askeri, siyasi- şiddet ağırlıklı topyekûn bir saldırıyı yeni dünya düzeni motifi içinde uygulamaya koyduğundan bu yana, gerek uluslararası gerekse de tek tek ülkelerde henüz birleştirilememiş olsa bile, bu emperyalist uygulamalara karşı hoşnutsuzluk, karşı koyuş da saldırılara paralel bir yükseliş yaşamaktadır. Sorun; sermayenin, dünya ölçeğinde, (kendi aralarında çelişkiler olsa da) ezilenler karşısında örgütlü, birleşik bir güç iken, sermayenin uluslara, dinlere, cinslere ve kendi uzantısı özelliği taşıyan ideolojilere bölerek parçaladığı ezilenlerin, henüz, eylemlerini proletaryanın yönlendiriciliği altında birleşik ve örgütlü bir güç olarak ifade edemiyor olmasıdır.
Ezilen halklar, yoksul köylülük, gençlik, kadın hareketi, işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinde gözden kaçıramayacağı ve mutlak kazanılması gereken müttefikleridir.
Sorun böyle kavrandığında, kadın hareketinin varlık nedeni ve gelişimin gereğinin iyi kavranılması, gelişiminin önündeki barikatların yarılması, hem geniş emekçi kadın kitlelerinin ufkunu açacak, hem de sınıf hareketine taşınabilecek olanakların sağlıklı, objektif, geleceğe yönelik doğru değerlendirilmesini beraberinde getirecektir.

KADIN HAREKETİNİN GEREKLİLİĞİ VE OTURMASI GEREKEN ZEMİN
Sınıf mücadelesinin devrimci kutbunu temsil eden emekçi sınıflar hareketi bir gövde ise, başını öncü müfrezesiyle donanmış işçi sınıfı, gövdenin emektar ayaklarından birisini de kadın hareketi olarak betimlemek yanlış olmaz. İrade başta cisimlenirse eğer onu taşıyacak olan ayaktır. Bir kadın hareketinin yaratılmasının başlıca iki nedeni şu şekilde ortaya koyabiliriz:
Birincisi, yüzyıllardır, hayatın üretimi ve yeniden üretiminde insan soyunun yarısı olarak yer alan kadına, sömürücü sistemlerce ve onların erkek egemen ideolojileri ile giydirilmiş kadınlık rolünün bilinçlerde su yüzüne çıkarılması… Aşağılanan, küçümsenen, ikinci sınıf insan niteliği reva görülen, yetenekleri ve gelişimi dumura uğratılan, ya da ev-çocuk-koca üçgeninin sınırlarınca gelişimine “izin verilen” kimliği kazandıran özel mülkiyeti ve onun en küçük ama en güçlü olarak örgütlendiği zemin olan ailenin kökenini, toplumsal hayattaki yazılı-yazısız yasaları anlayarak devrimci bir tarzda yorumlayabilmeleri… Silik insan kimliğini kapitalizmin ikiyüzlü politikalarına çarpa çarpa aşarak kendi taleplerinin, haklanma arayışına düşmeleridir. İkincisi, birincinin kesintisiz devamı olarak, bu köhne sistemin kadına sağladığı kimliği, kendisi ve sınıfı için mücadele ederken parçalayabileceği gerçeğinden yola çıkarak, kafası mücadelenin hedefi doğrultusunda açık, önünü görebilen kavrayışa erişmiş, sağlam iradeli kadın kitlelerini, sınıfa karşı sınıf bilinciyle, ezilen ve sömürülenlerin kapitalizme karşı, yarının özgür eşit dünyası için devrimci sınıf mücadelesine ve onun öncüsüne kazanmanın zorunluluğudur.
Sınıf mücadelesinin kaderini, ezilen milyonlarca kadını kimin yedekleyeceği belirleyecektir bir bakıma. Özellikle ’80 sonrası Türkiye’de devlet eliyle beslenen gerici-dinci ideolojinin hedef kitlesi bugün ezilen kadınlardır. Yoksul semtlerde yaygın dini yayın dağıtımı,’kadınlara tarikat toplantıları ve yine özellikle bu semtlerde bit gibi çoğalan kuran kursları tipik ve dikkate alınması gerekli örneklerdir. Dinci kesimin gösterilerinde, etkinliklerinde yer alan kadın kitlelerinin nicel sayısının yoksul semtlerde artış gösterdiğini de unutmamak gerekir.
Kadın hareketi, sendikal hareket, gençlik hareketi vb. tüm hareketler gibi ideolojik olarak bir sınıfsal zeminde durur. Ya burjuva ideolojisinin ya da proletarya ideolojisinin. Ortası yok. Proletarya ideolojisinden bağımsız kadın hareketi hangi ulvi kadın haklarını savunursa savunsun, hangi radikal (kadınca) eylemleri yaparsa yapsın burjuva ideolojisinin yedeğindedir.
“Kadın kitleleri ya devrime ait alacaklardır, ya da karşı devrime. Şuna güvenmeyin ki iç savaş giderek daha keskin biçimlere büründüğü için kadın da nerede durduğu ve ne için savaştığı konusunda karar verecektir. Eğer siz komünistler en geniş kadın kitlelerinin devrimci kampa katılmasına çalışmazsanız o zaman burjuva partileri kadınların karşı devrim kampında toplanmalarını sağlayacaklardır.” (C. Zetkin. sf. 93, age.)”
Kadın hareketi, kadın kitlelerini, cinsiyet köleliğinin varlığını ve devamını sağlayan sınıf köleliğine karşı birleştirerek, kadın cinsini erkek cinsinin lehine tutsak eden burjuva toplumunun, tüm kurum ve kuruluşları ile parçalanmasının etkin bileşenlerinden biri olmak durumundadır. Onun için de özellikle fabrika temeline oturan, işçi ve emekçi kadının merkez güç olduğu, aydın, öğrenci, ev kadını, gibi kapitalizmden çıkarı olmayan tüm kadın kitleleri ile kenetlenen bağımsız bir kadın örgütü yaratılması da kadın hareketinin kitleselleşmesinin etkin bir aracı olacaktır. (Emekçi Kadınlar Bülteni, mevcut kadın hareketini ve komünist kadın hareketini ayrıca ele alacaktır.)

KADIN ÇALIŞMASINA YÖNELİK TUTUMLAR ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Yaklaşık on ay önce başlayan kadın çalışması, bağımsız bir kadın örgütünün yaratılmasına doğru adım adım ilerlemekte. Bu yazıda çalışmanın olumlu-olumsuz değerlendirilmesine ya da bağımsız kadın örgütünün öz-biçim formülasyonları üzerinde durulmayacak. Çalışma başladığından bu yana, çalışmanın yankı bulduğu alanlarda, şimdilik önemsiz gibi görünen, ama çalışmanın ilerlemesini veya gerilemesini etkileyebilecek kimi yaklaşımlara, küçük burjuva anlayışlara değinmek, bu konuda sınıf bilinçli öncü işçilere, devrimci demokratlara, çalışmanın ilerlemelimde rolü olabilecek tüm insanlara düşen görevler ve devrimci tutumlar üzerinde durulacaktır.

ÇALIŞMANIN KÜÇÜMSENMESİ
“Gençlik arasındaki çalışma bağıntısında görülen küçümsemeden daha az olmayan bir küçümseme emekçi kadınlar, kadın işçiler, işsiz kadınlar ve ev kadınları arasındaki çalışma bağıntısında da ortaya çıkmıştır.”
Dimitrov’un bu saptamasının sürmekte olan çalışmaya “bu çalışmadan bir şey çıkmaz” yaklaşımı ile günümüzde hayat bulması, hem bu çalışma için hem de yaklaşımın sahipleri için, üzücü ve düşündürücüdür. Böyle düşünüp böyle konuşmak en iyi ihtimalle niyetten bağımsız, kadınların mevcut köle durumundan hoşnut olmak anlamına gelir. En kötü ihtimalle de sermayeye hizmet etmektedir. Çünkü bu çalışma nasıl gelişir nasıl geriler noktasında dostça uyandan, eleştirel yaklaşımdan uzak bir tutumdur. Annesinin karnındaki çocuğa, zekâ özürlüdür demek gibi bir şeydir bu.
Kadın çalışmasını her alanda meşrulaştırmaya çalışan, mücadeleci, direngen, atılgan, sistemin kadın kabuğunu kırmış, burjuva-feodal sistemin her türden kadına yönelik baskısına karşı tavır alan kadınları, sistemin gerici değer yargılarıyla yargılamak yalnızca, küçümsemenin bir biçimi olarak değil, hangi kılığa girerse girsin niyetten bağımsız olarak ücretli köleliğin devamından yana olmaktır. “Kadınlara karşı bir mücadele yoldaşına davrandığı gibi davranmayan, geçmişin mirasının kökünü acımasızca kurutmayan komünistler damgalanmak zorundadır” (Dimitrov.)

ÇALIŞMAYA KATILIMDA YA DA KATILMAYA TEŞVİKTE DUYARSIZLIK HATTA ENGEL OLUNMASI
“Kadınlar arasındaki çalışmanın ihmali ve bu çalışmanın sadece kadın komünistlerin işi olduğu görüşünün kökü kazınmalıdır.” (Clara Zerkin)
Kadının yaşamında ezilme nedenleri ve biçimleri olan ilişkiler ve işler, kurtuluşuna gidecek yolun aydınlatılması çalışmasına katılımda da kuşkusuz engeldir. Ancak, çalışmanın bir ucundan tutabilecek birçok kadın, kendilerine yardımcı olabilecek, önlerini açabilecek yakınlara sahip olanlar bile gerekli duyarlılığı göstermiyorlar. Hatta dünyayı değiştirme dönüştürme mücadelesi içinde yaşayan kadın yakını (baba, koca, sevgili, abi, arkadaş) erkekler, çalışma içinde kadını yakınlarının aldıkları görevleri olumlayan-olumlamayan girişimlerle kadının inisiyatifini “kocalık”, “babalık” inisiyatifi görüntüsü ile köreltmekteler. Yine, bir dönem çalışmalara istekle katılan kadınların, kocayı Ve evi ihmal gibi gerekçelerle, “erkek yakınların” uyarı ve etkileriyle çalışmayı uzaktan izledikleri görülmektedir.
Ayrıca, çalışmanın sürdüğü tüm alanlardan kıpırtının hissedilmediği kesim, kamu çalışanları ve onların sendikal çevreleridir. Kadın sorunlarına yaklaşımları “memurca”. Çalışmanın yalnızca kadının kendi sorunu (grevli toplu sözleşmeli sendikalı olma mücadelesinde bu çalışmanın taşıyacağı olanaklar göz ardı edilmekte) olarak nitelendirilmesi, kadın mücadelesinin gelişmesinde katabilecekleri gücü ve olanakları, kadın çalışması kavranamadığından esirgenmektedir.

KADIN ÇALIŞMASINA SOSYALİST YARIŞMACILIKTAN UZAK, KAPİTALİST REKABETÇİ YAKLAŞIM
Karşı sınıf örgütlülüklerinin en küçük parçasına tahammül edemeyen kapitalizm, tepeden tırnağa kendisi örgütlü. Öyle ki onun ideolojik vantuzları, dünyayı değiştirme-dönüştürme kavgası içinde olan insanları da kavrayabilmekte. Bu çok tehlikeli iflah olmaz gizli hastalıkların kaynağıdır. Yalnızca kadın çalışması için değil, hayatın her alanında verilen örgütlü mücadelenin öncüleri, taraftarları arasında rastlanabilecek; ama nerede görülürse görülsün kişiliğe sinmiş küçük burjuvanın yaşamasına hayat hakkı tanınmamalı. Kişiliklerin ve mücadelenin devrimci tarzda üretilmesinin önünde engel olan bu hastalıklı ruh hali, dış, görünen çevre ilişkilerinden çok, kişinin ruhunun, alışkanlıklarının en çıplak dolaştığı ev yaşamında, kadın-erkek ilişkilerinde ve kadın çalışmasına yönelik yaklaşımda, kişiliğin bilmem kaçıncı katına gizlenmiş binlerce yıllık ataerkil, burjuva, küçük burjuva hastalıkların hepsini depreştirmektedir.
“Bir küçük burjuvanın başarısı, diğer küçük burjuvanın bağrına saplanmış hançeridir.”. Ama bu çalışmanın küçük burjuva ideolojisinin yeniden üretildiği bir çalışma olmadığı, sık sık anımsanarak, olası başarıları bağra saplanmış bir hançerin acısının hezeyanıyla çırpınmadan, sınıf mücadelesinde sermayeye saplanacak bir hançer ucu olarak kavramak gerekir.
Sistem, kadını köleleştirme aracı olarak devlet zorunu, devletin izdüşümü mülkiyetçi aileyi, yasaları, dini, gerici gelenekleri ve erkek cinsini kullanır. Bir bütün olarak kadını köleleştirici tüm olanaklarını seferber eder. Kadın cinsi de sistem kaynaklı zaaflarını, eksikliklerini kullanarak köleleştiren unsurlardan, kendisini muaf tutamaz. Bedenine, emeğine, erkeğe, gücüne, toplumsal yaşama yabancılaştırman kadın, “kadınlık psikolojisi ve kadın ruhsallığı, kadınlık rolleri” ile köle kadını yeniden kuşaktan kuşağa kendi eliyle de üretir. Kadın çalışmasına bugün yer yer sosyalist yarışmacılıktan uzak, kapitalist rekabetçi ruh haliyle burun kıvıran yaklaşımlardan, ben yoksam bu çalışma tu-kaka olur, bir yere varmaz gibi, küçük burjuvanın dar kafalı tipik ruh haline denk düşen tutuma Lenin’den bir hatırlatma yapmakta yarar var. “Binlerce küçük burjuvanın beyinlerini değiştirmek kitlesel büyük bir devrim yapmaktan çok daha zordur.”(Sol Komünizm)
Bu rekabetçi dar kafalı yaklaşım sınıf mücadelesinin tüm alanları için aynı oranda tehlikelidir. Çünkü her konuda bir devrimci gibi davrananlar kadın konusunda zaafa düşerlerse bu devrimcilik tartışma götürür. “Ayrık otu gibidir dar görüşlü, bir türlü ölmez, kökünü kazımadan tarlayı ne kadar sürseniz yok edemezsiniz onu. Başınızı çevirinceye dek yeniden biter, saf saf gelişir ve çevresindeki tüm çiçekleri kökleri ile dalları ile boğurarak öldürür.” (Gorki, Edebiyat Yaşamım, s.122)
Kadın çalışmasının araçları olan bülten ve diğer yazılı materyallerin, gerek hazırlanışına katkı, gerekse okunup tartışılarak eleştiren düzeyde katkıda ve yayınların dağıtılmasında genel olarak bir eksiklik ve duyarlık zayıflığı da aşılmalıdır.
Yukarıda belirtilen çalışmaya yönelik (yaygın olmayan ama ciddiye alınması gerekli) tutumlar erkek ya da kadın, her iki cepheden de yaşanmaktadır. Erkek cephesinden bu tutumların varlığı şaşılacak bir şey değil. Kaçınılmaz bir tutumdur. Yüzyıllardır edinilen ideolojik donanım kadını onun kafasında, (niyet ne olursa olsun) özel mülkiyetin sandığına kitlemiştir. Yine kadının kölelikten kurtuluş çabası onun avantajı olan alışkanlıklarının, düzeninin altüst oluşunun paniği sayılabilir. Haftada bir gün karısı kadın toplantısına gittiği için, yemeğin pişmemesi, ya da tam o gün amcalar, dayılar, aile büyükleri kadınsız eve gelip konuk olduklarında, sorulacak sorulara verilecek yanıtın içeriği erkeği (devrimci olduğunu iddia etse de), sıkıntıya sokacaktır. Ama erkek cephesinde mutlak aşılması gereken bu tutumları onaylamak da mümkün değil. Eleştiri-özeleştiri mekanizması doğru, geliştirici tarzda işletilerek bertaraf edilmesi gerekir. Bu konuda soruna duyarlı, kadın ve erkek tüm sınıf bilinçli işçiler, devrimciler, onların örgütleri ve kadın mücadelesinin emekçi katılımcıları radikal bir tavır takınmalıdır.
Kadınlar cephesinden, kadın çalışmasını geriletiri etken olabilecek bu tutumlar ise daha fazla dikkate ve ciddiye alınmak durumunda olup, aşılması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak gerekmektedir. Sistemin köleliğe mahkûm ettiği kadın cinsinden olan insanların bu sorunları sınıf mücadelesinin bir parçası ve kendi kurtuluşunun gereği olarak kavramadaki zayıflığın, sistemin kadın bilincindeki gücünün belirtisidir.
Kadınlar cephesinde bir başka tutum olarak çalışmaya, taşıdığı bilinç ve sorumlulukları gereği daha fazla duyarlı olması gereken, sınıf mücadelesinin her alanında gösterilen ilgi ve duyarlılığı kadın çalışmasına gerekli bulmayan öncü kadınlar için Dimitrov’dan seslenmek yerinde olur: “Ama kız kardeşlerinin ilerlemesi için çaba harcamayan bir komünist kadın, kötü bir komünist kadındır.”
“Ateş, ölümlü tutkuları tüketen ve saf ruhu aydınlatan bir tanrı”dır ve bugün, kadın çalışmasının ateşi yakılmıştır. Üzerine su dökülmemelidir.
Kendini yaşadığı her alanda hayata karşı, sınıf mücadelesine karşı sorumluluk duyan tüm devrimci, demokrat, dürüst aydınlar (kadınlı-erkekli) kadın sorununda da üzerlerine düşeni yapmakta devrimci sorumluluğu göstermek zorundadırlar.
“Kısacası biz komünist kadınlar, nerede kadınlar acı çekiyor, nerede kadınlar haklan ve özgürlükleri uğrunda mücadele etmek zorunda kalıyorlarsa elimizde bilgi meşalesi ve irade ve eylem kılıcıyla orada olmalıyız. Bu nedenle haydi, proletaryanın kapitalist iktidara karşı mücadele edebileceği tüm örgüt ve organlarda, sendikalarda, kooperatiflerde, işletme ve işçi konseylerinde çalışma ve mücadeleye. Burada her yerde komünist kadın hareketinin ruh, iradesi ve eylemi, kadın üyelerinin devrimci düşünce ve davranışının artan gücünde kendini hissettirmelidir. Erkekler cesaretsizce tereddüde düştüklerinde kadınlar onları ulandırsınlar.” (Clara Zetkin)

Kasım 93

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑