Ekonomik ve siyasal sisteminde az çok istikrar olan bir ülkede geleceğe yönelik; örneğin bir, hatta bir kaç yıl sonrasına ilişkin tahminlerde bulunmak kolaydır. Çünkü ekonomik ve siyasi veriler belirlendikten sonra, bunların diğer sorunlar ve dünyadaki gelişmelerle ilişki kurulup karşılıklı etkileri gözetilerek, gelecekle ilgili kestirimler yapılabilir. Bu; “hem egemen sınıfın ideologları, ekonomistleri ve politikacıları, hem de devrimci, demokrat, komünist muhalifler için geçerlidir.
Ekonomik ve siyasal sistemleri istikrarlı olmayan ülkeler için ise; ne egemen sınıfların temsilcileri ne de düzene muhalif olanlar için, çok yakın gelecekler için bile, kestirimlerde bulunmak oldukça güçtür. Elbette ki; ekonomik ve siyasal sisteme diyalektiğin gözüyle bakanlar için, gelişmelerin doğrultusunu belirlemek her zaman olanaklıdır, ama olay ve olguları sık sık yeniden yorumlamak, önceki tahminleri gözden geçirmek de bir zorunluluk olmaktadır.
Özellikle ekonomik ve siyasal sistemin krizinin, hızla derinleştiği dönemlerde ortaya çıkan olay ve olguları sık sık inceleyip tablodaki yerlerine oturtmak, olup bitenleri hızla değerlendirip mücadelenin iniş çıkışlarını anlamlandırmak için daha da önem kazanmaktadır.
Bu yüzden ÖZGÜRLÜK DÜNYASI, hemen her sayısında, ülke ve dünyadaki gelişmeler üstünde durmakta, olup bitenleri Marksist-Leninist perspektifle okuyucularına aktarmaya çalışmaktadır. Ancak, olaylar öylesine hızla gelişmektedir ki; zaman zaman aylık değerlendirmeler yetmemekte, yakın geçmişin olay ve olgularının birlikte ele alınıp yeniden yorumlanması zorunlu olmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında, gerek Türkiye’yi coğrafi bakımdan çevreleyen Rusya, Azerbaycan, Gürcistan ve Filistin’de çok önemli gelişmeler yaşanmış, yaşanmakta; gerekse Türkiye’nin dış ve iç politikasında uzun zamandır biriken olgular, belki bir kaç ay önce belirsiz ve tali gibi gözüken olgular, kendisini belirleyici olarak dayatmaktadır. Bu nedenledir ki; bazı şeylerin tekrarı pahasına Türkiye’deki gelişmeleri, ortaya çıkan eğilimlerin doğrultusunu bir kez daha ele almak gerekiyor.
YENİ DÜNYA DÜZENİNİN AÇMAZLARI
Reagan ve Gorbaçov arasında 1986’dan itibaren başlayan görüşmelerle gündeme gelip, Varşova Paktı ve SB’nin dağılmasıyla, ABD’nin patronluğunda yürütülen yeni dünya düzenini inşa çalışmasının ideolojik temeli bütün uluslara ve emekçilere; ebedi barış, uluslararası adalet, evrensel bir demokrasi vaadiydi.
İddia edilen şuydu: Sosyalizm; savaşın, eşitsizliğin, baskı ve terörün kaynağı olarak kapitalizmi göstermiş, dünyada barış içinde yaşayan, sömürüşüz ve baskısız bir toplum kurmak için kapitalizmin yok edilmesini savunmuş, ama kapitalizm karşısında yenilgiye uğramıştır. Oysa kapitalizmin bugün geldiği aşamada, kapitalizm ortadan kaldırılmadan, sosyalizmin öne sürdüğü ve gerçekleştiremediği ebedi bir dünya cenneti gerçekleştirilebilir. Üstelik bu, sosyalizmin iddia ettiği gibi, uzun bir geçiş dönemine gerek kalmadan hemen gerçekleştirilebilir.
Reagan ve Gorbaçov, her görüşmelerinde, medya tarafından şişirilip propaganda edilen “sürpriz” yeni anlaşma ve uzlaşma paketleriyle, barışa ve demokrasiye susamış işçi sınıfı ve halklara umut pompaladılar.
Varşova Paktı ve SB’nin dağılmasıyla, propagandanın anti-sosyalist motifi daha da yoğunlaştırılarak sürdürüldü. Dünya barışını sosyalizmin tehdit ettiği, şimdi ise sosyalizm ortadan kalktığına göre, barışı tehdit eden başlıca nedenin ortadan kalktığı iddia edilerek, yeni dünya düzenini kurma kampanyasına hız verildi. Artık, dünyada barış, esas olarak tesis edilmişti, ama kimi diktatörler, bazı küçük bölgesel sorunlar, barışı tehdit edebilirdi. Onlar da, artık, iyice ABD ve Batılı emperyalistlerin güdümüne giren BM aracılığı ile halledilebilirdi. Böylece, ABD, BM’yi paravan ederek dünyanın her köşesindeki anlaşmazlığa müdahale etme imkânını elde ediyordu. Körfez savaşı ve Somali’ye saldırıda bu “masum” gerekçe kullanıldı.
Yeni dünya düzeninin baş aktörü ABD yönetimi, şunu kabul ediyordu: Evet, geçmişte biz ve SB, komünizme ya da kapitalizme karşı savaş nedeniyle, pek çok ülkede cuntaları, faşistleri, gericileri destekledik. Ama bugün böyle bir savaş kalmadığına göre, artık bu türden cunta ve darbeleri desteklememiz için bir neden de kalmamıştır. Bundan böyle her ulus kendi kaderini serbestçe tayin edecektir!
Ancak bir istisna getiriliyordu: Emperyalistlerin çıkarlarına dokunabilecek önlemler alan ve alacak yönetimler “barış düşmanı”, “terörist” ilan ediliyordu. Bu çerçevede, ABD’nin Panama’yı işgali, Gorbaçov’un Romanya’da darbe düzenlemesi, Körfez savaşı, Somali’nin işgali; barış, demokrasi ve insan hakları adına yapılan haklı savaşlar, haklı müdahaleler kategorisine sokuldu.
Emperyalist politikacılar, diplomatlar ve ideologlar tarafından yönlendirilen bu propagandanın, unsurlarının derinleştirilip ideolojik bir “bütünlük” kazandırılması işini ise, daha çok, bir zamanların ünlü “Marksistleri”, burnundan kıl aldırmayan anti-emperyalist aydınlar, bir zamanların ilerici bilim ve politika çevreleri üstleniyordu. Bu çabalar uluslararası kapitalizmin devasa iletişim aygıtları ve dev propaganda makinesinin imkânlarıyla birleşince kapitalizm, son 150 yıllık tarihi içinde, sosyalizm karşısında ilk kez böylesi bir moral ve entelektüel üstünlüğe sahip oluyordu. Ve ilk kez; emperyalizmi, emperyalizmin çıkarlarını savunanlar ilerici, değişimci; Marksizm’i, anti-emperyalizmi, sınıf mücadelesini savunanlar gerici, muhafazakâr olarak niteleniyordu.
Bütün bu barış, adalet, insan hakları edebiyatı; emperyalistler arası çatışmaların, sınıf ayrılıklarının, ulusal çatışmaların sürüp gittiği, dahası sömürünün, bütün dizginlerinden boşanmış bir kapitalizmin dünyanın her köşesinde at koşturduğu koşullarda yapılıyordu.
Elbette ki; entelektüel yaşamın kaosa itilmiş olması, işçi ve emekçilerin bakış açılarının bulanıklaştırılması, mücadeleyi olumsuz etkiler; onların gericiliğin ve emperyalistlerin politikalarının dayanakları olmasını kolaylaştırır, ama temel toplumsal çelişmeler eninde sonunda kendisini ifade etmenin bir yolunu bulur. Hele inşa edilen ideolojinin temeli yeni dünya düzeni gibi, çok keskin çelişmelerin yaşandığı çok çürük bir temel üstünde yükseliyorsa, bu ideolojinin bir kaç yıl dayanması bile başarı olurdu. Öyle de oldu. Emperyalist kapitalizm, tarihinin en parlak devrini yaşadığı, hatta tarihin, artık bittiğini ilan ettiği bir dönemde tarihinin en onulmaz krizlerinden birisinin pençesinde buldu kendisini.
Daha on yıl önce, sadece gelişmemiş ülkelerin başlıca sorunu olarak nitelenen enflasyon, işsizlik, ekonomik durgunluk; en gelişmiş kapitalist ülkelerin bile başlıca ve çözümü pek mümkün görünmeyen sorunu haline geldi. Herkese barış, refah, daha çok demokrasi vadeden yeni dünya düzeni, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile; 50 yıl önce kazanılmış işçi ve emekçi haklarına, sosyal fonlara saldırmak, toplumsal barışı bozmak zorunda kaldı. Avrupa’nın, artık, ’60’lı yılların nostaljisi saydığı grevler, genel grevler, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, Hollanda gibi en gelişmiş ve en eski emperyalist ülkelerde yeniden gündeme geldi. Yeni dünya düzeninin başlıca ideolojik motiflerinden birisi olan parlamentoculuk ve çok partili düzen, adeta iflasını ilan edermişçesine itibar yitirdi. Yolsuzluklar,” rüşvet; kişileri aşarak bizatihi parlamentoların ve siyasal partilerin işlevi olarak ortaya çıktı. Kontrgerilla, Mafya, siyasi partiler, parlamento, hükümet ve en itibarlı devlet kuruluşlarının iç içeliği açığa çıkarken, burjuva demokrasisi ve onun kurumlarının çürümüşlüğünün derecesi, halk yığınları tarafından bile görülür hale geldi.
Öte yandan iç savaşlar, ülkeler arasındaki uyuşmazlıklar ve çatışmalar, 10 yıl öncesine kadar dünyanın barış ve istikrar merkezi görünümündeki Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Avrupa’yı da içine alarak genişledi. İstikrarsızlık bölgelerine yenileri katıldı.
IMF ve Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde yürütülen ve geri ülke ekonomilerinin yeni dünya düzenine uyumlulaştırılması olarak nitelenen ekonomik politikaların; bu ülkelerde işsizliği, enflasyonu arttıran, ulusal ekonomileri çökerten sonuçlan iyice açığa’ çıktı. Özelleştirmelerin, iddiaların aksine, geri ülkelerin sanayileşmesine değil, daha çok emperyalist hegemonyaya yol açtığı, indirilen gümrük duvarlarının, kaldırılan sübvansiyonların geri ülke ekonomilerini çökertmekten öte bir işleve sahip olmadığı pek çok ülkede yaşandı, yaşanıyor.
Kısacası, yeni bir dünya düzeni iddiasıyla çıkılan yolun, eski dünya düzenini restore etmesi ve emperyalizmin çıkarlarının sınırsız korunduğu bir dünya olduğu gerçeğini her gün daha çok açığa çıkarması, yeni dünya düzeninin yandaşları içinde de fikir ayrılıklarına yol açmış bulunuyor. Kimileri bu düzene, artık, yeni dünya düzensizliği derken, kimileri bu dünyanın kolayca kurulamayacağını kabul etmiş durumdalar. Dahası işçi ve emekçi sınıfların gözleri önüne gerilen sis perdesi yavaş yavaş da olsa etkisini yitiriyor.
İşte, bölgedeki ve Türkiye’deki gelişmeler de yeni dünya düzeninin içinde bulunduğu bu çözümsüzlüklerle anlamlanıyor.
YENİ DÜNYA DÜZENİNDE TÜRKİYE’YE BİÇİLEN ROL
Ortadoğu, yeni dünya düzeninin en sorunlu bölgelerinden birisi, belki de birincisiydi. Bu bölge, kapitalist dünyanın hâlâ asıl enerji kaynağı olmaya devam eden petrol rezervlerinin önemli bir kısmına sahip. Ama petrol varlığından başka önemli hemen hiç bir şeye sahip olmayan bu bölgede devletlerin önemli bir bölümü, emperyalistler tarafından kurulup yaşatılan suni devletler, despotik krallar, şeyhler ya da diktatörler; halkların ihtiyaç ve istemlerini önemsemeden, arkalarındaki emperyalist destek sayesinde varlıklarını sürdürüyorlar. Bu nedenle de bölgedeki en sakin görünen devletlerin bile, yarın ne olacağı belirsizdir. Üstelik bu ülkelerin yönetimleri sürekli olarak, birbirleriyle, çoğu zaman pek belli olmasa da, çatışma halindedirler. Akşam dost olarak yatanların, sabah kanlı düşmanlar olarak uyanmaları Ortadoğu yönetimleri için yadırganır bir tutum değildir. Bu yüzden de Ortadoğu’da hükümetler, birbirlerine arkasını dönmeden politika yürütmek ihtiyacındadırlar.
Üstelik Ortadoğu, Kuzey Afrika’nın Atlantik kıyısından Afganistan’a kadar uzanan İslam dünyasını etkileyen bir dinsel, politik coğrafyanın da tam ortasında bulunması bakımdan yeni dünya düzeni için ayrı bir önem taşır.
Bu bölge; petrol rezervlerine sahip olma, Güney Asya ile Batılı emperyalist ülkeler arasında en yakın deniz ticaret yollarını denetleme ve ekonomik-politik istikrarsızlıklar bölgesi olmasıyla karakterize olur. Yoksullar ve zenginler arasındaki uçurum, dünyanın hiç bir köşesinde Ortadoğu’daki kadar çarpıcı değildir. Ve yine siyasal iktidarı elinde tutanlarla halk yığınları arasındaki kopuklukta, ancak bazı Latin Amerika ülkeleri Ortadoğu ülkeleriyle yarışabilir.
Öte yandan son 15 yılda ortaya çıkan radikal İslami akımlar, İran’ın desteğinde, hemen tüm İslam ülkelerinde, bir yandan ortaçağ, öte yandan anti-Amerikan, anti-Hıristiyan motifleri kullanarak güç kazanmaya başlamış, yeni bir istikrarsızlık unsuru olarak bu karmaşık ilişkiler tablosuna eklenmiş bulunmaktadır.
Bu haliyle Ortadoğu, dünyanın istikrarsızlık unsurlarını en çok taşıyan bölgelerden birisidir. Ama aynı zamanda Ortadoğu, emperyalist kapitalist dünya için, en vazgeçilmez bölgelerin birincisidir.
Bu istikrarsız bölgenin, Batılı emperyalistlerle, kendisindeki bütün istikrarsızlığa karşın, en istikrarlı ilişki içinde olan ülkesi Türkiye’dir.
1838 Tanzimat Fermanı’ndan bu yana Türkiye, kesintisiz olarak Batı’lı büyük kapitalist ülkelerle ‘Vasal” ilişkisini benimseyip sürdürmüş bir ülkedir. NATO, CENTO gibi Batılı paktlarına girmiş, her zaman Batı emperyalizminin Ortadoğu’daki beşinci kolu gibi faaliyet göstermiş, bu rolle öğünmüş bir ülkedir Türkiye.
SB’nin dağılmasından sonra da Türkiye, bu tarihsel rolüyle kendisini pazarlamaya çalışmış, açıkça Batılılara, “Ortadoğu ve Türkî cumhuriyetlerde çıkarlarını korumak için Türkiye’ye ihtiyaçları olduğu” propagandasını yapmıştır. Batılılar da Türkiye’nin hevesini kırmamış, bu kadim müttefiklerini İsrail’in yanı sıra Ortadoğu jandarmalığında bir üs, bir ileri karakol olarak kullanmak için ona görevler yüklemişlerdir.
Türkiye’nin bu role soyunurken iddiası; Ön Asya’da Avrupa’ya en yakın coğrafi konuma sahip olmak, az çok gelişmiş ekonomisi ve ulaşım imkânlarıyla Ortadoğu ve Orta Asya ile Avrupa arasında köprü teşkil etmek, “demokrasi” ve “laik”lik gibi konularda öteki İslam ülkelerine örnek olmak, Arap ülkeleri ve Türkî cumhuriyetlerle tarihsel, kültürel, etnik, dinsel vb. ortak bağlar gibi emperyalistler için gerçekten cazip koşullardır. Bu olanaklara emperyalistler elbette “hayır” demezlerdi, demediler.
Gerçi Türkiye’nin Arap ülkeleriyle tarihsel, dinsel, kültürel dediği bağlar avantaj değil problemdi. Körfez savaşıyla bu problem daha da büyüdü. Açıkça emperyalist saldırganlardan yana tutum takınan Türkiye’nin kraldan çok kralcı tutumu, Arap halkları, arasında büyük bir öfkeye yol açtı. Suudi Arabistan gibi tam emperyalist uşağı şeyhlerce yönetilen ülkeler bile, Arap halklarının tepkisini gözetmek ihtiyacını duydu. Ve bu yüzden de Türkiye ile Arap ülkelerinin arasında sürekli olarak dolaşan kara kedi, Körfez savaşından sonra daha belirgin bir biçimde dolaşır oldu. Ama coğrafi konum ve Türkî cumhuriyetler için söylenenler, inandırıcıydı. Bu yüzden Türkiye yeni dünya düzeninde, emperyalistler için Ortadoğu’yu denetlemede bir üs, Batılıların Türkî cumhuriyetlerdeki ekonomik, diplomatik, haber-alma vb. faaliyetleri için de bir sıçrama tahtası, bir taşeron görevi biçiyordu kendisine.
Böylece, NATO’nun öneminin azalması ve AT kapılarının kapanmasından sonra, Batı gözünde Türkiye’nin yeniden önem kazanacağını umuyordu Türk egemen sınıfları.
Dış politikada sadece bir taşeronluk rolü, bir sıçrama üssü olmaya razı olan derbeder politika; içerde, Kerkük ve Musul’da hak iddiaları, “Adriyatik’ten Çin Şeddine Türklük dünyası”, “21. asrın Türk asrı olacağı” hamasetiyle yoğrulup İslamcı-Turancı ideolojiyle Türk büyük burjuvazisi ve orta sınıflar motive edilmeye çalışılıyor, sınıflar arasında giderek derinleşen çatışmanın üstü şovenist bir örtüyle örtülmeye çalışılıyordu.
Gelişmelere, artık, dünyada sınıf ve ulusal ayrılıkların önemini yitirdiği, dünyanın çatışmasız, ebedi barışa giden yola girdiğini iddia eden yeni dünya düzeni ideolojisinin gözlüğü ile bakılırsa, her şey çok güzeldi. Ciddi bir devletleşme ve uluslaşma geleneği taşımayan, SB’nin parçalanmasıyla ne yapacağını şaşırmış Türkî cumhuriyetler, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, yetişmiş teknik işgücü ve sağlam alt yapısıyla “uyanık”, “iş-bitirici” Türk kardeşlerini bekliyordu. Türkiye’de bu geniş alandaki ekonominin çarkını çevirecek para yoktu, ama bunu da ABD ve öteki emperyalistler sağlardı. Bu arada Türk burjuvazisi taşeronluktan gelecek kırıntılarla bile “köşe” olabilirdi. Kısacası, Türkî cumhuriyetler tam bir yolunacak kaz gibi görünüyordu.
Bu bölgeye yapılan ilk geziler, tam da umdukları gibi gitti. Şark usulü ziyaretlere şark usulü nutuklar ve karşılama törenleriyle karşılık verildi. Otağlar kurulup kımızlar içildi, nostalji yapıldı, neredeyse Türkçülerimiz bile, Orada gördükleri “Türklük değerleri” karşısında titreyip kendilerine geldiler. Dinlerini unutanları yeniden hak yoluna getirmek için din adamları, Türklük zafiyetine uğrayanları eğitip silahlandırmak için faşist sivil militanlar, ideologlar, MİT ve kontrgerilla elemanları bu ülkelere ihraç edildi. Ama bu ihracat Türkiye’ye pek döviz getiren bir ihracat olmadığı gibi, bunların faaliyetleri de gittikleri ülkelerde pek “kardeşçe” bulunmadı. İşlerin nutukla, edebiyatla yürümeyeceği anlaşılınca, ABD’nin desteğinde Azerbaycan üs olarak seçildi. Elçibey, önce darbeyle işbaşına getirilip sonra cumhurbaşkanı seçtirildi. Buradan diğer Türkî cumhuriyetlere müdahale edilebileceği hesap ediliyordu. Ama bunun da çıkar yol olmadığı kısa bir süre sonra görülecekti.
Kısacası; Türkiye, yeni dünya düzeninde kendisine bir yer açmaya çalışırken, coğrafi yerini, siyasal sistemini, ekonomik gücünü, Arap ve Türkî cumhuriyetler halklarıyla dinsel, kültürel, etnik, tarihsel yakınlığını piyasaya çıkarmıştı. Bütün bu “metalar”a Batılıların biçtiği bir tek değer vardı: Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalizmin bir karakolu, ikinci İsrail ve Türki cumhuriyetlerde emperyalistlerin taşeronluğunu yapmak.
Türkiye, bu rolü ne ölçüde yerine getirdi şimdi de ona bakalım.
HESABA KATILMAYAN DIŞ VE IÇ GELİŞMELER
Kuşkusuz, Türk egemen sınıfları ve onların siyasi temsilcilerinin başlıca yanılgısı; yeni dünya düzeninin ideologlarının, “sosyalizm öldü”, “sınıf mücadelesi ve ulusal ayrılıklar önemini yitirdi”, “globalleşen bir dünyada yaşıyoruz” yollu propagandasına ciddi olarak inanması, daha doğrusu inanmaktan başka bir seçeneği olmamasıydı. Çünkü 150 yıl süreyle, girmek için uğraştığı, bir üyesi olmak için her şeye katlandığı Avrupa’dan dışlanmıştı Türkiye. Avrupalı bir devlet olmanın bugünkü kriteri olan AT’a ve BAB’a girmekten artık umut kestiğini, ’80’li yılların sonunda resmen kabul etmişti. Bu yüzden de, yeniden emperyalizmin işine yarayan bir pozisyon elde edebilmek için emperyalistler tarafından yeniden tariflenen yeni dünya düzeninde bir “uç beyliği” koparmak bile kârdı. Ve Türk egemen sınıfları, bu rolü ancak yapılan tanıma tam inanarak seçebilirlerdi. Öyle yaptılar.
Ne var ki; gerçek dünya, emperyalist ideologların gönlünde yatan dünya ile çok farklıydı. Evet, sosyalizm yenilmiş, büyük bir itibar yitimine uğramıştı, ama ne sosyalizmi zorunlu kılan işçi sınıfının sömürülmesi ortadan kalkmış, ne ezen ezilen ulus ayrımı ortadan kalkmış, ne de çelişmesiz, globalleşmiş bir dünya kurulabilmiştir. Tersine yaşanan dünya, bütün çelişmelerin daha da keskinleşip derinleştiği, sadece ezenlerle ezilenlerin değil, yeni dünya düzenini kurmakta hemfikir olanların da aralarında kıyasıya çatıştığı bir dünyadır. Birer birer ülkelerde de, sınıflar mücadelesi, işçi sınıfıyla burjuvazi, emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasında mücadele sürüp gitmektedir.
Nitekim Türkiye, emperyalistlerin kendisine biçtiği rolü yerine getirmeye yöneldiğinde, başlıca iki alanda, hem iç hem de dış faktörler tarafından sınırlandırılmıştır.
Dışarıda, uzaktan bakıldığında homojen, Türkiye’ye karşı sempatiyle baktığı sanılan Türkî cumhuriyetlerin durumunun sanıldığından çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkmıştır. Her bir cumhuriyetin, gerek öteki cumhuriyetlerle sorunları olduğu, hem de Rusya’ya ekonomik, kültürel, teknik, askeri, siyasi vb. bakımlardan sanılandan çok daha fazla bağlı oldukları ortaya çıkmıştır. Bütün bu, gerçek yaşamı doğrudan etkileyen faktörlerin yanında “Türklük”ün, bin yıl önce aynı çayırlarda at koşturmuş olmanın çok sonradan gelen bir unsur olduğu görülmüştür. Dahası bu cumhuriyetler, laf ve nostaljik sohbetler ötesinde, daha elle tutulur talepleri, Türkiye tarafından karşılanamayacağını kısa sürede görmüşler, ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerle doğrudan ilişkiyi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır.
Öte yandan en azından uzunca bir süre kendi canının derdine düşeceği umulan Rusya, kendisini çok kısa sürede toparlayıp, eski nüfuz alanlarında yeniden kesin söz sahibi olmak için olanaklarını kullanmış, bir üs olarak tahkim edilen Azerbaycan’ı bile bir omuz darbesiyle avucunun içine düşürmüştür.
Batılı emperyalistler de, ilk temaslardan sonra, Türkî cumhuriyetlere Türkiye üstünden gitmenin pek akılcı olmadığını görmüşler; İran, Rusya, Ermenistan gibi ülkeleri de devreye sokmuşlardır. Daha çok da, ekonomik olarak kendilerine muhtaç ama bölgede tek gerçek nüfuz sahibi olan Rusya aracılığı ile bu cumhuriyetlere yönelmeyi tercih etmişlerdir. Çiller’in Moskova’da “Adriyatik’ten Çin Şeddine Türk Dünyası” laflarını artık ağızlarına almayacaklarını açıklayacak kadar alçalmasının bu alanda yürütülen son 5 yıllık politikanın iflası anlamına geldiğini dost düşman herkes kabul etmektedir.
Özal’ın Körfez politikasının, Kerkük Musul derken, sadece Türkiye’ye 20 milyar dolarlık bir yük bırakmasının arkasından, Türk dış politikasının mihverini teşkil eden Türkî cumhuriyetler politikasının utanç verici bir biçimde çökmesi, Türkiye’nin yeni dünya düzeninde kendisine seçtiği mütevazı taşeronluk rolünü bile yerine getiremediğinin en açık kanıtı olarak değerlendirilmelidir.
40 yıllık ulusal dış politikanın mihenk taşı olan Kıbrıs’ta da durum hiç farklı değildir. Kıbrıs Türk toplumunun siyasi partileri ve önde gelen liderleri aralarında anlaşamadıklarını söyleme imkânına sahip olmadan bölünmüşlerdir. Türkiye’nin nasıl bir çözümü savunduğu belli değildir. Bugüne kadar sürdürülen “çözümsüzlüğün en iyi çözüm olduğu” biçimindeki tez iflas etmiş, Batılılar “gerçek” bir çözüm için baskı yapmaktadır. Türk tarafı taviz vereceğini belli etmektedir, ama bu tavizin ne olduğunu söylemeye kimse cesaret edememektedir. Kısacası, Kıbrıs’taki bunalım Türkiye’nin dış politikasında bir bunalım olarak yansımakta, koalisyon partileri, hükümet, başbakan, cumhurbaşkanı, muhalefet partileri her biri bir başka şey savunur duruma düşmüşlerdir. Böylece, politikanın öteki önemli ayağı Kıbrıs politikası da çökmüş, Türkiye Filistin’den sonra Kıbrıs’ta da bir Pax-Amerikana ile yüz yüze kalmış bulunmaktadır.
“Ortadoğu’nun lider ülkesi” iddiasını elden bırakmayan Türkiye, Filistin-İsrail “barış anlaşması”nda da dışlanmış, Türkiye Dışişleri Bakanlığı, anlaşmayı, ancak basından öğrenmiştir. Böylece, kendisine Ortadoğu’da ciddi bir rol düşmediği, Türkiye’nin yüzüne çarpılmıştır.
Kürt ulusal mücadelesi, Türkiye’nin bir kaosa sürüklendiği başlıca sorunlardan biri olarak görünmektedir.
“Adriyatik’ten Çin Şeddine” politikasının öteki ayağı olan ve Türk kamuoyunda önemli yankılar uyandıran Bosna-Hersek sorununda da Türkiye tümüyle devre dışı bırakılmış, iç politikada şovenizmin kışkırtılması ötesinde olan sorunda da Türkiye’ye bir rol tanınmamıştır.
Öte yandan Türkiye; İran, Irak, Suriye, Ermenistan ve Yunanistan’la adeta kanlı bıçaklıdır. Şu veya bu nedenle komşularını tehdit ederek hizaya getiren bir yol izlemekte, ama bu yolla da kendisinden başka kimseye zarar verememektedir.
Yaklaşık on yıldır silahlı bir mücadeleye dönüşmüş bulunan Kürt mücadelesini, Türkiye, elindeki bütün imkânları kullanmasına karşın bastıramamaktadır. Tersine, adeta dipsiz bir bataklıkta çırpınan adam gibi, çırpındıkça daha çok batmaktadır. Batılılar ise; Kürtlere kimi özerklikler verilerek sorunun “çözümlenmesini” istemektedir. Ne var ki; Anayasa’dan siyasi partilere, Genelkurmaya kadar çeşitli çevreler böyle bir tavize bile yaklaşmakta direnmektedir. Ama Kürt savaşı, bir yandan dış baskılar, öte yandan ekonomik askeri imkânlar bakımından her gün daha çok açmaza girmektedir. Savaşın boyutları büyüdükçe de güçlükler artmakta, Türkiye’nin istikrarsız ekonomik, siyasal ve toplumsal görüntüsü daha çok açığa çıkmaktadır. Sorunu, ulusların kendi kaderini tayin hakkından çıkaran ve Kürtlere kısmi kültürel özerklik öneren çeşitli emperyalist ülkeler, burjuva siyasi çevreler ve PKK’dan gelen öneriler bile gündeme girememekte, Türk egemen sınıfları tercihlerini Kürt sorununu terörle bir sorun olmaktan çıkaracaklarını iddia ettikleri bir yol izlemekte ısrar etmektedirler. Ancak öyle görünmektedir ki; bu yolda da çok fazla ilerleme şansları kalmamış, özellikle ABD’den gelecek bir Kürt çözümüyle yüz yüze kalmaları pek uzun bir zaman almayacak görünmektedir.
Ortadoğu’nun ekonomisi en güçlü, döviz sıkıntısı olmayan, ihracat sorununu çözmüş ülkesi olarak kendisini takdim eden Türkiye, son bir kaç yılda tersine dönen bir imaj kazanmaya başlamıştır. Bütün dertlere deva olarak öne sürülen özelleştirmede bir türlü adım atılamamaktadır.
Türk ekonomisinin emperyalist sisteme tam adaptasyonunun politikası olan özelleştirme, bir yandan sınıfa yönelik bir saldırı olarak işçi ve emekçi yığınlarında giderek derinleşen ve bir eyleme dönüşmesi kaçınılmaz bir hoşnutsuzluğu yaygınlaştırırken, öte yandan ulusal sanayinin emperyalist tekellere ve yerli büyük burjuvaziye peşkeş çekilmesi, anti-emperyalist, devrimci ve demokrat çevrelerden de tepki almaktadır. Bu çevrelerden henüz ciddi tepkiler ortaya çıkmamıştır, ancak bütün veriler bir hoşnutsuzluğun hızla mayalanmakta olduğunu, sendikaların yan çizmesine karşın işçi yığınlarının, sendika şubeleri ve ileri, öncü işçilerle birlikte, özelleştirmeye karşı “ne yapmalıyız” sorusunu gündeme aldıklarını göstermektedir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki; ilk ciddi uygulamada bu hoşnutsuzluğun eyleme dönüşeceğinin bütün belirtileri vardır.
IMF ve Dünya Bankası’na verilen sözlere karşın, bütçe dikiş tutmamakta, bütçe açığı ve dış ticaret açığı giderek korkutucu boyutlara ulaşmaktadır. Devlet bütçesinin yarısına yakını iç ve dış borçların faiz ödemelerine gitmektedir. Devlet sadece yatırımlardan kısıntı yapabilmekte, bütün diğer alanlardan Silahlı kuvvetler ve polise fon aktarmaktadır.
Nitekim devletin kendi resmi açıklamalarına göre; ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 45’e düşmüş, yılın ilk sekiz ayında ihracattaki artış sadece yüzde 1,5 düzeyinde kalırken ithalattaki artış yüzde 22’lere ulaşmıştır. Bunun ekonomi dilindeki adı iflastır. Başbakan, bu durumu “ekonomi düz duvara çarpmak üzeredir” diye ifade etmekte, ancak özelleştirme yapılır, KİT’ler tasfiye edilirse, bu alandan gelecek ek gelirlerle ekonominin duvara çarpmaktan kurutulabileceğini söylemektedir. Ki, bunun da hiç bir inandırıcılığı yoktur. Eğer hiç bir engel olmadan özelleştirmeyi gerçekleştirseler bile, 1994’te özelleştirmeden beklenen 30 trilyon TL’dir. Oysa ’94 bütçesinin daha baştan kabul edilen açığı 275 trilyon düzeyindedir. Bu açığın gerçekte 500 trilyona yaklaşacağı ekonomistler tarafından öne sürülmektedir.
Hükümet, bu açığı, hazırlanan “vergi reformuyla” kapatacağını söylemektedir. Ama gerek hazırlanan tasarı, gerekse meclisin yapısı göz önüne alındığında, sonuçta sadece işçi ve emekçiler üstünde vergi yükünün artırılacağını, “vergi reformu” denilen şeyin, İngiltere’deki gibi, bir “kelle vergisine” dönüşeceğini söylemek bir kehanet olmaz. Bu ise, emekçi sınıfların daha çok ezilmesi, buhranın yükünün onların üstüne yıkılması anlamına gelecektir ki; işçi ve emekçilerin yaşama koşullarının zaten güç olduğu düşünüldüğünde, “vergi reformunun” bir sosyal patlamanın nedeni olabilmesi için bütün koşullar elverişli hale gelecektir.
Eğer bir ülkede, işsizlik yüzde 20’leri, enflasyon yüzde 70’leri aşmışken, devlet hâlâ işsizliği ve enflasyonu artırıcı yöntemlerle ekonomiyi düzlüğe çıkarmaya çalışıyorsa, artık, bu ülkede ne ekonomik ne de siyasi istikrardan söz edilebilir.
Bütün bu kötü gidişata karşın, büyük sermaye çevreleri durumlarından memnundur. Birkaç milyarlık sigorta ve vergi borcunu ödemeyen işadamları lüks otellerde 10-30 milyara mal olan düğünler, havuz başı partileri, defileler düzenlemekte, devlet büyükleri, bu “dolce vita” yaşamın baş konukları olarak boy göstermektedirler.
Ülkeyi diğerinden daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya çıkan düzen partileri, her birini ötekinden ayıran kendi kimliklerini tanımlamakta ’80 öncesinin bile çok gerisindedirler. Tersine, yeni dünya düzenine en çabuk uyum gösteren kurumlar olarak her biri serbest pazar ekonomisi ve sınıflar-arası barışı başlıca ilke edinerek birbirinin kopyası partilere dönüşmüşlerdir. Bu yüzden de bu partilerden herhangi birisi bugünkü krizi aşabilecek inandırıcı çözüm yolları ortaya koymaktan uzaktır. Tersine, bugün Türkiye’nin sorunlarına çare olamayacağına sıradan insanların da inandığı aynı politikaları “ben daha iyi uygularım” ötesinde söyleyebilecekleri hiç bir şey yoktur. Tersine, söylenen “Ben özelleştirmeyi daha çabuk yaparım”, “benim özelleştirmem ötekilerden daha iyidir”, “ben Kürt mücadelesini şöyle ezerim, öteki bunu beceremiyor”, “ben ABD ve IMF’yle daha iyi anlaşır, daha çok borç bulurum” vb. den ibarettir. Üstelik partiler arasında ciddi politik farklılıklar kalmadığı için, parti kümelenmeleri çıkar sağlamaya göre olmakta, parti içlerinde oluşan çıkar lobileri; rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık gibi şeylerle doğrudan uğraşırken partilerin içinde olması zorunlu birliği de parçalamakta, kişisel ya da grup çıkarları partilerin yönelişinde giderek artan bir etkiye sahip olmaktadır. Bu durum, işçi ve emekçilerin de gözünden kaçmadığı için, düzen partileri, işçi ve emekçilerin gözünde itibarlarını yitirmişler; partiler, emekçi yığınlarını düzene bağlayan kurumlar olma imkânını yitirmeye başlamıştır.
Son rüşvet olayları açıkça ortaya çıkarmıştır ki; rüşvete, yolsuzluğa batmamış düzen partisi ve yüksek devlet görevlisi yoktur. Nitekim yolsuzluklarda başbakanların, parti başkanlarının, cumhurbaşkanının da adının geçmeye başlaması basının büyük tantanayla başlattığı “temiz toplum” kampanyasına son verilmesine neden olmuştur. Böylece, herkesin gözleri önünde her gün süren rüşvet, yolsuzluk olayları, Göknel ve bu işi yaparken yüzüne gözüne bulaştıran birkaç beceriksize yüklenip, sistem aklanmıştır.
Bütün düzen partileri içinde, RP ve dinsel görünüm altında faaliyet sürdüren ama siyasetin tam içinde olan çeşitli tarikat çevrelerini sahte bir muhalefet odağı olarak güçlendirmektedir. Ama bu çevrelerin etkisi daha çok esnaf, köylü gibi dini etkinin fazla olduğu kesimleri etrafına toplayarak radikal dinci bir seçenek olarak büyümektedir. Ancak bu çevreler bütün muhalif görünme çabalarına karşın, doğrudan, devletle iç içe bir görünüm arz etmektedir. Sivas katliamında da açıkça görüldüğü gibi, bu çevreler MİT, kontrgerilla ve yerel polisle iç içe çalışmaktadır. Düzeni eleştirirken radikal bir söylem kullanan bu çevreler, eylemde sadece devrim ve demokrasi güçlerine karşı radikal, burjuvaziye karşı ise teslimiyetçi, büyük burjuvaziye güven verici tutumlar izlemeye özen göstermektedirler.
Kısacası; 12 Eylül’den sonra, iktidarın “sivillere” devredilmesiyle siyasal erki elinden bırakacağı umulan askerler, hiç bir zaman “asli görevine” dönmemiş, tersine, giderek artan ölçüde MGK aracılığı ile devleti, hükümeti ve parlamentoyu yönlendirmeye devam etmiştir. Bugün de etkileri giderek artmaktadır. 12 Eylül sonrası, demokrasi getireceği, ülkeyi askerlerden kurtaracağı umuduyla sarılman parlamento ise, bu dönemde hiç bir varlık gösterememiş, “MGK’nın noteri” olarak, düzen partileri gibi, bütün itibarını yitirmiştir. Denebilir ki, bugün parlamentonun varlığı ile yokluğu çoğu kimseyi çok da ilgilendirmemektedir.
TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Yukarıdan beri söylenenleri toparlarsak;
1) Türkiye, yeni dünya düzeninin çok sadık bir taraftarı olarak, bu düzende kendisine edinmek istediği rolü edinememiş, edinme imkânlarını da yitirmiştir.
2) Türkiye’nin dış politikası, Türkî cumhuriyetlerde, Kıbrıs’ta, Bosna-Hersek sorununda tümüyle iflas etmiştir. AT’a girmek bir hayal haline gelmiştir. Üstelik komşularıyla sayısız sorunları olan bir ülke olarak Ortadoğu ve Avrupa’da yalnız bir ülkedir. Bugün Ortadoğu’da sadece İsrail’le birlikte ABD’nin Ortadoğu politikalarında “pis işlerde” kullanılacak bir ülke durumundadır. Dış politikada ne yeni açılımlar yapacak ne de yeni bir pozisyona geçecek manevra olanaklarına sahip değildir. Başbakanın son Almanya ve Amerika seyahatleri, beklenenin tam aksine iç politikada “imaj” propagandası ötesinde, itibar erozyonuna uğranılarak, hiç bir şey elde edilmeden sona ermiştir.
3) Kürt sorununda, partiler, yetkililer her gün “yeni” ayrı bir şeyler söylemekte, ama sonuçta “ezelim”, “yok edelim” ötesinde bir çözüm getirilememektedir. Dahası, tırmanan savaş, bölgede devlet kuruluşları, milli eğitim ve basını çalışamaz hale getirmiş olup, bu durum devlet ve egemen sınıfın propagandacıları arasında bile tam bir panik havasını yaygınlaştırmaktadır.
4) Ekonomi, bütün olanaklarını tüketmiş, “düz duvara çarpmak” üzeredir. Egemen sınıfın mensupları, ekonomideki bütün kötü gidişata karşın her yıl kârlarını katlamakta, emekçilerin reel gelirleri ise sürekli düşmektedir. Özellikle burjuvazinin rant gelirleri akıl almaz bir hızla artmaktadır. Bu yüzden de kimse ciddi bir yatırıma girişmemektedir. Başbakan ABD gezisinden, koltuğunda IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan malûm “acı ilaç” dosyasıyla dönmektedir.
5) Parlamento ve burjuva partileri çoktan devre dışıdır. Ama Tansu Çiller’le yaratılmak istenen rüzgâr da gelip geçmiş, şişirilen balon sönmüştür. Partiler arasında ve partilerin kendi içlerinde birlikleri parçalanmış, birleşelim dendikçe parçalanma ve erozyon artmaktadır.
Öte yandan cumhurbaşkanı ile başbakan her önemli konuda birbirini yalanlamakta yarışmaktadır.
Yukarıda dört madde de özetlediğimiz tablo ile Türkiye, 1950’den bu yana her on yılda bir karşı karşıya gelmektedir. Ve tablo ortaya çıktığında mekanizma şöyle işlemeye başlamaktadır:
Dünya bankası ve IMF destekli “acı ilaç” emekçilere içirilip dizginsiz bir baskı ve sömürü için bütün olanaklar kullanılmaktadır. Bu sömürü ve baskıya her türden karşı çıkış terör ve anarşi olarak suçlanıp bir cadı kazanı kaynatılmaya girişilmekte, var olan özgürlüklerin kullanılması bile fiilen ortadan kaldırılmaktadır. Bir yandan da, başla işareti alan burjuva propaganda mekanizması, “ne olacak bu memleketin hali”, “kimse sahip çıkmayacak mı” ağıtlarıyla malûm çevreleri göreve çağırmakta, bütün bunların yetmediği yerde de özgürlükleri askıya alacak sıkıyönetime başvurulmakta, terörü önleyeceği iddiasıyla ilan edilen sıkıyönetim, işçi ve emekçi örgütlerine saldırarak işe başlayıp yığın hareketini bastırdıktan, ya da kontrol altına aldıktan sonra, kör terör eylemleri bahane edilerek parlamentoyu da fesheden ya da yanına alan bir cunta yönetimi kurulmaktadır.
Bugünkü durum göz önüne alındığında; iç ve dış politikası ile ekonomisi tümüyle iflas etmiş bir sistemle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Ancak; Kürt ulusal mücadelesinin ulaştığı yüksek boyut, içirilen bir kaç acı ilacın ekonominin derdine deva olmadığı görülmüştür. Dahası, ülkenin önemli bir bölümünde Olağanüstü Hal hüküm sürmekte, geri kalan bölgelerde de özgürlükler kullanılmaz hale getirilmiştir. Bu koşullarda ilan edilecek bir sıkıyönetimin de çok fazla kıymeti harbiyesi olmayacağını askerler de bilmektedir.
Ancak, burjuva propaganda mekanizması ve militarist çevreler kamuoyu oluşturmaya başlamışlardır. Sonuçta bir sıkıyönetim mi, bir savaş hali mi, kısmi seferberlik mi ya da doğrudan bir darbeye mi gidilir, yoksa Kürt ve işçi sınıfı hareketi bütün bu girişimleri püskürterek ülkenin önünde yeni bir yol mu açar, bunu zaman gösterecektir.
Ama şunları şimdiden tespit etmek mümkün:
Büyük sermaye çevreleri ve onların her alandaki temsilcileri ve uşakları, bu işin böyle gitmeyeceğine karar verip gerekli yerlere hareket emrini vermişlerdir. Ekim ayı sonlarında, PKK’nın gazete ve partilerin Kürdistan’da faaliyetini yasaklamasını bahane eden bu çevreler, zaten bir süredir meclisteki militarizm yanlıları tarafından başlatılan sıkıyönetim isteğini daha çok gündeme getirmeye başlamışlardır. Demokrasi havarisi pozunda görünmeye özen gösteren TÜSİAD, başkanı aracılığı ile demokrasi olmadan da kalkınmanın olabileceğini, hatta böylesinin daha iyi olacağını söyleyecek kadar ihtiyatı elden bırakan demeçler vermeye başlamıştır. Yeni dünya düzeninin cuntalar dönemini bitirdiği propagandasıyla emperyalizme taşeronluk yapan kalemler, Yeksin darbesinin emperyalist ülkeler tarafından desteklenmesini gerekçe göstererek, darbelerin yeni dünya düzenine aykırı bir yöntem olmadığı konusunda fetvalar vermeye başlamışlardır. Kısacası, büyük burjuvazi ve gericilik askeri göreve çağırmaktadır.
Bugün bu çağrıyı yapanlar nicelik olarak azdır; ama sorunlar mevcut yapılanma içinde çözülmedikçe -ki çözülemeyecek görülüyor- düzen yanlılarının önemli bir bölümünün, hızla, cunta çığırtkanlarının yanma geçmesi beklenir bir şeydir. Görünen odur ki; burjuvazi ve gericiliğin önümüzdeki günlerde ve aylarda, yönelimi bu doğrultuda gelişecektir.
Peki, burjuvazi ve gericilik bu isteğini gerçekleştirebilir mi?
Açıktır ki bu sorunun yanıtının olumlu ya da olumsuz olması, devrim ve demokrasi cephesinin tutumuna bağlıdır. Ve bu cephenin başlıca iki dinamiği, Kürt ulusal mücadelesi ve Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının mücadelesidir.
Kürt ulusal mücadelesi; özellikle PKK’nın inisiyatifiyle son haftalarda savaşı tırmandıran bir politika gündeme getirmiş olmasına karşın; halka, devrimcilere ve komünistlere karşı da şiddeti esas alan, kendi cephesi içinde doğrudan yer alan güçleri bile tehdit eden politikaları benimseyerek kendi amaçlarıyla çelişen ulusal mücadelenin doğrultusunda da kuşkular uyandıran bir yola girmiştir. Bu Kürt ulusal hareketinin önceki zaaflarına eklenen, hareketi olumsuz yönde etkileyecek bir gelişmedir. Ayrıca PKK’nın Kürt sorununun çözümü emperyalist ülkelerin Ortadoğu politikalarına bağlama eğilimi yine bu hareketin bir başka önemli zaafı olarak gündeme gelmektedir.
İşçi sınıfı ve bugün kendisini memur hareketinde daha açıkça ortaya, koyan emekçi mücadelesi, sendikaların tutarsızlıkları, hatta başlıca sendikaların bir askeri darbeye destek vermekte tereddüt göstermeyecekleri; sınıf içinde devrimci ve komünist etkinliğin zayıflığına karşın, var olan mevzilerden atılacak ciddi adımlar, işçi memur mücadelesinin askeri müdahalelere karşı bir barikat oluşturma imkânını, Kürt mücadelesiyle dayanışma olanaklarını, gündeme getirebilir.
Unutmamak gerekir ki, her karşı devrim devrimci olanakları da geliştirerek ilerler. Bu imkânlardan doğru bir biçimde yararlanıldığında, karşı devrim karşısında yer alabilecek güçlerin sağlam bir cephe kurmasının imkânları her zaman vardır. Birkaç darbe görmüş, bu darbelerden zarar görmüş işçi ve emekçi sınıflarımız elbette Önlerine açılacak mücadele yolunda yürüme cesaretini göstereceklerdir.
Çünkü bugün burjuvazinin girdiği ve bir darbeye kadar varması muhtemel militarist yöntemleri daha çok gündeme getirme süreci, propaganda edildiği gibi, sadece Kürt mücadelesine karşı girişilmiş bir eylem değildir. Tersine, Kürdistan’da zaten yasal-yasadışı her yöntem kullanılmaktadır. Bu yüzden de askeri yöntemler asıl olarak ekonominin kurtarılmasına yönelik olarak, özelleştirme, sendikal mücadele imkânlarının sınırlandırılması ya da tümden kaldırılarak, burjuvazinin krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkmasının olanaklarını hazırlamak içindir.
Çünkü “düz duvara çarpacağı” ilan edilen ekonominin başkaca bir kurtuluş yolu gözükmemektedir. Nitekim geçmişte de öyle olmuş, bireysel terör eylemleri bahane edilmiş, ama asıl olarak işçi sınıfına, devrimci örgütlere saldırılmış, işçi ve emekçilerin hak ve özgürlükleri tümüyle ortadan kaldırılarak, burjuvazi için sınırsız sömürü imkânları sağlanmıştır. Bugün de, özelleştirmeye, aşırı vergilere, ücretlerin düşüklüğüne ve yığınsal işten çıkarmalara karşı bir işçi ve emekçi tepkisini göze alamayan burjuvazi, bunu bütün hak ve özgürlüklerin kaldırıldığı (bu sıkıyönetim, savaş hali, seferberlik hali ya da bir cunta yönetimi altında olabilir) bir yönetim altında yapmak istemektedir. Bunu; sendikalar, ileri işçiler, doğal işçi önderleri şimdiden görüp, böyle olağandışı yönetimlere boyun eğmeyeceklerini gösteren bir tutumu ortaya koyarlarsa, burjuvazinin girişimini geri teptirebilirler.
Şu bir gerçektir ki; güçlü, kendinden emin bir sınıf, olağandışı yöntemlere başvurmadan toplumu yönetir. Eğer bir yönetici sınıf, olağandışı yöntemlere başvuruyorsa zayıftır, topluma verecek bir şeyi kalmadığı gibi yönetme aczi içine düşmüş demektir. Türk egemen gerici sınıfları her on yılda bir olağandışı yönetimlere başvurarak toplumu ve ülkeyi yönetme yeteneğine sahip olmadıklarını kanıtlamaktadır. Bugün de aynı noktaya gelmiştir. Bu aczi anlaşılmasın diye de güçlülük gösterisi yapmakta, zor ve şiddet yoluyla emekçilerin ve Kürtlerin mücadelesini bastırma yolunu seçmektedir. Bu yüzden işçiler ve emekçiler, egemen sınıfların terörüne boyun eğmez, girişimlerini geri püskürtecek güç ve eylem birliklerini gösterir, cesaretle karşı dururlarsa, burjuvazi ne kadar kötü planlar kurarsa kursun başarı şansı olmayacaktır.
Bugün ülkemizde, burjuvazinin hazırlandığı saldırıyı geri püskürtecek imkânlar vardır. Yeter ki; bu imkânları gerçekleştirebilecek yol ve yöntemler bulunup hayata geçirilebilsin.
Kasım 1993