Kapitalizmin sözde solcu “muhalifleri”nin “deneylerden ders çıkarma” adına, Marksist teoriye, proletaryanın uluslararası kazanımlarına yönelik saldırıları, burjuvazinin proletaryaya, Marksizm’e ve sosyalizm pratiğine karşı yürüttüğü genel saldırıdan güç alarak ve pervasızlaşarak devam etmektedir. Bu temelde “deneylerden çıkarılan ders”, kapitalizmin “ebedi ve yıkılmaz olduğu” biçimindeki burjuva propagandayla birleşmekte; proletarya ve ezilenlerin mücadelesinin en fazla yaşam koşullarının iyileştirilmesini içeren reformlarla sınırlı olması gerektiği gibi saçma bir sonuca varmaktadır. Başını burjuva liberal aydınların ve sahte Marksistlerin çektiği bu çevreler, emperyalist kapitalizmin bunalımından, onu çöküşe mahkum eden çelişkilerden ve Lenin’in “çürüyen ve can çekişen kapitalizm” belirlemesinden söz edilmesini, “dogmalara kölece bağlılık” olarak görmekte ve Sovyetler pratiğini, revizyonist “üretici güçler” tezine sarılarak mahkum etmeye çalışırken, emperyalizmin nitelik değiştirdiği ve devrimin gereksiz hale geldiği safsatalarıyla, proletaryayı ve diğer ezilen sınıfları kapitalist kölelik sistemine bağlamak istemektedirler.
Kuşkusuz, burjuvazinin ve onun “sol” maskeli savunucularının, kapitalizmi “değişmez ve ebedi bir sistem”, “barış ve refah toplumu” olarak göstermeleri yeni bir şey değildir. Burjuvazi ve politik temsilcileri, kapitalizmin ve onun tekelci aşamasının barış, demokrasi, özgürlük ve refah toplumu olduğunu ileri sürer ve bütün bunlardan yararlanmanın her ulus ve her birey için “hak” olduğunu propaganda ederlerken, gerçekte özgürlük, refah, vb.ni burjuvazinin sınıf egemenliği ve burjuva (esas olarak tekelci burjuva) sınıfın hakları anlamında kullanmakta ve proletaryanın anti-kapitalist mücadelesinin önünü kapatmayı hedeflemektedirler. Burjuvazi ve temsilcileri böylece, kapitalizmin “değişmez ve değiştirilemez olduğu” düşüncesini hâkim kılmaya çalışmakta ve politik-ekonomik kategorileri de, fikre dayalı basit soyutlamalar olarak ele almaktadırlar. Bu ise yaşamın, “gerçek ve geçici” olguların dondurulması demektir ve gerçek o ki; bu hiç ama hiç mümkün değildir. Çünkü “insanların, içinde üretim, tüketim- ve değişim yaptıkları ekonomik biçimler geçici ve tarihseldirler. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar, üretim biçimlerini ve üretim biçimleriyle birlikte bu belirli üretim biçiminin zorunlu ilişkilerinden ibaret olan tüm ekonomik ilişkileri değiştirirler. ” (Marx)
Kapitalizmin “değişmezliği” ve “ölümsüz bir gerçeklik olduğu” iddiasının temelsizliği; bu iddianın, bir yandan, onu ölüme mahkûm eden tüm içsel çelişkileri, somut olgular olarak göz önündeyken öne sürülmesinde; öte yandan toplumsal ilişkilerin tarihsel gelişimi ve değişimi gerçeğinin önsel ve kasti olarak reddedilmesindedir. Oysa kapitalizm, bir sistem olarak gelişirken, bir yandan konumları ve çıkarları birbirine zıt iki temel toplumsal sınıfı burjuvazi ve proletaryayı, geliştirir ve bu sınıfların çatışmalarının koşullarını giderek olgunlaştırır. Öte yandan, burjuva zenginliğinin; burjuva sınıfın iç rekabeti, çatışması ve kimi üyelerinin zenginliğinin yok edilmesiyle büyümesine yol açar. Kapitalizmin tekele doğru evrilmesiyle birlikte bu değişim hız kazanır ve alt sınıflar ve katmanlar yoksullaşarak proleter sınıfa doğru kayarken, üst sınıf içindeki rekabet daha da sertleşerek onu yok oluşa sürükleyen yeni çatışmalara yol açar. Artık, hem proletarya sınıf olarak daha güçlenmiş ve hem de kapitalizmin genel düzeyi, olabilir en üst gelişme noktasına ulaşmıştır. Marx, kapitalizmin gelişmesini ele alırken bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Hissedilmezden önce her iki tarafça da fark edilen, takdir edilen, anlayışla karşılanan, kabullenilen ve yüksek sesle açığa vurulan bu savaşım, kendisini başlangıçta yalnızca kısmi ve anlık çatışmalarda, yıkıcı eylemlerde gösterir. Öte yandan, başka bir sınıfa karşı bir sınıfı oluşturdukları için modern burjuvazinin aynı çıkarlara sahip olan bütün üyeleri birbirleriyle karşı karşıya geldikleri için de; karşıt, uzlaşmaz çıkarlara sahiptirler. Bu çıkar zıtlığı, kendi burjuva yaşamlarının ekonomik koşullarından doğar. Böylece burjuvazinin, içinde hareket ettiği üretim ilişkilerinin basit, tekdüze bir niteliğe sahip olmayıp, ikili bir özelliğe sahip oldukları; zenginliğin üretildiği aynı ilişkiler içinde yoksulluğun da üretildiği, üretici güçlerin bir gelişme gösterdiği aynı ilişkiler içinde engelleyici bir gücün de bulunduğu; bu ilişkilerin burjuva zenginliğini, ancak, bu sınıfın tek tek üyelerinin zenginliğini sürekli yok ederek ve durmaksızın büyüyen bir proletarya yaratarak ürettiği, her geçen gün biraz daha açığa çıkmaktadır.”
Marx’ın sözünü ettiği bu gelişmenin, kapitalizmin emperyalist aşamasında sıçramalı ve hızlı bir biçimde, daha belirgin tarzda gerçekleştiği bilinen bir gerçektir. Kapitalizmin ve üretici güçlerin gelişmesi, bir yandan üretimin toplumsal karakteriyle, mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişkiyi keskinleştirir ve sömürüyü artırırken, öte yandan yeni bir toplumun, sosyalist toplumun maddi koşullarını hazırlayarak proletaryanın gelişmesi ve güçlenmesini sağlar. Makineleşme yoluyla binlerce ve on binlerce proleterin bir araya gelerek örgütlü bir mücadeleye atılmalarının koşullarını -üretimin tüm dallarının birbirleriyle ilişkilerini geliştirerek- olgunlaştırır. Lenin, emperyalist kapitalizmin “çok önemli bir özelliği”nin sanayinin çeşitli kollarının tek bir işletme içinde toplanması, birleşmesi olduğuna dikkat çekerken, bunun aynı zamanda, yeni bir bunalım kaynağı olduğunu da belirtiyordu. Tekellerin egemenliğiyle birlikte, eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasasının sonuçları daha acımasız bir hale gelir, tekelci rekabet, sonuçlan kapitalizm için öldürücü olan yeni bunalım öğelerini ortaya çıkarır. Daha önce dünya ticaretinin yol açtığı uluslararasılaşma, tekellerle birlikte ve sermaye ihracı yoluyla, yeni özellikler kazanır ve kapitalizmin bunalımının uluslararası sonuçlar doğurmasını kaçınılmaz kılar. Tekel, sanayinin çeşitli kollarının yanı sıra, banka ve sanayi sermayesinin birleşmesine yol açarak mali sermayenin doğmasına ve mali yönden güçlü olan birkaç devlet yararına, dünyanın tüm pazarlarının, hammadde ve ucuz işgücü kaynaklarının denetim altına alınmasını olanaklı hale getirirken; sermaye ihracı yoluyla tek tek ülkelerin ekonomilerinin, emperyalist zincirin halkaları haline gelmesini de sağlayarak, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin uluslararası boyutlar almasına ve bunalımın, tüm sistemin bunalımı olarak yaşanmasına yol açar. Bu süreç biraz daha yakından incelendiğinde görünen şudur:
Lenin, 1916’da kaleme aldığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında, kapitalizmin “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme” dönüştüğüne dikkat çekiyor ve sonra, bu, “bir avuç ‘ileri’ ülke”nin, halkların sömürülmesinden elde edilen yüksek kârlara dayanarak içerde de işçi sınıfı hareketini kontrol etme olanağını yakaladığını belirtiyordu. SB ve Doğu Avrupa’nın halk demokrasili ülkelerinde bir dönem (’50’li yılların ortalarına kadar), emperyalist sömürgeci sisteme vurulan darbeler ve çekilen sınır saklı tutulursa, “dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun” mali yönden boğulması olgusu daha da gelişti. Ezilen halkların emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadeleleri, SB ve Doğu Avrupa dışında da, siyasal bağımsızlıkların kazanılmasına ve sömürgeciliğin darbe almasına yol açmakla birlikte, “mali bağımlılık”; ekonomik bağımlılık devam etti ve güçlendi. Gerek uluslararası ve çok uluslu tekellerin sayısal artışı ve mali güçlülüğü, gerekse ihraç edilen sermayenin, ihraç olduğu ülkelerde gördüğü işlev, geri ülkelerin bağımlılıklarını geliştirdi. 1992’de dünyada yabancı sermaye stoku 2 trilyon dolara çıktı. Maksimum kâr peşinde koşan 37 bin ana şirket, 170 bin bağlı şirketle birlikte, 5,5 trilyon dolarlık ticaret gerçekleştirildi. Başlıca beş büyük emperyalist devletin dışarıya yaptıkları yatırım, 1990’da 230 milyar dolar, ’91’de 180 milyar doları buldu. ’91’de, dünyadaki dış yatırım stokunun (1.779 milyar dolar) yüzde 68’ni beş büyük emperyalist ülke; ABD 438, İngiltere 244, Japonya 235, Almanya 169 ve Fransa 134 milyar dolar olarak elde tutuyorlardı. 1990 yılı itibariyle 3.191.9 trilyon dolar olan toplam dünya ihracatının 2.445.2 trilyon doları, gelişmiş ülkelere aitti. Gene 1987-90 döneminde, toplam dünya milli hasılası içinde gelişmiş sanayi ülkelerinin payı % 73,21 (ABD % 26,02, Japonya % 14,61, Almanya % 6,23, Fransa % 4,49, İngiltere % 4,19, Rusya % 7,53) idi. Yalnızca ABD, dışarıya 36 milyar dolar, Almanya ve Fransa 17’şer milyar dolar, Japonya 16 ve İngiltere 15 milyar dolar sermaye ihraç ettiler. Emperyalist sermaye ihracının biçimlerinde rantiyeciliğe doğru gelişme olduğu gibi, miktar olarak da sürekli büyüme gösterdi. Bir örnek olarak; ABD’nin 1950’de 11.8 milyar dolar olan sermaye ihracı, 1970’te 75.5 ve 1980’de 235 milyar dolara tırmandı.
Lenin, daha yüzyılın başında, az sayıdaki ülkede biriken büyük nakdi sermayeye dikkat çekerek, bunun rantiyeciliği geliştirdiğini belirtiyordu. Bu durum herhangi bir işletmenin çalışmasına katılmadan, gerçek “meslekleri işsizlik olan” insanların çoğalması ve başkalarının sömürülmesi üzerinden sağlanan rantiye sermayeden beslenmesi demekti. “Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da artırır ve denizaşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürülmesiyle yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur.”
Rantiye gelir, üretim dışı ticari işlemlerden sağlanan gelirdir. Sermaye ihracı -ki bugün esas olarak, devletten devlete borç biçiminde olmaktadır- rantiyeciliğin esas zeminini oluşturur. Rantiyeci devlet, borç verdiği ülke halkının sömürülmesinden sağladığı yüksek faiz ve rant geliriyle şişen, asalak bir devlete dönüşür.
Emperyalist sermaye “yatırım”larında tek biçim yoktur; alan ve ülkeyle sınırlanmıştık söz konusu değildir. Uluslararası durum, bunalım ve nispi istikrar dönemleri, savaş ve barış koşulları, kâr oranının düşüklüğü, yüksekliği gibi etkenler, sermayenin hangi alan ve ülkeye ve ne biçimde gireceği üzerinde etkili olmaktadır. 1. ve 2. Dünya Savaşları sonrasında, ekonomisi tahrip olan ülkeler, yüksek kazanç alanları olarak sermaye akışına uğradılar. İkinci Savaş’tan en güçlü taraf olarak çıkan ABD, Almanya ve Japonya’da yatırımlara yöneldi. Marshall Planı çerçevesinde dış ülkelere sermaye ihracına yönelen ABD, bağımlılık ilişkilerini geliştirdi. 1980’li yıllar, geri ülkelere emperyalist sermayenin daha çok, borç ve kredi biçiminde girdiği yıllardır. Kuşkusuz doğrudan yatırım olgusu bütünüyle dışlanmadı. İtalyan firmalar Türkiye’de otoyol inşaatları, Japonlar köprü inşaatı yaptılar. Ortak tekelci işletmelerin sayısında artış oldu; ayrıca Fransa’nın Türk çimento fabrikalarını satın alması örneğinde görüldüğü gibi, emperyalist ülkeler, geri ülkelerde çeşitli kârlı işletmeleri satın aldılar. Ancak, esas olarak devlet borçları biçiminde, yüksek faizli sermaye akışı olmaktadır. İkili ve çok yönlü anlaşmalarla ve yüksek faizlerle bu ülkelere sürekli kaynak akışı sağlanmaktadır. 1992’de dünyada 1.419.4 trilyon dolar dış borcun 477.8 milyar doları, Latin Amerika ülkelerine; 288.4 milyar doları, Afrika’ya; 152 milyar doları, Afrika’nın güney kesimine; 539.3 milyar doları ise Asya ülkelerine aitti. Ve bu ağır borçların karşılığı, ilgili ülkelerin halklarının sırtından, yüksek vergiler ve zamlarla ödenmektedir. Dış borç biçimindeki sermaye ihracıyla, Latin Amerika ülkelerinde GSMH’nin % 38’i, Afrika ülkelerinde % 100’ü ve Asya ülkelerinde % 26,5’ine emperyalistler tarafından el konulmaktadır.
Emperyalist ülkelerle geri ülkeler arasındaki ilişkilerde, “alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalarla, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun öne sürülmesi” öne çıkar. (Lenin) Bu saptama günümüz için daha da geçerlidir. Alınan dış borçların çok önemli bir kesimi, savaş araçlarına ayrılırken; borçların hemen tamamı, ya önceki borçların faizi olarak, ya da alınması dayatılan savaş araçlarının karşılığı olarak emperyalistlere geri dönmektedir.
Tekellerin başvurdukları yöntemlerden biri de “sermayeyi halka yayma” propagandasıyla, küçük sermaye sahiplerinin elindeki sermayeye el koymaktır. Hisse senetleri yoluyla; çok geniş bir kesim, tekel denetimine alınmakta ve büyük yüzdeye sahip tekelci kuruluş tarafından hem birikmiş büyük sermaye çekip-çevrilmekte, büyük vurgunlar vurulmakta, hem de herhangi bir bunalım durumunda, zararları küçük hisse sahiplerine yıkma olağanı elde tutulmaktadır. Özellikle son yirmi yılda, “halka açılma” taktiği, tekellere, etkinlik alanını genişletmekte önemli avantajlar sağladı.
Bugün, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçmesi olgusu da yeni biçimler almıştır. Birincisi, banka sermayesinin etkinliği artmıştır. Tek tek ülkelerde ve uluslararası alanda faaliyet yürüten büyük bankalar, para sermayeyi denetledikleri gibi, sanayinin tüm kollarıyla da kontrolü elde tutan bir ilişki içindedirler. IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları; tüm bağımlı ülkelerin ekonomilerini kontrol etmekte, kredi ve borç koşullarını ve miktarını belirlemekte, uzmanları aracılığıyla bu ülkelerin merkez bankaları vb. ekonomik kurumlarını doğrudan yönetmektedirler. Geri ülkelerin mali kurumları ve maliyesi, bu uluslararası kuruluşların emrinde çalışan ve hemen tümü ABD’de eğitim görmüş çifte pasaportlu kişilerce yönetilmektedir. Bankaların ekonomi üzerindeki kontrolü, bankaların ve sanayi işletmelerinin belli ellerde toplanmasıyla daha da güçlenmektedir. Almanya’da Deutsche Bank, tüm sanayi kollarıyla iç içe geçen bir ağa sahiptir. % 10’luk, 5’lik, 30’luk ortaklık paylarıyla, bu sanayi kuruluşlarını denetlemekte; “onların sermayelerine “katılarak”, hisse senetlerini satın alarak, ya da değiştirerek, kredi sisteminden “yararlanarak” bu sanayi kuruluşları; küçük, orta ve büyük kapitalistleri kendisine bağlayabilmektedir. Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin birleşmesi, artık yalnızca bankaların sanayi kuruluşlarını kendilerine bağlaması ve örneğin yönetim kurullarını ele geçirmeleriyle değil, ama büyük tekelci sanayi işletmelerinin kendilerinin banka kurmaları yoluyla da gerçekleşmektedir. Bu, geri ülkelerin işbirlikçi tekelci grupları için de geçerlidir. Böylece küçük kapitalistlerin denetim altında tutulması ve gerektiğinde onların iflasa zorlanıp boğulması olanağı, büyük tekelci patronların eline geçmiş olmaktadır. Bankaların, basit kredi kuruluşları olmadıkları; yatırımlara da yöneldikleri; faiz ve rant gelirinin yanı sıra, katıldıkları ya da kurdukları sanayi işletmeler aracılığıyla, artı-emek sömürüsü de gerçekleştirdikleri bilinmektedir.
Tekeller, hem çeşitlilik, hem de iç içe geçmişlik açısından zenginlik göstermektedirler. Holding sistemi yaygındır. Karma tekeller ve korporasyonlar aracılığıyla, üretim alanında birçok bağlı şirketlere iş yaptırma yoluyla, üretim maliyetinin düşük tutulması ve işçilik sorunlarının hafifletilmesi çabası yoğundur. Karma tekeller büyük çapta sermayeyi çekip çevirirken, büyük kârlar da sağlamaktadırlar. Dünyanın önde gelen on büyük karma tekelinin ’92 yılı cirosu 634.5 milyar marktır. Bu tekeller, çelik üretiminden petrol çıkarımına, boru imalinden bina inşasına kadar uzanan, geniş bir alanda faaliyet yürütmektedirler. Alman karma tekellerinden biri olan Preusson, çelik ve hafif metaller, enerji, ticaret ve trafik, gemi ve vagon yapımı, bina imali, telekomünikasyon, inşaat malzemeleri, taşıt, çevre ve enformasyon gibi bir dizi alanda faaliyet yürütmekte, 73.200 çalışanı bünyesinde bulundurmaktadır.
Tekelci sermaye bir yandan, tüketime yönelik talep yaratmak için yeni tüketim nesneleri (örneğin, yüzyılın başında henüz var olmayan, ancak daha sonra geliştirilen buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bulaşık makinesi vb. gibi) imal ederken, öte yandan, doğrudan yatırımlarda da yüksek kâr getirecek sektörlere yönelmektedir. Bugün dünyanın başlıca büyük 200 sanayi firması, esas olarak otomotiv, kimya, elektrik ve elektronik, bilgisayar ve iletişim alanında faaliyet yürütmektedir. 1983’te otomobilde, 4 ABD, 7 Japon, 9 Avrupa şirketi; Kimya’da 7 ABD, 11 Avrupa, 2 Japon şirketi; bilgisayarda, 12 ABD, 5 Avrupa ve 5 Japon (sonraki yıllarda Japonya, dünya piyasasının % 60’nı ele geçirdi.) şirketi, tüm dünya üretiminin tamamına yakınını denetlemekteydi.
TEKELLER ARASI REKABET ARTTI
İşletmelerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşitsiz ve “kesintili” gelişmesi, rekabet ve sömürü kavgasını kızıştırır. Sermaye, maksimum kâr sağlayacağı alanları, öncelikli hedef seçer. Nüfus fazlalığı (ucuz işgücü), hammadde bolluğu, toprak ucuzluğu vb. etkenler, sermayenin, geri ülkeleri ele geçirmek üzere, ihraç olunmasını teşvik eder. Kapitalist dünya pazarının, sermaye ihracı yoluyla, genel bir ekonomik zincir biçiminde oluşması; iç. ve dış pazarların birleşmesi; egemenlik peşinde koşan tekellerin geri ülkeleri “anlaşma”lara zorlamasını, her yere “kendi ilkelerini” götürmelerini, yanı sıra birbirlerinin etkinlik sahalarına göz dikmelerini ve tüm pazarları denetlemek için güç ilişkilerine başvurmalarını kışkırtır. Yaratılan üretim fazlası (bilinmeyen bir pazar için üretim), çelişkilerin sertleşmesinin de nedenidir. Örneğin, bir önceki bölümde andığımız üretim kollarında üretim yapan başlıca büyük tekellerin arasında kıyasıya bir mücadele yaşanıyor. Makine yapımı ve metal üretimi alanında Japon ve Alman tekelleri; otomotiv sanayisinde ABD ve Japon tekelleri; bilgisayar ve iletişim teknolojisi alanında ABD ve Japon tekelleri; elektronik sanayisinde Japon, Alman ve Hollanda tekelleri arasında şiddetli bir pazar rekabeti sürmektedir.
Otomotiv alanında faaliyet yürüten ve dünyanın ilk on büyük sanayi şirketi arasında baş sıralarda yer alan General Motors ve Ford Motor tekelleri, bunalımın derinleştiği yıllarda (’92) 315.858 milyon mark ciro yaptılar. General Motors, 691.000 çalışanıyla yaklaşık 4 milyar dolar kâr sağladı. Aynı alanda faaliyet yürüten üç Japon tekeli, 249.127 milyon mark ciro yaptı. İşsizliğin ve sokağa atılanların sayısında artış görüldüğü aynı yıl, otomotiv ve havacılık alanında faaliyet yürüten ve toplam 946.000 kişi çalıştıran on Alman şirketi, 293,666 milyar mark ciro yaptı. Elektronik sanayisinde üç Japon şirketi (Matsushita Electric, Sony ve Mitsubishi Electric), 187 milyon mark; iki Alman şirketi (Siemens ve Robert Bosch), 117 milyon mark ve bir Hollanda (Philips) bir Fransız (Alcatel-Alstem), bir İngiliz (General Electric), bir ABD (Xerox) şirketi, toplam 44.7 milyar mark kâr sağladı. Bilgisayar ve iletişim alanında faaliyet yürüten ve dünya piyasalarını denetleyen 5 ABD firması, 181.847 milyar mark ve 5 Japon firması, 254.469 milyar mark ciro yaptı. Gene metal ve makine alanında faaliyet yürütüp bu alanda dünya pazarının önemli bir bölümünü elde tutan 7 büyük tekel, çalıştırdıkları 510.000 kişinin sırtından ve eşitsiz satış koşullarında 700 milyon mark kazanç sağladı. Yarı iletkenleri üreten makine yapımı, ABD ve Japonlara ait birkaç tekelin denetimindedir. Japonya, pazarın % 46’sını, ABD % 54’ünü elde tutmaktadır.
Tekelci sermaye grupları arasındaki rekabet, emperyalist ülkelerin birbirlerinin pazarına yönelik faaliyetlerini de kızıştırmaktadır. Onlar, birbirlerinin pazarlarına doğrudan yatırım faaliyetini, rakibi doğrudan üretim alanında sıkıştırma ve zayıf düşürme ve rakip emperyalistin, bağlı ülkeler üzerindeki etkisini bu yolla da sınırlama çabasındadırlar. Dışarıya ihraç ettikleri sermaye miktarının, doğrudan yatırımı hedefleyen kesimi, daha çok, her birinin bir diğerinin pazarına girmesi biçiminde olurken; borç vb. biçiminde, tahvil olarak ihraç olan sermaye ise, daha fazla bağımlı geri ülkelere yönelmektedir.
KRİZ VE YENİ OLUŞUMLAR
Tekelci kapitalizmi yok oluşa götüren ve sosyalizmi olanaklı kılan tüm gelişmeler, bugün, çok daha olgunlaşmış bulunmaktadır. Tekeller arası rekabet, büyükler yararına yeni tekelci organizasyonları gündeme getirirken, emperyalizmin çelişkilerinde “yumuşama” değil, sertleşme ve keskinleşme görülmektedir. Dış ülkelere sermaye ihracı, emperyalist tekelleri artan bir şiddetle karşı karşıya getirmekte; güçler ilişkisine bağlı olarak, pazarı elde tutma ve pazardan sürülme durumunda, yeni pazar talebiyle karşıya geçme ve geri ülkelere karşı, şiddet ve abluka, yeni dalaşmalara yol açmaktadır. Bütün somut veriler, emperyalizmin nitelik değişimine uğradığı, savaşların kaçınılmaz olmaktan çıktığı, sosyalizm için barışçıl mücadele yollarının açıldığı, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın uzlaşabilir hale geldiği ve artık sınıf savaşı yoluyla kapitalizme son vermenin gereksizleştiği vb. gibi oportünist, sınıf haini teorilerin bir burjuva aldatmacası ve burjuvazinin karşı-devrimci savaş silahı olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçek durum, burjuva propagandasını ve tüm proletarya düşmanı teorileri yalanlamaktadır. Uluslararası ekonomik-politik gelişmeler; askeri-politik kutuplaşmalardaki ataklar; geri ülkelere yönelik emperyalist müdahalelerdeki hızlanma; emperyalist ülkelerin kendilerinde ve bağımlı geri ülkelerde yaşanan olaylar; emperyalist kapitalizmin büyüklerinin dünya pazarlarına yönelik kapışmaları; proletarya ve halkların sömürü ve baskıya karşı giderek ivme kazanan protesto ve mücadeleleri; hemen bütün ileri kapitalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde görülen üretim daralması; işsizlik, enflasyon artışı ve sosyal hakların gaspına yönelik yeni saldırılar vb. vb. bütün bunlar, kapitalist emperyalizmin bunalımının yeni bir döneminde bulunduğunu gösteren olgulardır. Burjuvazinin, tüm iddialara karşın siyasal şiddete daha fazla sarılmasının ve militarizmi geliştirmesinin, değişik türden yeni ve daha modern silahlar geliştirme ihtiyacı duymasının nedenleri de burada yatmaktadır. Hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde üretim daralması ve stok birikimi sorunu yaşanmakta; örnek ülkeler olarak gösterilen Almanya ve Japonya başta olmak üzere, tekeller bir yandan aşın üretim nedeniyle yeni arayışlara yönelirken, öte yandan üretimi kısarak on binlerce işçiyi kapı dışarı ederek krizi atlatmaya çalışmaktadırlar. Aynı kapsamda sosyal hakların kısıtlanması, tarım alanında sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirme ve yüksek zamlarla emekçilerin karşısına çıkan tekeller, yüz milyonlarca insanı yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm etmektedirler. Krizin şiddeti, emperyalist saldırganlığı da artırmaktadır. Emperyalistler bir yandan, “ulusal” gelirlerinin önemli bir bölümünü silahlanmaya ayırırlarken, öte yandan geri ülkeleri de kapsayan uluslararası ekonomik ve askeri organizasyonlara gitmektedirler. Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (Örgütü), NAFTA, GATT, ASEAN gibi oluşumlar, bu doğrultuda atılan adımları ifade ediyorlar. İç çelişkileri ve eşitsiz gelişme yasası sonucu güce bağlı talep değişikliklerinin oluşturduğu zorluklar nedeniyle, gerçekleşmeleri güçlükler içeren bu tür oluşumlar (Avrupa Birliği, NAFTA vb. gibi), tekelci sermayenin, işçi sınıfı ve emekçi halkları, ücretli kölelik ve siyasi boyunduruk altında tutma amaçlı ataklarıdır. Kuşkusuz bu gelişmeler düz bir rota izlemiyor. Örneğin, Avrupa Ekonomik Topluluğu ya da “Avrupa Birliği” için, Avrupalı kapitalistlerin yüz yıla yakın bir çabaları söz konusudur. Ne ki, tüm çabalara karşın, üye ülkelerin yakınlaşması ve “iktisadi uyum”unu, üye devletlerarasında gümrük tarifelerinin ve kontenjanların kaldırılmasını, üye olmayan ülkelere karşı ortak politika izlenmesini ve hizmetlerin, sermayenin ve işçilerin serbest dolaşımını içeren ve 25 Mart 1957’de imzalanarak, 1958’de yürürlüğe giren Roma Anlaşması’yla kurulan AET, o günden bu yana artan çabalara karşın henüz belirlenen hedeflere ulaşmaktan uzaktır. Bu tür “birlik”lerin, “birliğin” en güçlü devletleri tarafından, etkinliğin bir aracına dönüştürülmek istendikleri, daha fazla sömürüyü ve proletarya ve halkların boyunduruk altına alınmasını amaçladıkları bilinen bir gerçektir. Son dönemde gerçekleştirilen ve ABD’ye Kuzey Amerika’da büyük ekonomik avantajlar sağlayan NAFTA da böyle bir organizasyondur. Emekçi yığınlar üzerindeki ekonomik yükü artıran bu anlaşmayla, Meksika’da 1.85 dolar olan ortalama saat ücreti sayesinde ABD tekelleri, Meksika’da ucuz işgücünü sömürme olanağı buldular. Bu aynı zamanda “Yeni Düzen” politikasının ağababası ABD emperyalizminin, dünya pazarlarını ele geçirme mücadelesinde İkinci Dünya Savaşı sonundan başlayarak sürdürdüğü müdahale ve ele geçirme politikasının yeni bir adımıdır da. İkinci Savaş öncesinde “Büyük Ekonomik Bunalım”ın pençesinde olan ABD, İkinci Savaş’tan bir “dünya gücü” olarak çıktı ve paylaşım savaşının galibi olarak hegemonya mücadelesinin baş aktörü haline geldi. O, artık dünya sahnesinin yeni büyük gücü olarak, dünyayı “düzene sokma”ya başlamıştı. Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde etki alanını genişleten ABD, kendi kontrolünde ve SSCB’ye karşı emperyalist askeri bir blok olan NATO’yu oluşturduktan sonra saldırgan ve hegemonyacı politikasını daha etkili bir tarzda sürdürdü.
Bunalım öğeleri hep var oldu ve birikti. ’60-70’li yıllarda emperyalist burjuvazi bunalımın yükünü içte işçi sınıfına, dışta geri halklara yıkmak amacıyla daha fazla şiddete başvurmaya yöneldi. ’80’li yıllarda ABD’nin bunalımı devam etti. ’82’de işsizlik % 12’ye çıkmıştı. ABD’nin ’30’larda yaşanan büyük ekonomik bunalımdan sonraki en bunalımlı dönemi yaşadığı açıklandı. Bütçe açığı 117 milyar dolara çıkmıştı ve 33 milyon ABD’li yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 1989’da ABD, Birinci Dünya Savaşı’nın başından bu yana, ilk kez “borçlu ülke” durumuna düşmüştü. ’90’lı yıllarda ekonomik bunalım, tüm ileri kapitalist ülkeleri etkileyen bir özellik kazandı. Sanayi üretimi düşerken, yatırımlar azaldı. İşsizlik ve enflasyon yüzdeleri yükseldi. Avrupa’da ’93 yılı içinde 200 bin küçük işyeri iflasa sürüklendi. ABD’de bütçe açığı ’92’de 400 milyar dolara, iç borçlar GSMH’nin % 40’na çıktı. Sanayi üretimi 1990-93 arası Almanya’da % 6,4, İtalya’da % 1,4, Fransa’da % 3,3, Japonya’da 9,11 geriledi. ’94 Ocak ayı itibariyle işsizlik Almanya’da % 7,6, İtalya ve Fransa’da % 11,2, ABD’de % 6,7, İngiltere’de % 10,3 ve Japonya’da % 2,9 artış gösterdi. Emperyalist Rusya’da ’90-93 arası sanayi % 46, hafif sanayi % 50 gerilerken, yatırımlar % 56 azaldı ve halkın satın alma gücü bir yılda % 86 düşerken, enflasyon % 2000’lere çıktı.
Ekonomik krizin derinleşmesi, AT içinde, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, topluluk üyesi ülkeler arasında, dış politika, ekonomi ve para politikaları konularında sürtüşmelere yol açıyor; Almanya’nın Doğu Avrupa politikası Fransa’yı rahatsız ediyor; onun yüksek faiz politikası Avrupa para sistemini çıkmaza sokuyor ve bütün bu gelişmelerden en fazla Almanya yararlanıyorken, kaçınılmaz olarak topluluk üyesi ülkeler arasındaki çelişkiler artıyor. Topluluğun etkili üyelerini birbirlerine karşı atak yapmaya yönelten bir diğer olay da GATT anlaşmasıdır. Almanya, dünya ticaretinin liberalleşmesine yol açacağı ileri sürülen “serbest ticaret” anlaşmasının bir an önce imzalanmasını isterken, özellikle Fransa işi ağırdan almaya çalışıyor.
Kuşkusuz bütün bunları belirleyen, emperyalist tekellerin ekonomik çıkarlarıdır ve kriz etkenleri, bu çıkar çatışmasının daha keskin tarzda yürütülmesini dayatmaktadır. Emperyalist ekonominin “ulusal” birimlerinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. ’90’lı yıllar, son elli yılın en ciddi ve en etkili krizine sahne olurken, burjuva iktisatçıları ve tekellerin sözcüleri bu bunalımın, 1929 dünya kapitalist krizinden sonraki en büyük kriz olduğunu -bunun bir yanı kuşkusuz proletarya ve emekçilere yönelen saldırıları haklı gösterme ve emekçilerin boyun eğmelerini sağlama amacına yönelik- fikir birliği içinde kabul etmiş bulunuyorlar. Görülen şey; etkili her gücün ötekileri kullanarak ve gerektiğinde onlarla çatışarak, çıkarlarını korumaya, etkinliğini artırmaya, geri halkları kendine bağlamaya çalıştığıdır. “Bloklar-arası” ve “blok” üyeleri arası rekabet, her bir emperyalist gücün ötekine karşı hegemonya alanlarını ele geçirme kavgası, tekeller arası çelişkileri keskinleştirdiği gibi, tekellerin halklara ve uluslararası proletaryaya karşı saldırılarını da artırıyor; yanı sıra, emperyalizme ve burjuvaziye karşı halkların ve işçi sınıfının öfkesinin büyümesine de yol açıyor.
KRİZ VE EMPERYALİST SİYASAL TEHDİT
ABD emperyalizmi, İkinci Savaş’tan sonra, dünyanın tüm gerici faşist rejimlerinin baş destekçisi ve ana dayanağı oldu. Franko faşizminin en büyük destekçisi, Amerikan ve İngiliz emperyalizmiydi. Şili, İran, Türkiye, Portekiz, Filipinler vb. faşist diktatörlüklerin iş başında olduğu ülkeleri, ABD, askeri ve ekonomik egemenliğinin birer parçası olarak değerlendirdi ve halkların faşizme karşı mücadelesini dolaylı ve doğrudan müdahalelerle karşıladı. Şili’de, Allende’yi alaşağı eden faşist Pinochet diktatörlüğü, CIA organizasyonuyla ve Pentagon’un doğrudan müdahalesiyle gerçekleştirildi. ABD, “barış ve demokrasi” demagojisiyle Noriega’nın, Salazar’ın, Markos’un, Rıza Pehlevi’nin ve Türkiye faşizminin arkasında durarak halklara kan kusturdu. 1950’de Kore’ye asker çıkaran ABD, Kore halkının kaderine silah gücüyle egemen olmaya soyundu. Çin devrimiyle birlikte, Amerikancı Çan Kay Şek’in yenilgiye uğramasıyla güçlü bir şamar yiyen ABD, bunun acısını Kore’de, Vietnam ve Kamboçya’da çıkarmaya çalıştı. Kennedy’nin 46 ülkeye gönderdiği 10 bin “barış gönüllüsü”, Amerikan misyonerliği görevini yerine getirdiler. ABD, 1961’de Küba halkının şahsında, Latin Amerika halklarının başkaldırısını kana boğmak amacıyla “Domuzlar Körfezi” çıkarmasına girişti, ancak yenilgiye uğratıldı.
ABD, 1954’ten itibaren Vietnam’a müdahaleye başlamıştı ve kendini Güney Vietnam’ın “koruyucusu” görüyordu. 196l’de Güney Vietnam’da, devrimci hareketin rejimi tehdit eder düzeyde gelişmesi üzerine, ABD 15 bin “danışman” ve bol mühimmat göndererek doğrudan müdahaleye geçti. Amerikan bombaları Vietnam’a yağmaya başladı. Savaşın devam etmesi ve Vietnam halkının kahramanca direnişi üzerine, 1965’te Amerikan kara birlikleri Vietnam’a girdiler. 1965 başlarında 550 bin ABD askeri Vietnam’daydı. 100 milyar dolar harcayan ABD, buna rağmen Vietnam halkına boyun eğdiremedi. 10 binlerce ABD askeri savaşta, daha doğru bir deyişle işgali sürdürmek isterken can verdi. 1973-74’te ABD, Vietnam halkının kahramanca direnişi sonucu, geri çekildi. Bu arada Kamboçya’yı işgale de girişmişti. (1970)
ABD, faşist Şah diktatörlüğünün, İran halkının ayaklanmasıyla yıkılması üzerine, Ortadoğu’da yeni bir gerici kuşak oluşturma çabalarını yoğunlaştırdı. Sosyalizmin tasfiyesiyle iktidarı ele geçiren yeni Rus burjuvazisinin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin, Ortadoğu ve Doğu Avrupa üzerindeki etkisini kırmak ve onun egemenlik sahasına sızmak için kıyasıya bir mücadeleyi “soğuk savaş” adı altında yürütürken, aynı ittifakın içinde yer alan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın gücünden de yararlandı. ABD, İsrail Siyonizm’ini arkalayarak Filistin halkını “vatansızlığa” mahkûm etti ve Suudi gericiliğine, Mısır ve Ürdün rejimine, Türkiye faşizmine dayanarak Sovyetler Birliği’ni kuşatmaya ve onun etkisini kırmaya çalıştı. O, ayrıca Latin Amerika’dan Avrupa’ya, dünyanın hemen her yanında mali, ekonomik ve askeri gücünü seferber etti ve ’80’in başlarına kadar batılı müttefiklerinin ciddi sayılabilecek itirazlarıyla karşılaşmaksızın, tek süper rakip SSCB’yle her alanda karşı karşıya geldi.
SSCB’nin, sosyalizmin son biçimsel kalıntılarını da tasfiye ederek dağılması üzerine, ABD, eski Sovyet pazarına yönelik askeri, siyasi stratejisinde yeni hamlelere yönelirken, “Batı İttifakı” içindeki Almanya, Fransa gibi ülkelerin, kendi adlarına hareket etme ve güçleri oranında olanaklardan yararlanma çabaları da yoğunlaşmaya başladı.
Almanya, Balkanlar’da ulusal boğazlaşmaları kışkırtarak ve Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynayarak ABD’ye “ben de varım” mesajı verirken, Doğu Almanya’yı yutmasının da avantajıyla, Doğu Avrupa üzerindeki etkisini olduğu gibi, Ortadoğu’da daha faal rol oynama, Kürt sorununda taraf olma çabalarını da artırdı.
ABD, emperyalist batı ittifakının baş patronu olarak uyguladığı dünya politikasında, revizyonist Sovyet yönetimine ve Sovyetler Birliği’nin uluslararası etkisine karşı güçlü konumda bulunmak için mali, diplomatik ve askeri araçları kullanmaya önem verdi. Uzakdoğu’da büyük tüketici pazara girme, çelişkilerden yararlanma ve tehlikeyi önleme amacıyla Çin ile ilişkileri geliştirme yolunu tuttu. Çinli yöneticiler, uygulaya geldikleri burjuva oportünist politikayla, ABD emperyalizminin elebaşlarına “yolun açık tutulduğu” mesajını iletmişlerdi. Nixon, 1972’de “ortak sorunlar”ı görüşmek üzere Pekin’e gitti ve Çin yöneticilerinin ateşli iltifatlarıyla ve abartılı övgüleriyle karşılandı. Mao ve Çinli revizyonistler, emperyalizmle uzlaşma çizgilerinin sonucu olarak, ABD planlarını “anlayışla” karşıladılar ve sonuçta diplomatik ilişkiler yeniden kuruldu.
ABD, bugün, olanca gücüyle, politik ve askeri baskıyla rekabet mücadelesini sürdürüyor ve ikide bir Latin Amerika ve Ortadoğu’daki çeşitli ülkelere saldırmaktan geri durmuyor. O, günümüzde de askeri, politik ve ekonomik bakımdan dünyanın en büyük güçlerinin arasında geliyor ve dünya halklarının, uluslararası proletaryanın en azgın düşmanlarından başlıcasını oluşturuyor.
Rusya ise, gücü oranında eski etkinlik sahasına batılı emperyalistleri yaklaştırmamaya çalışıyor. Yeltsin, batılı emperyalistleri “kendi sahası”na girmemeleri için uyarırken, Jirinovski, daha da ileri giderek, Rus askerlerinin “Hint Okyanusu’nun sıcak sularında çizmelerini yıkamaları”ndan söz etmektedir. Yeltsin, AGİK’in (AGİÖ) Budapeşte’deki toplantısında, batılı emperyalistlerin NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerini kapsayacak biçimde genişletilmesi planına açıkça karşı çıktı ve bu konuda taviz vermeyeceklerini açıklayarak, eski etkinlik alanları üzerinde “hak sahibi olduklarını” anımsattı. Bosna-Hersek’te Batılıların yanında yer alma görünümü ardında kendi genişleme politikası doğrultusunda tutum aldı ve Sırpları destekledi. Ortadoğu’da Suriye ve Irak’la ilişkileri yeniden düzeltme yolunda adımlar atarak, ABD’nin bölgedeki hâkimiyetine sınır çekmeye çalışıyor ve Çeçenistan’a yönelttiği saldırı ile “arka bahçesini düzene sokmaya çalışıyor.
ABD, Almanya, Japonya ve Rusya, silahlanmaya bütçelerinden büyük paylar ayırmaya devam ediyorlar. Silahlanma harcamaları, hemen tüm kapitalist ülkelerin bütçelerinin ve GSMH’lerinin önemli bir bölümünü kapsıyor. Başlıca emperyalist ülkeler, izledikleri dünya hâkimiyeti politikasında, bazen doğrudan işgallerle, bazen de geri ülkeleri birbirleriyle vuruşturarak silahlanmayı körüklüyor ve silah tekellerinin büyük kârlar sağlamalarına olanak yaratıyorlar. Silahlanmada gerileme olduğu yönündeki kampanyaya karşın, silah tekelleri onlarca milyar dolarlık satış yapmaktadırlar. Sürekli silahlanma, her bir ülkenin bir diğerini gerekçe gösterip yeni silah siparişlerine, ya da yeni tür silahların geliştirilmesine yol açmaktadır. Körfez Savaşı sonrasında bölge ülkeleri, 30 milyar dolarlık silah siparişi verdiler. Emperyalist ülkeler yeni modern silahlar (nükleer, biyolojik ve kimyasal) geliştiriyorlar. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin, en büyük silah ihracatçısı ülkelerdir. Bu ülkeler, Uzakdoğu’ya, Ortadoğu’ya, Balkanlar’a, Latin Amerika ülkelerine ve Afrika’ya satış yapmaktadırlar. Bir İsveç Araştırma Kurumu, 1992’de silah satışından ABD’nin 8.4, Rusya’nın 3, İngiltere’nin 7.2, Fransa’nın 7.1 milyar dolar kazandığını ortaya koydu. 1989 yılında dünya silah ticaretinin % 34’ü ABD tarafından yürütülüyordu. ABD, son altı yılda yalnızca Türkiye’ye 6.7 milyar dolarlık silah sattı. Gene ABD’nin kontrolünde İsrail-Türkiye ortak silah üretimi projesi hazırlandı. Almanya ve Fransa, nükleer güç odakları arasındaki yerlerini aldılar. Almanya, yalnızca ’93 yılı için 59 milyar marklık “savunma” payı ayırdı. Çin’de silahlanma harcamaları ’94 yılında % 34 oranında artırıldı. Rusya konvansiyonel silah indirimine gitmeyeceğini ve AKKA’yı tek taraflı geçersiz saydığını ilan ederken, Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, silahlanmaya hız vereceklerini açıklayarak bu doğrultuda pratik adımlar atmaya başladılar. Japonya, Eylül ’93’te 90 bin askeri personel, 120 savaş gemisi ve 760 uçakla “Entegrasyon Tatbikatı” adlı bir güç gösterisi yaptı. Almanya ve Fransa, ortak asker sayısını 50 bine çıkarma kararı aldı. NATO bünyesinde, özellikle ABD ve Alman çıkarları -kimi zaman açıktan dile getirildiği gibi- karşı karşıya geliyor ve onların her biri öteki ülkeleri de yanlarına alarak dünyanın diğer bölgelerine yönelik politikalarda hamle yapmaya çalışıyorlar. Almanya ve Japonya “Güvenlik Konseyi”ne katılarak askeri-politik etkilerini artırmayı hedeflemektedirler. Pentagon’un (1994-99) “Güvenlik Programı”nda, Avrupa ülkeleri (başta Almanya), güvenlik örgütlerinin gelişimine set çekmek ve Japonya’nın Doğu Asya’da etkili olmasını engelleme hedefi özel bir önem verilmektedir. Japonya’nın girişimiyle oluşturulan Güneydoğu Asya Milletler Birliği (ASEAN) ve Japonya’nın bu bölge ülkeleriyle geliştirmek istediği ilişkiler, ABD’yi oldukça rahatsız ediyor. Yine Almanya, AET içinde de başa güreşiyor ve AT’nin gücünden, ABD ile rekabette yararlanmayı arzuluyor; yanı sıra, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO bünyesine alınmasını, bu ülkelerin potansiyelinden en iyi kendisinin yararlanacağı hesabıyla, diğer ülkelerden daha fazla istiyor.
KRİZ VE GERİ ÜLKELERE YÖNELİK EMPERYALİST POLİTİKA
Belli başlı emperyalist ülkelerde yaşanan ekonomik bunalım, emperyalist burjuvazinin geri kalmış ülkelere yönelik politikalarını belirleyen etkenlerin başında geliyor. Bugün emperyalizmin, geri ve bağımlı ülkeler politikasında geçmişe göre, esasa ilişkin herhangi bir değişim söz konusu değildir. Geri kalmış ülkelerin, bağımlı ve ezilen hakların egemenlik altında tutulması, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve denetlenmesi ve rakiplerle mücadelede “uyruk”ların gücünden yararlanılması bu politikanın ana unsurudur.
Bu politika, her zaman olduğu gibi “barış, demokasi ve huzur” demagojisiyle yürütülmekte; krizin yükünün geri ülkeler halklarına yıkılması için çeşitli entrikalara başvurulmakta, “işbirliği anlaşmaları” yoluyla, o da olmazsa “koruyucu” maskesi altında işgallere girişilmekte; sermaye, uzman, diplomat ve asker ihracı yoluyla emperyalist egemenlik sağlama alınmaya çalışılmaktadır. Bir diğer biçim, tekellerin bu ülkelerdeki ekonomik faaliyetlerini daha çok rant geliri elde edecek tarzda örgütlemeleridir. Bazıları da, tekelin faaliyet yürüttüğü “işkolları”ndan bir kısmını geri ülkelere kaydırarak ucuz işgücünden, tüketici potansiyelinden daha etkin biçimde yararlanmanın yollarını aramaktadırlar.
Emperyalist ülkeler, uluslararası işçi sınıfına ve ezilen halklara karşı ortak tutum ve politikalar geliştirirlerken, çıkar çatışmaları nedeniyle birbirleriyle çelişmekte, çatışmaktadırlar. Onlar, özellikle en büyükleri, çeşitli emperyalist kuruluşlar bünyesinde bir araya gelmekte, pazarlıklar yapmakta ve geri ülkelere ve ezilen halklara karşı ortak politikalar saptamaktadırlar. Bu tür toplantılardan biri, Temmuz 1993’te Tokyo’da gerçekleşti. “Dünya Ekonomik Zirvesi” olarak lanse edilen “7 Büyüklerin Toplantısı”na ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya katıldı. ABD, bu toplantıya dünya jandarması olarak yön verdi. Toplantıda Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Suriye gibi ülkeler, cezalandırılması gereken “terörist” ülkeler olarak ilan edildiler. Irak ve Libya üzerindeki baskının artırılması, yanı sıra İsrail’in Ortadoğu’da Filistin ve Arap halkına karşı saldırı politikasının desteklenmesi kararı alındı. Yine, işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılmasının ifadesi olarak sübvansiyonların kaldırılması, sağlık ve diğer sosyal harcamalarda kısıntıya gidilmesi ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının geri ve bağımlı ülkeler için belirlediği “istikrar” politikasının sürdürülmesi karara bağlandı. ’94 Kasımı’nda Budapeşte’de gerçekleştirilen AGİK (Ö)’nün gündemi de farklı olmadı. Farklılık, Rusya’nın da toplantıya katılması ve kendini dayatmasıydı.
Emperyalist ülkelerin geri ülkelere yaklaşımını belirleyen temel etken, bu ülkelerin kaynaklarının elde tutulması ve sömürülmesidir. Bu amaçla, ekonomik işgali ve sömürüyü desteklemek ve garanti etmek üzere, askeri eylemlere başvurmak da dâhil, her yöntem denenmektedir. Derinleşen ekonomik bunalıma bağlı olarak emperyalist tekellerin rekabeti de kızıştı. Doğu Avrupa ve Rusya’da meydana gelen gelişmeler, batı ülkeleri sermayesinin buralara yönelik faaliyetini artırdı. Örneğin; AEG, SIEMENS gibi Alman tekelleri, ucuz işgücü sömürüsünün daha olanaklı olduğu Doğu Avrupa pazarına yerleşmek üzere hazırlıklara giriştiler.
“Birleşmiş Milletler Örgütü”nün açıklamalarına göre, 160 milyon insanın açlık sınırında yaşadığı, Çin ve Çin pazarı ise, başta ABD ve Japonya olmak üzere, Almanya’nın da aralarında yer aldığı batılı emperyalistlerin iştahla baktıkları, dal fazla pay kapmak için birbirleriyle “yar tıkları” bir alanı oluşturuyor. Bu geniş pazarda özellikle çok büyük bir ucuz iş gücü ve tüketici potansiyelinin varlığı ABD, Alman ve Japon tekellerini harekete geçiriyor. Japonya’nın benzer girişimleri ve Fransa’nın Ortadoğu’ya yönelik adımları da aynı politikanın unsurlarıdır. ABD ve Japonya, Çin’i, Avrupa ülkelerine ve Rusya’ya karşı bir tehdit unsuru olarak değerlendirmek üzere etki altına almaya çalışıyor. Alman otomobil tekeli Volkswagen 100 bin arabayla Çin’deki pazarını genişletme çabasında. Siemens yönetimindeki 3 bir konsorsiyum, 636 milyon marka mal olacak bir metro ihalesi almış durumda, 1992’de Japonya, ABD, Hong-Kong, Tayvan, Almanya, Rusya, Güney Kore ve Singapur’un Çin’e yaptıkları ihracat toplamı 61 milyar dolara ulaştı.
Çin’e yapılan sermaye ihracı sonucu, ülke ekonomisinin önemli bir bölümü, yabancı emperyalist sermayenin eline geçmiş durumda. ABD emperyalizmi “Cola” ile, “Çin”i “fethetme”yi başardı. Ancak Çin de Doğu Asya’da önemli bir güç olarak, gelecekteki emperyalistler-arası yeniden bölüşüm kavgalarına hazırlanıyor. Hızla silahlanan ve yeni bloklaşma hareketinde kendine yer arayan Çin’in kendisi de Japonya ve Rusya’ya karşı, bölgede rekabet mücadelesi içindedir. Çin, 1980’de dünya ticaret sıralamasında 31. sıradayken, ’92’de 11. sıraya çıktı. Dünya tahıl üretiminde başa güreşiyor, dünya ticaretinin % 3’ünü elinde tutuyor ve GATT’a girmek için hu yük bir çaba gösteriyor.
“Dünya ekonomisinde görülen gerileme ve yaşanan bunalımın, emperyalistleri yeni arayışlara yöneltmesi çerçevesinde Alman tekelleri, yalnızca Doğu Avrupa ülkelerine değil, Filipinler ve Meksika gibi ülkeler dâhil, mümkün olan her tarafa uzanmaya çalışmaktadırlar. AEG fabrikalarını Filipinler, Meksika ve Çin gibi ucuz işgücünün bol olduğu alanlara taşımaya hazırlanırken, Ford yöneticileri Polonya’yı düşündüklerini açıkladılar.
“Küçük” İsviçre, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan itibaren “tarafsızlığı”nı ilan ederek elde ettiği çeşitli avantajları kullanıyor. Daha önce askeri harcamalara fazla para ayırmayan İsviçre, şimdi, savaş uçaklarına, gelişmiş kara tanklarına ve anti-tank füzelerine büyük miktarlar ödeyerek yeni durumda “güçlü olmaya” ve AT’ye girmeye çalışıyor. İsviçre’nin geri ülkelerde küçümsenemez mali ilişkileri var ve tüm ülkelerden rantiye kara paranın aktığı bir yer olarak büyük kârlar sağlıyor.
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası büyük tekellerin, ezilen ve bağımlı ülkelerle ilişkilerinde, ikinci gruptakileri her yönden kuşatan bir ilişki biçimi sürmektedir. Emperyalistler, ucuz işgücü ve hammadde depoları olan geri ülkelerde, yüksek getiriyi yıllara yayan ve işçi hakları vb. sorunları da bulunan sanayiye yatırım yapma yerine, daha çok kısa vadeli rant geliri sağlayan yöntemlere başvurmaktadırlar. Birinci, İkinci Savaş dönemleri ve sonrasında, örneğin, demiryolları gibi altyapı yatırımlarına yönelen ve ek anlaşmalarla çok yönlü imtiyazlar elde eden mali sermaye, günümüzde de kısmi yatırımlara yönelmekle birlikte, doğrudan yatırım yerine daha çok spekülatörlüğe yönelmektedir. Bir tek örnek olarak Meksika’yı alırsak, ABD’nin 1994’te Meksika’ya ihraç ettiği 8 milyar doların yalnızca 1.25 milyar doları yatırımlara ve geri kalanı spekülatif faaliyet alanına yönelmiştir. Emperyalist ülkelerin geri ülkelerle ilişkilerinde bir diğer yöntem, eşitsiz ticari anlaşmalar sonucu, hammaddelerin ucuza kapatılması, kota uygulamalarıyla ve ekonomik ambargolarla bu ülkelerin ekonomilerini çökertme olanağını ele geçirmiş olmaları ve bunu gerekli gördüklerinde uygulamalarıdır.
Dünyanın hemen tüm geri kalmış ülkeleri, emperyalistlerin ağır mali ve ekonomik sömürüsü altındadır. Arjantin, Portekiz, Şili, Ortadoğu ülkeleri, Türkiye, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika ülkeleri ve diğerlerinden yüzlerce milyar dolar tutarında kaynak, emperyalistler tarafından transfer edilmektedir. Türkiye’nin dış borç miktarı (1994’te), 64 milyar dolardır. ’91 yılı itibariyle Afrika ülkelerinin 235.4, Asya ülkelerinin 397.7, Ortadoğu ülkelerinin 232.1, Doğu Avrupa ülkelerinin 104.8 milyar dolar dış borcu bulunmaktadır ve bu borçlar yıldan yıla artmaktadır.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları, bağımlı ve geri ülkelerin “ekonomik denetçileri” rolünü üstlenmişlerdir. Özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi dayatmalar, bu kuruluşlar tarafından planlanıp uygulatılmaktadır. Emperyalist tekeller, özelleştirme kapsamında, geri ülkelerde, çeşitli devlet işletmelerini (bizde Kamu İktisadi Teşekkülleri -KİT) satın almakta ya da ortak olmaktadırlar. Bu işlem bile, tek başına özelleştirme uygulamasının esas olarak emperyalist tekellerin ekonomik denetimini artırdığını gösterir.
Türkiye, Arjantin ve Meksika’da özelleştirme kapsamında çeşitli işletmeler, ABD, Fransız ve Alman tekelleri tarafından satın alındı bile.
Emperyalist “zirve”lerde salt ekonomik kararlar alınmıyor kuşkusuz. “7 Büyüklerin Zirvesinde Balkanlardan Ortadoğu’ya, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa ve Kafkasya’ya kadar dünya coğrafyası “masaya yatırıldı”. ‘”Yeni Dünya Düzeni” üzerine sürdürülen kampanyanın başarısız sonuçları tartışılırken, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya üzerinde özel olarak duruldu. Küba’dan Afganistan’a, Somali’den Filistin’e, Nikaragua’dan Kürdistan’a, tüm sömürü alanlarına ilişkin politik askeri stratejiler belirlendi.
Ekonomik gücü, Çin’in 2,6, Rusya’nın 6,3 katı olan ABD, askeri açıdan da dünya emperyalizminin jandarmalığını üstelenmiş durumda ve kıtalar ve ülkeler arası alanlarda, hava ve deniz filolarıyla hegemonyasını sürdürmeye çalışmaktadır. Onun Latin Amerika’da, Ortadoğu ve Afrika’da, Avrupa ve Kafkasya’da politikasına yön veren dünya egemenliği mücadelesinde aslan payını elde tutma isteğidir. Bunun için, “çıkar alanı” ilan ettiği her kara ve deniz parçasını, rakip emperyalistlere ve köleleştirdiği halklara karşı kullanmak üzere, bir olanak olarak elde tutmak istemektedir. ABD’nin Ortadoğu’da Suudi gericiliğine, Mısır ve Ürdün’e, Körfez’deki Emirlik’lere ve İsrail Siyonizm’ine yaklaşımı bu doğrultudadır. Nikaragua ve Salvador’da karşı-devrimci kontraların CIA tarafından eğitilip-silahlandırılması; Somali’nin işgal edilmesi; Filistin’in boyun eğmeye zorlanması; Kürtlerin “kurtarılması!”; bunların tümü aynı politikanın yansımasıdır.
Emperyalizmin “liberal” politik taktikleri, ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelelerini etkisizleştirmeye hizmet etmektedir. Başta ABD olmak üzere, emperyalistler, “Yeni Dünya Düzeni” palavraları eşliğinde ulusal kurtuluş mücadelelerini etkisizleştirmeye ve yeni sömürgeci yapıyı ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. ABD’nin “pişirdiği” İsrail-Filistin anlaşması, bu politikanın ürünüdür. Anlaşmanın Filistin halkına kazandırdığı herhangi gerçek bir özgürlük söz konusu değildir. “Siyasal çözüm” adı verilen yöntemle başta Filistin halkı olmak üzere, ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların, kölelik sisteminin içinde tutulması sağlama alınmak isteniyor. İsrail-Filistin anlaşması, Filistinlilere, daha doğru bir deyişle FKÖ’ye, Gazze ve Eriha bölgesinde İsrail polisinden devralarak sürdüreceği güvenlik işinin, İsrail hesabına üstlenilmesinden başka bir sonuç doğurmamasına karşın, bu, bir model olarak diğer ezilen halklara, örneğin Kürt halkına sunulmaya çalışılıyor. ABD, İsrail-Filistin, İsrail-Ürdün anlaşmalarını bölgede etkinliğini artırmanın aracı olarak kullanmak istiyor, Suriye’yi anlaşmaya zorluyor.
Geri ve bağımlı ülkelere emperyalist müdahalenin en yeni örneklerinden ikisi, Somali ve Haiti’de gerçekleşti. Başını, ABD’nin çektiği, Batılı emperyalist devletler ve onlarla “aynı ideallere sahip” bazı uydu ülkelerin gerici yönetimleri, sözde insani yardım amaçlı bir “Umut Operasyonu” gerçekleştirdiler. ABD’nin organize ettiği Somali işgalinin gerçek hedefinin, Hint Okyanusu’yla Avrupa’yı bağlayan, en kısa ticaret yolunun hegemonya altında tutulması olduğu, kısa zamanda açığa çıktı. Somali halkının köle olarak ve sefalet içinde tutulması, emperyalistlerin asıl amaçlarıyla kesin bir uyum içindeydi. Somali’de siyasal bozguna uğrayan ABD, Haiti’ye “demokrasiyi yeniden kurma” demagojisiyle asker çıkarma ve işbirlikçilerinden birini (askeri cunta şefi Cedras) devirip yerine bir diğerini (papaz Aristide), getirmekten geri kalmadı.
Balkanlarda ve Kafkasya’da süren ve halklara hiçbir yararı olmayan ulusal boğazlaşmalar, emperyalistlerin kışkırttığı ve sürmesinde rol oynadıkları çatışmalardır, ABD ve Almanya başta olmak üzere emperyalistler, bu çatışmalarda, doğrudan veya dolaylı rol oynamakta, taraflara silah satarak ve bazen birini bazen ötekini arkalayarak savaşların uzamasını sağlamaktadırlar. Silah satışlarından ve çatışmaların sona erdiği koşullarda da çatışan tarafların tahrip olmuş ekonomilerinin sözde yeniden yapılandırılması, “canlandırılması” çalışmalarında yer alarak, kazanan taraf olmaktadırlar. Kafkasya’da ve Yugoslavya’da onlarca yıl bir arada bulunanların, Azeri-Ermeni, Sırp-Hırvat ve Sırp-Boşnak çatışmalarını başlatmalarında batılı emperyalistler açıktan rol oynadılar. (ABD başta olmak üzere emperyalistler, daha önce de 10 yıl devam eden Irak-İran savaşını kışkırtarak, silah tekellerinin, her iki ülkeye de silah satışını ve iki ülke ekonomisinin tahrip olmasını sağladılar.)
Bir diğer örnek, ABD’nin başını çektiği koalisyon ordularının Irak’a yaptığı saldırıdır. Saddam yönetiminin Kuveyt’i işgali bahanesiyle emperyalistler, Irak halkının üzerine iki aya yakın bir süre bomba yağdırdılar. Kuveyt’i “kurtarma” maskesi altında, Ortadoğu ve Körfez bölgesinin denetimini daha sıkı biçimde sağlayabilmek ve emperyalist yaptırımları engelsiz uygulamak için, efendilerine kafa tutmaya çalışan Saddam’ın cezalandırılması adına Irak halkına ve onunla birlikte bölge halklarına kan ve gözyaşıyla gözdağı verildi. ABD, Ortadoğu üzerindeki denetimini pekiştirme yolunda yeni adımlar attı ve kuşku götürmez biçimde bölge üzerindeki hegemonyasını artırdı.
Irak’ı işgal eden ABD komutasındaki emperyalist ordular, Irak ve Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesini de, emperyalizmin Ortadoğu planı çerçevesinde daha sıkı bir denetime aldılar. ABD, Kuveyt’i “kurtardıktan” sonra, Kürtleri “koruma”ya soyundu ve Kürt sorununu, Irak işgalini sürdürmenin dayanağı haline getirdi. Bölgeye “Çekiç Güç” adıyla bir işgal birliği yerleştirdi. Bugün, Irak’ı, bir eyaleti gibi yönetmeye çalışan ABD, Irak Kürt gericiliğini yedeğine almış olarak, Kürt ulusal mücadelesini, emperyalist çıkarla bağlayarak Kürdistan’ın kölelik statüsünü sürdürmeye çalışmaktadır.
Emperyalizm; Ortadoğu’nun, toprakları işgal altında tutulan iki halkının, Filistin ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini sistemin kanalları içinde boğmak amacıyla iş-birlikçiliği geliştirmeye, reformizmi bu halkların mücadelesinde etkin kılmaya, özgürlük mücadelesinin işçi-köylü sınıf temeli üzerinde gerçek kurtuluşa götürecek bir halk devrimine genişlemesini engellemeye çalışmaktadır. Emperyalistlerin Balkanlar, Türkiye, Ortadoğu ve Kafkasya’ya ilişkin politik-askeri stratejilerinde ezilen-bağımlı halklar, özel bir yer tutmaktadırlar. Filistin halkının, İsrail Siyonistleri tarafından sürülmesi ve katli baştan beri emperyalist desteğe dayalı olarak gerçekleşti. Türkiye gericiliğinin Kürt halkına yönelik sistemli baskı ve eritme politikası, emperyalistlerin eksiksiz desteğini gördü. Bölgenin, dünya egemenliği mücadelesinde sahip olduğu önem; zengin hammadde kaynakları ve stratejik konumu; ezilen ulus sorununun, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda “çözümü”nü, emperyalist burjuvazinin bölge politikasının ana unsurlarından biri haline getirmiştir.
KRİZ VE EMEKÇİLERE YÖNELEN SALDIRILAR
Uluslararası gelişmeler, tekelci burjuvazinin uluslararası politikada “yenilikler”e yönelmesine, aynı zamanda işçi sınıfı ve halkların olası devrimlerini engellemek amacıyla yeni taktiklerin geliştirilmesine yol açtı. İşçi sınıfının saflarında, daha proletarya bir sınıf olarak davranmaya başladığı andan itibaren başvurulan yozlaştırma ve etkisizleştirme çabası güçlendirildi. Burjuva sendikacılık, etkin bir silah olarak daha aktif biçimde kullanılmaya başlandı, sosyalizme yönelişin önünü kesmek için bir yandan baskıcı-faşist yöntemler daha fazla devreye sokulurken, öte yandan “sosyal devlet” kavramı geliştirildi, bu kapsamda sosyal güvenlik tedbirleri uygulamaya sokuldu. Sömürgecilik biçim değiştirdi. Siyasal bağımsızlık görünümü altında yeni sömürgeci politika hayata geçirildi. Bütün bunlar, kapitalizmin ömrünü uzatmaya yönelikti ve çelişkileri “yumuşatmayı” amaçlıyordu.
Ancak ’90’lı yıllarda, uluslararası emperyalizm ve mali sermaye, bu alanda da eski biçimleri değiştirdi. Maskeyi attı, “sosyal devlet” demagojisini bir kenara itti ve doğrudan saldırıya geçti. Dünya gericiliğinin anti-sosyalist mücadele kapsamında ve proletarya mücadelesini yozlaştırıp düzene bağlamada yararlanmak amacıyla uyguladığı sosyal güvenlik önlemleri, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki son gelişmelerle birlikte rafa kaldırıldı ve kazanılan haklar geri alındı. Özelleştirme, genel bir uygulama haline getirilerek kitlesel işçi kıyımına girişildi. Tüm kapitalist ülkelerde, krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçi kitlelere bindirilmesi için yoğun bir faaliyet başlatıldı. Belli başlı Avrupa ülkelerinde yalnızca bir günde 200 bin işçi işini kaybetti. Uzun süre kapitalizmin “refah toplumu örneği” olarak gösterilen Almanya’da, işçi kıyımı kapsamında Daimler Benz 40 bin, BASF/Hoechst/Bayer 25.000, Ruhkohle 12.000, İngiltere’de British Gas 20.000 Fransa’da U11- 6.000, İspanya’da Seat 4000 olmak üzere, hemen bütün tekelci kuruluşlar, bütün planlarını, atılacak binlerce işçiye göre yeniden düzenlediler. Özelleştirme, işçi atma ve sosyal hakların budanması ve gaspı, bu ülkelerin yanı sıra; Hollanda, Belçika, İspanya, İsveç, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Rusya ve Türkiye’de de gündeme getirildi. Alman çelik tekelleri, çelik sektöründe çalışan işçi sayısının 60.000’den 16.000’e düşürüleceğini açıklarken, irili ufaklı tekstil fabrika ve işletmelerinden 100.000 işçinin işini kaybetme tehlikesi ortaya çıktı. Alman tekellerinin hedefleri engelsiz gerçekleşirse, ’94 yılı sonuna kadar toplam 700.000 kişinin işini kaybetmesi gündemde.
Japon tekelleri, bunalımı işçilere yönelik baskı ve sömürüyü artırarak aşmaya çalışıyorlar. İşçi çıkarımı yoluyla maliyetlerin düşürülmesi ve verimin artırılması hedeflenirken, geri ülkelere sermaye ihracı yoluyla ucuz işgücünden yararlanma çabaları da artmış durumda. Çin’de 160 milyon civarında insanın açlık sınırında bulunduğu belirtilmektedir. Enflasyonun % 2000’lerde seyrettiği Rusya’da, 30 milyon insan işini kaybetmiş durumda. Burjuvazinin iktidarı alarak, kapitalist sistemin yasalarını acımasızca uygulamaya koymasıyla birlikte, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinin emekçileri arasında başlayan maddi ve manevi çöküntü artarak devam etmektedir. Ahlaki ve kültürel yozlaşma, çevre ülkelerde, yok pahasına çalışmayı kabullenme, eğitim, sağlık ve barınma alanındaki uygulamalar sonucu sokaklarda, metro ve banliyölerde geceleme, hastane kapılarında sürünme vb. “yeni düzen”in bu ülke halklarına verdiği şeylerdir. Emperyalizmin dünya jandarmalığına soyunan ve tüm geri ülke halklarının sömürüsünden “aslan payı”nı alan ABD’nin ekonomisi de kriz içindedir ve Clinton Hükümeti, krizin yükünü emekçilere yüklemek için kolları sıvamış bulunuyor. Hükümetin planları içinde, sosyal haklarda yapılacak kısıntılarla 240 milyar dolar tasarruf sağlamak da var. Brezilya, Bolivya, Şili, Portekiz vb. ülkelerde de açlık, sefalet ve işsizlik artmaya devam ediyor. UNICEF’in araştırmalarına göre Latin Amerika ülkelerinde yılda 1 milyon çocuk açlık ve hastalıktan ölüyor. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının, çerçevesini çizip uygulattıkları ekonomi politika, başta Türkiye olmak üzere, bağımlı ülkeleri büyük bir açmaza sokmuş durumda. Türkiye egemen sınıfları, artarak ağırlaşan krizin tüm yüklerini, işçi sınıfı ve emekçilere bindirmek için son iki yıldır hükümetler eliyle azgın bir ekonomik ve siyasi saldırı politikası uygulamaktadır. IMF’nin dayattığı; ücretlerin ve maaşların düşük tutulması, KİT’lerin satılması, yatırımların durdurulması, tarım alanındaki sübvansiyonların kaldırılması, taşeronlaştırma, işten atma ve sendikasızlaştırmayı program olarak önüne koyan hükümet, iki yıl içinde en mücadeleci işçiler başta olmak üzere, 900.000 işçiyi işten attı veya zorunlu emekliliğe şevketti. Kürt halkına boyun eğdirmek ve kölelik statüsünü sürdürmek amacıyla, askeri harcamalarını artırmaya ihtiyaç duyan Türk devleti, ’94’te 445 trilyon lira harcarken, yeni yüz trilyonların arayışı içinde, saldırılarını artırmaktadır. Sürekli “fedakârlık” çağrısı yapan Türkiye egemen sınıfları, işçi ve emekçilerden gelecek direnmeleri ise saldırı, kurşuna dizme, tutuklama, işkence, sürgün ve işten atmalarla karşılamaya ve yeni saldırı yasalarıyla muhalefetin önünü kesmeye çalışıyor.
KRİZ VE PROLETARYA VE HALKLARIN YÜKSELEN MÜCADELESİ
Emperyalist kapitalizmin derinleşen krizi, tekelci burjuvazinin, proletarya ve emekçilerin burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelesinin olanaklarının genişlemesi, yalnızca kapitalizmin tekelci aşamasının bugün vardığı yer ve sosyalizmin maddi koşullarının devasa olgunlaşması nedeniyle değil, aynı zamanda mücadelenin yeni bir gelişme evresine girmesi açısından da somut bir olgudur. Tüm ileri kapitalist ülkelerde, Batı’da ve Doğu’da gelişmeler buna işaret etmektedir. Bir kez daha olgulara başvuracağız.
Kapitalizmin “mutlu ülkesi” olmakla övünen ve Doğu Almanya’yı “özgürlük, huzur ve refah” vaatleriyle yutan Almanya’da, işten atılmalara ve gençliğe yönelen saldırılara karşı, son yılların en kapsamlı işçi eylemleri gerçekleşti. Doğu Almanya’da maden işçilerinin ocakları işgal ederek başlattıkları direnişlerin, Doğu’dan ve Batı’dan gelen on bin kişinin destek gösteriyle güçlendirilmesi; hükümetin “sosyal plan”ının on bin kişi tarafından protestosu ve 80’li yıllarda çevreci örgütlerin düzenledikleri gösterilerden sonra, son elli yılın en kitlesel gösterisinde, 80.000 kişinin Ocak ’94’te Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölüm yıldönümünde bir araya gelmesi; mücadelenin yalnızca geri ülkelerde değil, ileri ülkelerde de gelişme doğrultusu izlediğini göstermektedir. Almanya’nın yanı sıra Fransa’da da hükümetin politikası; işçi kıyımı ve işçi haklarının budanması; köylülere ve gençliğe yönelik saldırı tedbirleri; işçilerin, köylülerin ve gençlerin protestolarıyla karşılandı. Son yılların en büyük gençlik gösterilerinde on binlerce genç, hükümet politikalarına karşı mücadele edeceklerini haykırırken, burjuva basınında yeniden “68 geri mi geliyor?” manşetleri görüldü. Hollanda’da ulaşım ve temizlik işçilerinin, belli başlı kentlerdeki iş bırakma eylemleri; İtalya, Belçika ve Yunanistan’da fabrika işgalleri ve grev eylemleri; İtalya’da Berlusconi’yi alaşağı eden milyonların eylemleri; İspanya’da yüz binlerce işçinin burjuvazinin saldırılarını protesto amacıyla sokaklara dolması ve 9 milyon çalışanın bir günlük genel grevi; Amerika’da çoğunluğunu siyah ırktan emekçilerin oluşturduğu ezilenlerin öfkeli eylemlere girişmesi, vb. eylemler, emperyalist batı ülkelerinin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Meksika’da ’94’ün ilk günlerinde tarım işçileri ve kızıl derili yerli halk, silahlı bir ayaklanma başlattı. Köylüler ve tarım işçileri, Amerikan tekelleri yararına Meksikalı emekçileri işsizliğe sürükleyecek ve ülke tarımını olumsuz etkileyecek olan NAFTA’yı protesto etmek ve hükümet eliyle sürdürülen baskılara karşı çıkmak amacıyla, altı kasabanın işgaliyle birlikte eyleme geçtiler. Rusya’da on milyonlar halinde işsizliğe itilen işçilerin eylemleri artarken, yığınların kapitalist “reform”lara güveni kalmadı. Yeltsin’in baskı politikası, giderek, tam bir faşist kuşatmaya dönüşürken, on binlerce işçi ve emekçi, kapitalist saldırılara karşı, Lenin ve Stalin posterleriyle gösteriler düzenlemektedirler. Yeltsin’in baskı yasaları ve kapitalist uygulamaları, halk arasında umutsuzluğun büyümesine yol açtı ve son seçimlerin de gösterdiği gibi, emperyalistlerin tüm desteklerine karşın Rus gericiliğinin halk üzerindeki etkisi sürekli azalmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinin emekçileri, eski Sovyet topraklarını ve kendi ülkelerinin kaynaklarını yağmalamak isteyen emperyalist burjuvazinin, Gorbaçovcuların ve Doğulu revizyonistlerin kapitalizmle bütünleşme çalışmalarına verdikleri hararetli desteğin içeriğini anlamaya başladılar. Bu ülkelerin emekçileri birkaç yılda, kapitalizmin “refah ve huzur” olarak gösterilen özelliklerinin, gerçekte, işsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı, ucuza çalıştırma, konutsuzluk ve eğitimsizlik, açlık ve yoksulluk olduğunu görme olanağını buldular.
Filistin halkı ve çeşitli Filistinli örgütler, FKÖ’nün İsrail ile imzaladığı “Barış Anlaşması”nın barış, ya da özgürlük getirmediğini görerek, emperyalizmin ve Siyonizm’in zulmüne karşı direnişlerini sürdürüyorlar. On yıllardır Güney Afrika’nın ırkçı beyaz azınlık rejiminin, ABD emperyalizminin desteğinde sürdürdüğü vahşi baskı ve kırımın hedefi olan siyah çoğunluk, boyun eğmeden sürdürdüğü direnmenin sonucu olarak -83 yıllık sefalet ve yıkım devam etmesine karşın- ilk kez “vatandaşlık hakkı” kazandı.
Türkiye gericiliği, krizin yükünü işçi ve emekçi kitlelere fatura ederken, ’89’dan başlayarak giderek yaygınlaşan -alçalma, yükselme biçimindeki dalgalanmalarla birlikte- işçi eylemlerine ve bunlarla birleşme eğiliminde olan memur eylemlerine sahne oluyor. Türkiye işçi sınıfının, burjuvazi ve hükümetin ekonomik saldırılarına karşı mücadelesinde ’90’lı yıllar aynı zamanda, ileri işçilerin ve bazı sendika şube temsilcisi ve yöneticilerinin girişimiyle, tabandan gelişerek güçlenen “sendika şube platformları”nın işçi hareketinde bir “yenilenme”ye yol açtığı yıllar olarak anılacak. ’89’da “Bahar eylemleri” olarak gelişen işçi eylemlerinin burjuvazinin saldırılarıyla karşılaşması ve ‘92-93’de 980 bin işçi ve kamu çalışanının sokağa atılmasına ve ’94’te bunu 700 kişinin sokağa atılması izlemesine karşın, sınıfın saflarında başlayıp gelişen eylemlerin önü alınamamaktadır. Bunun yanı sıra, işçi sınıfı içinde politikayla ilgilenme, devrimci politikayla birleşme ve siyasal cinayetlere ve burjuvazinin politik baskılarına karşı tutum alma konusunda da eskisine göre ilerlemeler görüldü. Sivas Katliamı’nın yüz binlerce işçi ve emekçi tarafından protestosu ve Kürt halkına yönelik saldırılar karşısında sınıfın içinde giderek gelişen duyarlılık buna işaret etmektedir. ’94 1 Mayısı, 20 Temmuz, 26 Kasım ve 20 Aralık eylemleri, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele istek ve kararlılığını ortaya koydu. Tüm ağır saldırılara, bombalama, kurşuna dizme ve yerleşim alanlarını boşaltma eylemlerine karşın, Kürt bölgelerinde gelişen hareket bastırılamıyor ve Kürt sorunu, rejimin en önemli politik açmazı olarak gündemdeki yerini koruyor. Devlet ve burjuva partileri, ciddi bir tecrit durumu yaşıyor. Egemen sınıf klikleri birbirleriyle dalaşıyor ve açmazlarını kapatma amacıyla yeni ekonomik ve politik saldın tedbirlerini -askerlik süresinin uzatılması, yeni terör yasasının ve iller idaresi yasasının gündeme getirilmesi, asker kaçakları hakkında ağır ceza uygulamasına gidilmesi vb.- gündeme getiriliyor.
Dünyanın hemen her tarafında emekçiler baskı ve sömürüye karşı seslerini yükseltiyorlar. Örgütsüz, köksüz aydınların “yaprak kımıldamıyor” sözlerini doğrulayan bir veri yok. Somali halkı, işgalcilere boyun eğmeyerek, küçücük ve geri bir ülke halkının karar verdikten sonra, güçlü emperyalist ordularla başa çıkabileceğini gösterdi. Bunu daha önce Vietnam halkı, yüz binleri bulan kurbanlar vererek ispatlamıştı. Vietnam halkının, dünya halklarının ve gençliğinin sevgisini kazanan kahramanca direnişi, emperyalistlerin hafızasında tazeliğini koruyor. Filistin halkı, direnmeyi sürdürüyor. Avrupa proletaryası, yeni bir uyanış içinde. Rusya’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde emekçilerin sosyalizm umudu yeniden canlılık kazandı.
İşçi sınıfı örgütleri, komünist partileri yeniden güç kazanıyor, sınıfın uluslararası dayanışması yönünde gelişmeler oluyor ve sınıfın saflarında, burjuvazinin estirdiği anti-komünist rüzgârın etkisi kırılmaya doğru evriliyor.
KRİZİN YENİ DÖNEMİ VE DEVRİMİN ÖLANAKLARININ GENİŞLEMESİ
Ekonomik-kültürel, siyasal ilişkilerin uluslararasılaşmasına yol açan dünya kapitalist ekonomi sistemi, onu çözümsüzlüğe sürükleyen önemli sorunlarla yüz yüzedir ve birçok bakımdan öncekilerden daha kapsamlı özellikler taşıyan krizin yeni bir dönemini yaşıyor. Burjuva iktisatçıları tarafından bu, “yüzyılın ikinci büyük krizi” olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamdaki kriz, kapitalizmin yıkımının ve devrimin maddi temelinin olgunluğunu da koşulluyor. “Ebedi ve değişmez” olduğu söylenen, “barış ve refah toplumu” olarak propaganda edilen kapitalist emperyalist sistemin insanlara verdiğinin açlık, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik, savaş ve gözyaşı olduğunu dünya emekçileri yaşayarak görüyorlar. En “demokratik” olanından en gericisine kadar tüm kapitalist ülkelerde, toplumun ezilen sınıflarının payına, burjuvazi ve gericilik yararına daha fazla sömürü ve baskıdan başka bir şey düşmemektedir. Burjuva devletlerin en “demokratik” olanı bile, bir avuç tekelci kapitalistin elinde, toplumun başta işçiler olmak üzere ezilen çoğunluğunun kapitalist kölelik altında tutulmasını olanaklı kılan bir araçtan başka bir şey değildir. Tekeller, emekçilerin kanı ve gözyaşı üzerinden hisselere, paylara ve büyük kârlara el koymaktadır. Kapitalist zenginliğin sırrı, işçinin sömürülmesinde yatmaktadır. Savaşların ve halkların uyruklaştırılmasının kaynağı olan emperyalist kapitalizm, milyonlarca ve milyonlarca işçiye ve toplumun tüm ezilen tabakalarına “refah ve mutluluk” değil, açlık, sefalet ve işsizlik vermektedir. Ekonomik-politik yaşamın tekellerin ve tröstlerin denetiminde olduğu bir sistemin “tüm toplum yararına” gösterilmesinin tek nedeni, bu sistemin proletarya ve müttefiklerinin devrimci ayaklanmasıyla yıkılmasını engelleme isteğidir. Ne ki; bir “toplumsal durgunluk döneminde bulunmuyoruz ve maddi temeli daha da güçlenmiş proletarya hareketi toplumsal kurtuluş için, kullanabildiği takdirde bugün daha büyük olanaklara sahiptir. Dünyanın ileri ülkelerinde ve bağımlı ülkelerin çoğunda kapitalizmden umudu keserek mücadele yolunu seçen işçi ve emekçilerin sayısı giderek büyümektedir. Devrimin nesnel koşulları, genel olarak ve bütün ülkeler açısından daha da olgunlaşmış bulunmaktadır ve uluslararası proletaryanın “ulusal müfrezeleri” için devrim somut bir hedeftir. Kuşkusuz devrim için proletarya ve emekçilerin zorlu mücadelelerine ihtiyaç vardır ve herhangi bir ülkede devrim için belli koşulların bir araya gelmesi gereklidir. Lenin, bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli koşulları şöyle özetlemektedir:
“Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından doğrulanan ve özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur; devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez; devrimin olabilmesi için sömürücülerin de eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak ‘aşağıdakilerin’ eski tarzda yaşayamadıkları ve yukarıdakilerin eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki; ancak bu durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka biçimde şöyle ifade edebiliriz: Sömürüleni de sömüreni de etkileyen bir ulusal bunalım olmaksızın devrim olanaksızdır. Böyle bir devrimin olabilmesi için ilkin işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğim tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna yaşamlarım feda etmeye hazır olmaları gerekmektedir. Bundan başka yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasal yaşama sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini olanaklı kılan hükümet bunalımından geçmesi gerekir.”
Bugün, bunalım öğelerinin birikmesine, çeşitli çatışmaların yaşanmasına, “aşağıdakileri” ve “yukarıdakileri” eski tarzda yaşayamaz duruma getiren çeşitli veriler olmasına karşın, özellikle devrimin öznel etkenleri olgun değildir. Henüz en geri yığınlar siyasal yaşama sürüklenme ve geniş proletarya yığınları bir devrim için yaşamlarını feda etme durumunda değildirler; ancak, gelişmenin yönü bu doğrultudadır… Bu, başka şeylerin yanı sıra, komünist partilerin işçi sınıfı içindeki çalışmasının gelişmesi ve proletaryanın Marksist dünya görüşü temelinde parti olarak örgütlenmesini gerektirmektedir. Olgular ve gelişmeler, devrimin, genel nesnel koşullarının olgunlaştığını göstermektedir. Türkiye, Rusya ve Doğu Avrupa başta gelmek üzere, çeşitli ülkelerde gelişmeler bu doğrultudadır. Kuşkusuz durum değişebilir ve bugün için “uykuda olduğu” düşünülen herhangi bir başka ülkede de devrim durumu ve bir devrim öne çıkabilir. Devrim, çelişkilerin en yoğun ve sistemin en zayıf olduğu halkada, kararlı bir devrimci savaşla kazanılabilir. Ekim Devrimi bunu kanıtladığı için, bugün için de proletarya ve halklar için değerli derslerle dolu bir örnek teşkil etmektedir.
Biliyoruz ki, geçmişte ve bugün, devrimin, ancak, “üretici güçlerin çok yüksek bir düzeyde geliştiği ve işçi sınıfının halkın çoğunluğunu oluşturduğu ülkelerde başlayabileceği”ni ileri sürenler az değildir. Bu oportünist teori, sosyalizmin inşası için güçlü bir maddi temelin, makineleşme ve elektrifikasyonun zorunluluğu ve sağlayacağı kolaylıklarla, devrimin gerektirdiği koşulları birbirine karıştırmakta, geri ülkeler halklarına devrimi yasaklamaktadır. Bu teoriye göre, geri ülkelerin halkları, ileri Avrupa ülkelerinde devrim olmaksızın devrim için ayağa kalkmamalıdırlar. Daha 1920’li yıllarda Lenin şöyle yazıyordu:
“Biliyorum, kendilerini çok akıllı sanan ve hatta sosyalist geçinen ve devrim bütün ülkelerde patlak vermedikçe iktidarın ele geçirilmemesi gerektiğini iddia eden aklıevvel kişiler vardır. Bunlar bu laflarla devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. Emekçi sınıfların uluslararası ölçekte devrim yapmasını beklemek, herkesin bekleyiş içinde donakalması demektir. Bu saçmadır. ” (…)
“İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi başlangıçta birkaç kapitalist ülkede, ya da tek başına alınmış bir ülkede bile olanaklıdır. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimin örgütlenmesinden sonra, kendisini diğer kapitalist dünyanın karşısına koyacak ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekecek, onlarda kapitalistlere karşı isyanlar körükleyecek ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı hatta silah zoruna bile başvuracaktır.”
Sovyet Devrimi, bu bakış açısıyla kazanıldı. İşçi sınıfının, dünyanın en büyük ülkesinde (ekonomik gelişme düzeyi açısından Avrupa’nın en geri ülkesi) devrimle iktidarı alması, tüm dünyada, proletaryanın kazanmaya inancını ve kendi gücüne güvenini pekiştirdi, devrimci atılım Avrupa ve Asya’da yayıldı. Almanya’da 1918’in sonbaharında krizin derinleşmesi ayaklanmalara yol açtı. İşçilerin fabrikaları, köylülerin toprakları işgal eylemleri yaygınlık kazandı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu yıkıldı, İtalyan işçileri “fabrika komiteleri” oluşturarak mücadeleyi yükselttiler. Fransa, İngiltere, Belçika, Polonya gibi ülkelerde grevler yaygınlaşırken, Güney Amerika ülkelerinde ezilenlerin hareketi yükselişe geçti.
İkinci Enternasyonal oportünizminin işçi sınıfı hareketi içinde yol açtığı dağınıklığa ve inançsızlık eğilimine son veren Ekim Devrimi, ulusal kurtuluş hareketlerinin de esin kaynağı oldu. Türkiye’den Çin’e, Hindistan’dan Endonezya’ya, ezilen halkların anti-emperyalist hareketlerinin gelişmesine doğrudan etkide bulundu, yardımcı oldu ve uluslararası proletaryanın öncü müfrezesi rolündeki Sovyet proletaryası, sosyalist inşanın yanı sıra, diğer ülkelerin kapitalistlerine karşı da mücadele ederek uluslararası devrime hizmet etmiştir. Sovyet proletaryasının, dünya halklarının baş belası Hitler faşizminin ininde boğulmasında oynadığı rol, ezilen halkların yaşamında özel bir yere sahiptir.
Devrime inancını yitirmiş, ya da açıktan burjuvazinin kampına geçmiş oportünist ve Troçkistler, daha o günden başlayarak, genelde devrim için mücadeleye, özelde Sovyet Devrimi’ne karşı faaliyet içinde oldular. Onlar, Lenin ve Bolşeviklerin “dünya devrimi”ni yadsıdığını, Alman devrimini beklemediğini, Stalin’in ulusal dar görüşlülüğü düştüğünü söyleyip durdular. Bu oportünist safsatalar, oportünizm ve Troçkizmin günümüzdeki izleyicileri tarafından da sürdürülmektedir. Proletaryanın uluslararası kazanımlarının ve gerçeklerin reddini içeren bu oportünist iddiaların aksine, proletarya ve halkların ivme kazanarak yükselen mücadelesinin coşkusuyla o gün, başta Lenin ve Stalin olmak üzere Marksistler, “bütün ülkelerde dünya ihtilali(nin) başlamakta ve büyümekte” olduğunu haklı olarak düşünüyorlar ve buna uygun bir taktik izliyorlardı. Lenin; “Son zaferin, ancak dünyanın bütün ileri ülkelerindeki proletarya tarafından kazanılacağı açıktır. Biz Ruslar, İngiliz, Fransız, ya da Alman proletaryasının pekiştireceği işe başlamış bulunuyoruz. Ancak bütün ezilen sömürge ulusların ve öncelikle Doğu uluslarının emekçileri yardımcı olmadığı sürece onların zafere ulaşamayacaklarını da görüyoruz.” diyordu. Lenin, bunun için ortak eylem ve propaganda çalışmasıyla uluslararası devrimin geliştirilmesi için çabaların yoğunlaştırılmasını istiyordu ve Komünist Enternasyonal önüne, “İşçi sınıfının devrimci tecrübelerini toparlamak, hareketi oportünizmin ve sosyal yurtseverliğin yıkıcı müdahalelerinden uzak tutmak, dünya proletaryasının gerçekten devrimci bütün partilerinin gücünü bir araya toplamak ve böylece komünist devrimin zaferini kolaylaştırmak ve hızlandırmak” görevini koymuştu.
Ekim Devrimi, gelişmiş batı ülkeleriyle kıyaslandığında, daha geri bir köylü ülkesinde gerçekleşmenin, ilk olmanın zorluklarını yaşadı. Devamı gelecekti! Doğu Halkları Komünist Örgütleri Toplantısı’nda, devrim sorununa yeniden değinirken Lenin, şöyle diyordu: “Rus Bolşevikleri, eski emperyalizmde bir gedik açmayı, yeni devrim yollan açmak gibi aşırı zorlukları olan, ama aynı zamanda soylu bir ödevin üstesinden gelmeyi başarmıştır. Doğu emekçilerinin temsilcileri olan sizleri ise çok daha büyük ve yeni bir görev beklemektedir. Bütün dünyada yaklaşmakta olan sosyalist devrimin, sadece bir ülkedeki proletaryanın kendi burjuvazisine karşı zaferi olarak kalmayacağı giderek anlaşılmaktadır. Devrimler kısa zamanda ve kolayca yapılabilseydi, bu mümkün olurdu. Emperyalistlerin buna göz yummayacağını, bütün ülkelerin kendi Bolşeviklerine karşı silahlandıklarını ve tek düşüncelerinin ülkelerindeki Bolşevikliği nasıl yenmek olduğunu biliyoruz ve bu savaşta eski sosyalist tavizciler, burjuvazinin yanında yer alıyorlar. Bu yüzden sosyalist devrim, her ülkede devrimci proleterlerin sadece burjuvaziyle mücadele etmesi değil, emperyalizmin baskısı altındaki bütün sömürge ve bağımlı ülkelerin, uluslararası emperyalizme karşı savaş vermesi demek olacaktır.”
Burada ısrarla vurgulanan devrimin uluslararası niteliğiydi ve Lenin, uluslararası emperyalizme karşı proletaryanın uluslararası mücadelesinin önemine dikkat çekiyor ve bunun tek tek ülke komünistlerine yüklediği görevlerin altını çiziyordu. Kuşkusuz, devrimin uluslararası niteliği, zincirleme bir süreç olarak başlayıp-biten toplumsal bir altüst oluş olarak değerlendirilmemektedir. Bilinçli proletarya, “devrimci işçi birimlerinin bir tek uluslararası ordu halinde birleştikleri ana kadar (ya da onun sonrasına kadar)” iktidarın alındığı ülke, ya da ülkelerde iktidarın sağlamlaştırılması ve korunması yoluyla dünya emperyalizminin karşısına çıkarak, uluslararası devrime hizmet edecektir. “Bir tek uluslararası ordu” halinde birleşmek, kapitalizmin egemenliği altında, sermayenin ve burjuvazinin uluslararası niteliğini göz önünde tutarak, mücadeleyi uluslararası boyutlarıyla ele almak, proletaryanın ve komünistlerin uluslararası eylem birliğini gerçekleştirmek anlamına gelir. Bu ise “devrimci işçi birlikleri”nin kendi ülkelerinde devrim için kararlı mücadeleleriyle mümkündür. Çünkü gerçekten devrimci proletarya, bir tek uluslararası orduya ancak bu yoldan varabilir. Uluslararası devrim için mücadele, devrimin koşullarının olgunlaştığı her ülkede, devrimi gerçekleştirilmesi gerekli bir görev olarak ele almayı gerektirmektedir. 1917’nin öngününde, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya vb. gibi ülkelerdeki gelişmelerden hareketle “dünya devriminin eşiğindeyiz”, diyen Lenin’in, Ekim Devrimi’nin, Alman devrimine endekslenmesini isteyenlere karşı, “herhalde onların devriminin başlamasını beklemeyeceğiz!” diyerek, proletaryayı, emperyalist zincirin en zayıf halkasını kıracak iktidarı alması için ayaklanmaya davet etmesi bugünün komünistleri için de yol göstericidir.
Rusya proletaryası, Ekim Devrimi’yle dünya proletaryasına, kendisinden çok şey öğreneceği bir örnek sunmakla kalmadı, proletaryanın uluslararası kazanımlarının en sağlam dayanağı ve devrimin ana üssü olan ülkede sosyalist inşaya girişerek de yeni sosyalist yaşamın örgütlendirilmesinin yollarını ortaya koydu. Bugün, çok daha açık olarak ortaya çıktığı gibi, devrimin bir “dünya devrimi”ne dönüşmesi, Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın yanı sıra, ancak ileri ülkelerde ve diğer bağımlı ülkelerde devrimin gerçekleşmesiyle mümkündü ve ne yazık ki, çeşitli ülkelerdeki olgun devrimci duruma karşın, nedenleri bu ülkelerin proleter kitlelerinin hareketlerinde ve komünist partilerinin politikasında yatan yenilgiler sonucu bu gerçekleşemedi.
Bugün yeniden, dünyada devrimin koşullarının olgunlaşmakta olduğundan söz ediyoruz ve proletaryanın uluslararası mücadelesinin önemi üzerinde duruyoruz. Kuşku yok ki, bu gelişmelerin önümüze koyduğu bir sorundur. Ve burada kriz ve devrim ilişkisini, devrimin nesnel ve öznel etkenleri açısından ele almak gerekmektedir. Bilindiği gibi, nesnel koşulların devrim için olgun olduğu koşullarda da devrim zafere ulaşamayabiliyor. Derinleşen ekonomik bunalımın kendiliğinden bir devrime yol açmayacağı açık bir gerçektir. Proletarya ve partisi, eğer, yeterince hazır değilse, proletarya ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi geriyse; öncü sınıf ve parti devrimci ataklık, kararlılık ve ustalıkla sonuca ulaşmayı baş aramıyorsa; ayaklanmaya cesaret edildiği koşullarda da yenilgi kaçınılmazdır. Ortaya çıkan sonuç şudur: En elverişli, en olgun devrimci durumda bile; eğer bu durum devrimci tarzda değerlendirme gücü gösteren, burjuvaziye karşı mücadeleyi sonuna kadar götürmeye kararlı, işçi sınıfı ve emekçi yığınları seferber etmeyi ve devrimci savaştaki eylemi ve taktikleriyle yönetmeyi bilen bir parti olmaksızın devrimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Emekçilerin güçlü devrimci atılımı bir tek güç halinde kapitalizme ve burjuvaziye karşı seferber edilmeden başarıya ulaşmak olanaksızdır.
Emperyalist kapitalizmin bunalımı kesindir. Ancak bunalımın boyutları ve dönemin özellikleri doğru değerlendirilmelidir. Doğal olarak ülkenin her birinde durum farklılıklar göstermektedir. Egemen sınıfların eski tarzda yönetemez duruma düştükleri durumlar az değildir. Tüm kapitalist ülkelerde baş aşağı gidiş yaşanmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamı giderek ağırlaşmaktadır. Burjuvazinin sosyal haklara yönelik saldırısı, şu ya da bu ülkede düzeyi değişmekle birlikte uluslararası bir özellik taşımaktadır.
Emperyalistler arası “ekonomik savaş” sertleşmektedir. Avrupa’da, Amerika’da, Uzakdoğu’da ve daha geriden gelmek üzere Rusya’da ekonomik (doğal ki, siyasi ve askeri) açıdan güçlü olan devletin odağında yer aldığı bir kutuplaşma ve bununla birleşen acımasız tekelci rekabet yaşanmaktadır. “Ganimet payları için rekabet ve anlaşmazlıklar”, para bunalımına, devlet müdahalelerine ve bloklaşmalara yol açmaktadır. Çekişme salt bloklar arası olmakla kalmamakta, GATT örneğinde olduğu gibi “aynı kutup”ta yer alanlar arasında da görülmektedir. Emperyalist kapitalizmin hiçbir “alt bileşeninde toplumsal durgunluk hali yoktur. Dünyanın her tarafı kaynamaktadır. ABD emperyalizminin “arka bahçesi” olarak baktığı Latin ülkelerinde, sömürüye ve emperyalist baskıya karşı öfke büyümektedir. Batı Avrupa’da yığın eylemleri giderek genişliyor, son on yılların en kitlesel ve radikal eylemleri düzenleniyor. “Büyük Almanya” çığlıklarıyla Berlin Duvarı’nın yıkanlar, şimdi büyük bir düş kırıklığı yaşıyor. Doğu Almanya’nın ve Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerinin emekçileri hayal kırıklığı içinde ve Almanya’da halkın siyasi parti ve devlet kurumuna güveni sarsılmış durumda. İtalya’da hükümetler dayanamamakta, geleneksel iktidar partileri güç yitirmekte ve toplumsal kutuplaşma keskinleşmeye doğru yol almaktadır. Fransa’da yüz binler hükümet politikalarını protesto ediyor.
Japonya ekonomisinde ’60’lı yıllardan bu yana ilk kez tıkanma durumu yaşanmaktadır. Ülkenin en önemli tekelleri, üretimi kısma kararı aldılar. İktidar partisi skandallarla parçalanmanın eşiğine geldi. Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya kaynamaktadır. Rusya’da bu durum siyasal krizi de etkiliyor. Seçimlerde % 24 oranında oy alan partinin başkanı, Hitler’e övgü yağdırarak, aradaki ülkeleri haritadan silip Almanya ile komşu olmaktan söz ediyor.
Ortadoğu, en önemli istikrarsızlık ve çatışma alanlarından biri olmaya devam ediyor. Tüm aldatma ve uzlaştırma çabalarına karşın, Filistin halkının mücadeleyi sürdüreceği görülüyor.
Ve Türkiye’nin “artan önemi”! Burjuvazi, ülkeyi pazarlamak için bu demagojiye başvuruyor. Bu, onun işi. Ancak proletaryanın cephesinden de tamamen farklı bir anlayışla “Türkiye’nin artan öneminden söz edilmelidir. Türkiye çelişkilerin en yoğun, en keskin yaşandığı ülkelerden biri, bir bakıma başta gelenidir. Türkiye ekonomisi iflas etmiştir. Türkiye, önemli siyasal istikrarsızlık unsurlarına sahiptir. Silah zoruyla sürdürülen ırkçı, asimilasyoncu ve inkârcı politika tutmamaktadır. Devlet ve tek parti politikası izleyen burjuva partileri önemli ölçüde bir tecrit süreci yaşamaktadır. Halkın partilere ve burjuva politikasına güveni ciddi bir aşınma içindedir. Hükümetler ve burjuva partileri hiçbir vaatlerini tutmamakta, daha çok baskı ve sömürü için yeni özlemler geliştirmekten, mali sermaye kuruluşlarının ve emperyalist devletlerin dayatmalarına boyun eğmekten öteye gidememektedir. Ekonomi daha fazla askerileştirilirken, devletin asker açığı büyümektedir. Egemen sınıflar yeni baskı tedbirlerine, politik ve askeri kararlara ihtiyaç duymaktadırlar. Valilerin yetkilerinin genişletilmesi, yeni bir “Terörle Mücadele Yasası”na ihtiyaç duyulması, askerlik süresinin uzatılması vb.nin nedeni, içinde bulunulan politik güçsüzlüktür. Türkiye, çıkmazda olan, çıkmazın eşiğine gelen ülkelerin başında bulunuyor artık. Halkın maddi ve manevi güçlerinde ciddi bir gerginlik yaşanırken yönetemeyenler, ezilen sınıfların toplumsal örgütlerine amansızca saldırmaktadırlar. Tüm milliyetlerden Türkiye halkı ya daha fazla mahva sürüklenecek, ya da güçlerini toplayarak bu açmazı devrim yönünde zorlayacaktır. Başka yol yoktur.
Çıkan sonuç şudur: Devrimin nesnel koşulları, kapitalizmin dengesiz gelişme yasasına uygun olarak çeşitli ülkelerde farklılıklar taşıyarak olgunlaşma yönünde gelişmektedir. Ancak devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması, bir devrim anının devrim durumunun öznel etkenlerinin de olgun olduğu anlamına gelmiyor. Öznel etkenler daha geriden seyretmektedir. Burjuvazinin doğrudan ve dolaylı faaliyetinin proletaryanın yozlaştırılmasını içeren yönü, revizyonizmin desteğinde daha da güçlendirilmeye çalışılırken, proletaryanın kapitalizme karşı birliği ve paralel eylemine burjuvazinin ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı yığınların kitlesel devrimci hareketine, hareketin ortaya çıkaracağı “yeni ve çeşitli saldırı ve savunu yöntemleri”ne ihtiyaç da artmaktadır. Burada komünist partilere, Marksist-Leninistlere de önemli görevler düşmektedir, sorun kitle hareketi “yaratmak” değildir. Bu esas olarak, ne siyasal hareketlerin iradesine tabidir, ne de iradi zorlamayla, elde edilebilir bir şeydir. Kitle hareketi şöyle ya da böyle gelişmektedir.
Sorun, tarihsel sürecin bu dönemindeki somut ekonomik ve siyasal koşulları devrimci tarzda analiz ederek, koşulların zorunlu kıldığı görevleri yerine getirip getirmemektir. Bugün kitlelerin “harekete doğrudan katılmasını hazırlayacak ve bu katılmayı kesinlikle bağlayacak” eylem biçimlerinde ısrarlı olmanın, buna hizmet eden taktikler geliştirmenin önemi daha da artmıştır. Proletarya partilerinin sağlamlaştırılması ve işçi sınıfının taze güçleriyle takviye edilmesi zorunludur. Çünkü iktidar mücadelesinde proletarya “örgütlenme dışında başka bir silaha sahip değildir.” Çünkü proletaryayı en olgun devrimci durumda bile, iktidara ancak böyle bir örgüt taşıyabilir.
Adı “işçi partisi” olup, proletarya saflarında oportünizmi yayan partilerin tecridi başarılmalıdır. Bu gibileri, işçi ve emekçileri aldatmakta ve emekçi hareketini oportünizm yoluyla burjuva sisteme bağlamaktadırlar. Birçok ülkede bu türden partiler, anti-emperyalizm adına, burjuva devlet ve ordunun savunuculuğuna soyunmuşlardır. Proletarya partisinin görevi; burjuvaziye, onun devletine ve ordusuna güç vermek değil, burjuva sınıf egemenliğine son vermek için krizden ve koşullardan yararlanmayı bilmektir. Ezilenlerin hareketine önderlik edemeyen, etme çabasına girmeyen partilerin devrim partileri olarak adlandırılmaları olanaksızdır.
“Herhangi bir kapitalist toplumda, tüm işçilerin ancak azınlığım teşkil eden sınıf bilinçli işçilerin ve onların politik örgütlerinin, sınıfın geniş katmanları içinde; kapsamlı bir propaganda ajitasyon faaliyetini, hiçbir mücadele araç ve yöntemini lekeli ilan etmeden yürütmeleri, ancak bununla yetinmeyerek, artan sayıda yeni unsuru bünyelerine alarak güçlenmeleri aciliyet kazanmıştır. Yalnızca sınıfın desteği değil, tüm ezilenlerin desteği alınmalıdır. Tarım proleterlerini ve en yoksul köylülerin hiç değilse bir bölümünü arkasına almamış ve izlediği politika aracılığıyla geriye kalan köy nüfusunun tarafsızlığını sağlayamamışsa, işçi sınıfı zafer kazanamaz.” (III. Enternasyonal Kuruluş Manifestosu)
Bugün “yeterince aydınlatılmamış ve örgütlenmemiş” kitlelerin devrimci gücünün heba olmaması için, amaç ve hedefleri açıkça ortaya konmuş devrimci çalışmaya ihtiyaç artmıştır. “Devrimci sınıfın eylemine, “yaptıklarıyla önderlik etmesi” gereken devrimci partilerin, savaşı inançla sürdürmeleri, şiddetli çatışmalar biçimine bürünmek zorunda olan bugünkü sınıf ilişkilerini doğru değerlendirmeleri, oportünist sınıf uzlaşmacı tüm teori ve taktiklerle kararlıca mücadele etmeleri ve daha çetin çarpışma koşullarına hazırlanmaları gerekmektedir. Ötesi son çarpışma durumunda görülecektir.
Proletarya, evrensel ölçekteki emellerine; işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin gücünü kapitalizme karşı harekete geçirerek, “bütün ülkelerin üretici güçlerini ulusal devletlerin dar sınırlarından” kurtararak, “ulusları genel bir ekonomik plan temennide ekonomide en sıkı ortak çalışmanın içine” sokarak ve “en küçük ve en zayıf uluslara bile kendi kültürel öğelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirme imkânı” sağlayarak ulaşacaktır. Ama bunun bir tek yolu var: Kendi ülkesinde devrim yapmak!
Bitirmeden Lenin’i bir kez daha analım:
“Yalnızca bir ve tek gerçek enternasyonalizm vardır; o da insanın kendi öz ülkesinde devrimci hareket ve devrimci savaşımın gelişimi için özveri ile çalışmasına, istisnasız tüm ilişkilerde, bu aynı savaşımı, bu aynı çizgiyi ve yalnızca onu (propaganda, yakınlık ya da maddi bir yardım aracıyla) desteklemesine dayanır. Tüm geri kalanı yalandan ve naif bir iyimserlikten başka bir şey değildir.”
Dünyamız bir gün “yeni düzen”e geçecektir. Bu, kapitalizmin kokuşmuş düzeni, -ya da düzensizliği- değil, sosyalizmin düzeni olacaktır, “bütünsel ve parçalanmamış bir dünya”ya varmanın başka bir yolu yoktur. Uluslararası işçi sınıfının, emekçi halkların ve ezilen yığınların bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin yeniden güç kazanacağını gösteren olgular, umudumuzu ve bilimsel iyimserliğimizi artırmaktadır.
Bir kez daha! Burjuvazi, kapitalizmin bunalımında boğulacak ve kazanan sosyalizm olacaktır.
Şubat 1995