Şubat ve Parti

Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim düşüm, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiçbir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, düşten hiçbir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler, güçlendirir bile. … Böyle düşlerde çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle düş görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ara sıra zihni, ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman, insanı, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemezdim bile… Eğer düş gören kimse, düşüne ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla karşılaştırırsa ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, düşünün gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, düş ile gerçeğin arasındaki ayrılığın hiçbir zararı olmaz. Düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.”

Rus Devrimi’nin bütün imkânlarını işçi sınıfının temel ereklerine bağlı olarak birleştirebilecek, bütünleştirebilecek ve düzenleyebilecek bir devrimci işçi partisine olan ihtiyacın kavurucu bir hale geldiği dönemde, böyle bir partinin planını yaparak hem hasımlarıyla hem de yoldaşlarıyla sorunu tartışan Lenin, tartışmanın en can alıcı yerinde Pissarev’in yukarıdaki sözlerini aktarmakta ve “işte biz bunun düşünü görmeliyiz” demektedir: Daha sonra tarihin şimdiye kadar tanıdığı, en hareketli, en esnek ve en sağlam işçi örgütü olacak olan Bolşevik Parti’nin düşüdür Lenin’in gördüğü.
Bu düş, yüzlerce ve binlerce Bolşevik militanın inatçı olduğu kadar sabırlı; akıl almaz bir heyecana dayandığı kadar bilimsel; gerçekten devrimci bir düş-gücüne dayandığı kadar somut; işçi kitlelerine yakın olduğu kadar kıvrak ve ileriyi görebilen, devrimin en karmaşık ve zorlu anlarında bile kitlelerin ruh halini gözetebildiği kadar çabuk ve doğru kararlar alabilen ve yine kitlelere benimsetebilen; düşmanı çok iyi tanıdığı kadar onun sahip olduğu bütün araç ve yöntemleri ustaca kullanmayı çok iyi bilen devrimci çalışmaları ve eylemleri sonucu somutlaşmış ve bizim bugün Leninist parti olarak adlandırdığımız gerçeklik haline gelebilmiştir.
Parti, Marksizm-Leninizm’in genel ilkeleriyle yoğrulmuş, onunla donatmıştır kendisini. Ama proleter devrimini örgütlemek üzere kendini yükümlü kıldığı alanın ve onu etkileyen ve ondan etkilenen bütün alanların somut ve devrimci bir analizini yapmak ve bunun üzerine eylem inşa etmek için bir silah olarak kullanır onu. Devrimci teorinin geliştiricisi, ilerleticisi ve en kararlı savunucusudur. Aydınca ukalalıklar ve “bilimsel” fikir jimnastikleri yapmak için Marksist literatürü kullanan her türlü oportünist ve revizyonist akım ve kişi daima karşısına onu alır, karşısında onu görür. Bu açıdan parti böylesi laf ebelerini kahrından çatlatır.
Parti’nin temel varlık alanı işçilerin, emekçilerin ve onun genç kuşaklarının bulunduğu bütün alanlardır. O, kendi gelişiminin ve kendi değiştiriciliğinin biricik yerinin burası olduğunu bilir. Görevi işçi sınıfı adına tatlı planlar yapmak değil, şuradaki veya buradaki işçilerin birazcık daha iyi ücret alabilmeleri için kapitalistlere yaltaklanmak da değil; ama işçi sınıfının sınıf savaşımının örgütlenmesidir. Parti işçileri en çetin mücadelelere hazırlamak üzere eğitir ve bu arada kendi eğitimi için de en iyi olanaklara kavuşur, işçi kitlelerinin eğitimi için hazırladığı ve kullandığı bütün materyallerde ve ilişki biçimlerinde anlatmak istediği her şey çok nettir. Parti’nin yığınlara verdiği bütün mesajlar ve yaptığı bütün çağrılar açık ve dolaysızdır.
Taktik ve strateji ustasıdır Parti. Devrimin uzun ve çetin mücadelelerle dolu bir süreç olduğunu bildiği gibi, yine devrimin milyonlarca işçinin ve emekçinin tutkusu, hayal gücü, bilinci, eylemi ve devrimci hamlesiyle gerçekleşeceğini de bilir. Bütün militanlarıyla ve bütün araçlarıyla proletarya eylemine kilitlenmiştir. Devrimin önderidir parti. Her verili somut durumda, sınıfın nereye yöneltileceğinin, hangi devrimci aracın anında bir başkasının yerine konulacağının, sınıf savaşımında hangi silahın hangi hedefe yöneltileceğinin ustasıdır parti.
Partiye ruhunu, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en bilimsel ve en ilerci dünya görüşü olan Marksizm Leninizm ve yine tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci sınıf olan işçi sınıfının devrimci hasletleri verir. O, devrimci yükseliş dönemlerinde etrafında biçimsel olarak toplanan öğelerin, devrimin en ıstıraplı dönemlerinde kendisini terk etmesine aldırış etmez. Oportünist öğelerden arına arına, “zor zaman kadroları”yla çelikleşe çelikleşe yolunda yürüyeceğini bilir.
Devrimci sınıf, mücadelesinde bütün araçları ve yöntemleri gerektiği zaman ve gerektiği gibi kullanmak zorundadır. Ama onun bunu en yetkin tarzda başarabilmesi için bütün geçici ve koşullara bağlı araçların yanında bunların kullanımının sürekliliğini de sağlayabilecek en etkili silahına sahip olması zorunludur. Parti işçi sınıfının asla vazgeçemeyeceği silahıdır. Çünkü devrimci proletarya, elindeki olanakları, araçları, yöntemleri ve süreçleri temel amaçlarına uygun olarak seçme, belirli bir eylem hattına oturtma, birleştirme ve bütünsel olarak hareket ettirme etkinliğini ancak devrimci komünist partisi aracılığıyla başarabilir. Parti asla vazgeçilemez olandır.
Yeni bir hayatın ve yeni bir dünyanın temsilcisidir Parti. Lime lime dökülen, her tarafından her gün biraz daha çürüyün ve çöken burjuva dünyasının içinde ayrı bir dünyadır. Devrimci proletaryanın gelecek tasarımının bugünden bir modeli, Parti’de somut bir ifadesini bulur.
Parti, daima hatalarından öğrenir. Bu öğrenme, sadece kendisiyle sınırlı değildir. Bütün devrimlerin ve devrimci partilerin de tarihi tecrübesine sahiptir ve onların hata ve yanlışlarından da ders çıkarmasını çok iyi bilir. Hata yapmaz, eksiklik göstermez, yanlış nedir bilmez değildir parti. O hata da yapar, kimi dönemlerde kimi zaafları da taşır bünyesinde. Bu açıdan bakıldığında, kimi burnu büyüklerin tasarladığı gibi mükemmel ve saat gibi işleyen bir aygıt değildir. Ama o, özeleştiriyi ilerlemesinin ve gelişmesinin en etkili araçlarından birisi olarak sımsıkı kavrar.
Lenin, “işte biz bunun düşünü görmeliyiz” demişti Ekim’den önce. Lenin’in parti düşü, Leninist parti gerçekliği olarak tam on beş yıldır ülkemizde yaşamaktadır. Salon toplantılarında değil, masa başlarında değil, entel kulüplerinde değil; ama Türkiye proletaryasının, emekçi halkının ve onların genç kuşağının bağrında kurulan; işçi sınıfımızın ve halkımızın yüzlerce kahramanın kanıyla, canıyla ve eylemi ve bilinciyle yaşayan devrimci komünist bir partidir bu. Ve o, her gün biraz daha çelikleşmekte, devrim sanatında her gün biraz daha ustalaşmakta, işçi hareketi içinde her gün biraz daha kök salmaya devam etmekte, dosta ve düşmana inat her gün biraz daha hızlı yürümektedir…

Şubat 1995

DEVLET VE SINIFLAR – 1

GİRİŞ: TÜRKİYE ÜZERİNE SOSYO-EKONOMİK YAPI ARAŞTIRMALARI
Bu çalışma, Türkiye’de egemen sınıflarla devlet kurumu arasındaki ilişkiyi tarihsel, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla incelemeyi amaçlamaktadır. Bu özelliği gereği olarak da bir yanıyla, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı üzerine kimi tezleri de ele alıp eleştirecektir.
Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı üzerine Marksizm’in terminolojisini kullanarak, Marksizm’e özgü kavramsal araçlara, araştırma yöntemlerine ve perspektiflere dayanarak pek çok araştırma yapılmıştır. Bunlar, işlevleri bakımından başlıca iki kategoride toplanabilir: Birincisi, doğrudan doğruya akademik amaçlarla, üniversitelerin sosyoloji, tarih, ekonomi kürsülerinde devrimci ve demokrat bilim adamları tarafından gerçekleştirilen ve içerikleri bilimsel araştırmanın amaçlarıyla belirlenmiş ve sınırlanmış çalışmalardır. İkinci türden araştırmalar ise, doğrudan doğruya, siyasal hareketler, partiler tarafından yapılan ve siyasal taktik ve stratejinin oturacağı nesnel zemini anlamaya veya uygulanan taktik ve stratejiyi açıklamaya çalışan araştırmalardır. Bunlar da kendi içlerinde, burjuva siyasi partiler tarafından yapılanlarla, devrimci demokrat siyasi parti ve hareketler tarafından yapılanlar olmak üzere iki başlıkta toplanabilirler.
Özellikle, 1960 sonrasında ve 70’li yıllar boyunca, sosyoekonomik yapı araştırmalarında önemli bir nitel ve nicel yükseliş görülmüştür. Bu alanın, bilimsel çalışmalarla politika arasında dolaysız bir ilişkinin kurulmasına uygun ender alanlardan biri olması, bunun başlıca nedenidir. Genel olarak, sözünü ettiğimiz yıllarda, sınıflar arasındaki çatışmanın aldığı boyutlar, toplumsal hareket üzerinde etkide bulunmak için, onun doğasını anlamak yolundaki çabalan yoğunlaştırmış ve bilimsel disiplinlerle siyasal araştırmalar arasında verimli bir ilişkinin kurulması için elverişli bir zemin bulunmuştur. Günümüzde, üniversitelerden bu yönde gelen çabalar önemli ölçüde kesilmiştir. Devrimci-demokrat siyasal hareketler ise, çoğunlukla, yıllar öncesinin çalışmalarına dayanmaya devam etmekte ve yeni araştırmalar sınırlı alanlara ilişkin olarak yapılmaktadır.
Bu araştırmalarda, Marksizm’in vazgeçilmez bir kılavuz olarak görülmesinin nedeni ise, yine aynı toplumsal koşullar toplamında bulunabilir. Daha önce, Türkiye’de tarih ve toplum araştırmalarının ulaşabildiği en ileri nokta, pozitivizmin belirlediği bir düzey olabilmişken, özellikle ’60’lı yılların ortalarından itibaren, tarihi, ekonomik ve sosyal bir bütün olarak ele almaya yönelen çalışmalarda, Marksizm’in etkisi görülmeye başlamıştır. Bir yandan, işçi ve emekçi özellikleri taşıyan yığınsal hareketler ve anti-emperyalist gençlik hareketinin nitelikleri, diğer yandan da devrim ve sosyalizmin bütün dünyada yükselen eğilim haline gelmiş olması, geniş çaplı bir toplumsal değişim fikrinin tartışılmakta olduğu Türkiye’de de Marksizm’in etki alanını genişletmiş ve yalnızca siyasi hayatta değil, bilim ve sanatta da, Marksizm’in temel tezlerinin ve perspektiflerinin egemen olduğu bir kültürel ortam doğmuştur. Bu durum, büyük ölçüde, 70’li yıllar boyunca da devam etmiştir.
12 Eylül Darbesi’yle birlikte, işçi ve emekçi hareketinin ezilmesi, siyasi örgütlerin dağıtılması ve sosyalizmin itibarını düşürecek biçimde revizyonizmin dünya çapında tam yenilgisi, buna paralel olarak liberalizmin “yükselen değer” olarak sistemli bir propagandanın konusu yapılması, Marksizm’in düşünsel ve kültürel alandaki hegemonyasına, görünüşte son vermiştir Bu gerileme, gerçekten “görünüşte” bir gerilemedir. Çünkü bugün bütün burjuva ve faşist fraksiyonlar, dinci siyasal akımlar da dâhil olmak üzere, hâlâ, ’60’lı ve 70’li yıllarda devrimci, demokrat, sosyalist hareketlerin Marksizm’in etkisi altında ileri sürdüğü tezleri, sloganları ve temaları, yeniden yükselmeye başlayan toplumsal muhalefetin ihtiyaçlarına sahte bir uyum sağlama çabasıyla elden ele dolaştırmaktadırlar. Bu durum, birbirine bağlı iki önemli gerçeğe işaret etmektedir: Her şeyden önce, Türkiye’nin siyasi hayatına, Marksizm’in geçmişte getirdiği düşünsel katkıyı aşabilecek bir burjuva ilerleme sağlanamamıştır ve sağlanamayacaktır. İkinci olarak da, kitlelerin muhalefetinin ihtiyaçlarına cevap vermeye yetenekli sloganların ve programların üretilmesinin tek kaynağı olarak kalmaya devam eden sistem, yine Marksizm’dir. Şimdi, liberalizmin, milliyetçiliğin ve dinciliğin hâkim olduğu bir “görünüş” durumu yaşanmaktadır: Fakat bu etkinliği gericilik, kendine özgü sloganlarla değil, eskiden devrimcilerin, demokratların kullandığı ve kitleler üzerinde etkili olan sloganlara dayandırmaktadır.
Bu üstü örtülmüş etki, kendisini bir başka biçimde, eski devrimci-demokrat çevrelerde de göstermektedir. Geçen dönem içinde, hareketlerinin muhasebesini darbenin etkisiyle gerilere savrularak yapmaya girişen gruplarda, gitgide Marksizm’den uzaklaşma, “yeni” arayışlara yönelme, geçmişteki her hatadan teoriyi sorumlu görme eğilimi ağır basmaya başlamıştı. Son zamanlarda, yükselen işçi ve emekçi hareketinin ve sosyalizmin yeniden kitlesel bir itibar konusu olmaya başlamasının etkisiyle, bu savrulmadan toparlanmaya doğru, en azından bir niyet görünmeye başlamıştır. Geçmişte tartışılan birçok konu yeniden ele alınmakta, günümüz koşulları bakımından değerlendirilip sonuçlandırılmaya çalışılmaktadır. Fakat bu tartışmaların pek çoğunda, Marksizm’in etkisi, dinci ve gerici eğilimlerde görünen Marksizm etkisi gibi, görünüşte ve dışta kalmaktadır.
Genel kapsamıyla ele alındığında, devrimci-demokratik mücadelenin temel problemlerini aydınlatmada yararlı olacağı beklenen bu tartışmalar, özellikle, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden bu yana, aydınların toplumsal yapıyı ve sınıflar mücadelesinin boyutlarını değerlendirmekte ne denli geriye savrulduklarını, işçi sınıfı ve emekçi halk kavramlarına ne kadar uzak düştüklerini ve burjuvazinin kendi içindeki çelişmelere bel bağlayan eğilimin nerelere kadar sızdığını sergilemekten öteye geçemiyor.
Şu anda sürmekte olan ve önemli bir bölümü Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nın bünyesinde gerçekleşmekte olan tartışmaların bıraktığı genel izlenim, “eski haliyle Marksizm-Leninizm’in” günümüz sorunlarına cevap vermekte zayıf kaldığı, yeni teoriler, yeni görüşler bulmanın gerekli olduğudur. Özellikle, günümüz dünyasında teknolojik ve bilimsel gelişmelerin, sınıf ilişkilerini, sınıfların bileşimini ve yapısını değiştirdiği görüşü, bu tezlerin başlangıcında da, sonunda da ağırlıklı bir yer tutuyor.
İddiaya göre, bu sonuç, doğrudan doğruya, sınıflar arasındaki çelişmelerin yapısını ve çözüm biçimlerini de değiştirmektedir ve daha da değiştirecektir. Giderek, devrim, sosyalizm gibi kavramların tümüyle değişmesi gerektiği sonucuna da bu “genel değişim” saptamasından yola çıkılarak ulaşılıyor. Sonuçta, Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nın düzenlediği paneller dizisinde. Marksist devrim, devlet, sınıf mücadelesi teorileri, işçi sınıfının tarihsel rolü hakkındaki temel görüşler, tümüyle gözden geçirilmeye, “revize edilmeye” çalışılıyor. Bu çabanın önemli bir bölümü, “Türkiye’nin kendine özgülüğü” görüşü ekseninde yeniden üretilme olanağı buluyor. Türkiye’de sınıfların oluş ve gelişmesinin, Marksizm’in analiz ettiği Avrupa toplumlarından farklı bir yol izlediği, dolayısıyla, sınıf mücadelesi kavramının da, kendine özgü bir içerik kazanması gerektiği yolundaki, bir bölümü hayli eski olan görüşler, yeniden ve “dünyanın değişen koşulları” kavramıyla güçlendirilerek ileri sürülmeye başlandı.
Bu çalışmamızda, 1994’ün son aylarında yeniden güncelleşen ve sosyoekonomik yapı tartışmalarında önemli bir yer tutan devlet ve sınıflar konusunu eleştirel bir tarzda ele alacağız.
Marksizm’in teorik araçlarını kullanarak yapılan araştırmalar içinde, burjuva ve küçük burjuva karakterde olanları temsil etmesi bakımından olduğu kadar, geçmişte aynı düzlemde yapılan araştırmaların başlıca tezlerini de ana çizgileri ekseninde tekrarlaması bakımından da, eleştirimize çıkış noktası olarak, Çağlar Keyder’in “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar” (İletişim Yay. 1993) adını taşıyan çalışmasını aldık. Adı geçen çalışma, sınıflar ve devlet arasında Marksizm tarafından kurulan ilişkiyi, tümüyle tersyüz etmekte; Türkiye tarihinde devleti, sınıfların varlığı ve çatışması üzerinde yükselen bir yapı olarak değil, aksine, kendine özgü bir sınıf yaratmaya çalışan bir kurum olarak ele almaktadır. Bundan ötürü, bu yazının ilk bölümünde, tarih boyunca devlet ve siyasal ilişkiler üzerine düşünüp tartışmış belli başlı filozofların görüşlerinin eleştirel bir özetini vermekte yarar gördük. Amacımız, devlet ve sınıflı toplum arasındaki ilişkinin kimi zaman sezgi düzeyinde de olsa, çok önceki zamanlardan bu yana görülebilen bir olgu olduğuna işaret etmektir.
Egemen sınıfların tarihsel gelişim süreçleri, aynı zamanda Türkiye’de üretim ilişkilerinin gelişmesinin bir kesitini vermektedir. Sınıf mücadelesinin genel yönelimlerini, ana sınıfların karşılıklı mevzilenişlerinin her dönem için kazandığı özellikleri, ekonomik ve siyasi yapının oluş ve işleyiş tarzını anlamak, sonuçta işçi sınıfının devrimci mücadelesinin strateji ve taktiğini saptamak bakımından büyük önem taşımaktadır. Fakat eğer, bütün bu olguların ve süreçlerin analizi, işçi sınıfının hareketi açısından ve onun ihtiyaçları bakımından değil de, bu hareketten kopuk olarak, aydınca endişeler, bireysel idealler, “memleket çıkarları”, vb. adına yapılıyorsa, gerek araştırma sürecinin özellikleri, gerekse ortaya çıkan sonuçlar, bu amacın gerçekleşmesine hizmet etmemektedir. Lenin, “Marksizm Ve Devlet” genel başlığı altına topladığı notlarına, bir ek yaparak başlığı genişletmişti: “Daha doğrusu: Proletarya İhtilalinin Devlete İlişkin Görevleri.” Bu “düzeltme”, devlet ve sınıflar üzerine konuşurken, Marksistlerin “proletarya ihtilalinin görevleri” kavramından bağımsız kalamayacaklarına ilişkin bir vurgulama olarak kabul edilebilir.
Tartışma, sözde “nesnel veriler” adına, sınıf mücadelesinin gereksizliği, devrimin olanaksızlığı, sınıfların zaten ortadan kalkmakta olduğu vb. temalar ekseninde dönüyorsa, bunun bilimsel bir tartışma olarak kabul edilmesinin olanağı da yoktur. Örneğin, sözünü ettiğimiz tartışmada, “objektif koşullar, ilişkiler ve gelişmeler” değerlendirmesini, böyle bir temelde yürüten Çağlar Keyder, bütün çabasının özünü şu cümleyle özetlemektedir: “Türkiye’de devlet ve burjuvazi, biraz başarılı hareket etmek istiyorsa, yeni birtakım politik tedbirler alıp bir takım arayışlar içinde olmalı.” (Toplumsal Araştırmalar Vakfı, Panel Dizisi 3-4-5 içinde, sf. 38, Alan Yay. 1994, İstanbul)
Burjuvaziye başarılı olmanın “akılcı” yollarını öğretmek için Çağlar Keyder’in, önce devlet ve sınıflar hakkındaki Marksist teoriyi altüst etmesi gerekiyor. Üstelik Marksist terminolojiyi kullanmaktan vazgeçmeksizin…
12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra, sayıları bir hayli artan bu türden aydınların yaydıkları görüşler, artık sosyalizm içi tartışmaların bir parçası sayılıyor. Böylece, sosyalizmin teorisi, işçi sınıfı, devrim, sınıf mücadelesi gibi kavramları “modası geçmiş” sayan bir görüş haline getirilmek isteniyor. Sosyalistler ise, sınıf mücadelesini fazla önemsemeyen kişiler durumuna düşürülüyor ve amaçsız araştırmacılar, oyalanmacı aydınlar gibi gösterilebiliyor.
Bu görüşlerin “değişen dünya” kavramını ileri süren genel bir teori haline getirilmesi ise, gericiliğin alabildiğine yükseldiği günümüz koşullarında her gün artan oranlarda sosyalizme yönelen ve araştıran genç kuşaklar üzerinde etkili oluyor.
Devlet ve sınıflar ilişkisi üzerine Marksizm’in temel tezlerini savunmak, yalnızca kitaplardan yapılan alıntıları karşılaştırmakla başarılamaz. Asıl önemli olan, teorinin, sosyalizmi insanlığın kurtuluşu olarak gösteren temel tezlerinin “değişen dünya” koşullarında da geçerli olduğunu göstermek, bu anlamda insanlığın umudunu taze tutmaktır.
Bu ilk bölümde, okuyucu, çok eski zamanlardan XIX. yüzyıla kadar geçen zaman içinde, devlet ve sınıflar arasındaki ilişkinin ele alınış tarzının bir özetini bulacaktır. Bu tarihsel özet, bugün devlet ve sınıf kavramları arasında dolaysız bir ilişki bulunmadığını ileri süren “modern” düşüncelerin, aslında hem ne kadar modası geçmiş olduğunu, hem de bu nesnel ve tarihsel ilişkinin gerçek yüzünü görmek için, modern bir çağda, modern sınıflı toplumda yaşamanın zorunlu olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır.
Önümüzdeki sayılarda yayınlanacak diğer bölümlerde ise, Marksizm’in devlet ve sınıf mücadelesi teorilerinin, temel tezler ekseninde bir özetini ve özel olarak Türkiye’de egemen sınıfların oluş ve gelişme süreçleriyle, devletin temel özellikleri arasındaki bağıntıları ele alacağız.

1. DEVLET VE TARİH
KÖLECİ TOPLUM VE SİYASET

Tarihte, devlet kurumu, ya da daha genel olarak yönetme ve yönetilme ilişkileri üzerine ilk yazılı belgelerin geçmişi, köleci topluma kadar uzanır. Bugüne kadar, bu konudaki düşüncelerin dile getirildiği, elde bulunan en eski yazılı kaynak, Herodotos Tarihi’dir. Görülebildiği kadarıyla, ilk kez Herodotos, iktidarın biçimlerini, kişisel iktidar, azınlık bir grup elinde bulunan iktidar, ya da halk iktidarı olmak üzere, üç başlık altında tanımlamıştır. Monarşi, oligarşi ve demokrasi kavramlarının kullanıldığı ve her birinin erdemlerinin ve kötülüklerinin tartışıldığı bu yazılı belgenin geçmişi, günümüzden yaklaşık 2500 yıl öncesine uzanmaktadır.
Herodotos, Pers Hükümdarı Keyhüsrev’den sonra başa geçen “düzmece Kral” Smerdis’e karşı bir suikast düzenleyerek öldüren, ülkenin ileri gelenlerinden yedi kişi arasında geçen bir konuşmayı aktarır. Burada, suikastçılar, ülkenin yeni yönetim biçiminin ne olması gerektiği üzerine tartışmaktadır. Yeni rejimin demokrasi olması gerektiğini savunan Otanes, Monarşi’yi, herhangi bir sorumluluk ve denetim olmaksızın bir kişinin yönetimi olarak tanımlar ve bunun sağlam bir ahlâk sistemi içinde yeri olamayacağını ileri sürer. Burada, Monark’ın, iktidarı tek başına elinde tutan bir insan olarak, kibir ve haset gibi duygulardan kurtulamayacağı anlatılarak, bu iki özelliğin her türden kötülüğün kaynağı olacağı vurgulanır. Her ikisi de, doğaya aykırı olan şiddete ve vahşete yol açacaktır. Otanes, buna karşılık, halk yönetimini (İsonomia) savunur. İsonomia, yasa önünde eşitlik anlamına gelmektedir ve bu bakımdan yönetim biçimlerinin en iyisidir. İktidarı elinde bulunduran halk, Monarkların yaptığı hiçbir kötülüğü yapmaz. Halk hükümetinde yöneticiler, kura ile atanır ve bütün yaptıklarından dolayı kendisini atayan halka karşı sorumludur. Bütün sorunlar açık tartışma yoluyla çözülür. Otanes, sözlerini şöyle bağlar: “Halkı iktidara geçirmeyi öneriyorum; çünkü devlet, zaten halk demektir.”
Buna karşılık, oligarşiyi savunan Megabyzus, iktidarın halka verilmesine karşı çıkar: “Kitleler beceriksiz bir yığındır. Hiçbir yerde, onların arasında olduğundan daha çok bilgisizlik, sorumsuzluk ve şiddet göremezsiniz. Bir kralın canice keyfinden kaçarken, ayak takımının eşit ölçüde düşüncesiz ceberutluğuna tutulmak, dayanılmaz bir şey olur. … Kitlelerin kafasında hiçbir düşünce bulunmaz; bütün yapabilecekleri, körlemesine siyasete dalmak ve önlerine çıkan her şeyi, kabarıp sel olmuş bir nehir gibi silip süpürmektir. Onun için, bırakalım halk, Pers ülkesinin düşmanlarını yönetsin, Pers ülkesini değil. Biz kendimiz, belli bir sayıda, memleketin en iyi kişilerini seçelim ve siyasal iktidarı onlara verelim.” Megabyzus’un konuşmasında, öldürdükleri Monarkın yerine yeni bir Monark seçilmesinden öte bir öneri yoktur ve bundan sonra, demokrasi ve oligarşinin kötülükleri ile Monarşinin erdemleri anlatılır. Burada ilginç olan, demokrasinin er geç yeniden Monarşiye yol açacağının savunulmasıdır: “Demokraside de yolsuzluklar zorunludur. Ancak bu durumda kamu hizmetlerinde yapılacak yiyicilikler, özel çatışmalara yol açmaz; yakın kişisel birleşmeler görülür. Hizmet sorumluları kafa kafaya verirler ve karşılıklı olarak birbirlerini desteklerler. Şu ya da bu kişinin halkın savunucusu olarak ortaya çıkıp da, kendi çıkarlarına işleyen klikleri dağıtmasına kadar bu böyle sürer. Savunucu olarak ortaya atılanın eylemi, ona kütlenin hayranlığını kazandırır ve sonunda, çok geçmeden mutlak iktidar ona teslim edilir. Bütün bunlar, monarşinin en iyi yönetim biçimi olduğunun bir başka kanıtıdır.” Tartışmaya katılan diğer dört kişi de, sonuncusuna oy verirler ve sonuçta, ülke yine monarşiyle yönetilir.
Köleci toplum ilişkileri çerçevesinde gerçekleşen bu tartışma, gerek devletin kökeni, gerekse yönetilen ve yöneten ilişkilerinin boyutu hakkındaki kavrayış bakımından önemli ipuçları taşımaktadır. Tartışmalar, o güne kadar, bütün siyasal rejim biçimlerinin denendiği ve bundan dersler çıkarıldığı gibi bir izlenim vermektedir. Zengin bir toplumsal hareketlilik ve sınıflar arasındaki çatışma ortamının verileri, “ileri gelen yedi kişinin” tercihlerini belirlemektedir. Ortaya çıkan görünüm, hangi yönetim biçimi seçilirse seçilsin, iktidarın gerçek kaynağının bu yedi kişi ile temsil edilen “ileri gelenler” olduğudur. Kuşkusuz, bu durumda en olmayacak öneri, “iktidarın halka verilmesi” biçiminde olanıdır. Bunun olanaksızlığı -Herodotos, böyle bir tartışmayı yapmasa bile- siyasal iktidarın kaynağında, “yedi ileri gelen kişi”de görülmektedir. Yönetilen kitlelerin, kendi adlarına iktidar talep etmeleri durumunda, “yedi ileri gelen kişi”, iktidarın halka verilip verilmemesi tartışmasını yapmaya bile olanak bulamayacaktı.
Herodotos’un hikâye ettiği bu olay, daha köleci dönemde, devletin varlık nedenleri ve başlıca biçimleri hakkında temel verilerin ortaya çıktığını göstermektedir. Devlet, açık bir biçimde, egemen sınıfın bir aygıtı durumundadır ve onun biçimini belirleyen şey, yöneten ve yönetilen sınıflar arasındaki ilişkinin biçimidir.
Antikçağ’ın sınıflar ayrılığının ve toplumsal işbölümünün netleşmesi üzerine kurulu yapısı, en azından yönetim biçiminin ne olması gerektiği konusunda teorik bir tartışmayı gündeme getirebilmektedir. Fakat henüz, üzerinde tartışılan yapının (devletin) özünün, kaynağının ne olduğu, ya da devletin gerçekten gerekli olup olmadığı konusunda bir tartışma, en azından Herodotos Tarihi’ne yansıdığı kadarıyla, olanaklı değildir.
Bunun nedenlerini, Antikçağ’ın köleci rejimlerinin değişik biçimlerinin oluşum tarzında ve en gelişmiş yönetim biçimi olan “Atina Demokrasisinin temel niteliklerinde görebiliriz. Bu “demokrasi” gerçekte, yaklaşık 400 bin kişi olarak tahmin edilen nüfusun yetişkin erkeklerinin oluşturduğu 40 bin kişi için demokrasiden başka bir şey değildi. Başta, nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan köleler, sonra da “yurttaşlar”ın karıları ve Atina’ya yerleşmiş bulunan yabancılar, herhangi bir siyasal hakka sahip değillerdi. Geriye kalan 40 bin kişi ise, kural olarak, yasamayla ilgili ve siyasal nitelikli bütün kararlan almaya yetkiliydi. Yüksek devlet görevlileri, genel oyla ya da kurayla, “ekklesia” denilen bu halk meclisi tarafından seçilir, her uygulamada yine kendilerini seçenler tarafından denetlenir ve her yıl düzenli olarak hesap verirlerdi. Ekklesialar, savaşa ve barışa karar verirler: yasama, yargılama ve yürütme bu organ aracılığıyla gerçekleşirdi. Bununla birlikte, bilindiği kadarıyla, karar oturumlarına, hiçbir zaman yedi-sekiz bin yurttaştan daha fazlası katılmamıştır.
Bu demokrasi, öteden beri, temel üretici güçlere, yani toprağa ve köle emeğine sahip olan “aristokratlar” nezdinde, demagogların ve yeni zenginleşmeye başlayan, böylece de devlet memurluklarını satın alabilen tüccarların yönetimi olarak görülüyordu. Atina Demokrasisi’nin temel işleyiş tarzı, erdemleri ve bunlara karşı eleştiriler hakkındaki en önemli belge, Ksenophon’un eserleri arasında bulunan ve yazarı “Yaşlı Oligark” olarak bilinen polemik yazısıdır. “Yaşlı Oligark”, “Atinalıların Anayasası”nı savunmaya şu ilginç cümle ile başlar: “Atinalıların Anayasası’nı, daha aşağılık halkın, daha iyi sınıfınkine karşı genliğini savunduğu için övmeyeceğim. Tekrar ediyorum, övgümü esirgeyişim bu yüzdendir. Fakat üstünde anlaşılan anayasa bu olunca, onun korunması için Atinalıların doğru yoldan yürüdüklerini ve Hellen dünyasının geri kalanında hata diye bakılan bununla ilgili diğer işlemlerin de, tam tersine, yerinde olduğunu göstermeye hazırım. ” Gerçekten Atina Anayasası’nın, Yaşlı Oligark’a da çekici gelen birçok özelliği vardır: Halka sınırsız konuşma özgürlüğü, “aşağı ve yoksul kimselerin, üstün nitelikli kimselerden daha çok gözetilmesi”, adaletin büyük bir jüri (halk mahkemesi) eliyle dağıtılması, kurban kesemeyen yoksullar yerine devletin adaklarda bulunması, halk ve makam sahiplerinin aynı olması… gibi. Buna karşılık, “Yaşlı Oligark”, şunları söylemekten de geri durmaz: “Esas görüşümü tekrarlıyorum: Bu anayasa tipi, benim beğendiğim çeşitten değildir…” “Yaşlı Oligark”, sanki anayasalar ve devlet biçimleri hakkındaki tercihin, dolaysız olarak sınıfsal tercihler olduğunu, çağlar öncesinden bildirmektedir.
Aşağı yukarı yüz yıllık bir süreye yayılan “Atina Demokrasisi”, M.Ö. IV. yüzyılda çöktü. Devlet yönetimi, büyük toprak ve köle sahiplerinin eline geçti. Bu yeni dönem, aynı zamanda Atina’nın bütün tarih boyunca erişilebilecek en yüksek kültürel ve düşünsel düzeyine de denk düşmektedir. Denilebilir ki, demokrasi döneminin bütün birikiminin verimi, bu dönemde kendisini göstermiştir.
Devlet üzerine geliştirilen düşüncelerde de, geçmiş ve yaşanan dönemin ortaya çıkardığı deney ve gözlem birikimi artık etkili bir rol oynamaktadır. Çağın en büyük filozofu Platon’un üstüne, bu dönemde, bir yandan sistematik felsefeyi kurmak ve düşünce tarihinin en büyük adımlarından biri olan idealar teorisini ortaya atmak gibi başarıların yanı sıra, demokrasi düşmanlığı yapmak da düşmüştü.
Platon’un, devletin kökeni sorununu ele aldığı ve en iyi devletin ne olabileceğini tartıştığı eseri, “Devlet” başlığını taşıyan diyaloglarıdır.
Platon, kendisinden sonraki çağlarda bile ender görülen bir biçimde, devletin kökeninde, toplumsal ihtiyaçların, işbölümünün ve artı ürünün (üretimin ve ticaretin sınıflara bölünme üzerinde şekillenmesinin ve bunun sonuçlarının) rolünü saptar. Ona göre, bir devlet etrafında bir araya gelmenin temel koşullarıdır bunlar. Platon, en iyi devletin hangi temeller üzerinde kurulacağı sorusunu ise, mevcut sınıflar ayrılığını, özellikle de köle ve köleci ayrılığını veri olarak kabul eden bir tasarıyla cevaplandırır. Devlet, toplumdaki “en akıllı, değerli, üstelik de toplumla ilgili insanlar” tarafından yönetilmelidir. Bunlar, Tanrı tarafından yaratılırken “mayasına altın katılmış” kimselerdir; dolayısıyla halktan, kitleleri oluşturan sıradan insanlardan tümüyle farklıdırlar, “içlerindeki altını, dünyanın altınıyla kirletmek istemedikleri için”, bu kişiler devlette boğaz tokluğuna yöneticilik yaparlar. Bunlar aynı zamanda bilge kişilerdir ve yönetici azınlığın bilgeliği, devleti de bilge yapar. Sonuçta, Platon’un önerisi şu sözlerde özetlenir: “Filozoflar kral, krallar da filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, herkese yalnızca kendi yapacağı iş verilmedikçe, tasarladığımız devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğmaz.” Böylece Platon’un devletinin iki niteliği belirlenir: İşbölümünün kesinleşmesine ve seçkin bir “akıllılar” yönetimine dayanmak.
Platon’un öğrencisi Aristoteles, insanı “politik varlık” olarak tanımlar ve bu tanımdan yola çıkarak, insanın devlet örgütlenmesini gerçekleştirmesiyle ölçüleceği sonucuna ulaşır. Bu görüş, devlet kurmayı başaramamış toplulukları, insan topluluğu olarak görmemeye kadar uzanır, insan ve devlet örgütlenmesi arasında kurulan bu dolaysız ilişki, devletin biçimine ilişkin önerilerle tamamlanır: “Devletin egemen erki kimin elinde olmalı? Halkın mı? Varlıklı sınıfların mı? İyilerin mi? İyilerin en üstünü olan tek bir kişinin mi? Tiran olan bir tek kişinin mi? Bunların hepsine karşı söylenecek sözler vardır. Tutun ki, en üstün yetke halktadır dedik; fakat halk sayı çokluğuna dayanarak zenginlerin malını mülkünü kendi arasında paylaşırsa, bu adaletsizlik değil midir? … Çoğunluk, her şeye el atarak azınlığın malını mülkünü paylaşırsa, bu besbelli devletin yıkılmasına yol açar.” Aristoteles, mülkiyet ilişkileri bakımından, azınlığın ya da bir kişinin, çoğunluğu soymasını da adaletsizlik olarak nitelemekte ve halk çoğunluğunun adaletsizliği ile bunun arasında bir fark bulunmadığını söylemektedir. Fakat hangi devlet biçimi tartışılırsa tartışılsın, sorunun özünü devlet kavramı oluşturduğu sürece, mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin tartışılması kaçınılmaz hale gelmektedir.
Aristoteles, “Politika” adlı eserinin daha sonraki bölümlerinde, mülkiyetin biçimini, devletin biçimine bağlı olarak tartışmaktadır. Özel mülkiyetin mi yoksa kamu mülkiyetinin mi daha yararlı olduğu sorusuna verdiği cevap da, devletin biçimi ve özellikle de zorunluluğu konusunda verdiği cevapla uyumludur: Özel mülkiyet, “ahlâkça sağlam yasalara dayandırılmak koşuluyla”, ortaklaşa mülkiyet düzeninden “çok daha iyidir” demektedir. Tartışmanın düğüm noktasını mülkiyet ve sınıf ilişkileri oluşturmakla birlikte Aristoteles de, öncekiler gibi, devletin kaynağının iyilik, eşitlik ve özellikle de adalet fikirleri olduğunu düşünmeye devam etmektedir.
Devlet kavramının, sınıflı toplumun daha ilk çağlarından başlayarak mülkiyet ve sınıf ilişkileri gibi temel bir sorun eksenine oturmasının başlıca nedenini, devletin daha sonra Marksizm tarafından açıkça saptanacak olan özünde, tarihsel kökenlerinde ve toplumsal işlevinde bulabiliriz.

ROMA’DA DEVLET VE SINIFLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Aristoteles’ten yaklaşık iki yüz yıl sonra yaşamış bulunan Romalı tarihçi Polybios, artık altı temel hükümet biçimi saymaktadır: Krallık, demokrasi, aristokrasi, despotluk, oligarşi ve güruh egemenliği…
Polybios’ta ilginç olan, yönetim biçimlerinin birbirine evrilebileceğini görmüş olması ve bunu sağlayan şeyi de, doğrudan doğruya yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişki olarak saptamış bulunmasıdır. Ona göre, “var olan her şeyin kaderinde, değişme ve bozulma bulunmaktadır”. Bu yüzden devletlerin ve anayasaların da değişmeleri, bozulmaları kaçınılmazdır. Ancak bu değişme ve bozulmanın nedeni, iki kaynaktan gelmektedir: İçten ve dıştan. İçten gelen değişme ve bozulma, doğrudan doğruya “halkın eğilimlerinin değişmesiyle açıklanmaktadır. Bununla birlikte, Polybios da devletin kökenini, onu değişikliğe uğratan güçlerden bağımsız olarak düşünmektedir. Hükümet ya da devlet biçimleri arasında, belli bir evrim ve birbirine dönüşme ilişkisi bulmakla ve bunun nedeni olarak da toplumsal hareketleri saptamakla birlikte, devletin kökeninde, tümüyle doğal nedenleri görmektedir. Hayvanlar dünyasında, en güçlünün önder olmasına bakarak, insanlarda da aynı türden bir güç üstünlüğünün önderliğe yol açtığını söylemekte, bunun da evrilerek, krallık ve diğer yönetim biçimlerine kaynaklık ettiğini ileri sürmektedir. Fakat doğayla kurulan bu benzetme ilişkisi de, devletin insanlar arasındaki bir güç eşitsizliğine dayandığının tespitidir.
Ünlü Romalı hatip, devlet adamı ve filozof-Çiçero da, Polybios gibi, devlet biçimlerinin birbirine dönüşeceğini kabul etmektedir. Bu değişimin kaynağında, o da, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiyi görmektedir: “Kral, adaletle yönetmekten cayınca, krallık yönetimi doğrudan yıkılır. Kral tiran olur; Uranlık ise, en iyi türe yakın olmasına rağmen, bütün devletlerin en kötüsüdür. Çoğu kere görüldüğü gibi, tiran, ileri gelen yurttaşlar tarafından bastırılırsa, kamu devleti, anlattığım üç yönetim biçiminden birisine girer. Çünkü halkın gereksinimlerine iyi hizmet etmeyi öğrenen başkanlar kurulunda, belli bir krallık ya da babalık duygusu vardır. Yok, öyle olmaz da, tiranı halkın kendisi öldürür ya da kovarsa, öngörü ve bilgelikle davrandığı sürece, halk hayli ılımlı bir yöneticilik yapar. Başarılarından gurur duyarak, kurdukları kamu devletine koruyuculuk etmek ister. Fakat bir de halkın adaletli bir krala karşı ayaklandığını, ya da böyle bir yöneticiyi krallık erkinden yoksun bıraktığını varsayalım yahut yine halkın -daha sık rastlanan bir şekilde- ileri gelen yurttaşlarının kanını döktüğünü varsayalım. Böyle olursa, -inanın bana, dizginlenemeyen bir ayak takımının öç almasını durgunlaştıracak kadar güçlü hiçbir deniz, önleyecek kadar hiçbir ateş yoktur- o zaman Plüton’un pek canlı olarak anlattığı durum ortaya çıkar…”
Roma, gerek felsefi ve sanatsal birikim bakımından, gerekse yönetim biçimleri bakımından, Antik Yunan Uygarlığı’nın bir devamı sayılabilir. Özellikle konumuz bakımından söylenecek olursa, örneklerin de gösterdiği gibi, devlet üzerine geliştirilen bütün fikirlerde, sınıflı toplum yapısının ilk ve o ana kadar en gelişmiş modelini oluşturan köleci toplumun bütün gelenekleri ve deney birikimi, Roma’ya aktarılabilmiştir. Devletin varlık nedeni hakkındaki bütün görüşler, burada da, “iyilik, adalet ve eşitlik” gibi, temel değerler etrafında özetlenmekte, devletin değişik biçimlerinin ortaya çıkış ve sönüşleri de, aynı biçimde, sınıflar arasındaki ilişki ile açıklanmaktadır.

ORTAÇAĞDA DEVLET VE TANRI
Roma İmparatorluğu’nun yıkılış sürerine girdiği ve Ortaçağ’ın başlangıç unsurlarının ortaya çıkmaya başladığı çağlarda, Kilise Babalan diye anılan ilk Hıristiyan teorisyenlerden Aurelius Augustinus, devlet kavramına Tanrısal iktidar boyutunu ekleyen görüşlerini yayıyordu.
Aurelius Augustinus’a göre, her birey, hangi ülkede yaşıyor olursa olsun, iyi ya da kötü, yoksul ya da zengin olsun, aslında, büyük bir krallığın üyesidir. Bu Tanrı’nın krallığıdır. Fakat bunun yanında bir de, “yeryüzü krallığı” doğmuştur. Bu, insan soyunun ikiye bölünmesinin sonucudur. Dünya, aşırı servetlerinden dolayı; zenginlerin korkular, endişeler irinde bulunduğu, hasetle yandığı ve güvensizlik ve huzursuzlukla kıvrandığı bir dünyadır. İyi insan ve iyi devlet, bu kötü örneği kavramakla mümkün olacaktır. Burada, iyilik ve kötülük, “insana uymak” ya da “Tanrı’ya uymak” kıstaslarıyla birbirlerinden ayrılmaktadır. Tanrı, insanların birbirleri üzerinde egemen olmalarını değil, insanların hayvanlar üzerinde egemen olmasını istemişti. “Tanrı’nın niyeti, kendi görünümünde yarattığı akıllı yaratığın akılsız yaratıklardan başkasına egemen olması değildi. İnsanın insanüstünde değil, insanın hayvan üstünde egemen olmasını istemişti. Bu yüzden, ilkel zamanlarda doğru adamlar, insanlara kral değil, hayvanlara çoban yapılıyordu.”
Aurelius Augustinus’ta önemli olan, yeryüzündeki devletin insanlar arasındaki bölünmenin bir sonucu olduğunu ve insanın insan üzerindeki egemenliğini temsil ettiğini söylemesidir.
A. Augustinus, “günahın sonucu olduğu”na inandığı köleliği olumlarken, köle ile efendi arasında kardeşliği önerir. Kölelik, insanı kendi hemcinsinin egemenliği altına sokan günahın sonucudur. Fakat eğer köle ve köle sahibi, her ikisi de, iyi ve Tanrı’ya yakınsa, devlet de, uyumlu ve iyi devlet olacaktır.
Augustinus, kölelikle Tanrı’nın düzeni arasında bir çelişme görmekte, fakat onun zorunlu bir yeryüzü yasasına dayandığını kabul etmektedir. Ona göre kölelik, doğadan ya da doğuştan gelmez: O bir cezadır ve doğal yasanın korunmasını sağlayan yasayla getirilmiştir. Böylece, köle ve efendi ayrılığı, insan soyunun bölünmesinin sürdüğü koşullarda, insanların yaptığı yasalar ve devletle birlikte, Tanrı’nın cezasının gerçekleşmesini sağlayan araçlar haline gelmektedir. Bununla birlikte, Augustinus, devletin ezeli ve ebedi olmadığını düşünmektedir. Nasıl ki; başlangıçta, iyi insanlar kral değil, çoban oluyordu ise, sonuçta da, insanın insan üzerindeki egemenliği kalkacaktır ve yeryüzü devletinin sonuna gelinecektir.
“Bütün eğrilikler ortadan kalkınca, bütün prenslikler ve her türden insan iktidarı hiçliğe varacaktır.”
Bu teoride, insanların sınıflara ayrılmasının sonucunda devlet iktidarının doğduğuna ilişkin bir görüş vardır. Her ne kadar Augustinus, devlet iktidarının ortadan kalkışı halinde de “günahın bedeli olan” köle ligin devam edeceğini söylese de, efendisiyle arasındaki sevgi dolayısıyla, kölelerin “bir bakıma” özgür olacaklarını da eklemektedir.
Tanrı iktidarının esas olduğunu, insanların devletinin de ancak bunun hizmetinde olduğu sürece “iyi” olabileceğini ileri süren Kilise görüşü, bütün Ortaçağ’ın siyasi ilişkileri üzerinde etkili olacaktır.
Özellikle, Ortaçağ’ın sonlarına doğru, yani bir bakıma, kilisenin egemenliğinin sarsılmaya başladığı dönemde, devletin niteliği ve işlevleri üzerine tartışmada da önemli gelişmeler görülür. Bu gelişmede, devletin kurum olarak olgunlaşmasının ve yeni bir yönetici sınıf olmaya çok güçlü bir aday olarak burjuvazinin ortaya çıkışının etkisi görülmektedir, Devleti, toplumsal hiyerarşiyi ve Tanrısal iradeyi birlikte kapsayan bir kurum olarak tanımlayan Ortaçağ kilise düşüncesi, sistematik siyasal düşüncenin doğması karşısında gittikçe gerilemeye başlayacak ve bu süreç, burjuva devrimlerine kadar devam edecektir.
Kilisenin, devlet aygıtının dışına sürülmesi girişimlerine karşılık, din adamı teorisyenlerin başlıca görüşü, Salisbury’li John’un, şu şemasında özetlenmektedir: Devlet, canlı bir organizmaya benzer. Toplumdaki çiftçi ve işçiler, ayaklara; maliyeciler, mide ve bağırsaklara; memurlar ve askerler, ellere; senato, yüreğe ve prens de kafaya karşılıktır. Kilise ve din adamları ise, bedendeki ruha benzerler ve hepsinden daha yüksek bir yerde dururlar. Dünyevi iktidarın dinsel (ruhani) iktidardan üstünlüğünü savunan bu teoride bile, devletin kapsamında açıkça sınıflar ilişkisinin bulunduğu gösterilmektedir.
Kilisenin bu kesin egemenlik isteğine karşılık, yine din adamları içinde, iki iktidarın ayrılması düşünceleri de, Ortaçağ sonlarında görünmeye başlamıştır. Bu görüş, İsa’nın “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” sözlerinde kendisini savunmak için dayanaklar buluyor, devlet ve dinin ayrılması gereğini, “iki kılıç” kavramıyla çözmeye çalışıyordu. Papa Galesisus, iki iktidar kaynağı arasında bir denge kurmaya girişirken, şu görüşü ileri sürüyordu: Her iki iktidarın da kaynağı Tanrı’dır. Bununla birlikte, Tanrı’nın ve Kral’ın iktidarları, iki bağımsız kılıçtır. Bir elde iki kılıç taşınamayacağına göre, bunların ayrı ellerde durması daha doğru olacaktır. Buna karşılık, kilisenin yetkisinin ağırlığını koruması koşuluyla böyle bir dengeye razı olan Salisbury’li John, Prens’in elindeki kılıcın bağımsızlığını kabul etmekle birlikte, “kötüye kullanıldığı durumlarda” buna kilise tarafından el konulması gerektiğini söylemektedir. Bunun için, tiranların da öldürülebileceğini açıkça ifade eden de, yine John olmuştur. Kuşkusuz, kilisenin kendi elindeki kılıcı kötüye kullanabileceği, bir olasılık olarak dahi düşünülmemektedir.

EVRENSEL KRALLIK
Ortaçağ düşüncesinin son ve en büyük temsilcisi olan Aquinum’lu Thomas, bir yandan Augustinus gibi kilise babalarına, diğer yandan da Aristoteles gibi Antikçağ sistem kurucularına dayanarak, akla dayanan yöntemlerle, inancın sentezim gerçekleştirmeye çalışmıştır. Augustinus, devleti zorunlu bir kötülük olarak görürken, Thomas, Aristoteles’e dayanarak, devletin toplumun genel yararını sağlayan bir iyilik kurumu olduğunu savunur. Ayrıca devlet, kendine yeterli bir siyasal birim olarak kalmamalı, evrensel nitelikte olmalıdır. Çünkü devlet, Tanrı’nın iktidarını temsil etmektedir ve kral, başında bulunduğu topluluğun mutluluğunu sağlamak için, gücünü Tanrı’dan alır. Gücünü, Tanrı’nın koyduğu kurallara uygun olarak kullanmak, onun yalnız Tanrı’ya karşı değil, aynı zamanda topluma karşı da görevidir.
Böylece, iktidarın kaynağı hakkındaki teolojik bakış açısı, tam bir mantıksal sisteme oturtulur ve dönemin temel özellikleriyle uyumlu bir teori olarak inşa edilir. Burada, artık devletin kökeni ve gerekliliği hakkındaki tartışmalar, tümüyle Tanrı kavramı içinde çözülmekte ve daha önceki düşünürlerde görülen türden, devletin koşullara bağlılığı, geçiciliği ya da evrimi gibi kavramlara yer kalmamaktadır. Bu mutlakçı görüş, devlet, daha doğrusu iktidar ve Tamı kavramları arasında dolaysız bir bağ kurmanın sonucudur. Bu teorik çerçevede, artık devletin varlığını ya da değişebilirliğini tartışmak, Tanrı iradesinin varlığını ve değişebilirliğini tartışmak anlamına gelecektir. Aquinum’lu Thomas, siyasal yaşamın, insan için doğal olmasını, insanlar arasındaki eşitsizliklere bağlamaktadır. Köleler ve efendiler, kadınlar ve erkekler arasında eşitsizlikler olduğu gibi, erkeklerin kendi aralarında da, adalet ve bilgi bakımından, ruh yetenekleri bakımından eşitsizlikler bulunmaktadır. Bu yüzden de, insanların birbirlerine davranışlarının düzenlenmesi, her birinin iyilik ve adaletle yönetilmesi gerekmektedir. Devlet, bu bakımdan doğaldır. Aquinum’lu Thomas da, devletin ve siyasal yaşamın, yöneten-yönetilen ilişkisinin zorunluluğu fikrini, toplumsal ilişkilere, sınıfsal bölünmelere ve insanlar arasındaki eşit olmayan ilişkilere dayandırmaktadır. Her ne kadar bunun kökenini Tanrısal iradede görse de, başlıca dayanakları bakımından, devleti ve egemenlik ilişkilerini, bu duyanın ilişkilerine yönelik olarak görmektedir. Siyasal düzen, devlet, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin düzenlenmesinde zorunludur. Kaldı ki, Aquinum’lu Thomas, devleti bu haliyle de, kendi içinde bir amaç olarak yorumlamaktadır. Devlet, Tanrısal iradenin gerçekleşmesinin basit bir aracı değildir: Evrensellik kavramı, burada, her şeyin Tanrı’ya bağlı olduğu anlamını kazanmakta ve devlet, tıpkı onun altında var olan insan gibi, Tanrı’nın varlığının bir sonucu olarak doğmaktadır. Öyleyse bu anlamda, devlet, aynı zamanda bir amaç olma değeri de taşımaktadır.

KİLİSEYE KARŞI DEVLET
Ortaçağ sonlarında devletin kiliseden bağımsızlaşmasının önde gelen savunucuları, bir yoksulluk öğretisine sahip olan Fransisken rahipleri içinden çıkmıştır. Fransisken Marsilius, imparatorun kiliseden bağımsızlığını savunduğu “Barış Savunucusu” adlı eserinde, kendisinden yaklaşık üç yüzyıl sonra siyasal ve felsefi bir akım halinde gelişip etkili olacak görüşlerini geliştirmişti. Marsilius da, önceki Hıristiyan teorisyenler gibi, büyük ölçüde Aristoteles’e dayanmakla birlikte, örneğin Thomas’dan farklı olarak, devletin esas olarak halka dayanması gerektiğini ileri sürüyor ve böyle bir devlete, kilisenin de boyun eğmesini istiyordu. Aristoteles, ideal devletin krallık olduğunu ve yönetim biçiminin de, karma olması gerektiğini söylüyordu. Marsilius ise, en iyi yönetim biçiminin demokratik bir krallık olduğu düşüncesindeydi. Toplumda yasa koyucular doğrudan doğruya halk olmalı, yöneticiler de halk tarafından seçilmeli ve denetlenmeliydi. Marsilius daha da ileri giderek, halkın kötü yöneticileri devirmeye hakkı olduğunu açıkça savunuyordu. Kilise için daha da tehlikeli olan görüş ise, Papa’nın da halk tarafından seçilmesi talebinin ileri sürülmesiydi. Halkın çoğunluğunun aptal, bilgisiz ve önyargılı olduğunu, dolayısıyla yasaların bilgili bir azınlık tarafından yapılması gerektiğini ileri sürenlere karşı Marsilius, “bütün, -eylemde olsun, ayırt etmede olsun- her zaman kendi parçasından daha büyüktür” cevabını veriyordu.
Bu temel görüşlerin, Fransisken Mezhebi’nin dünyaya bakışının etkilerini taşıdığını söyleyebiliriz. Fransiskenler, taraftarlarına, yoksulluğun erdemlerini vaaz ediyorlar ve manastırlara kapanmayı yasaklıyorlardı. Bir Fransisken, hem vaiz, hem de dilenci olarak yaşamak zorundaydı. Dolayısıyla, kilisenin büyük şatafat içinde yaşayan egemenleriyle yoksul ve sürekli halk arasında yaşayan Fransiskenler arasında, yönetim biçimi konusunda da bir karşıtlık bulunması kaçınılmazdı. Öyle ki, Fransiskenler, yalnızca devlet ve toplum hakkında değil, temel felsefi görüşler bakımından da, geleneksel düşüncelere tümüyle ters düşen çıkışların kaynağında bulunuyorlardı. Marsilius’un devlet ve halk hakkındaki görüşlerinin, açık bir sınıf karakteri taşıdığını, yalnızca devletin kökeninde değil, değişme koşullarında da, halk yığınlarının etkili rolünü benimsemiş olmasına bakarak söyleyebiliriz.

RÖNESANS VE REFORM ÇAĞINDA DEVLET VE TOPLUM TEORİLERİ
Ütopya Ve Prens
Beş-on yıl arayla doğup ölen iki büyük düşünür, Thomas More ve Niccolo Machiavelli, yükselmekte olan burjuvazinin, din, devlet ve toplum konusundaki görüşlerini birbirinden biçimsel bakımdan farklı, fakat yeni bir dünyanın doğmakta olduğunu bildiren, onun temel niteliklerini haber veren iki kalıcı eser verdiler.
Thomas More, gerçekte siyasal bakımdan çelişkili bir tutumu temsil ediyordu. Bir yandan, ütopik sosyalizmin kurucuları arasında adının geçmesini haklı kılacak ünlü “Utopia” adlı eserin yazarıydı, diğer yandan, İngiltere kralını, kilisenin başı olarak tanımadığı için ölüme mahkum ediliyordu. İngiltere Milli Kilisesi’nin kurulması sırasında, Papalık, yabancı bir kilise prensliği durumuna düşürülüyordu ve More’un kabul edemediği aslında buydu. Oysa kralın girişimi, gelişen ve kendine özgü yeni kurumlar ve ilişkiler yaratan kapitalizmin eğilimlerine uygundu ve özünde ilerici bir yanı vardı. Bununla birlikte Utopia, din ve devlet ilişkileri konusunda, tümüyle liberal bir tutumu yansıtıyor, daha ötesi, sınıfsız toplum ilişkilerini savunuyordu. Thomas More, Utopia ile, İngiltere’de o dönemde hakim olan mülkiyet ve siyaset ilişkilerini eleştirirken, çözüm yolu olarak da, kapitalizmin ötesini öneriyordu. Bu bakımdan da, sınıf ayrılıklarının yol açtığı bütün kötülüklerin kaldırılmasıyla, artık devlet sayılamayacak bir halk temsilciliği sistemi arasında dolaysız bir ilişki bulduğu söylenebilir.
More’un çağdaşı Machiavelli ise, ütopik olanın değil, var olanın analizi ve eleştirisi ile ilgileniyordu. “Hükümdar” (ya da “Prens”) adlı eserinin ilk bölümünde şunları söyler: “Birçokları, gerçekte hiç görülmemiş cumhuriyetler ve başka hükümetleri hayal ederler. Yaşanılan tarzla yaşanılması gereken tarz arasında o kadar büyük fark vardır ki, yapılması gerekenin ardından koşmak için, yapılanı bırakan kimse, varlığını korumak yerine yok olmayı öğrenmiş olur. Namussuz kişilerin ortasında tam anlamıyla namuslu olmak isteyen bir adam, er geç, yok olmaktan kurtulamaz. Şu halde tutunmayı arzu eden bir hükümdar, hep iyi olmamayı, gerekliliklere göre hareket etmeyi, öğrenmelidir. ” Bu satırların yazıldığı sırada, Thomas More sağdı ve Utopia’yı yazmaya başlamasına daha iki yıl vardı.
Machiavelli, Floransa Cumhuriyeti’nden, İtalya’nın küçük prensliklerine, Fransa’da XII. Louis’in sarayından, Kutsal Roma Germen İmparatorluğuna kadar, Avrupa’nın belli başlı siyasal rejimlerini bizzat görüp incelemek fırsatını bulmuştu.
Machiavelli’nin döneminde İtalya ve genel olarak Avrupa, hükümdarların iktidarlarını denetleyecek hiçbir mekanizmanın bulunmadığı otokratik yönetimler altındaydı. Bu ortamda Machiavelli, kendisinden öncekilerden farklı olarak, siyasete ilişkin sorunları, kitabi bilgilerden uzak, ahlâk, felsefe ve din sorunlarından ayrı olarak, kendi içlerinde birer somutluk halinde incelemeye girişti.
Ona göre, üç temel hükümet biçimi vardı: Krallık, aristokrasi ve cumhuriyet. Bunlar, özü itibariyle iyi olanlardır. Bir de, bunların bozulması demek olan üç kötü hükümet biçimi vardır: Tiranlık, oligarşi ve özgürlükleri kötüye kullanan halk yönetimi. Öyleyse, iyi bir yönetim, tek başına, kötü bir yönetime dönüşebilmektedir; buna çare olarak da, karma yönetim biçimleri bulmak gerekmektedir. Aynı kentte, hem krallık, hem aristokrasi, hem de halk yönetimi birlikte uygulanmalıdır. Bunlar, birbirlerini denetlerler ve kötü biçimlere dönüşmelerini önlerler.
Machiavelli, hükümet biçiminin karma olmasını savunurken, ilginç bir tez ileri sürer. Bir hükümet için temel sorun, özgürlüğün korunmasıdır; acaba bunu en iyi hangi sınıf başarabilir? Soruyu şu biçimde koyar: “Özgürlüğün bekçiliğinde halk mı, yoksa soylular mı daha güvenlidir? Kimin başkaldırmak için daha çok nedeni vardır: Kazanmak isteyenin mi, elinde tutmak isteyenin mi?” Antikçağ’dan bu yana halkın bir kez özgürlüğü ele geçirdi mi, daha fazlasını isteyeceğini ileri süren görüş, Machiavelli’de de vardır. Çünkü halk, “ayaklanmak için en fazla nedeni olan sınıftır.” Yetkileri genişledikçe, bunu, soyluları devirmeye kadar götürebilir! Öyleyse özgürlüğün korunması, onu kötü kullanacak olan halka değil, soylulara bırakılmalıdır.
Machiavelli’nin devlet teorisi de, temelinde sınıflar çatışmasının denetlenmesi hedefine göre kurulmuştur. Devletin varlık nedenini saptarken de, biçimlerinin seçilmesi sorununda da, onun için belirleyici olan, bu çatışmadır.

KAPİTALİZM ÇAĞINDA DEVLET TEORİLERİ

“Yasaların Ruhu” ve “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı”
Fransız Devrimi’ni hazırlayan düşünceleriyle Montesquieu, XVIII. yüzyılın siyaset teorileri üzerinde olduğu kadar, siyasetin kendisi üzerinde de etkili olmuştur. Montesquieu, çağın materyalist eğilimlerini yansıtan teorisinde, her ulusun kendine özgü yönetim biçimlerini seçişinde, coğrafi, ırksal ve diğer doğal etmenlerin yanı sıra, ekonominin, dinsel ve göreneksel kurumların rolü olduğunu ileri sürmüştür. “Kuvvetler ayrılığı” ilkesi ve anayasal krallık gibi kavramlar, vatandaş devlet ilişkilerinde, vatandaşlık haklarının tanımlanmasının yöntem ve içeriği, eserlerinin ana konusunu oluşturmaktadır.
Montesquieu, cumhuriyetin en iyi yönetim biçimi olduğunu savunurken, halk çoğunluğunun kararlarında yanılmadığına dair örnekleri, Roma ve Yunan sitelerindeki demokrasilerden verir. Fakat halkın “doğru olanı” bulabilmesinin de, ancak bilgili kişilerce uyandırılmış olmasıyla mümkün olacağını ekler.
Montesquieu, “Yasaların Ruhu” adlı ese rinde, siyasal yasaların ruhunu araştırmaya, genel olarak yasa kavramını inceleyen bir bölümle girer. “En genel anlamıyla yasalar, olayların doğmasından çıkan zorunlu ilişkilerdir: Bu bakımda da, bütün varlıkların yasaları vardır; Tanrı’nın yasaları vardır, maddi evrenin yasaları vardır, insanüstü varlıkların yasaları vardır, hayvanların yasaları vardır, insanların yasaları vardır. “
Bu cümlede, yasaların kökeni hakkındaki tanım, tümüyle materyalist bir bakış açısını yansıtmaktadır. Olayları, yasaların öncesine koyan bu anlayış, her olayın öncel bir yasaya ya da kurala göre ortaya çıktığını ileri süren idealist sistemlerden köklü bir ayrılığı ifade etmektedir. Cümlenin ikinci bölümünde de, Tanrı’nın yasalarını, doğanın ve insanın yasalarından ayrı olarak sayması, yine geleneksel dinsel düşünce tarzıyla çelişiktir.
Yasaların olayların sonrasında doğduğunu söyleyen anlayışın toplumsal ilişkilere uygulanması, devlet ve iktidar gibi kavramlar karşısında da materyalist sonuçlar doğurur: “İnsanlar toplum durumunda yaşamaya başlar başlamaz, zayıflık duygularını yitirirler; aralarındaki eşitlik yok olur, savaş hali başlar. ” Böylece Montesquieu, Antikçağ filozoflarının birçoğunun farkına vardığı ve Ortaçağ’da dinsel öğretinin etkisiyle tümüyle bir kenara bırakılmış bulunan, yasaların ve devletin kökeninin, insanlar arasındaki eşitsizlik ilişkileri olduğu yolundaki kuralı yeniden hatırlatır, insanlar arasındaki savaşları ise ikiye ayırır. “Her belli toplum kendi kuvvetinin farkına varır; bu da ayrı ayrı uluslar arasındaki savaş durumunu meydana getirir. Her toplumda bireyler kendi kuvvetlerinin bilincine varmaya başlar. Toplumun sağlayacağı başlıca yararları kendilerinden yana çevirmeye çalışırlar; bu da bu kişiler arasındaki savaş durumunu meydana getirir. Bu iki savaş durumu, insanlar arasında yasaların yerleşmesine yol açar. … Devam ettirilmesi gereken bir toplumda yaşadıklarını göz önünde bulunduran insanlar, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyecek yasalar yapmışlardır. Böylece, siyasal hukuk meydana gelmiş.”
Bu son derece ilginç pasajda Montesquieu, yasaların ortaya çıkışının kaynağında, insanlar arasındaki eşitsizlik ilişkilerini (bunu, sınıflara bölünme olarak anlayabiliriz), ve birbirleri üzerindeki egemenlik savaşını görmektedir. Kuşkusuz, “savaş”ın, hangi insanlar arasında ve hangi nedenlerle çıktığı konusunda bir açıklık yoktur. Fakat devlet, yasalar ve hukuk gibi kavramların, soyut bir “toplumsal savaş” kavramıyla açıklanması, Montesquieu’nun bizzat tanık olduğu birçok toplumsal ve siyasal olayda kanıtını bulan bir önerme olarak değerlendirilebilir. Özellikle, kapitalizmin şafağında, aristokrasi ile gelişmekte olan burjuvazi arasındaki mücadelelerin, devrimlerin ve ayaklanmaların, Montesquieu tarafından, yasaların zorunlulukla doğmasına yol açan olaylar olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz.
Fransız Devrimi’nin düşünce babalarından J. J. Rousseau ise, insanların doğal, bozulmamış bir ilk yaşamları olduğuna inanıyor ve toplumsal mutluluğun, özgürlüğün ve eşitliğin, ancak bu ilk yaşama biçimine dönüşle gerçekleşebileceğini savunuyordu. İnsanlar, uygar toplumda da aslında eşit ve özgür olarak doğarlar, fakat uygar toplum, onu daha ilk andan itibaren zincirler. Bir kölenin çocuğu asla özgür-efendi olamaz, çünkü bir kölelik çevresine doğmuştur. Rousseau’yu kendisinden öncekilerden ayıran temel özellik, bu noktada bulunabilir: Devlet ve yasalar üzerine konuşan önceki düşünürlerin hemen hepsi, “en iyi devlet, en iyi yasalar” arayışındayken, Rousseau, insanların özgürlük ve mutluluğunun devletsiz yaşamda bulunabileceğini ileri sürüyordu: “Devlet ne kadar büyürse, özgürlük o kadar azalır.” İçinde yaşanılan uygar ve siyasal toplum, zorunlu olarak eşitsizlik, despotizm ve kötülük üretiyordu ve devlet var olmaya devam ettikçe, bunun önüne geçme olanağı yoktu. İlkel yaşama duyulan romantik hayranlık, Rousseau’nun, ilişkileri doğru biçimde kurmasının engeliydi. Sınıfsız toplumlarda devlete de ihtiyaç duyulmayacağı gerçeği, ona tersinden, devletin ortadan kaldırılmasının sınıflara bölünmüş olmaya son vereceği gibi görünüyordu.
Bununla birlikte, eşitsizliğin varlığı ile devletin varlığı arasında kurduğu ilişki, soyutlama düzeyinde de olsa, bir doğrunun saptanması olarak değerlendirilmelidir.

BURJUVA MANİFESTO: “ÜÇÜNCÜ TABAKA NEDİR?”
Fransız Devrimi’nin etkili düşünürlerinden Emmanuel Joseph Sieyes’in, 1788 yılında yazdığı “Üçüncü Tabaka Nedir?” adlı bildirisi, devrimin sınıf karakterini en dolaysız yansıtan belgelerden biri olduğu kadar, burjuvazinin daha sonraki siyasal yaşamında izleyeceği ilkeleri de, büyük bir öngörüyle sergilemesi bakımından önemlidir. Devlet, mülkiyet ve ulus kavramlarını, birbirine bağlı olarak ve mülkiyetin temel kavram olduğu bir bağlamda ele alır. Ona göre mülkiyet, doğal bir haktır ve ekonomik eşitsizlikler, yasalar önünde, yaşça, cinsiyetçe, boy posça eşitsizlikten farklı bir şey olarak görülemezler. Böylece, özel mülkiyetin kutsanmasıyla, ekonomik eşitsizliğin olağan ve neredeyse doğal kabul edilmesi birbirini tamamlar. Devlet de, mülkiyetin korunmasıyla görevlidir.
Fransız Devrimi’nde “üçüncü tabaka”, devrimden çıkan olan bütün halk kesimlerini ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. Sieyes, bu kavramın devrim sürecinde tuttuğu önemli yeri, yalnızca en zengin burjuva kesimlerin çıkarlarının genelleştirilmesi için kullanır. “Üçüncü tabaka”nın, ulusu oluşturan esas sınıf olmasına karşın, aynı zamanda en çok ezilen ve kösteklenen sınıf olduğunu söyler. “Üçüncü Tabaka Nedir?” başlıklı broşür, bu ayrımı netleştirmeye ve bütün temel haklar ve yönetme işlevleri bakımından, burjuvazinin yerini belirlemeye girişir.
Broşür, esas niteliği bakımından soylulara karşı, burjuvazinin hak ve çıkarlarının tanımlanmasını ve savunulmasını üstlenmiş olmakla birlikte, devlet, ulus, mülkiyet kavramlarını da, yeni sınıfın bakış açısından yorumlayıp tanımlaması bakımından, şu ana kadar incelediğimiz görüşler arasında burjuva karakteri en açık teoriyi temsil etmektedir. Özellikle, açık sınıf savaşı koşullarının bir ürünü olması, devlet ve yasalar hakkındaki görüşleri, genel ve soyut değil, güncel ilişkiler içinde ve somut hedefler bakımından ele almasına zemin hazırlamaktadır.

-HEGEL-
DEVLETİN RUHU: AYRICALIKLI SINIFLAR VE HÜKÜMDAR HANEDANLARI

Hegel’in diyalektik sisteminde, her kategori (ya da her yapı ve her bütün) kendi sinden daha kapsayıcı bir başka kategorinin (bütün’ün) içinde yer alır ve böylece büyük evrensel bir bağıntılılık sistemi oluşur. Hegel’de daha çok mantık kategorileri için geçerli olduğu bilinen bu ilişki, aslında onun sisteminin bütün alanlarında geçerlidir. Onun topluma, tarihe ve doğaya bakışında da aynı diyalektik bağıntılılık düşüncesi belirleyicidir. Birey, ailenin, aile sivil toplumun, sivil toplum devletin, devlet tarih içindeki tüm devletlerin … ve hepsi evrensel akıl’ın içindedir.
Bütünlüğün kuruluşu, en kapsamlı ve en soyut olan kategoriden, en somut olana doğru, burada evrensel akıl’dan bireye doğrudur. Bu yapı içinde devlet ve birey, devlet ve toplum, biri olmadan diğerinin olamayacağı biçimde birbirine bağlanmıştır. Birey’in bir öze sahip olabilmesi, ancak devlet tarafından içerilmesi koşulunda mümkündür. Devlet, birey için “ilk öz”ü içermektedir. Birey, bilincinin ve vicdanının kendisini, mutlak ve evrensel haliyle, devlet içinde ifade edebilir. Bununla birlikte, diyalektiğin “karşılıklı etki”, “evrensel bağıntılılık” gibi ilkeleri gereğince, Hegel, bireylerin eylemlerinin ve varlıklarının da, devletin varlığını belirlediğini ileri sürer. Ona göre, devlet, aynı zamanda bireylerin ortak eylemlerinden doğan genel bir sonuçtan başka bir şey de değildir. Böylece birey, devlet içinde aslında kendi varlığının sonuçlarını bulurken, devlet de onun var oluşunun gerçekleşmesini sağlamaktadır. Öyleyse, devlet, aynı zamanda tamamlanmış birey demektir ve bireyin özgürlüğünün biçimidir. “Devlet gücü, kendinin bilincinin özünü ifade etmektedir; o bir ölçüde, dengeli, sağlam, dayanıklı, sürekli, oturmuş, yerleşmiş yasadır, bir ölçüde de evrensel hareketin tikel ve özel hareketleri düzenleyen, eş-güden, hükümet, komutan ve buyruktur. … Demek ki, birey, orada, kendisinin ifade edilmiş, örgütlenmiş, düzenlenmiş ve güncelleştirilmiş özünü ve temelini bulmaktadır.” Böylece, kendisini gerçek bir yurttaş olarak, devletin toplumsal görüntüsünde bulabilecektir.
Birey için geçerli olan bu varoluş koşulu, aile ve toplum için de geçerlidir; Devlet olmaksızın, ailenin ve toplumun varlığını da düşünüp tasarlamak olanaksızdır. Bura da, Hegel’in, devlet, toplum, aile, birey kavramlarını, birbirine mantıksal olarak bağlı kavramlar olarak düşünüp tartıştığını görüyoruz. Bir kavramı düşünebilmek için, hangi diğer kavramlar dolaysız olarak bağlam oluşturuyorlarsa, onların birliği, mantıksal ve zorunludur. Devlet, toplum, aile, birey kavramları arasındaki birlik de böyle mantıksaldır. Fakat Hegel, söz konusu kavramları, yalnızca mantıksal bir dizgenin unsurları düzeyinde tartışmamaktadır. Aynı zamanda, güncel politik ilişkiler hakkında da, bu öncüllerden yola çıkarak yargılarda bulunmaktadır. Örneğin, devletin, “nesnel ahlaksal idenin edim halindeki gerçekliği” olduğunu söylerken, bunun hangi devlet olduğu hakkında da kendisine özgü bir yargısı vardır. Ona eğer bir Müslüman ülkenin devletinin bu tanıma girip girmediği sorulsaydı, o, bunu ancak “tamamlanma sürecindeki idenin gelişmemiş parçalarından birisi, kendini tamamlama evrelerinden birisi” olarak gördüğünü söyleyecekti. Onun düşüncesine göre, Prusya devleti, devlet idesinin zorunlu bütün koşullarım kendinde toplamış olan mükemmel ve son biçimi temsil ediyordu. Bunun dışında kalanlar, ya da tarihteki diğer devletler, gerçekliği tamamlanmamış, bundan dolayı da kendisinden sonra gelenler tarafından yıkılmış ya da değiştirilmiş olan devletlerdi. Bir bakıma, bütün önceki biçimler, sonuçta Prusya Monarşisi’nin doğuşunu hazırlamak üzere var olmuşlar, her biri bir eksikliği yaşamış ve tanımlamış, sonra da yerlerini daha ileri, daha gelişmiş olana bırakıp tarihten çekilmişlerdi. Bu bakımdan, onların “gerçekliği” de söz konusu değildi, çünkü “akla uygun” değillerdi. Hegel’in, “Gerçek olan her şey akla uygundur, akla uygun olan her şey gerçektir” sözünü inceleyen ve onun yanlış anlaşılmasını eleştiren Engels, çözümlemesinde, bu özelliği belirtir. Akla uygunluk ve gerçeklik, basitçe, varoluşa indirgenemez ve “var olan her şey gerçektir” gibi bir eşleme yapılamaz. “Gerçeklik”, kendisini son aşamada zorunluluk olarak ortaya koyandır. Öyleyse, Hegel, daha önce var olmuş ve yıkılmış devletlerin kendilerini bir zorunluluk olarak koyamadıklarını ve böylece de gerçek ve akla uygun devletler olmadıklarını söylemektedir.
İşte bu açıdan bakılınca, Hegel’in devlet, toplum, aile ve birey ilişkileri üzerine söyledikleri, er-geç, Prusya devletine itaat için öğütler biçimini alabilmektedir. Bir kez bu somut devlet ve onun siyasi ilişkileri “akla uygun, zorunlu ve gerçek” olarak kabul edilince, bireyin, yasa ve kararlarıyla kendi çıkan ve iyiliği için işleyen devleti mutlak güç olarak tanıması gerektiği yolundaki sözlerin, resmi bir içerik taşımaması düşünülemezdi. Hegel’e göre, birey, devlet iktidarını, herkesin çıkarı ve topluluğun iyiliği için var olan bir iktidar olarak görmek zorundadır. Bu sonuca ulaşırken Hegel, başlangıçta koyduğu bir ilkeden hareket etmektedir. Evrensel akıl (tin), kendisi için ve kendinde olabilmek için, üç evreli bir gelişme göstermektedir. Önce, “kendisini tanımak için”, başlangıçtaki bütünselliğinin, özgürlüğünün ve kalıcılığının dışına çıkar. Doğa haline gelir: Burada, bütünlüğü tikel parçalara bölünür, özgürlük yerini zorunluluğa bırakır, sürekli değişim içinde kalıcılığını yitirir. Bu bölünmüşlük, zorunluluk ve geçicilik, insan aklının ve kültürün dünyasında, yeniden bilinçli bir bütünlüğe, özgürlüğe ve sürekliliğe ulaşır. Bunu devletin oluş sürecine uyguladığında şu sonuca ulaşır: tarihsel açıdan, tinin ortaya çıkışı, politik özgürlüğün ortaya çıkışına bağlıdır ve politik özgürlük, Devlet’te özgürlük, bireyin kendini birey hissettiği yerde başlamaktadır.” Bu yalnızca politik özgürlük için değil, aynı zamanda felsefe için de geçerlidir. İnsan düşüncesinin gelişmesi ve felsefenin ortaya çıkışı, Hegel’e göre ancak devletle mümkündür: “Tarihte felsefe,  …  serbest,  özgür kuruluşların, anayasaların, siyasal oluşumların var olduğu koşullarda ortaya çıkmaktadır.”
Bununla birlikte, Hegel, politik özgürlüğü, her türden insani özelliğin kaynağı olarak görmesine rağmen, demokrasi kavramına da açıkça karşı çıkmaktadır.
Hegel, devletin varoluşuna yol açan temel çelişmenin, “özel-bireysel iradeyle genel (kamusal) irade arasındaki çelişme” olduğunu ileri sürmektedir. Devlet, bu iki irade arasındaki çelişmeyi uzlaştıran bir bütünlüktür. Bunu sağlayabilecek tek devlet biçimi ise, monarşidir. Monarşi, Hegel’e göre, “gelişmiş usun oluşumunu ve meydana çıkışını kendi yapısında cisimleştirmiştir.” Bu devlet modelinde, Monark, tek hükümran, en yüce, tartışmasız güç olarak iktidarı temsil etmektedir. Onda, devletteki bütün yurttaşların iradesi, ulusun kaderi, bir sorumluluk halinde bulunur. Devletin ve ulusun bütün önemli anlarında karar veren odur. Monark, birey olarak, gerçek bireyselliktir, yani tüm bireyliklerin en genel ve en gelişmiş, son biçimini bulmuş halidir. Böylece Monarşi, “evrensel aklın” yetkin bireyde yansıması demektir.
Hegel diyalektiğinin, esas olarak çelişkileri uzlaştırma ve birbiri içinde, birbirleriyle bağıntılı olarak tutmaya yönelik bir diyalektik olduğu göz önünde tutulursa, onun böylece toplumsal sınıflar arasındaki çelişmeleri de, mantıksal çelişmeler gibi uzlaştırabilecek bir yüksek bütünlük aradığını ve bunun siyasal biçimini de Monarşide bulduğunu söyleyebiliriz. Hegel’in hedefi, monarşinin olabildiğince güçlü olmasıdır. Bu, genel iradenin tam olarak yansımasının koşuludur. Güçlü bir devlette, ancak büyük ve genel çıkarların sorun halinde ele alınacağını ileri süren Hegel, aksine, küçük ve güçsüz devletlerin, özel çıkarlara, öznel görüş açılarına boğulacağını düşünmektedir.
Bu yönetim tarzında halkın yeri neresidir? Hegel, “halk” kavramından tam bir ürküntü duymaktadır. “Devletin tek amacı, … halkın iktidara ve eyleme ulaşmamasını sağlamaktır. … Halk, en basit haliyle boşalan, kudurup köpüren bir denizin gücü gibi, belirli bir biçimi olmayan, çirkin, karmakarışık, kör bir güç olacaktı; kaldı ki, deniz kendini yok etmez, ama tinsel bir varlık olan halk, kendini yok edebilir.” Hegel’in demokrasi konusundaki görüşleri de, halk hakkındaki bu yargısıyla bağıntılıdır. Halk, kültürsüz ve basit bir “töz”dür. Demokrasi de bundan dolayı, yalnızca aklın iktidarım değil, aynı zamanda, halkın varlığını ve özgürlüğün varlığını da tehdit eden bir rejimdir ona göre. Hegel’in bu yaklaşımı, onun Prusya rejiminin resmi filozofu olduğu düşünülürse, açık bir politik tutum olarak da değerlendirilebilir. “Halkın iktidardan ve eylemden uzak tutulması”nı devletin başlıca görevi olarak tanımlayan Hegel, monarşinin üzerinde durduğu temel çelişmeyi de, ister istemez açıklamış oluyordu. Onun demokrasiye muhalif oluşunun, kendi açıklamasına göre iki nedeni vardı: Birincisi, halk temsilcileri demlen kişiler, demagogluk, aldatma ve kandırma ile bu sıfatı elde eder. Sonuçta da, devletin çıkarlarını değil, kendi özel çıkarlarını savunurlar. İkincisi de, halk temsilcileri denilen kişiler, çoğu kez, halkın çıkarlarıyla çelişen kararlar alırlar.
Hegel, özellikle son itirazını, doğrudan doğruya feodal lonca düzeninin ilişkileri üzerine gözlemlerine dayandırmaktadır. Demokrasi dediği ve karşı çıktığı şey, burada görünen feodal temsil sistemiydi: “Sivil toplum üyeleri, özellikle derebeylik zamanında olduğu gibi, daha çok kendi özel çıkarlarını ve ayrıcalıklı kılınmış loncalarının ve birliklerinin çıkarlarını düşünmekteydiler.”
Hegel, yalnızca halka karşı düşmanca yargılarından dolayı değil, felsefesinin mutlak bir kavramsal hiyerarşiyi gerektirmesi dolayısıyla da demokrasiye karşıydı. Demokratik tarzda, aşağıdan yukarı oluşturulacak bir hükümeti, “akla uygun” bulmamasının bir nedeni de budur. Ona göre, hükümetler, egemen güç olan hükümdarlar tarafından oluşturulmalıdır. Hükümdar, aynı zamanda evrensel aklı temsil ettiğine göre, burada kuruluşun hiyerarşisi de, tinin (evrensel aklın) tarihsel hareketine uygun olacaktır.
Hegel’den önce incelediğimiz bütün düşünürlerde, anayasaların olsun, devletin biçiminin olsun, toplumsal karşıtlıkların bir sonucu olarak, bir mücadelenin ifadesi olarak ortaya çıktıklarına dair görüşler egemendir. Görüşlerini özetlediğimiz düşünürlerin sınıfsal, siyasal tavırlarından bağımsız olarak, bu temel noktayı saptamaktan çekinmediklerini gördük. Oysa Hegel’de her şey, yukarıdan aşağıya, gerçeğin tümüyle tersyüz edilmiş hali olarak sunulmaktadır. Gerçeğin mantıksal olarak böyle olduğunu savunmakla kalmayıp, bundan böyle de en doğru ve akılcı yolun bu olduğunda ısrar etmektedir. Sonuçta da, öncekilerden ayrılan temel bir noktaya ulaşmaktadır: Hegel’e göre devletin başlıca amacı, adalet, eşitlik, düzen vs. olmaktan çok, kendi varlığını sürdürmenin güvencelerini yaratmaktır. Eğer bu amaca uygun hareket edilirse, adalet, iyilik vs. kendiliğinden, devletin doğasının gereği olarak gerçekleşecektir. Anayasalar da, aynı biçimde, devletin varlığının korunmasından öte bir içerik taşıyamazlar ve onların yapılışında halkın, halk temsilcilerinden oluşan meclislerin herhangi bir rolü bulunmamalıdır.
Hegel’in neden bunca şiddetle demokrasi karşıtı olduğu, devleti neden bu kadar yüce ve değiştirilemez bir idea olarak tanımladığı, onun tarih ve siyaset üzerine olan felsefi görüşlerinden çıkarılabilir. Fakat aslında bu idealizasyon, Hegel’in gerçekten farkına vardığı bir olgunun üstünü örtmeye hizmet etmektedir. Bu bakımdan da Hegel’in devlet hakkındaki görüşleri, bu çalışmada üzerinde durduğumuz bir gerçeğin olumsuzlanma yöntemiyle kanıtlanmasını sağlamaktadır. Hegel, gençliğinde Fransız Devrimi’nin bütün evrelerini yakından izlemiş, bu büyük devrimden önemli ölçüde de etkilenmişti. Devrimin, onun sonucunda doğan anayasanın ve devlet biçiminin (cumhuriyetin) temel nitelikleri hakkında bilgiye sahipti. Kurumların nereden ve hangi etkenlerle hangi biçimlerde doğduğuna dair, nesnel ve deneysel bir laboratuar özelliği taşıyan Fransız Devrimi’nin verileri, hiç kuşkusuz, Hegel’in ulaştığı sonuçlardan tümüyle farklıydı. Orada, yönetenlerle yönetilenler arasındaki çelişme, siyasal kurumların doğuş ve gelişme biçimlerini belirlerken, Hegel’de, siyasal kurumlar, net olarak, yönetenlerce belirlenen bir içerik taşımaya başlamıştır. Yönetici sınıfların rolünü belirleyici olarak görmekle birlikte Hegel, anayasaların, geçerli olabilmesi için, halkın onaylayabileceği bir içerik taşımak zorunda olduklarını da yazar: “Bir anayasanın güvencesi, yani yasaların ussal olmaları ve onların gerçekleştirilmelerinin sağlanması gerekliliği, bütün bir halkın tininde yer etmiştir.” Bu sözü, Hegel’in daha önce andığımız bir sözüyle birlikte düşünürsek, ulaştığımız sonucun bir kere daha tanıtlandığını görebiliriz: Hegel de, bütün söylediklerine karşın, aslında devletin varoluşunun sınıflardan ve onların çatışmasından bağımsız olmadığını, “evrensel aklın bir sonucu” değil, yaşayan, dövüşen, üreten gerçek insanların hayatından doğduğunu biliyordu.

Şubat 1995

Yasal Çalışma ve yasalcılık

KOMÜNİST ÇALIŞMANIN ZORUNLU KOŞULU OLARAK ESNEKLİK
“Daha büyük güvenle ve metanetle zafere doğru yürüyebilmemiz için tek bir eksiğimiz var: Bütün ülkelerin devrimcilerinin, taktiklerinde azami esneklik göstermeleri gereğinin açık ve derin duyusu.” (“Sol” Komünizm, s. 10)
Marksist-Leninist teoriye ve onu sarsılmaz bir irade ile toplumsal koşullara uygulama ve işçi ve emekçi hareketinin gerici burjuva düzeni tasfiye ve proletarya diktatörlüğünü kurarak komünizm yolunda yürüme amaç ve kararlılığına sahip olduktan sonra, devrimci bir program, taktikler ve örgüt türüne sıkıca sarılmakta ısrarlı olduktan sonra, sorun, esneklik sorunudur.
Taktiklerde, mücadele ve örgüt biçimlerinde, nesnel koşulların ortaya çıkardığı güç ve olanakların değerlendirilip kullanılmasında esneklik.
Lenin, yukarıdaki saptamayı Nisan 1920’de, Bolşevik program ve taktiklerin, genel olarak Marksist teorinin pratik olarak doğrulandığı, burjuvazi ve onun “demokrasisi” önünde diz çökme geleneğinin, Rusya’da gerçekleşen ve kapitalist dünyada milyonlarca işçi ve emekçinin ayağa kalkışında ete kemiğe bürünen “Bütün İktidar Sovyetlere” çağrısıyla yerle bir edildiği koşullarda yapmaktadır.
Sovyet Devrimi’nin Rusya’da başarısı, Macaristan, Almanya vb.deki ilk girişimler ve Komünist Enternasyonal’in hemen tüm ülkelerde seksiyonlarına sahip bir dünya partisi olarak kurulduğu koşullarda, oportünizmin -Menşevizm, Kautskizm, tasfiyecilik, sosyal şovenizm vb. biçimlere bürünmüş oportünizmin- ideolojik olarak ezildiği koşullarda, “proletaryanın öncüsü, ideolojik bakımdan kazanılmıştır”. Lenin, “esas olan budur. Bu olmasaydı, başarıya doğru birinci adımı atmak bile olanaksızlaşırdı” demektedir. Ama eklemektedir de:
“Ama oradan zafere varmaya çok uzun bir yol var. Öncüyle hasmı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur.” (“Sol” Komünizm, s.99-100)
Öncünün kazanılmış olmasının yetmediği açıktır. Onun, sınanmış doğru bir teori ile denenmiş, doğruluğu kanıtlanmış ideolojik sağlamlık ve kararlılıkla, doğru bir program ve taktiklerle donanmış olması yetmemektedir. Bunlar, hiçbir şekilde küçümsenmeyecek kadar önemli ve gereklidir; var olmamaları ya da yanlışlıkları, oportünizm ve revizyonizmle, reformculukla malûl olmaları halinde, “birinci adımı atmak bile olanaksızlaşır”. Ancak, öncünün, doğru bir ideolojik teorik tutuma, doğru bir program ve taktiklere kazanılmış olması yeterli de değildir. Devrim, kitlelerin eseridir ve devrimci, komünist etkinin onların en geri yığınlarına varıncaya dek yayılması, geniş kitlelerin, yalnızca kendi başlarına yetersizliği kesin olan propaganda ve ajitasyon yoluyla değil ama kendi öz siyasal tecrübeleriyle de, öncünün tutumunu benimsemesi, tayin edici “an” geldiğinde öncüsüyle birlikte siyasal iktidarı almak üzere harekete geçmesinin garanti edilmek üzere kazanılması, bir komünist için zorunlu olduğu gibi, devrimin koşuludur da. Ve esneklik tam da bu noktada gereklidir.
Eğer öncünün kazanılması mutlaka gerekli ama kendi başına yeterli değilse -ki, öyledir-, işçi ve emekçi yığınların aydınlatılıp eğitilmeleri, kendi eylemleri içinde öncünün tutumunun doğruluğuna ikna edilmeleri, yaşamın, yalnızca işçi ve emekçi hareketinin yönelim, talep ve eylemlerinin değil, sömürülen sınıflarla sömürücüler arasındaki güç ilişkilerinin, bu ilişkilerin ekonomik, siyasal, kültürel bütün alanlardaki şekillenişi, gerilim ve gevşemelerinin, uğradığı şu ya da bu değişikliklerin koşullandırdığı toplumsal yaşam ve etkinliğin çok yönlü zenginliği içinde geniş kitlelerle bağlar kurulması, kazanılmaları ve kendi iktidarlarını kurmak üzere mücadeleye seferber edilmeleri, kısacası devrimin hazırlanması, alabildiğine esneklik gerektiren, eylemli ve çok yönlü bir etkinlik olacaktır.
Esnekliği zorunlu kılan, yalnızca burjuva gericilikle işçi ve emekçi hareketi arasındaki güç ilişkilerinin dalgalanma ve değişmeleri değildir; ama bu bir etkendir. Esnekliği dayatan, bir etken olmakla birlikte, yalnızca, gericilik içindeki çelişki ve çatlaklar ve bunlardan yararlanma zorunluluğu da değildir. İşçi ve emekçi sınıfların birçok katmandan oluşması, çok çeşitli taleplere sahip olmaları, onların çıkarları ve taleplerinin, eylemlerinin uyumlandırılması ve koordine edilerek tek bir hedefe kanalize edilmesi de bir esneklik etkenidir. Tarih sahnesine, emperyalizm ve burjuva gericilik tarafından, baskı ve yoğunlaştırılan sömürü dolayısıyla kışkırtılıp itilen sınıfın ve emekçi tabakaların yeni ve taze güçlerinin, önceden hiçbir öncünün muhayyilesinin tahmin bile edemeyeceği çeşitlilik ve zenginlikte biçimler yaratarak mücadeleye atılmaları ise, esneklik zorunluluğunun bir diğer etkeni ve kaynağıdır.
Geniş kitlelerin, başka hiçbir yolla mümkün olmayarak, kendi siyasal tecrübeleriyle; bu demektir ki eylem içinde, öncünün tutumunun doğruluğuna ikna edilmeleri ve devrim için mücadeleye kazanılmaları, yani devrimin hazırlanması; bütün toplumsal etkinlik alanlarında mücadele etmede ustalaşmayı; bir alanla diğerindeki mücadeleyi birbirine bağlamayı ve her alanda en uygun aracı kullanmayı öğrenmeyi; mücadelenin ve örgütün bir biçiminden diğerine esneklikle geçebilmeyi; bütün mücadeleyi, sarsılmaz bir irade ve onun gereksindiği devrimden başka sınır tanımayan bir örgüt türüne dayanarak, devrim hedefine yönlendirmeyi ve bu amaçla işçi hareketinin ilerletilip geliştirilmesini şart koşar. Devrimin hazırlığı, tek düze, kitlelerin yalnızca belirli bir bölümüyle ya da mücadelenin yalnızca belirli biçimleriyle, bir ya da birkaç örgüt biçimiyle ilgilenip yetinilerek, işçi ve emekçi hareketinin içinde hareket ettiği bütün bir toplumsal yaşam ve onun olanca zenginliği içinde dayattığı çeşitlilik görmezden gelinerek gerçekleştirilemez. Tek yanlı olmayan; yaşamın çok yönlü çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan; bunlar arasındaki geçişlerin, yer değişiklikleri, çeşitleme ve değişmelerin, kısacası hareket halinde oluşun farkında olan; taktiklerde, mücadele ve örgüt biçimlerinde esnekliğin bilinci ve pratikte böyle bir bilinçten esinlenebilme sanatına ulaşılmadan; ideolojik tutumda katı, ama uygulamada esnek devrimci komünist bir kafa yapısı ve yaklaşıma sahip olunmadan, ancak devrim gevezeliği yapılabilir, ama ciddi bir devrimin hazırlığı asla!
Lenin, yine “Sol” Komünizm’de, “yığınları, öncünün devrimde zaferini sağlamak için gerekli bu yeni tutum ve davranışa getirmek”, yani devrimin hazırlığını gerçekleştirebilmek için, “sol” doktrinciliğe karşı savaşı ve onu saf dışı etmeyi zorunlu saymaktadır:
“Uluslararası işçi hareketinin bilinçli öncüsünün, yani komünist eğilimli partilerin ve grupların hemen önündeki hedef, (çoğunlukla henüz uyuşuk, bilinçsiz, her günkü hayatlarına dalmış, hareketsiz, uykuda olan) yığınları, bu yeni tutum ve davranışa getirmektir, ya da daha doğrusu sadece partiyi değil, aynı zamanda bilinçlenmekte olan yığınları da yönetmeyi bilmektir. Birinci tarihsel hedefe (proletaryanın bilinçli öncüsünü, Sovyetler iktidarından ve işçi sınıfı diktatörlüğünden yana çekmek) ulaşılması, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı tam bir ideolojik ve siyasal zafer sağlanmadan nasıl mümkün değildiyse, ikinci hedefe, yığınlara, öncünün devrimde zaferini sağlamak için gerekli bu yeni tutum ve davranışa getirmeye, şu anın hedefine, sol doktrinciliği saf dışı etmeden, bunun yanılgılarını tam olarak çürütmeden ve etkisiz hale getirmeden ulaşılamaz.” (sf. 100)
Yığınları kazanma ve devrim için hazırlama söz konusu olduğunda niçin sol doktrinciliğin etkisizleştirilmesi gerekiyor? Kuşkusuz, bütün diğerleri açısından geçerli olduğu gibi, bu görev de, belirli somut koşulların ürünü olarak oluşmuştur. Yığınları kazanmanın küçümsenmesi ve hatta sınıf mücadelesinin esas alınması yerine, oligarşi vb.ne karşı küçük grupların, “öncü”nün mücadelesinin hiç değilse başlangıçta geçirilebileceği ve “öncü”nün yiğit mücadelesini “seyreden” yığınların, “giderek” onun peşine kendiliğinden takılacağının varsayılması gibi görüşlerinin yanı sıra, esnek olmayan, tek yanlı ve şematik yaklaşımıyla “solculuk”, genellikle sağ oportünizmin “günahının kefareti” olarak ortaya çıkar. Oportünizmin devrimci olmayan tutumlarından -onun temel yaklaşımın yadsımayı bir türlü beceremeyerek- görünüşte onu en sert ve keskin biçimde reddeden, ama onunla hemen aynı ya da benzer içeriğe sahip hatalı pratik sonuçlar çıkarma özelliğiyle “solculuk”, her ne kadar hemen her zaman devrimin hazırlanmasında mücadele edilmesi gerekli unsuru oluştursa da, şüphesiz bu, her koşul için geçerli bir reçete değildir. Bir başka koşulda devrimci hazırlığın esas engelcisi sağ oportünizm olabilir ve hazırlık, ona karşı mücadele içinde geliştirilmek gerekebilir. Ama öncünün ideolojik olarak kazanıldığı koşullarda, genellikle, devrim hazırlığının ilerletilebilmesi, “solculuk”la hesaplaşmayı gereksinir.
Lenin’in değerlendirmesini yaptığı koşullar, tasfiyecilik ve sosyal şovenizm olarak gelişmesinin doruğuna varmış sağcılığın ideolojik olarak ezildiği, bu alanda pratik zaferlerin sağlandığı koşullardır. Kendi burjuvazisinin destekçiliği (“anavatan savunması”), burjuva demokrasisini benimseme, onun yasallığını dokunulmaz görme, burjuva parlamentosunu başlıca eylem alanı olarak seçerek yığınlara ve onların eylemine düşmanlık gütme (sadece ondan kopma değil), işçi aristokrasisinin çıkarlarını savunarak liberal bir işçi siyaseti izleme aracılığıyla tamamen kapitalist sisteme entegre olmuş II. Enternasyonal oportünizmi, devrimin, onun hazırlığının ve Sovyetler ve proletarya diktatörlüğü düşüncesi ve pratiğinin düşmanı halindeydi. Devrim ve hazırlığı ile yığınların kazanılmasıyla bir ilgisi kalmamıştı. Kuşkusuz hâlâ, yığınların özellikle geri kesimlerini, burjuvazinin kendisine sağladığı olanaklarla (parlamento grupları, basın, finansal destek, pasaport vb.) etkilemiyor değildi. Ama artık kitlelerin karşısında konumlanmıştı ve özellikle devrimcileşme yoluna giren, hoşnutsuzluk gösteren kitleler üzerinde etkisinden söz edilemezdi; hele öncüyü ideolojik olarak etkileme gücü hemen tümüyle sıfırlanmıştı.
Bu koşullarda, zaten sağ oportünizmi de doğrudan karşısına alarak yürütülen Sovyetler ve proletarya diktatörlüğü uğruna mücadele, onun burjuva parlamentosunu yücelten parlamenter taktiklerinin de yadsınması temelinde gelişme durumundaydı. Ama sağcılığın, başta parlamenter mücadele olmak üzere yasal olanaklar ve mücadeleyi yozlaştı-rıp burjuva yasallığını ve sınıf mücadelesini reddetmek üzere barışçıllığı dokunulmazlaştırması ve tümüyle burjuva sisteme adapte olması görünüşte, zıddını doğurmazlık etmedi. “Sol” doktrincilik, sağcılığın yozlaştırdığı tüm mücadele ve örgüt biçimlerini “lekeli” ilan ederek bu biçimleri kullanmanın oportünizm olduğunu ileri sürdü. Kuşkusuz devrimci bir temelden hareket ediyordu. Ama bu, onun, sağ oportünizmle aynı içerikli bir tutum almasını önlemedi. Sağcılık, yasal, parlamenter, barışçı biçimleri tek biçim ilan etmişti; “solculuk”, yasa ve parlamento dışı, barışçıl olmayan biçimleri tek biçim olarak öne sürdü. Görünür devrimci amaçlar, türü değişik olsa da, tam aksi yönden devrimi ve hazırlığını olanaksızlaştıran aynı tek yanlılığı haklı kılmıyordu. “Solcular”, devrimci tutumda esneklikten yoksundular; bu, onları, esnekliklerini devrimci olmayan tutumları nedeniyle yitiren sağcılarla aynı noktada buluşmaktan kurtarmadı: İkisi de devrimin önünde engeldi. Kuşkusuz “solcular”ınki, düzeltilebilir bir hataydı; bu yönüyle karşı-devrim safında yerini almış sağcılıktan konum olarak farklıydılar, bir “çocukluk hastalığı” ile malûldüler; ama yine de, şematizmleri, tek yanlılıkları ve esnek olmayan yaklaşımlarıyla, yasal, parlamenter vb. biçimleri reddedilişleriyle devrim hazırlığını olanaksızlaştırmaları dolayısıyla, devrimin gelişmesinin engeli durumundaydılar.
Lenin, sağcılıkla “solculuk”u bu açıdan benzeştirdi:
“Bu kadar okumuş olan Marksistlerin ve Kautsky kadar, Otto Bauer ve ötekiler kadar sosyalizme bağlı olan II. Enternasyonal liderlerinin başlarına gelenler yararlı bir ders olabilir (ve olmalıdır da.) Onlar da, esnekliği olan bir taktiğin gereğini pekiyi anlamışlardı; onlar da Marksist diyalektiği öğrenmişlerdi ve başkalarına da öğretiyorlardı (ve onların bu alanda yapmış oldukları şeylerin büyük bir kısmı, sosyalist yazının değerli katkıları arasında her zaman sayılacaktır); ama bu diyalektiği uygulama zamanı gelip çatınca, o kadar büyük bir yanlışlık yaptılar ki, diyalektikçi olmadıklarını, hızlı biçim değiştirmeleri göz önünde bulundurmada yeteneksizliklerini, eski biçimlere yeni içeriğin girişini hesaplamada anlayışsızlıklarını öyle açığa vurdular ki, bunların kaderini de Hyndeman’ın, Guesde’nin ve Plehanov’un kaderinden daha gıpta edilir bir kader saymak olanaksızdır. Bunların ideolojik iflaslarının özü, işçi hareketinin ve sosyalizmin büyüme biçimlerinden yalnız bir tanesinin etkisi altında kalmış olmaları, onun tarafından ‘ipnotize’ edilmiş olmaları ve bu biçimin sınırlı niteliğini unutmuş olmalarıdır; onlar, nesnel koşulların kaçınılmaz hale getirdiği altüst olmaları görmekten korktular…
“Komünistlerin aynı hatayı başka bir yönde işlememeleri için, ya da “sol” komünistler tarafından başka bir yönde işlenmiş olan bu aynı hatanın bir an önce ve organizmaya en az zarar verecek biçimde düzeltilmesi için çaba gösterelim…
“Eski biçimler, içerikleri -proletaryaya karşı, gerici içerikleri- aşırı bir gelişmeye ulaştığı için içten dışa baskı sonucu patlamışlardır. Bizim, Sovyetler uğruna, proletarya diktatörlüğü uğruna eylemimizin, şimdi artık uluslararası sosyalizmin gelişmesi bakımından öyle sağlam, öyle güçlü, öyle zinde bir içeriği vardır ki, bu, yeni ya da eski herhangi bir biçim içinde belirebilir ve belirmelidir; bütün bu eski ve yeni biçimleri değiştirmeli, yenmeli ve kendine bağımlı kılmalıdır. Eski biçimlere kendini uydurmak için değil, eski olsun yeni olsun bütün biçimleri sosyalizmin zaferinin bir aracı, kesin ve tam zaferin, son ve dönüşü olmayan zaferin bir aracı haline getirebilmek için.
“Komünistler, işçi hareketine ve genel olarak toplumsal evrime en doğrudan ve en kestirme yoldan, Sovyetler iktidarının dünya ölçüsünde zaferine doğru, proletarya diktatörlüğüne doğru yön verebilmek için, bütün çabalarını harcamalıdırlar. Bu, tartışma götürmez bir gerçektir. Ama bu gerçeğin bir yanılgı haline gelebilmesi için -aynı doğrultuda işlenmiş gibi görünen- küçücük bir hata yeter. Almanya’nın ve İngiltere’nin sol-komünistleri gibi, tek bir yolu, doğrudan doğruya hedefe varan yolu tanırız demek, ne dolambaçlı yolu, ne zikzakları, ne anlaşmaları, ne uzlaşmaları kabul etmeyiz demek, yeter. Ki, bu tutumun, daha şimdiden devrimci proletarya davasına büyük zararları olmuştur ve olmaktadır da. Sağ-doktrincilik ancak eski biçimleri benimsemede inatçılık ediyor; yeni içeriği tanıyamadığı için tam olarak iflas etmiştir. Sol-doktrincilik ise, yeni içeriğin mümkün olan ve akla gelebilecek bütün biçimlere yol açtığını; devrimci olarak görevimizin bütün bu mücadele biçimlerini benimsemek olduğunu, bir biçim ile ötekini mümkün olduğu kadar çabuk tamamlamayı öğrenmek olduğunu, kendi sınıfımız tarafından ve kendi çabalarımızla meydana gelmiş olmayan her türlü değişmelere taktiğimizi uydurmak olduğunu göremeden, belirli eski biçimleri mutlak olarak reddetmekte inat ediyor.” (“Sol” Komünizm, s. 110-113)
Görünüşte devrimci amaçlar ve iyi niyet! Sol-doktrinciliği kurtarabilecek olan budur. İyi niyet yeter mi? Şüphesiz yetmez; ancak hatadan dönmek için şarttır da. İyice gelişip serpilmiş sağ oportünizmin, iyi niyetle de bir ilgisi kalmamıştır ve onun “düzelmesi” için, bu, yeterli olmaktan uzaktır. Ama sağ oportünizmden farklı olarak, sınıfsal temeli, sınıfı satış karşılığı burjuvaziden aldığı “kırıntılar”la yaşayan işçi aristokrasisi değil, daha çok sınıfa yeni katılan ya da ona yaklaşan ve parlamalı sönmeli ruh halleriyle karakterize olan küçük burjuva tabakalar olan sol-doktrincilik, sınıfa yakınlığı ve onun içinde erime ve kaynaşması ölçüsünde komünist etkiye açık bir kategorinin ideolojik-siyasal tutumunun yansıtıcısı olarak, iyi niyetten hareketle hatalarından kurtulmaya daha fazla I yatkındır. Nitekim tarih, hatalarını düzelten i çok sayıda “sol” akımın tanıklığını yapmaktadır. Kuşkusuz bir o kadar da, küçük burjuvazinin ani parlayan yine aniden sönen kararsız yalpalamalı tutumundan kaynaklanmak üzere, en “sol”dan en sağa sürüklenen “solculuk” biçimi görülmüştür.
Ama şu kesindir ki, hatadan kurtulma olanağı bir yana, “solculuk”la sağcılığın özü bir ve aynı olmuştur: Proletarya dışı burjuva etkilenme. Devrimin hazırlığı ve kitlelerin kazanılması konusunda ise, tek yanlılık, yalnızca şu ya da bu mücadele ve örgüt biçimlerinde ısrarcılık. Yasallığa ve yasal, barışçıl, parlamenter biçimlere tapınma ya da bunları reddetme ve yasadışı, zora dayalı biçimlere tapınma. Belirli biçimleri mutlaklaştırma ve hayatın, toplumsal mücadelenin çeşitliliğini, nesnel toplumsal siyasal gerçeğin çeşitlilik ve zenginliğinin ancak bu çeşitlilik ve zenginliği göz önünde bulunduran ve hiçbir mücadele ve örgüt biçimi reddetmeyen bir devrim hazırlığının, gerçek bir devrim hazırlığı olabileceğini anlamama ya da inkar.

HER ALANDA MÜCADELE VE HER ARACI KULLANMA ZORUNLULUĞU
Belirtildiği gibi, toplumsal etkinliğin alanları, proletarya ve emekçi katmanların ve eylemlerinin hareket halinde bulunduğu toplumsal örgütlenme ve etkinliğin sektör ve süreçleri, olağanüstü çeşitlilik gösterir. Bunlardan bir bölümü, burjuvazinin kendi içindeki ilişkileri düzenlediği alanlar; diğer bir bölümü doğrudan proletarya ve emekçi kitleleri sömürü ve baskı altında tutma ve aldatma işlev ve içerikli burjuva alan, süreç ya da aygıtlar olduğu gibi; küçükçe, ama özellikle devrimin yükseliş dönemlerinde giderek gelişme özelliği gösteren bir diğer bölümüyse, işçi ve emekçi inisiyatifiyle yaratılan ya da geliştirilen, ezilenlerin kendilerini, çıkar ve taleplerini ifade etmeye çalıştıkları, sermaye egemenliği koşullarında, -kriz dönemlerinde zorlaşmak, hatta giderek olanaksızlaşmak üzere-, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyi devrim için kullanılmalarına elvermedikçe, sistem bütünselliği altında ezilmeye, açılan kanallardan sisteme bağlanmaya ve giderek sistemi güçlendirir bir özellik kazanmaya açık ve yatkın, burjuva işçi siyasetinin başlıca alanlarından olmaya aday, kendi gelişmesi, burjuvazi ile devrimci proletarya arasındaki etkinlik çekişmesine bağlı olan, bu yönleriyle, görece yeni ve geçiş özelliği gösteren süreç ve aygıtlardır. Kuşkusuz, son olarak, toplumsal etkinliğin sistem dışı ve karşıtı, kendisini düzenin herhangi kuralıyla sınırlamayan önemli bir alanından daha söz etmek gerekir.
Bunlardan sırasıyla, ilk ikisi, burjuva yasallığının alanını oluşturur ve olağan dönemlerde toplumsal etkinliğin başlıca hareket süreçleri olarak belirir. Burjuvazinin kendi koşulları ve yönelimleri tarihsel şekillenmeleri ve daha da çok burjuvazi ile proletarya ve emekçi kitleler arasındaki güç ilişkileri, bu alanın darlık ya da genişlik derecesini tayin eder. Parlamentonun varlığı ya da yokluğu, işçi sendikalarına izin verilip verilmemesi gibi burjuva yasallığının sınırları, bu cümleden olmak üzere çizilir. Örneğin 1905 öncesi otokratik Rusya’da, Hitler ya da Franko faşizmi altında Almanya ve ispanya’da, burjuva yasallığı, sendikalar ve parlamentoyu içermemiş; yalnızca korporasyonlar ve atanmış “parlamentoları” tanımıştır. Aynı durum, 12 Eylül’ün ardından Türkiye’de de, dağıtılmış parlamento ve sonra atanmış “Danışma Meclisi”, kapatılmış DİSK ve TÖB-DER gibi kuruluşlarla, bütün hakları ellerinden alınarak göstermelik varlıklarını sürdürmelerine “izin” verilen Türk-İş’e bağlı sendikalar örneklerinde olduğu gibi, geçerli olmuştur.
Üçüncüsü, işçi ve emekçi inisiyatifiyle ortaya çıkan etkinlik alanları, süreç ya da aygıtlar, burjuva yasallığın tam bir prototipi değillerdir. Bunların özellikle belirli bir bölümü, sistem dışı bir zorlamaya dayanma unsurunu bağırlarında taşırlar. Burjuva yasallığını fiilen genişleten, fiili meşruiyete dayanan süreçler olarak doğdukları oranda belirli bir çekişmenin alanını oluştururlar. Sonunda, burjuva yasallığı çerçevesinde -kendini kabul ettirerek- yerini alacak ya da bu yasallık tarafından reddedilecek geçişsel özellikleriyle yarı-yasal süreçlerdir. Genellikle, verili koşullarda sermaye egemenliğini ortadan kaldırıcı, reddedici süreçler olmamakla birlikte, bu süreçlere bağlanırlıkları ve dönemin geçerli burjuva yasallık sınırlarına sığmamaları dolayısıyla geçişseldirler. Bu, sermaye egemenliğini doğrudan karşısına alan, burjuva yasallığı ile sınırlı olmayan sistem dışı süreç ve aygıtların da, burjuvazi ile proletarya ve genel olarak sömürülen ezilenler kitlesi arasındaki çekişme ve güç ilişkilerine bağlı olarak oluşan belirli koşullarda, yarı-yasal ve hatta giderek yasal süreç ve aygıtlar durumuna gelemeyeceği anlamına gelmez. Her şey, bu güç ilişkileri ve onun üzerinde hareket ettiği toplumsal siyasal koşullardaki gelişine ve değişmelere, bu ilişkilerin nesnel şekillenişine bağlıdır. Yine de örnek vermek gerekirse, bugün Türkiye’de memur sendikaları, bu tür bir yarı-yasal sürecin ifadeleri olarak gelişme durumundadır. ’80 öncesi Fatsa ya da diğer çoğu yerlerdeki mahalle ya da direniş komiteleri yine aynı türden örnekler olarak verilebilir.
Sonuncusu, burjuva yasallığın tümüyle ötesindeki, kendi içeriğiyle sistem-dışı ve karşıtı, mevcut düzenin yerini alacak yeni bir düzenin, sosyalizmin yasallığını burjuvaziye dayatan, burjuvazi tarafından da sistem dışına, yasallık alanının ötesine itilmiş, yasadışı toplumsal etkinlik ve faaliyet süreçleri, alan ya da aygıtları durumundadır. Bu, burjuva yasallığın, özellikle burjuva demokrasisi koşullarında, bu tür süreçlere de tahammül göstermeyeceği ve hatta bu süreç ve aygıtları da sisteme bağlamaya, bunun için uygun kanallar açıp etkinlik göstermeye çalışmayacakları anlamına gelmez.
Proletaryanın devrimci komünist partisi, bu tür bir sürecin başlıca ifadesi ve örneğidir. Böyle bir örgüt bazı koşullarda -demokratik koşullarda- burjuva sistemi devirmeye yönelik varlığı, ideolojik, siyasi tutumları ve programıyla, taktikleriyle yasa dışı bir öz taşısa da, yasal olarak örgütlenebilir. Ama burjuva demokrasisinin en ileri ülkelerinde bile kriz, istikrarsızlık ve devrimci kabarış dönemlerinde, burjuvazinin kendi yasallığını bile ne denli ayaklar altına almaya yatkın olduğunun tanığı, tarihtir. Proletaryanın yasal partilerinin burjuva yasallığına bel bağlamamaları, varlıklarının, program ve amaçlarının garantisini bu yasallıkta görmemeleri, proletaryanın devrimci partisi olmanın mutlak koşuludur. Bu yasallığın, burjuvazinin etkisine açık bir alan sağladığı, yasalcılığa kapı açtığı, partiyi devrimci bir parti olmaktan çıkarmaya ve tasfiyeye elverişli zemin hazırladığı ve partiyi de buna yatkın kılıcı yönde etki yaptığı, II. Enternasyonal partilerinin iflaslarıyla görülmüştür. RSDİP’in, Bolşevik Partisi’nin 1905 ve 1907 Şubatı’ndaki yasallaşma girişimleri ve yasal süreçlerin ifadesi haline gelişi ise, tarihten gelme değil yakın güç ilişkilerinin dayatılmış sonuçları olarak, koparılıp alınmış (bundan, Almanya ya da İngiltere’deki yasallığın koparılıp alınmadığı sonucu çıkarılmamalıdır) yasallığın örneğidir.
Şöyle ya da böyle, koşullara göre şekillenişi, sınırları ve ölçüsü değişmek üzere, toplumsal etkinliğin kendisini yasal, yarı-yasal ve yasadışı aygıtlarla ifade eden çok çeşitli alan ve süreçlerden bileştiği ve tümünün toplamı olarak geliştiği açıktır. Ciddi ve gerçek bir devrim hazırlığı yürütme durumunda olan devrimci proletarya hareketi; işçi sınıfının öncü partisi, bu alan ve süreçlerin tümünde faaliyet göstermeyi, burjuvazi ile çekişmeyi, onun tarafından gündeme sokulmuş bütün araç ve silahları kullanmayı (ve kuşkusuz kendi araç ve silahlarını kullanmakta ustalaşmayı) ve ona karşı değerlendirmeyi öğrenmek durumundadır. Devrimci proletarya hareketinin bu alanlardan bazılarını kullanmaktan kaçınması, kendi devrimci eğitimini olduğu gibi, kendi tecrübeleriyle eğitilmekten başka devrim için kazanılmaları mümkün olmayan geniş kitlelerin eğitimi, etkilenmesi ve devrim için hazırlanmasını yarım bırakmak, tamamlamaktan kaçınmak ve burjuvaziye karşı yarım silahlanmak, ona karşı mücadeleyi ve bu mücadelenin güçlerini yeterince donatmamak ve sonuç olarak zaferi olanaksızlaştırmak anlamına gelir.
Lenin, “…komünistlerin bütün görevi, bilinçlenmede geç kalanları inandırmayı bilmek, onlar arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan ‘sol’ sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir.” (“Sol” Komünizm, s. 50) demektedir. Onun bu sözü, yığınlar içinde (her alanda) çalışırken hata yapmamak ve nasıl çalışılacağını bilmek, “sol” sloganlarla bu çalışmayı olanaksızlaştırmamak gereği şeklinde anlaşılması gerektiği gibi; aynı zamanda, genel olarak her alanda çalışmak, bazı “sol” sloganlarla toplumsal etkinliğin bazı alanlarında çalışmayı reddederek “geç kalanlar” arasında çalışmaktan ve dolayısıyla onları inandırmaktan “gönüllü” olarak kaçınmamak zorunluluğu şeklinde de anlaşılmalıdır. “Bilinçlenmede geç kalanları” inandırmak ve kazanmak, ciddi bir devrim hazırlığı için zorunludur. Öyleyse bu “geç kalanları” inandırmayı bilmek gerekir. Hem onlar arasında çalışırken hata yapmayarak, hem de onları etkileyen, dolayısıyla “bilinçlenmede geç” bırakan bütün toplumsal etkinlik alanlarında onları inandırmaya yönelik bir çaba içinde olarak. Bazı alanlarda bu çaba içinde olunmazsa, o alanda burjuvazinin kitleler üzerinde sağladığı etki, kaçınılmaz bir bilinç geriliği ve gecikmesi olarak yansıyacak ve o alanlarda kitleler içinde çalışılmadığı için bu gerilik ve gecikmenin üstesinden gelmek mümkün olmayacaktır. Etki sağlayan alanı, o alanı ifade edecek uygun araçlarla kullanmazsan, inandıramazsın!
Çeşitli alan ve onları ifade aygıt biçimlerine dönersek, şunlar söylenmelidir: Kategorik olarak yasal alan, burjuvazinin kitleleri doğrudan ya da burjuva işçi vb. uşakları, partileri, örgütleri vb. aracılığıyla etkisi altında tutmaya çalıştığı alandır. Bu alanda, burjuvazi, basından parlamentoya, siyasal partilerden, yasal olduğu ülkelerde sendikalara, çeşitli kamusal ve yarı-kamusal kuruluşlara, vakıf, sandık, dernek vb. vb. gibi kuruluşlara kadar birçok araçtan yararlanmaktadır. Temel işlevleri, işçi ve emekçilerin kafalarında yanılsamalar yaratmak, onları burjuva ideolojik bir bombardımana tabi tutarak, mülkiyet, huzur vb. özlemlerini, alışkanlıklarını körükleyerek düzene bağlamak olan bu aygıtlar ve faaliyette bulundukları alanlardan, devrimci proletarya, uzak kalamaz. Örneğin, “gerici” oldukları gerekçesiyle bu alanlar ve aygıtlarda faaliyet göstermekten geri duramaz. Lenin’in gerici sendikalar üzerine şu söyledikleri, parlamentolar, vakıflar, dernekler vb. gibi kuruluşlar açısından da geçerlidir: “Gerici sendikalarda çalışmamak demek, gerektiği kadar gelişmemiş olan ya da henüz geri olan işçi yığınlarını gerici liderlerin etkisine, burjuvazinin ajanlarının, aristokrat işçilerin ya da ‘burjuvalaşmış işçilerin’ etkisine terk etmek demektir.” (“Sol” Komünizm, s.48) ‘Tek farkla ki, sendikalarda çalışmamanın anlamı, geri işçi yığınlarını aristokrat işçilerin eline terk etmekken, örneğin parlamentoda çalışmamanın anlamı; aynı yığınları burjuvazinin siyasal temsilcilerinin etkisine terk etmektir. Tümünde, geri yığınları inandırmak ve kazanmak yerine terk etmek geçirilmiştir. Burjuva etkisine terk etmek, sistemin uysal köleleri olmaya terk etmek! Devrimci proletarya, burjuva yasallığından, ona yüklenmiş işlevin tersini gerçekleştirmek üzere, düzene bağlanmaya ve onun sınırları içinde tutulmaya çalışılan işçi ve emekçileri ondan koparmak ve devrim gerekliliğine ikna etmek üzere, devrimin hazırlığını tamamlamak üzere, yararlanmayı bilmek ve uygulamak zorundadır. Başka türlü, kitleleri burjuva etkisinden kurtarmak ve devrim yoluna sokmak olanaksızdır.
Yarı-yasal aygıtlar ve alan için aynı şey, belki de fazlasıyla geçerlidir. Bu alanlar, yasal alanda olduğundan daha çok; burjuvazi ile devrimci proletarya arasında bir etki mücadelesinin arenasıdır. “Ayak takımı”, bu alana kendi yasa tanımaz ve düzen karşıtı özelliğini bir biçimde sokmuştur. Ya kendiliğinden ya öncüsünün yol göstericiliğinde. Çatışma bu alanda daha şiddetlidir ve sistem dışına kaymaya, bir devrim hazırlığının kazanılmış unsuru olmaya ve diğer alanları etkilemeye daha elverişli özellik, alanın doğasında vardır. Bu alanda hareket eden kitlelerin belirli kesimleri, daha ileri ve uyanmış kesimlerdir. Burjuvazinin ideolojik saldırısı, etki altına alma çabası bu alanda dahi yoğundur. Devrimci proletarya, bu alanda burjuva etkisini kökünden kırmak, bu alanı ona dayatmak ve devrim hazırlığında kaldıraç olarak kullanmak üzere, elinden geleni yapmak zorundadır. Öncünün bu alanda faaliyeti, kitleleri daha da ilerletmek, burjuvazinin açacağı, kuşkusuz açmakta olduğu kanallar konusunda uyararak devrimci eğitimi geliştirmek, “çengel atmalar”a karşı durmak, örgütlenmeyi derinleştirmek ve fiili meşruiyeti sağlamlaştırıp burjuva yasallığın sınırlarını zorlayarak genişletmek olacaktır. Bu alan da, yasallık alanı gibi kitleleri kazanıp ilerletmenin bir alanıdır.
Yasadışı alansa, hazırlığın esasını oluşturmak üzere, sürekli güçlendirilmesi ve sağlamlaştırılması, burjuva etkisinin en küçüğüne bile olanak tanınmaması gereken bir alan olarak, düzenin değiştirilmesi ve Sovyet iktidarını garanti edecek başlıca alandır. Diğer alanlarda yapılması olanaksız hazırlık, kuşkusuz bütünüyle bu alanda yapılacaktır. En gelişkin demokrasiye sahip burjuva ülkelerde bile, bu alan gözden çıkarılamaz, sistemin yadsıdığı ama bir devrim için mutlaka gerekli olan devrim hazırlığının unsurlarını bir araya getirmek ve tamamlamaktan geri durulamaz. Burjuvazinin, kendisinin bile, çeşitli örgüt ve aygıtlarla, yasadışı gereksinmelerini karşılamak üzere örgütlendiği bu alanda, proletarya hiçbir koşulda örgütlenmemezlik ve faaliyet göstermemezlik edemez.

HANGİ ALANDAN ALEVLENEREK PATLAYACAĞI BİLİNMEYECEK DEVRİMİN HAZIRLIĞI OLARAK BÜTÜN ALANLARDA ÇALIŞMA
Toplumsal etkinliğin bütün alanlarında, bütün araçları kullanarak çalışmanın bir devrim hazırlığı açısından, kitleleri kazanmanın ötesinde de, temel bir anlamı vardır. Bu, birbirleriyle ilişkileri ve geçişleri, birbirleri üzerindeki etkileri içinde, kapitalist sistemin hangi alanda parlayacak bir “kıvılcım”ın etkisiyle çatırdamaya başlayacağı, bu hangi kıvılcımın yığınların özel uyanışı ve ayağa kalkışını alevlendireceği, burjuvazinin hangi silahının elinde patlayacağının bilinmesinin olanaksızlığıyla anlamlanır. Devrimin gelişmesi sürecinde, bunalım, iç ve dış çelişki ve anlaşmazlık konuları, yıkıcı devrimci mücadele, onun karşısında limitine varmaya zorlanarak yükselen gericilik, baskı, zorbalık, yoğunlaşan sömürü, kuşkusuz birini ötekinden daha az ya da daha çok, ama her alanı patlayıcı madde stoklarıyla dolduracaktır. Patlamanın nerede, ne zaman, hangi aracı öne çıkararak, hangi alanda olacağını önceden bilmek imkânsızdır. Ve komünist öncü açısından hazırlıksız yakalanmak kadar kötü bir şey olamaz. Dolayısıyla bir devrim hazırlığı, her koşula yanıt olmak ve olası tüm gelişmeleri karşılamak üzere yapılıyorsa, ciddi ve gerçek bir devrim hazırlığı olabilir. Buysa, açık ve kesin olarak şunu şart koşar: Devrim, bütün alanlarda, kitlelerin içinde hareket ettikleri toplumsal etkinliğin bütün alanlarında, bütün sektörlerde, her türlü aracın kullanılmasında ustalaşmak ve bütün silahları kullanmayı öğrenmek üzere hazırlanabilir, hazırlanmalıdır. Toplumsal etkinliğin reddedilebilecek bir alanı olamaz; devrimci komünizmin görevi, akla gelebilecek bütün alanlarda çalışmaktır. Ötesi gevezeliktir. Lenin’in dediği gibi, hazırlık, zorluklar ve bir dizi karışık durumlar arasından ilerleyerek ama katiyen bir “reçete”ye uygun olmayarak gerçekleşebilir. Her olasılığa yanıt verebilecek şekil ve güçte; her alanda, her olanağı değerlendirerek hazırlamak ve kesinlikle “silahlı mücadele temel, barışçıl mücadele tali”, “kırlar temel, şehirler tali”, hatta ayrıntıda “silahlı mücadele içinde silahlı propaganda temel, gerilla savaşı tali” türünden “reçete”ler peşine düşmemek, komünist kavrayışın zorunlu şartıdır. “… Hayatın önlerine çıkan bütün olasılıklara uyacak hazır çözüm yollarını önceden sunan bir reçeteyi hazırlamaya kalkacak olan kimse, ya da devrimci proletaryanın siyasetinde güçlüklerin ya da karışık durumların olmayacağı yolunda güvenceler veren kimse, şarlatandan başka bir şey değildir.” (“Sol” Komünizm, s. 29) “O olmaz, bu olur, hayır, bu değil o”, türünden saçma tercihlerle, ne sınıf mücadelesini sürdürmek olanaklıdır, ne güç toplamak ve ayakta kalmak ve hele ne de zafer kazanmak. Toplumsal etkinliğin bütün alanları ve bütün araçlar, burjuvazinin kullandığı bütün silahlar, tersine döndürülmek üzere kullanılmayı öğrenilmek durumundadır. Onları kullanmaktan kaçınılamaz. Ötesi; nerede, ne zaman ve nasıl kullanılacağı, somut değerlendirme konusu olabilir.
Lenin’den uzun ama öğretici bir alıntıyla, ciddi ve gerçek bir devrim hazırlığının bu zorunlu yönü ve anlamı üzerinde son sözü söylemek yararlı olacak:
“Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin zannettiklerinden, içeriği bakımından daima daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha ‘becerikli’dir. Ve bu, anlaşılır bir şeydir, çünkü en iyi öncüler, on binlerce insanın bilincini, iradesini, tutkusunu, muhayyilesini ifade ederler, oysa devrim -bütün insan yeteneklerinin özel coşkuya gelişi ve gerilimi anlarında- sınıf mücadelesinin en çetinine katılmak üzere bilenmiş milyonlarca insanın bilincinin, iradesinin, tutku ve muhayyilesinin eseridir. Bundan büyük önemi olan iki pratik sonuç çıkar: Birincisi, devrimci sınıfın görevini yerine getirebilmesi için (bazen büyük risklere ve pek büyük tehlikelere göğüs gererek siyasal iktidarı elde ettikten sonra, iktidara geçmeden önce tamamlamış olduğu şeyi tamamlamak üzere) toplumsal eylemin istisnasız bütün biçimlerine ve bütün yönlerine sahip çıkmasını bilmelidirler; ikincisi, devrimci sınıfın, gerektiğinde bir biçim yerine bir başkasını hemen koymaya hazır olmasıdır.
“Düşmanın kullandığı ya da kullanabileceği bütün silahlardan, araç ve yöntemlerinden yararlanmayı, bunları kullanmayı öğrenmemiş olan bir orduyu savaşa sürmenin akılsızca bir davranış, giderek cinayet olduğu besbellidir. Bu gerçek, siyasete, askerlik sanatının uygulandığından daha da iyi uygulanabilir. Gelecekteki şu ya da bu durumlarda bizim için hangi mücadele aracının daha pratik ya da elverişli olacağını önceden kestirmek, siyasette daha zor bir şeydir. Bütün mücadele araçlarından yararlanmayı bilmemek, büyük bir yenilgi tehlikesine -bazen, hatta kesin yenilgi tehlikesine- kendini atmak olur, çünkü bizim irademizin dışında meydana gelecek olan öteki sınıfların durumundaki değişiklikler, bizi özellikle zayıf olduğumuz bir hareket biçimine başvurmaya zorlayabilir. Eğer bütün mücadele araçlarından yararlanmayı biliyorsak, mutlaka yeneriz; çünkü koşullar, düşman için en tehlikeli olan silahı, öldürücü darbeleri en çabuk indiren silahı kullanmamıza olanak vermese de, biz, gerçeklen ilerici olan, gerçekten devrimci olan sınıfın çıkarlarını temsil etmekteyiz. Tecrübesiz devrimciler, çok kez, legal mücadele araçlarının oportünizm lekesini taşıdığını sanırlar, çünkü bu alanda, burjuvazi, çok kez, (özellikle ‘barış’ zamanlarında, devrim zamanlarında değil) işçileri aldatmış, işçilerin güveniyle oynayabilmiştir; ve bu devrimciler, illegal mücadele araçlarının en devrimci araçlar olduğunu sanırlar. Bu, yanlıştır. Doğru olan, örneğin en demokratik, en özgür ülkelerin burjuvazisi, savaşın soyguncu niteliği konusunda doğrunun söylenmesini yasak ederek, işçileri tarif edilmez bir cüret ve pişkinlikle aldattığı 1914-1918 emperyalist savaşında olduğu gibi bir durumda, illegal mücadele araçlarını kullanmayı bilmeyen ya da kullanmak ‘istemeyen (yapamıyoruz demeyiniz, istemiyoruz deyiniz) partilerin ve önderlerin oportünist oldukları, işçi sınıfına ihanet ettikleridir. Ama illegal mücadele biçimleri ile bütün legal mücadele biçimlerini birleştirmeyi bilmeyen devrimciler, pek kötü devrimciler sayılmalıdırlar.” (“Sol” Komünizm, s. 102-104)
Bütün mücadele biçimleri, araç ve silahların birlikte kullanılması ve legal ve illegal biçimlerin birleştirilmesinin, bunlar, hem kitlelerin içinde hareket ettikleri toplumsal etkinlik alanlarını ve dolayısıyla kitlelerin kazanılmasını ilgilendirdikleri, hem de hangi aracın daha pratik ya da elverişli olacağını (kesin hesaplaşma anı yaklaşıp çattığında) önceden kestirmek mümkün olmadığı için zorunluluğu, bu nedenle, tümüne sahip çıkılması, kullanılmasının öğrenilmesi, olağanüstü çeşitlilik içinde birinden diğerine geçmeye, bir biçimin yerine gerektiğinde hemen diğerini koymaya hazır olunması konusunda ders veren Lenin, İngiltere örneği ile düşüncelerini açıyor:
“Örnek: İngiltere. Gerçek proleter devrimin bu ülkede ne zaman patlak vereceğini ve bugün uykuda olan büyük yığınların uyandırılmasını, alevlendirilmesini ve mücadeleye itilmesini hangi nedenin sağlayacağını bilemeyiz. Ve bunu kimse önceden kestiremez. Demek ki, Plehanov’un Marksist ve devrimci olduğu zamanlar söylediği gibi, hazırlık çalışmalarımızı, dört ayağı da nallayarak yapmalıyız…
“İngiltere’de komünistler, parlamento seçimlerinden, İrlanda politikasının ve bütün dünyada İngiliz hükümetinin emperyalist politikasının bütün girdi çıktılarından ve toplumsal hayatın bütün öteki alan ve yönlerinden, durmadan, yorulmak bilmeden yararlanmayı bilmelidirler; onlar her yerde yeni bir zihniyet ile 2. Enternasyonal zihniyetiyle değil, 3- Enternasyonal zihniyetiyle çalışmalıdırlar…
“… Söz konusu olan son derece değişik yönlü ve toplumsal hayatın bütün kollarıyla sıkı sıkıya bağlı bulunan ve burjuvazinin üstesinden gelinerek, bir koldan sonra ötekinin, bir alandan sonra ötekinin zapt edilmesine olanak sağlayan pratik görevlerin yerine getirilmesi için çalışmaktır.
“… Toplumsal hayatın bütün alanlarında kolayca ateş alabilir maddelerin biriktiği ve birçok çatışma, bunalım ve sınıf mücadelesinin vahimleşmesi için nedenlerin oluştuğu görülmektedir. Hangi kıvılcımın -dünya iktisadi ve siyasal bunalımının etkisiyle, bütün ülkelerde her yandan şimdi fışkırmakta olan kıvılcımlar yığını içinde hangi kıvılcımın-, yığınların özel uyanışı anlamında yangını alevlendireceğini bilemeyiz. Onun için, biz, yeni ilkelerimizi harekete getirmeli ve bütün alanları, en eskileri, en yıpratılmış ve görünürde en kısır alanları bile ‘hazırlamalıyız’; yoksa görevimizi hakkı ile yerine getiremeyiz, kendi içine kapanmış oluruz, bütün silahlara sahip olamayız ve toplumsal hayatın bütün yönlerini örgütlendirmiş olan -ve şimdi de dağıtıp anarşiye itmekte olan- burjuvaziye karşı (burjuva tarzı toplumsal hayatın bütün yönlerini örgütlendirmiş olan ve şimdi de anarşiye itmekte olan burjuvaziye karşı) zafer kazanmak için ve bu zaferden sonra gelecekteki bütün hayatın sosyalist örgütlendirilmesi için gerekli hazırlığı yapamayız.” (“Sol” Komünizm, s. 104-108)

PROLETER BİR SINIF SİYASETİ İZLEYEBİLME VE PROLETER SINIF SİYASETÇİLERİ YETİŞTİRMENİN GEREĞİ OLARAK HER ALANDA MÜCADELE
Üzerinde durulduğu gibi, kitlelerin içinde hareket ettiği toplumsal yaşam ve etkinlik alanları olağanüstü çeşitli, birbirleriyle ilişkili, birinden diğerine geçişler gösteren bir yapı oluşturmaktadır. Devrimci proletarya, sınıf politikasını, toplumsal etkinliğin tümünün oluşturduğu alandan daha dar olmayacak geniş bir alan üzerinde kurmak zorundadır. Öncünün bütün faaliyetinin amacı, geniş işçi ve emekçi kitleleri politik mücadelenin bir nesnesi olmaktan çıkararak, yüzyıllardır ezile-gelmiş sömürülenlerin son temsilcisi olarak işçi sınıfını yürütücü, yönetici güç kılmak ve iktidarı kendi ellerine almasına yardım etmektir. Bu, “yığınların içinde çalışmak”, “yığınların olduğu her yerde çalışmak” tutumunun da ötesinde, politikayı bu yığınların yapmasını, yığınların politik mücadelenin öznesi olmasını sağlamak anlamına gelir. Bir ülkenin toplumsal siyasal ilişkileri ve tüm örgütlenmesini değiştirip dönüştürmek üzere yürütülmesi gerekli proleter sınıf siyaseti, kendi içine kapanık, toplumsal yaşamın çeşitli yönlerine ilgisiz, toplumsal yaşamın o belirli yönleri içinde de devinmekte ve o yönlerden etkilenmekte olan sınıf güçlerini dikkate almayan bir siyaset olamaz ve siyasal mücadele de, proleter bir siyasal mücadele olarak, toplumsal yaşamın belirli alanlar ve yönleriyle sınırlı bir mücadele olarak görülemez. Toplumsal yaşamın bütün alanlarında burjuvazi ve gericilikle çatışma içinde olmayan, onun yönelimleri, çıkarları ve politik etkinliklerini etkisizleştirmeye, tüm ezilen ve sömürülenleri kucaklayıp kapsamaya, onlara dayanmaya ve onların mücadelesi olarak gelişmeye ve ancak böylelikle umabileceği zaferine (burjuvaziyi devirmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmak) yönelmeyen, örneğin sendikal alanda, örneğin kültür alanında, örneğin burjuva siyasetçiliği ve pisliğinin cirit attığı parlamenter alanda devrimi ve işçi sınıfının çıkarlarını savunmayan, gittikçe daha geniş kitlelere mal olmayı ve sonunda iktidar hedefine ulaşmayı amaçlamayan bir politik tutum, proleter sınıfı politikası izlemekten başka her şeydir. Böyle bir politik mücadele ise, devrimi olanaksızlaştırmaktan başka bir şey olamaz. Sınıf politikası, sınıfın ilişkide bulunduğu bütün güçler ve kurumlar, bütün bir toplumsal ilişkiler ağı içinde yapılmadıkça, proleter sınıf politikası olamaz. Burjuvaziye terk edilen her alan, işçi sınıfına karşı, burjuvazinin elinde, olduğundan büyük bir güç olarak belirir. Ve üstelik ister sağ, ister “sol” tutumlarla güdülsün, sıkıştığı dar alanlarda, burjuvazinin üstesinden gelecek gücün oluşturulmasına yol açamayacağı gibi, çoğunlukla, sendikal alana sıkışıp kalmayı savunan ekonomistlerin başına geldiği gibi, burjuvazinin yedeğine düşmeye ya da “sol” sloganlarla onun yönetme ve egemenlik ilişkilerini güçlendirmeye götürür.
Üstelik devrimin gelişmesinin her yeni dönemi, ilerleyişi ya da gerileyişi, dalgalanmalarıyla gündelik toplumsal siyasal durum, işçi hareketinin karşısına yeni görevler koyar. Bunların tümünün gereğini yerine getirmek, yeni koşulların sunduğu yeni olanakları değerlendirmek, açılan her yeni mücadele alanında, olanaklı hale gelen her aracı kullanarak mücadeleyi nihai hedefine yöneltmek, proleter sınıf siyaseti izlemenin vazgeçilmez gereklerindendir. Proleter sınıf siyaseti izliyor olmak, onu, her dönem, her yeni gelişme karşısında, yorulmadan, yeniden ve yeniden sınavdan geçirecek yeni sınıf güçlerinin gözünde doğrulamak ve onları her seferinde yeniden kazanmak üzere, yeni görevlerini başarıyla gerçekleştirmek üzere, anın tüm olanaklarını değerlendirmek, yakın gelecekte olası bütün gelişmeler karşısında -belirtilerini önceden yakalayarak- tedbirsiz yakalanmamak demektir.
Lenin, “… Gündelik devrimci sosyal-demokrat çalışmaları, her bir yeni tarihsel dönemin kendine özgü niteliklerine uyarlanarak biçimini değiştirmeyi bilmeksizin bu çalışmaları yürütmek uygulamada olanak dışıdır. ‘Duma’da sosyal-demokratik çalışma yapmayı ve yasal olanakları kullanmayı reddetmek, her ikisinin önemini kavrayamamak’, uygulamada sosyal-demokrat bir sınıf siyaseti gütmeyi olanaksızlaştıran sapmanın ta kendisidir. Rusya’nın tarihsel gelişmesinin yeni aşaması, karşımıza yeni ödevler çıkarıyor. Bu, eski ödevlerin yerine getirilmediği, onların artık bir yana bırakılabilir olduğu anlamına gelmez. Demek istediğimiz şu ki, bu yeni ödevleri dikkate almak, yeni savaşım biçimleri bulmak, bu ödevleri yerine getirmeye elverişli taktikler ve örgüt hazırlamak gereklidir.” (Tasfiyecilik Üzerine, s. 80) demektedir. Her alanda, olanaklı her aracı kullanarak faaliyet halinde bulunan öncü, ancak, her yeni dönemin toplumsal siyasal ilişkilerinin açtığı ve kullanılır kıldığı her yeni alan ve her yeni olanağı değerlendirip yeni görevlerini üslenerek, devrimci komünist bir politika güdebilir, işçi sınıfının bağımsız siyasal mücadelesini olanaklı kılabilir. Bu aynı zamanda, devrimin hazırlığının gereğince yapılması anlamındadır.
Sorunun bununla ilişkili bir yönü de, proletaryanın kendi sınıf siyasetçi ve önderlerinin ancak böyle bir tutumla yetiştirilebileceği ve Lenin’in deyişiyle, “…proletaryanın, eğer burjuvaziyi yenecekse, kendisi için, proleter ve burjuvazininkilerden hiç de aşağı olmayan ‘sınıf siyaset adamları’ yetiştirmek zorunda olduğu…” (“Sol” Komünizm, s. 83) tartışma götürmez bir gerçektir.
Proleter siyasetçiler, sınıfın siyaset adamları, elbette, yalnızca sınıf mücadelesinin sert pratiği içinde proleter bir ruhla donanabilir. Ama onlar, devrimci ruhun ötesinde, şaşmaz bir öngörü ve her zorluğun üstesinden gelebilecek politik sağlamlığı yalnızca kitaplardan, parti okullarından ya da sınırlı dar pratiklerden edinemeyeceklerdir. Sınıfın siyaset adamlarının, burjuvaziyle başarıyla savaşabilmek ve onun karşısında sınıfını layığıyla temsil edebilmek için geniş bir politik mücadele pratiğinde deney biriktirmiş olmaları da gereklidir. Bu pratik ne denli geniş olur, sınıf siyasetçisi, ne kadar çok toplumsal alanın ve oralarda işlerin nasıl kotarıldığının bilgisine sahip olursa, ufku o denli genişleyecek, doğru kararlar alma yeteneği o kadar gelişecektir.
Proleter sınıf siyasetçileri ve önderlerin yetiştirilmesinde, onların yasal alan sınavından geçirilmeleri özellikle önemlidir. Gizlilik koşullarında proleter siyasetçiler yetiştirilmesi özellikle zordur ve bu, yalnızca gizli çalışmanın göreli darlığından kaynaklanmaz. Gerekli iletişim kanalları, raporlar vb. ile gizli çalışma içinde olan komünist militanlar, parti yöneticileri, birçok alanın bilgisine ulaşabilirler; ancak doğrudan kitlelerin gözü önünde, onların eleştirilerine açık bir çalışmanın sağlayacağı geliştirici etkiden yoksun kalmaları kaçınılmazdır. Açık alanda, yasal çalışma içinde, proleter siyasetçi, her yönüyle kitlelerin sınavından geçme olanağına sahip olacak, “kötü niyetli” ise, gizlilik koşullarını bahane ederek yeteneksizlik, bilgisizlik, fedakârlık eksikliği gibi yönlerini gizlemeyi başaramayacak, ardından gelen yeni siyasetçilere yerini bırakmak durumunda kalacaktır. Bu nedenle bütün alanlarda çalışma ve olanaklı tüm araçların kullanılması, diğer şeylerin yanında, devrimci proleter siyaset adamlarının yetiştirilmesini de kolaylaştıracak; yasal ve yasadışı çalışmanın birleştirilmesi, proletaryaya, kendi sınanmış, deneyli, güvenilir siyasetçilerine çok sayıda sahip olma avantajı sağlayacaktır.
“…ama illegal koşullarda ‘liderler’i gizlemek zorunluluğu olduğu için, iyi liderlerin, güvenilir, denenmiş, gerekli manevi otoriteye sahip liderlerin yetiştirilmesi özellikle zor bir iştir ve legal çalışma ile illegal çalışmayı birbirine bağlamadan ve başka denemelerle birlikte ‘liderler’i parlamento arenasından geçirtmeden bu işin üstesinden gelinemez. En sert, en amansız ve en uzlaşmaz eleştiriler, parlamentarizme ya da parlementer eyleme karşı değil, devrimci olarak parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden yararlanmayı bilmeyen liderlere karşı ve hele yararlanmak istemeyen liderlere karşı yöneltilmelidir. Ancak böyle bir eleştiri, elbette yeteneksiz liderlerin uzaklaştırıldığı ve yerlerine daha yeteneklilerin konulduğu takdirde yararlı ve verimli bir devrimci çalışma olacaktır; bu tutum, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara layık olabilmeleri için ‘liderleri’ eğitecek ve aynı zamanda, siyasal durum içinde yönlerini doğru saptamaları yolunda ve bu durumdan doğan çok çapraşık ve karışık sorunları anlamaları yolunda yığınları da eğitecektir.” (“Sol” Komünizm, s. 64)
Lenin, II. Enternasyonal’in sapmacı hain liderlerine yöneltilmiş eleştirileri yasal çalışma ve parlamentodan yararlanmanın eleştirisine kadar vardıran ve üstelik genel olarak “yığınlar” lehine “liderler”i suçlayan bir tutumu eleştirmektedir; bazı yerlerde liderler sözcüğünün tırnak içine alınması bundandır. Ancak bu eleştiri, yanıtlama içinde, yine de açıkça anlaşılıyor ki, bütün alanlarda mücadele, yasal ve yasadışı çalışmanın birleştirilmesi gerekli olmakla kalmamakta; parlamenter alan dâhil yasal çalışma proleter sınıf siyasetçileri ve önderleri için geçilmesi zorunlu bir sınav oluşturmaktadır; mücadele ve örgüt biçimlerine ilişkin tek yanlı yaklaşımlarla proleter siyasetçilerin yetiştirilmeleri de olanaksızdır.

BÖLÜMÜ BİTİRİRKEN…
Toplumsal faaliyet süreçleri, toplumsal etkinlik alanları ve aygıtlarının olağanüstü çeşitliliği ve özellikle devrimci atılım dönemlerinde milyonlarca işçi ve emekçinin bilinç, irade, tutku ve muhayyilesinin bu çeşitliliği daha da artırışı, alanların birbirine bağlılığı ve aralarındaki geçişlerin nesnelliği, mücadele ve örgüt biçimlerine ilişkin devrimci komünist kavrayış ve tutumu koşullandırır. Bu kavrayış ve tutum, her alandaki mücadeleyi birleştirmek, bütün araçları, örgüt biçimlerini kullanmak, bunların koşula bağlı olduğunu ve birbirlerine geçiştiklerini bilerek birinin yerine diğerini koymaya hazır olmak esnekliğiyle ifade olur. Komünistler, hiçbir mücadele ve örgüt biçimini koşulsuz reddetmeyecek, kullanılabilir bütün olanakları değerlendirecek, yasal ve yarı-yasal mücadele ve örgüt biçimleriyle yasadışı olanın uyumlu ve birbirlerini geliştirir birliğini öngörüp uygulayacaklardır. Bu, nesnel bir zorunluluktur. Gereğini yapmamak, ancak proletaryanın burjuvazi karşısındaki eylemine zarar verir ve zaferini olanaksızlaştırır. Ama sorun burada bitmez, asıl bu noktadan itibaren başlar.
Bir bakıma geleneksel grupçu anlayışın aşılması anlamına gelecek olan işçi hareketinin sınıf birliğinin bir unsuru olarak açık örgütlenme ve aşağıdan birlik sorunu yazının ikinci bölümünde ele alınacak.

Şubat 1995

Emperyalist Kriz ve Devrim İçin Mücadele

Kapitalizmin sözde solcu “muhalifleri”nin “deneylerden ders çıkarma” adına, Marksist teoriye, proletaryanın uluslararası kazanımlarına yönelik saldırıları, burjuvazinin proletaryaya, Marksizm’e ve sosyalizm pratiğine karşı yürüttüğü genel saldırıdan güç alarak ve pervasızlaşarak devam etmektedir. Bu temelde “deneylerden çıkarılan ders”, kapitalizmin “ebedi ve yıkılmaz olduğu” biçimindeki burjuva propagandayla birleşmekte; proletarya ve ezilenlerin mücadelesinin en fazla yaşam koşullarının iyileştirilmesini içeren reformlarla sınırlı olması gerektiği gibi saçma bir sonuca varmaktadır. Başını burjuva liberal aydınların ve sahte Marksistlerin çektiği bu çevreler, emperyalist kapitalizmin bunalımından, onu çöküşe mahkum eden çelişkilerden ve Lenin’in “çürüyen ve can çekişen kapitalizm” belirlemesinden söz edilmesini, “dogmalara kölece bağlılık” olarak görmekte ve Sovyetler pratiğini, revizyonist “üretici güçler” tezine sarılarak mahkum etmeye çalışırken, emperyalizmin nitelik değiştirdiği ve devrimin gereksiz hale geldiği safsatalarıyla, proletaryayı ve diğer ezilen sınıfları kapitalist kölelik sistemine bağlamak istemektedirler.
Kuşkusuz, burjuvazinin ve onun “sol” maskeli savunucularının, kapitalizmi “değişmez ve ebedi bir sistem”, “barış ve refah toplumu” olarak göstermeleri yeni bir şey değildir. Burjuvazi ve politik temsilcileri, kapitalizmin ve onun tekelci aşamasının barış, demokrasi, özgürlük ve refah toplumu olduğunu ileri sürer ve bütün bunlardan yararlanmanın her ulus ve her birey için “hak” olduğunu propaganda ederlerken, gerçekte özgürlük, refah, vb.ni burjuvazinin sınıf egemenliği ve burjuva (esas olarak tekelci burjuva) sınıfın hakları anlamında kullanmakta ve proletaryanın anti-kapitalist mücadelesinin önünü kapatmayı hedeflemektedirler. Burjuvazi ve temsilcileri böylece, kapitalizmin “değişmez ve değiştirilemez olduğu” düşüncesini hâkim kılmaya çalışmakta ve politik-ekonomik kategorileri de, fikre dayalı basit soyutlamalar olarak ele almaktadırlar. Bu ise yaşamın, “gerçek ve geçici” olguların dondurulması demektir ve gerçek o ki; bu hiç ama hiç mümkün değildir. Çünkü “insanların, içinde üretim, tüketim- ve değişim yaptıkları ekonomik biçimler geçici ve tarihseldirler. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar, üretim biçimlerini ve üretim biçimleriyle birlikte bu belirli üretim biçiminin zorunlu ilişkilerinden ibaret olan tüm ekonomik ilişkileri değiştirirler. ” (Marx)
Kapitalizmin “değişmezliği” ve “ölümsüz bir gerçeklik olduğu” iddiasının temelsizliği; bu iddianın, bir yandan, onu ölüme mahkûm eden tüm içsel çelişkileri, somut olgular olarak göz önündeyken öne sürülmesinde; öte yandan toplumsal ilişkilerin tarihsel gelişimi ve değişimi gerçeğinin önsel ve kasti olarak reddedilmesindedir. Oysa kapitalizm, bir sistem olarak gelişirken, bir yandan konumları ve çıkarları birbirine zıt iki temel toplumsal sınıfı burjuvazi ve proletaryayı, geliştirir ve bu sınıfların çatışmalarının koşullarını giderek olgunlaştırır. Öte yandan, burjuva zenginliğinin; burjuva sınıfın iç rekabeti, çatışması ve kimi üyelerinin zenginliğinin yok edilmesiyle büyümesine yol açar. Kapitalizmin tekele doğru evrilmesiyle birlikte bu değişim hız kazanır ve alt sınıflar ve katmanlar yoksullaşarak proleter sınıfa doğru kayarken, üst sınıf içindeki rekabet daha da sertleşerek onu yok oluşa sürükleyen yeni çatışmalara yol açar. Artık, hem proletarya sınıf olarak daha güçlenmiş ve hem de kapitalizmin genel düzeyi, olabilir en üst gelişme noktasına ulaşmıştır. Marx, kapitalizmin gelişmesini ele alırken bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Hissedilmezden önce her iki tarafça da fark edilen, takdir edilen, anlayışla karşılanan, kabullenilen ve yüksek sesle açığa vurulan bu savaşım, kendisini başlangıçta yalnızca kısmi ve anlık çatışmalarda, yıkıcı eylemlerde gösterir. Öte yandan, başka bir sınıfa karşı bir sınıfı oluşturdukları için modern burjuvazinin aynı çıkarlara sahip olan bütün üyeleri birbirleriyle karşı karşıya geldikleri için de; karşıt, uzlaşmaz çıkarlara sahiptirler. Bu çıkar zıtlığı, kendi burjuva yaşamlarının ekonomik koşullarından doğar. Böylece burjuvazinin, içinde hareket ettiği üretim ilişkilerinin basit, tekdüze bir niteliğe sahip olmayıp, ikili bir özelliğe sahip oldukları; zenginliğin üretildiği aynı ilişkiler içinde yoksulluğun da üretildiği, üretici güçlerin bir gelişme gösterdiği aynı ilişkiler içinde engelleyici bir gücün de bulunduğu; bu ilişkilerin burjuva zenginliğini, ancak, bu sınıfın tek tek üyelerinin zenginliğini sürekli yok ederek ve durmaksızın büyüyen bir proletarya yaratarak ürettiği, her geçen gün biraz daha açığa çıkmaktadır.”
Marx’ın sözünü ettiği bu gelişmenin, kapitalizmin emperyalist aşamasında sıçramalı ve hızlı bir biçimde, daha belirgin tarzda gerçekleştiği bilinen bir gerçektir. Kapitalizmin ve üretici güçlerin gelişmesi, bir yandan üretimin toplumsal karakteriyle, mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişkiyi keskinleştirir ve sömürüyü artırırken, öte yandan yeni bir toplumun, sosyalist toplumun maddi koşullarını hazırlayarak proletaryanın gelişmesi ve güçlenmesini sağlar. Makineleşme yoluyla binlerce ve on binlerce proleterin bir araya gelerek örgütlü bir mücadeleye atılmalarının koşullarını -üretimin tüm dallarının birbirleriyle ilişkilerini geliştirerek- olgunlaştırır. Lenin, emperyalist kapitalizmin “çok önemli bir özelliği”nin sanayinin çeşitli kollarının tek bir işletme içinde toplanması, birleşmesi olduğuna dikkat çekerken, bunun aynı zamanda, yeni bir bunalım kaynağı olduğunu da belirtiyordu. Tekellerin egemenliğiyle birlikte, eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasasının sonuçları daha acımasız bir hale gelir, tekelci rekabet, sonuçlan kapitalizm için öldürücü olan yeni bunalım öğelerini ortaya çıkarır. Daha önce dünya ticaretinin yol açtığı uluslararasılaşma, tekellerle birlikte ve sermaye ihracı yoluyla, yeni özellikler kazanır ve kapitalizmin bunalımının uluslararası sonuçlar doğurmasını kaçınılmaz kılar. Tekel, sanayinin çeşitli kollarının yanı sıra, banka ve sanayi sermayesinin birleşmesine yol açarak mali sermayenin doğmasına ve mali yönden güçlü olan birkaç devlet yararına, dünyanın tüm pazarlarının, hammadde ve ucuz işgücü kaynaklarının denetim altına alınmasını olanaklı hale getirirken; sermaye ihracı yoluyla tek tek ülkelerin ekonomilerinin, emperyalist zincirin halkaları haline gelmesini de sağlayarak, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin uluslararası boyutlar almasına ve bunalımın, tüm sistemin bunalımı olarak yaşanmasına yol açar. Bu süreç biraz daha yakından incelendiğinde görünen şudur:
Lenin, 1916’da kaleme aldığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında, kapitalizmin “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme” dönüştüğüne dikkat çekiyor ve sonra, bu, “bir avuç ‘ileri’ ülke”nin, halkların sömürülmesinden elde edilen yüksek kârlara dayanarak içerde de işçi sınıfı hareketini kontrol etme olanağını yakaladığını belirtiyordu. SB ve Doğu Avrupa’nın halk demokrasili ülkelerinde bir dönem (’50’li yılların ortalarına kadar), emperyalist sömürgeci sisteme vurulan darbeler ve çekilen sınır saklı tutulursa, “dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun” mali yönden boğulması olgusu daha da gelişti. Ezilen halkların emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadeleleri, SB ve Doğu Avrupa dışında da, siyasal bağımsızlıkların kazanılmasına ve sömürgeciliğin darbe almasına yol açmakla birlikte, “mali bağımlılık”; ekonomik bağımlılık devam etti ve güçlendi. Gerek uluslararası ve çok uluslu tekellerin sayısal artışı ve mali güçlülüğü, gerekse ihraç edilen sermayenin, ihraç olduğu ülkelerde gördüğü işlev, geri ülkelerin bağımlılıklarını geliştirdi. 1992’de dünyada yabancı sermaye stoku 2 trilyon dolara çıktı. Maksimum kâr peşinde koşan 37 bin ana şirket, 170 bin bağlı şirketle birlikte, 5,5 trilyon dolarlık ticaret gerçekleştirildi. Başlıca beş büyük emperyalist devletin dışarıya yaptıkları yatırım, 1990’da 230 milyar dolar, ’91’de 180 milyar doları buldu. ’91’de, dünyadaki dış yatırım stokunun (1.779 milyar dolar) yüzde 68’ni beş büyük emperyalist ülke; ABD 438, İngiltere 244, Japonya 235, Almanya 169 ve Fransa 134 milyar dolar olarak elde tutuyorlardı. 1990 yılı itibariyle 3.191.9 trilyon dolar olan toplam dünya ihracatının 2.445.2 trilyon doları, gelişmiş ülkelere aitti. Gene 1987-90 döneminde, toplam dünya milli hasılası içinde gelişmiş sanayi ülkelerinin payı % 73,21 (ABD % 26,02, Japonya % 14,61, Almanya % 6,23, Fransa % 4,49, İngiltere % 4,19, Rusya % 7,53) idi. Yalnızca ABD, dışarıya 36 milyar dolar, Almanya ve Fransa 17’şer milyar dolar, Japonya 16 ve İngiltere 15 milyar dolar sermaye ihraç ettiler. Emperyalist sermaye ihracının biçimlerinde rantiyeciliğe doğru gelişme olduğu gibi, miktar olarak da sürekli büyüme gösterdi. Bir örnek olarak; ABD’nin 1950’de 11.8 milyar dolar olan sermaye ihracı, 1970’te 75.5 ve 1980’de 235 milyar dolara tırmandı.
Lenin, daha yüzyılın başında, az sayıdaki ülkede biriken büyük nakdi sermayeye dikkat çekerek, bunun rantiyeciliği geliştirdiğini belirtiyordu. Bu durum herhangi bir işletmenin çalışmasına katılmadan, gerçek “meslekleri işsizlik olan” insanların çoğalması ve başkalarının sömürülmesi üzerinden sağlanan rantiye sermayeden beslenmesi demekti. “Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da artırır ve denizaşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürülmesiyle yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur.”
Rantiye gelir, üretim dışı ticari işlemlerden sağlanan gelirdir. Sermaye ihracı -ki bugün esas olarak, devletten devlete borç biçiminde olmaktadır- rantiyeciliğin esas zeminini oluşturur. Rantiyeci devlet, borç verdiği ülke halkının sömürülmesinden sağladığı yüksek faiz ve rant geliriyle şişen, asalak bir devlete dönüşür.
Emperyalist sermaye “yatırım”larında tek biçim yoktur; alan ve ülkeyle sınırlanmıştık söz konusu değildir. Uluslararası durum, bunalım ve nispi istikrar dönemleri, savaş ve barış koşulları, kâr oranının düşüklüğü, yüksekliği gibi etkenler, sermayenin hangi alan ve ülkeye ve ne biçimde gireceği üzerinde etkili olmaktadır. 1. ve 2. Dünya Savaşları sonrasında, ekonomisi tahrip olan ülkeler, yüksek kazanç alanları olarak sermaye akışına uğradılar. İkinci Savaş’tan en güçlü taraf olarak çıkan ABD, Almanya ve Japonya’da yatırımlara yöneldi. Marshall Planı çerçevesinde dış ülkelere sermaye ihracına yönelen ABD, bağımlılık ilişkilerini geliştirdi. 1980’li yıllar, geri ülkelere emperyalist sermayenin daha çok, borç ve kredi biçiminde girdiği yıllardır. Kuşkusuz doğrudan yatırım olgusu bütünüyle dışlanmadı. İtalyan firmalar Türkiye’de otoyol inşaatları, Japonlar köprü inşaatı yaptılar. Ortak tekelci işletmelerin sayısında artış oldu; ayrıca Fransa’nın Türk çimento fabrikalarını satın alması örneğinde görüldüğü gibi, emperyalist ülkeler, geri ülkelerde çeşitli kârlı işletmeleri satın aldılar. Ancak, esas olarak devlet borçları biçiminde, yüksek faizli sermaye akışı olmaktadır. İkili ve çok yönlü anlaşmalarla ve yüksek faizlerle bu ülkelere sürekli kaynak akışı sağlanmaktadır. 1992’de dünyada 1.419.4 trilyon dolar dış borcun 477.8 milyar doları, Latin Amerika ülkelerine; 288.4 milyar doları, Afrika’ya; 152 milyar doları, Afrika’nın güney kesimine; 539.3 milyar doları ise Asya ülkelerine aitti. Ve bu ağır borçların karşılığı, ilgili ülkelerin halklarının sırtından, yüksek vergiler ve zamlarla ödenmektedir. Dış borç biçimindeki sermaye ihracıyla, Latin Amerika ülkelerinde GSMH’nin % 38’i, Afrika ülkelerinde % 100’ü ve Asya ülkelerinde % 26,5’ine emperyalistler tarafından el konulmaktadır.
Emperyalist ülkelerle geri ülkeler arasındaki ilişkilerde, “alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalarla, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun öne sürülmesi” öne çıkar. (Lenin) Bu saptama günümüz için daha da geçerlidir. Alınan dış borçların çok önemli bir kesimi, savaş araçlarına ayrılırken; borçların hemen tamamı, ya önceki borçların faizi olarak, ya da alınması dayatılan savaş araçlarının karşılığı olarak emperyalistlere geri dönmektedir.
Tekellerin başvurdukları yöntemlerden biri de “sermayeyi halka yayma” propagandasıyla, küçük sermaye sahiplerinin elindeki sermayeye el koymaktır. Hisse senetleri yoluyla; çok geniş bir kesim, tekel denetimine alınmakta ve büyük yüzdeye sahip tekelci kuruluş tarafından hem birikmiş büyük sermaye çekip-çevrilmekte, büyük vurgunlar vurulmakta, hem de herhangi bir bunalım durumunda, zararları küçük hisse sahiplerine yıkma olağanı elde tutulmaktadır. Özellikle son yirmi yılda, “halka açılma” taktiği, tekellere, etkinlik alanını genişletmekte önemli avantajlar sağladı.
Bugün, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçmesi olgusu da yeni biçimler almıştır. Birincisi, banka sermayesinin etkinliği artmıştır. Tek tek ülkelerde ve uluslararası alanda faaliyet yürüten büyük bankalar, para sermayeyi denetledikleri gibi, sanayinin tüm kollarıyla da kontrolü elde tutan bir ilişki içindedirler. IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları; tüm bağımlı ülkelerin ekonomilerini kontrol etmekte, kredi ve borç koşullarını ve miktarını belirlemekte, uzmanları aracılığıyla bu ülkelerin merkez bankaları vb. ekonomik kurumlarını doğrudan yönetmektedirler. Geri ülkelerin mali kurumları ve maliyesi, bu uluslararası kuruluşların emrinde çalışan ve hemen tümü ABD’de eğitim görmüş çifte pasaportlu kişilerce yönetilmektedir. Bankaların ekonomi üzerindeki kontrolü, bankaların ve sanayi işletmelerinin belli ellerde toplanmasıyla daha da güçlenmektedir. Almanya’da Deutsche Bank, tüm sanayi kollarıyla iç içe geçen bir ağa sahiptir. % 10’luk, 5’lik, 30’luk ortaklık paylarıyla, bu sanayi kuruluşlarını denetlemekte; “onların sermayelerine “katılarak”, hisse senetlerini satın alarak, ya da değiştirerek, kredi sisteminden “yararlanarak” bu sanayi kuruluşları; küçük, orta ve büyük kapitalistleri kendisine bağlayabilmektedir. Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin birleşmesi, artık yalnızca bankaların sanayi kuruluşlarını kendilerine bağlaması ve örneğin yönetim kurullarını ele geçirmeleriyle değil, ama büyük tekelci sanayi işletmelerinin kendilerinin banka kurmaları yoluyla da gerçekleşmektedir. Bu, geri ülkelerin işbirlikçi tekelci grupları için de geçerlidir. Böylece küçük kapitalistlerin denetim altında tutulması ve gerektiğinde onların iflasa zorlanıp boğulması olanağı, büyük tekelci patronların eline geçmiş olmaktadır. Bankaların, basit kredi kuruluşları olmadıkları; yatırımlara da yöneldikleri; faiz ve rant gelirinin yanı sıra, katıldıkları ya da kurdukları sanayi işletmeler aracılığıyla, artı-emek sömürüsü de gerçekleştirdikleri bilinmektedir.
Tekeller, hem çeşitlilik, hem de iç içe geçmişlik açısından zenginlik göstermektedirler. Holding sistemi yaygındır. Karma tekeller ve korporasyonlar aracılığıyla, üretim alanında birçok bağlı şirketlere iş yaptırma yoluyla, üretim maliyetinin düşük tutulması ve işçilik sorunlarının hafifletilmesi çabası yoğundur. Karma tekeller büyük çapta sermayeyi çekip çevirirken, büyük kârlar da sağlamaktadırlar. Dünyanın önde gelen on büyük karma tekelinin ’92 yılı cirosu 634.5 milyar marktır. Bu tekeller, çelik üretiminden petrol çıkarımına, boru imalinden bina inşasına kadar uzanan, geniş bir alanda faaliyet yürütmektedirler. Alman karma tekellerinden biri olan Preusson, çelik ve hafif metaller, enerji, ticaret ve trafik, gemi ve vagon yapımı, bina imali, telekomünikasyon, inşaat malzemeleri, taşıt, çevre ve enformasyon gibi bir dizi alanda faaliyet yürütmekte, 73.200 çalışanı bünyesinde bulundurmaktadır.
Tekelci sermaye bir yandan, tüketime yönelik talep yaratmak için yeni tüketim nesneleri (örneğin, yüzyılın başında henüz var olmayan, ancak daha sonra geliştirilen buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bulaşık makinesi vb. gibi) imal ederken, öte yandan, doğrudan yatırımlarda da yüksek kâr getirecek sektörlere yönelmektedir. Bugün dünyanın başlıca büyük 200 sanayi firması, esas olarak otomotiv, kimya, elektrik ve elektronik, bilgisayar ve iletişim alanında faaliyet yürütmektedir. 1983’te otomobilde, 4 ABD, 7 Japon, 9 Avrupa şirketi; Kimya’da 7 ABD, 11 Avrupa, 2 Japon şirketi; bilgisayarda, 12 ABD, 5 Avrupa ve 5 Japon (sonraki yıllarda Japonya, dünya piyasasının % 60’nı ele geçirdi.) şirketi, tüm dünya üretiminin tamamına yakınını denetlemekteydi.

TEKELLER ARASI REKABET ARTTI

İşletmelerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşitsiz ve “kesintili” gelişmesi, rekabet ve sömürü kavgasını kızıştırır. Sermaye, maksimum kâr sağlayacağı alanları, öncelikli hedef seçer. Nüfus fazlalığı (ucuz işgücü), hammadde bolluğu, toprak ucuzluğu vb. etkenler, sermayenin, geri ülkeleri ele geçirmek üzere, ihraç olunmasını teşvik eder. Kapitalist dünya pazarının, sermaye ihracı yoluyla, genel bir ekonomik zincir biçiminde oluşması; iç. ve dış pazarların birleşmesi; egemenlik peşinde koşan tekellerin geri ülkeleri “anlaşma”lara zorlamasını, her yere “kendi ilkelerini” götürmelerini, yanı sıra birbirlerinin etkinlik sahalarına göz dikmelerini ve tüm pazarları denetlemek için güç ilişkilerine başvurmalarını kışkırtır. Yaratılan üretim fazlası (bilinmeyen bir pazar için üretim), çelişkilerin sertleşmesinin de nedenidir. Örneğin, bir önceki bölümde andığımız üretim kollarında üretim yapan başlıca büyük tekellerin arasında kıyasıya bir mücadele yaşanıyor. Makine yapımı ve metal üretimi alanında Japon ve Alman tekelleri; otomotiv sanayisinde ABD ve Japon tekelleri; bilgisayar ve iletişim teknolojisi alanında ABD ve Japon tekelleri; elektronik sanayisinde Japon, Alman ve Hollanda tekelleri arasında şiddetli bir pazar rekabeti sürmektedir.
Otomotiv alanında faaliyet yürüten ve dünyanın ilk on büyük sanayi şirketi arasında baş sıralarda yer alan General Motors ve Ford Motor tekelleri, bunalımın derinleştiği yıllarda (’92) 315.858 milyon mark ciro yaptılar. General Motors, 691.000 çalışanıyla yaklaşık 4 milyar dolar kâr sağladı. Aynı alanda faaliyet yürüten üç Japon tekeli, 249.127 milyon mark ciro yaptı. İşsizliğin ve sokağa atılanların sayısında artış görüldüğü aynı yıl, otomotiv ve havacılık alanında faaliyet yürüten ve toplam 946.000 kişi çalıştıran on Alman şirketi, 293,666 milyar mark ciro yaptı. Elektronik sanayisinde üç Japon şirketi (Matsushita Electric, Sony ve Mitsubishi Electric), 187 milyon mark; iki Alman şirketi (Siemens ve Robert Bosch), 117 milyon mark ve bir Hollanda (Philips) bir Fransız (Alcatel-Alstem), bir İngiliz (General Electric), bir ABD (Xerox) şirketi, toplam 44.7 milyar mark kâr sağladı. Bilgisayar ve iletişim alanında faaliyet yürüten ve dünya piyasalarını denetleyen 5 ABD firması, 181.847 milyar mark ve 5 Japon firması, 254.469 milyar mark ciro yaptı. Gene metal ve makine alanında faaliyet yürütüp bu alanda dünya pazarının önemli bir bölümünü elde tutan 7 büyük tekel, çalıştırdıkları 510.000 kişinin sırtından ve eşitsiz satış koşullarında 700 milyon mark kazanç sağladı. Yarı iletkenleri üreten makine yapımı, ABD ve Japonlara ait birkaç tekelin denetimindedir. Japonya, pazarın % 46’sını, ABD % 54’ünü elde tutmaktadır.
Tekelci sermaye grupları arasındaki rekabet, emperyalist ülkelerin birbirlerinin pazarına yönelik faaliyetlerini de kızıştırmaktadır. Onlar, birbirlerinin pazarlarına doğrudan yatırım faaliyetini, rakibi doğrudan üretim alanında sıkıştırma ve zayıf düşürme ve rakip emperyalistin, bağlı ülkeler üzerindeki etkisini bu yolla da sınırlama çabasındadırlar. Dışarıya ihraç ettikleri sermaye miktarının, doğrudan yatırımı hedefleyen kesimi, daha çok, her birinin bir diğerinin pazarına girmesi biçiminde olurken; borç vb. biçiminde, tahvil olarak ihraç olan sermaye ise, daha fazla bağımlı geri ülkelere yönelmektedir.

KRİZ VE YENİ OLUŞUMLAR
Tekelci kapitalizmi yok oluşa götüren ve sosyalizmi olanaklı kılan tüm gelişmeler, bugün, çok daha olgunlaşmış bulunmaktadır. Tekeller arası rekabet, büyükler yararına yeni tekelci organizasyonları gündeme getirirken, emperyalizmin çelişkilerinde “yumuşama” değil, sertleşme ve keskinleşme görülmektedir. Dış ülkelere sermaye ihracı, emperyalist tekelleri artan bir şiddetle karşı karşıya getirmekte; güçler ilişkisine bağlı olarak, pazarı elde tutma ve pazardan sürülme durumunda, yeni pazar talebiyle karşıya geçme ve geri ülkelere karşı, şiddet ve abluka, yeni dalaşmalara yol açmaktadır. Bütün somut veriler, emperyalizmin nitelik değişimine uğradığı, savaşların kaçınılmaz olmaktan çıktığı, sosyalizm için barışçıl mücadele yollarının açıldığı, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın uzlaşabilir hale geldiği ve artık sınıf savaşı yoluyla kapitalizme son vermenin gereksizleştiği vb. gibi oportünist, sınıf haini teorilerin bir burjuva aldatmacası ve burjuvazinin karşı-devrimci savaş silahı olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçek durum, burjuva propagandasını ve tüm proletarya düşmanı teorileri yalanlamaktadır. Uluslararası ekonomik-politik gelişmeler; askeri-politik kutuplaşmalardaki ataklar; geri ülkelere yönelik emperyalist müdahalelerdeki hızlanma; emperyalist ülkelerin kendilerinde ve bağımlı geri ülkelerde yaşanan olaylar; emperyalist kapitalizmin büyüklerinin dünya pazarlarına yönelik kapışmaları; proletarya ve halkların sömürü ve baskıya karşı giderek ivme kazanan protesto ve mücadeleleri; hemen bütün ileri kapitalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde görülen üretim daralması; işsizlik, enflasyon artışı ve sosyal hakların gaspına yönelik yeni saldırılar vb. vb. bütün bunlar, kapitalist emperyalizmin bunalımının yeni bir döneminde bulunduğunu gösteren olgulardır. Burjuvazinin, tüm iddialara karşın siyasal şiddete daha fazla sarılmasının ve militarizmi geliştirmesinin, değişik türden yeni ve daha modern silahlar geliştirme ihtiyacı duymasının nedenleri de burada yatmaktadır. Hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde üretim daralması ve stok birikimi sorunu yaşanmakta; örnek ülkeler olarak gösterilen Almanya ve Japonya başta olmak üzere, tekeller bir yandan aşın üretim nedeniyle yeni arayışlara yönelirken, öte yandan üretimi kısarak on binlerce işçiyi kapı dışarı ederek krizi atlatmaya çalışmaktadırlar. Aynı kapsamda sosyal hakların kısıtlanması, tarım alanında sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirme ve yüksek zamlarla emekçilerin karşısına çıkan tekeller, yüz milyonlarca insanı yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm etmektedirler. Krizin şiddeti, emperyalist saldırganlığı da artırmaktadır. Emperyalistler bir yandan, “ulusal” gelirlerinin önemli bir bölümünü silahlanmaya ayırırlarken, öte yandan geri ülkeleri de kapsayan uluslararası ekonomik ve askeri organizasyonlara gitmektedirler. Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (Örgütü), NAFTA, GATT, ASEAN gibi oluşumlar, bu doğrultuda atılan adımları ifade ediyorlar. İç çelişkileri ve eşitsiz gelişme yasası sonucu güce bağlı talep değişikliklerinin oluşturduğu zorluklar nedeniyle, gerçekleşmeleri güçlükler içeren bu tür oluşumlar (Avrupa Birliği, NAFTA vb. gibi), tekelci sermayenin, işçi sınıfı ve emekçi halkları, ücretli kölelik ve siyasi boyunduruk altında tutma amaçlı ataklarıdır. Kuşkusuz bu gelişmeler düz bir rota izlemiyor. Örneğin, Avrupa Ekonomik Topluluğu ya da “Avrupa Birliği” için, Avrupalı kapitalistlerin yüz yıla yakın bir çabaları söz konusudur. Ne ki, tüm çabalara karşın, üye ülkelerin yakınlaşması ve “iktisadi uyum”unu, üye devletlerarasında gümrük tarifelerinin ve kontenjanların kaldırılmasını, üye olmayan ülkelere karşı ortak politika izlenmesini ve hizmetlerin, sermayenin ve işçilerin serbest dolaşımını içeren ve 25 Mart 1957’de imzalanarak, 1958’de yürürlüğe giren Roma Anlaşması’yla kurulan AET, o günden bu yana artan çabalara karşın henüz belirlenen hedeflere ulaşmaktan uzaktır. Bu tür “birlik”lerin, “birliğin” en güçlü devletleri tarafından, etkinliğin bir aracına dönüştürülmek istendikleri, daha fazla sömürüyü ve proletarya ve halkların boyunduruk altına alınmasını amaçladıkları bilinen bir gerçektir. Son dönemde gerçekleştirilen ve ABD’ye Kuzey Amerika’da büyük ekonomik avantajlar sağlayan NAFTA da böyle bir organizasyondur. Emekçi yığınlar üzerindeki ekonomik yükü artıran bu anlaşmayla, Meksika’da 1.85 dolar olan ortalama saat ücreti sayesinde ABD tekelleri, Meksika’da ucuz işgücünü sömürme olanağı buldular. Bu aynı zamanda “Yeni Düzen” politikasının ağababası ABD emperyalizminin, dünya pazarlarını ele geçirme mücadelesinde İkinci Dünya Savaşı sonundan başlayarak sürdürdüğü müdahale ve ele geçirme politikasının yeni bir adımıdır da. İkinci Savaş öncesinde “Büyük Ekonomik Bunalım”ın pençesinde olan ABD, İkinci Savaş’tan bir “dünya gücü” olarak çıktı ve paylaşım savaşının galibi olarak hegemonya mücadelesinin baş aktörü haline geldi. O, artık dünya sahnesinin yeni büyük gücü olarak, dünyayı “düzene sokma”ya başlamıştı. Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde etki alanını genişleten ABD, kendi kontrolünde ve SSCB’ye karşı emperyalist askeri bir blok olan NATO’yu oluşturduktan sonra saldırgan ve hegemonyacı politikasını daha etkili bir tarzda sürdürdü.
Bunalım öğeleri hep var oldu ve birikti. ’60-70’li yıllarda emperyalist burjuvazi bunalımın yükünü içte işçi sınıfına, dışta geri halklara yıkmak amacıyla daha fazla şiddete başvurmaya yöneldi. ’80’li yıllarda ABD’nin bunalımı devam etti. ’82’de işsizlik % 12’ye çıkmıştı. ABD’nin ’30’larda yaşanan büyük ekonomik bunalımdan sonraki en bunalımlı dönemi yaşadığı açıklandı. Bütçe açığı 117 milyar dolara çıkmıştı ve 33 milyon ABD’li yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 1989’da ABD, Birinci Dünya Savaşı’nın başından bu yana, ilk kez “borçlu ülke” durumuna düşmüştü. ’90’lı yıllarda ekonomik bunalım, tüm ileri kapitalist ülkeleri etkileyen bir özellik kazandı. Sanayi üretimi düşerken, yatırımlar azaldı. İşsizlik ve enflasyon yüzdeleri yükseldi. Avrupa’da ’93 yılı içinde 200 bin küçük işyeri iflasa sürüklendi. ABD’de bütçe açığı ’92’de 400 milyar dolara, iç borçlar GSMH’nin % 40’na çıktı. Sanayi üretimi 1990-93 arası Almanya’da % 6,4, İtalya’da % 1,4, Fransa’da % 3,3, Japonya’da 9,11 geriledi. ’94 Ocak ayı itibariyle işsizlik Almanya’da % 7,6, İtalya ve Fransa’da % 11,2, ABD’de % 6,7, İngiltere’de % 10,3 ve Japonya’da % 2,9 artış gösterdi. Emperyalist Rusya’da ’90-93 arası sanayi % 46, hafif sanayi % 50 gerilerken, yatırımlar % 56 azaldı ve halkın satın alma gücü bir yılda % 86 düşerken, enflasyon % 2000’lere çıktı.
Ekonomik krizin derinleşmesi, AT içinde, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, topluluk üyesi ülkeler arasında, dış politika, ekonomi ve para politikaları konularında sürtüşmelere yol açıyor; Almanya’nın Doğu Avrupa politikası Fransa’yı rahatsız ediyor; onun yüksek faiz politikası Avrupa para sistemini çıkmaza sokuyor ve bütün bu gelişmelerden en fazla Almanya yararlanıyorken, kaçınılmaz olarak topluluk üyesi ülkeler arasındaki çelişkiler artıyor. Topluluğun etkili üyelerini birbirlerine karşı atak yapmaya yönelten bir diğer olay da GATT anlaşmasıdır. Almanya, dünya ticaretinin liberalleşmesine yol açacağı ileri sürülen “serbest ticaret” anlaşmasının bir an önce imzalanmasını isterken, özellikle Fransa işi ağırdan almaya çalışıyor.
Kuşkusuz bütün bunları belirleyen, emperyalist tekellerin ekonomik çıkarlarıdır ve kriz etkenleri, bu çıkar çatışmasının daha keskin tarzda yürütülmesini dayatmaktadır. Emperyalist ekonominin “ulusal” birimlerinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. ’90’lı yıllar, son elli yılın en ciddi ve en etkili krizine sahne olurken, burjuva iktisatçıları ve tekellerin sözcüleri bu bunalımın, 1929 dünya kapitalist krizinden sonraki en büyük kriz olduğunu -bunun bir yanı kuşkusuz proletarya ve emekçilere yönelen saldırıları haklı gösterme ve emekçilerin boyun eğmelerini sağlama amacına yönelik- fikir birliği içinde kabul etmiş bulunuyorlar. Görülen şey; etkili her gücün ötekileri kullanarak ve gerektiğinde onlarla çatışarak, çıkarlarını korumaya, etkinliğini artırmaya, geri halkları kendine bağlamaya çalıştığıdır. “Bloklar-arası” ve “blok” üyeleri arası rekabet, her bir emperyalist gücün ötekine karşı hegemonya alanlarını ele geçirme kavgası, tekeller arası çelişkileri keskinleştirdiği gibi, tekellerin halklara ve uluslararası proletaryaya karşı saldırılarını da artırıyor; yanı sıra, emperyalizme ve burjuvaziye karşı halkların ve işçi sınıfının öfkesinin büyümesine de yol açıyor.

KRİZ VE EMPERYALİST SİYASAL TEHDİT
ABD emperyalizmi, İkinci Savaş’tan sonra, dünyanın tüm gerici faşist rejimlerinin baş destekçisi ve ana dayanağı oldu. Franko faşizminin en büyük destekçisi, Amerikan ve İngiliz emperyalizmiydi. Şili, İran, Türkiye, Portekiz, Filipinler vb. faşist diktatörlüklerin iş başında olduğu ülkeleri, ABD, askeri ve ekonomik egemenliğinin birer parçası olarak değerlendirdi ve halkların faşizme karşı mücadelesini dolaylı ve doğrudan müdahalelerle karşıladı. Şili’de, Allende’yi alaşağı eden faşist Pinochet diktatörlüğü, CIA organizasyonuyla ve Pentagon’un doğrudan müdahalesiyle gerçekleştirildi. ABD, “barış ve demokrasi” demagojisiyle Noriega’nın, Salazar’ın, Markos’un, Rıza Pehlevi’nin ve Türkiye faşizminin arkasında durarak halklara kan kusturdu. 1950’de Kore’ye asker çıkaran ABD, Kore halkının kaderine silah gücüyle egemen olmaya soyundu. Çin devrimiyle birlikte, Amerikancı Çan Kay Şek’in yenilgiye uğramasıyla güçlü bir şamar yiyen ABD, bunun acısını Kore’de, Vietnam ve Kamboçya’da çıkarmaya çalıştı. Kennedy’nin 46 ülkeye gönderdiği 10 bin “barış gönüllüsü”, Amerikan misyonerliği görevini yerine getirdiler. ABD, 1961’de Küba halkının şahsında, Latin Amerika halklarının başkaldırısını kana boğmak amacıyla “Domuzlar Körfezi” çıkarmasına girişti, ancak yenilgiye uğratıldı.
ABD, 1954’ten itibaren Vietnam’a müdahaleye başlamıştı ve kendini Güney Vietnam’ın “koruyucusu” görüyordu. 196l’de Güney Vietnam’da, devrimci hareketin rejimi tehdit eder düzeyde gelişmesi üzerine, ABD 15 bin “danışman” ve bol mühimmat göndererek doğrudan müdahaleye geçti. Amerikan bombaları Vietnam’a yağmaya başladı. Savaşın devam etmesi ve Vietnam halkının kahramanca direnişi üzerine, 1965’te Amerikan kara birlikleri Vietnam’a girdiler. 1965 başlarında 550 bin ABD askeri Vietnam’daydı. 100 milyar dolar harcayan ABD, buna rağmen Vietnam halkına boyun eğdiremedi. 10 binlerce ABD askeri savaşta, daha doğru bir deyişle işgali sürdürmek isterken can verdi. 1973-74’te ABD, Vietnam halkının kahramanca direnişi sonucu, geri çekildi. Bu arada Kamboçya’yı işgale de girişmişti. (1970)
ABD, faşist Şah diktatörlüğünün, İran halkının ayaklanmasıyla yıkılması üzerine, Ortadoğu’da yeni bir gerici kuşak oluşturma çabalarını yoğunlaştırdı. Sosyalizmin tasfiyesiyle iktidarı ele geçiren yeni Rus burjuvazisinin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin, Ortadoğu ve Doğu Avrupa üzerindeki etkisini kırmak ve onun egemenlik sahasına sızmak için kıyasıya bir mücadeleyi “soğuk savaş” adı altında yürütürken, aynı ittifakın içinde yer alan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın gücünden de yararlandı. ABD, İsrail Siyonizm’ini arkalayarak Filistin halkını “vatansızlığa” mahkûm etti ve Suudi gericiliğine, Mısır ve Ürdün rejimine, Türkiye faşizmine dayanarak Sovyetler Birliği’ni kuşatmaya ve onun etkisini kırmaya çalıştı. O, ayrıca Latin Amerika’dan Avrupa’ya, dünyanın hemen her yanında mali, ekonomik ve askeri gücünü seferber etti ve ’80’in başlarına kadar batılı müttefiklerinin ciddi sayılabilecek itirazlarıyla karşılaşmaksızın, tek süper rakip SSCB’yle her alanda karşı karşıya geldi.
SSCB’nin, sosyalizmin son biçimsel kalıntılarını da tasfiye ederek dağılması üzerine, ABD, eski Sovyet pazarına yönelik askeri, siyasi stratejisinde yeni hamlelere yönelirken, “Batı İttifakı” içindeki Almanya, Fransa gibi ülkelerin, kendi adlarına hareket etme ve güçleri oranında olanaklardan yararlanma çabaları da yoğunlaşmaya başladı.
Almanya, Balkanlar’da ulusal boğazlaşmaları kışkırtarak ve Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynayarak ABD’ye “ben de varım” mesajı verirken, Doğu Almanya’yı yutmasının da avantajıyla, Doğu Avrupa üzerindeki etkisini olduğu gibi, Ortadoğu’da daha faal rol oynama, Kürt sorununda taraf olma çabalarını da artırdı.
ABD, emperyalist batı ittifakının baş patronu olarak uyguladığı dünya politikasında, revizyonist Sovyet yönetimine ve Sovyetler Birliği’nin uluslararası etkisine karşı güçlü konumda bulunmak için mali, diplomatik ve askeri araçları kullanmaya önem verdi. Uzakdoğu’da büyük tüketici pazara girme, çelişkilerden yararlanma ve tehlikeyi önleme amacıyla Çin ile ilişkileri geliştirme yolunu tuttu. Çinli yöneticiler, uygulaya geldikleri burjuva oportünist politikayla, ABD emperyalizminin elebaşlarına “yolun açık tutulduğu” mesajını iletmişlerdi. Nixon, 1972’de “ortak sorunlar”ı görüşmek üzere Pekin’e gitti ve Çin yöneticilerinin ateşli iltifatlarıyla ve abartılı övgüleriyle karşılandı. Mao ve Çinli revizyonistler, emperyalizmle uzlaşma çizgilerinin sonucu olarak, ABD planlarını “anlayışla” karşıladılar ve sonuçta diplomatik ilişkiler yeniden kuruldu.
ABD, bugün, olanca gücüyle, politik ve askeri baskıyla rekabet mücadelesini sürdürüyor ve ikide bir Latin Amerika ve Ortadoğu’daki çeşitli ülkelere saldırmaktan geri durmuyor. O, günümüzde de askeri, politik ve ekonomik bakımdan dünyanın en büyük güçlerinin arasında geliyor ve dünya halklarının, uluslararası proletaryanın en azgın düşmanlarından başlıcasını oluşturuyor.
Rusya ise, gücü oranında eski etkinlik sahasına batılı emperyalistleri yaklaştırmamaya çalışıyor. Yeltsin, batılı emperyalistleri “kendi sahası”na girmemeleri için uyarırken, Jirinovski, daha da ileri giderek, Rus askerlerinin “Hint Okyanusu’nun sıcak sularında çizmelerini yıkamaları”ndan söz etmektedir. Yeltsin, AGİK’in (AGİÖ) Budapeşte’deki toplantısında, batılı emperyalistlerin NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerini kapsayacak biçimde genişletilmesi planına açıkça karşı çıktı ve bu konuda taviz vermeyeceklerini açıklayarak, eski etkinlik alanları üzerinde “hak sahibi olduklarını” anımsattı. Bosna-Hersek’te Batılıların yanında yer alma görünümü ardında kendi genişleme politikası doğrultusunda tutum aldı ve Sırpları destekledi. Ortadoğu’da Suriye ve Irak’la ilişkileri yeniden düzeltme yolunda adımlar atarak, ABD’nin bölgedeki hâkimiyetine sınır çekmeye çalışıyor ve Çeçenistan’a yönelttiği saldırı ile “arka bahçesini düzene sokmaya çalışıyor.
ABD, Almanya, Japonya ve Rusya, silahlanmaya bütçelerinden büyük paylar ayırmaya devam ediyorlar. Silahlanma harcamaları, hemen tüm kapitalist ülkelerin bütçelerinin ve GSMH’lerinin önemli bir bölümünü kapsıyor. Başlıca emperyalist ülkeler, izledikleri dünya hâkimiyeti politikasında, bazen doğrudan işgallerle, bazen de geri ülkeleri birbirleriyle vuruşturarak silahlanmayı körüklüyor ve silah tekellerinin büyük kârlar sağlamalarına olanak yaratıyorlar. Silahlanmada gerileme olduğu yönündeki kampanyaya karşın, silah tekelleri onlarca milyar dolarlık satış yapmaktadırlar. Sürekli silahlanma, her bir ülkenin bir diğerini gerekçe gösterip yeni silah siparişlerine, ya da yeni tür silahların geliştirilmesine yol açmaktadır. Körfez Savaşı sonrasında bölge ülkeleri, 30 milyar dolarlık silah siparişi verdiler. Emperyalist ülkeler yeni modern silahlar (nükleer, biyolojik ve kimyasal) geliştiriyorlar. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin, en büyük silah ihracatçısı ülkelerdir. Bu ülkeler, Uzakdoğu’ya, Ortadoğu’ya, Balkanlar’a, Latin Amerika ülkelerine ve Afrika’ya satış yapmaktadırlar. Bir İsveç Araştırma Kurumu, 1992’de silah satışından ABD’nin 8.4, Rusya’nın 3, İngiltere’nin 7.2, Fransa’nın 7.1 milyar dolar kazandığını ortaya koydu. 1989 yılında dünya silah ticaretinin % 34’ü ABD tarafından yürütülüyordu. ABD, son altı yılda yalnızca Türkiye’ye 6.7 milyar dolarlık silah sattı. Gene ABD’nin kontrolünde İsrail-Türkiye ortak silah üretimi projesi hazırlandı. Almanya ve Fransa, nükleer güç odakları arasındaki yerlerini aldılar. Almanya, yalnızca ’93 yılı için 59 milyar marklık “savunma” payı ayırdı. Çin’de silahlanma harcamaları ’94 yılında % 34 oranında artırıldı. Rusya konvansiyonel silah indirimine gitmeyeceğini ve AKKA’yı tek taraflı geçersiz saydığını ilan ederken, Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, silahlanmaya hız vereceklerini açıklayarak bu doğrultuda pratik adımlar atmaya başladılar. Japonya, Eylül ’93’te 90 bin askeri personel, 120 savaş gemisi ve 760 uçakla “Entegrasyon Tatbikatı” adlı bir güç gösterisi yaptı. Almanya ve Fransa, ortak asker sayısını 50 bine çıkarma kararı aldı. NATO bünyesinde, özellikle ABD ve Alman çıkarları -kimi zaman açıktan dile getirildiği gibi- karşı karşıya geliyor ve onların her biri öteki ülkeleri de yanlarına alarak dünyanın diğer bölgelerine yönelik politikalarda hamle yapmaya çalışıyorlar. Almanya ve Japonya “Güvenlik Konseyi”ne katılarak askeri-politik etkilerini artırmayı hedeflemektedirler. Pentagon’un (1994-99) “Güvenlik Programı”nda, Avrupa ülkeleri (başta Almanya), güvenlik örgütlerinin gelişimine set çekmek ve Japonya’nın Doğu Asya’da etkili olmasını engelleme hedefi özel bir önem verilmektedir. Japonya’nın girişimiyle oluşturulan Güneydoğu Asya Milletler Birliği (ASEAN) ve Japonya’nın bu bölge ülkeleriyle geliştirmek istediği ilişkiler, ABD’yi oldukça rahatsız ediyor. Yine Almanya, AET içinde de başa güreşiyor ve AT’nin gücünden, ABD ile rekabette yararlanmayı arzuluyor; yanı sıra, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO bünyesine alınmasını, bu ülkelerin potansiyelinden en iyi kendisinin yararlanacağı hesabıyla, diğer ülkelerden daha fazla istiyor.

KRİZ VE GERİ ÜLKELERE YÖNELİK EMPERYALİST POLİTİKA
Belli başlı emperyalist ülkelerde yaşanan ekonomik bunalım, emperyalist burjuvazinin geri kalmış ülkelere yönelik politikalarını belirleyen etkenlerin başında geliyor. Bugün emperyalizmin, geri ve bağımlı ülkeler politikasında geçmişe göre, esasa ilişkin herhangi bir değişim söz konusu değildir. Geri kalmış ülkelerin, bağımlı ve ezilen hakların egemenlik altında tutulması, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve denetlenmesi ve rakiplerle mücadelede “uyruk”ların gücünden yararlanılması bu politikanın ana unsurudur.
Bu politika, her zaman olduğu gibi “barış, demokasi ve huzur” demagojisiyle yürütülmekte; krizin yükünün geri ülkeler halklarına yıkılması için çeşitli entrikalara başvurulmakta, “işbirliği anlaşmaları” yoluyla, o da olmazsa “koruyucu” maskesi altında işgallere girişilmekte; sermaye, uzman, diplomat ve asker ihracı yoluyla emperyalist egemenlik sağlama alınmaya çalışılmaktadır. Bir diğer biçim, tekellerin bu ülkelerdeki ekonomik faaliyetlerini daha çok rant geliri elde edecek tarzda örgütlemeleridir. Bazıları da, tekelin faaliyet yürüttüğü “işkolları”ndan bir kısmını geri ülkelere kaydırarak ucuz işgücünden, tüketici potansiyelinden daha etkin biçimde yararlanmanın yollarını aramaktadırlar.
Emperyalist ülkeler, uluslararası işçi sınıfına ve ezilen halklara karşı ortak tutum ve politikalar geliştirirlerken, çıkar çatışmaları nedeniyle birbirleriyle çelişmekte, çatışmaktadırlar. Onlar, özellikle en büyükleri, çeşitli emperyalist kuruluşlar bünyesinde bir araya gelmekte, pazarlıklar yapmakta ve geri ülkelere ve ezilen halklara karşı ortak politikalar saptamaktadırlar. Bu tür toplantılardan biri, Temmuz 1993’te Tokyo’da gerçekleşti. “Dünya Ekonomik Zirvesi” olarak lanse edilen “7 Büyüklerin Toplantısı”na ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya katıldı. ABD, bu toplantıya dünya jandarması olarak yön verdi. Toplantıda Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Suriye gibi ülkeler, cezalandırılması gereken “terörist” ülkeler olarak ilan edildiler. Irak ve Libya üzerindeki baskının artırılması, yanı sıra İsrail’in Ortadoğu’da Filistin ve Arap halkına karşı saldırı politikasının desteklenmesi kararı alındı. Yine, işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılmasının ifadesi olarak sübvansiyonların kaldırılması, sağlık ve diğer sosyal harcamalarda kısıntıya gidilmesi ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının geri ve bağımlı ülkeler için belirlediği “istikrar” politikasının sürdürülmesi karara bağlandı. ’94 Kasımı’nda Budapeşte’de gerçekleştirilen AGİK (Ö)’nün gündemi de farklı olmadı. Farklılık, Rusya’nın da toplantıya katılması ve kendini dayatmasıydı.
Emperyalist ülkelerin geri ülkelere yaklaşımını belirleyen temel etken, bu ülkelerin kaynaklarının elde tutulması ve sömürülmesidir. Bu amaçla, ekonomik işgali ve sömürüyü desteklemek ve garanti etmek üzere, askeri eylemlere başvurmak da dâhil, her yöntem denenmektedir. Derinleşen ekonomik bunalıma bağlı olarak emperyalist tekellerin rekabeti de kızıştı. Doğu Avrupa ve Rusya’da meydana gelen gelişmeler, batı ülkeleri sermayesinin buralara yönelik faaliyetini artırdı. Örneğin; AEG, SIEMENS gibi Alman tekelleri, ucuz işgücü sömürüsünün daha olanaklı olduğu Doğu Avrupa pazarına yerleşmek üzere hazırlıklara giriştiler.
“Birleşmiş Milletler Örgütü”nün açıklamalarına göre, 160 milyon insanın açlık sınırında yaşadığı, Çin ve Çin pazarı ise, başta ABD ve Japonya olmak üzere, Almanya’nın da aralarında yer aldığı batılı emperyalistlerin iştahla baktıkları, dal fazla pay kapmak için birbirleriyle “yar tıkları” bir alanı oluşturuyor. Bu geniş pazarda özellikle çok büyük bir ucuz iş gücü ve tüketici potansiyelinin varlığı ABD, Alman ve Japon tekellerini harekete geçiriyor. Japonya’nın benzer girişimleri ve Fransa’nın Ortadoğu’ya yönelik adımları da aynı politikanın unsurlarıdır. ABD ve Japonya, Çin’i, Avrupa ülkelerine ve Rusya’ya karşı bir tehdit unsuru olarak değerlendirmek üzere etki altına almaya çalışıyor. Alman otomobil tekeli Volkswagen 100 bin arabayla Çin’deki pazarını genişletme çabasında. Siemens yönetimindeki 3 bir konsorsiyum, 636 milyon marka mal olacak bir metro ihalesi almış durumda, 1992’de Japonya, ABD, Hong-Kong, Tayvan, Almanya, Rusya, Güney Kore ve Singapur’un Çin’e yaptıkları ihracat toplamı 61 milyar dolara ulaştı.
Çin’e yapılan sermaye ihracı sonucu, ülke ekonomisinin önemli bir bölümü, yabancı emperyalist sermayenin eline geçmiş durumda. ABD emperyalizmi “Cola” ile, “Çin”i “fethetme”yi başardı. Ancak Çin de Doğu Asya’da önemli bir güç olarak, gelecekteki emperyalistler-arası yeniden bölüşüm kavgalarına hazırlanıyor. Hızla silahlanan ve yeni bloklaşma hareketinde kendine yer arayan Çin’in kendisi de Japonya ve Rusya’ya karşı, bölgede rekabet mücadelesi içindedir. Çin, 1980’de dünya ticaret sıralamasında 31. sıradayken, ’92’de 11. sıraya çıktı. Dünya tahıl üretiminde başa güreşiyor, dünya ticaretinin % 3’ünü elinde tutuyor ve GATT’a girmek için hu yük bir çaba gösteriyor.
“Dünya ekonomisinde görülen gerileme ve yaşanan bunalımın, emperyalistleri yeni arayışlara yöneltmesi çerçevesinde Alman tekelleri, yalnızca Doğu Avrupa ülkelerine değil, Filipinler ve Meksika gibi ülkeler dâhil, mümkün olan her tarafa uzanmaya çalışmaktadırlar. AEG fabrikalarını Filipinler, Meksika ve Çin gibi ucuz işgücünün bol olduğu alanlara taşımaya hazırlanırken, Ford yöneticileri Polonya’yı düşündüklerini açıkladılar.
“Küçük” İsviçre, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan itibaren “tarafsızlığı”nı ilan ederek elde ettiği çeşitli avantajları kullanıyor. Daha önce askeri harcamalara fazla para ayırmayan İsviçre, şimdi, savaş uçaklarına, gelişmiş kara tanklarına ve anti-tank füzelerine büyük miktarlar ödeyerek yeni durumda “güçlü olmaya” ve AT’ye girmeye çalışıyor. İsviçre’nin geri ülkelerde küçümsenemez mali ilişkileri var ve tüm ülkelerden rantiye kara paranın aktığı bir yer olarak büyük kârlar sağlıyor.
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası büyük tekellerin, ezilen ve bağımlı ülkelerle ilişkilerinde, ikinci gruptakileri her yönden kuşatan bir ilişki biçimi sürmektedir. Emperyalistler, ucuz işgücü ve hammadde depoları olan geri ülkelerde, yüksek getiriyi yıllara yayan ve işçi hakları vb. sorunları da bulunan sanayiye yatırım yapma yerine, daha çok kısa vadeli rant geliri sağlayan yöntemlere başvurmaktadırlar. Birinci, İkinci Savaş dönemleri ve sonrasında, örneğin, demiryolları gibi altyapı yatırımlarına yönelen ve ek anlaşmalarla çok yönlü imtiyazlar elde eden mali sermaye, günümüzde de kısmi yatırımlara yönelmekle birlikte, doğrudan yatırım yerine daha çok spekülatörlüğe yönelmektedir. Bir tek örnek olarak Meksika’yı alırsak, ABD’nin 1994’te Meksika’ya ihraç ettiği 8 milyar doların yalnızca 1.25 milyar doları yatırımlara ve geri kalanı spekülatif faaliyet alanına yönelmiştir. Emperyalist ülkelerin geri ülkelerle ilişkilerinde bir diğer yöntem, eşitsiz ticari anlaşmalar sonucu, hammaddelerin ucuza kapatılması, kota uygulamalarıyla ve ekonomik ambargolarla bu ülkelerin ekonomilerini çökertme olanağını ele geçirmiş olmaları ve bunu gerekli gördüklerinde uygulamalarıdır.
Dünyanın hemen tüm geri kalmış ülkeleri, emperyalistlerin ağır mali ve ekonomik sömürüsü altındadır. Arjantin, Portekiz, Şili, Ortadoğu ülkeleri, Türkiye, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika ülkeleri ve diğerlerinden yüzlerce milyar dolar tutarında kaynak, emperyalistler tarafından transfer edilmektedir. Türkiye’nin dış borç miktarı (1994’te), 64 milyar dolardır. ’91 yılı itibariyle Afrika ülkelerinin 235.4, Asya ülkelerinin 397.7, Ortadoğu ülkelerinin 232.1, Doğu Avrupa ülkelerinin 104.8 milyar dolar dış borcu bulunmaktadır ve bu borçlar yıldan yıla artmaktadır.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları, bağımlı ve geri ülkelerin “ekonomik denetçileri” rolünü üstlenmişlerdir. Özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi dayatmalar, bu kuruluşlar tarafından planlanıp uygulatılmaktadır. Emperyalist tekeller, özelleştirme kapsamında, geri ülkelerde, çeşitli devlet işletmelerini (bizde Kamu İktisadi Teşekkülleri -KİT) satın almakta ya da ortak olmaktadırlar. Bu işlem bile, tek başına özelleştirme uygulamasının esas olarak emperyalist tekellerin ekonomik denetimini artırdığını gösterir.
Türkiye, Arjantin ve Meksika’da özelleştirme kapsamında çeşitli işletmeler, ABD, Fransız ve Alman tekelleri tarafından satın alındı bile.
Emperyalist “zirve”lerde salt ekonomik kararlar alınmıyor kuşkusuz. “7 Büyüklerin Zirvesinde Balkanlardan Ortadoğu’ya, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa ve Kafkasya’ya kadar dünya coğrafyası “masaya yatırıldı”. ‘”Yeni Dünya Düzeni” üzerine sürdürülen kampanyanın başarısız sonuçları tartışılırken, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya üzerinde özel olarak duruldu. Küba’dan Afganistan’a, Somali’den Filistin’e, Nikaragua’dan Kürdistan’a, tüm sömürü alanlarına ilişkin politik askeri stratejiler belirlendi.
Ekonomik gücü, Çin’in 2,6, Rusya’nın 6,3 katı olan ABD, askeri açıdan da dünya emperyalizminin jandarmalığını üstelenmiş durumda ve kıtalar ve ülkeler arası alanlarda, hava ve deniz filolarıyla hegemonyasını sürdürmeye çalışmaktadır. Onun Latin Amerika’da, Ortadoğu ve Afrika’da, Avrupa ve Kafkasya’da politikasına yön veren dünya egemenliği mücadelesinde aslan payını elde tutma isteğidir. Bunun için, “çıkar alanı” ilan ettiği her kara ve deniz parçasını, rakip emperyalistlere ve köleleştirdiği halklara karşı kullanmak üzere, bir olanak olarak elde tutmak istemektedir. ABD’nin Ortadoğu’da Suudi gericiliğine, Mısır ve Ürdün’e, Körfez’deki Emirlik’lere ve İsrail Siyonizm’ine yaklaşımı bu doğrultudadır. Nikaragua ve Salvador’da karşı-devrimci kontraların CIA tarafından eğitilip-silahlandırılması; Somali’nin işgal edilmesi; Filistin’in boyun eğmeye zorlanması; Kürtlerin “kurtarılması!”; bunların tümü aynı politikanın yansımasıdır.
Emperyalizmin “liberal” politik taktikleri, ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelelerini etkisizleştirmeye hizmet etmektedir. Başta ABD olmak üzere, emperyalistler, “Yeni Dünya Düzeni” palavraları eşliğinde ulusal kurtuluş mücadelelerini etkisizleştirmeye ve yeni sömürgeci yapıyı ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. ABD’nin “pişirdiği” İsrail-Filistin anlaşması, bu politikanın ürünüdür. Anlaşmanın Filistin halkına kazandırdığı herhangi gerçek bir özgürlük söz konusu değildir. “Siyasal çözüm” adı verilen yöntemle başta Filistin halkı olmak üzere, ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların, kölelik sisteminin içinde tutulması sağlama alınmak isteniyor. İsrail-Filistin anlaşması, Filistinlilere, daha doğru bir deyişle FKÖ’ye, Gazze ve Eriha bölgesinde İsrail polisinden devralarak sürdüreceği güvenlik işinin, İsrail hesabına üstlenilmesinden başka bir sonuç doğurmamasına karşın, bu, bir model olarak diğer ezilen halklara, örneğin Kürt halkına sunulmaya çalışılıyor. ABD, İsrail-Filistin, İsrail-Ürdün anlaşmalarını bölgede etkinliğini artırmanın aracı olarak kullanmak istiyor, Suriye’yi anlaşmaya zorluyor.
Geri ve bağımlı ülkelere emperyalist müdahalenin en yeni örneklerinden ikisi, Somali ve Haiti’de gerçekleşti. Başını, ABD’nin çektiği, Batılı emperyalist devletler ve onlarla “aynı ideallere sahip” bazı uydu ülkelerin gerici yönetimleri, sözde insani yardım amaçlı bir “Umut Operasyonu” gerçekleştirdiler. ABD’nin organize ettiği Somali işgalinin gerçek hedefinin, Hint Okyanusu’yla Avrupa’yı bağlayan, en kısa ticaret yolunun hegemonya altında tutulması olduğu, kısa zamanda açığa çıktı. Somali halkının köle olarak ve sefalet içinde tutulması, emperyalistlerin asıl amaçlarıyla kesin bir uyum içindeydi. Somali’de siyasal bozguna uğrayan ABD, Haiti’ye “demokrasiyi yeniden kurma” demagojisiyle asker çıkarma ve işbirlikçilerinden birini (askeri cunta şefi Cedras) devirip yerine bir diğerini (papaz Aristide), getirmekten geri kalmadı.
Balkanlarda ve Kafkasya’da süren ve halklara hiçbir yararı olmayan ulusal boğazlaşmalar, emperyalistlerin kışkırttığı ve sürmesinde rol oynadıkları çatışmalardır, ABD ve Almanya başta olmak üzere emperyalistler, bu çatışmalarda, doğrudan veya dolaylı rol oynamakta, taraflara silah satarak ve bazen birini bazen ötekini arkalayarak savaşların uzamasını sağlamaktadırlar. Silah satışlarından ve çatışmaların sona erdiği koşullarda da çatışan tarafların tahrip olmuş ekonomilerinin sözde yeniden yapılandırılması, “canlandırılması” çalışmalarında yer alarak, kazanan taraf olmaktadırlar. Kafkasya’da ve Yugoslavya’da onlarca yıl bir arada bulunanların, Azeri-Ermeni, Sırp-Hırvat ve Sırp-Boşnak çatışmalarını başlatmalarında batılı emperyalistler açıktan rol oynadılar. (ABD başta olmak üzere emperyalistler, daha önce de 10 yıl devam eden Irak-İran savaşını kışkırtarak, silah tekellerinin, her iki ülkeye de silah satışını ve iki ülke ekonomisinin tahrip olmasını sağladılar.)
Bir diğer örnek, ABD’nin başını çektiği koalisyon ordularının Irak’a yaptığı saldırıdır. Saddam yönetiminin Kuveyt’i işgali bahanesiyle emperyalistler, Irak halkının üzerine iki aya yakın bir süre bomba yağdırdılar. Kuveyt’i “kurtarma” maskesi altında, Ortadoğu ve Körfez bölgesinin denetimini daha sıkı biçimde sağlayabilmek ve emperyalist yaptırımları engelsiz uygulamak için, efendilerine kafa tutmaya çalışan Saddam’ın cezalandırılması adına Irak halkına ve onunla birlikte bölge halklarına kan ve gözyaşıyla gözdağı verildi. ABD, Ortadoğu üzerindeki denetimini pekiştirme yolunda yeni adımlar attı ve kuşku götürmez biçimde bölge üzerindeki hegemonyasını artırdı.
Irak’ı işgal eden ABD komutasındaki emperyalist ordular, Irak ve Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesini de, emperyalizmin Ortadoğu planı çerçevesinde daha sıkı bir denetime aldılar. ABD, Kuveyt’i “kurtardıktan” sonra, Kürtleri “koruma”ya soyundu ve Kürt sorununu, Irak işgalini sürdürmenin dayanağı haline getirdi. Bölgeye “Çekiç Güç” adıyla bir işgal birliği yerleştirdi. Bugün, Irak’ı, bir eyaleti gibi yönetmeye çalışan ABD, Irak Kürt gericiliğini yedeğine almış olarak, Kürt ulusal mücadelesini, emperyalist çıkarla bağlayarak Kürdistan’ın kölelik statüsünü sürdürmeye çalışmaktadır.
Emperyalizm; Ortadoğu’nun, toprakları işgal altında tutulan iki halkının, Filistin ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini sistemin kanalları içinde boğmak amacıyla iş-birlikçiliği geliştirmeye, reformizmi bu halkların mücadelesinde etkin kılmaya, özgürlük mücadelesinin işçi-köylü sınıf temeli üzerinde gerçek kurtuluşa götürecek bir halk devrimine genişlemesini engellemeye çalışmaktadır. Emperyalistlerin Balkanlar, Türkiye, Ortadoğu ve Kafkasya’ya ilişkin politik-askeri stratejilerinde ezilen-bağımlı halklar, özel bir yer tutmaktadırlar. Filistin halkının, İsrail Siyonistleri tarafından sürülmesi ve katli baştan beri emperyalist desteğe dayalı olarak gerçekleşti. Türkiye gericiliğinin Kürt halkına yönelik sistemli baskı ve eritme politikası, emperyalistlerin eksiksiz desteğini gördü. Bölgenin, dünya egemenliği mücadelesinde sahip olduğu önem; zengin hammadde kaynakları ve stratejik konumu; ezilen ulus sorununun, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda “çözümü”nü, emperyalist burjuvazinin bölge politikasının ana unsurlarından biri haline getirmiştir.

KRİZ VE EMEKÇİLERE YÖNELEN SALDIRILAR
Uluslararası gelişmeler, tekelci burjuvazinin uluslararası politikada “yenilikler”e yönelmesine, aynı zamanda işçi sınıfı ve halkların olası devrimlerini engellemek amacıyla yeni taktiklerin geliştirilmesine yol açtı. İşçi sınıfının saflarında, daha proletarya bir sınıf olarak davranmaya başladığı andan itibaren başvurulan yozlaştırma ve etkisizleştirme çabası güçlendirildi. Burjuva sendikacılık, etkin bir silah olarak daha aktif biçimde kullanılmaya başlandı, sosyalizme yönelişin önünü kesmek için bir yandan baskıcı-faşist yöntemler daha fazla devreye sokulurken, öte yandan “sosyal devlet” kavramı geliştirildi, bu kapsamda sosyal güvenlik tedbirleri uygulamaya sokuldu. Sömürgecilik biçim değiştirdi. Siyasal bağımsızlık görünümü altında yeni sömürgeci politika hayata geçirildi. Bütün bunlar, kapitalizmin ömrünü uzatmaya yönelikti ve çelişkileri “yumuşatmayı” amaçlıyordu.
Ancak ’90’lı yıllarda, uluslararası emperyalizm ve mali sermaye, bu alanda da eski biçimleri değiştirdi. Maskeyi attı, “sosyal devlet” demagojisini bir kenara itti ve doğrudan saldırıya geçti. Dünya gericiliğinin anti-sosyalist mücadele kapsamında ve proletarya mücadelesini yozlaştırıp düzene bağlamada yararlanmak amacıyla uyguladığı sosyal güvenlik önlemleri, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki son gelişmelerle birlikte rafa kaldırıldı ve kazanılan haklar geri alındı. Özelleştirme, genel bir uygulama haline getirilerek kitlesel işçi kıyımına girişildi. Tüm kapitalist ülkelerde, krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçi kitlelere bindirilmesi için yoğun bir faaliyet başlatıldı. Belli başlı Avrupa ülkelerinde yalnızca bir günde 200 bin işçi işini kaybetti. Uzun süre kapitalizmin “refah toplumu örneği” olarak gösterilen Almanya’da, işçi kıyımı kapsamında Daimler Benz 40 bin, BASF/Hoechst/Bayer 25.000, Ruhkohle 12.000, İngiltere’de British Gas 20.000 Fransa’da U11- 6.000, İspanya’da Seat 4000 olmak üzere, hemen bütün tekelci kuruluşlar, bütün planlarını, atılacak binlerce işçiye göre yeniden düzenlediler. Özelleştirme, işçi atma ve sosyal hakların budanması ve gaspı, bu ülkelerin yanı sıra; Hollanda, Belçika, İspanya, İsveç, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Rusya ve Türkiye’de de gündeme getirildi. Alman çelik tekelleri, çelik sektöründe çalışan işçi sayısının 60.000’den 16.000’e düşürüleceğini açıklarken, irili ufaklı tekstil fabrika ve işletmelerinden 100.000 işçinin işini kaybetme tehlikesi ortaya çıktı. Alman tekellerinin hedefleri engelsiz gerçekleşirse, ’94 yılı sonuna kadar toplam 700.000 kişinin işini kaybetmesi gündemde.
Japon tekelleri, bunalımı işçilere yönelik baskı ve sömürüyü artırarak aşmaya çalışıyorlar. İşçi çıkarımı yoluyla maliyetlerin düşürülmesi ve verimin artırılması hedeflenirken, geri ülkelere sermaye ihracı yoluyla ucuz işgücünden yararlanma çabaları da artmış durumda. Çin’de 160 milyon civarında insanın açlık sınırında bulunduğu belirtilmektedir. Enflasyonun % 2000’lerde seyrettiği Rusya’da, 30 milyon insan işini kaybetmiş durumda. Burjuvazinin iktidarı alarak, kapitalist sistemin yasalarını acımasızca uygulamaya koymasıyla birlikte, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinin emekçileri arasında başlayan maddi ve manevi çöküntü artarak devam etmektedir. Ahlaki ve kültürel yozlaşma, çevre ülkelerde, yok pahasına çalışmayı kabullenme, eğitim, sağlık ve barınma alanındaki uygulamalar sonucu sokaklarda, metro ve banliyölerde geceleme, hastane kapılarında sürünme vb. “yeni düzen”in bu ülke halklarına verdiği şeylerdir. Emperyalizmin dünya jandarmalığına soyunan ve tüm geri ülke halklarının sömürüsünden “aslan payı”nı alan ABD’nin ekonomisi de kriz içindedir ve Clinton Hükümeti, krizin yükünü emekçilere yüklemek için kolları sıvamış bulunuyor. Hükümetin planları içinde, sosyal haklarda yapılacak kısıntılarla 240 milyar dolar tasarruf sağlamak da var. Brezilya, Bolivya, Şili, Portekiz vb. ülkelerde de açlık, sefalet ve işsizlik artmaya devam ediyor. UNICEF’in araştırmalarına göre Latin Amerika ülkelerinde yılda 1 milyon çocuk açlık ve hastalıktan ölüyor. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının, çerçevesini çizip uygulattıkları ekonomi politika, başta Türkiye olmak üzere, bağımlı ülkeleri büyük bir açmaza sokmuş durumda. Türkiye egemen sınıfları, artarak ağırlaşan krizin tüm yüklerini, işçi sınıfı ve emekçilere bindirmek için son iki yıldır hükümetler eliyle azgın bir ekonomik ve siyasi saldırı politikası uygulamaktadır. IMF’nin dayattığı; ücretlerin ve maaşların düşük tutulması, KİT’lerin satılması, yatırımların durdurulması, tarım alanındaki sübvansiyonların kaldırılması, taşeronlaştırma, işten atma ve sendikasızlaştırmayı program olarak önüne koyan hükümet, iki yıl içinde en mücadeleci işçiler başta olmak üzere, 900.000 işçiyi işten attı veya zorunlu emekliliğe şevketti. Kürt halkına boyun eğdirmek ve kölelik statüsünü sürdürmek amacıyla, askeri harcamalarını artırmaya ihtiyaç duyan Türk devleti, ’94’te 445 trilyon lira harcarken, yeni yüz trilyonların arayışı içinde, saldırılarını artırmaktadır. Sürekli “fedakârlık” çağrısı yapan Türkiye egemen sınıfları, işçi ve emekçilerden gelecek direnmeleri ise saldırı, kurşuna dizme, tutuklama, işkence, sürgün ve işten atmalarla karşılamaya ve yeni saldırı yasalarıyla muhalefetin önünü kesmeye çalışıyor.

KRİZ VE PROLETARYA VE HALKLARIN YÜKSELEN MÜCADELESİ
Emperyalist kapitalizmin derinleşen krizi, tekelci burjuvazinin, proletarya ve emekçilerin burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelesinin olanaklarının genişlemesi, yalnızca kapitalizmin tekelci aşamasının bugün vardığı yer ve sosyalizmin maddi koşullarının devasa olgunlaşması nedeniyle değil, aynı zamanda mücadelenin yeni bir gelişme evresine girmesi açısından da somut bir olgudur. Tüm ileri kapitalist ülkelerde, Batı’da ve Doğu’da gelişmeler buna işaret etmektedir. Bir kez daha olgulara başvuracağız.
Kapitalizmin “mutlu ülkesi” olmakla övünen ve Doğu Almanya’yı “özgürlük, huzur ve refah” vaatleriyle yutan Almanya’da, işten atılmalara ve gençliğe yönelen saldırılara karşı, son yılların en kapsamlı işçi eylemleri gerçekleşti. Doğu Almanya’da maden işçilerinin ocakları işgal ederek başlattıkları direnişlerin, Doğu’dan ve Batı’dan gelen on bin kişinin destek gösteriyle güçlendirilmesi; hükümetin “sosyal plan”ının on bin kişi tarafından protestosu ve 80’li yıllarda çevreci örgütlerin düzenledikleri gösterilerden sonra, son elli yılın en kitlesel gösterisinde, 80.000 kişinin Ocak ’94’te Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölüm yıldönümünde bir araya gelmesi; mücadelenin yalnızca geri ülkelerde değil, ileri ülkelerde de gelişme doğrultusu izlediğini göstermektedir. Almanya’nın yanı sıra Fransa’da da hükümetin politikası; işçi kıyımı ve işçi haklarının budanması; köylülere ve gençliğe yönelik saldırı tedbirleri; işçilerin, köylülerin ve gençlerin protestolarıyla karşılandı. Son yılların en büyük gençlik gösterilerinde on binlerce genç, hükümet politikalarına karşı mücadele edeceklerini haykırırken, burjuva basınında yeniden “68 geri mi geliyor?” manşetleri görüldü. Hollanda’da ulaşım ve temizlik işçilerinin, belli başlı kentlerdeki iş bırakma eylemleri; İtalya, Belçika ve Yunanistan’da fabrika işgalleri ve grev eylemleri; İtalya’da Berlusconi’yi alaşağı eden milyonların eylemleri; İspanya’da yüz binlerce işçinin burjuvazinin saldırılarını protesto amacıyla sokaklara dolması ve 9 milyon çalışanın bir günlük genel grevi; Amerika’da çoğunluğunu siyah ırktan emekçilerin oluşturduğu ezilenlerin öfkeli eylemlere girişmesi, vb. eylemler, emperyalist batı ülkelerinin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Meksika’da ’94’ün ilk günlerinde tarım işçileri ve kızıl derili yerli halk, silahlı bir ayaklanma başlattı. Köylüler ve tarım işçileri, Amerikan tekelleri yararına Meksikalı emekçileri işsizliğe sürükleyecek ve ülke tarımını olumsuz etkileyecek olan NAFTA’yı protesto etmek ve hükümet eliyle sürdürülen baskılara karşı çıkmak amacıyla, altı kasabanın işgaliyle birlikte eyleme geçtiler. Rusya’da on milyonlar halinde işsizliğe itilen işçilerin eylemleri artarken, yığınların kapitalist “reform”lara güveni kalmadı. Yeltsin’in baskı politikası, giderek, tam bir faşist kuşatmaya dönüşürken, on binlerce işçi ve emekçi, kapitalist saldırılara karşı, Lenin ve Stalin posterleriyle gösteriler düzenlemektedirler. Yeltsin’in baskı yasaları ve kapitalist uygulamaları, halk arasında umutsuzluğun büyümesine yol açtı ve son seçimlerin de gösterdiği gibi, emperyalistlerin tüm desteklerine karşın Rus gericiliğinin halk üzerindeki etkisi sürekli azalmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinin emekçileri, eski Sovyet topraklarını ve kendi ülkelerinin kaynaklarını yağmalamak isteyen emperyalist burjuvazinin, Gorbaçovcuların ve Doğulu revizyonistlerin kapitalizmle bütünleşme çalışmalarına verdikleri hararetli desteğin içeriğini anlamaya başladılar. Bu ülkelerin emekçileri birkaç yılda, kapitalizmin “refah ve huzur” olarak gösterilen özelliklerinin, gerçekte, işsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı, ucuza çalıştırma, konutsuzluk ve eğitimsizlik, açlık ve yoksulluk olduğunu görme olanağını buldular.
Filistin halkı ve çeşitli Filistinli örgütler, FKÖ’nün İsrail ile imzaladığı “Barış Anlaşması”nın barış, ya da özgürlük getirmediğini görerek, emperyalizmin ve Siyonizm’in zulmüne karşı direnişlerini sürdürüyorlar. On yıllardır Güney Afrika’nın ırkçı beyaz azınlık rejiminin, ABD emperyalizminin desteğinde sürdürdüğü vahşi baskı ve kırımın hedefi olan siyah çoğunluk, boyun eğmeden sürdürdüğü direnmenin sonucu olarak -83 yıllık sefalet ve yıkım devam etmesine karşın- ilk kez “vatandaşlık hakkı” kazandı.
Türkiye gericiliği, krizin yükünü işçi ve emekçi kitlelere fatura ederken, ’89’dan başlayarak giderek yaygınlaşan -alçalma, yükselme biçimindeki dalgalanmalarla birlikte- işçi eylemlerine ve bunlarla birleşme eğiliminde olan memur eylemlerine sahne oluyor. Türkiye işçi sınıfının, burjuvazi ve hükümetin ekonomik saldırılarına karşı mücadelesinde ’90’lı yıllar aynı zamanda, ileri işçilerin ve bazı sendika şube temsilcisi ve yöneticilerinin girişimiyle, tabandan gelişerek güçlenen “sendika şube platformları”nın işçi hareketinde bir “yenilenme”ye yol açtığı yıllar olarak anılacak. ’89’da “Bahar eylemleri” olarak gelişen işçi eylemlerinin burjuvazinin saldırılarıyla karşılaşması ve ‘92-93’de 980 bin işçi ve kamu çalışanının sokağa atılmasına ve ’94’te bunu 700 kişinin sokağa atılması izlemesine karşın, sınıfın saflarında başlayıp gelişen eylemlerin önü alınamamaktadır. Bunun yanı sıra, işçi sınıfı içinde politikayla ilgilenme, devrimci politikayla birleşme ve siyasal cinayetlere ve burjuvazinin politik baskılarına karşı tutum alma konusunda da eskisine göre ilerlemeler görüldü. Sivas Katliamı’nın yüz binlerce işçi ve emekçi tarafından protestosu ve Kürt halkına yönelik saldırılar karşısında sınıfın içinde giderek gelişen duyarlılık buna işaret etmektedir. ’94 1 Mayısı, 20 Temmuz, 26 Kasım ve 20 Aralık eylemleri, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele istek ve kararlılığını ortaya koydu. Tüm ağır saldırılara, bombalama, kurşuna dizme ve yerleşim alanlarını boşaltma eylemlerine karşın, Kürt bölgelerinde gelişen hareket bastırılamıyor ve Kürt sorunu, rejimin en önemli politik açmazı olarak gündemdeki yerini koruyor. Devlet ve burjuva partileri, ciddi bir tecrit durumu yaşıyor. Egemen sınıf klikleri birbirleriyle dalaşıyor ve açmazlarını kapatma amacıyla yeni ekonomik ve politik saldın tedbirlerini -askerlik süresinin uzatılması, yeni terör yasasının ve iller idaresi yasasının gündeme getirilmesi, asker kaçakları hakkında ağır ceza uygulamasına gidilmesi vb.- gündeme getiriliyor.
Dünyanın hemen her tarafında emekçiler baskı ve sömürüye karşı seslerini yükseltiyorlar. Örgütsüz, köksüz aydınların “yaprak kımıldamıyor” sözlerini doğrulayan bir veri yok. Somali halkı, işgalcilere boyun eğmeyerek, küçücük ve geri bir ülke halkının karar verdikten sonra, güçlü emperyalist ordularla başa çıkabileceğini gösterdi. Bunu daha önce Vietnam halkı, yüz binleri bulan kurbanlar vererek ispatlamıştı. Vietnam halkının, dünya halklarının ve gençliğinin sevgisini kazanan kahramanca direnişi, emperyalistlerin hafızasında tazeliğini koruyor. Filistin halkı, direnmeyi sürdürüyor. Avrupa proletaryası, yeni bir uyanış içinde. Rusya’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde emekçilerin sosyalizm umudu yeniden canlılık kazandı.
İşçi sınıfı örgütleri, komünist partileri yeniden güç kazanıyor, sınıfın uluslararası dayanışması yönünde gelişmeler oluyor ve sınıfın saflarında, burjuvazinin estirdiği anti-komünist rüzgârın etkisi kırılmaya doğru evriliyor.

KRİZİN YENİ DÖNEMİ VE DEVRİMİN ÖLANAKLARININ GENİŞLEMESİ
Ekonomik-kültürel, siyasal ilişkilerin uluslararasılaşmasına yol açan dünya kapitalist ekonomi sistemi, onu çözümsüzlüğe sürükleyen önemli sorunlarla yüz yüzedir ve birçok bakımdan öncekilerden daha kapsamlı özellikler taşıyan krizin yeni bir dönemini yaşıyor. Burjuva iktisatçıları tarafından bu, “yüzyılın ikinci büyük krizi” olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamdaki kriz, kapitalizmin yıkımının ve devrimin maddi temelinin olgunluğunu da koşulluyor. “Ebedi ve değişmez” olduğu söylenen, “barış ve refah toplumu” olarak propaganda edilen kapitalist emperyalist sistemin insanlara verdiğinin açlık, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik, savaş ve gözyaşı olduğunu dünya emekçileri yaşayarak görüyorlar. En “demokratik” olanından en gericisine kadar tüm kapitalist ülkelerde, toplumun ezilen sınıflarının payına, burjuvazi ve gericilik yararına daha fazla sömürü ve baskıdan başka bir şey düşmemektedir. Burjuva devletlerin en “demokratik” olanı bile, bir avuç tekelci kapitalistin elinde, toplumun başta işçiler olmak üzere ezilen çoğunluğunun kapitalist kölelik altında tutulmasını olanaklı kılan bir araçtan başka bir şey değildir. Tekeller, emekçilerin kanı ve gözyaşı üzerinden hisselere, paylara ve büyük kârlara el koymaktadır. Kapitalist zenginliğin sırrı, işçinin sömürülmesinde yatmaktadır. Savaşların ve halkların uyruklaştırılmasının kaynağı olan emperyalist kapitalizm, milyonlarca ve milyonlarca işçiye ve toplumun tüm ezilen tabakalarına “refah ve mutluluk” değil, açlık, sefalet ve işsizlik vermektedir. Ekonomik-politik yaşamın tekellerin ve tröstlerin denetiminde olduğu bir sistemin “tüm toplum yararına” gösterilmesinin tek nedeni, bu sistemin proletarya ve müttefiklerinin devrimci ayaklanmasıyla yıkılmasını engelleme isteğidir. Ne ki; bir “toplumsal durgunluk döneminde bulunmuyoruz ve maddi temeli daha da güçlenmiş proletarya hareketi toplumsal kurtuluş için, kullanabildiği takdirde bugün daha büyük olanaklara sahiptir. Dünyanın ileri ülkelerinde ve bağımlı ülkelerin çoğunda kapitalizmden umudu keserek mücadele yolunu seçen işçi ve emekçilerin sayısı giderek büyümektedir. Devrimin nesnel koşulları, genel olarak ve bütün ülkeler açısından daha da olgunlaşmış bulunmaktadır ve uluslararası proletaryanın “ulusal müfrezeleri” için devrim somut bir hedeftir. Kuşkusuz devrim için proletarya ve emekçilerin zorlu mücadelelerine ihtiyaç vardır ve herhangi bir ülkede devrim için belli koşulların bir araya gelmesi gereklidir. Lenin, bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli koşulları şöyle özetlemektedir:
“Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından doğrulanan ve özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur; devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez; devrimin olabilmesi için sömürücülerin de eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak ‘aşağıdakilerin’ eski tarzda yaşayamadıkları ve yukarıdakilerin eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki; ancak bu durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka biçimde şöyle ifade edebiliriz: Sömürüleni de sömüreni de etkileyen bir ulusal bunalım olmaksızın devrim olanaksızdır. Böyle bir devrimin olabilmesi için ilkin işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğim tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna yaşamlarım feda etmeye hazır olmaları gerekmektedir. Bundan başka yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasal yaşama sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini olanaklı kılan hükümet bunalımından geçmesi gerekir.”
Bugün, bunalım öğelerinin birikmesine, çeşitli çatışmaların yaşanmasına, “aşağıdakileri” ve “yukarıdakileri” eski tarzda yaşayamaz duruma getiren çeşitli veriler olmasına karşın, özellikle devrimin öznel etkenleri olgun değildir. Henüz en geri yığınlar siyasal yaşama sürüklenme ve geniş proletarya yığınları bir devrim için yaşamlarını feda etme durumunda değildirler; ancak, gelişmenin yönü bu doğrultudadır… Bu, başka şeylerin yanı sıra, komünist partilerin işçi sınıfı içindeki çalışmasının gelişmesi ve proletaryanın Marksist dünya görüşü temelinde parti olarak örgütlenmesini gerektirmektedir. Olgular ve gelişmeler, devrimin, genel nesnel koşullarının olgunlaştığını göstermektedir. Türkiye, Rusya ve Doğu Avrupa başta gelmek üzere, çeşitli ülkelerde gelişmeler bu doğrultudadır. Kuşkusuz durum değişebilir ve bugün için “uykuda olduğu” düşünülen herhangi bir başka ülkede de devrim durumu ve bir devrim öne çıkabilir. Devrim, çelişkilerin en yoğun ve sistemin en zayıf olduğu halkada, kararlı bir devrimci savaşla kazanılabilir. Ekim Devrimi bunu kanıtladığı için, bugün için de proletarya ve halklar için değerli derslerle dolu bir örnek teşkil etmektedir.
Biliyoruz ki, geçmişte ve bugün, devrimin, ancak, “üretici güçlerin çok yüksek bir düzeyde geliştiği ve işçi sınıfının halkın çoğunluğunu oluşturduğu ülkelerde başlayabileceği”ni ileri sürenler az değildir. Bu oportünist teori, sosyalizmin inşası için güçlü bir maddi temelin, makineleşme ve elektrifikasyonun zorunluluğu ve sağlayacağı kolaylıklarla, devrimin gerektirdiği koşulları birbirine karıştırmakta, geri ülkeler halklarına devrimi yasaklamaktadır. Bu teoriye göre, geri ülkelerin halkları, ileri Avrupa ülkelerinde devrim olmaksızın devrim için ayağa kalkmamalıdırlar. Daha 1920’li yıllarda Lenin şöyle yazıyordu:
“Biliyorum, kendilerini çok akıllı sanan ve hatta sosyalist geçinen ve devrim bütün ülkelerde patlak vermedikçe iktidarın ele geçirilmemesi gerektiğini iddia eden aklıevvel kişiler vardır. Bunlar bu laflarla devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. Emekçi sınıfların uluslararası ölçekte devrim yapmasını beklemek, herkesin bekleyiş içinde donakalması demektir. Bu saçmadır. ” (…)
“İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi başlangıçta birkaç kapitalist ülkede, ya da tek başına alınmış bir ülkede bile olanaklıdır. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimin örgütlenmesinden sonra, kendisini diğer kapitalist dünyanın karşısına koyacak ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekecek, onlarda kapitalistlere karşı isyanlar körükleyecek ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı hatta silah zoruna bile başvuracaktır.”
Sovyet Devrimi, bu bakış açısıyla kazanıldı. İşçi sınıfının, dünyanın en büyük ülkesinde (ekonomik gelişme düzeyi açısından Avrupa’nın en geri ülkesi) devrimle iktidarı alması, tüm dünyada, proletaryanın kazanmaya inancını ve kendi gücüne güvenini pekiştirdi, devrimci atılım Avrupa ve Asya’da yayıldı. Almanya’da 1918’in sonbaharında krizin derinleşmesi ayaklanmalara yol açtı. İşçilerin fabrikaları, köylülerin toprakları işgal eylemleri yaygınlık kazandı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu yıkıldı, İtalyan işçileri “fabrika komiteleri” oluşturarak mücadeleyi yükselttiler. Fransa, İngiltere, Belçika, Polonya gibi ülkelerde grevler yaygınlaşırken, Güney Amerika ülkelerinde ezilenlerin hareketi yükselişe geçti.
İkinci Enternasyonal oportünizminin işçi sınıfı hareketi içinde yol açtığı dağınıklığa ve inançsızlık eğilimine son veren Ekim Devrimi, ulusal kurtuluş hareketlerinin de esin kaynağı oldu. Türkiye’den Çin’e, Hindistan’dan Endonezya’ya, ezilen halkların anti-emperyalist hareketlerinin gelişmesine doğrudan etkide bulundu, yardımcı oldu ve uluslararası proletaryanın öncü müfrezesi rolündeki Sovyet proletaryası, sosyalist inşanın yanı sıra, diğer ülkelerin kapitalistlerine karşı da mücadele ederek uluslararası devrime hizmet etmiştir. Sovyet proletaryasının, dünya halklarının baş belası Hitler faşizminin ininde boğulmasında oynadığı rol, ezilen halkların yaşamında özel bir yere sahiptir.
Devrime inancını yitirmiş, ya da açıktan burjuvazinin kampına geçmiş oportünist ve Troçkistler, daha o günden başlayarak, genelde devrim için mücadeleye, özelde Sovyet Devrimi’ne karşı faaliyet içinde oldular. Onlar, Lenin ve Bolşeviklerin “dünya devrimi”ni yadsıdığını, Alman devrimini beklemediğini, Stalin’in ulusal dar görüşlülüğü düştüğünü söyleyip durdular. Bu oportünist safsatalar, oportünizm ve Troçkizmin günümüzdeki izleyicileri tarafından da sürdürülmektedir. Proletaryanın uluslararası kazanımlarının ve gerçeklerin reddini içeren bu oportünist iddiaların aksine, proletarya ve halkların ivme kazanarak yükselen mücadelesinin coşkusuyla o gün, başta Lenin ve Stalin olmak üzere Marksistler, “bütün ülkelerde dünya ihtilali(nin) başlamakta ve büyümekte” olduğunu haklı olarak düşünüyorlar ve buna uygun bir taktik izliyorlardı. Lenin; “Son zaferin, ancak dünyanın bütün ileri ülkelerindeki proletarya tarafından kazanılacağı açıktır. Biz Ruslar, İngiliz, Fransız, ya da Alman proletaryasının pekiştireceği işe başlamış bulunuyoruz. Ancak bütün ezilen sömürge ulusların ve öncelikle Doğu uluslarının emekçileri yardımcı olmadığı sürece onların zafere ulaşamayacaklarını da görüyoruz.” diyordu. Lenin, bunun için ortak eylem ve propaganda çalışmasıyla uluslararası devrimin geliştirilmesi için çabaların yoğunlaştırılmasını istiyordu ve Komünist Enternasyonal önüne, “İşçi sınıfının devrimci tecrübelerini toparlamak, hareketi oportünizmin ve sosyal yurtseverliğin yıkıcı müdahalelerinden uzak tutmak, dünya proletaryasının gerçekten devrimci bütün partilerinin gücünü bir araya toplamak ve böylece komünist devrimin zaferini kolaylaştırmak ve hızlandırmak” görevini koymuştu.
Ekim Devrimi, gelişmiş batı ülkeleriyle kıyaslandığında, daha geri bir köylü ülkesinde gerçekleşmenin, ilk olmanın zorluklarını yaşadı. Devamı gelecekti! Doğu Halkları Komünist Örgütleri Toplantısı’nda, devrim sorununa yeniden değinirken Lenin, şöyle diyordu: “Rus Bolşevikleri, eski emperyalizmde bir gedik açmayı, yeni devrim yollan açmak gibi aşırı zorlukları olan, ama aynı zamanda soylu bir ödevin üstesinden gelmeyi başarmıştır. Doğu emekçilerinin temsilcileri olan sizleri ise çok daha büyük ve yeni bir görev beklemektedir. Bütün dünyada yaklaşmakta olan sosyalist devrimin, sadece bir ülkedeki proletaryanın kendi burjuvazisine karşı zaferi olarak kalmayacağı giderek anlaşılmaktadır. Devrimler kısa zamanda ve kolayca yapılabilseydi, bu mümkün olurdu. Emperyalistlerin buna göz yummayacağını, bütün ülkelerin kendi Bolşeviklerine karşı silahlandıklarını ve tek düşüncelerinin ülkelerindeki Bolşevikliği nasıl yenmek olduğunu biliyoruz ve bu savaşta eski sosyalist tavizciler, burjuvazinin yanında yer alıyorlar. Bu yüzden sosyalist devrim, her ülkede devrimci proleterlerin sadece burjuvaziyle mücadele etmesi değil, emperyalizmin baskısı altındaki bütün sömürge ve bağımlı ülkelerin, uluslararası emperyalizme karşı savaş vermesi demek olacaktır.”
Burada ısrarla vurgulanan devrimin uluslararası niteliğiydi ve Lenin, uluslararası emperyalizme karşı proletaryanın uluslararası mücadelesinin önemine dikkat çekiyor ve bunun tek tek ülke komünistlerine yüklediği görevlerin altını çiziyordu. Kuşkusuz, devrimin uluslararası niteliği, zincirleme bir süreç olarak başlayıp-biten toplumsal bir altüst oluş olarak değerlendirilmemektedir. Bilinçli proletarya, “devrimci işçi birimlerinin bir tek uluslararası ordu halinde birleştikleri ana kadar (ya da onun sonrasına kadar)” iktidarın alındığı ülke, ya da ülkelerde iktidarın sağlamlaştırılması ve korunması yoluyla dünya emperyalizminin karşısına çıkarak, uluslararası devrime hizmet edecektir. “Bir tek uluslararası ordu” halinde birleşmek, kapitalizmin egemenliği altında, sermayenin ve burjuvazinin uluslararası niteliğini göz önünde tutarak, mücadeleyi uluslararası boyutlarıyla ele almak, proletaryanın ve komünistlerin uluslararası eylem birliğini gerçekleştirmek anlamına gelir. Bu ise “devrimci işçi birlikleri”nin kendi ülkelerinde devrim için kararlı mücadeleleriyle mümkündür. Çünkü gerçekten devrimci proletarya, bir tek uluslararası orduya ancak bu yoldan varabilir. Uluslararası devrim için mücadele, devrimin koşullarının olgunlaştığı her ülkede, devrimi gerçekleştirilmesi gerekli bir görev olarak ele almayı gerektirmektedir. 1917’nin öngününde, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya vb. gibi ülkelerdeki gelişmelerden hareketle “dünya devriminin eşiğindeyiz”, diyen Lenin’in, Ekim Devrimi’nin, Alman devrimine endekslenmesini isteyenlere karşı, “herhalde onların devriminin başlamasını beklemeyeceğiz!” diyerek, proletaryayı, emperyalist zincirin en zayıf halkasını kıracak iktidarı alması için ayaklanmaya davet etmesi bugünün komünistleri için de yol göstericidir.
Rusya proletaryası, Ekim Devrimi’yle dünya proletaryasına, kendisinden çok şey öğreneceği bir örnek sunmakla kalmadı, proletaryanın uluslararası kazanımlarının en sağlam dayanağı ve devrimin ana üssü olan ülkede sosyalist inşaya girişerek de yeni sosyalist yaşamın örgütlendirilmesinin yollarını ortaya koydu. Bugün, çok daha açık olarak ortaya çıktığı gibi, devrimin bir “dünya devrimi”ne dönüşmesi, Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın yanı sıra, ancak ileri ülkelerde ve diğer bağımlı ülkelerde devrimin gerçekleşmesiyle mümkündü ve ne yazık ki, çeşitli ülkelerdeki olgun devrimci duruma karşın, nedenleri bu ülkelerin proleter kitlelerinin hareketlerinde ve komünist partilerinin politikasında yatan yenilgiler sonucu bu gerçekleşemedi.
Bugün yeniden, dünyada devrimin koşullarının olgunlaşmakta olduğundan söz ediyoruz ve proletaryanın uluslararası mücadelesinin önemi üzerinde duruyoruz. Kuşku yok ki, bu gelişmelerin önümüze koyduğu bir sorundur. Ve burada kriz ve devrim ilişkisini, devrimin nesnel ve öznel etkenleri açısından ele almak gerekmektedir. Bilindiği gibi, nesnel koşulların devrim için olgun olduğu koşullarda da devrim zafere ulaşamayabiliyor. Derinleşen ekonomik bunalımın kendiliğinden bir devrime yol açmayacağı açık bir gerçektir. Proletarya ve partisi, eğer, yeterince hazır değilse, proletarya ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi geriyse; öncü sınıf ve parti devrimci ataklık, kararlılık ve ustalıkla sonuca ulaşmayı baş aramıyorsa; ayaklanmaya cesaret edildiği koşullarda da yenilgi kaçınılmazdır. Ortaya çıkan sonuç şudur: En elverişli, en olgun devrimci durumda bile; eğer bu durum devrimci tarzda değerlendirme gücü gösteren, burjuvaziye karşı mücadeleyi sonuna kadar götürmeye kararlı, işçi sınıfı ve emekçi yığınları seferber etmeyi ve devrimci savaştaki eylemi ve taktikleriyle yönetmeyi bilen bir parti olmaksızın devrimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Emekçilerin güçlü devrimci atılımı bir tek güç halinde kapitalizme ve burjuvaziye karşı seferber edilmeden başarıya ulaşmak olanaksızdır.
Emperyalist kapitalizmin bunalımı kesindir. Ancak bunalımın boyutları ve dönemin özellikleri doğru değerlendirilmelidir. Doğal olarak ülkenin her birinde durum farklılıklar göstermektedir. Egemen sınıfların eski tarzda yönetemez duruma düştükleri durumlar az değildir. Tüm kapitalist ülkelerde baş aşağı gidiş yaşanmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamı giderek ağırlaşmaktadır. Burjuvazinin sosyal haklara yönelik saldırısı, şu ya da bu ülkede düzeyi değişmekle birlikte uluslararası bir özellik taşımaktadır.
Emperyalistler arası “ekonomik savaş” sertleşmektedir. Avrupa’da, Amerika’da, Uzakdoğu’da ve daha geriden gelmek üzere Rusya’da ekonomik (doğal ki, siyasi ve askeri) açıdan güçlü olan devletin odağında yer aldığı bir kutuplaşma ve bununla birleşen acımasız tekelci rekabet yaşanmaktadır. “Ganimet payları için rekabet ve anlaşmazlıklar”, para bunalımına, devlet müdahalelerine ve bloklaşmalara yol açmaktadır. Çekişme salt bloklar arası olmakla kalmamakta, GATT örneğinde olduğu gibi “aynı kutup”ta yer alanlar arasında da görülmektedir. Emperyalist kapitalizmin hiçbir “alt bileşeninde toplumsal durgunluk hali yoktur. Dünyanın her tarafı kaynamaktadır. ABD emperyalizminin “arka bahçesi” olarak baktığı Latin ülkelerinde, sömürüye ve emperyalist baskıya karşı öfke büyümektedir. Batı Avrupa’da yığın eylemleri giderek genişliyor, son on yılların en kitlesel ve radikal eylemleri düzenleniyor. “Büyük Almanya” çığlıklarıyla Berlin Duvarı’nın yıkanlar, şimdi büyük bir düş kırıklığı yaşıyor. Doğu Almanya’nın ve Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerinin emekçileri hayal kırıklığı içinde ve Almanya’da halkın siyasi parti ve devlet kurumuna güveni sarsılmış durumda. İtalya’da hükümetler dayanamamakta, geleneksel iktidar partileri güç yitirmekte ve toplumsal kutuplaşma keskinleşmeye doğru yol almaktadır. Fransa’da yüz binler hükümet politikalarını protesto ediyor.
Japonya ekonomisinde ’60’lı yıllardan bu yana ilk kez tıkanma durumu yaşanmaktadır. Ülkenin en önemli tekelleri, üretimi kısma kararı aldılar. İktidar partisi skandallarla parçalanmanın eşiğine geldi. Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya kaynamaktadır. Rusya’da bu durum siyasal krizi de etkiliyor. Seçimlerde % 24 oranında oy alan partinin başkanı, Hitler’e övgü yağdırarak, aradaki ülkeleri haritadan silip Almanya ile komşu olmaktan söz ediyor.
Ortadoğu, en önemli istikrarsızlık ve çatışma alanlarından biri olmaya devam ediyor. Tüm aldatma ve uzlaştırma çabalarına karşın, Filistin halkının mücadeleyi sürdüreceği görülüyor.
Ve Türkiye’nin “artan önemi”! Burjuvazi, ülkeyi pazarlamak için bu demagojiye başvuruyor. Bu, onun işi. Ancak proletaryanın cephesinden de tamamen farklı bir anlayışla “Türkiye’nin artan öneminden söz edilmelidir. Türkiye çelişkilerin en yoğun, en keskin yaşandığı ülkelerden biri, bir bakıma başta gelenidir. Türkiye ekonomisi iflas etmiştir. Türkiye, önemli siyasal istikrarsızlık unsurlarına sahiptir. Silah zoruyla sürdürülen ırkçı, asimilasyoncu ve inkârcı politika tutmamaktadır. Devlet ve tek parti politikası izleyen burjuva partileri önemli ölçüde bir tecrit süreci yaşamaktadır. Halkın partilere ve burjuva politikasına güveni ciddi bir aşınma içindedir. Hükümetler ve burjuva partileri hiçbir vaatlerini tutmamakta, daha çok baskı ve sömürü için yeni özlemler geliştirmekten, mali sermaye kuruluşlarının ve emperyalist devletlerin dayatmalarına boyun eğmekten öteye gidememektedir. Ekonomi daha fazla askerileştirilirken, devletin asker açığı büyümektedir. Egemen sınıflar yeni baskı tedbirlerine, politik ve askeri kararlara ihtiyaç duymaktadırlar. Valilerin yetkilerinin genişletilmesi, yeni bir “Terörle Mücadele Yasası”na ihtiyaç duyulması, askerlik süresinin uzatılması vb.nin nedeni, içinde bulunulan politik güçsüzlüktür. Türkiye, çıkmazda olan, çıkmazın eşiğine gelen ülkelerin başında bulunuyor artık. Halkın maddi ve manevi güçlerinde ciddi bir gerginlik yaşanırken yönetemeyenler, ezilen sınıfların toplumsal örgütlerine amansızca saldırmaktadırlar. Tüm milliyetlerden Türkiye halkı ya daha fazla mahva sürüklenecek, ya da güçlerini toplayarak bu açmazı devrim yönünde zorlayacaktır. Başka yol yoktur.
Çıkan sonuç şudur: Devrimin nesnel koşulları, kapitalizmin dengesiz gelişme yasasına uygun olarak çeşitli ülkelerde farklılıklar taşıyarak olgunlaşma yönünde gelişmektedir. Ancak devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması, bir devrim anının devrim durumunun öznel etkenlerinin de olgun olduğu anlamına gelmiyor. Öznel etkenler daha geriden seyretmektedir. Burjuvazinin doğrudan ve dolaylı faaliyetinin proletaryanın yozlaştırılmasını içeren yönü, revizyonizmin desteğinde daha da güçlendirilmeye çalışılırken, proletaryanın kapitalizme karşı birliği ve paralel eylemine burjuvazinin ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı yığınların kitlesel devrimci hareketine, hareketin ortaya çıkaracağı “yeni ve çeşitli saldırı ve savunu yöntemleri”ne ihtiyaç da artmaktadır. Burada komünist partilere, Marksist-Leninistlere de önemli görevler düşmektedir, sorun kitle hareketi “yaratmak” değildir. Bu esas olarak, ne siyasal hareketlerin iradesine tabidir, ne de iradi zorlamayla, elde edilebilir bir şeydir. Kitle hareketi şöyle ya da böyle gelişmektedir.
Sorun, tarihsel sürecin bu dönemindeki somut ekonomik ve siyasal koşulları devrimci tarzda analiz ederek, koşulların zorunlu kıldığı görevleri yerine getirip getirmemektir. Bugün kitlelerin “harekete doğrudan katılmasını hazırlayacak ve bu katılmayı kesinlikle bağlayacak” eylem biçimlerinde ısrarlı olmanın, buna hizmet eden taktikler geliştirmenin önemi daha da artmıştır. Proletarya partilerinin sağlamlaştırılması ve işçi sınıfının taze güçleriyle takviye edilmesi zorunludur. Çünkü iktidar mücadelesinde proletarya “örgütlenme dışında başka bir silaha sahip değildir.” Çünkü proletaryayı en olgun devrimci durumda bile, iktidara ancak böyle bir örgüt taşıyabilir.
Adı “işçi partisi” olup, proletarya saflarında oportünizmi yayan partilerin tecridi başarılmalıdır. Bu gibileri, işçi ve emekçileri aldatmakta ve emekçi hareketini oportünizm yoluyla burjuva sisteme bağlamaktadırlar. Birçok ülkede bu türden partiler, anti-emperyalizm adına, burjuva devlet ve ordunun savunuculuğuna soyunmuşlardır. Proletarya partisinin görevi; burjuvaziye, onun devletine ve ordusuna güç vermek değil, burjuva sınıf egemenliğine son vermek için krizden ve koşullardan yararlanmayı bilmektir. Ezilenlerin hareketine önderlik edemeyen, etme çabasına girmeyen partilerin devrim partileri olarak adlandırılmaları olanaksızdır.
“Herhangi bir kapitalist toplumda, tüm işçilerin ancak azınlığım teşkil eden sınıf bilinçli işçilerin ve onların politik örgütlerinin, sınıfın geniş katmanları içinde; kapsamlı bir propaganda ajitasyon faaliyetini, hiçbir mücadele araç ve yöntemini lekeli ilan etmeden yürütmeleri, ancak bununla yetinmeyerek, artan sayıda yeni unsuru bünyelerine alarak güçlenmeleri aciliyet kazanmıştır. Yalnızca sınıfın desteği değil, tüm ezilenlerin desteği alınmalıdır. Tarım proleterlerini ve en yoksul köylülerin hiç değilse bir bölümünü arkasına almamış ve izlediği politika aracılığıyla geriye kalan köy nüfusunun tarafsızlığını sağlayamamışsa, işçi sınıfı zafer kazanamaz.” (III. Enternasyonal Kuruluş Manifestosu)
Bugün “yeterince aydınlatılmamış ve örgütlenmemiş” kitlelerin devrimci gücünün heba olmaması için, amaç ve hedefleri açıkça ortaya konmuş devrimci çalışmaya ihtiyaç artmıştır. “Devrimci sınıfın eylemine, “yaptıklarıyla önderlik etmesi” gereken devrimci partilerin, savaşı inançla sürdürmeleri, şiddetli çatışmalar biçimine bürünmek zorunda olan bugünkü sınıf ilişkilerini doğru değerlendirmeleri, oportünist sınıf uzlaşmacı tüm teori ve taktiklerle kararlıca mücadele etmeleri ve daha çetin çarpışma koşullarına hazırlanmaları gerekmektedir. Ötesi son çarpışma durumunda görülecektir.
Proletarya, evrensel ölçekteki emellerine; işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin gücünü kapitalizme karşı harekete geçirerek, “bütün ülkelerin üretici güçlerini ulusal devletlerin dar sınırlarından” kurtararak, “ulusları genel bir ekonomik plan temennide ekonomide en sıkı ortak çalışmanın içine” sokarak ve “en küçük ve en zayıf uluslara bile kendi kültürel öğelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirme imkânı” sağlayarak ulaşacaktır. Ama bunun bir tek yolu var: Kendi ülkesinde devrim yapmak!
Bitirmeden Lenin’i bir kez daha analım:
“Yalnızca bir ve tek gerçek enternasyonalizm vardır; o da insanın kendi öz ülkesinde devrimci hareket ve devrimci savaşımın gelişimi için özveri ile çalışmasına, istisnasız tüm ilişkilerde, bu aynı savaşımı, bu aynı çizgiyi ve yalnızca onu (propaganda, yakınlık ya da maddi bir yardım aracıyla) desteklemesine dayanır. Tüm geri kalanı yalandan ve naif bir iyimserlikten başka bir şey değildir.”
Dünyamız bir gün “yeni düzen”e geçecektir. Bu, kapitalizmin kokuşmuş düzeni, -ya da düzensizliği- değil, sosyalizmin düzeni olacaktır, “bütünsel ve parçalanmamış bir dünya”ya varmanın başka bir yolu yoktur. Uluslararası işçi sınıfının, emekçi halkların ve ezilen yığınların bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin yeniden güç kazanacağını gösteren olgular, umudumuzu ve bilimsel iyimserliğimizi artırmaktadır.
Bir kez daha! Burjuvazi, kapitalizmin bunalımında boğulacak ve kazanan sosyalizm olacaktır.

Şubat 1995

1917 ŞUBAT DEVRİMİ: İKİLİ İKTİDARDAN PROLETER DEVRİMİNE GİDEN YOL

1917 Şubatı’nda, Rusya’da, otokrasiye karşı o tarihten yaklaşık yarım asır önce Narodnikler’in başlattığı köylü karakterli devrimci eylemden, bu süre içinde giderek gelişen ve bilinçlenen işçi sınıfının iktidara geldiği Ekim’e giden süreç içinde mayalanan Sovyet Devrimi’nin kaldıracını oluşturacak olan önemli bir tarihsel eylem yaşandı. Bu tarihsel eylem, kendisine verilen önemi, sadece, dünyanın ilk sosyalist ülkesi olma onurunu taşıyan Rus halkının özgül tarihi içinde tuttuğu yerden almaz; çünkü 1917 Şubat Devrimi, belirli bir coğrafyada yaşayan devrimci bir halka ait özel bir eylem olmaktan daha çok, sınıflar mücadelesi tarihinde, kendisinden birçok dersler çıkarılmaya elverişli bir tarihsel dönüm noktası olması bakımından öne çıkar.
Şubat, Rusya’da işçi sınıfının devrimci birikiminin; sonradan komünist partisi adını alacak olan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin gerici, zorba çarlık rejimi altında sürdürdüğü amansız mücadelenin; yoğun bir küçük burjuva nüfusa sahip olan bu ülkede proletaryanın, ara sınıfların ürettiği ideolojik ve politik yanılsamaları ortadan kaldırmak için girdiği uzun ve inatçı çabanın ürünüdür ve elbette, bütün bunların sonucu sadece Şubat Devrimi değildir. 1905’te başlayan ve 1917 Şubatı’nda “tamamlanan” burjuva demokratik devrim süreci ile Şubat’tan sosyalist devrime kadar olan zaman içindeki gelişmeler, diğer bütün ülkelerin proletaryası için, devrimci mücadelede yararlanılacak tarihsel bir malzeme, pratik bir model olarak aktarılmış; bu dönemde, partinin zamana ve koşullara bağlı olarak taktik değiştirmekte gösterdiği manevra yeteneği, Bolşeviklerin küçük burjuva devrimcilerle ve liberal burjuvazinin sözcüleriyle sürdürdükleri politik tartışmalar ve onlarla girdikleri ideolojik mücadele sırasında kullandıkları yöntem, dünyayı değiştirmeye muktedir tek gücün ve devrime önderlik edebilme yeteneğine sahip tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu söyleyen Marksist dünya görüşünün ve işçi sınıfı politikasının bir kez daha haklılığını göstermiş; bunların üzerinde oluşan birikim genel olarak, işçi sınıfının cephaneliğini güçlendirmiştir.
Gerçekten de, 1905 ve 1917 Şubat Devrimleri sırasında yapılan bütün tartışmalar, eninde sonunda proletaryanın politik iktidarı sorununa bağlanıyor, bu konuda, liberal burjuvaların ve küçük burjuvaziyi temsil eden çeşitli partilerin literatürlerinde yer alan tezlerde ifade edilen görüşler, Bolşeviklerin demokratik devrimde işçi sınıfının rolü üzerine söyledikleriyle ve politik iktidar sorununa bakış açılarıyla çatışıyordu. Şubat Devrimi’nden sonraki dönem, bu düğümün çözüldüğü ve işçi sınıfı ve partisinin geniş halk kitlelerini devrimci politikaya, bizzat eylem içinde tartışarak kazanabildiği bir dönemdi.
Lenin’in “İki Taktik”ten “Nisan Tezleri”ne dek yazdıkları, bu tartışmalara hem ışık tutar hem de Rusya’da, kitlelerin işçi sınıfı politikasına nasıl kazanıldığına dair belgesel bir değer taşır. Bütün bunlardan öte de, Rusçaya uyarlanmış biçimiyle burjuva ve küçük burjuva ideolojiyle nasıl kavga edileceğini ve Marksizm’in bir ülkenin özgül koşulları içinde eylem kılavuzu olarak nasıl kullanılacağını, işçi sınıfının öncü örgütünün karşısına çıkan engelleri nasıl aşabileceğini gösterir. Bu yüzden, Sovyet devrimi çok önemli derslerle doludur. Çünkü ayrıca, hareketin çok hızlı değişip geliştiği, sınıflar arasındaki ilişkilerin durmadan bir boyuttan bir diğerine evrildiği ve oldukça kaygan bir zeminde tezahür ettiği, bu bakımdan da hızlı gelişen süreçleri takip etmek zorlaştığı için, verilen kararların her zamankinden daha çok, tarihsel yazgıyı belirleme niteliğine sahip olduğu Şubat Devrimi’yle başlayan süreç, Bolşevik Parti’yi sürekli olarak hayati kararlar almaya, doğru öngörülerde bulunmaya ve bu kararları her zamankinden daha yetkin bir iradeyle savunmaya zorlamıştır. Öyleyse Şubat ve sonrası, komünistler için “olmak ya da olmamak” gibi iki seçenekten birincisini hangi koşulun ve kararın sağlayabileceğini sezebilme yeteneğinin sınavıdır; çünkü Şubat sonrasında kurulan “ikili iktidar” zamanında politik ibre devrim ile karşıdevrim arasında salınırken, eğer doğru bir tarzda harekete geçilmezse proletarya ve devrim için ölüm vaat edilmektedir. Ama Bolşevik Parti ve Lenin, bu ölümcül karar anlarında, politik sezgi gücünü büyük bir yetenekle kullanmış; Ekim’e gelindiğinde bütün Rusya’da sosyalizm isteyenlerin sayısı hızla artmıştır.

İKİ DEVRİM: 1905 VE 1917 DEMOKRATİK DEVRİMDE İKTİDAR SORUNU VE BOLŞEVİKLER

1905’te, çarın resimlerini taşıyarak Papaz Gapon’la birlikte Kışlık Saray’a yürüyen kitleler, kendisinden inayet bekledikleri “Çar Baba”nın atlı polisleri tarafından saldırıya uğradıklarında oldukça şaşırmışlardı. Çünkü bu, parlamento geleneği olmayan ülkede yaşayan milyonlarca işçi ve köylüyü temsil eden kalabalık bir kitle, yoksul ve eziyetli geçen hayatlarına duydukları öfkeyi yatıştırsın ve bir çare bulsun diye çarı ziyarete gitmişti. Bu oldukça barışçıl ve saf niyetlerle yapılan bir gösteriydi. Ama çar öyle düşünmüyordu. Ortalık kan gölüne döndü.
1905 Devrimi’ni tetikleyen en önemli etkenlerden biri, işte bu iyi niyetli ricacı eylemcilere yönelen saldırı oldu. Zaten 1902’den başlamak üzere Petersburg’da, Bakû’de ve Rusya’nın birçok bölgesinde grevler başlamış; 1905’e gelindiğinde hoşnutsuzluk had safhaya ulaşmıştı: “Çarlık Rusyası’nda kapitalist boyunduruk, çarlık boyunduruğuyla daha da ağırlaşıyordu. İşçiler sadece kapitalist sömürüden insanlık dışı çalışma rejiminden değil, tüm halkla birlikte, her türlü haktan yoksun bulunmaktan da çekmekteydiler. Bu nedenle sınıf bilinçli işçiler, kent ve kırın tüm demokratik unsurlarının çarlığa karşı devrimci hareketine önderlik etmeye çalışıyorlardı. Köylülük topraksızlıktan boğuluyor, çok sayıdaki serflik kalıntısından çekiyordu; çiftlik sahiplerinin ve kulakların borç kölesi durumunda bulunuyordu. Çarlık Rusyası’nda yaşayan uluslar, çifte bir boyunduruk, hem kendi hem de Rus çiftliklerinin ve kapitalistlerinin boyunduruğu altında inliyorlardı. 1900-1903 yıllarındaki iktisadi kriz, emekçi yığınların içinde bulunduğu güçlükleri ağırlaştırmıştı. Savaştaki yenilgiler, kitlelerin çarlığa karşı nefretini bir kat daha arttırdı. Halkın sabrı tükeniyordu” (Stalin, Eserler, Cilt 15, Inter yayınları, s. 73)
1905 Devrimi’ni başlatan koşullar bunlardı. Devrimci dalga kısa sürede gelişti ve çarlık rejimini tehdit etmeye başladı. Ve ilk kez o zaman, gelecekte hem yasama hem de yürütme işlevi görecek ve şimdiye dek idari mekanizmalar hakkında hiçbir fikre sahip olmayan milyonlarca emekçiye devlet yönetme alışkanlığı ve yeteneği kazandıracak; kısaca iktidar organları haline gelecek olan Sovyetler oluşmaya başladı. Kendiliğinden başlayan bu süreç; Sovyet örgütlerinin kurulmaya başlaması, işçi sınıfının devrimci inisiyatifinin bir ürünü ve göstergesiydi ve ilk Sovyet, Ivanovo-Voznessensk işçileri tarafından kuruldu.
Bunu Petersburg işçileri takip etti. Pek çok yerde kurulan organlardan biri olan Moskova Sovyet’i ise bir silahlı ayaklanma örgütledi.
Grevler bütün ülkeyi sarmaya başladığında köylü hareketinde de bir sıçrama görüldü ve giderek yaygınlaştı. Devrim gelişiyordu ve bu yüzden çar, birtakım reformları yerine getirme vaadinde bulundu. Buna göre, liberal bir anayasa hazırlanacak ve temsili bir kurum olan Duma kabul edilecek ve siyasi partiler kurulabilecekti. Böylece devrimci eylem, Rusya’da bazı demokratik adımların atılmasını sağlamış; arkadan gelen, çarın gerici darbesiyle de 1917’de yeniden başlamak üzere bir süre geriye çekilmişti.
1905 Devrimi, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve işçi sınıfı için politik iktidar, devrimin karakteri ve diğer sınıflarla olan ilişkiler açısından önemli tartışmaların yaşanması ve 1917 Şubat Devrimi’nde de bu tartışmaların, değişen koşullara uygun yeni bir içerikle gündeme gelmesi bakımından oldukça zengin bir deneydir. Lenin ve yoldaşları, kısaca, “devrimin yazgısı şuna bağlıdır: îşçi sınıfı, burjuvazinin bir yardımcısı, otokrasi üzerindeki baskısı yüzünden, kuvvet yönünden güçlü, ama siyasal olarak güçsüz bir yardımcısı rolünü mü oynayacaktır, yoksa halk devriminin kılavuzu ve önderi rolünü mü!”‘ (Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yay, 1978, s. 9) biçiminde özetlenebilecek ikilemi dayatan gelişmeler sırasında, demokratik devrime, gerçekte burjuva bir karaktere sahip olduğu için liberal burjuvaların önderlik etmesi ve iktidarın bu sınıfa bırakılması; işçi sınıfının da dışarıdan denetleyici bir rol oynaması gerektiğini iddia eden gericilerle mücadele etmek zorunda kaldılar. Çünkü iktidarın, eninde sonunda otokrasiyle uzlaşacak olan bu sınıfa bırakılması devrimin sonuçlarından vazgeçmek anlamına gelecekti.
Lenin, işçi sınıfı için bu ikilemi formüle ederken şöyle diyordu: “Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının eğitimi ve örgütlendirilmesi için henüz yapacak çok, pek çok şey var, ama şimdi en önemli olan, bu eğitim ve örgütlendirme çalışmasında esas siyasal ağırlığı nereye vermemiz gerektiğidir. Sendikalara ve yasal örgütlere mi, yoksa bir ayaklanmaya, devrimci bir hükümet ve devrimci bir ordu yaratma çabasına mı…” (agy, aynı yer)
Devrimcilerin soruya verdiği cevap açıktır ve “iktidarın tümüyle kurucu bir meclise devredilmesini ve bu amaçla genel seçim hakkıyla ve tam bir ajitasyon özgürlüğüyle birlikte çar hükümetinin hemen iktidardan uzaklaştırılmasını ve onun yerine bir geçici hükümetin kurulmasını istemektedirler. Ama böyle bir hükümete katılmanın olanaklı olup olmadığına bakılmaksızın, “sosyal demokrat parti tarafından yönetilen silahlanmış proletarya düşüncesini proletaryanın en geniş kesimleri arasında yaymalı ve devrimin kazanımlarının savunulması, pekiştirilmesi ve geliştirilmesi ve genişletilmesi yolunda geçici hükümete sürekli baskı yapmalıyız”: RSDİP’in üçüncü kongresinde alınan bu karar, devrim sonrasında kurulan hükümetin karşısında işçi sınıfı ve köylülüğü eli kolu bağlı olarak seyirci konumunda tutmak isteyen liberal burjuvazinin sözcülerininkinden ve “devrimin yol arkadaşlarının düşüncelerinden oldukça farklıdır. Ve Lenin’e göre, demokratik iktidarda yer alan proletarya, iktidarı tümüyle ele geçirme perspektifini asla bir kenara bırakmamalıdır. Çünkü zaten, bu iktidarı ideolojik birlik sağlanamayacağı halde burjuvaziyle paylaşmanın nedenlerinden biri, devrimden diğer halk sınıflarının da çıkarının olmasıysa diğeri de, nesnel koşullar nedeniyle kaçınılmaz olarak diğer sınıflarla paylaşılmak zorunda kalman bu iktidarın “başarılı bir halk ayaklanmasının organı olarak görülmesidir. “Demokrasi savaşımının öncüsü ve bu savaşımın başını çeken proletarya, burjuva demokrasisinin ya da yeni savaşımın getirdiği yeni uzlaşmaz karşıtlıkları bir an için bile aklından çıkarmamalıdır.” (agy. s. 18)
İşçi sınıfının köylülükle birlikte kuracağı demokrasinin iç çelişkileri vardır ve akıldan çıkarılmaması gereken de, bu iktidarın ve demokratik devrimin burjuva bir karakter taşıyor olmasıdır. Ama iktidarda yer alan proletarya, devrimden çıkarı olan küçük üreticilerin burjuvalaşma eğilimi içinde olduklarını unutmadan, bu kesimleri kazanma ve burjuva eğilimlerle savaşma yeteneğini gösterirse kazanan, sosyalizm olacaktır.
Yoksul köylülüğü ve proletaryanın yanında yer alabilecek diğer katmanları eğitmenin bir aracı olarak demokratik hükümet, sınıf savaşımının ve işçi sınıfıyla halk kitlelerini örgütlemenin yeni bir olanağı olarak görülür. Ama Lenin bu eğitim faaliyetini sendikalara ve yasal örgütlere sıkıştırmak isteyenlere şiddetle karşı çıkar.
Komünistlerin bu konuda aynı şiddetle tartıştığı kesimlerden biri de “sosyalizmi geciktiriyorsunuz” çığlıkları atan anarşistlerdir.
İşçi sınıfını, sosyalist mücadelede müttefiklerinden uzaklaştırarak yalnız bırakma hevesinde olanlarla demokratik hükümette yer almasını tasvip etmeyerek onu bir kontrolör durumuna indirgeyen kesimlerin fikirleri sonuçta bir ve aynı sonucu vermektedir. Komünistler, dönemin özelliklerine ve koşullarına uygun doğru politikaların ve doğru taktiklerin belirlenmesinin hayati bir önem taşıdığı üzerinde durarak Rusya’nın koşullarında sosyalizme gidişin “mümkün olan tek yol”unun “tek doğru yol”un demokratik cumhuriyet olduğunda ısrar ederler. Ve bu devrimci hükümette yer alan işçi sınıfının siyasal örgütünün, otokrasiye karşı ayaklanmış halkın azami çıkarının ifadesi olan “proleter demokrasinin asgari programını” uygulaması gerektiğini durmadan tekrar ederler. Bir şey daha; “Biz demokratik devrimden sonra derhal ve yalnızca gücümüze, sınıf bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücüne dayanarak sosyalist devrime doğru ilerlemeye başlayacağız… Biz kesintisiz devrimi savunuyoruz. Yarı yolda durmayacağız” der Lenin.
1905 yılında yapılan bu tartışmalar, daha sonra 1917’de benzer biçimlerde tekrarlanacaktır. Devrim, karanlık gericilik yıllarını geride bırakarak Şubat’a doğru gelindiğinde, toplumsal hareket bir kez daha artar. Bu hareket, hızına yetişemeyenleri saf dışı bırakırken, Bolşevikler yeni dönemde değişen taktikler ve sloganlar için yeni bir ikna faaliyetine girişmek durumunda kalırlar. 1917 Şubat Devrimi’nin verdiği en önemli derslerden ikisi şudur; sınıf mücadelesinin geldiği her aşamada eski formüllere körü körüne bağlı kalmadan koşullara uygun doğru taktik ve sloganların saptanması belirleyici öneme sahiptir ve ama, bu yetmez, bu sloganların sokaktan da ses getirmesi için geniş kitlelerin ikna edilmesi gerekir. Şubat’tan Ekim’e kadar geçen süre, bu bakımdan emekçilerin, “ikili iktidar”a bağlılıktan koparak “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını benimsemeleri için yapılan komünist çalışmanın yoğunlaştığı, sosyalist devrimin şartlarının olgunlaştığı bir dönemdir. Burjuva demokratik devrim Şubat’la artık, tamamlanmıştır.

‘İKİLİ İKTİDAR” VE “BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLERE”
Şubat Devrimi, grevler ve silahlı çatışmalarla başladığında otokrasinin ömrünün çok uzun olamayacağı anlaşılmıştı. 1914’ten bu yana süren savaş nedeniyle de, politik ve iktisadi kriz içine giren Rusya’da yıllardan beri “bekleyin yeni bir 1905 gelecek” diyen işçilerin vaadi gerçekleşiyordu. Çar devrildi. Ve devrimin daha ilk günlerinde, 1905’ten beri işçi sınıfının belleğinde yaşayan Sovyetler birer birer, yeniden boy verdi. Ayaklanan işçi ve askerler ki askerler, üniforma giydirilerek cepheye gönderilen köylülerdir, işçi ve asker temsilcileri Sovyetlerini kurmaya başladılar.
Böylece Lenin’in 1905’te İki Taktik’te ayaklanma organları olarak tanımladığı Sovyetler, demokratik işçi-köylü iktidarının araçları olarak tarih sahnesine bu kez daha yaygın olarak çıkmaktaydılar.
Aşağıdan gelen iktidarın karşısında ise, liberal burjuvazinin kapitalist toprak sahipleriyle ittifak halinde oluşturduğu Geçici Hükümet vardı. Devrim, çarlığın devrilmesine yol açmış ama küçük burjuva “Sosyalist Devrimciler”le, Sovyetlerde çoğunluğu ele geçirmiş bulunan Menşeviklerin sayesinde erk, burjuvaziye teslim edilmişti. İşçi sınıfının ve yoksul köylülüğün gücüne inanmayan ve burjuvazinin kuyruğundan ayrılmayan bu iki kesim nedeniyle iktidar, gönüllü olarak gericiliğe verilmişti.
Bu, Rusya için daha önce öngörülmeyen bir gelişmeydi. Beklenilen, 1905’te olduğu ya da o zaman kabaca formüle edildiği gibi, işçi sınıfının köylülükle iktidarı paylaştığı bir demokratik iktidar durumuydu. Ama şimdi öyle olmamıştı. İşçi ve köylülerin Sovyetleri tek başına iktidarda değildi. Bu durum, birçok Bolşevik’in de kafasını karıştırdı. Bu yüzden, Geçici Hükümet’in ve Sovyetlerin kurulmasıyla birlikte demokratik devrimin tamamlandığı, bundan sonra devrimci çabanın, sosyalist devrim hedeflenerek yoğunlaştırılması gerektiği konusunda ikna olanların sayısı fazla değildi; peki şimdi, bu beklenmedik durum karşısında ne yapılacaktı?
Komünist parti, Lenin’in uzak görüşlülüğünün de yardımıyla bu beklenmedik sorunun işçi sınıfı lehine çözülmesinde gereken esnekliği, manevra yeteneğini ve cesareti gösterdi. Üstelik Bolşeviklerin 1905’te yaptıkları parti kongresinde alınan karara göre “tüm halk tarafından tanınan bir kurucu meclis toplamaya yetenekli bir geçici hükümete katılma” ilkesi benimsenmişti. Şubat’tan sonra sürgünden dönen Lenin, Nisan Tezleri olarak tanınan tezlerinde, yeni durumu değerlendirerek Bolşeviklerin bundan sonraki taktiğinin geçici hükümete katılmak olmadığını, tersine bu hükümete karşı savaşmak olduğunu vurguladı. Çünkü işçi vekilleri Sovyetlerinin yaygın bir olgu haline geldiği şu koşullarda, parlamenter cumhuriyet talebi, artık, gerici bir içerik taşıyordu.
1905’teki sorun burjuva demokratik devrimin geliştirilmesiyken şimdi yaşanan süreçte sorun, proleter demokrasisinin nasıl gerçekleştirileceği ve sosyalizme nasıl yürüneceğiydi. Ama tezlerin kabul görmesi için zaman geçmeli ve bunun için Bolşevikler Sovyetlerde gerekli çoğunluğu sağlamalıydı. Lenin’in, üçüncü kongre kararlarına karşın, yeni taktiği saptamakta gösterdiği uyanıklık, tamamen, “somut durumun somut tahlili” ilkesine dayanıyordu. Buna rağmen, Lenin’in; Troçki’nin 1905’te söylediği şeylere ikna olarak fikrini değiştirdiğini iddia edenler oldu. Oysa yine Lenin, daha 1905’te, “Sosyal Demokratlar için yığınlara önderlik etmekte doğru taktik sloganlara sahip olmak bugün son derece büyük bir önem taşımaktadır. Devrimci bir dönemde ilkelere dayanan sağlam taktik sloganların önemini küçümsemek kadar tehlikeli bir şey olamaz” demişti. (İki Taktik, s. 9)
Yine aynı ilke doğrultusunda Bolşevikler, kitleleri harekete geçirmek üzere saptanan “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını atmak ya da bir silahlı ayaklanma çağrısı yapmak için koşulların bunun için hazır hale gelmesini beklediler. Ama bu, pasif bir bekleme değildi; kurulan hükümetin barıştan yana değil savaşı sürdürme taraftarı olduğuna, işçi ve köylü dostu değil “emperyalist haydutluk peşinde” olduğuna kitleleri ikna etmek için uzun ve sabırlı bir propaganda çalışması yapmak gerekiyordu. Lenin, durumu nisanda şöyle saptamıştı: “Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletarya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir. … Bu geçişin özelliği, bir yandan azami yaşattıktır (bugün Rusya, savaş halinde bulunan bütün ülkeler arasında, dünyanın en özgür ülkesidir); öte yandan, yığınlara karşı zor kullanılmaması ve en son, kapitalistlerin hükümetine, barışın ve sosyalizmin o en amansız düşmanlarının hükümetine karşı yığınların göstermekte oldukları bilinçsiz güvendir… Partimizin azınlıkta olduğunun ve şimdi zayıf bir azınlık oluşturduğunun bilinmesi… “gerekir. (Lenin, Nisan tezleri, Sol yayınları, 1989, s. 11)
Lenin devam eder, “doğrudan görevimiz, sosyalizmin başlatılması değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.” (abç, Nisan Tezleri, s. 12 )
Sosyalizme başlamak için henüz erken, parlamenter demokrasiyi ya da geçici hükümete katılmayı savunmak içinse çok geçti. Ve yine Lenin, yoldaşlarını, “eski formülleri, Bolşevizm’in eski formüllerini tamamlayıp düzenlemeyi bilmek gerek” diye uyarıyordu. Çünkü onlar her ne kadar doğru çıkmışlarsa da somut uygulamaları farklı olmuştu, “bu iktidar ikiliğini eskiden kimse ne düşünürdü ne de düşünebilirdi. Proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü şimdiden gerçekleşmiş bulunuyor, ama olağanüstü özgün bir biçimde ve çok önemli değişikliklerle… Eskiden yapıldığı gibi burjuva devrimini tamamlama sorununu ortaya atmak, canlı Marksizm’i ölü metinlere feda etmek demektir” (Lenin agy, s. 22-23)
Öyleyse, bundan sonra ikili iktidar durumundan bir an önce kurtulunmaya bakılacaktı. Ama sonuçta ikili iktidar durumu, aşağıdan gelen iktidarla burjuvazi arasında bir tür uzlaşmaydı ve Bolşevikler böyle bir uzlaşma durumunda kitleler adına kendileri eyleme geçemezlerdi. Üstelik henüz yığınlara şiddet uygulamayan hükümet, belirli bir sempati de toplamıştı. Bu yüzden muhaliflerinin Lenin’e yönelttiği Blankizm, iç savaş çıkarma ya da silahlı ayaklanma çağrısı yapma suçlaması Haziran-Temmuz aylarına gelinceye değin, etkili bir karşı propaganda yöntemi oldu. Bolşevikler bütün bunlara sabırla yanıt verdiler. Kitleler hazır hale gelinceye dek, ağızlarına silahlı ayaklanma sözünü almadılar.
Şubat’tan sonra başlayan demokrasi ortamında bütün Bolşevik liderler yurtdışından dönmüş, parti legal faaliyet yürütür hale gelmiş ve Bolşevik yayınlar yasal olarak yayınlanır olabilmişti. Bunu sağlayan, hiç kuşkusuz devrimin kendisiydi. Ancak, şubattan ekime dek geçen süre zarfında siyasal durum birçok kez değişti. Yayınların artık eskisi gibi rahat çıkamadığı ya da Bolşeviklerin kısa bir dönem yeraltına çekildiği, karşı-devrimci saldırıların arttığı dönemler de yaşandı. Ama bu dönemler de “rahat” dönemler kadar kısa ve geçiciydi; Çünkü Rusya, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı bir siyasal değişim yaşıyordu. Bolşevikler, “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını nisan ayında atmaya başladılar. Ama bu slogan daha ancak, bir propaganda içeriği taşıyordu, Temmuz başlarında, Bolşeviklerin yanlış veya erken bulsalar da başına geçmekte bir an bile tereddüt etmedikleri, kendiliğinden gelişen bir ayaklanma sırasında da; kitleler, bu sloganla harekete geçmiş olmalarına karşın iktidarın alınmasına biraz zaman vardı.
Ama Eylül ayına gelindiğinde Lenin bir kez daha soruyordu “Ne yapmalı?” Ayaklanma zamanı gelmişti ve “şimdiki fırsatı kaçırmak tam bir alıklık tam bir ihanet olurdu” (Lenin agy,s. 170). “Ayaklanma bir sanattır” diye saptamıştı Lenin ve son büyük atak yapılıp iktidar Sovyetlere devredildiğinde, ayaklanma için harcanan onca çabanın karşılığı olarak Bolşeviklerin arkasından milyonlarca Rus emekçisi gelmekteydi.
Şubat Devrimi’nden sonra komünistlerin önüne, kitleleri devrime ve iktidara ikna etme görevini koyan Bolşevik Partisi, Ekim’de artık, milyonlarca Rus işçi ve köylüsünün kurtuluşunun önkoşullarını hazırlayan devrim için, hareket çağrısında bulunmuştu. İkili iktidar döneminde burjuvaziyle kurulan uzlaşma kırılmış, Sovyetlerdeki Menşevik etkinliği tersine dönerek Bolşevikler çoğunluğu sağlamışlardı. Bir zamanlar Kışlık Saray’a Papaz Gapon’la yürüyen yığınların önünde şimdi Bolşevik militanlar vardı. Ve iktidar, Ekim ayında, hiçbir gerici dirençle karşılaşmadan, oldukça kansız bir biçimde ele geçirildi. Devrimin yeni bir dönemi başladı.
Şubat Devrimi, Lenin’in “Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidar” diye tanımladığı Sovyet örgütlenmesini, proleter demokrasisinin bir organı olarak tarih sahnesine çıkardı. Bu iktidarın başlıca belirtici özellikleri yine Lenin tarafından şu şekilde saptandı:
“-İktidar kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyim kullanmak gerekirse dolaysız bir zorlamadır.
– Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında, kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk, kendileri gözetir.
Memurlar topluluğu da, bürokrasi de halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş ya da hiç değilse özel bir denetim altına konmuştur.” (Nisan Tezleri s. 16)
Böylece, Fransız Devrimi’nin gündeme getirdiği demokrasi tartışmaları, Şubat Devrimi’ndeki ikili iktidar döneminde, proleter demokrasisi tartışmasının başlamasıyla yeni bir boyuta evrildi. Şubat, burjuva demokrasisi ile proleter demokrasinin, demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki kesintisiz ilişkinin, demokratik devrimden sonraki iktidar sorununun pratik olarak çözümlenip ilkelere bağlandığı bir tarihsel dönem oldu. Komünistlerin (RSDİP, Lenin’in önerisiyle, Şubat Devrimi’nden sonra Komünist Partisi adını alacaktı), bu çok hızlı değişen siyasal koşullarda gösterdikleri direşkenlik ve uzak görüşlülük, bu iki demokrasi arasındaki farkın ortaya konmasını sağlarken Rus halkı da kendi deneyleriyle bunu bütün dünya halklarına gösterdi. Kışlık Saray’ın alınması ve genel olarak işçi sınıfının iktidara gelmesi; bütün iktidarın Sovyetlere geçmesi neredeyse “tek bir silah patlamadan” gerçekleşmişti, ama yine bu dönemde devrimin barışçıl koşullarda gerçekleşmesiyle iç savaş ilişkisi üzerine çok şey tartışıldı. Bolşevikler ve Sovyetlerde örgütlenen halk, silahlı mücadeleye de hazırlanmışlardı. Gerici Kornilov Ayaklanması’nı bastıran da Sovyetlerde silahlanmış olan işçiler ve köylülerdi. Ve elbette bu durum, zaten siyasi ve ekonomik bakımdan krizde olan egemen sınıfların sahneyi telaşla terk etmesine yol açtı. Kitleler Kışlık Saray’a doğru yürürken Kerenski’nin bir otomobille savaş meydanını terk ettiğini herkes gördü.
Şubat Devrimi, ayaklanmayı bir sanat olarak tanımlayan Bolşeviklerin ince ince işledikleri bir şaheserdi.

Şubat 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑