Sermayenin saldırılarına karşı iktidar perspektifiyle mücadele

Bugün, emek ve sermaye arasındaki çatışma; bir yanda IMF, Dünya Bankası, işbirlikçi büyük patronlar ve onların hükümetinin artan saldırıları, öte yanda işçi, emekçi sınıfların mücadelesinin “genel grev, genel direniş” sloganıyla yeni bir yükselişe yönelmesiyle karakterize oluyor. Bu koşullarda “Hükümet istifa” sloganı ve “erken seçim” tartışmaları, emekçilerin çıkarına bir çözümü dile getirmekten uzaktır.
Yıllardır uygulanan IMF programları ortadayken, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda “serbest bölgeler” ve “endüstri bölgeleri”, MAI, MIGA, tahkim vb. yasal düzenlemeler, tarım ve hayvancılığın bitirilmesine yönelik uygulamaların ekonomi üzerindeki egemenliği sürerken, “Tütün Yasası” yeniden gündeme getirilirken, ülke ekonomisinde yaşanan sorunların ve işçi, emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarındaki sürekli kötüleşmenin sorumluluğunu hükümetle sınırlamak ya da sadece “ülkenin kötü yönetilmesi” ile açıklamak, işçi, emekçi sınıfları yeniden sisteme bağlamaya yönelik burjuva politik manevralardan medet ummak, sermayenin değirmenine su taşımaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
İşçi ve emekçi sınıfların her geçen gün daha fazla yoksullaşması, işsizliğin çığ gibi büyümesi, kazanılmış haklara yönelik saldırıların “kıdem tazminatları ve ikramiyelere el konulmasının gündeme getirilmesi ile devam etmesi, “krizden çıkış ve ülke ekonomisinin düzlüğe çıkarılması” adına yürürlüğe konan programların içerdiği emek düşmanı uygulamalar vb.- bütün bunların kaynağında, kapitalist sömürü sisteminin egemenliğini sürdürmesi ve yaşanan ekonomik krizlerin faturasını emekçilere kesen sermaye politikaları vardır.
Sermaye sınıfının çıkarlarının belirlediği politikaların yürütme organı olan hükümetler, onlarca yıldır, kapitalist sömürü ve emperyalist yağma düzeninin sadık bekçileri olarak işlev görmüşlerdir. Bu gerçek 57. hükümet açısından da geçerlidir.
Bunun içindir ki, işçi, emekçi yığınların, mitinglerde, salon toplantılarında bir yandan taleplerini haykırırken, bir yandan da sermayenin saldırılarına karşı, işsizliğe, yoksulluğa, IMF politikalarına karşı öfkelerini “hükümet istifa” sloganı ile dile getirmelerinde anormal bir durum yoktur. Dahası, bugün içinde bulunulan koşullar dikkate alındığında, işçi ve emekçilerin hükümeti yıkmayı hedefleyen bir tutumla mücadeleye atılması; sınıfın bilinç ve örgütlülüğünün ilerletilmesi, işçi, emekçi yığınların hükümetleri yıktıkça, bağımsız bir sınıf olarak siyaset sahnesindeki yerlerini alma sürecinde kendilerine olan güvenlerinin artması açısından önemlidir.
Ancak bütün bunlar, mücadeleyi “hükümetin istifası” ile sınırlayan ve sorunların çözümünü “erken seçim”e gidilmesinde gören tutumların, burjuva siyasetin kulvarları arasında kaybolmakla malûl olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Özellikle, sosyal demokrat çevreler, burjuva siyasetin sendikal bürokrasi içerisindeki her renkten temsilcileri ve “en azından emekçilerin bazı hakları korunur” diyen kimi sendikacılar, mücadelenin yeniden yükselmeye başladığı bir süreçte, hareketin ufkunu “Hükümet İstifa-Erken Seçim” noktasına kilitleyerek, işçi, emekçi hareketini burjuva politikanın sınırlarına hapsediyorlar. Emekçilerin mücadele ufkunu “Hükümet İstifa-Erken Seçim” siyasetiyle sınırlamanın neden bu anlama geldiğini, sermayenin yeni saldırıları, büyük patron örgütleri ve hükümet ilişkisinin güncel ve yakın geçmişteki kimi yönleri üzerinde durarak ele alalım.

SERMAYENİN SALDIRILARI ARTARAK SÜRÜYOR
Bırakalım onlarca yıldır işçi ve emekçileri yıkımdan yıkıma sürükleyen kapitalist sömürü politikalarını, Bakanlar Kurulu’nun son “tasarruf paketi” ve IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlandığı inkâr edilmeyen 2002 Bütçesi bile, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtulması gereken düşmanın sadece hükümet olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Gerek yeni tasarruf kararları gerekse 2002 Bütçesi, krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmayı sürdürecek yeni saldırıları gündeme getirirken, kapitalist sömürü ve emperyalist yağmanın katmerleşerek sürdürüleceğinin resmi metni olma niteliği de taşıyor.
Kamu işyerlerinde, 150 bin olacağı resmi ağızlardan ilan edilen, ancak rakamının daha da büyümesi beklenen yeni işten atmalar, hazine arazilerinin yerli ve yabancı sermayenin yağmasına açılması, ikramiye ve kıdem tazminatlarının ödenmemesi, ücretsiz izin uygulamasının kamu işyerlerinde de gündeme getirilmesi, temel tüketim maddelerine sürekli zam, özel iletişim vb. dolaylı vergilerin artırılması, Köy Hizmetleri, DSİ, Elektrik İşleri Etüt İdaresi, Enerji İşleri Genel Müdürlüğü ve Karayolları Bölge Müdürlüklerinin kapatılması, birçok üründe taban fiyat ve destekleme uygulamalarından vazgeçilmesi, Ziraat Bankası ve Halk Bankası’nın çiftçi ve esnaf kredilerini durdurması, çalışanlara ilaçların taneyle verilmesi, lojman kiralarına zam yapılması vb. gelir artırıcı, gider azaltıcı önlemler ve tasarruf adına gündeme getirilen yeni saldırılarla krizin yükü emekçilere yıkılmaya devam edecek.
2002 Bütçesi, IMF’nin % 6,5’lik faiz dışı fazla talebine göre düzenlenirken, kamu emekçilerine verilecek zam oranının 2002 yılında % 15’i geçmeyeceği belirtiliyor. Özelleştirme gelirlerinin, özelleştirme yasası ve programının yeniden ele alınarak artırılması hedeflenirken, devletin küçültülmesi adına kamusal alanının bütünüyle tasfiye edilmesi ve kamu hizmetlerinin ve kazanılmış hakların gaspının devam etmesi planlanıyor. 2002 yılında 10 milyar doları IMF, 3 milyar doları da Dünya Bankası tarafından verileceği söylenen yeni borçların yeni bir stand-by antlaşmasına bağlanacağı ve 2002 Bütçesi’nin bütünüyle borç, anapara ve faiz ödeme bütçesi olarak hazırlandığı, ülkeyi yönetenler tarafından açıkça ilan ediliyor.
Bütün bunlar ve burada alt alta sıralamadığımız emek ve ülke düşmanı benzeri politikaların TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi büyük patron örgütlerinin haberi olmadan, onların rızası olmadan gündeme gelmesi mümkün müdür? Dahası, onların emperyalist sermayenin işbirlikçileri olarak, bu politikaların asıl sahipleri olduklarını söylemek, gerçeği ifade etmek olacaktır.
Dolayısıyla bugün saptırıcı bir tartışmanın konusu haline getirilen hükümet istifa etsin veya etmesin, erken seçim olsun veya olmasın, kapitalist sömürünün ve emperyalist yağmanın önümüzdeki yıl içerisinde nasıl katmerleşerek devam edeceğine ilişkin planlar ABD’de hazırlanmış, program haline getirilmiş ve hatta takvimlendirilmiş durumdadır. Var olan da veya her ne şekilde olursa olsun gelecek olan da bu hazır programı uygulayacaktır.

BURJUVA SİYASETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI ÇABALARI
Sorunu, patron örgütlerinin hükümete ilişkin tutumunun yakın geçmişteki örnekleri ile birlikte irdelemeye devam edelim.
Hatırlanacağı gibi, Kasım ve Şubat krizlerinin yaşandığı günlerde, Türkiye’nin büyük patron örgütlerinden biri olan TÜSİAD, hükümette revizyona gidilmesini isterken, diğer büyük patron örgütü TOBB, hükümeti istifa etmeye çağırıyordu.
O güne kadar her iki patron örgütünün defalarca arkasında olduklarını açıkladıkları IMF programı çökmüş, TL bir gecede dolar karşısında % 45 değer kaybetmiş ve halk bir gecede % 45 yoksullaşmış, yerli ve yabancı spekülatörler milyarlarca dolarlık vurgunlarla Merkez Bankası’nı ve Hazine’yi soymuş, enflasyon fırlamış ve toplu işten atmalar hız kazanmıştı, işte bu koşullarda, sanki IMF ve Dünya Bankası’nın istekleri doğrultusunda uygulanan politikalara destek veren ve hükümete sürekli “programdan sakın sapmayın” diyerek sistemin dümeninde kendilerinin olduğunu her fırsatta hatırlatanlar kendileri değilmiş gibi, kabinede revizyon ve hükümetin istifasını isteyerek ortaya çıktılar.
Ardından Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, ABD’den ithal edilip, çöken programdan hiçbir farkı olmayan, hatta işçi, emekçi sınıflara ve ülkenin bağımsızlığına ilişkin saldırıları daha kapsamlı olarak içeren “Cilalı IMF-Derviş Programı” ilan edildiğinde en büyük desteği yine onlar verdi. Ancak, işçi ve emekçi yığınların, esnafın ve köylülerin öfkesi sokağa taşıp, mücadelenin yükseldiği her durumda da, hükümetten rahatsız olduklarını, revizyon veya istifa istediklerini söylemeyi ihmal etmediler. Gerekçeleri ise şöyleydi; “Ekonomik krizin nedeni siyasilerdir. Kriz asıl siyasette yaşanmakta ve bunun sonuçları da ekonomiyi olumsuz etkilemektedir. Siyaset yeniden yapılandırılmadığı sürece de bu böyle olacaktır, vb.”
Bu tutumlarıyla büyük patron örgütleri “bir taşla birkaç kuş birden vurmayı” amaçladılar. Emekçilerin, kapitalist sömürü düzeni ve emperyalist saldırganlığın dizginlerinden boşalmış ifadesi olan yeni liberal politikaların yarattığı yıkım karşısında kabaran kitlesel öfkesinin, kapitalist, emperyalist sistem karşıtlığına dönüşmesini engellemek; amaçlarının başında geliyordu. Kapitalist, emperyalist sömürü zincirine tam entegrasyonun kesintiye uğramaması ve işbirlikçi büyük patronların çıkarlarının mutlak savunuculuğundan taviz verilmemesi, bir diğer amaçtı. Bunlara bağlı olarak da, burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması ve burjuva siyasetin yürütme gücünün tahkim edilmesi, buna yönelik düzenlemelerin hızla yapılması, bunun için de parlamento ve hükümetin daha fazla çalışması, bir diğer önemli hedef idi.
Bunun için ayak bağı olan ve çıkardıkları yerli yersiz pürüzlerle halkın gözünde sisteme dair kuşkular yaratan bakanlar (aktörler) temizlendi, burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması fikrinin halktan destek görmesi için çalışıldı; IMF ve Dünya Bankası’nın emirleri doğrultusunda 15 günde 15 yasa çıkarmak için gece gündüz çalışan Meclis alkışlandı. Revizyona gitmesi, istifa etmesi istenen, siyasette kriz yaratarak ekonomiyi krize sürükleyen (!) hükümet işini yapmaya devam ediyor, işbirlikçi büyük patronlar için borç para dileniyor, memleketi ABD ve Avrupa kapılarında uluslararası emperyalist tekellere pazarlamayı sürdürüyordu.
Büyük patron örgütlerinin “bir taşla birkaç kuş vurma” amacıyla gündeme getirdiği ve burjuva siyasetin yeniden yapılandırılmasına bağlanan hesapları, bugün de geçerliliğini koruyor ve daha önümüzdeki bir kaç yıl için de güncelliğini sürdürecek gibi görünüyor, ihtiyaca göre, hükümetin istifası, erken seçim, başkanlık sistemi ve şimdilik en ideal gibi gördükleri teknokratlar hükümetine ilişkin kartlar şu veya bu açıklıkta kullanılmayı sürdürecek. Dahası, burjuva siyasetin güçlü bir yürütme gücüne sahip olabilmesi için en uygun formülün bulunması yolunda, siyasi partiler yasasında ne gibi değişiklikler yapılması gerekeceği konusu, kısa sayılmayacak bir süre daha gündemde kalacak. Çünkü baraj kaldırılsın mı, ne kadar kaldırılsın, kaldırılmazsa ne olur vb. gibi birçok soru üzerinden, emperyalizme bağımlı, vahşi kapitalist sömürü düzeninin siyasi üstyapısını en ideal nasıl şekillendirebileceğinin yanıtları aranıyor ya da var olan yanıtlar içerisinden en işe yarayanının belirginleşmesi isteniyor.
Yani, büyük patron örgütleri bir yandan, burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması ve emekçi yığınların yeniden ve yeniden sisteme bağlanması için hükümetin gitmesi, erken seçim, seçim yasasının değiştirilmesi vb. tartışmalarım canlı tutuyor, diğer yandan da hiç gitmeyecekmiş gibi çalışması ve sermayeye hizmette kusur etmemesi için, “gelmiş geçmiş en uyumlu koalisyon bu” diyerek hükümetin sırtını sıvazlıyor.
Bir bakıyorsunuz, büyük patron örgütleri hükümetin istifasından söz ediyor, erken seçim, seçim yasalarının değiştirilmesi, siyasi partilerde lider sultası vb. tartışılıyor, bir bakıyorsunuz, başta patron örgütleri olmak üzere hükümet savunucularının sesi gür çıkıyor, işte, “bir bakıyorsunuz öyle bir bakıyorsunuz böyle” durumlarının neye göre, nasıl belirlendiği ve neye hizmet ettiği, ortada bir kaos gibi görünenin altında hangi hesapların yattığı, yukarıda ortaya konulanların ışığında daha anlaşılır bir duruma geliyor.

TÜSİAD’IN, EMEKÇİLERİ YEDEKLEME MANEVRALARI
Sisteminin ayakları altından kayan toprağa tutunmak ve işçi sınıfı ve emekçi yığınları yedeklemek için bütün bunlar yetmiyor olsa gerek ki, TÜSİAD, bir de, Emek Platformu’nun (EP) son eylem kararlarının ardından, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ ile görüşerek, EP içerisinde yer almak istediğini açıkladı.
Yukarıda da kısaca ortaya konulduğu gibi, TÜSİAD’ın bugünkü talep ve hedeflerinin, işçilerin, emekçilerin, kırın ve kentin yoksullarının talepleriyle hiçbir ortak yanı yoktur.
Büyük patron örgütleri, kendi çıkarlarının, kapitalist sömürü sisteminin devamından ve emperyalizm işbirlikçiliğinden yana olduğunu lisanımünasiple, defalarca ve defalarca ortaya koymuşlardır.
Ancak bu gerçeğin, işçi, emekçi yığınlar tarafından bu kadar açık ve somut olarak bilinmesinin de TÜSİAD açısından bir faydası yoktur. Aksine, böyle değil de, sınıf çıkarları ve çelişkileri açısından belirsiz, karışık ve tersyüz edilmiş fikirlerin emekçilerin saflarında yaygın olarak egemen olması, büyük patronların her zaman işine gelmiştir. EP’te yer alma isteği de, bu doğrultuda yeni bir hamledir.
TÜSİAD’ın bu girişimi, emek ile sermaye arasındaki çatışma ve mücadele sürecinde, sermayenin saldırı politikalarının kaçınılmazlığını emekçilere kabul ettirme ve emek cephesini kontrol etme amacıyla oluşturulan “5’li Sivil İnisiyatif ve “Ekonomik Sosyal Konsey” (ESK) gibi bir dönemin sözde “uzlaşma-diyalog platformlarının, mevcut biçimleriyle ve en azından bugün için bir işe yaramadığının, beklenen işlevi yerine getirmediğinin düşünüldüğünü gösteriyor. Bu “ileri” mevzilerde tutunamayan TÜSİAD, daha “geri” bir mevziiye çekilmek ihtiyacını hissetmiştir. Yine bu girişimiyle, TÜSİAD, mevcut koşullarda işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini zayıflatma işini, sadece sendika bürokrasisine bırakmama, doğrudan işin başında yer alarak duruma müdahale etme yönünde bir adım atmış oluyor. Hem EP’in, işçi sınıfının, emekçilerin tabandan gelen baskıları sonucunda, sermayeden bağımsız bir mücadele cephesi olarak ortaya çıkması ve sermaye karşıtı politikaların uygulanması isteğinin yüksek sesle dile getirildiği bir platforma dönüşmesine karşı tedbir alıyor, hem de işçi, emekçi halk kitlelerinin gücüne ve işçi sınıfının dünya görüşüne dayanarak, somut talepler için kararlıca mücadele eden bir merkez olmaktan bugünkü durumuyla uzak olan EP’in zayıflıklarına oynayarak, emekçileri yedekleme manevraları yapıyor.
Büyük patron örgütlerinin gerek burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması, gerekse TÜSİAD’ın EP’e girme konusundaki tutumları; işçi, emekçi hareketinin “hükümetin istifası ve erken seçim”in ötesinde bir anlayışla hareket etmesi gerektiğine, aksi takdirde, büyük patronların, şu hükümetin gitmesi yerine bu hükümetinin gelmesinden fazlaca bir rahatsızlığının olmayacağına, bu durumda da, sermayenin hükümet konusundaki manevralarının sonuç vermesi ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir.
Kapitalist sömürü sisteminin, emperyalistlerin ve işbirlikçi büyük patronların ihtiyaçlarıyla, işçi, sınıfı ve emekçilerin ihtiyaçları arasındaki çelişki ve çatışmalar, hiç olmadığı kadar keskinleşmekte ve derinleşmektedir. Bu koşullarda işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri ve mücadelenin ufku açısından en küçük bir belirsizliğe bile izin verilmemelidir. Dolayısıyla, sınıfın ve emekçilerin taleplerine uygun politikaların yaşama geçmesinin yolunun, hükümetin istifası ve erken seçimin ötesinde, bazı koşulların oluşmasından geçtiği bir an bile unutulmamalıdır.
Sınıf bilinçli ileri işçilerin, sınıftan yana, mücadeleci sendikacıların, emekten yana politika yaptığını söyleyenlerin ve sınıf partisinin örgütlerinin tutumunun da, bu koşulların olgunlaşmasını sağlayacak yönde olması; bunun için de, işçi sınıfını ve emekçileri iktidara götürecek bir perspektifle hareket edilmesi zorunludur.
Yani bir yandan, işçi sınıfı başta olmak üzere kentin ve kırın yoksullarının talepleri kararlı bir biçimde savunulmak ve sermayenin saldırılarına karşı emek cephesinin daha etkili ve sonuç alıcı eylemler gerçekleştirmesi için çaba sarf edilmeli; bir yandan da, işçilerin, üretim birimlerindeki, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenmesinin düzeyi, ekonomik ve politik yönden ilerletilmelidir. Bütün bunlar yapılırken de, ülkenin ve emekçilerin geleceğinin, hükümetin istifası ya da erken seçimde değil, emeğin iktidarında olduğu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya konulmalıdır.

EMEKÇİLERİN TALEPLERİ AÇIK VE KESİNDİR
Bu noktada, sermayenin saldırıları karşısında emek cephesinin, gerisine düşmeden ve daha ileri olanları da ekleyerek, öne sürmesi gereken belli başlı talepleri bir kez daha hatırlamak anlamlı olacaktır.
1) Gümrük Birliği, MAI, MIGA ve Türkiye’yi açık pazar haline getiren öteki antlaşmalardan çıkılmalı, diğer ülkelerle ticarette tam eşitlik sağlanmalı, IMF ve Dünya Bankası ile olan antlaşmalar iptal edilmelidir.
2) İç ve dış borç ödemeleri durdurulmalı, bu durumda bütçede serbest hale gelecek borç ve faiz ödemelerine akıtılmakta olan kaynaklar, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi için kullanılmalı, herkese insanca yaşayabileceği bir ücret ödenmeli ve çalışma koşullarının düzeltilmesi sağlanmalı, yeni iş olanakları yaratılmalıdır.
3) Sahipleri tarafından hortumlanan bankalar yüzünden uğranan zarar hortumculardan tahsil edilmeli; bu amaçla hortumcuların tüm mal varlıklarına el konulmalıdır.
4) Nüfusun en yüksek gelir sağlayan yüzde 20’lik kesimine girenlerden bir kereye mahsus servet vergisi alınmalıdır.
5) Özelleştirmeye son verilmeli, özelleştirilen kurumlar yeniden kamuya devredilmeli; sanayi ve hizmet KİT’lerinin modernize edilerek verimlilikleri ve üretimdeki etkinlikleri artırılmalı, bu kuruluşlar düzen partilerinin ve hükümetlerin arpalığı olmaktan çıkarılıp “işçi denetimi”ne açılmalı, tarım KİT’leri (Devlet Üretme Çiftlikleri, TİGEM) araştırma ve geliştirme kurumları ve tarımın modernleştirilmesinin dayanakları olarak yeniden örgütlenmeli, Tarım Birlikleri (TARİŞ, Pankobirlik, Fiskobirlik vb.) gerçek üreticilerin denetimine verilmeli, bağlı sanayi kuruluşları modernize edilerek üretime katkıları artırılmalı, kooperatifçilik desteklenmeli, bir tarım reformuyla, topraksız köylüye toprak dağıtılmalı, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşam düzeyi yükseltilmeli ve sosyal güvenceye kavuşturulmaları için gereken önlemler alınmalı, Ziraat Bankası, köylülüğü destekleyen bir banka olarak yeniden organize edilmelidir.
6) Esnafların, tekellerin ve bankaların baskısından kurtulması için gereken önlemler alınmalı; banka borçları affedilmeli, Halk Bankası esnaflarla ilgili olan görevleriyle yeniden yükümlendirilmelidir.
7) Enerji, iletişim, THY, DDY, Deniz Yolları, demir-çelik, petrokimya, makina sanayi gibi ülkenin bağımsızlığı ile de doğrudan ilgili olan temel ve stratejik sanayi ve hizmetler bir ulusal kalkınma programı çerçevesinde ele alınmalı, demir ve deniz yolu taşımacılığını merkeze alan bir politikayla ulaşım sorunu çözülmeli, bunlar çevrenin korunmasını da içeren ulusal bir tarım programı ile birlikte ele alınmalıdır.
8) Teknolojik ilerlemeden emeğin aleyhine değil lehine yararlanılmalı; teknolojideki gelişmeler işçinin, emekçinin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması (haftada 5 gün çalışma ve 35 saatlik iş haftası), emekçilerin refah düzeyinin artırılması için kullanılmalıdır.
Bu amaçla;
– Sendikal örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalı ve tüm emekçilerin grev ve TİS hakkıyla donatılmış olarak sendikalaşmasının yolu açılmalı, baraj kaldırılmalı, sendika seçiminde tam özgürlük için yetkinin referandumla belirlenmesi sağlanmalı, kamu emekçilerine grevli toplusözleşmeli sendika hakkı tanınmalıdır.
– Sigortasız çalışmanın önlenmesi için etkin bir sigorta denetimi kurulmalı, sanayide taşeron sistemine son verilerek, işçi ve emekçilerin haklarını istismar eden her girişim yasaklanmalıdır.
– Sosyal güvenlik sistemi gerçek bir reformdan geçirilerek, tüm halka, insanca bir sağlık ve emeklilik hizmeti sunar hale getirilmeli, bütün emekçiler sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır.
– Eğitim ve sağlık hizmetleri her kademede parasız olmalıdır.
– Vergi sisteminde çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması ilkesi benimsenmeli, dolaylı vergiler kaldırılmalıdır.
– Asgari ücret “açlık sınırı”nın üzerine çıkarılmalı ve vergiden muaf tutulmalıdır.
– “Açlık sınırı”nın altında gelire (şimdi bu sınır, 4 kişilik bir aile için net 300 milyon TL) sahip ailelere sosyal yardım yapılarak gelirlerinin açlık sınırının üstüne çıkması sağlanmalıdır.
– Her ne ad altında olursa olsun işten çıkarmalar yasaklanmalı, fazla mesailer geçici bir süre için kaldırılmalıdır.
– İşsiz kalanlara, hiçbir ön koşul aranmaksızın ve acilen işsizlik yardımı başlatılmalı, insanca yaşamalarını sağlayacak bir gelir bağlanmalı, bu doğrultuda genel işsizlik ve sağlık sigortası için gerekli düzenlemeler yapılmalı, herkese iş imkanı sağlanmalıdır.
– İş güvencesi yasa taslağı, günün ihtiyaçları gözetilerek yeniden düzenlenmeli, iş güvencesinin gerçek bir güvence olarak yasada yer alması sağlanmalıdır.
– Belediyeler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı gibi kurumlar, gençlere meslek edindirme amaçlı kurslar açmalı ve iş sağlanması için çalışmalar başlatmalıdır.

TALEPLER GERÇEKLEŞİNCEYE KADAR MÜCADELE
Şüphesiz yukarıda sıralanan taleplere, demokratik haklar ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir dizi siyasi talep daha eklenmelidir. Ancak bütün bunlarla birlikte, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin yeniden yükselişe geçtiği bir süreçte, mücadelenin, talepler gerçekleşinceye kadar, daha da kitleselleşerek ve yaygınlaşarak sürdürülmesi gibi temel bir ihtiyacın olduğu gerçeği unutulmadan hareket edilmelidir. Dolayısıyla işçi, emekçi yığınlar, kentin ve kırın yoksulları için önemli olanın hükümetin istifası ve erken seçim değil, bu taleplerin hayat bulması olduğu üzerinde titizlikle durulmalıdır. İşçi emekçi yığınların sisteme karşı artan öfkesi, burjuva düzen partilerine olan güvensizliği ve onlardan kopuş içerisine girmesi, yaşadığı sosyo-ekonomik koşulları her geçen gün daha fazla sorgulama tutumu, uygun koşullar oluştuğunda tepkisini sokağa taşıma eğilimi vb. yönleriyle birlikte düşünüldüğünde, mücadelenin dünden daha ileri bir noktada olduğu açıktır. Ancak bu durum; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ana gövdesinin henüz mücadele içerisine çekilemediği, bu açıdan önemli eksiklik ve zayıflıklar olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla bu süreçte, işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıfların, “kurtuluşun kendi kollarında olduğu”nu görmelerini sağlamak; bunun için fabrika ve işyerleri temelinde bilinç ve örgütlülüklerini geliştirme ihtiyacı, sınıf hareketinin geleceği açısından hayati önemini sürdürüyor.
Burada önemli bir hususa dikkat çekmek gerekiyor. Sınıf bilinçli ileri işçiler, doğal işçi önderleri, Emek Platformu ve onun hazırlamış olduğu Emek Programı’na ilişkin tartışmalara, ilk ortaya çıktığı günlerdekinden daha fazla katılıyor ve ilgi gösteriyor. Bu, şüphesiz Emek Programı’nın mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi, taleplerin kapsamının genişlemesi ve açık, somut, kesin ifadelerle vurgulanması açısından önemlidir. Ancak bu süreç, işçi hareketinin yukarıda ortaya konan eksiklik ve zayıflığının giderilmesinden bağımsız olarak tartışıldığında, bu zayıflıkların giderilmesi için atılması gereken somut adımların yerini, “hükümetin istifası ve erken seçim gibi çözüm olmayan çözümler aldığında, programa ilişkin tartışmalar çok da anlam ifade etmeyecektir.
Dahası, giderek sınıf bilinçli, ileri işçilerin ve doğal işçi önderlerinin kendilerine düşen pratik sorumlulukları unutup “program her şeyi çözecek” gibi bir beklenti içerisine girmeleri tehlikesini de gündeme getirecektir. Emek Programı’nın yenilenmesine ilişkin çalışmalarda işin bu yönü önümüzdeki dönem daha fazla gözetilmeli, sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütleri; işçilerin, emekçilerin fabrika ve işyerlerinde inisiyatifi ele almaları ve bu temelde örgütlenme çabasını (işyeri komiteleri, genel grev genel direniş komiteleri vb. ile sınıfın bağımsız politik örgütlenmesini) artırmalarının, hareketin geleceği açısından tayin edici olduğunu unutmamalıdırlar.
Emek Platformu’nun ortaya koyduğu, “eğer hükümet taleplerimizi kabul etmezse genel greve davetiye çıkarır” tavrı hatırlandığında ve bugüne kadar hükümetin, EP’in beklediği herhangi bir açıklama yapmadığı dikkate alındığında, ilerleyen günlerde, genel grevin somut bir eylem olarak gündeme gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Genel grev gibi bir eylemin örgütlenmesi, istenilen etkiyle gerçekleşmesi, işçi sınıfının mücadele mevzilerini ileriye atması vb. gibi olgularla birlikte düşünüldüğünde, hareketin pratik ihtiyaçlarına ilişkin, yukarıda altı çizilen meselelerin, daha iyi kavranacağı muhakkak.

EMEĞİN İKTİDARI PERSPEKTİFİYLE MÜCADELE
Evet! İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin bugün geldiği noktada “hükümetin istifası, erken seçim ve seçim sisteminin yenilenmesi” gibi tartışmalara yaklaşımı, önümüzdeki dönemin görev ve sorumlulukları, yazı boyunca ortaya konulan perspektifle ele alınmalıdır. Bu da, aynı zamanda, mücadeleyi emeğin iktidarı perspektifiyle yürütmek anlamına gelir, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, mücadelenin hedefine sadece hükümeti koymakla yetinemezler. Kapitalist sömürü sistemini, emperyalizmi ve işbirlikçi büyük sermayeyi de içine alan bir şer cephesine karşı mücadele ettikleri gerçeğini de kavramaları gerekir. Burada sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütlerinin taşıdıkları sorumluluğun bir diğer önemli yönü gündeme gelmektedir. Çünkü işçilerin fabrika ve işyerlerinde inisiyatifi eline alması için yürütülecek her günkü çalışma, aynı zamanda, işçilerin; taleplerinin bütünüyle gerçekleşmesinin, ancak emeğin iktidarıyla mümkün olacağı fikri etrafında birleştirilmesi, doğal işçi önderlerinden başlayarak sınıfın ana gövdesinin bu fikre kazanılması çalışması olmalıdır.
Açıktır ki, ülkenin ve emekçilerin bugün içinde bulunduğu durumdan çıkmalarının tek yolu, yukarıda ortaya konan taleplerin ve daha fazlasının yer aldığı bir programın uygulanmasından geçiyor. Bu ise, işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarı hedefleyen bir mücadeleye atılmasının kaçınılmazlığı demektir. Öyleyse başta EP’in merkezi olmak üzere, yerel emek platformlarında yer alan sendikalar ve emek örgütleri, sınıf bilinçli, ileri işçiler ve bütün işçi önderlerinin bugünden siyasal bir tutumla hareket etmesi gerekir. Böyle bir tutum benimsenmeden yapılacak bir sendikacılığın ve “Ankara’ya sesini duyurma” eylemciliğinin emekçileri oyalamaktan, öfkelerini boşaltmaktan öte hiç bir anlamı yoktur. Artık bu, emek ve sermaye arasındaki mücadelenin bugün geldiği düzeyde, işçi sınıfı ve emekçiler içerisinde, siyasal bir tutum olarak, “hükümetin istifası” ve “erken seçim” istemenin ötesine geçen; emekçilerin, halkın iktidara gelmesini, ülkenin kaderine el koymasını; iç politika, dış politika, ekonomi ve sosyal yaşamın, emekçilerin talepleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesini hedefleyen bir mücadele ufkunun gerisine düşmek, boşa kürek çekmektir.
Sınıfın partisinin bütün örgütleri yürüttükleri çalışmalarda bu gerçeği bilerek hareket etmeli, burjuva siyasetin başta sosyal demokrat olmak üzere şu veya bu renkten savunucularının, onların sendika bürokrasisi içerisindeki uzantılarının, işçi sınıfı içerisinde belirsizlik, kafa karışıklığı ve bulanıklık yaratan etkilerine karşı cepheden savaş açan bir tutumla emekçileri aydınlatmalı ve bilinçlendirmelidir.

Aralık 2001

Kıbrıs’ta açmaz ve federatif, bağımsız bir Kıbrıs seçeneği

Kıbrıs sorunu söz konusu olduğunda, bilimsellik iddiası taşıyan hiçbir değerlendirmenin üzerinden atlayamayacağı temel gerçeklik şudur: Tartışılan coğrafya, tarihi boyunca işgale uğramış bir coğrafyadır ve bu coğrafyanın halkının kendi kaderini tayin hakkı tarih boyunca bu coğrafyanın stratejik konumuna kurban edilmiştir. Kıbrıs Adası’nda yaşayan toplulukların kendi aralarında yaşadığı gerilim, (hiçbir topluluk için olamayacağı gibi) onların genlerinden gelen bir özellikten kaynaklanmaz, bu stratejik ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren güçler tarafından üretilen gerilimlerdir. Ada’nın sahip olduğu jeopolitik konum onu, Akdeniz’in doğusu ve Ortadoğu dengeleri bakımından stratejik bir uçak gemisine, stratejik bir üsse dönüştürmektedir. Onu, bu bölgeleri kontrolü altında tutmak isteyen tüm büyük güçler için çekim merkezi haline getiren de bu jeostratejik konumudur. Ada’ya ilgisi NATO üyeliği ile birlikte artan Türkiye Cumhuriyeti de, müdahalelerini Ada’daki “Kıbrıs Türklerini korumak, kollamak” bahanesi üzerinden gerçekleştirmiş, ancak bu konuda uyguladığı müdahaleci politikalar onu “kurtardığını iddia ettiği Kıbrıs Türkleri nezdinde bile ciddi bir meşruiyet krizine sürüklemiştir.
Son dönemde, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in “Kıbrıs için bedel ödemeye hazır olmalıyız” sözleri ile ifade ettiği çıkışı, Başbakan Ecevit’in “ilhak” tehditleri, Ada’ya ilişkin resmi politikada yaşanan tıkanıklığı gözler önüne sermekte, ancak öte yandan Ada’da yaşayan Kıbrıs Türkleri, Ada’daki Rumlarla federatif bir yapıyı tercih ettiklerini dile getirmektedir. Ortaya çıkan tablo, kendisini “kurtardığını” iddia eden Ankara’nın politikalarından yakasını kurtarmaya çalışan bir Kıbrıs Türkü gerçeğidir ve bu dile getirenler üzerinde baskı kurulması bu gerçeği değiştirmemektedir.

BİR İŞGALLER TARİHİ
Tekrar konunun güncel yanına dönmeden ve çözüm önerisine geçmeden önce Ada’nın tarihine ilişkin kısa bir özet, üzerinde tartıştığımız konunun anlaşılması bakımından yararlı olacaktır.
Yazının girişinde de belirtildiği gibi, Kıbrıs’ın tarihi bir yanıyla işgaller tarihidir.
Ada, MÖ 1000 yılında Fenikeli Tir Kralı Hiram tarafından işgal edilmiş ve Fenike’nin bu hakimiyeti yaklaşık MÖ 709 senesine kadar devam etmiştir. Fenikelilerin yanı sıra Ege, Yunan, Asur ve Pers medeniyetleri de, Kıbrıs üzerinde uzun yıllar egemenlik kurmuştur. Ada’da Bizans yönetimi MS 395–1184 yılları arasında aralıklı olarak devam etmiştir. Kıbrıs, 1192–1489 yılları arasında Lüzinyanların, 1489–1571 yılları arasında Venediklilerin, 1571–1878 yılına kadar Osmanlıların, 1878’den 1960’a kadar da İngilizlerin işgalini yaşamıştır. Ada’nın işgal edilmiş konumu bundan sonra da çok başlı olarak sürmüştür.
Ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren tüm emperyalist güçlerin üzerinde birleştikleri temel tez, kendi müdahaleleri olmasa, Ada’da yaşayan iki toplumun bir arada yaşamasının da mümkün olmayacağı şeklindedir. Çünkü bu yaklaşım, onların adaya müdahalelerini meşrulaştırmalarının temel gerekçesidir.
2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Kıbrıs üzerinde oluşacak çok başlı yapının temelleri, yine savaşın dengeleri içinde şekillendi. Ada’yı egemenliği altında bulunduran İngiliz emperyalizmi, bir yandan savaşta Yunanistan’ı Almanya’ya karşı kendi yanına çekmek için ona yarım ağızla da olsa Kıbrıs’ı teklif ederken, diğer taraftan da Almanya’nın 1941’de Girit’i işgal etmesiyle birlikte dikkatlerini stratejik önemi tartışılmaz olan Kıbrıs’a daha fazla yöneltti. Hem Kıbrıs’taki asker sayısını artırdı, hem de savunmaya yönelik altyapı çalışmalarına hız verdi. Bu çalışmalarda 17.000 dolayında Kıbrıslı işçinin iş olanağı bulması, İngiliz askerlerin yaptıkları harcamalar ve Londra’dan gelen mali yardımlara Almanların denetimindeki Akdeniz’de ithalat yapma zorunlulukları sonucunda Ada’nın küçük çaplı endüstrisinin gelişmesi de eklenince, Kıbrıs ekonomisinde ciddi canlanma yaşandı. Bu, siyasal canlanmayı da beraberinde getirdi.

KIBRIS’TA İŞÇİ HAREKETİNİN DOĞUŞU VE SAĞLADIĞI DEMOKRATİK KAZANIMLAR
1941’de kurulan Kıbrıs Sendikal Komitesi (PTUC) savaş sonrasında Ada’nın siyasal yaşamında etkili olacak sendikal hareket ve sosyalizmin canlanması yönünde bir süreci başlattı. Bu alttan gelen dalga Ada’da İngiliz emperyalizminin hâkim kıldığı yasaklı yapıyı zorlayacak bir siyasal iklim yarattı, İngiliz yönetimi, bu itmenin etkisi ile 1941 yılında yerel yönetimler için seçim yapılmasını ve bu bunun için yapılacak siyasal faaliyetlere izin vermek durumunda kaldı. İngiliz yönetiminin siyasal faaliyetlere izin verileceğini açıklaması ile Ada’daki siyasal faaliyetler hız kazandı. 1941’de kurulan AKEL (Halkın İlerici Partisi) etkinliğini artırdı ve 1943 Mart’ında yapılan belediye seçimlerinde beş büyük kentten Limasol ve Magosa’nın belediye başkanlıklarını kazandı.
Ancak AKEL bir yandan Sovyet merkezli bir siyasal yapıyı savunurken, diğer yandan da, Kilise ile aynı platforma düşerek, Yunanistan’la birleşmeyi öngören “Enosis”i sıklıkla dile getirmiş, bu da, sendikal bağlantılar dolayısıyla Ada’daki Türk işçiler içinde de güçlenen AKEL’e karşı, Kıbrıs Türk milletçiliğinin güçleneceği bir zemini kışkırtmıştı.
Türkiye’de CHP’ye yakınlığı ile tanınan Necati Özkan ve Kıbrıs Türkçülüğünün babası kabul edilen Fazıl Küçük 18 Nisan 1943’te Kıbrıs Türk Azınlığı Kurumu’nu (KATAK) kurdular. Ancak “Enosis”e karşı sert bir politika izlenmesi gerektiğini savunan Fazıl Küçük liderliğindeki grup KATAK’tan ayrıldı ve 23 Nisan 1944’te Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’ni (KMTHP) kurdu. KATAK ve KMTMP de 6 Kasım 1949’da birleşti ve 1955’te Enosis karşıtlığını vurgulamak için Kıbrıs Türk’tür Partisi (KTP) adını aldı.
Bunun sendikal alandaki izdüşümü olarak da 1945’te Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu kurulmuş ve bu sendika Ada’daki Türk emekçilerin sınıf çıkarlarını değil, Enosis’e karşı mücadeleyi ve AKEL’in Türk işçileri arasındaki “gizli faaliyetleri”ni etkisizleştirmeyi ön plana almıştı.
Bu süreç, Türkiye’nin resmi olarak Kıbrıs’la ilgilenmeye başladığı dönemdir aynı zamanda. Türkiye’nin resmî olarak Kıbrıs’a ilgisi 1950’lerin ortalarından sonradır. Türk yönetenleri daha önceleri Kıbrıs’ı Türkiye’nin bir sorunu olarak görmüyorlardı. Türkiye’de öğrenim gören ve Enosis’e karşı Taksim’i savunan Fazıl Küçük’ün başını çektiği hareketten etkilenen Kıbrıslı Türk öğrencilerden bazıları 1948’den itibaren Ankara ve İstanbul’da Kıbrıs Türk Kültür Dernekleri’ni kurdular. Bu derneklerin basınla da temasa geçmesi üzerine Türkiye’de Tasvir, Vatan ve Hürriyet gazetelerinde Kıbrıs’la ilgili haber ve yorumlar yer almaya başladı. İngilizlerce ve o dönemki dengeler içinde Yunanistan’la iyi geçinmek isteyen Türk hükümeti, o dönemlerde Türkiye’deki Kıbrıslı derneklerin ve gençlerin taleplerine temkinli yaklaşıyordu. Örneğin, Melek Fırat “Yunanistan’la ilişkiler” başlığıyla editörlüğünü Baskın Oran’ın yaptığı Türk Dış Politikası adlı kitapta, 23 Ocak 1950’de Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın (CHP) şöyle dediğini aktarıyor: “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur… İngiltere hükümeti Kıbrıs adasını bir başka devlete terk etmeyecektir. Böyle olunca, gençlerimiz beyhude yere heyecana kapılıyorlar. Lüzumsuz yere yoruluyorlar.” (sf. 598, İletişim, 2001)
Aynı biçimde, 1950 seçimlerinde ne CHP ne de DP seçim programında Kıbrıs sorununa değinmediler. DP hükümetinin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü de, selefinin politikasını sürdürerek, 20 Haziran 1950’de gazetecilerin Kıbrıs’la ilgili sorularına verdiği yanıtta, Kıbrıs sorunu diye bir sorunun mevcut olmadığını açıkladı, (agy. sf. 598)
Ancak 1950’lerin ortalarından itibaren Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorun durumuna yükseldi. 28 Temmuz 1954’te İngiliz Koloniler Bakan Yardımcısı Henry Hopkinson, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada, Kıbrıs’ı kastederek “İngiliz Uluslar Topluluğu içinde öyle topraklar vardır ki, özel koşullar yüzünden hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız olmayı bekleyemezler” dedi. Aynı dönemde İngiltere’nin, Mısır üzerindeki etkisinin kırılması ve Süveyş Kanalı konusunda Nasır’ın güttüğü “ulusal politika” dolayısıyla, Süveyş kanalının elinden çıkması nedeni ile İngiltere’nin elinde kala kala Kıbrıs sömürgesi kalmıştı. Kıbrıs’ı da yitirmesi İngiltere için Ortadoğu’daki nüfuzuna elveda demek gibi bir şey olacaktı.
1950’lerden sonra, Soğuk Savaş dengeleri içinde Kıbrıs, kapitalist bloğun patronu ABD için de stratejik konumu ile çekim merkezi olmaya başlamış, özellikle Ortadoğu’da İsrail devletinin geleceği konusundaki belirsizlikler, bölgenin kontrolü ve SSCB’nin etkisini kırmak için ABD de kendisini Kıbrıs sorununa dâhil etmeye başlamıştı.
Hopkinson’un yukarıda aktarılan demecinin Yunanistan’da ve Kıbrıslı Rumlarda yarattığı tepki üzerine Yunanistan’da iktidarda bulunan Papagos, 16 Ağustos 1954’te BM Genel Sekreterliği’ne başvurarak, IX. Genel Kurul’un gündemine “Eşit haklar ve self determinasyon ilkelerinin, BM koruyuculuğu altında Kıbrıs adasında yaşayan nüfusa uygulanması” maddesinin konulmasını istedi ve böylece Kıbrıs sorunu ilk kez uluslararası bir sorun olarak dünya kamuoyunun gündemine girdi.
AKEL gibi Sovyetlere yakın duran bir partinin Kıbrıs’ta etkin bir güç olması da hem İngiltere, hem de ABD’yi Kıbrıs konusunda hareketlendiren faktörlerdendi ve Papagos’un bu tutumu üzerine İngiltere, ABD’nin de bilgisi dâhilinde Türkiye’yi de soruna dâhil etti. Papagos’un önerisi BM Genel Kurulu’nda reddedildi. Bu süreçle birlikte Ortadoğu ve Akdeniz’de çok çıkarlı hegemonya mücadelesinin yarattığı gerilim içinde Kıbrıs bir kazan gibi kaynamaya başladı. Yunan hükümetinin onayı ile Kıbrıs’ta Enosis’i gerçekleştirmek hedefi ile Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü (EOKA) kuruldu. 1 Nisan 1955’te ilk sabotaj eylemlerine başlayan EOKA’nın hedefinde sadece Kıbrıs Türkleri değil, İngiliz subay, polis ve hükümet görevlileri, hain ilan edilen AKEL üyesi siviller de vardı. Bu gelişmeler üzerine bir süredir İngiltere ve ABD tarafından Sovyet etkisinin önünü kesmek için soruna dâhil edilen Türkiye hükümeti de Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) kurdurdu, İngiliz yönetiminin memurluğunu yapmış olan şu anki KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş da TMT’nin kurucuları arasındaydı. Enosis’e karşı Taksim’i savunan TMT’nin hedefinde ise hem Kıbrıslı Rum milliyetçileri, işçi önderleri ve solcuları hem de hain ilan edilen Kıbrıs Türk’ü sendikacı ve ilericileri vardı. EOKA ve TMT karşılıklı cinayetlerle, karşıt kontra örgütler olarak Ada’nın kanlı tarihinde yerlerini aldılar. Bunu Türkiye’de Rumlara karşı tezgahlanan 6–7 Eylül olayları izledi.
Bu yıllar İngiltere’nin bölgedeki konumunun sarsıldığı yıllardır aynı zamanda. 1957 Eisenhower Doktrini ile İngiltere artık bölgede batının çıkarlarını koruma görevini ABD’ye devretmişti. Bundan sonra İngiltere için temel strateji, Ada’daki askeri üslerini koruma esası üzerine kuruluydu. 19 Aralık 1956’da Atina ve Ankara’yı ziyaret eden İngiliz Koloniler Bakanı Lennox-Boyd, İngiliz hükümetinin self determinasyon ilkesinin Kıbrıs’a uygulanmasını kabul ettiğini, ancak seçenekler arasında Kıbrıs’ın bölünmesinin de yer aldığını bildirdi, İngiltere böylelikle diğer sömürgelerinde uyguladığı “böl ve yönet” politikasını şimdi de Kıbrıs’ta uyguluyordu. Bunun üzerine Türkiye’de iktidarda bulunan Menderes de 28 Aralık 1956 günü bir açıklama yaparak, Türk hükümetinin yeni politikasının “Taksim” olduğunu bildirdi. Muhalefette bulunan İsmet İnönü de bunu destekledi. Artık Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’de düzenlenen toplantılardaki temel slogan da “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganı oldu. 1956’da Yunanistan hükümeti BM’ye yeniden başvurarak Kıbrıs’a self determinasyon hakkının tanınmasının gündeme alınmasını istedi. İngiltere de, Yunanistan’ı Kıbrıs’ta “terör” eylemlerini desteklediği gerekçesiyle BM’ye şikâyet etti. İki başvuru birleştirilip tek bir gündem haline getirilerek görüşüldüğü Genel Kurul’da, “barışçıl demokratik ve adil bir çözüm” için görüşmelerin başlaması ve sürmesi karan çıktı. Türk hükümeti bu kararı Enosis’in reddi ve Kıbrıs Türk toplumunun eşit hak sahibi bir birim olduğunun teyidi olarak yorumladı. Yunanistan’ın tepki ile karşıladığı bu soncun ardından taraflar arasındaki gerilim bitmedi ve İngiltere tarafından arka arkaya ortaya atılan formüller de soruna çözüm getirmedi. Gelişmeler giderek Türkiye-Yunanistan çatışmasına doğru evrilmeye başlayınca NATO’nun güney kanadının zayıflaması ve SSCB’nin bölgede güçlenmesinden korkan ABD, Ankara ve Atina nezdinde “bağımsızlık” konusunda görüşmelere başladı.
Tabii burada söz konusu olan “bağımsızlık” gerçek anlamda bir bağımsızlık değil, SSCB’nin soruna dâhil olup Akdeniz’de güç kazanmasının önünü kesmeye dönük, ABD himayesinde bir “bağımsızlık”tı. Kendi “ulusal çıkarlarını” NATO’nun genel çıkarları içinde erittikleri bir dış politikayı benimseyen Türkiye ve Yunanistan egemenleri ABD formülünde birleştiler. 1959’da Zürich’te yapılan görüşmelerde Türkiye’nin Ada’da üs ve Ada’daki Türk askerlerinin sayısının artırılması ile ortak bir komutanlık isteği toplantıyı dağılma noktasına getirdi. Ancak Yunanistan’ın ortak komutanlığı kabul etmesi, Türkiye’nin üs’ten vazgeçmesi ve Ada’daki Türk askerlerinin sayısının azaltılması ile bir “çözüm”e ulaşıldı ve 11 Şubat’ta ortak bir bildiri yayınlanarak, çözüm için genel bir plan etrafından Türkiye ve Yunanistan’ın anlaştıkları duyuruldu.

KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞU
Ardından 19 Şubat’ta İngiliz, Yunan ve Türk başbakanları ile Kıbrıs Rum toplumu adına Makarios ve Kıbrıs Türk toplumu adına Fazıl Küçük tarafından imzalanan Londra anlaşmaları ise şu belgelerden oluşuyordu: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşu’na İlişkin Temel Antlaşma, İngiltere, Yunanistan, Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Garanti Antlaşması, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye arasında ittifak Antlaşması, İngiltere hükümetinin bu belgeleri üslere ilişkin bazı esaslar eklenmesi koşuluyla kabul ettiğine dair 17 Şubat 1979 tarihli bildirisi, Makarios’un Londra’da imzalanan belgeleri kabul ettiğine ilişkin bildirisi, Küçük’ün Londra’da imzalanan belgeleri kabul ettiğine dair bildirisi, Kıbrıs Anayasası ve ilgili bölgelerin yürürlüğe konması için alınacak geçici önlemlerle ilgili sözleşme.
Bu belgeler arasında en önemlisi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşu’na ilişkin Temel Antlaşmaya göre, “Kıbrıs başkanlık rejimi ile yönetilen bağımsız bir cumhuriyettir. Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olup, Rum ve Türk toplumları tarafından ayrı ayrı, genel oyla 5 yıl için seçilirler. Cumhuriyetin resmi dilleri Yunanca ve Türkçe olup, resmi belgeler iki dilde yayınlanmak zorundadır. Devletin bayrağı cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından ortaklaşa seçilecek tarafsız bir renk ve biçimde olacaktır. Yasama yetkisi, yüzde 70’i Rum, yüzde 30’u Türk olup, her iki toplum tarafından ayrı ayrı, genel oyla 5 yıl için seçilecek 50 üyeli Temsilciler Meclisi eliyle kullanılacaktır. Yetki konusundaki anlaşmazlıklar, cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından birlikte belirlenecek 1 Türk, 1 Rum ve 1 tarafsız yargıçtan oluşacak Yüksek Anayasa Mahkemesi tarafından çözülecekti. Seçime, belediyelere, gümrük ve vergi koymaya ilişkin yasalarda Türk ve Rum üyeler arasında ayrı ayrı oylama yapılacaktı. Ayrıca her toplumun kendisi tarafından belirlenecek sayıda üyeden oluşacak bir Cemaat Meclisi bulunacaktı.
Yürütme yetkisi cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından bir bakanlar kuruluyla birlikte kullanılacaktı. Bakanlar kurulu cumhurbaşkanı tarafından seçilecek 7 Rum ve yardımcısı tarafından seçilecek 3 Türk bakandan oluşacaktı. Dışişleri, savunma ya da maliye bakanlıklarından biri Türklere verilecekti. Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, dışişleri, savunma ve güvenlik konusundaki bütün kanun ve kararlar hakkında ayrı ayrı ya da ortak veto hakkına sahiplerdi. Kamu hizmetlerinin her kademesinde, görevlerin yüzde 70’i Rumlara, yüzde 30’u Türker’e verilecekti. Kıbrıs’ta yüzde 60’ı Rumlardan, yüzde 40’ı Türklerden oluşacak yaklaşık 2000 kişilik bir ordu kurulacaktı. Komutanlardan birinin Türk olması zorunluydu. 5 büyük kentte Türklerin ayrı belediyeleri olacaktı. Yargı yetkisi konusunda ise, davalı ve davacının aynı topluma mensup oldukları durumlarda, bu topluma mensup yargıçlardan kurulu bir mahkeme, eğer davalı ve davacı farklı toplumlara mensupsa, Yüksek Mahkeme tarafından belirlenecek yargıçlardan oluşacak bir karma mahkeme yetkili olacaktı.
Bu antlaşmalar TBMM’de 4 Mart 1959’da yapılan oylamada 487 üyenin 347’sinin olumlu oyuyla onaylandı.
16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti. Ancak, Ada’nın kendi emekçi yığınlarının iradesi üzerinde değil, Ada’yı bir NATO üssü olarak garanti altına almak amacıyla dış müdahalelerle kurulan bu yapı, bu yapının içerideki egemenlerinin itiş kakışıyla çatırdamaya başladı. Vergilerin toplanması, silahlı kuvvetlerin oluşturulması, kamu hizmetlerine katılım oranlarının belirlenmesi ve ayrı belediye sınırlarının belirlenmesi konusunda çıkan anlaşmazlıklar, bu anlaşmazlıklar üzerine Makarios’un, mevcut anayasa ile devletin işletilemeyeceğini söyleyerek, anayasada değişiklik yapmak istediğini söylemeye başlaması gerilimi büyüttü. Makarios 13 noktada anayasanın değiştirilmesine ilişkin görüşlerini İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye bir nota ile iletti. Türkiye bu öneriyi kesin bir dille reddetti. Bu gerilim Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalara dönüşmekte gecikmedi. Çatışmalar 31 Aralık tarihine kadar tüm Ada’da iki toplumun birlikte bulunduğu her bölgeye yayıldı. Kıbrıs Rum güçleri, Türklere ait tüm köy ve mahalleleri izole edip, dışardan yardım almalarını önlediler. Buna karşılık Ada’da bulunan Türk askerî güçleri de, Lefkoşa-Gönyeli hattını denetim altına alarak, Kıbrıslı Rumların bu bölgeye girişlerini engellediler. Kıbrıs’ta fiilen iki ayrı yönetimin kurulmasının başlangıcı olarak Lefkoşa’yı iki bölgeye ayıran Yeşil Hat da böylece ortaya çıkmış oldu. Hemen arkasından da Türkiye’nin Ada’ya ilk müdahalesi gerçekleşti. Türk jetleri 8–9 Ağustos’ta 1964’te Ada’da Grivas komutasında Ulusal Muhafız Birliği’ni bombaladı. Bu bombardıman sonucunda 33 Kıbrıslı Rum ölürken, 230’u da yaralandı.

1974 ÇIKARMASINDA ABD, ECEVİT’İN YANINDAYDI
Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci müdahalesi ise, Yunanistan’da iktidara gelen Albaylar Cuntasının Kıbrıs’ta darbe yaparak Makarios’u devirmesinden sonra oldu. Ecevit’in başbakanlığındaki Türk hükümeti bu hareketi Kıbrıs’taki anayasal düzene indirilmiş bir darbe olarak değerlendirildi. Darbe haberinin Ankara’ya ulaşmasının hemen ardından MGK toplandı ve ilk açıklama şu sözlerle yapıldı: “Bu bir Yunan müdahalesidir. Ada’daki anayasal düzen yıkılmış, gayrimeşru bir askeri düzen kurulmuştur. Türkiye0bunu antlaşmaların ve garantilerin ihlali saymaktadır.”
Ve her ne kadar daha sonra Türkiye’nin müdahalesi karşısında ambargo koymuş olsa da, ABD, Kıbrıs harekâtı gerçekleştiğinde Türkiye’nin yanındaydı. Çıkarma gemilerinin Mersin’den yola çıktığı 19 Temmuz 1974’te ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sisco, Ankara’da Başbakan Ecevit’le görüşüyordu.
1974’ten bugüne olan gelişmeler ise Türkiye’nin temel olarak ’74 öncesine dönmemek biçiminde belirlediği “çözümsüzlük çözümdür” formülüne dayalı resmi politikasının hem Türkiye egemenlerini, hükümetlerini yalnızlaştırmasına yol açmış, hem de “kurtarıldığı” iddia edilen Kıbrıs Türkleri kendilerini “kurtaranlardan kurtulmak” için adeta feryat eder bir noktaya gelmiştir. 1974’ten bu yana 40 binden fazla Kıbrıs Türkü Ada’yı terk etti. 1997 sayımlarına göre 160 bin olarak saptanan Kuzey Kıbrıs nüfusunun en az yarısının yerli olmadığı, Türkiye’nin stratejik çıkarlarının belirlediği politikalara taban oluşturmak amacıyla Türkiye’den Ada’ya gönderildiği biliniyor. Ada’nın kuzeyi kendisini “kurtaran Anavatandan ihraç edilen kara para aklama, mafya, gazino, kumarhane ekonomisinden kurtaramazken, Ada’nın güneyi ile kuzeyi arasındaki ekonomik fark bir uçuruma dönüşmüş durumda. Hükümetlerinin bile Ankara’nın müdahaleleri ile kurulduğu ve yıkıldığını gören Kuzey Kıbrıs Türkleri açısından 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını almış olmak hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ankara’dan başka kimsenin tanımadığı bu cumhuriyet, onların yaşam standartlarında herhangi bir iyileşmeye yol açmadığı gibi yalnızlaşma duygularını da giderek derinleştiriyor.
7 bin KKTC vatandaşının, 16 bin dolar milli gelire sahip Rum yönetiminin pasaportunu almayı tercih etmiş olması da, bu gerçeğin çıplak göstergelerinden birisidir. “Anavatan-yavruvatan” ilişkisinin Kuzey Kıbrıs’ı getirdiği noktayı sergilemek bakımından diğer bir gösterge de, Türkiye’de devletin tepesinde oturan Demirel’in eş dost akrabalarının ayyuka çıkan “hortumculuk”larının kendisini “yavruvatan”ın Demirel’i Denktaş’ta birebir olarak göstermiş olmasıdır. Süleyman Demirel’in, Azerbaycan’daki yatırımlarına kolaylık sağlaması için Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’e de öve öve bitiremediği “yeğeni” Murat Demirel, sahibi bulunduğu Egebank’ın içini boşaltmış, Denktaş’ın dünürü ve Kıbrıs Kredi Bankası’nın sahibi Salih Boyacı da, Kuzey Kıbrıs’ta “hortumculuk”ta sınır tanımamıştır. Kuzey Kıbrıs’a yaklaşım bakımından “ver kurtul” politikasını benimseyen TÜSİAD sermayesinin kontrol ettiği Türkiye’de gazeteler, Boyacı için, Türkiye’nin KKTC’ye yardım olarak gönderdiği 7 trilyon lirayı da batırması üzerine “Hortum Dünür” başlıklı manşetler atmışlardır. Bu yazının ayrıntılı konusunu oluşturmadığı için Demirel’in “aile fotoğrafı”ndaki Cavit Çağlar gibi “mümtaz” simalarla, Denktaş’ın “aile fotoğrafı”ndaki benzer simalara uzun uzadıya girmiyoruz.
Ancak tüm bunlar, Türkiye egemenlerinin ve onların politikacılarının “stratejik” çıkarları bakımından bulundukları Kuzey Kıbrıs’ı, kendi hastalıklarının tümünü neredeyse kırıp geçiren bir virüs gibi taşıdıklarını göstermektedir. Halkın iradesini baskı altında tutarak sürdürülen Kıbrıs politikası, Kuzey Kıbrıs Türklerini hem Türkiye’den uzaklaştırmaya hizmet etmiş, hem de Ada’nın kara para vb. ilişkilerde bir arka bahçe olarak kullanılması nedeni ile Kuzey Kıbrıs, uluslararası örgütlerin yayınladığı, dünya uyuşturucu trafiği ve kara para cenneti sıralamasında üst sıralarda yer alarak, giderek bir bataklığa dönüşmüştür.
Bunun yanında, 1974 harekâtı ile birlikte Türkiye’nin Kıbrıs politikasında sıkça göreceğimiz Ecevit, bugüne kadar tutarlılıktan yoksun, birbiri ile çelişen önerileri arka arkaya sıralamıştır. Önce Kıbrıs’taki Rum ve Türk cemaatlerin irili ufaklı kantonlar şeklinde örgütleneceği “İsviçre Modeli”ni sunmuş, ardından Federasyon modelini savunmuş, ardından konfederasyon demiş 1997 Haziran’ında KKTC’nin özerk bir cumhuriyet olarak Türkiye ile bütünleşmesini savunmuş, bundan çok kısa bir süre sonra da Ağustos 1997’de “ilhak” yaklaşımını benimsemişti. Sorunun “çözümüne” ilişkin Türk resmi tezi şu anda da, Konfederasyonla “ilhak” arasında günün dengelerine göre sallanmaktadır.

TIKANMIŞLIĞIN ORTASINDA ÇIKIŞ ARAYIŞI VE 11 EYLÜL SONRASI TAKTİKLER
Ancak Türkiye egemenleri, “çözümsüzlük çözümdür” politikası bakımından da denizin sonuna geldiklerini fark etmeye başlamış, dahası buna zorunlu kaldıkları gelişmelerle yüz yüze kalmışlardır. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik koşulu olarak 2002 yılına kadar Kıbrıs sorunun çözümünün dayatılmış olması ve bu tarihin de gelip çatması Türkiye yönetenlerinin açmazını büyütmektedir. Ve tam bu süreçte, 11 Eylül’de ABD’de gerçekleşen saldırılarla ortaya çıkan yeni dönemin “olanakları” Türkiye yönetenleri tarafından Kıbrıs açısından da ellerini güçlendirici bir nimet sayılmıştır. ABD’nin, İngiltere’yi de yanma alarak ve NATO’nun da onayı ile Afganistan’a saldırması, ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya ve aslında giderek dünya hegemonyasında “terörle mücadele” olarak adlandırdığı konsepti bir manivela olarak kullanmaya başlaması, bu süreçte kendisine önce rol biçilen Türkiye tarafından kendi bölgesel pozisyonu bakımından kullanılmak istenmektedir. 11 Eylül saldırılarından sonra, Türk resmi yetkilileri ile Denktaş’ın Kıbrıs konusundaki demeçlerindeki şu “güncelleme” dikkat çekicidir: “Kıbrıs sorununun sorumlusu, 1963’ten beri adadaki Kıbrıs Türklerine karşı terör yöntemlerine başvuran Rumlardır.” Ve bu sözlerin arkası Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in “Kıbrıs için bedel ödeyebiliriz” sözleri ve Ecevit’in “ilhakı” dile getirmesi ile sürmüştür. Bu açıklamalar yapılırken, AB’nin Türkiye’yi dışlaması ve zorluk çıkarması durumunda kendi güvenliğini de tehlikeye atacağı dile getirilmiştir. Ancak AB yönetenleri de Türkiye yönetenlerinin bu blöfüne karşılık olarak, Türkiye’nin AB’ye sunduğu “ulusal programı” yetersiz bulduklarını açıklamışlar, buna ek olarak Türkiye Kıbrıs’ta çözüme yanaşmasa da Kıbrıs Rum tarafının 2004’te AB’ye alınacağını açıklamışlardır.
Şu anda Türkiye egemenleri açısından iki seçenek söz konusudur: AB’den vazgeçme uğruna Kıbrıs’tan taviz vermeme, ya da bugüne kadar iç politik dengeleri şoven Kıbrıs politikaları ile biçimlendirmenin yarattığı handikapları aşıcı taktikler geliştirerek, ortamı hazırlayarak bazı “taviz”ler vermek.
Bu hassas dengelerin ortasında 23 Kasım 2001 günü TBMM’de Kıbrıs’ın gizli görüşme ile ele alınması, hem yumurtanın kapıya dayandığının resmidir, hem de bu sorunun Türkiye yönetenleri tarafından nasıl ele alındığının bir göstergesidir. Kuzey Kıbrıs halkının ve yıllardır bu sorunla meşgul edilen Türkiye halkının iradesini tartışmaya dâhil etmeyi bırakın, onlardan gizli kapaklı olarak onların geleceğinin görüşülmesi nereden bakılırsa bakılsın rezaletin boyutunu göstermektedir. Bugüne kadar tarihi boyunca ABD ya da AB ile ilgili gizli bir görüşme yapmamış, bunu aklından bile geçirmemiş olan Türkiye yönetenleri Kuzey Kıbrıs söz konusu olduğunda bunu çok rahatlıkla yapabilmektedirler.
Sorunla ilgili diğer bir önemli nokta Türkiye’nin AB üyeliğinin, AB emperyalistleri açısından da Türkiye egemenleri açısından da Kıbrıs’tan daha stratejik bir önem taşıdığıdır. Türkiye ile köprüleri atacak olan bir AB, oluşan yeni dengeler içinde Kafkaslar ve Ortadoğu’daki konumunun zayıflayacağını düşünecek, Türkiye yönetenleri de AB’nin dışında kalmış bir Türkiye’nin hem Yunanistan’a karşı mevzi kaybedeceğini, hem de “dünya devleti” hedefinin bir ayağının topal kalacağını gözden uzak tutmayacaklardır. Ancak bunlar konunun egemenler açısından ifade ettikleri ile ilgilidir. Asıl önemli olansa Kıbrıs’ta yaşayan her iki toplumdan halk açısından kalıcı çözümün nasıl sağlanacağı, nasıl bir adımın ön açıcı olacağıdır.

FEDERATİF VE BAĞIMSIZ BİR KIBRIS
Kıbrıs tarihi, Enosis ve taksim politikalarının iflası ile birlikte diğer emperyalist çözüm önerilerinin de “böl-yönet” taktiğini içinde taşıdığını ve onların da iflas ettiğini göstermiştir. Ada’da bulunan her iki kesimden “solarlardan bazıları Yunanistan ve Türkiye egemenlerinden farklı bir çıkış olarak umudu AB üyeliğine endeksli olarak düşünmeyi aşamamaktadırlar. Ancak Ada halkı için, her iki kesimin iradesinin hâkim olacağı federatif bir Kıbrıs seçeneği öncesine göre daha da öne çıkmaktadır. Geride bıraktığımız Kasım ayı içinde Kuzey Kıbrıs’ta Yakın Doğu Üniversitesi öğrencilerinin katılımıyla yapılan program da bu gerçeği teyit etmişlerdir. Programa katılan üniversite gençleri, göreceği baskının tedirginliği ile sınırlı kavramlarla da olsa, Türkiye’yi eleştirmiş ve Rum tarafı ile kardeşlik içinde bir federasyonu istediklerini dile getirmişlerdir. Daha sonra üniversite yönetiminin bu öğrenciler hakkında soruşturma başlattığı ve Denktaş’ın bu öğrencilere tepki gösteren demeçleri de basına yansımıştır. Ada’da bu tür konularda, Türkiye’deki MGK iradesine bağlı hareket eden Güvenlik Komutanlığı’nın dediğinin olduğu bilinmektedir ve bu gelişme Ankara’nın bu formülden rahatsızlığını bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Ada’da kurulacak bağımsız ve federatif bir Kıbrıs, Balkanlar ve Ortadoğu’da anti-emperyalist mücadelenin imkânlarını güçlendirecektir. Federatif bir Kıbrıs, iki taraf halkının giderek Ada’yı tüm dış güçlerden ve emperyalist üslerden arındıracakları bir sürecin önünü de açacaktır

Aralık 2001

Kriz kapitalizmin doğasındadır

Uluslararası Para Fonu (IMF) geçtiğimiz günlerde açıkladığı bir raporunda, dünyadaki büyüme hızının yılsonunda ortalama yüzde 2,7 oranında kalacağını belirtiyordu. Ardından Dünya Bankası ve son olarak da Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) konjonktür raporlarında büyüme rakamı yine IMF’nin tahminiyle aynıydı.
Bu; ilk bakışta ilginç görünmüyor elbette. Herkes bir krizin yaşandığı konusunda hemfikir ve en bariz gösterge olarak da büyüme oranlan gösteriliyor. Nitekim bir önceki yılın büyüm oranları ve 2001 yılı başında öngörülen tahmini büyüme rakamları hatırlandığında (2000 yılında yüzde 12,8 oranında büyümüştü. Yılbaşında da 2001 sonunda büyüme hızının yüzde 4,3 olması bekleniyordu) oldukça büyük bir fark ortaya çıkıyor. Ancak açıklanan raporlarda gerçekten de ilginç bir değerlendirme dikkati çekiyor. Her üç kuruluşa göre de dünya ekonomisi hızla durgunluğa (resesyon) doğru ilerliyor. Yani henüz keskin bir kriz söz konusu değil ama bu tehlike bütün şiddetiyle kapıda! Bu raporların dikkati çeken tahminlerini anlamak bakımından burjuva iktisatta yaygın olarak kabul edilen bir kriteri hatırlamak gerekli. Buna göre, durgunluktan bahsedebilmek için büyüme oranının 2,5’in altında olması gerekiyor. Şu işe bakın ki, emperyalistlerin en has kuruluşlarının bütün raporlarında (buna ABD istatistiklerini de dâhil etmek gerekiyor) büyüme hızı tahmini 2,7 olarak tespit edilmiş. Yani durgunluk sınırının biraz üzerinde.

İDEOLOJİK VE POLİTİK MANİPÜLASYON
Kuşkusuz dünya çapında yaşanan gerçeklik, egemen iktisadın istatistiğinin gösterdiğinden çok daha çarpıcı ve açık biçimde cereyan ediyor. Ama egemen güçler hesaplamalarında dahi bunu kabul etmek konusunda büyük bir tedirginlik içinde. Çünkü durgunluk denildiği zaman sadece ekonomik bir krizden bahsedilmediği, bunun aynı zamanda kapitalizminin bünyesinde bulunan onulmaz hastalıklara, yapısal çelişkilere işaret ettiği 19. yüzyıldan bu yana bilinen bir gerçek.
1990’lı yılların başında ilan edilen Washington Konsensüsü adı verilen ünlü doktrinin bir ürünü olarak; dünyanın küreselleştiğini ve bu gelişmenin üretim sürecindeki kimi açmazların, çelişkilerin de çözülüp buharlaşmasına yol açtığını ileri süren bir ideolojik iklim değişikliği meydana gelmişti. Ve geride bıraktığımız on yıl boyunca yeni bir ekonomik rejimin hâkim olmaya başladığı sürekli olarak vurgulandı ve bu çerçevede çok çeşitli paradigmalar ortaya atıldı. Artık klasik krizler döneminin aşıldığından, ülkelerarası eşitsizliğin sömürüden ve pazar ilişkilerinden çok, bilgi ve teknolojinin eşitsiz dağılımından kaynaklandığına kadar…
Özünde işçi sınıfının üretim sürecindeki konumunun değiştiğine ve emek-sermaye çelişkisinin aşıldığına bağlanan bu paradigmaların hedefi kuşkusuz ki, kuramsal düzlemde, Karl Marx’ın kapitalizmin temel yasası olarak yüz elli yıl önce formüle ettiği emek-değer teorisiydi. Emek-değer teorisi, kapitalizmin yapısal karakterinin son tahlilde aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Peşi sıra Lenin’in geliştirdiği emperyalizm teorisi de sistemdeki yeni yoğunlaşmalara, çelişkilere ve çatışmalara dikkat çekerek, kapitalizmin nihai aşamasının emperyalizm olduğunu ilan etmiştir. Emperyalizm döneminin en karakteristik özelliklerinden birisi olarak da üretimin yoğunlaşması sonucunda krizlerin daha sarsıcı ve dünya yüzeyine yayılma olanaklarının artması olduğunu belirtmiştir.
İşte emperyalist kuruluşların yayınladığı raporlarda, burjuva iktisatçıların gelişmeleri gelip geçici birer olgu olarak analiz etmelerinin ardında böylesine yoğun bir ideolojik/politik manipülasyon ve kaygı yer alıyor. Nitekim burjuva ekonomi politiğinin en muhafazakâr temsilcilerinden olan The Economist dergisi 1974 yılından bu yana ilk kez durgunluk konusunu kapak yaparak bir nevi sermaye çevrelerinin korkularını ve şaşkınlığını da dile getiriyordu.
Şimdi tartışma, bu krizin yapısal özelliklerinin neler olduğu konusunda yoğunlaşmış durumda. Burjuva ideologları artık bir kriz dönemine girildiğini rahatlıkla itiraf ediyorlar. Ama bu durumun geçici olup olmadığı, yeni bir üretim rejimine (korumacı vb.) evrilip evrilmeyeceği popüler analizlerin hâlâ ana sorusu olmayı sürdürüyor. Egemen sınıfların sözcülerinin büyük çoğunluğu ise 11 Eylül’de meydana gelen saldırıların durgunluğu başlattığı, en azından fazla zarara uğramadan atlatılabilecek bir krizi daha da derinleştirdiğini savunuyorlar.
Durgunluğu anlamak için bu kriz senaryolarını tek tek incelemekten ziyade, kriz olgusu ve kapitalizm ilişkisine dikkati çekmek, hem işçi sınıfının politik olanaklarını tespit etmek, hem de burjuva ideolojik araçlarının yoğun propagandası altında bir sis perdesinin ardına gizlenen kriz ile sınıflar arasındaki bağlantıyı görebilmek bakımından daha anlamlı olacaktır.

YAPISAL BİR EĞİLİM
Kriz denildiğinde egemen görüşün bakış açısı bir “anormallik” durumu olduğudur. İstikrarsızlığın baş göstermesi, mevcut üretim biçiminin normal seyrinden sapmasıdır. Kapitalizmin genel karakterine ilişkin bir olgu değildir. Oysa kapitalizmin tarihi, bizatihi bu görüşü reddeden bir seyir izlemiştir. Öyle ki, “normal” denilen süreçlerden daha uzun sürmüştür “anormal” durumlar.
Buna karşın Karl Marx’ın geliştirdiği kriz teorisi egemen anlayışı da hedefine koyarak kapitalizmin yaşadığı krizleri “normal bir varoluş” olarak tespit eder. Marx bu sonuca ulaşırken ilk olarak; kapitalizmin tarihsel olduğundan hareket eder, yani bir başlangıcı ve sonu vardır, kendinden önceki üretim tarzları gibi gelip geçicidir. İkincisi; kapitalizm en önemli değişikliklerini krizleri aşarken yaşar. Üçüncüsü; kapitalizm esas olarak, iç çelişkileri olan, istikrarsız ama bu iç çelişkilerinin dinamiği üzerinde krizler ve toparlanmalardan geçerek gelişen bir üretim tarzıdır. Sonuçta krizler toparlanma ve istikrar dönemleri kadar “normal” bir varoluş anıdır.
Marx’ın geliştirdiği teorik çerçeve üzerinden aktüel olarak sık sık adını duyduğumuz bazı “kriz” anlarının anlamlandırılması gerekiyor. Örneğin; petrol krizi, döviz krizi, borç krizi veya bir ülkenin, bölgenin yaşadığı krizler vb. Evrensel bir sistem olarak kapitalizm, kendi üretim tarzının farklı gelişmişlik düzeylerinin eşzamanlı birlikteliğine sahiptir. Ve bu eşzamanlılık hem krizlerin ortaya çıkış biçimlerini, görünümlerini ve şiddetini belirler hem de yukarıda saydığımız kriz biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Söz konusu krizler ise daha derinde gelişen ve yaygınlaşan kapitalist krizi ele verir. Dönemsel krizler olarak adlandırılan bu anların özelliği, eşitsiz gelişme ve bağımlılık ilişkileri düzleminde ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla bu noktada Lenin’in emperyalizm teorisi, bize büyük bir anahtar sunuyor.
Emperyalizmin eğilimlerini kısaca şöyle özetler Lenin: 1- Üretimin ve sermayenin merkezileşmesi, tekellerin ortaya çıkması. 2- Banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması ile yeni sermaye biçiminin ve buna bağlı olarak da yeni bir sermaye sınıfı fraksiyonunun, finans kapitalin ve mali oligarşinin ortaya çıkması. 3-Sermaye ihracının ayrı bir önem kazanması. 4- Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekellerin oluşması. 5- Dünyanın topraklarının en büyük kapitalist güçler tarafından paylaşımının tamamlanması.
Lenin, bu beş eğilimi tek tek inceleyerek aralarındaki bağlantılar üzerinden emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğunu belirlemiştir. Böylece emperyalizmin aynı zamanda kapitalizmin değişmesi ve yok olması ile ilişkili olduğuna dikkat çeker; bununla bağlantılı olarak da son tahlilde emperyalizmin, kapitalizmin nihai krizi olduğunu söyler. (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 2001)
Lenin’den aktardığımız bu son vurgu, aslında bugünkü krizin de yapısal nedenlerine işaret ediyor. Birbiri ardına yaşanan ekonomik buhranlar, çatışmalar ve paylaşım savaşları emperyalizmin yapısal sorunları olarak karşımıza çıkıyor ve Lenin’in, üzerinde ısrarla durduğu gibi bütün bu gelişmeler çürümüş kapitalizmi ortadan kaldırmıyor ama aynı zamanda bu bunalım, emperyalizmin ekonomik ve politik kurumlarının işlemesini de engelleyen bir süreci beraberinde getirerek işçi sınıfı için daha olgunlaşmış politik olanakları ortaya çıkartıyor.
Böylesine karmaşık ve girift üretim ilişkilerinin üzerinden gelişen mali piyasalar, borsalar, finansal enstrümanlar, teknolojik imkânlar bir yandan sermaye birikiminin genişlemesine neden olurken diğer yandan da devrevi krizlerin sıklaşmasına ve kapitalizmin kriz anlarının süreklileşmesine yol açıyor. Güncel gelişmelerin bu çerçevede ele alınması kriz olgusunu anlamlandırmak bakımından önemlidir.

EŞZAMANLI DURGUNLUK
Dünya ekonomisinde yayılmaya başlayan durgunluk, dünyanın toplam üretiminin yüzde 34’ünü, toplam ithalatın ve ihracatın, sırasıyla yüzde 31 ve 28’ini gerçekleştiren ABD, Japonya ve Almanya’yı pençesine aldı. 2001’in birinci üç aylık döneminde, Avrupa Birliği ülkelerinin Avrupa dışına toplam dış satımları yüzde 12,5 geriledi. Almanya’da yıllık ekonomik büyümenin yüzde 1’in altına düşme olasılığı güçlendi. Avrupa’da tüketici talebinde de hissedilir bir gerileme başladı. Artık, Avrupa’nın bu yıl yavaşlamasına rağmen, ABD’den daha güçlü bir büyüme gerçekleştirerek dengeleyici bir etki yapma umudu da kalmadı. Japonya ise geçen on yılın dördüncü durgunluğuna girdi ve Gayri Safı Milli Hâsılasının (GSMH) yüzde 130’una ulaşan bir kamu borcu ve yüzlerce milyar dolan aşan batık banka alacakları altında, dünya ekonomisini de çatlatmaya aday bir mali krize doğru hızla kayıyor.
Dünyanın geri kalanının durumu da hiç parlak değil. En son verilerle bir yıl öncesine göre sanayi üretimi büyüme hızı ile 2000–2001 dönemi GSMH büyüme hızları şöyle: Tayvan -5,8/-1,9, Filipinler -2/-0,6, Tayland -1,8/-1,3, Singapur -0,8/4,9, Malezya -0,3/4, Hong Kong -0,2/-7, Avustralya 3,1/-1,8, Güney Kore 5,7/-5,3, Peru -6,3/-1,1, Meksika -1,9/-3,4, Kanada 0,7/4,2, İsrail -1/4,2 (IMF-Ülke İstatistikleri)
Dünya ekonomisinde eşzamanlı bir durgunluğun yerleştiğini gösteren bir diğer gösterge de şirket kârları. Örneğin, Standard and Poors 500 indeksine göre 2000 yılının ilk üç aylık döneminde Amerikan şirketlerinin kârları, bir önceki yılın aynı döneminden belirgin olarak yüksekti. Şirket kârlarını ölçen S&P 500 indeksi bu yılın ilk dört aylık döneminde yüzde 6’dan fazla geriledi, ikinci üç aylık dönemde de gerilemenin yüzde 16–17 düzeyine ulaşması bekleniyor. Aynı dönemde, teknoloji sektöründe bu gerileme yıllık yüzde 40-yüzde 60 oranlarına ulaşıyor. Benzer bir durum Avrupa’da benzer sektörlerdeki şirketlerde de görülüyor (The Economist, Temmuz 2001 sayısı).
Bu rakamların arkasında daha köklü, kalıcılığı yüksek kriz eğilimleri var kuşkusuz. Geçen 20 yıl boyunca uluslararası mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinden en çok faydalanan, mali hizmetler, otomobil ve Telekom araç gereçleri ve donanımları, yarı iletkenler, sanayi makineleri sektörlerinde kronik bir kapasite fazlası sorunu yaşanıyor. Bakır, alüminyum fiyatlarında yaşanan, demir-çelikte sertleşen ticari gerginlikler hep bu durumun göstergeleri. Geçen on yılda bu lider sektörlerde dünya ölçeğinde entegrasyon büyük hız kazandı. Ancak, bu sırada oluşan bağlantılar şimdi, sektörler arasındaki kriz eğilimlerini hızla yaygınlaştıran ve güçlendiren bir araç işlevi görüyor. (Ergin Yıldızoğlu, “Bu sefer farklı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2001.)
Veriler dünya ekonomisinde gelişen durgunluğun, daha öncekilerden önemli farklılıklar içerdiğini ortaya koyuyor. Çünkü bu kez dünya ekonomisi Morgan Stanley’in yorumcularının deyimiyle “şok emicilerden” yoksun durumda. 1990’Iarın başındaki kriz sırasında Rusya ve Doğu Avrupa dünya ekonomisiyle bütünleşiyor, yeni yatırım alanları ve milyonlarca yeni tüketici oluşuyordu. Asya’da altyapı yatırımlarında patlama yaşanıyor, Latin Amerika ülkeleri hiper enflasyon sürecinden yeni yeni çıkıyorlardı. Geçen dönemde şok emici rolü üstlenen bu bölgeler, aslında biraz bu işlevlerinden dolayı 1997’de çöktüler. Aynı dönemde sermayenin dolaşımının hızlanması, telekomünikasyon teknolojisindeki gelişmeler yeni yatırım olanakları sağlıyordu.
2000 yılında başlayan ekonomik durgunluk, 1997–98 mali krizindekinden de farklı bir yayılım kazanıyor, üretim ve yatırım düzlemlerini de etkisi altına alıyor. 1974’ten bu yana ilk kez batılı kapitalist ülkeler ile önde gelen bağımlı ülkelerin ekonomilerinin eşzamanlı olarak bir daralma yaşaması dikkati çekiyor. Kısaca bu kez dünya ekonomisinin bir bölgesindeki ekonomik yavaşlamayı, bir başka bölgesindeki büyümenin getirdiği talep ve yatırım olanaklarıyla dengelemenin koşulları büyük oranda tıkanmış durumda. Üstelik bu kriz, dünya ekonomisinde 1974 yılından beri yaşanan genişleme döneminin sonuna işaret ediyor. Yani devrevi kriz süreci, büyük bir bunalımla noktalanıyor.

“BÜYÜK PATLAMADAN” MALİ SERMAYENİN BUNALIMINA…
Devrevi kriz sürecini anlayabilmek amacıyla, küreselleşme adı verilen ve mali sermayenin mutlak hegemonyasını sağladığı son 25 yılın bilânçosunu hatırlamakta yarar var. Çünkü bu süreç finansal piyasaların olağanüstü bir gelişme gösterdiği ve sermaye birikimini müthiş derecede yoğunlaştıran tarihsel dinamiklerin ortaya çıktığı önemli bir uğrak.
1960’lar, 2. Dünya Savaşı sonrasında merkez kapitalist ülkelerde, kısmen de gelişmekte olan ülkelerde, yaşanan büyük ekonomik genişlemenin (ekonomik boom) sona erdiği ve kapitalizmin uluslararası düzeyde yapısal bir krize sürüklendiği yıllardı. Beklenen kırılma 1970’lerin başında gerçekleşti. Genelleşmiş bir durgunluk ile birlikte uluslararası para sisteminin dağılması ve sabit kurdan esnek kur sistemine geçilmesi ile petrol fiyatlarındaki ani artış gibi iki büyük istikrarsızlık yaratıcı ve risk artırıcı oluşum meydana geldi. Krizle birlikte petrol ve döviz fiyatlarındaki aşırı dalgalanmadan korunmak amacıyla risk azaltıcı birtakım finansal enstrümanlar devreye girmeye başladı. Diğer taraftan merkez kapitalist ülkelerde yatırım olanaklarının tıkanması, bankaların borç verecek müşteri bulmaktaki zorlukları ortaya muazzam bir sermaye fazlası çıkarttı. Çare, bağımlı ülkelerin pazarlarını yeniden yapılandırarak bu pazarlara sermaye fazlasının ihraç edilmesiydi. Süreç 1950’lerden sonra azaldığı belirtilen sermaye ihracını, sermayenin uluslararasılaşmasını bir anda ön plana çıkarttı. ABD ve Avrupa bankalarındaki nakitler, hedef seçilen ülkelere borç olarak verilmeye başlandı. Bu durum, birbirine bağlı iki yönlü bir ihtiyacın ürünüydü. Merkez kapitalist ülkelerdeki aşırı üretimin bir şekilde yeni pazarlara aktarılması, emilmesi gerekiyordu. Bunun için hedef seçilen ülkelerin bu aşın stokları tüketebilecekleri bir iç pazar dinamiğine ihtiyacı vardı. “İthal ikameci rejim” adı verilen ve batılı ülkelerden tüketim malı ithal etmeye dayalı bir sanayileşme hamlesi başlatıldı. Borçlar buralara aktı. Böylece hem batılı ülkelerin bankalarındaki fonlar bir yandan değerlenmiş oluyordu, diğer yandan da aynı ülkelerdeki sanayi üretimi kendine pazar yaratma şansı bulmuştu. Ancak bağımlı ülkeler açısından sorunlar giderek arttı ve alınan borçlar bir süre sonra ödenemez boyutlara ulaştı. 1970–1983 yılları arasında gelişmekte olan ülkelerin toplam borç stoku yüzde 811 artarak 68 milyar dolara çıkmıştı bile. 1984 yılında ise bu miktar tam 895 milyardı. Ve bu ülkelerde borç krizi patlak verdi. Bağımlı ülkelerin, borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, merkez kapitalist ülkeleri de sarstı. Borç krizi sermaye piyasaları açısından iki anlama geliyordu. Birincisi borç veren bankalar alacaklarını tahsil edemeyince mali yapıları bozulmaya başladı. İkincisi ise sermaye fazlasının değerlenebileceği alanlardan biri geçici olarak kapanmış oluyordu. Sonuçta, uluslararası sermaye bağımlı ülkelerdeki piyasalardan çekilerek merkez kapitalist ülkelere geri döndü. Ancak buralarda da yeni yatırım olanaklarının tıkanması, uluslararası sermayenin yeni yönelimlere girmesine neden oldu. Bunların başında özellikle de ABD’de yaşanan tüketici kredilerindeki hızlı artış geliyordu. Ama daha önemlisi ikinci gelişmeydi. Yani birikmiş artı değerin yeniden paylaşımı olarak spekülatif hareketlere yönelinmesiydi.
Borç krizinin uluslararası mali bunalıma yol açmasından çekinen ABD faiz oranlarını hızla düşürmeye başladı. Böylece ABD’de borçlanma olanakları artıyor, sonuçta da hisse senetleri ve tahvillerin yükselmesi için uygun ortam yaratılmış oluyordu Borsalardaki hareketlilik şirket borçlarının artması, spekülatif işlemlerin de yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Bu iki sonuç arasındaki bağlantının aslında bugünkü krizin de dinamiklerini açığa çıkarttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü banka sermayesi ile sanayi sermayesinin girift ilişkilerinin en rafine yansıması olarak borsa, kapitalizmin krizinin aynası durumundadır. Dolayısıyla kredi sistemi borsanın işleyişi, krize ışık tutacak bazı verileri bize açık biçimde sunuyor.

KREDİ SİSTEMİ VE KRİZİN AYNASI OLARAK BORSA
Marx’ın temel tespitlerinden birisi faizin paranın fiyatı olduğudur. Kapitalistin elinde biriken paranın faiz getirmek amacıyla dolaşıma girmesi ise karmaşık bir kredi sisteminin gelişmesine yol açmıştır. Buna karşın parayla karşılaştırıldığında kredi, daha kompleks bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu mekanizmanın gelişimi, mali sermayenin egemenliğinin artmasına yol açarken, para hareketlerinin de kapitalizmin işleyişindeki rolünü artırmıştır. Öyle ki, paranın zaman ve mekânsal sınırlamalardan kurtulmasını sağlayarak, özellikle kriz dönemlerinde aşırı üretim ve sermaye birikiminin yeniden değerlendirilmesi gibi oldukça önemli bir araç işlevini üstlenmiştir. Kredi sisteminin bugün en yoğunlaştığı mekanizma borsadır. Borsa sermaye için bir çeşit kredi piyasasıdır.
Kapitalizmde sermaye birikimi yavaşlamaya başladığında şirketler borsaya akın eder. Bu, üretim sürecinin devamı için gerekli olan fonları sağlamayı kolaylaştırır. Ancak kriz süreci uzadıkça kredi talebi de artar. Üretim sürecinin dışında elde edilen fonların riski büyüktür ve krediyi alan da, veren de risk üstlenmiş olur.
Çünkü kredi talebi, aslında el konulacak artı-değer üzerine bir bahistir. Şirketler elde edecekleri artı-değeri bir nevi ipotek ettirerek hisse ve tahviller yoluyla borçlanırlar. Bankalar ve finans kuruluşları da elde edilecek bu artı-değeri gözeterek bu borcu dağıtırlar. Ama durgunluk dönemlerinde üretim sürecinin yavaşlaması, tüketimin azalması, beraberinde kredi ilişkilerini daha fazla yoğunlaştırır. Sürekli bir kredi talebi doğar ve beklenen artı-değerden kâr elde etmek yerine her iki taraf da borsadaki alışverişten kâr elde etmeye başlar. Bu, gerçekte gelecekte üretilmesi beklenen artı-değere olan ilginin azalmasına, buna karşın üretilmiş ve birikmiş artı-değerin paylaşılmasına yönelinmesi anlamına gelir. Spekülasyonlar hızla artar, finans piyasaları şişmeye, suni olarak büyümeye başlar. Sadece spekülasyon yaparak, kredi piyasasından beslenerek büyüyen bir kesim, üretim sürecini tehdit etmeye başlar. Bu, krizin en büyük göstergesidir.
Borsadaki işlemlerin özünde, artı-değer üzerindeki bahsin bulunması, devletlerin borçlanmak için yine tahvil, bono gibi finansal enstrümanlara başvurması, emekçi kesimler için sömürü oranının daha fazla artması anlamına geliyor kuşkusuz. Borsaların çökmesinin veya birden hareketlenmesinin artı-değer üzerindeki spekülatif işlemlerin artmasından başka bir anlamı yoktur. Spekülatif kazanç, özünde üretim sürecinde yaratılan değerlerin belli kesimlerin elinde mülkiyet olarak kristalize olduğu noktadan sonra dolaşım alanına girdiği ölçüde spekülatörlerin ilgi alanına girmiş oluyor. Değer biriktikçe spekülatif sermaye bu değeri ele geçirmeye ve faiz getirişi sağlamak üzere dolaşıma sokmaya çabalıyor.
Dünyada son on yılda finansal işlemlerde görülen hareketlilik gerçekte bir krizin çanlarının çaldığının habercisiydi. 1 trilyon doları aşan bir fon dünya borsalarını dolaşarak faiz getirişi elde ediyordu. 1987 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 2000 yılında da Türkiye ve Arjantin’de başlayan krizlerin patlak vermesine neden olan, aşırı üretimin getirişi olan durgunluk ve artan spekülatif işlemlerdir.

KAPİTALİZM OLANAKLARINI TÜKETEREK AYAKTA DURUYOR
Küreselleşme olarak nitelendirilen ekonomik ve politik konjonktüre tekabül eden son 25 yıllık zaman dilimi, emperyalizmin de yeni yönelimlerinin bir ürünüydü. Lenin’in, yüzyılın başında dikkati çektiği sermaye birikim rejimi kendini en yoğun ve açık biçimde bu süreçte ortaya koymuştu. Marx’ın Komünist Manifesto’da söylediği gibi, sermaye, kendine benzer bir dünya yarattı. Uluslararasılaşma, tekelleşme ve mali oligarşinin mutlak biçimde hâkimiyet sağlaması, klasik sömürgeciliğin başlattığı dünyanın en ücra köşelerine kadar birer pazar ve hammadde kaynağı olarak yapılandırılması sürecinin tamamlandığı koşullarda kriz patlak verdi.
Yapısal kriz süreci içinde 1980’Ierden sonra geliştirilen kriz düzenleme mekanizmalarının tükendiğini ve yine önümüzde, belirsizliklerle ve radikal değişiklik olanaklarıyla dolu bir dönemin açıldığını düşündüren işaretler son derece hızlı bir biçimde çoğalıyor.
Sonuçta küreselleşme mitinin arkasına sığınmış o bildik, klasik, yapısal sorunlar krizle birlikte bir kez daha bütün mistik peçelerinden ve teknoloji ile süslenmiş halelerinden sıyrılarak karşımıza dikiliveriyor. Bu kriz aslında çürümüş ve tarihsel olarak bir adım daha ileri atacak dermanı kalmamış kapitalizmin kendisinden başka bir şey değil.

Aralık 2001

Demokratik ve halkçı mücadeleye saldırının yeni platformu: “Demokrasi ve Kürt sorunu çözüm girişimi”

Abdullah Öcalan’ın özel bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından Kürt sorunu yeni özellikler kazandı, PKK’de birtakım değişimler yaşandı. Egemen sınıflar cephesinde on yıllardır süregelen inkârcı politik tutumda ısrar devam ederken, AB aday üyelik sürecinden dolayı Türkiye’ye dayatılan ve yerine getirilmesi şart koşulan yükümlülükler, yasal düzenlemelerden ibaret formaliteler olarak birçok çevrenin beklentilerini boşa çıkararak ve umutlarını kırarak hâlâ sürüyor. Bir süredir AB’nin elindeki demokratikleşme ve Kürt sorunu kozu yeniden ABD’nin elinde bölge düzeyinde değerlendirmeye alınmış bulunuyor. ABD, Afganistan’a saldırının ardından Orta Asya’dan Ortadoğu’ya dönük planlarında Kürt sorununu değerlendireceğini bağıra bağıra açıklamaktadır. Diğer yandan, henüz yerli yerine oturmamış olmakla beraber süreç PKK’nin inisiyatifini etkisizleştirerek ilerliyor. A. Öcalan’ın sorunu ele alış tarzındaki bocalama ve Kürt sorununu bir emekçi sorunu olmaktan soyutlayarak değerlendirme yaklaşımının yarattığı kafa karışıklığı ‘derinleşerek’ sürüyor. Ancak önemli bir tarihi süreç olarak Kürtlerin bilincinde yer etmiş bulunan mücadele ve direniş yılları, aynı zamanda örgütlü yaşama ve değerlere bağlılık gibi olumlu bir kültür de yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki, son üç yıl içerisinde yaşanan önemli gelişme ve saldırılara rağmen Kürtler düzen kulvarına çekilememiştir. Önümüzdeki süreç daha da önemli gelişmelere gebe. Çözülmemiş halde duran Kürt sorunu var oldukça beklenmedik gelişmelerle karşı karşıya kalmak da anlaşılır bir durum olacaktır.
Ancak bazı politik çevrelerin önümüzdeki dönemdeki gelişmelere dair bugünden aldıkları pozisyon ve işaretini verdikleri tutum kaygı vericidir. Bu çevrelerin, HADEP’in ve bazı örgütlü yapıların hata ve yanlışlarına, ikircikli tutumlarına ve sistemin demokratikleşme manevra ve yalanlarına inanarak fazlasıyla adapte olmalarına karşı uyarıcı, dostça ve yapıcı yaklaşmak yerine, bu yaklaşımların ideolojik ve sınıfsal karakterini görmezden gelerek, oklarını keskinleştirip onlara fırlatan tutumu sürüyor. Kürtlerin demokratik mücadelesine katkı sunmak, halkçı ve demokratik değerlere sahip çıkmak ve onunla birleşip saldırıları göğüslemek yerine, adeta “pusuya yatmış avcılar” durumunda bulunan bu çevrelerin “içeriden saldırıları” karşısında halkımızın uyarılması ve doğru tutumu benimsemeleri için çaba sarf etmek, yönetici güç odaklarının saldırıları karşısında gösterilecek tutum ve direniş kadar önemlidir.

“İDEOLOJİSİZ PARTİ” “İDEOLOJİSİ” VE KONSEPT TAPINMACILIĞI
Burkay bunu diğerlerinden farklı bir biçimde kendisini sosyalist sayarak, PSK’nın genel sekreteri olarak yapmaktadır. Dağınık olan bu kesimlerin güçlerini birleştirerek atağa geçecekleri önümüzdeki dönem bu durum daha da önem kazanabilir. Zira “Yeni” diye ortalıkta dolaşan birçok oluşum ve yaklaşım bulunmaktadır ve “eski”lerin bir araya getirilmesinden başka bir şey olmayan bu çevrelerin geçmişleri de halkımızca sır değildir. Ancak yapılan açıklamalar ve girişimlerden anlaşılmaktadır ki; mezhebi geniş bu “yeni oluşum”lar, “kapanmış bir sürece müdahale” edecekler ve yeni dönemin de başlatıcıları olacaklar!
“Yeni oluşum”un içerisinde, solcu, sosyalist, dinci, liberal, işveren, ağa, bey… her boydan politikacı var. İşçi ve yoksul Kürtler, açlar, sefiller ve sömürü ve baskı sisteminin esas mağduru olan Kürtler yok. Böyle olunca “değişik çevrelerin birliğinden müteşekkil” olması bir şey ifade etmiyor. Aslında yalnızca bir çevreyle karşı karşıya bulunmaktayız.
Peki, “Demokrasi ve Kürt Sorunu Çözüm Girişimi”nin yeniliği nereden geliyor ve nereden çıkıyor? Yeni “Kürt Partisi” hangi ihtiyaca yanıt vermeye kadirdir? gibi sorulara yanıt verilmelidir. Hazırlıkları devam eden bu partinin girişimcileri ve yetkili olan temsilcileri tarafından değişik vesilelerle yapılmış açıklamalar bulunmaktadır, ideologluğunu Kemal Burkay’ın üstlendiği bu girişimin halk ve emekçilerden uzak ‘üst tabaka’ Kürtlerin ve dahası ‘zahmetsizlerin’ bir girişimi olduğu ilk söylenmesi gereken gerçektir, ikinci önemli belirleme PKK ve HADEP düşmanlığı üzerinden kendini var etme isteğidir ki, bu durum irdelenmelidir. Üçüncü önemli saptama bu girişimin emekçileri dışlayan, sosyalizm düşmanı bir ideolojik tutuma sahip olduğudur. Tıpkı KDP ve ya YNK’ya benzemek istemektedirler. Kurucular kapsayıcı olmak iddiasına sahip olmakla beraber geçmiş ve mevcut duruma bakıldığında iddialarının aksine, böyle bir gerçeğe denk düşmedikleri söylenebilir. Ancak, hangi ihtiyaca yanıt vereceği sorusuna Abdülmelik Fırat, “HADEP kapsayıcı olmadı” diyerek yanıt veriyor. “… Ama istatistikî olarak hesapladığımız zaman HADEP Kürtlerin yüzde 20’sinin oyunu almıştır. Yüzde 80’i yine düzen partilerindedir.” A. Fırat’ın düzen partilerinden ne anladığı anlaşılmaz bir durum! Kendisi düzenin neresindedir ve eleştirdiği düzen kapitalist sömürü düzeni midir? Bu düşünülemez. Elbette değil. Ancak defalarca düzen partilerinden aday olmuş, yöneticilik yapmış ve milletvekili olmuş Fırat’ın, ‘ideolojisiz parti’sinin nasıl düzen karşıtı olacağını merak etmiyoruz. “İdeoloji partisi değiliz. Biz diyoruz ki: Kürtlerin ateisti de, şeriatçısı da, sosyal demokratı da Kürt olarak, doğal hakları bakımından zulüm altındadırlar. Öyleyse bu bir ideoloji meselesi olamaz ki…” {Evrensel gazetesi, 14 Ağustos 2001)
Kürtlerin farklı sınıflara mensup kesimlerinin zulüm altında olduklarını kabul etmemiz halinde bile, zulmü uygulayanların bir ideolojiye mensup oldukları gerçeği karartılamaz. Zulmedenlerin bir ideolojisi varsa edilenlerin de bir ideolojiye sahip olmaları doğaldır. Ancak yeni oluşumcular sınıf ayrımını özellikle gizlemek için işe soyunmuş durumdalar ve bunun için paslı bir silaha “ideoloji partisi değiliz” diyerek başvurmaktadırlar. Fırat ve diğerleri sınıf işbirliğini vaaz etmekte ve egemen sınıf taşeronları olarak Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini suiistimal etmek için bu role soyunmaktadırlar. Zira Fırat ve çevresi, yaşamın ve onun toplamı olan ilişkilerin ideolojik bir temelden yansıdığını ve Kürtlerin mevcut statüsünün burjuva kapitalist sistemin ve onun ideolojik yansıması olduğunu bilmiyor değildirler. O ve Burkay gibi sınıf işbirlikçiler PKK’nin zaaflarına ve HADEP’in tutarsızlıklarına karşı besledikleri kin ve öfkeyi sömürü ve baskı sistemine karşı duymamaktadırlar. A. Öcalan’ın tutumundan ve politik yanlışlıklarından kalkarak onun şahsında olumlu ve olumsuz yanlarıyla yaşanmış küçümsenemez bir ulusal direnişe, mücadeleye ve geçmişin değerlerine fütursuzca saldırmaktadırlar. “Biz zaten söylemiştik, bu kadar kayıp boşuna oldu. Madem böyle olacaktı neden yaptınız?” vs. yaklaşımlarla felaket tellallığı yapılarak hiçbir mantıklı ve bilimsel tutarlılığı bulunmayan sonuçlara varmakta ve bunun üzerinden bir politik gelecek inşa etmek istemektedirler. Ancak üzerinde bulundukları zemin ve geçmiş temelleri onları ele veriyor: Sınıf işbirlikçiliği ve pragmatizm. Hareketin kitlesel bir direniş ağına sahip olduğu geçmiş yıllarda olası bir zafer durumunu değerlendirme hesabıyla bir biçimde şimdi saldırdıkları harekete yamanmış, ya da ‘protokol’ imzalamış ve onların gidişatından övgüyle söz etmiş bulunanlar, bugün tam bir riyakâr tutumla burjuva politikacılığı ve bezirgânlığı yapmaktadırlar. Ekonomik ve siyasi saldırıları ve onun kaynağını değerlendirmek, ABD’nin ve emperyalizmin dünya ölçeğinde halklara karşı başlattığı saldırganlığa karşı tutum almak, Emek Platformu’nun Kürt sorununun diğer sorunlarla birleştirmesi için çaba sarf etmek, sermaye ve saldırılara karşı güç toplamasına yardımcı olmak; emek ve demokrasi hareketini güçlendirmek gibi kaygılar taşımayan, aksine bu sorunlara sırt çevirmiş bulunan bu çevrelerin girişimleri ve eleştirileri Kürtler için bir şey ifade etmemekle beraber, egemen sınıfların saldırılarıyla birleştiğinde ‘tehlikeli’ ve endişe vericidir. Zira provokatif girişim ve açıklamalar yapılmakta ve sorumsuzca oraya buraya saldırılmaktadır. Hedefe konulan bazen A. Öcalan, bazen Bozlak veya bir başkası olmaktadır, ama hedef ulusal direniş geleneğini, mücadeleyi, serhıldanları ve yaratılan toplumsal değerleri ‘boşa’ çıkarmak, değersiz kılmaktır. Onların yaptıkları; örgüt ve direnme bilincini tahrip etmek, geçmişten pişmanlık duymayı sağlamak ve bunu toplumsal bir yargı düzeyine çıkarmak ve hafızalardan silmek ya da ‘keşke olmasaydı’ yargısını Kürtlerin yargısı haline getirmektir.
12 Eylül sonrasının TKP’si, N. Sargın ve H. Kutlu’ları olmaya aday bu beylerin tasfiyeci ve teslimiyetçi olduklarından kuşku duyulamaz. Onlar, Kürtlerin yeniden düzen partilerinden birine veya bu piyasaya pazarlanmasında aracılık yapmak istemektedirler. Beraber olmak, parti kurmak için ‘Kürtler vardır’ demeyi yeterli bulan bu çevre, AB ve ABD’yi kutsarken, ulusal demokratik mücadeleyi ve uzun yıllar süren halkın kazanım ve kayıplarını, direniş ve tarihsel birikimini hiçe saymaktadırlar. Dünya ölçeğinde etki yapmış ve Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini bilince çıkarmış önemli ve deneylerle dolu bir süreci yok saymaktadırlar. Acıyı ve sevinci yaşamamış, bu yıllarda hariçte kalmış olmayı bir avantaj saymaktadırlar. Ancak bunu başarmak olası değildir. Bu tarih silinemez. Direnmiş bir halkın mücadele tarihini inkâr etmek, direnişini yok saymak, küçümsemek, bu direnişinde, başında ve yanında bulunanları aşiret kafasıyla düşman görmek, gerici egemen sınıfların cephaneliğinden silahlarla hedef almak ancak mücadeleyle karşılık bulabilir. Kürt işçi ve emekçileri; direnenler, yerinden yurdundan edilenler, yaşanan kahırlı yılların mağdurları olarak buna yanıt vereceklerdir. Yaşanan süreci, inkârcı konseptin kriterleriyle değerlendirenler bir bataklıkta bulunmaktadırlar. Bir döneme damgasını vuran bir harekete ve onun bileşenlerine düşmanca duygu, kin ve nefretle yaklaşmak, ama Barzani ye Talibani’ye övgüler dizmek, Çekiç Güç ve ABD’ye şükran duymak, AB’den Kürt sorununa çözüm dilemek onların “kaygı”larını yalanlamakta, maskelerini anlamsız kılmaktadır. Sorunu kişiselleştirerek, bilinçleri çarpıtmak istemektedirler. Durumu kişilerle izah ederek niyetlerini gizlemek, prim yapmak istemektedirler. Bu tutum halkımız ve demokrasi güçlerinden, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinden kabul görmeyecektir. Burkay, Fırat ve şürekâsının PKK ve HADEP’e yönelik eleştirileri ‘keskin bir yurtseverlik’ söylemiyle süslü olarak dile getirilmekle beraber halkımızı zehirlemek ve egemenlerin politik kulvarına çekmek amaçlıdır. Sözde eleştirileri “teslimiyeti” hedeflemekte ve mücadeleyi önermektedir. Ancak bu doğru değildir. A. Öcalan’ın teslimiyetçi bir tutum aldığını, HADEP’in düzenle entegre çabasında olduğunu bundan dolayı bu sürece kayıtsız kalamayacaklarını ifada eden bu çevrenin saptamalarının isabet ve isabetsizliği bir yana, kaygılarında samimi olmadığı açıktır. Aksine bu çevre, Kürtlerin sisteme eklemlenmesi amaçlı pasifizmi ve teslimiyeti öneren bir “siyasal” mücadele vaaz etmektedir. Kışkırtıcı ve düşmanca bir üslubun hâkim olduğu açıklamaları ve demeçlerinin yanı sıra, onlar düzene ve diktatörlüğe dair oldukça itidalli bir üslup kullanmaktadırlar. Programlarında dikkatli olacaklarını belirtmektedirler. Ancak HADEP ve PKK’ye ve mücadeleci tarza yönelik hiçbir lafı esirgememektedirler! Bu cüret ve cesaret hayret vericidir. “Biz Murat Bozlak’ın ne olduğunu biliyoruz, cemaziyül evvelini de biliyorum ben onların… Tabii ehil olmayan bir şekilde konuşabilir, yani laklak yapabilir. Bozlak laklak olabilir. Şimdi Bozlak’ın patronlarından ses gelmesi lazım, bizim onu kaile almamız doğru değil, onlar güdümlü siyaset yapıyor, bunu kendileri bildiği gibi bütün dünyada ve Türkiye’de her siyaset yapan bilir. (…) Bunların konuşmasının ehemmiyeti yok, ikincisi de Kürtçede çok güzel bir söz vardır; ‘axa bı xulam e, xulam ji bı olam e’ yani böyle şahsiyetsiz bazı insanlar var ağalığa özenirler de kendilerine hizmetkâr tutarlar. Ağanın hizmetkârı var, hizmetkârın da kendisine hizmetkâr tutma arzusu var. Ağalarının sesi çıkmıyor, ağalarının sesi çıkarsa daha iyi olur. Xulamların sesi bizi pek etkilemez.” (Dema Nû, 15 Ağustos 2001)
Dema Nü, “yeni oluşum”un tüm bileşenlerini PKK ve HADEP düşmanlığına teşvik etmekte, onlara sordukları sorularla süreci provoke etmektedirler. Ancak bu çevreden her konuşan, seviyesiz ve içeriği boş konuşmakta, mugalâta yapmaktadır. Bu yaklaşımda Kürt sorununu sahiplenme, özgürlük ve demokrasi kaygısı yoktur. Politik seviye yoktur. Fırat ve beraberindekilerin koyu sınıf işbirlikçileri ve sömürü düzeni savunucuları olarak her söyledikleri gerçek niyetlerini ele vermekten başka işe yaramamaktadır. Ancak, ‘Kapatılan Kürt politikasının yolunu açmak’ için çaba sarf ettiklerini söylemelerindeki niyet açığa çıkmış, anlam bulmuş oluyor.

ABD VE AB İLE BARIŞIK BİR OLUŞUM
“A. Melik Fırat, DKP ve DBP çevresinden gelen arkadaşlar var; bir de ’80 öncesi Kürt siyasal hareketi geleneğinden gelenlerimiz var,” diyen İbrahim Güçlü, partilerini “ABD ile kavgası olmayacak olan bir parti”, “Çağdaş dünyayla, ABD ve AB ile bütünleşen bir parti” olarak tarif etmektedir (Evrensel). Burkay’ın yönlendiriciliğinde vücut bulan bu oluşum; ‘yenilikçi, değişimci, çoğulcu, sistemi demokratikleştirecek ve Kürt sorununu çözebilecek bir toplumsal projeyi benimseyen liberallerden, sosyal demokratlardan, sosyalistlerden, demokrat insanlardan oluşacak bir parti’ olarak tarif edilmektedir. Abdülmelik Fırat, Şerafettin Elçi’nin DKP’si, DBP ve çeşitli Kürt siyasal hareketlerinde yer almış ama “Kopenhag kriterleri”nde karar kılmış bulunan YDD’ci bu ‘koalisyon’un ortak paydası uzlaşmacılık ve sınıf işbirliğidir. Dünyada ideolojik çatışmaların yerini akılcı çözümlere bıraktığı iddiasında olan bu çevrelerin ABD’nin dünya ölçeğindeki saldırgan ve halkları boğazlayan tutumuna sessizliğini bir yana bırakalım. Revizyonizmin Kürt versiyonunun temsilcisi Kemal Burkay’ın önümüzdeki sürece ilişkin değerlendirmeleri ise şöyle:
“Yurt içinde en başta bir kitlesel legal parti gerekir. Rejimin oyunlarını gören, PKK’nin teslimiyet politikasını benimsemeyen Kürt yurtsever kesimleri, sosyalist, liberal ya da İslami değerleri ağır bassın, böyle bir örgütte bir araya gelmeli, güçlerini birleştirmeliler.” (K. Burkay, Deng, Aralık 2000)
Bu çevre, egemen sınıfların ve yönetici güç odaklarının kendilerini PKK ya da HADEP’le karıştırmaması için mesajlarını ‘net’ olarak vermek istemektedirler. Ne denli uysal olduklarının kanıtı olarak bu çevreye saldırıyı kanıt göstermek istemekte, onların geçmişine lanet okumaktadırlar. Öyle ki kin ve nefret kusarak dün kutsadıkları, gücüne taptıkları, çevresinde dolanıp durdukları, ikbal aradıkları PKK ve HADEP için içerik ve politik değerlendirmeden yoksun, küfre varan ithamlarda bulunurken aynı zamanda, kendilerini de ayrıştırmakta ve ayıklamaktadırlar.
Oysa bir de madalyonun öbür yüzü vardır. PSK ile PKK arasında 19 Mart 1993 tarihinde gerçekleştirilen bir “protokol” vardır ve Burkay tarafından buna atfedilen ‘tarihi’ önem bilinmektedir! Bu girişimi, “Barış ve demokrasi için tarihi fırsat” olarak değerlendiren ve bu gelişmeyi yere göğe sığdıramayan Burkay, o tarihte Deng dergisinde bu işbirliğinin neden bu kadar gecikmiş olduğunu hayıflanarak şöyle izah ediyordu: “Ne var ki, bir yandan deneysizlik, diğer yandan çeşitli dış etkenler yakınlaşmanın ve birliğin daha önce gerçekleştirilmesine olanak vermedi.” Yine aynı değerlendirmede şairane bir dille durum şöyle izah ediliyordu: “Aylar boyunca hazırlığını yapan bir ağaç da, bir ilkbahar günü ansızın çiçeğe ve yaprağa donanır. Yaz boyu sabırla büyüyen meyveler sonbaharın belli günlerinde olgunlaşır. Kürt politikasındaki bu değişim de yılların ürünüdür ve bu yönüyle hiç de bir sürpriz değildir.”
Burkaycılar o dönem “ateşkes”i değerlendiren ya da eleştiren bir bölüm “Türk solu” çevrelerini eleştirirken kendilerini adeta PKK’ye kalkan etmişlerdi! Burkaycılar şöyle diyordu: “PKK silah bırakmamış, geçici bir ateşkes yapmış ve barış yolunun açılması için kendi önerilerini sunmuştur. Eğer Türk tarafı da iyi niyet gösterir, kan dökülmesinin gerçekten durmasını, barış ve Kürt sorununun adil bir çözümü için yolun açılmasını isterse, bazı ön adımlar atarak bu süreci kolaylaştırabilir. (…) Aksi halde, yani sömürgeci rejim barış ve politik çözüm yolunu kapatmaya devam ederse Kürt halkı da direnişini her araçla sürdürecektir. Böyle bir durumda zararlı çıkacak olan sömürgeci rejim olacaktır.” (Deng, Mart-Nisan 1993) Bir an bu tehdit dolu açıklamada ‘Türk tarafı’nın adım atmaması halinde PSK’nın da silaha sarılacağı kanısı uyanabilir! Burada politik uyanıklık yapan Burkay, PKK’nin yürüttüğü silahlı mücadeleyi “gizli” olarak övmektedir. PKK’nin silah bırakmadığına, geçici bir ateşkes yaptığına başkalarını iknaya çalışmaktadır. Ve ‘adım atılmaması’ halinde Kürt halkının her araçla mücadelesini sürdüreceğini söyleyerek adeta ‘garanti’ vermektedir! Kuşkusuz Burkaycıların sözünü ettiği ‘her araç’ kullana geldikleri ve bugün kullandıkları burjuvazinin cephaneliğindeki çakaralmaz araçlardır. Burkay’ın iştahını kabartan ve onu aşka getiren konjonktürdür. Yine o dönem PKK söz konusu edilerek yapılan “Kürt ulusal hareketi, yaptığı barış ve diyalog çağrısıyla karşı tarafı, yani Türk hükümetini ulusal ve uluslararası planda köşeye sıkıştırmıştır. Bu önemli bir politik ataktır.” değerlendirmesi de Burkaycılara aittir. (Deng, Mart-Nisan 1993)
Ancak şu değerlendirme de Kemal Burkay’a aittir: “Herkes de bilir ki PKK daha baştan, devlet eliyle, en başta Kürt sol ve yurtsever partileriyle savaşmak için, Kürt ulusal hareketini yanlışa, maceraya itmek için kuruldu. PKK’nin ortaya çıkar çıkmaz söylediklerine ve yaptıklarına bakarak biz bunu zaten anlamıştık ve daha o yıllarda dile getirdik… Ama elbet, bunu gösteren birçok kanıt olsa da, elimizde MİT in belgeleri yoktu.” (Kemal Burkay, Deng, Aralık 2000)
Bu çelişkili iki değerlendirme Burkay’a ve onun dergisi Deng’e aittir. Hangisi doğrudur sorusu anlamsızdır ve bunu tartışmaya gerek yoktur. Bir uçtan diğer uca savrulma. Ömrünü politikayla geçirmiş 65’indeki bu yaşlı kurtların yarın ne yapacakları ve ne diyecekleri belli olmayacaktır! Çünkü onların politik tutumunu belirleyen burjuva cephede gösterilen koridordur! Bu izah edilir bir durumdur; Burkay’ın üzerinde bulunduğu ideolojik zemin burjuva liberal ve işbirlikçi bir zemindir ve pragmatizm onun karakteri sayılmalıdır. Böyle olunca Burkay ve onun örgütünün bu kıvraklığını anlamak olası! Ancak insan sormadan edemiyor. Madem başından beri bunu, yani PKK’nin bir devlet organizasyonu olduğunu ve bunu sürdürdüğünü biliyordunuz, neden bu ünlü ‘Protokol’ü yaparak şu cümlelerin altına imza attınız, yoksa PKK sizi tehdit mi etti, başınıza silah dayayarak mı imza attırdı? “PSK ve PKK, (…) yurtsever örgütleri arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi, işbirliği ve dayanışmanın geliştirilmesi ve giderek ortak bir cephenin oluşturulması için çaba göstereceklerdir” (19 Mart 1993 protokol metni.) Burkaycılar neden ‘işbirliği’ yaptıklarını kendilerini aldatmadan yapamayacaklardır. Dahası Burkay çevresi “Nitekim Türk devlet adamlarının, iki partinin yakınlaşmasından ve başlatılan birlik sürecinden ciddi biçimde tedirgin oldukları daha ilk günden belli olmuştur. Onlar, bu yöndeki gelişmeyi önlemek, araya çomak sokmak için de ellerinden geleni yapacaklardır.” (Deng, Mart-Nisan 1993) değerlendirmesini yaparak süreci sabote etmek isteyenlerin olacağı kaygısını dile getirmektedirler. Acaba, ‘Türk devlet adamları’ bu işbirliğine çomak sokarak mı bugünkü sonuca ulaştılar, iki örgütün arasını açmayı kim başardı? Ya da devlet eliyle kurulduğu Burkaycılar tarafından başından beri bilinen (!) PKK, PSK’yi de kendi platformuna mı çekmiş oldu?!
Burkay’ın PSK’si, PKK ve HADEP’i hiçbir zaman devrimci bir mevziden eleştirmemiştir. Çünkü PSK revizyonist ve sınıf işbirlikçi platformdan hiç inmedi. Bugün, A. Öcalan’ın değerlendirme ve ‘yeni’ çözüm önerilerini kişiselleştirerek ‘şark kurnazlığı’yla eleştiren ve buradan hareketle ‘kafa karışıklığı içindeki kesimleri’ toparlamayı esas siyaset haline getiren bu çevreler yurtsever Kürt halkının mücadeleci tutumuyla karşılaşacaklardır. Şeyh torunluğu, eski milletvekilliği, eski solculuk, şan ve şöhreti büyük olanların halkla ve mücadeleyle yakınlıkları bulunmamaktadır. Bedeller ödemiş halkın karşısına çıkarak prim yapacağını sananlar, yanıldıklarını anlayacaklardır, işçi, emekçi ve yoksul halk bu senaryoyu da bozacak güç ve deneyime sahiptir. Burkaycılar, Fırat, Elçi ve diğerleri umut bağladıkları tüm işbirlikçi çevreleriyle Kürt halkından gereken yanıtı alacaklardır. Dün samimi olmadıkları gibi bugün de samimi olmayan bu çevreler; PKK’yi, bütünüyle, sınıf işbirliği batağında boğmak, diplomasi ve protokol düzeyinde bir mücadeleye çekmek, AB ve ABD’nin eline düşmüş bir piyona dönüştürmek, emperyalizme karşı olan tutumlardan koparmak ve onun Kürt halkı üzerindeki etkisinden politik rant elde etmek, direniş ruhundan tamamen arındırmak, silahsızlandırmak ve teslim etmek için ‘aracı’ ve teşvikçi durumundadırlar. PKK’nin etkisini kırarak pozisyon edinmeyi amaçlayanlar, pusuda olan bu sözde “ulusal kurtuluşçu” bir yığın toprak ağası, işveren ve siyaset tüccarı da bu amaçla hem işten hem dıştan PKK ve HADEP’i kuşatmış olarak tamamen çaptan düşürmek istemektedirler. Sermayenin ve onun diktatörlüğünün “Kürtleri” olarak işlev görmektedirler.
Egemen sınıfların saldırılarını görmezden gelen ve bunları karşılamada dayanışmacı bir tutum bile göstermeyen Burkay ile “Demokrasi ve Kürt Sorunu Çözüm Girişimi”nin çabaları, Kürtlerin düzenden kopmuş ve henüz arayış içinde olan kesimlerini yeniden düzene bağlamanın politik arayışına denk gelmektedir. Bu tutum Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkı sunmak bir yana böylesi önemli bir dönemeçte onu arkadan hançerlemektir. Halkımızın özlemlerini suiistimal ederek “kırk katır mı kırk satır mı?” dayatmasında bulunmaya hiçbir çevrenin hakkı yoktur ve bu başarılamayacaktır.
Küçük reformlar dilemekle Kürtlerin özgürlük sahibi olacaklarını söyleyip duran PSK hiçbir zaman milliyetlerin özgürlüğünü, dolayısıyla Kürtlerin özgürlüğü sorununu köklü değişikliklere, demokratik kurtuluş hareketine bağlamadı. İcazetçi tutumuyla namlı, ABD ve AB hamiliğine susamış, Barzani ve Talabani tarzının “kültürel çözümcüsü” Burkay, kurtuluşu hedefleyen bir ufka ve yönelime sahip değildir ve emperyalizmin ekonomik, askeri ve siyasal varlığını hedeflememektedir. Oysa ulusal kurtuluş sorunu esas olarak emperyalizme karşı mücadele sorunudur. Emperyalizmi karşıya almadan, onun varlığına son vermeden ulusal sorunu çözmek olası değildir. Zira ulusal sorun, emperyalizmden kopuş sorunudur. Emperyalizme ve onların ‘ulusal’ dayanaklarına karşı bir devrimci kalkışma yaratılmadan ve savaşılmadan çözüm olası değildir. PKK eleştirilecekse buradan eleştirilmeli, hataları bilince çıkarılmalı ve doğru yönelim için ulusal demokratik kazanımların üzerinden harekete güç taşınmalıdır. Oysa övündüğü uzun politik yaşamı boyunca Burkay, burjuva egemenliğinin ve onun kurumlarının yıkılması hedefine hiçbir dönem sahip olmadı. Burjuva klikler arasındaki ilişki ve çelişkiler üzerinden mücadele yürüten ve burjuva kampın birinin destekçisi olarak yön belirleyen ve Türkiye’nin gidişatını AB aday üyeliğiyle beraber ‘Kopenhag Kriterleri’ne bağlayan ve Avrupa hayranlığını yücelten Burkay, son süreci değerlendirirken ve görev belirlerken şöyle demektedir: “Rejimin niyetleri belli. O, Apo’yu ele geçirdikten sonra, bizzat onun ve PKK’nin eliyle Kürt hareketini tümüyle ehlileştirip düzene boyun eğen sessiz bir yığma dönüştürmek istiyor. Buna evet demeyen tüm siyasal kadrolar, aydınlar, yurtseverler de bu oyunu bozmak için kendilerine düşeni yapmalılar. Bir araya gelerek koşullara ve döneme uygun örgüt ve mücadele biçimlerini yaratmalılar. Biz, geniş yurtsever kesimleri ortak bir program üzerinde bir araya getirecek bir legal partiyi bu dönemin kilit görevi olarak görüyoruz.” (K. Burkay, ‘PKK ne diyor biz ne diyoruz’, broşür) HADEP için ise; “legal bir partinin durumuyla hiç de bağdaşmayan sivri tavır ve tutumlar içinde, ‘militanca’ politika yaparken şimdi de havaya uyup, şu içi boş ‘demokratik cumhuriyet projesi’ne angaje olmuş durumda” değerlendirmesini yapmakta olan Burkay, ne savaşanı ne de pasif olanı seviyor! Kıvamında olacak, bu da ancak kendisinin başında olduğu bir oluşum olabilir! Ancak o da olmuyor. Bunu kendisi şöyle izah etmektedir; “DBP yeterince; kitlesel ve yurtsever hareketin değişik kesimlerini kapsayıcı değil.” diyerek bu partiyi fesih ettirmiş oldu ve kurulacak “yeni” partisinin başında bulunanlar da bilinen zat-ı muhteremler. M. Fırat, Ş. Elçi (eğer ikna olur ve başkanlığı dayatmazsa ve eski partisinin durumunu sonuçlandırırsa) ve diğer sınıf işbirlikçi kesimlerle oluşacak partinin Kürt işçi ve emekçileri ve halk için hiçbir katkısı olamaz. ‘Yeni dönemde yeni örgüt ve mücadele biçimlerine gerek var’ isimli broşürle HADEP’i geçmişte, “legal bir partinin durumuyla hiç de bağdaşmayan sivri tavır ve tutumlar içinde” olmakla suçlayan Burkay bugün için ise “havaya uyup, şu içi boş ‘demokratik cumhuriyet projesi’ne angaje” olmakla eleştirmekte ve “Kürtleri mevcut düzene entegre etme”den dolayı rahatsız olduğunu anlatmaktadır. Bunları söyleyen Burkay’ın kendi tarzı ve durumu ve ittifak güçlerinin, Elçilerin, Fıratların ve diğer işbirlikçilerin durumu bilinince anlamsız oluyor. Aslında PKK’nin politik yaklaşım ve dönemsel taktikleriyle PSK ve yeni “Demokrasi ve Kürt Sorunu Çözüm Girişimi”nin yaklaşımları arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. AB ve ABD ile ilişkiler sorunu, ittifaklar, sınıfsal sorun bakımından da durum böyledir. Hatta şu da söylenebilir ki; bu çevrelerin bu denli cüretkâr davranmalarında HADEP içindeki “işbirlikçi”lerin varlığı önemli yer tutmaktadır. HADEP’in ANAP ile ittifak arayışı ve düzen partilerinden herhangi biriyle seçim ittifakı arayışını en önemli sorun olarak gündeme getirmesi ve her vesileyle erken seçim istemesi ve “bizi parlamentoya taşıyacak her ittifaka sıcak bakarız” yönlü açıklamaları durumu yeterince açıklamaktadır. Ancak ayrılığın özü tutum ve tarza ilişkindir. Burkay hâlâ “ıslah” olmamış bir çevrenin varlığından rahatsızdır. Mücadele ve direnişin “halkı heder ettiği” iddiasında bulunmakta, Fırat ve Ş. Elçi’nin yolunu önermektedir.
ANAP, DYP, CHP, SP ya da bir başka partide olmakla “yeni” partide olmak arasında fark görmeyen, sınıflar arası çelişkileri ve mücadeleyi reddeden, bu sınıf işbirlikçiliğinde tescilli “ekâbir” takımdan oluşacak bu parti olsa olsa seçimlerde kapağı parlamentoya atacak ittifak arayışında pazarlık unsuru olabilir. Ya da bir iki yıl oyalama ve umut tüketme platformu olabilir. YNK ve DKP’nin Kuzey kolu olduğunu varsayan Burkay’ın Kürtlerin geleceğine dair kaygısı varsa, en azından buna ilişkin politik önermeleri de olmalıdır. Oysa Burkay bunun yerine çevresindekilerin ‘PKK bizim çizgimize geldi’ değerlendirmeleriyle polemik yapmaktadır. Kendisiyle PKK ve HADEP arasına sınır koyarak varlığını sürdürmeyi ve ortaya çıkacağı varsayılan boşlukta rol almaya soyunmaktadır. PKK’nin çizgisiyle kendi çizgilerinin farklılığını ispata çalışmadaki yöntemi onu daha da gülünç kılmaktadır. Ancak şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki; PKK sizin çizginize geldiğinde Kürtler bir şey kazanmış olmayacaklardır.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesi bugün kapsamı genişlemiş olarak sürüyor. İş, ekmek, toprak ve özgürlük sorunundan koparılmadan ele alınması gereken kapsamlı bir sorunla karşı karşıyayız ve sorumluluk sahibi her kişi, çevre ve partinin yapması gereken yönetici güç odaklarının ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı emek ve demokrasi mücadelesini güçlendirmek için çaba sarf etmektir. Düzenden ve düzen partilerinden uzaklaşmış, ulusal özlemlerle büyük bedeller ödemiş ve sosyal kurtuluş mücadelesine güç vermeye yatkın olan Kürtlerin yeniden sistem partilerinin kuşatmasıyla karşı karşıya oldukları gerçeği göz ardı edilemez. Ve büyük bir kuşatma altında olduğumuz tarihi bir süreçten geçmekteyiz. Kürtlerin PKK’ye yükledikleri misyon ile onun buna uygun tutum alıp almadığı tartışılmalıdır. Bu yıllardır yapılmaktadır. PKK’nin önemli hataları ideolojik tutumundan bağımsız değildir. Buradan eleştirilmelidir. Ancak Kürtlerin mücadele değerleri tahrip edilmeden, demokratik ve halkçı tutum zemin edilerek mücadele sürdürülmelidir. Bu yapılırken emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çok yönlü planlan ve tuzakları görülmelidir.
Emperyalizmi ve onunla işbirliğinde olan iç gericiliği karşısına almayan bir mücadele başarılı olamayacaktır. PKK ve PSK birbirlerini emperyalizme karşı tutumdan dolayı eleştirmemektedirler. PSK bu bakımdan ideolojik, politik ve pratik tutum bakımından kötü ünlü bir mirasın üzerinde bulunmaktadır. Ancak burada tersten bir gerçeğe vurgu yapmakta da yarar vardır. PKK ve HADEP de bu çevreleri, yani eski ve yeni oluşumu, doğru bir mevzide durarak eleştirmiş değildir. Beraber bulundukları durumun izahı PKK tarafından da sağlıklı olarak yapılmış değil. Zira bugün HADEP’te bu çevrelere benzer fazlasıyla temsilci hâlâ bulunmaktadır ve güç toplamaktadır. Ve dahası “yeni oluşum”la dirsek temasında bulunan bu kesimler Burkay ve Fırat’a güç ve moral taşımaktadırlar. “Oluşum”un geciktirilmesindeki nedenlerden birisi olarak bu gerekçe gösterilmektedir. PKK ve HADEP işçi, emekçi ve yoksul Kürtlerin talepleri üzerinde şekillenen bir mücadele hattı belirleyerek, demokrasi ve özgürlük bağlaşıklarıyla, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi cephesinde kararlıca yer almalıdır. PKK’nin belirsizlikleri ve HADEP yöneticilerinin seçim ve ittifaklara ilişkin açıklamaları ve uzlaşmacı demeçleri ve yerel yönetimlerde yaşanan olumsuzluklar kuşatmayı parçalamayı zorlaştıran bir ağ olarak güçlenmektedir. Buradaki net tutum ayrılıkların ve beraberliklerin çerçevesi olacaktır. Değilse, bugün HADEP dışında duranların yarın içinde, bugün içinde bulunan birçok kesim ve şahsiyetin de yarın dışında ve “yeni oluşum”la beraber olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Asıl sorun buradaki belirsizliktedir. Politik-ideolojik ayrılık netleşmeli, politik taktik tutum buradan yansımalıdır.

Aralık 2001

Devletin küçülmesi ya da ucuz devlet

Önde gelen argümanlarından biri de özelleştirmecilik olan küreselleşmeci neoliberal ideolojik akımın yükselişe geçtiği ‘70’Ii yılların ortalarından bu yana, devletin küçültülmesi, uluslararası sermayenin ideolog ve sözcüleri tarafından, giderek dozu artmak üzere gündeme getirilmektedir. Başta işçi sınıfı olmak üzere emeğin tüm katmanlarını, temel ihtiyaçlarını karşılamakta olan üretim ve hizmetler bakımından olduğu kadar, kazanılmış hakları bakımından da “topun ağzına” süren bu önerme, hızla, bir ideolojik tutum olmanın ötesine geçerek, pratik politikanın bir unsuruna dönüşmeye başlamıştır. Artık devletin küçültülmesine ilişkin zaruri ihtiyaç, burjuva politikacıların dilinde ve uygulanmak üzere gündemlerindedir.
Sorun, Türkiye benzeri ülkelerin, yuvarlandıkları ve bir türlü içinden çıkamadıkları kriz koşullarında dayatılmış (IMF ve DB gibi mali kuruluşlarıyla uluslararası sermaye, emperyalistler) ve kabul edilmiş (ekonomi ve mali bürokrasisi başta olmak üzere tüm bürokrasisi ve parlamentosuyla yerli tekelci sermaye, işbirlikçileri) borç sarmalı çerçevesinde, yeni borçlarla borç ödeme nafile uğraşı içinde tamamen güncelleşmiştir. 2002 Bütçesi çatılırken, şimdi temel sorun, borç yönetimini gerçekleştirmek (iç ve dış borçları döndürmek) ve eksiği tamamlamaya yönelik olarak yüksek bir faiz dışı fazla oluşturmak yanında, bunu da mümkün kılmak üzere, başlıca personel harcamaları ve yatırımlardan oluşan devlet harcamalarını kısmak şeklinde şekillenmektedir. Ve çözüm; bugüne kadar ülkenin tüm kaynaklarına, “deve yüküyle” el koymuş ve hâlâ da koymakta olan, son derece küçük bir kesimi oluşturan, büyük bir ciddiyetle spekülasyona yönelmiş, tüm “dar boğazlara” rağmen hâlâ “hortumculuk” ve naylon faturalandırma, “kara-para” operasyonları gibi “yasadışı” ve “görev zararı”, “borçların dövize endekslenmesi”, bilanço oyunları, vergi kolaylıkları, otomotiv ve beyaz eşyada KDV indirimi gibi “yasal” türlü dalaverelerle devlet olanaklarını “iç eden”, rantiye niteliği belirgin tekelci ve işbirlikçi sermayeye aktarılan kaynaklarla, doğal ki yabancı sermaye ve emperyalist ülkelere aktarılan kaynakların ve -halkın olup bitene razı edilmesi, olmuyorsa ses çıkaramaz kılınması, yine olmuyorsa sesinin kısılması, kısacası emperyalizme kul-köle sermaye düzeninin korunup kollanması da içinde olmak üzere- bu kaynak aktarımı mekanizmasının “küçültülmesi”nde, kuşkusuz bu aktarımdan ve mekanizmasından vazgeçilmesinde aranmamaktadır. Çözüm açısından, tüm bu kaynak aktarımı ve kaynakların sermaye grupları arasında paylaşımı için gerekli rüşvet alış-verişinin olanaksızlaştırılması ve onun gerçekleşme aygıtı da dâhil devlet aygıtının genel ve kesin bir ucuzlamasını hedefleyen demokratikleştirilmesi akla bile gelmemektedir.
Kapitalist sistem ve sermaye egemenliği koşullarında, burjuva devlet çerçevesinde ve hele emperyalizme kölece bağımlılık ilişkileri geçerliyse, “devletin küçültülmesi” dendiğinde, devlet harcamalarında tasarruf söz konusu olduğunda, ilk ağızda gündeme getirilen ve getirilmesi doğal olan, sermaye ve temsilcilerinin bugünkü dayatmaları olmaktadır. İşçi ve memur ücret ve maaşları, ikramiyeleri, kıdem tazminatları vb. kalemlerinde tasarruf; bu tasarrufun, resen emeklilik, ücretsiz izin, işten atma ve görevine son verme yoluyla işçi ve memur sayısının azaltılmasıyla göreceliliğin ötesinde mutlak miktarlarıyla sağlanması; tarıma yönelik destekleme alımı türünden sübvansiyonların kaldırılması; devletin, özelleştirmelerle sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarından çekilmesi; temel tüketim maddeleri üretimi ve alt yapı da içinde olmak üzere temel hizmetlere yönelik devlet yatırımlarının durması; sadece bunlar da değil, 2002 Bütçesi açısından son olarak gündeme sokulan, devletin köy işleri, karayolları, DSİ gibi temel hizmet birimlerinin büsbütün kapatılması… Bunlar, bugün burjuva “tasarrufçuluğu”nun, emeği ve zorunlu ihtiyaçlarını hedef alan başlıca önlemleri durumundadır.
Burjuvazinin geliştirmekte ve uygulamakta olduğu bu tutumda anlaşılmaz bir yön bulunmuyor. Ne denli aldatıcı propagandayla cilalanmaya çalışılırsa çalışılsın -ki, emekçilerin yalnızca haklarına değil, yaşamına, varlığına yönelik önlemler cila tutmamaktadır-, sayılan “tasarrufçu” uygulamaların gerçek içeriği; sanayi, tarım ve hizmet sektöründe emeğiyle geçinenlerin sırtından yerli ve yabana tekelci sermayeye kaynak aktarılması, ülke ekonomisinin tarihinin en derin batağında, kriz ve borçlar çıkmazında, en pervasız ve hayâsız yöntemlerle sermaye birikiminin olanaklarının genişletilmesidir.
Ancak bütün bu uygulamalar ve bizatihi “devletin küçültülmesi” sorunun burjuvaca gündeme alınması ve tartışılmasının kendisi, aynı sorunun, dolayısıyla bizzat devlet ve iktidar sorununun, emeğin talepleri ve emekçi bakış açısından ele alınması, tartışılması ve tutum belirlenmesi bakımından işçi ve emekçilere çıkarılmış bir çağrı niteliği taşımaktadır.
“Devletin küçültülmesi” mi, ucuz devlet mi? Evet, işçi sınıfı ve bütün emekçilerin çıkarı, durmadan yetkinleştirilmiş dev bir devlet aygıtında değildir, işçi ve emekçilerin çıkarı, tamamen ucuz devletten yanadır. Üstelik burjuvazi lafı ne denli dolandırırsa dolandırsın, ucuz devletten yana olmadığı gibi onu gerçekleştirme olanağına sahip de değildir. O, “devletin küçültülmesi” adına ne gerçek bir tasarruf ve ucuzluktan söz etmektedir ne de bu sözü edebilir. Yaptığı yapacağı, emeğin haklarına ve varlığına daha çok saldırmak ve zamanında emeğe verdiği tavizleri geri alarak, daha da ilerisine geçerek, yaşamı tüm emeğiyle geçinenlere bütünüyle zindan etmektir.
Dolayısıyla, “devletin küçültülmesi” adına burjuvazinin, ideologları, sözcüleri ve siyasi temsilci aracılıklarıyla dile getirdiği ve 2002 Bütçesi dolayımıyla pratiğe uygulamaya soyunduğu yaklaşım ve önlemler, iktisadi açıdan karşılanmak ve gereği yapılmak yanında politik açıdan da karşılanmak ve gereği yerine getirilmek zorunluluğu hâsıl olmaktadır. “Devletin küçültülmesi” tez ya da talebi, onun gerçekleşme olanağının tartışılmasını, kaçınılmaz olarak politik bir tartışmayı zorunlu kılmaktadır.
Artık, işçi ve emekçiler haklarını yalnızca iktisaden savunmakla yetinebilmeyi kabul edebilecekleri sınırın ötesine itilmektedirler. Artık ücret ve maaşlar, kıdem tazminatları, sosyal haklar, destekleme alımları, taban fiyatları, yatırım ve istihdam sorunu salt iktisadi bir tartışma ve kavganın sorunları olmaktan, hükümetten hak talep etme sorunları olmaktan bizzat burjuvazinin kendisi tarafından mutlak olarak çıkarılmaktadır. Bu sorunların tartışılması ve çözümleri, öteden beri salt iktisadi değil ama aynı zamanda politik alanı ve tutumları ilgilendirmektedir.
Yakın zamana kadar özellikle sendikal bürokrasi, işçi ve emekçilerin hemen tüm sorunlarını -politik alanı ilgilendirdiğini reddedemediği durumlarda- hükümet ve hükümet üyeleriyle görüşme ve pazarlıkların konusu haline getirmeye yönelerek içeriğini ve elde edilme koşullarının en başında emeğin gücü ve mücadelesinin geldiği gerçeğini bozuşturmaya girişmiş; ama aynı zamanda bu sorunların politik niteliğini üstü örtülü ve çarpıtılmış haliyle de olsa kabul etmiş olmaktan kaçınamamıştır. Bu tutum, özellikle B. Meral eliyle sürdürülmektedir. Ancak, artık sendikal bürokrasi ve benzeri yaklaşıma sahip olanların, emekçilerin sorun ve taleplerini hükümetle pazarlıkların konusu, dolayısıyla sistem-içi sorunlar olarak görüp politik alanı, kendilerinin -ve sözcülüğünü yaptıkları işçi sınıfı ve emekçilerin- hükümetten hak talep etmeyle yetindikleri bir alan olarak, burjuvazi ve politik yosmalarına terk ettikleri koşullar, bizzat burjuvazi tarafından kökünden dinamitlenmektedir. Sorunun, koca koca hizmet alanlarının -kuşkusuz tüm işçi ve hizmetlileriyle birlikte- tasfiyesi noktasına vardırılmış ve doğrudan “devletin küçültülmesi” olarak tanımlanmış ortaya konulusu; artık hükümetle “al gülüm-ver gülüm” öpüşüp koklaşmalarını ve politik alanın burjuvazi ve politik temsilcilerine, düzen parti ve sözcülerine, parlamenter hokkabazlıklara bırakılmasını, geniş işçi ve emekçi yığınların gözünde geçersizleştirmektedir.
TÜSİAD ve benzeri sermaye örgütlerinin -kuşkusuz sadece kendi taleplerinin karşılanması bakımından hükümetten yakındıkları için değil ama- bu tehlikeyi görerek, politikacıların yetersizlik ve yeteneksizliklerini, “lider sultası”nın sözde politik alternatifler oluşturulmasının önünü kesiyor olmasını, dolayısıyla partiler ve seçim yasasının değiştirilmesini, hükümet bakımından “güven sorunumun ve parlamentonun itibarsızlaşmasının aşılması hesaplarıyla bir erken seçimi dillerine dolamaları, hatta daha ileriye giderek, sorunlarını politik boyutuyla ele alıp tartışmaya ve politika yapmaya mecbur olan ve böyle de yapmaya yönelen işçi ve emekçileri “içeriden” etkilemek üzere Emek Platformu’na katılma isteği göstermeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir. TÜSİAD Başkanı, Radikal’de yayınlanan söyleşisinde (26 Kasım, sf. 12), EP’ye katılımını da izah etmek üzere, hükümete ve genel olarak siyasetçilere yönelik eleştirilerinin özünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Ancak bir noktaya geldikten sonra da yanlış olduğunu düşündüklerimizi kamuoyunun önünde söylememizde fayda var. Bu da bir nevi supap yani. Tansiyonu indiriyoruz.”
TÜSİAD, TOBB ve benzeri sermaye örgütlerinin, politika alanına müdahale etme ve bizzat politika yapma, sorunlarını politik yönüyle ele alma ve tutum geliştirme yönelimindeki işçi ve emekçilere yeniden burjuva politikasını dayatma, onları burjuva partileri, parti ve seçim yasaları, erken seçim ve parlamentonun yenilenerek “iyileştirilmesi” ile meşgul etme, sonuç olarak düzen içinde oyalayarak düzeni politik bakımdan sorgulamaktan alıkoyma yönünde doğrudan çaba içine girmeleri; sermaye cephesi ile emek cephesinin giderek gerginleşen karşı karşıya gelişinin, emekçileri sermayenin politik etki ve kontrolü dışına çıkmaya yöneltmesinin dolaysız sonucudur. Devlete ve “küçültülmesi”ne dair başlatılan tartışmaların son derece pratik bir hal almasının, sermayenin topyekûn hayâsız saldırılarıyla köşeye sıkıştırılmış işçi ve emekçiler üzerinde burjuva politikasının ve onun politik egemenlik aygıtının denetimi ve bu denetimin geleceği bakımından tahrip edici etkide bulunabilme olasılığının ciddiyeti, sermayenin en rafine örgütlerini duruma canhıraş müdahale etmeye yöneltmiştir. TÜSİAD ve TOBB gibi örgütleriyle sermaye, sanki Emek Platformu tamamen kendisini ve egemenliğini hedef almayı öngörmüyormuş gibi, bu platforma katılma peşine düşmüş, partiler ve seçim yasası değişikliği, erken seçim vb. gibi önerilerle bütünüyle burjuva parlamenter hayallerin yayılmasına, emekçiler bakımından hiçbir inandırıcılığı kalmamış hükümetin değiştirilmesini de kapsayan burjuva politikasının sistem içi top zıplatmalarına bizzat girişmiştir. Yine sermayenin rafine sözcülerinden birinin kendi oğul ve kızlarını politika yapmaya çağırmasıyla birlikte ele alındığında, sermayenin politika alanındaki iflasının, politik temsilci ve hükümetlerinin aldatıcı yeteneklerinin sonuna geldiğinin, dolayısıyla durumun vahametinin bizzat kendi sözcüleri tarafından da görülmekte olduğunu ve tedbir alınmak üzere çaba içine girildiğini söyleyebiliriz. Ancak sermayenin, temsilcilerini yeterli görmeyerek, politikaya bu doğrudan müdahalesi de; işçi ve emekçiler bakımından, kendilerinin politika yapmak, aynı anlama gelmek üzere devlet işlerinin yürütülmesine, ülkenin yönetilmesine kafa yormak ve katılmak, bu durumda kuşkusuz devletin ne olup ne olmadığının yanında, iktidar olmanın ve kendi iktidarlarının ne anlama geldiğini düşünmek ve buna uygun davranmak zorunda olduklarını bir kez daha hatırlatacak yeni bir etken olmaktadır.
İşçi ve emekçilerin analarından emdiği sütü hayatın her alanı ve her adımında burnundan getiren, işten atan, ikramiyelere ve kıdem tazminatına el koyma peşindeki, hortumcu, spekülatör, kâr, faiz ve ranttan başka gözü bir şey görmeyen kapitalistler politikaya bunca ilgi gösteriyorsa işçi ve emekçi neden göstermesin, neden politikayı can düşmanı olduğu her adımda apaçık ortada olan kapitalistlere ve adamlarına bıraksın da, kendisi, kendi ekmeğinin, işinin, özgürlüğünün politikasını yapmaya, kendisinin ve ülkesinin kaderini eline almaya girişmesin? Bu zorunluluk, emek-sermaye cepheleşmesinin giderek sertleşmesi yanında, burjuvazinin politika yapmaya doğrudan heves etmesiyle de giderek daha çok sayıda işçi ve emekçi tarafından benimsenme eğilimindedir.
Bugünkü küreselci neoliberal burjuva “tasarrufçuluğu”nun bir unsuru olarak “devletin küçültülmesi” teori ve pratiği, dolaysız olarak emeği hedef almaktadır; bu yaklaşıma göre, emek yine bir taraftır, ancak, haklarına ve doğrudan kendisine saldırılmakla birlikte, edilgen, tam köleleşmeye mahkûm edilen ve elinde avucunda olanın en son derecesine kadar gasp edilmeye ve sırtından sermayeye yeni kaynaklar oluşturulmaya çalışılan, ihtiyaçlarıyla, sesi ve soluğuyla dışlanan bir taraf. Oysa taraf olan, gereğince taraf olmalıdır. Sırtından kaynaklar aktarılarak taraf oluşu teslim edilen emek, toplumsal bir kategori olarak işçi sınıfı ve emekçiler, kendi nesnel çıkarları bakımından, devletin küçültülmesi sorunu karşısında bir tutum almak durumundadırlar. Bu tutum ne olmalıdır? Ya da bir başka söyleyişle, kapitalistler ve sözcülerinin devletçiliği suçlarken her türden devletçiliği sosyalizme eşitleyerek göstermeye çalıştıkları gibi, sosyalizm ya da bilinçli işçi veya nesnel çıkarları itibarıyla işçi ve emekçiler, ağır, hantal, arpalıklar toplamı haline getirilmiş devasa bir devlet aygıtından mı yanadırlar yoksa basit ve ucuz bir devletten yana mı? Hangi tür devlet kimin devletidir? Ucuzluğu ileri sürülerek gerekçelendirilen “küçük” devlet aslında kimindir? Politik bakımdan hangi devlet demokratiktir, işçi ve emekçiler demokrasi mücadelelerini hangi devletle taçlandırmak, nasıl bir devlet iktidarı için mücadele etmek zorundadırlar?
Laf kalabalığı ve çarpıtmalar ortamında demokrasi sorunuyla birlikte devlet ve iktidar sorununun da, “devletin küçültülmesi” tartışmaları çerçevesinde yerli yerine oturması için uygun bir fırsat doğmuştur. Bu yerli yerine oturuş, gerekli olduğu kadar artık geniş çoğunluk açısından mümkün hale de gelmiştir. Bu, aynı zamanda, emeği dışlayarak tartışma ve uygulamalarının edilgen tarafı olarak kontrol altında tutma çabasında olan neoliberal “devlet küçültücülüğü”nün tersine, sermaye karşısında emeğin, kapitalistler karşısında işçi sınıfının, tüm inisiyatifi ve kendi politikasını yapan olanca pratik katılımıyla devlet ve iktidar sorununu tartışmakla kalmaması ama dışlandığı devlet işlerinin yürütülmesinde gerçek bir taraf olarak sorumluluk üstlenmesinin önünün açılması anlamına da gelecektir.

TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ YA DA KAPİTALİSTLER HER ZAMAN “KÜÇÜK” DEVLETTEN YANA DEĞİLDİR
Devletin küçültülmesi tezi burjuva liberalizminin kendi kavlince öteden beri savuna-geldiği bir tez olmakla birlikte, bu, kapitalistler nezdinde her daim itibar sahibi bir tez olmadı. Kapitalizmin yaşanmış pratiği de bunu gösteriyor.
19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında kapitalist devlet, ekonomiye ileri düzeyde müdahalede bulunan devletti. Bu müdahalecilik, azalıp çoğalarak ‘70’lerin ortalarına kadar devam etti. 2. Emperyalist savaşın yaklaştığı yıllar ve savaş sonrası kapitalist devletin ekonomiye müdahalesinin belirgin bir yükseliş gösterdiği yıllar oldu.
Başlangıçta, tekellerin ekonomide egemenliklerini sağladığı 19. yüzyılın 20. yüzyıla evrilme yıllarında, üretimin ve sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesine bağlı olarak dev hisse senetli şirketler ve tröstler ortaya çıkarken aynı zamanda devlet, kolektif kapitalist olarak, bu işletmelerin bile güç yetiremediği yatırımları yapmak üzere ekonomiye müdahale etti. Devletin, küçüklüğü ya da büyüklüğü tartışmasına hiç yer bırakmadan yöneldiği yatırımlar, kapitalizmin gelişmesi bakımından zorunluluk olarak gerçekleşti. Özellikle büyük sermayelere ihtiyaç gösteren ve tek tek ya da birkaçı bir arada kapitalistlerin, birikimlerinin üstesinden gelmekte yetersiz kaldığı, kısa dönemde büyük kârlar vaat etmeyen “verimsiz” demiryolları, posta vb. haberleşme gibi sektörlere ilişkin yatırımlar, hemen tüm gelişmiş ülkelerde devlet tarafından yapıldı. Almanya ve Japonya gibi bazı ülkeler ise, devletin ekonomiye müdahalesi bakımından çok daha ileri gittiler ve bu ülkelerde hemen tüm büyük yatırımlar devlet eliyle gerçekleştirildi. Tekeller, banka ve sanayi alanındaki yoğunlaşma ve merkezileşmenin ürünü olmalarının ve birbirine paralel bu iki süreci daha da ilerletmelerinin yanında, devletle içice geçtiler; tekelci kapitalistlerle devlet yöneticileri arasında kişisel birlik de sağlandı. Liberalizm kalenin burçlarından atılmış görünüyordu ve istisnasız tüm emperyalist ülkeler, peşlerinden kendilerine bağladıkları geri ülkeleri de sürükleyerek, tekelci devlet kapitalizmine yöneldiler. Ekonominin askerileştirilmesi, devletin ekonomiye büyük çapta müdahale ettiği bu kapitalizmin, önemli bir dinamiği oldu.
Üretimin ve emeğin olduğu kadar ekonomi yönetiminin ve ekonomiye ilişkin kararların da en yüksek düzeyde merkezileşmesi anlamına gelen tekelci devlet kapitalizmi, kaynakların, yer yer tek tek kapitalistlerin çıkarlarıyla çelişse bile, kapitalist sınıfın, askeri yönelimlerini de kapsayarak ülke ve dünya çapındaki çıkarlarının ihtiyacı olan en elverişli dağılımının gerçekleştiricisi olarak, özellikle arkadan gelip hızla gelişmekte olan ve yeni paylaşım talep eden emperyalist ülkeler bakımından cezp ediciydi.
Tekellerin devlet olanaklarından (devlet ihaleleri, vergi kolaylıkları, ihracat ve yatırım teşvikleri, devlet borçlanmaları vb.) sınırsızca yararlanmalarını da garanti altına alan bu yöneliş, bir başka nedenle daha teşvik edildi. 1. Emperyalist Savaş içinde gerçekleşen işçi iktidarı, Sovyetler Birliği’nin kurulması ve sosyalizmin kapitalizmin varlığını tehdit eden bir örnek olarak sağladığı başarılı ilerleme, kapitalist ülkeleri, özellikle yakın tehdit altındaki Avrupa ülkelerini “devletin sosyalizasyonuma yönelmek zorunda bıraktı. ABD gibi birkaç istisna bir yana, kapitalist ülkeler, “sosyal devlet” görüntüsü vermeye, emeklilik, işsizlik, sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanları başta olmak üzere devletin, toplumsal içerikli yatırımlara önemli fonlar ayırıp yatırımlar yapmasına yöneldiler. Kendi işçi ve emekçilerine verilmiş, S.B.’nin sunduğu “kötü örnek”in peşinden gitmelerini önleyecek bir tavizdi bu. Ancak devletin ekonomiye müdahalesinin düzeyi bu nedenle de yükselmiş oldu.
Dolayısıyla, uluslararası sermayenin, kapitalist emperyalizmin, burjuvazinin, ekonomiye devlet müdahalesi bakımından, kural olarak negatif bir tutuma sahip olduğu doğru değildir. Bu yönüyle burjuvazi ve kapitalizm, “küçük” ya da ucuz devletten yana olagelmemiştir.
Ancak sorun bundan ibaret değildir. Ya da doğrusu, sorun bu değildir. Devletin “küçüklüğü” sorunu ya da ucuz devlet, ekonomiye devlet müdahalesi ile bağlantısızdır. Devlet yatırımlarının, devletçiliğin pahalı devlet nedeni olarak gösterilmesi ya da yatırımcı devletin ön kabul olarak pahalı devlet varsayılması, tamamen liberal bir çarpıtmadan ibarettir. Bu, küreselci neoliberalizmin gemi azıya aldığı koşullarda, vurgusunu iyice üst perdeden yapmaya giriştiği dolandırıcılıktan başka bir şey değildir. Devletin ucuzluğu ya da pahalılığı, onun ekonomiye müdahalesinin boyutuyla değil ama dolaysız olarak sınıf niteliği ile ilgilidir.

DEVLET NEDİR?
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserindeki çok bilinen tarihsel çözümleme özeti şöyledir:
“Öyleyse devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (sf 175, Sol yay. 10. baskı)
Bu güç, gelişim süreci ilerledikçe, ürünü ve ifadesi olduğu toplumsal karşıtlıklar derinleştikçe, topluma iyiden iyiye yabancılaşmıştır, yabancılaşmaktadır; tekelci kapitalizmde, tekellerin egemenlik döneminde, sınıf niteliği aynı kalmakla birlikte, dizginleri, burjuvazi içinde de bir zümre oluşturan mali oligarşinin eline geçen burjuva kapitalist devlet, topluma neredeyse tamamen yabancı bir ur gibidir.
Engels’in sözlerinden anlamamız gereken, en başta, devletin toplum dışı ve üstü, toplumsal gelişme ve ayırt edici olarak uzlaşmaz sınıf karşılıklarıyla ilgisiz bir kutsallık, önünde her sınıftan kişinin diz çöktüğü ve çökmek zorunda olduğu sınıflar-üstü bir “hakem” kuruluş olmadığıdır. Devlet, toplumun, ancak sınıf karşılıklarıyla bölünmeye uğradığı özel bir aşamasında tarih sahnesine çıkmıştır, varoluş koşulları, bu uzlaşmaz karşıtlıkların varlığıyla çerçevelenir.
Devletin temel işlevi, Engels’in de vurguladığı gibi, uzlaşmaz karşıtlar arasındaki kaçınılmaz çatışmayı aldatma ve bastırma aracılığıyla “düzen” sınırları içinde tutmak ve düzenin selametini gözetmek, bizdeki amiyane tabiriyle düzeni koruyup kollamaktır. Bu nedenle, düzenin bekçiliğinin örgütlenişidir, düzenin ve kuşkusuz düzenin egemen sınıf ya da sınıflarının siyasal egemenlik aygıtıdır. Egemen sınıfın egemenliğinin koşullarını garanti altına alan bir şiddet aleti. Tek tek köle sahipleri, soylular ya da patronlar, köleleri, serfleri ve ücretli emeği sömürebilirler, kuşkusuz sömürürler; ancak sömürünün dış koşullarını, sömürünün sürdürülebilmesi için gerekli olan toplumsal siyasal ortamı, karşı çıkışların yatıştırılmasını, bastırılmasını ve ortamın sömürücülerin ekonomik egemenliklerinin gerçekleşebilmesi bakımından uygunlaştırılması ve bunun sürekli kılınmasını tek başlarına garanti edemezler; devlet, bu görevi üstlenmiştir.
Toplumdan ve toplumsal uzlaşmaz karşıtlıklardan doğduğu ve toplumsal bir siyasal güç ve makina olduğu kadar, aldatıcılığın yanı sıra baskı ve zorla topluma, en başta toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan sömürülen yığınlara sömürü koşullarını ve bunun gereklerini dayatan bir örgüt olarak, devlet, toplumun üstünde bir yer tutan özerk bir karakter kazanır.
Bu ne anlama gelir?
Bu, toplumun; örneğin, insanların, sınıflı toplumlarda kuşkusuz sınıfların, sömürüye dayalı toplumlarda yine kuşkusuz emekçilerin değil ama “şeylerin idaresi” türünden toplumsal işleri yürütmek üzere kendisini örgütlemesinden ya da örneğin bir dış saldırıyı göğüslemek üzere (ilkel komünal toplum örneklerinde olduğu türden) toplum-içi bir baskılama ile ilişkisiz bir toplumsal örgütlenmesinden farklı olarak, toplumsal çatışma ortamında, bu çatışmanın iktisaden egemen sömürücü tarafının egemenliğinin ve bunun devamının gözetilmesi ihtiyacından doğan, ama tam da doğumuna yol açan bu nedenle, toplumun baskı altında tutulmasının örgütlenmesi olan özel bir kamu gücü ile karşı karşıyayız demektir. Bu, tamamen sömürücü sınıfların çıkarlarının gerçekleşme düzenini, kendi düzeni olarak ve kendi adına sahiplenip koruyan özel kamusal güç, hâlâ toplumsal bir örgütlenmedir; ancak, şüphesiz toplumdan, halkın genel çıkarlarından kopmuş, ona yabancılaşmış ve kendisini topluma ve genel toplumsal çıkarlara dayatmıştır.
Bu, toplumun bağrında, artık halkın kendi kendisini örgütlemesinden farklı olarak ve bütünsel bir aygıt oluşturmak üzere özerk özel örgütlerin varlığını gereksinir. Devlet, tarih sahnesine bu tür özel örgütlerin kendilerini örgütlemeleriyle çıkmış ve kendisini sürekli olarak yetkinleştirmiştir.
Bu özel kamu gücünün kuruluşunun belirgin ve ayırt edici özelliği, en başta, halkın genel silahlanmasının yerine ve karşıtı olarak, özel silahlı bir güç olarak örgütlenmesidir. Halka kendi çıkarlarına karşıt çıkarların (iktisaden egemen sınıfın çıkarlarının) ve gerçekleşme düzeninin kabul ettirilmesi zora ihtiyaç gösterir ve bu tür bir zor, silahlar olmadan ya da halkın genel silahlanmasıyla sağlanamaz, ama ancak özel silahlı birliklerin varlığıyla kullanılabilir. Engels’ten özetlemeye devam edersek.
“İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur: çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. (…) Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir. Bu güç, sınıf karşıtlıklarının henüz gelişmemiş bulunduğu toplumlarda ve ücra bölgelerde, hemen hemen yok denecek derecede önemsiz olabilir; Amerika Birleşik Devletleri’nde bazen ve bazı yerlerde olduğu gibi. Ama devlet içindeki sınıf çelişkileri belirginleştiği ve sınırdaş devletler daha büyük ve daha kalabalık bir duruma geldiği ölçüde, onun da gücü artırılır; -daha çok, sınıf savaşımları ve fetih rekabetinin, kamu gücünü, bütün toplumu, hatta devleti yutmakla tehdit edecek derecede artırmış bulunduğu bugünkü Avrupa’mızı düşünelim.” (Age, sf.176)
“Silahlı adamlar”dan oluşan özel bir güç. “Özel” oluşu, toplum karşısındaki yabancılığını, halkın dolaysız bir örgütü olmayışını ifade eden, ama bu “özel güç”ün “özel harp daireleri”, “özel tim” ve sair “özel güvenlik” birimleri gibi kendi uzmanlaşmış örgütlenmelerinin “özel’liğiyle sınırlı olmayan bir özel silahlı güç. “Millet”in ya da “halk”ın örgütleri olduğu ileri sürülen, ama kuşkusuz millet ya da halkın silahlanmasıyla aynı şey olmayan ordu, polis, jandarma- iç ve dış “güvenlik”i sağlayıcısı militer örgütler.
Ve zorun hapishaneler türü ceza kurumlarını kapsayan maddi eklentileriyle, silahlı personelleri.
Ayrıca büyük örtülü ödenekleri yutan gizli istihbarat örgütleri ve başka özel bastırma birlikleri ve çok sayıda görevlileri.
Bu özel kamu gücü, toplumun üstünde yer aldığı kadar, üretim süreçlerinin de üstündedir, üretmez ve kendilerini dolaysızca finanse edemezler; ancak var olabilmek için, dayatıcı güçlerini kullanarak, kendilerini topluma finanse ettirmeleri zorunludur:
“Bu kamu gücünü yaşatmak için, devletin yurttaşlarının katkıda bulunması gerekir -vergiler. Bu vergiler, gentilice toplumda hiç bilinmeyen şeylerdi. Ama bugün vergiler üzerine enine boyuna konuşabiliyoruz. Uygarlığın ilerlemeleri ile, artık onlar da yetmez; devlet, gelecek üzerine poliçe çeker, ödünç paralar alır,- devlet borçları.” (Age, sf. 176)
O halde, bu özel kamu gücü, silahlı adamlar ve ceza kurumlarının ötesinde örgütlenmelere de ihtiyaç duyacaktır: Vergi tahsildarlığının, kamu borçlanmalarının ve harcamalarının örgütlenmesi ve yönetilmesi… Modern devlette kamu maliyesi, genel olarak maliye, hazine, merkez bankası vb. türü kurumlaşmalar ve görevlileri… Maliye bürokrasisi…
“Kamu gücünü ve vergileri ödetmek hakkını kullanan görevliler, toplumun organları olarak, toplumun üzerinde yer alırlar. Gentilice örgütlenme organlarına gösterilen içten gelme saygı, görevlilere karşı da bu saygının gösterildiğini varsaysak bile, onlara yetmez; topluma yabancılaşan bir gücün dayanakları olarak, onların otoritesini, onlara bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla sağlama bağlamak gerekir. Uygar devletin en bayağı polis memuru, gentilice toplumdaki bütün organizmaların bir arada sahip olduklarından çok ‘otorite’ sahibidir; ama en güçlü prens, en büyük devlet adamı ya da uygarlığın en büyük askeri şefi, en küçük gentilice şefin mazhar olduğu içten gelme ve söz götürmez saygıyı kıskanabilir. Bunun böyle oluşu, biri toplumun bağrında yaşarken, öbürünün, toplumun dışında ve üstünde bir şeyi temsil etme durumunda bulunmasındandır.” (Age, sf. 176)
Ve hukuk… Yasalar. Bu kamu gücü, kendisinin ve görevlilerinin otoritesini olumlar ve garantiye bağlamak, meşruluk edinmek üzere özel yasalara ihtiyaç duyar. Bu yasalar, kuşkusuz her toplumsal gelişme aşamasında egemen olan sınıf, çıkarları ve düzeninin olumlanması ve garanti altına alınmasını yansıtan hukuk ve yasal sistemlerin bir parçası ve bileşenidir. Yasaları, anayasal çerçevesi ve çeşitli türden yargı organlarıyla hukuk, bu kamu gücünün bir unsuru olduğu kadar, onun ve düzenin meşruiyet kılıfını sağlar. O halde, bu kamu gücü, mahkemeleri ve çeşitli düzeyde yargıç, savcı, noter vb. türü resmi görevlileri de kapsamaktadır. Çeşitli kurumların hukuki temsilciliği ve danışmanlığı yanında, toplumun üstünde yer alan görevlileri, ağdalı dolayımlı dili ve uygulamaları karşısında başlıca “çevirmenlik” işlevini üstlenerek temsilciliğini yaptığı halkın hukuk sistem ve anlayışlarının dişlileri arasında öğütülmesine katılan avukatlar, barolarıyla birlikte, bu yasallık zırhı sağlayıcı aygıtı tamamlarlar. Avukatlık kurumu gibi zorunlu eklentileriyle bir arada düzene kutsallık sağlayan “adalet terazisinin “kılıçlı” bürokrasisi, özellikle modern devletin bir dayanağıdır.
Ve kuşkusuz kutsallığın yalnızca hukuk aracılığıyla edinilmesiyle yetinilmez. Egemenlerin hizmetine koşulabilecek tüm toplumsal ideolojik, ahlaki vb. alanların bu yönüyle örgütlenmesine girişilmiştir. Özel kamu gücü bu alanlardaki eklentilerini de yaratır: Dinin kutsayıcılığının düzene bağlanması ve kamu gücünün hizmetine koşulması, diyanet işleri… Bürokrasi, bu alanda da kaçınılmazdır. Buna kültürel alan da eklenir.
Genellikle “milli” sıfatı eklenen eğitim, ciddi bir bürokrasi yığınağı yapılan alana dönüştürülür; egemenler düzeni ve özel kamu gücü, geleceğini de garanti altına almaya yönelir.
Öte yandan, uluslararası ilişkilerin giderek artan önemi, egemenler ve özel kamu gücü açısından da bu alanın önemini artırır; dışişleri görevlileri ağı giderek büyür. Valiler ve kaymakamlar, mal müdürleri, tapu görevlileri vb. gibi “içişleri” bürokrasisinin yanında ülke içinde ve dışında görevli diplomatlardan oluşan bir bürokrasi giderek şişer.
Bu böyle gider.
Bütün bakanlık kadroları, müsteşarlar, müşavirler, yardımcıları, danışmanlar vb. ile tıka basa doludur.
Tüm modern devletlerde devlet yönetimine ilişkin kararlar bu görevliler tarafından alınır; işler onlar aracılığıyla yürütülür.
Yanı sıra, modern devlet, temsili bir devlet olarak sunulur; görünüş olarak, istisnalar dışında, böyledir de. Parlamenter demokrasi, bu devletin örgütlenme biçimidir.
Emekçilerden, parlamentarizm adına, kendi kendilerini yönettiklerine inanmaları istenir. Emekçiler her dört ya da beş yılda bir parlamento sıralarını dolduracak olanların belirlenmesi için oy kullanırlar, evet, ancak, bu, belirli bir süre için kapitalist egemen sınıfın hangi üyesi ve politik fraksiyonunun parlamentoda kendisini temsil edeceği ve dolayısıyla ezilmesine katkıda bulunacağına “karar vermek”ten başka bir şey değildir. Ayrıcalıkların ötesinde bunca zenginlik, iktisadi eşitsizlik ve sonuçlarına rağmen, ezilen kitlelerin politikaya (yani, devlet işlerinin kararlaştırılmasına ve yürütülmesine) katılımını önlemek için adım başı binlerce engel dikilmişken, emekçilerin seçimler ve parlamento aracılığıyla, M. Yılmaz yerine Çiller’e, Ecevit yerine Baykal ya da İnönü’ye, Bahçeli yerine Tayyip Erdoğan’a vekâlet vererek, işsizlik, yoksulluk ve sefaletlerine son verebileceklerine, barışa ve özgürlüğe kavuşabileceklerine iman etmeleri beklenir.
Ve bu arada, devlet işleri, bürokrasi tarafından yürütülür. Kararlar, kurmay odalarında, bakanlık kulis ve özel kalemlerinde vb. alınır; askeri ve sivil bürokrasi, rütbeliler, valiler, müsteşarlar vb. tarafından gereği yerine getirilir. Bir başçavuş, milletvekillerini -üstelik hiçbir yasal dayanağı olmadan- “yasak” diyerek belli bir yöreye sokmaz, herhangi bir vali ya da kaymakam bir toplantı ya da gösteriye keyfine uymadığı için izin vermez, yurtdışına asker göndermek gibi hayati bir sorunda bile parlamentoya ancak alınmış kararı onaylama işi kalırken, emekçilerin parlamentarist hayallerin peşine düşmesi kuşkusuz mantığa sığmaz.
Parlamentonun devlet yönetimi bakımından işlevsizliği, özellikle sınıf çelişkilerinin sertleştiği ve parlamento yerine devlet işlerinin asıl yürütücüleri olan görevlilerin, bürokrasi ve militarizmin ona atfedilen işlevleri daha doğrudan ve görünür biçimiyle üstlenmekten kaçınamadıkları koşullarda giderek daha geniş emekçi kitlelerce görülmeye başlanmıştır. Bu, aynı zamanda parlamentonun itibarının olağanüstü azalışına yol açan bir süreç olarak gelişmektedir.
Yine de parlamentoya hiç iş düşmüyor değildir. Bu kuruma şimdi düşmekte olan işler, onun aslında genel olarak sahip olduğu işlevselliğe denk düşen işlerdir. Şimdi artık ciddi bir işlev kaybına uğrasa da, ezilen kitleleri politikanın dışında tutmak üzere, bir düzen partileri kayıkçı doğuşunun laklakçılığı içinde olabildiğince avutmak, bunlardan birincisidir. İkincisi ise, burjuva demokrasisi ne kadar gelişmişse borsa ve bankacılarla müteahhitler ve genel olarak holding patronlarının o kadar çok ve derinden egemenlikleri altına aldıkları burjuva parlamentonun rüşvetlerle iş bitirme mekanizması olarak hizmet vermesidir, ihale komisyonculuğu ve iş takipçiliğinin neredeyse düğümlendiği kurum artık burasıdır. Batakçı çapaçul spekülatörlerin, rantiyenin önem kazandığı son yıllarda öne çıkan kara-para işlemleri üzerinden rüşvetçilik, üstünün olanca örtülme çabalarına karşın özellikle bağımlı ülkeler parlamentolarının asli görevleri arasına girmiştir. Ve parlamenterler, demokrasinin vitrin kurumunun üyeleri olarak, kuşkusuz yüksek maaşlarla doyurulurlar.
Devlet işlerinin asıl karar verici ve yürütücülerinden olmayan, ama temsili demokrasinin katlanılması zorunlu cilveleri kapsamında rüşvet çarkından pay ve yüksek maaşlar alan parlamenterler; hiç kuşku yok ki, bu yönden, devlet işlerini asıl “bitirenler”le yarışamazlar. Modern devletin sermayenin çıkarlarına göre her yeniden yapılanışında düzeyi yükselmek üzere, aşağı kademelerden bürokrasinin doruklarına doğru, rüşvet “kazançları” yanında maaşlar da bollaşır.
Bu, her emekçinin yaşamı içinde tanık olduğu gözle görünür bir gerçektir. Ancak, özellikle rüşvet büyüklüklerinin arttığı üst kademelerde gerçekleşen alış-verişler, rakip ekiplerin paylaşım kavgalarının konusu olmadıkça kolaylıkla ortalığa dökülmez. Ancak yine de pervasızlık ölçeğinin yükseldiği neoliberal uygulamalar koşullarında, rüşvetçilik de, sıradanlaşma ve meşrulaşma eğilimine girmiş, gizlenmesine eskisi kadar önem verilmez olmuş ve daha büyük ölçülerle gözler önüne serilmeye başlamıştır. Bu, ihale pazarlıkları ve takipçiliği, özelleştirme peşkeşçiliği vb. açısından da böyledir.
Her yeni burjuva hükümet değişikliğinde, müsteşarları, müşavirleri, vali, emniyet müdürleri vb. vb. ile bürokrasinin, bakanlık kadrolarının, ekipler halinde, yeni atamalarla değişmesi, ganimet paylaşımının yenilenmesiyle ilgilidir. Her yeni gelen yürütücü “ekip”, karar alma ve yönetme işinin başına geçtiği gibi, rüşvet çarkının da başına kurulur ve çarkın kendi lehine dönüşünü garantiye almak için “subaşlarına” ekibinin “güvenilir” adamlarını getirir. Örneğin Türkiye’de Demirel’in yönetimden ayrılmasıyla “aile fotoğrafı”nda yer alan ekibin başta gelen üyelerinin başlarına türlü haller gelerek ortalıktan çekilmesi ve yine örneğin Yılmaz’ın, “mavi akım projesi”ni gündeme sokarak, ganimete el atması, ganimet paylaşımı çatışmasının önü alınamayarak durmadan enerji bakanı değiştirilmek zorunda kalınması ve yanı sıra Koray Aydın vakası hatırlanmalıdır. Rüşvetlerle iş bitirmecilik, yalnızca Lockheed benzeri yolsuzluklardan ibaret olmadığı gibi, Tütün Yasası için Philippe Morris ya da Şeker Yasası için Cargill’in dağıttığı rüşvetlerle sınırlı anlaşılmamalıdır. Parlamenter sistem ve bürokrasi, rüşvet çarkı üzerine kuruludur.
Rüşvet çarkının temel bir yönünü oluşturduğu özel kamu gücü, kapitalist devlet, dev bir aygıt durumundadır.
Devletin ekonomiye müdahalesi değil, ama işte bu dev aygıt, akla hayale sığmaz harcamaları yutmaktadır. Devletin ekonomiye müdahalesi, üretken bir faaliyetle ilgilidir; bu müdahale ülke halkının çıkarlarına uygun yapıldığında toplumun gelir-gider dengesini, devlet harcamaları lehine bozmayacak, tersine, toplumun gelir ve yaşam düzeyini yükseltecektir. Ancak hiçbir biçimde üretken olmayan ve gelir sağlamayan, ama tümüyle kamu harcamalarını şişiren, üstelik rüşvet çarklarının dönmesini teşvik ederek, toplumsal çıkarlarla kullanılabilecek büyük miktarda fonların bu çarkın dişlileri arasında görevlilerinin ceplerini doldurmasını sağlayan bürokratik militarist aygıt, pahalı devletin ta kendisidir.

KÜÇÜLME İDDİALARINA KARŞIN
Neoliberal ideolog ve politikacılar, devletin küçülmesi adına, devletin ekonomiye müdahaleden elini çekmesini, en başta sosyal hizmet ve yardımlara kaynak ayırmaktan vazgeçmesini önerirler.
Ancak bütün tantanalı propagandaya karşın, kapitalist devletin ekonomiye müdahaleden geri durması olanaksızdır ve zaten neoliberaller de devletin ekonomi alanından tamamen çekilmesini söz konusu etmez, edemezler.
• Burjuva devlet, hâlâ vazgeçemediği yatırımlara sahiptir. Fransa, Çin, Rusya, Almanya gibi bazı kapitalist ülkelerde bugün olduğu gibi devletin doğrudan yatırımlar yönüyle ekonomiye müdahalesi görece yüksek ya da başka bazılarında olduğu gibi düşük düzeyde olabilir ve zamanla her ülkede bu müdahalenin boyutu dalgalanma gösterir. Ama tümüyle son bulmaz, bulmamıştır. Devletin küçültülmesi ve özellikle devlet yatırımlarına son verilmesi tezi, neoliberal küreselcilerce, uluslararası sermayeye tatlı kâr alanları açılması amacıyla özellikle bağımlı geri ülkelere yönelik olarak gündeme getirilmektedir.
Sermayenin uluslararası düzeyde merkezileşmesi sürecinde, emperyalist zincirin parçaları haline dönüşmelerinde kat ettikleri mesafe ölçüsünde, sömürge ve yarı sömürge ülke ekonomilerinin temel yönleriyle sevk ve idaresi büyük oranda uluslararası tekellerin eline geçmektedir. Sömürge ve yarı sömürge ülke devletlerinin iktisadi hayata ilişkin rollerini; MAI, MIGA, Tahkim, Merkez Bankası yerine Para Kurulu’nun geçirilmesi vb. gibi düzenlemelerle, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb. uluslararası emperyalist kurumlar bir anlamda devralmaktadır. Kapitalist sömürü ve emperyalist yağma düzeninin neoliberal ideologları, bu nedenle, “devlet küçültücü” tezleriyle, bağımlı ülkelere adeta “ekonomiyi temel yönleriyle biz yönetiriz, siz devletlerinizin iktisadi hayat üzerindeki etkinliğini daraltın. Ekonominizin geleceğini bize teslim edin” demiş oluyorlar. İşbirlikçiler de, “buyurun hay hay” diyerek emre itaat ediyorlar. Ancak, bu “küçülme”, devasa görevliler ağı ile DTÖ, IMF vb. örneği yüzlerce ve binlerce yeni “uluslararası kuruluş”un merkez ülkelerde bürokrasiyi şişirerek devleti büyütmesi pahasına gerçekleşmektedir.
Bunun bir görünümü de, ulusal ekonomilerin uluslararası tekellerin yağmasına engelsizce açılmasına yönelik özelleştirmeci emperyalist dayatmalarla, bağımlı ülkelerde devlet işletmeciliğinin hızla yok oluşa sürüklenmesidir. Örneğin bugün Türkiye’de devletin ekonomideki payı yüzde 20’ler düzeyine geriletilmiştir. Ancak neoliberal “devlet küçültmeciliği”nin bir dolandırıcılıktan ibaret olduğunu da göstermek üzere, bu oran, gelişmiş sanayi ülkeleri ortalaması olarak yüzde 50’lere yaklaşmaktadır. Merkez ülkelerinde ekonominin neredeyse yarısının devlet mülkiyetinde oluşuna “katlanan”, kuşkusuz bunda çıkarı olan uluslararası tekeller ve kapitalist emperyalizm, neoliberal borazanları aracılığıyla, “küçültmecilik” havaları çalmaktan kaçınmamaktadır.
• Ayrıntısına girmeye hiç gerek olmayan devletin ekonomiye müdahalesinin temel bir unsuru, vergilerdir. Halktan vergileri dayatarak toplayan kapitalist devlet, bunu “isteğince” dağıtır ya da kullanır. Kapitalist devlette bu kullanımın sermayenin ihtiyaçlarına uygun olacağı kesindir; ama önemli olan, dev bir kaynağın doğrudan devlet eliyle kullanılır ve hiçbir neoliberalin devletin ekonomiye bu müdahalesine ses çıkarmaz olmasıdır.
• Kapitalist devlet, her ülkede, vergilerle topladıklarının yanı sıra çok sayıda fona sahiptir. Bunlar, rantiyeye devlet kefaleti olarak “tasarruf mevduatı sigorta fonu”, ithalattan sağlanan “kaynak kullanımı destekleme fonu” türünden olanların yanında, çeşitli vesilelerle emekçilerin sırtından edinilmiş “Fak-Fuk-Fon” benzeri fonlar olduğu gibi, düpedüz el konulan “sosyal güvenlik” fonları gibi fonlardan bileşir. Kapitalist devlet, bu fonlar aracılığıyla kuşkusuz ekonomiye müdahale eder. Hangi neoliberal “devlet küçültücüsü” bu fonların kaldırılmasına, burjuva devletin bu fonlar ve kullanımından el çekmesine karşı çıkar. Tersine, bunlar, tam da neoliberalizmin devletçiliğinin nişanesi olarak, örneğin Türkiye’de bizzat Özal ve başka ülkelerde benzeri neoliberaller tarafından uygulamaya sokulmuştur. Devletin ekonomiye müdahalesinin kapitalizmde kaçınılmazlığının göstergesi olan bu devasa fonlar, emekçilere yönelik hizmet alanlarına ilişkin olmadıklarından, örneğin köy işleri gibi küçük üreticilerin üretken faaliyetlerini kolaylaştırmayı amaçlamadıklarından “kaldırılsın” fetvasının konusu olmazlar. Sermayeye yarayan, onun hizmetinde olan, kapitalist devlet bakımından da gereklidir ve neoliberaller devletin bu açıdan büyüklüğüne katiyen itiraz etmezler.
• Teşvikler, burjuva devletin ekonomiye müdahalesinin, neoliberal “devlet küçültücülerinin” itiraz etmedikleri bir başka unsurudur. Üniversiteler kendi yağıyla kavrulmaya terk edilir, ortaöğrenim “katkı payları” ve harçlarla kendi kendini finanse etmeye zorlanırken, özel üniversiteler devlet tarafından teşvik edilir. Bunun için ciddi paralar gözden çıkarılır. Aynı şey, devlet hastanelerine bir çivi bile çakılmazken özel hastanelere yönelik teşviklerle ilgili olarak geçerlidir, ihracat teşvikleri, faiz gelirlerinden stopaj alınmayarak rantiyenin teşviki vb. neoliberal “küçültücülerin” karşı olmadıkları türden ekonomiye devlet müdahalesi örnekleridir. Bunlar, kapitalist devlette sadece süregelmez, ama neoliberalizmin egemenliğinin yükselişiyle orantılı olarak artar, artmıştır.
• İç ve dış borçlar, devletin ekonomiye müdahil olmasından başka nedir ki? Ülke kaynakların yönetimi ve en önemlisi aktarımını gerçekleştirmenin, bugün örneğin Arjantin ve Türkiye’de yaşandığı gibi, belkemiğini, iktisatçıların borç yönetimi ya da borçların döndürülmesi dedikleri devletin borçlandırılmasından başka ne oluşturmaktadır? İç ve dış borçlar ve faiz ödemesi olarak sonucu, devletin, ekonomiye, ülke ekonomisinin bütününü ilgilendiren ve ulusal ekonomiyi tümüyle borç ödemelerine bağımlı kılan müdahalesidir. Devlet borçlanmaları, bütün ekonomiyi ve kaynaklarını, yerli tekellere, rantiyeye peşkeş çekmenin yanında, özellikle uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmanın bugünkü başlıca kaldıracıdır. Bu, 2002 bütçesi büyüklüklerinden bellidir. Vergiler, ancak borç ödemelerini karşılamaktadır ve 2001’de faiz ödemeleri, tüm faiz dışı harcamalar toplamını aşmıştır. Kapitalist devletin, devlet borçlanmalarından daha ileri bir ekonomiye müdahalesi, en azından bugünkü koşullarda düşünülemez.
Devlet borçları, borçlu ya da alacaklı tüm kapitalist devletler açısından ekonomiye devlet müdahalesinin en başta gelen yönlerindendir. Spekülasyon ve kapkaççılığın yanında rüşvet vb. çarkı en çok buradan beslenir.
• Krediler, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesinin bir başka küçümsenemeyecek unsurudur ve süre-gider. Alınan IMF, DB kredilerinin yönetimi, devletin Hazine ve Merkez Bankaları aracılığıyla özel bankalara sağladığı krediler, devlet bankalarının dağıttığı krediler, devletin ekonomiye sadece müdahale etmesinin değil ama onu güdümlemesinin araçlarıdır. Neoliberaller devletin bankacılık alanından çekilmesini savunsalar bile, bu ancak devlet bankalarının kredi dağıtımının kaldırılmasıyla sınırlıdır; hiçbir neoliberal hazine ve merkez bankalarının kaldırılmasını düşünemez bile. Ancak özerkleştirilmeleriyle “verimlilikleri”ni artırmayı önerebilirler.
• Devletin ekonomiye müdahalesinin temel bir alanı silahlanmaya ilişkin yatırım ve harcamalardır. Bunlar, İsviçre gibi istisnaları bile kucaklayarak tüm kapitalist devletlerde artış gösterir. Doğrudan devlet yatırımlarını da kapsayarak silah üretimine ayrılan pay tüm kapitalist devletler tarafından artırılmakta; ordu, polis ve yeni özel silahlı birliklerin örgütlenmesi de dâhil, militarist aygıt büyütülmektedir. Personel harcamaları da içinde olmak üzere, devletin bu temel alanı, küçülme değil ama büyüme durumundadır. Buna karşı olan hiçbir neoliberal bulunamaz; ama tersine neoliberaller bu büyüme eğilimini -çoğu kez, ekonomiyi canlandırıcı unsur olarak- desteklerler.
Devletin ekonomiye müdahalesinin başka yön ve unsurlarıyla birlikte, bunlar, kapitalist devletin kaynakların dağılımını ve yönetimini sağlama araçlarıdır. Tüm bu araçlarla emekçilerin sırtından sermayeye kaynak artırılır. Ve temel amacı bundan başkası olmayan tekelci neoliberal ideologlar bakımından, burada karşı çıkılacak hiçbir şey bulunmaz.

KAPİTALİST KÜÇÜLMECİLİK
Yerli ve özellikle yabancı tekelci sermayeye üretim ve hizmet alanlarının “yağma Hasan’ın böreği” olarak sunulması amaçlı özelleştirme politikaları doğrultusundaki uygulamalar, kuşkusuz devletin ekonomiye müdahalesinin küçültülmesi kapsamındadır.
Özelleştirmelerle, ekonominin devletin elindeki alanları uluslararası sermayeye aktarılmaktadır.
Başlangıçta “verimsizlik” yaftası asılarak gündeme dayatılan özelleştirmeler, giderek en verimli devlet işletmelerini kapsayarak genelleşmiştir. Kâr hırsı ve bunun üzerinde yükselen ideolojik tutum alış, bu politika ve uygulamaların yön vericisi olmuş; halka ucuza sunulması zorunlu (üstelik çoğu Anayasa emri) olan mal ve hizmetlerin üretimi, tatlı ve büyük kârların kaynağı olarak tekellere teslim edilerek emekçiler tekellerin insafına terkedilmiştir. Bu süreç devam etmektedir.
Enerji, petrol, haberleşme, belediye hizmetleri, sağlık, eğitim başta olmak üzere mal ve hizmet üreten temel sektörlerin devlet elinden neredeyse üstüne ödeme yapılarak çıkarılması; toplumsal çürüme ve çöküntüden bir nebze olsun kaçınılmak isteniyorsa kâr kaygısı gözetilmeden yapılması gereken mal ve hizmet üretimini olanaksızlaştırmaktadır. Tüp gaz, ekmek, telefon, ısınma, eğitim, sağlık, artık emekçilerin tüketemedikleri mal ve hizmetler haline gelmektedir. Şimdi emekliliğe, ikramiyelere vb. göz dikilmektedir.
Eskiden “sosyal devlet” çerçevesinde genellikle devlet yatırımlarının konusu olan ve bir türden sübvanse edilen bu temel tüketim maddeleri ve hizmetleri alanının şimdi doğrudan tekellerin insafına terk edilmesinin birkaç etkeni var.
– Sovyetler Birliği’nin dağılması ve emekçilere sunduğu örneğin tarihe karışması sonrasında, “sosyal devlet” ihtiyacı, kapitalistler ve en başta kapitalist devletler bakımından ortadan kalkmış, gereksiz bir masraf kapısına dönüşmüştür. Eskiden kitlesel tüketimin konusu olan temel mal ve hizmetlerin sübvanse edilerek, halka ucuza sunulması, kapitalistlerin iyi niyeti ya da kapitalist devletin “baba”lığı dolayısıyla değildi ve ezilenlerin yatıştırılmasını amaçlıyor ve maliyetine katlanılıyordu. Nedeni ortadan kalktığında, kapitalist devletin “baba”lığından eser kalmamıştır.
– En başında büyük sermaye yatırımlarını gerektirmesi ve gereken büyük birikimlerin ancak kapitalist devletin elinde bulunması nedeniyle devlet yatırımlarının kaçınılmaz olduğu demiryolları, haberleşme, baraj inşaatı ve enerji üretimi gibi alanlar, artık maliyetleri bakımından tekellerin üstesinden gelebileceği büyüklükler halindedir. Başlangıçta sermaye yetersizliği problemken, tekellerin gelişmesi, yoğunlaşma ve merkezileşmenin ilerleyişiyle birlikte, şimdi artık problem olan, sermaye fazlasıdır. Tekellerin ellerinde dev sermayeler birikmiş ve büyük şirketler tüm yatırımları yapabilecek boyutlara büyümüşlerdir. Artık onlar, yeni yatırımları kendileri üstlenmenin yanında eskiden kendileri adına kapitalist devletin yaptığı yatırımları da devralmak peşindedirler.
– Bunun nedeni açıktır: Eskiden, gerek yatırım maliyetleri gerek “sosyal devlet” politikası ve gerekse kısa vadede büyük ve tatlı kârlar vaat etmemeleri nedeniyle tekellerin uzak durduğu büyük yatırımlar artık tekellere tatlı kâr olanakları sunmaktadır. Gereğinden çok büyüyen tekeller, her alana yüksek kârlar elde etme hırsıyla saldırmaktadır. Yüksek kâr olanağının en çok görüldüğü alanlar ise, eskiden “sosyal devlet” politikasının uygulanma alanları olan temel mal ve hizmetler üretimi olmaktadır. Tekeller eskiden emekçilere verdikleri tavizlere büyük bir aç gözlülükle geri almaya girişmişlerdir. Temel hizmetler alanındaki yatırımların özelleştirilerek, çokuluslu tekellere peşkeş çekilmesi anlamına gelen GATS tipi anlaşmalar da, bu süreci hızlandırmaktadır. Çöpten suya, elektrikten ulaşıma kadar yerel yönetimlerin üstlendiği bu hizmetlerin artık tekeller için önemli bir kar kaynağı olduğu bilinmektedir.
Tekeller açısından tatlı kâr olanağı oluşturmayan bir dizi eski devlet yatırımından ise düpedüz vazgeçilmekte; bu nitelikteki devlet işletmelerinin kapatılması yoluna gidilmektedir. Bu, örneğin Türkiye’de köy hizmetleri birimleri, karayolları ve devlet su işleri birimleri gibi yatırım ve bakım işletmeleri olurken başka kapitalist ülkelerde benzeri işletmeler olmaktadır. Tekeller, kendilerine yüksek kâr olanağı sunmayan ama emekçilerin, örneğin küçük üretici köylülüğün ihtiyaçlarını karşılayan bu yatırımları, gereksiz “masraf kapısı” olarak görmektedir.

DEVLETÇİLİK VE DEVLETİN SINIF NİTELİĞİ
Devletin çeşitli politika ve uygulamaları eleştirilirken ve örneğin hükümet bütçeleri değerlendirilirken, devletin sınıf niteliğinin göz ardı edilmesi ve politika ve uygulamalarının “tercih sorunu” olarak anlaşılıp gösterilmesi temel bir zaaf oluşturmaktadır. Örneğin KESK Genel Başkanı Sami Evren “kamu hizmetlerinin tasfiyesi” konusu bağlamında 2002 Bütçesini değerlendirirken Evrensel gazetesine verdiği demeçte şunları söylemektedir:
“Bütçe yine eğitim, sağlık, yatırım ve personele ayrılan payları kısmış durumda. Vergilerimiz ise yine füze ve silahlanmaya aktarılıyor. Tercih ortadadır. Tercih rantiyeden yanadır, sermayeden yanadır, IMF’den yanadır. Vergisini ödeyen, emeğiyle geçinenler ise, krizin enkazı altında bırakılmaya devam edilmektedir.” (Evrensel, sf. 9, 17 Kasım 2001)
Sorunun böyle konması, kapitalist devlete dair bir şey bilmemektir ya da devleti, sınıflar arasında bir denge aygıtı olarak, belirli bir sınıf niteliği olmayan, bugünkü devleti ise kapitalist olmayan bir devlet olarak algılamaktır.
Bütçe de, vergilerimizin çarçur edilmesi ya da silahlanmaya aktırılması da, eğitim ve sağlığa yeterince pay ayrılmaması da kuşkusuz bir “tercih sorunu” değil, ama kapitalist devletin sınıf niteliği gereği olan politika ve uygulamalarıdır. Kapitalist devletin tercihi, sermaye ve rantiyeden yana değildir; ama o sermayenin devletidir, rantiyenin olduğu kadar, bizzat kendisi rantiye devlettir.
Kapitalist devletin yerli ve yabancı tekellere, uluslararası sermayeye, rantiyeye kaynak aktarmanın başlıca aygıtı olduğunu yeniden öğrenmeye gerek olmamalıdır. Ancak eğer bu gerekiyorsa, 2002 Bütçesi ve köy işlerinin kapatılması, borç ve faiz ödemelerine öncelik verilmesi, ücret ve maaşlara yeterince kaynak ayrılmaması, sağlık ve eğitim ile askeri harcamalar arasındaki dengesizlik gibi kalemleri, yeterince öğreticidir. Devlet, kapitalistçe tasarrufa ya da küçülmeye yöneltilmiştir. Bu, sermayeye kaynak aktarımının başlıca yollarından biridir. Bunu da ancak kapitalist devlet yapar. Olabildiğince hızla özelleştirmeye yönelirken, mümkün her yöntem ve aracı kullanarak sermayeye yeni kaynaklar aktarmak, kendi başına devletin kapitalist niteliğinin ifadesidir. Sermaye açısından zorunlu olan durumlarda katiyen küçülmeye yanaşmayan ama tüm haklarıyla neredeyse tümüyle emeğin var olma hakkını bile gözden çıkaran devlet, “tercih durumundaki” bir devlet değil, ama bütün imkânlarıyla emeğe saldıran kapitalist devlettir.
Ve kapitalist devletin “küçülme” sorunu da dâhil, kaynakların dağılımını yönetme bakımından, yapabileceği ve yapacağı başka bir şey yoktur. Kuşkusuz nüansta farklılıklar içeren bir dizi politika ve uygulama olanaklarından, kapitalist devlet çerçevesinde de söz etmek olanaklıdır; ancak bunlar öze ilişkin olamayacakları gibi, bugünün küreselleşme politikalarının dayatıldığı koşullarda, hele bağımlı bir kapitalist devletin bu nüans farklılıklarını bile tutturması, neredeyse tümüyle olanaksızdır.
O halde, sorun özünden ele alınmalı ve tartışılmalıdır.
Devletin küçültülmesi ve ucuz devlet kapsamında, küçültmeye, neden, örneğin diyanet işleri, Özelleştirme idaresi Başkanlığından, neden ordu ve polisin küçültülmesinden ve silahlanma harcamalarının azaltılmasından ya da sürekli tırmandırılma eğilimi içinde olunan milletvekili maaşlarının makul düzeylere indirilmesinden değil de, köy işlerinin tasfiyesinden, resen emeklilikten, memur sayısının azaltılmasından başlanmaktadır, diye sorabiliriz. Kim bunca kapkaççılığa konu edilen ve bunca tartışılan milletvekili maaşlarının düşürülmesine karşı çıkabilir? Ya da bu kriz ortamında savaş gerekçesiyle artırılan silahlanma harcamalarında indirime gidilmesine, kim itiraz edebilir? Ama bu yaklaşım ve karşı karşıya koyuş da, doğru bir başlama noktası değildir. Kuşkusuz, bu karşı karşıya koyuş bir ajitasyon değeri taşımaktadır ve bu yönüyle kullanılırlığı kabul edilebilir. Ancak hepsi bu. Yoksa bu yaklaşım da, hâlâ, sorunu, “tercih sorunu” olarak anlama zaafıyla malûldür.
Şurasından ya da burasından itirazlar ya da kıyaslamalar değil ama bütünsel bir ele alış, pratik bir ihtiyaç haline gelmektedir.
Sorun, devletin ekonomiye müdahalesi ya da devletçilikle ucuz devlet ilişkisi ve politik olarak ucuz devletin örgütlenmesi olarak iki yönüyle ele alınabilir.

Devletçilik-ucuz devlet ilişkisi
Bugünkü kapitalist devletin arpalıklarıyla, yolsuzlukları, rüşvetçiliği ve plansız çarçurculuğuyla pahalı bir devlet olduğu tartışılmaz. Devletçilik de, kapitalizmde, bu iflah olmaz pahalılık unsurlarını içerir.
Ancak pahalı devletin alternatifi, ekonominin yerli ve yabancı sermaye talanına açılması ve “devletin küçültülmesi” adına kaynakların uluslararası sermaye aktarılması alanının genişletilmesi olamaz.
Sağlık, eğitim, haberleşme gibi hizmetlerle temel tüketim mallarının, halkın ulaşamayacağı ve ihtiyaçlarını gideremeyeceği yüksek kârlılığı kabul edilebilir değildir. Temel mal ve hizmetler halka en ucuz haliyle ve tercihen karşılıksız sunulmalıdır.
Bunun gerçekleştirilmesi, ekonominin, halkın temel tüketim malları ve hizmetlerden en uygun şekilde yararlanmasını kapsayarak örgütlenmesi, her koşulda pahalı devletin ön kabulünü gerektirmez. Pahalı devlet, halkın refahını, haydi diyelim ki, en asgari düzeyde geçimini garanti altına alan devlet değildir.
Kapitalist “sosyal devlet” uygulamaları çerçevesinde halkın geçim ve yaşam düzeyi bir nebze olsun iyileştirilirken, kapitalist devletin büyümesinden kaçınılamamışsa, bu devletin işçi ve emekçiler tarafından örgütlenmeyişi nedeniyledir.
Oysa işçilerin kendilerinin ve ülkelerinin kaderlerini ellerine almaları ve iktidarlarını kurmaları, ekonomiye ilişkin tüm verileri değiştirecek niteliktedir. Bu sorunu değerlendirmeye katmayı sonraya bırakarak şu söylenebilir ki, ekonominin tek elde merkezileştirilmesini sağlamaya yönelik olarak madencilik, sanayi ve tarımda büyük işletmelerin, dış ticaretin ve bankaların devletleştirilmesi ve ekonominin tek bir merkezi plan doğrultusunda yönetilmesi; kaynakların, halkın çıkarına uygun olacağı kadar tamamen verimli dağılım ve yönetimini garanti altına alacaktır. Burada, bir pahalılaşma değil ama ancak ucuzlama söz konusu olabilir. Özel ceplere atılanlar, yolsuzluk, rüşvet ve spekülasyon gibi özel “gider” kalemlerinden sağlanacak tasarruf bir yana, tekellerin ve büyük patron ve toprak sahiplerinin halkın sırtından gasp ettiği tüm artı-değerin ülke ekonomisi ve halkının emrine girmesinin sağlayacağı dev tasarruf, büyük bir ucuzlama faktörü olacaktır. Yoksul halkın, emekçilerin sırtından sağlanan kaynaklarla geri ödenen faizleri anaparayı çoktan ve misliyle aşan iç ve dış borç ödemelerinin iptal edilmesi de, kuşkusuz bu kaynakların emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek üzere ulusal ekonominin ihtiyaçlarına yönlendirilmesi, en büyük harcama kalemini borç ödemelerinin oluşturduğu devleti olağanüstü ucuzlatacaktır. Bu, aynı zamanda tam istihdamı sağlamak üzere yeni yatırımlar için kaynak oluşturulmasının tek yoludur. Tek bir çivi çakmama, yatırımlara hiç kaynak ayırmama pahasına savunulan ve uygulanmaya çalışılan kapitalist küçülmecilik karşısında, tekelci büyük sermayedarların mülksüzleştirilmesi olarak devletçilik, ucuz devletle yatırımcı devletin çakışma noktasıdır.
Küçülmeyse küçülme… Ucuzlamaysa ucuzlama… Devletin gerçek küçülmesi ve ucuzlamasının tek geçerli yolu, küreselci neoliberallerin iddia ve önerilerinin tam tersine, büyük sanayi, madencilik, tarım işletmeleriyle bankacılığın, iç ve ticaretin devletleştirilmesidir.
Ekonominin büyük işletmelerinin, şimdi tekellerin mülkü olan işletmelerin devletleştirilerek ulusallaştırmasının, bu işletmelerin devlet mülkü olarak yönetilme ihtiyacı dolayısıyla, devleti ve harcamalarını büyüteceği ileri sürülebilir. Böyle midir?
Devletin, kapitalist devletten egemen sınıf olarak örgütlenecek işçi sınıfına, işçi iktidarına dönüşümünün, mekanizmalarının basitleştirilmesine dayanacak kesin ucuzlaması üzerinde duracağız. Ancak, salt iktisadi nedenlerle, devletleştirmenin, ulusal ekonominin kaynaklarının verimli kullanımı bakımından, işletmelerin mülkiyetinin kapitalist tekellere ait olduğu ekonomik örgütlenmeyle kıyaslandığında, kesinlikle ucuzlamayı ifade edeceğini söylemeliyiz,
Artı-değer gaspıyla kaynakların özel çıkarlarla heder edilmesi bir yana, kapitalist tekellerin her birinin ayrı ayrı dev yönetsel (idari, mali, araştırma ve geliştirme, planlama, üretim, dağıtım vb. mekanizmalarıyla) aygıtlarının -onların tümünün bir arada, kolektif kapitalist olarak yatırımlar yapma, vergiler ve borçlar aracılığıyla sermayeye kaynak aktarma, sınıfın eylemlerini bastırma, Afganistan’a müdahale vb. gibi genel işlerini yürüten kapitalist devletlerininkiyle birlikte- toplam harcamaları; kuşkusuz tüm büyük ölçekli üretim, finans ve dağıtımı üstlenecek bir işçi iktidarı devletinden çok yüksektir. Tek bir örgütsel mekanizmanın harcamalarının, binlerce tekelin aynı işi yapan binlerce aygıtının her birinin bu aynı işlere fazladan yapmakta olduğu harcamalardan küçük olmasının kaçınılmazlığı, hiç iktisat teorisi okumamış olanlar açısından da, tamamen mantıki olmalıdır. Bir de her sektörde en azından üç-beş tekel tarafından yapılan ayrı ayrı yatırımların savurganlığı ve bunlar devletin tekelinde toplandığında yatırım ve üretim maliyeti bakımından yol açacağı tasarruf düşünüldüğünde, devletçiliğin ucuzluğu, tartışma götürmez.
Neoliberallerin, üstelik küçülme ve ucuzluk adına devlet işletmeciliğine karşı çıkışları, ekonomiye devlet müdahalesine tümden karşı oldukları için değildir. Bunu gördük.
Özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde devletin ekonomideki payı ortalama yüzde 50’lere yakın bir oranda seyrederken, uluslararası tekeller ve neoliberal yosmaları, “devletin küçülme” ihtiyacı içinde olduğu dayatmasıyla, geri ülkeler ekonomilerini tümden teslim almak ve kaynaklarına engelsizce el koymak peşindedirler. Bu birincisi. Ve ikincisi, gelişmiş ve geri bıraktırılmış ülkelerin tümünde, işçi ve emekçilerin bugüne kadarki kazanımlarına göz dikmişlerdir. Eğer sosyal güvenlik kurumları, köy işleri vb. birimler tasfiye edilmeyecek, türlü yeni yöntemlerle işçi ve memur sayısı azaltılmak üzere işten atmalar yaygınlaştırılmayacak, ücret ve maaşlar düşürülerek sermaye birikim alanının genişletilmesine girişilmeyecek, emekçiler ve emekliler, işsizliğin, sefaletin ve giderek açlığın pençesine atılmayacaksa; ulusal kaynakların dağılımı bakımından, işçi ve memurların, aynı ücret ve maaşlarla, devlet işletmelerinde ya da özel işletmelerde çalıştırılması bir farklılık yaratmayacaktır. Farklılık, özelleştirmecilik “taktiği”yle, emekçilerin kazanılmış haklarının gasp edilmesiyle yaratılabilir, yaratılmaktadır. Sendikasız, sigortasız, son derece düşük ücret ve maaşlarla çalıştırılanların kendilerini mutlu sayması istenen, çünkü işsizler ordusunun devasa rakamlara büyütüldüğü bir farklılaşma. Bu, evet, bir küçülme ve ucuzlamadır, insanı yok sayan kapitalistlerin kâr hırsının küçülme ve ucuzlatıcılığı; sokağa ve sefalete atarak ucuzlama. Amaçlanan ve ama emekçiler kadar ulusal ekonominin geleceği bakımından kabul edilemeyecek olan, budur.
Oysa tek bir kişiyi işsiz bırakmamak ve çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini kapsamak üzere, ucuz devlet, ulusal ekonominin kaynaklarının ve dağılımının bütününü açısından ele alındığında, ekonomide devletçilikle olanaklıdır.
O halde, sermayenin neoliberal “devletin küçültülmesi” dayatması, bilinçli işçi ve emekçiler tarafından ekonomide devletçiliğin program edinilmesiyle karşılanmalıdır. Bunun için bugün koşullar, hiç olmadığı kadar elverişlidir.
Peki, bunlara rağmen, hâlâ, devletçiliğin devleti ve harcamalarını büyüteceği mi savunulacak? Savunanlar için, daha söylenecekler de var.

Ucuz devlet işçi iktidarı devletidir
Kapitalizmin küreselleşmeci neoliberal sözcüleri, ekonomiye devlet müdahaleciliğine atıp tutarken, diğerlerinin yanında iki argümanı daha kullanırlar. Birincisi, ekonomik verimlilik önünde engel olduğu ve işleri yokuşa sürdüğü gerekçesiyle bürokrasi karşıtlığı ve ikincisi, rüşvet, yolsuzluk vb. etkeni oluşlarını da en azından ima ederek, partizanlık, adam kayırıcılık, devleti arpalığa dönüştürme vb. suçlamasıyla politikacı ve giderek politika karşıtlığı (Özal’ın başlattığı ekonominin önemi ve önceliğine ilişkin vurgular hatırlansın), aslında neoliberal fanteziler olarak, devlet küçültücülüğünün önde gelen argümanlarındandır.
İçeriklendirilişleri ve sınıf niteliklerinden soyutlanırsa, bunların ikisi de belirli gerçekleri yansıtmakta ve zaten bu nedenle dile dolanmaktadır. Üstelik bürokrasi karşıtlığı, tamamen doğrudur; ancak neoliberal bürokrasi karşıtlığı, yarım-yamalaktır, yetersizdir; bu yetersizlik, onun kapitalist içeriğiyle sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Politikacı ve politika karşıtlığı ise; gerçeklerle bağlantılı olmakla birlikte, sınıf içeriğinin boşaltılması aracılığıyla, ucuz devlete olduğu kadar, yalnızca ve yalnızca böyle bir devletin aracılık edebileceği işçi sınıfı ve emekçilerin, işsizlik, yoksulluk ve sefalet gibi sonuçlarıyla birlikte sömürüden kurtuluşuna götürecek tek çıkış yolunun karartılmasına yöneliktir.
Kapitalistlerin hizmetindeki burjuva politikacılar ve genel olarak burjuva politika yeterince iğrençtir; rüşvete batmış ve yolsuzluklara bulanmış oluşuyla, kara-para operasyonları içinde yer alışıyla, -ihaleler, borçlar, krediler vb. içinde olmak üzere- devlet olanakları üzerinde tepinmesi ve devlet ve işletmelerini ganimet sayıp arpalıklara dönüştürmesiyle, adam kayırmacı “partizanlık”ıyla vb. vb. burjuva politikacılar ve burjuva politika, yalnızca bazı yönleriyle değil, ama kuşkusuz, bütünüyle ve parlamenter mekanizmasıyla birlikte, dışlanmalıdır. Burjuva politika erbabına, burjuva politikasına ve bugünkü zemini olan parlamentarizme, ne ucuz devlet ne de genel olarak ekonomi ve toplumsal ilerleme bakımından hiç ihtiyaç olmadığı ortadadır. Ama ucuz devlete ulaşma açısından olduğu kadar, sırtındaki yüklerden kurtularak, ulusal ekonominin, içinde bulunduğu dertler ve bataktan çıkabilmesi ve emekçilerin kurtuluşları yoluna girebilmeleri için de politika ve politikanın ekonomiye müdahale etmesi zorunludur.
Önemli olan, bu politik müdahalenin niteliği ve sınıf içeriğidir. Yoksa neoliberaller ne denli tersini isteyip gösterseler de, her burjuva ülkede politika ekonomiye kumanda etmektedir, edecektir de. En çok bu politikanın yönü ve temsil ettiği eğilim değişebilir. Neoliberalizmin egemenliği koşullarında da, ekonomi-politika ilişkisi bakımından durum farklılaşmamaktadır; ekonomiye, bu kez, neoliberal politikalar yön verecektir, oysa önünde sonunda o da politikadan ibarettir. Dolayısıyla kandırmacaya yer yoktur.
Burjuvazinin, sözde ekonomiyi ve onun gereklerini öne çıkararak ve sözde politikacıları ve politika yapmayı karalayarak, kendi -neoliberal- politikalarını dayatması ve politikayı her halükarda ve yine kendi uhdesinde tutmaya çalışması; kuşkusuz, genel olarak politika ve politika yapmayı değil ama emeğin politikalarını ve işçi ve emekçilerin kendi bağımsız politikalarını yapmalarını yasaklamaya yöneliktir. Bu nedenle olsa gerek, sosyalizmi aşağılamakta sınır tanımayan örneğin T. Çiller gibiler, kapitalist devletçiliği bile sosyalizm olarak suçlamaktadır.
Kesindir ki; ekonomiye ya da yaşamın diğer alanlarına ilişkin başka her türden müdahaleler gibi, ucuz devleti sağlamaya yönelik müdahale de, politik bir müdahale olmak zorundadır. Bu müdahale, kuşkusuz iğrençliği tescilli burjuva politikasının biçimlerinden biriyle yapılamaz ve -laklakçılık ve rüşvet batağı- parlamenter çerçeveye sığmaz. Çözüm, ekonomiye, kendi politikalarıyla işçi ve emekçilerin müdahalesindedir. Bu, ucuz devleti sağlamanın da tek yoludur.
Bu müdahale, özü itibarıyla, emeğin iktidarının kuruluşunda ifadesini bulur. Ve ancak, işçi ve emekçilerin kendi kitlesel iktidar örgütleri içinde birleşmeleriyle gerçekleşebilir.
Çünkü başka şeylerin yanı sıra, ucuz devletin başta gelen gereği olan bürokrasiyi dışlayan, gerçek bir mücadelenin hedefi edinen ve ona dayanmayan/dayanamayacak olan tek iktidar, emeğin iktidarıdır.
İşçi sınıfı -tek başına ya da müttefikleriyle birlikte- iktidara gelinceye kadar, iktidarın sömürücü sınıflar arasında el değiştirdiği tüm iktidar değişiklikleri, devletin yetkinleşmesine, bürokratik-militarist aygıtın tahkim edilmesine yol açmıştır. Her yeni egemen sınıf, hazır bulduğu bürokratik aygıta, onu güçten düşürecek biçimde dokunmamış, kurulduğu iktidar doruklarında eline geçen bu aygıtı ve olanaklarını ganimet bilmiş ve onu, kendi egemenliğini korumanın aracı olarak, yalnızca sağlamlaştırmıştır.
Tarih; kapitalist devletin de, kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde, tüm organlarıyla yetkinleşmekte olduğunu göstermektedir. Modern devlet, sınıf çelişmeleri keskinleştikçe, kendisini yapısal olarak da tahkim etmiştir, eder. Bu tahkim ediş, sınırdaş devletlerin büyüyüp güçlenmesiyle orantılı olarak da artar. Denizaşırı ilişkilerin geliştiği emperyalizm döneminde, özellikle küreselleşme politikalarının izlendiği günümüzde, modern devletlerin kendilerini bu sağlamlaştırması, sınırdaş ülkelerin durumlarıyla oranlanabilir olmaktan da çıkmıştır. Artık önemli olan, dünya çapında ya da en azından bölgesel bir güç olmaktır. Son sınırlarına kadar zorlayarak, modern devlet, kendisini yetkinleştirebildiği kadar yetkinleştirir. Bunun anlamı: militarizm ve bürokrasinin alabildiğince büyümesidir.
Engels’in özel kamu gücünün oluşumu bakımından “son derece önemsiz” bir pozisyonda olduğunu belirterek istisna olarak saydığı ABD’nin, Engels zamanından bu yana sağladığı ilerlemeye bakılarak, bu yetkinleşme hakkında bir fikir sahibi olunabilir. ABD, neredeyse ilkel komünal toplum askeri şeflerini çağrıştırmak üzere, kasaba halkının seçtiği ve görevden aldığı şerifler ve halkın genel silahlanması döneminden, örneğin başkanının yurttaşlarını askeri mahkemelere sevk edebildiği ve bu mahkemelerin vereceği idam kararlarını sadece kendisinin onaylayabildiği, yine bir tek başkanın kararıyla dünyanın dört bir yanında savaşlar çıkarabilen, tüm denizlere ve dünyaya yayılmış binlerce üssünde çok sayıda ve sürekli asker bulunduran, 350 milyar dolarlık silahlanma harcamasına sahip bugünkü dev militarist ve bürokratik aygıta ulaşmıştır. Artık bürokrasi ve militarizmin gelişmesini mümkün olan en üst düzeye vardırmamış hiçbir kapitalist devlet yoktur.
Bu, parlamenter kepazeliğin çürümeye varan gelişmesi açısından da geçerlidir. Temsili parlamenter sisteme sahip her kapitalist ülkede, kapitalizm ne denli gelişmişse, banka ve borsaların o denli egemenliği altına giren burjuva parlamentolar, yiyiciliğin, rüşvetin örgütlenme merkezleri olarak o ölçüde çürümüştür de. Bu, siyasi partileriyle birlikte parlamenterlerin ve kurum olarak parlamentonun hemen her ülkede emekçilerin nezdinde itibarlarını neredeyse tümden yitirmiş olmalarıyla belgelenmiş haldedir.
Dolayısıyla, hem bürokrasi ve militarizm hem de parlamentarizm yönünden, ucuz devlet seçeneğinin kapitalizm ve kapitalist devlet dışında aranması zorunludur. Ucuz devlet, ancak bir işçi -ve emekçi- devleti olabilir. Ancak böyle bir devletin bürokratik ve militarist bir aygıta ihtiyacı yoktur ve tersine, bürokratik-militarist aygıtla bir arada bir işçi-emekçi devleti var olamaz. Ya bürokrasi ve militarizm ya işçi-emekçi devleti bu kadar net ve kesin.
Bürokrasi ve militarizm, sömürücü egemenlerin, halkın geniş çoğunluğunu egemenlikleri altında tutabilmek için gereksindikleri baskı ve zor aygıtının gereğidir. Son derece küçük bir kapitalist azınlık, işi, yönetmek ve zor uygulamak olan asker-sivil görevlilere ve onlardan oluşan bir zor aygıtına dayanmadan yönetemez. Büyük çoğunluğu oluşturan ve ancak küçük azınlığı baskı altında tutmak zorunda olan işçi ve emekçilerin ise, ne işi yönetmek olan görevlilere ne de onlardan bileşen bir aygıta ihtiyacı olacaktır.
Burada devlet dönüşüme uğramaktadır: ücretli emeği (ve geniş emekçi kitleleri) baskı altında tutmak için “özel kamu gücü”nden ya da özel bir baskı aygıtından, sömürücü azınlığın, ezenlerin, halkın çoğunluğunun, işçi ve emekçilerin artık “özel” niteliğini yitirecek olan kamu gücü ya da genel aygıtı tarafından baskı altında tutulmasına dönüşüm. Ve bu dönüşüm en açık ifadesini, işi yönetmekten ibaret görevlilerin, bürokrat ve militerlerin, her türden kazanılmış haklarıyla, temsil ödenekleri ve maddi ayrıcalıklarıyla birlikte kaldırılmasında, tüm devlet memurlarının maaşının ortalama işçi ücreti düzeyine indirilmesinde bulur.
Lenin’den devam edersek:
“Kapitalist kültür büyük çaplı üretimi, fabrikaları, demiryollarını, postayı, telefonu vs. yarattı (şimdi artık bunlara bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ürünü olan diğerlerini, elektroniği, televizyonu, bilgisayar ve interneti vb. ekleyebiliriz -K.Y.) ve bu temelde, eski ‘devlet iktidarı’nın fonksiyonlarının çoğu o kadar basitleştirildi ve öylesine basit kayıt, tescil ve denetim operasyonlarına indirgendi ki, okuma yazma bilen herkes bu fonksiyonları icra edebilecek durumda olacak, böylece bu işler normal ‘işçi ücreti’ karşılığında yapılabilecek, bunların ayrıcalıklı, ‘amirane’ bir şey olma halesi onların elinden alınabilecektir (ve alınmak zorundadır).
“İstisnasız tüm memurların tam seçilebilirliği ve her an görevden alınabilirliği, maaşlarının normal ‘işçi ücreti’ düzeyine indirilmesi, bu basit ve ‘kendiliğinden anlaşılır’ demokratik önlemler, işçilerin çıkarlarıyla köylülerin çoğunluğunun (kuşkusuz geri kalan geniş emekçi kitlelerin de -K.Y.) çıkarlarını tamamıyla birleştirir ve aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme giden köprü olarak hizmet görür. Bu önlemler, toplumun devletsel, salt politik reorganizasyonuyla ilgilidir, asıl anlam ve önemlerini elbette ancak, gerçekleştirilmekte ya da hazırlık halinde olan ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’yle, yani üretim araçlarında kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete geçişiyle kazanırlar.
‘”Komün -diye yazıyordu Marks- tüm burjuva devrimlerin sloganı olan ucuz hükümeti, iki büyük masraf kaynağını, orduyu ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak gerçek haline getirdi.'” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt. 7, sf. 53–54, İnter Yay. 1. Baskı)
Bürokratik ve militer görevlilerin, maddi ayrıcalıkları, “temsil” ödentileri ve makamlarıyla, bu görevli ve makamlarından bileşen aygıtlarıyla birlikte kaldırılması; basit kayıt ve denetim işleri olarak, tüm emekçiler tarafından yapılabilir hale gelmiş olan devlet yönetimi işinin sırayla ve değişerek yürütülebilmesi için, istisnasız tüm “memurların” (bunlar, kapitalist devletin memurlarından kuşkusuz farklılaşmış olacaklardır) seçimle gelmesi ve her an geri alınabilmesi ve memur maaşlarının normal “işçi ücreti” düzeyine indirilmesi- işte işçi-emekçi devletinin bürokratik olmayan dayanakları, işte olanaklı en demokratik devlet. Ve işte gerçekten ucuz devlet
Kuşkusuz, bilinçli işçi, hayal kurmaz, gerçekçi olacaktır. Bürokrasinin her yerde, bir çırpıda ve tamamen ortadan kaldırılması olanaksızdır. Fakat bugünkü kapitalist bürokratik aygıtı, yerine kendi bürokratik olmayan aygıtını koymaya cesaret ederek kaldırıp atmak ve hemen, yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale getiren ve ortadan kaldıran yeni bir aygıtı inşa etmeye başlamak olanaklıdır.
Bunun gerçekleşebilmesi, cesaret ve emek mücadelesinin politik örgütlenmesi yanında, iktidarın alınması sürecinde ve sırasında, işçi ve emekçilerin her kademede, fabrika, işletme, mahalle, köy ve belde, ilçe ve illerde ve merkezi düzeyde, kendi kitlesel iktidar örgütlerini örgütlemelerine bağlıdır.
İşçi ve emekçi komite ya da konseyleri olarak bu örgütlenme, burjuva parlamenter örgütlenmeden farklı olarak, yasama ile yürütmenin birbirinden ayrıldığı bir örgütlenme olamaz. Yasa yapan parlamento ve iktidar aygıtının asıl sahibi olan yürütücü bürokrasi, görevliler örgütü bölünmesi kaldırılmadan, iktidar örgütü olarak, komite ya da konseyler, iktidarı ellerinde toplayamaz ve gerçek iktidar örgütü olamazlar.
“Parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı” (Marks) olacak işçi-emekçi iktidar iktidar örgütleri olarak komite ya da konseyler; parlamentarizmin laklakçılığı ve rüşvetçiliğinin alternatifi olarak, hem rüşvete batmaya, yozlaşma ve çürümeye hem de aldatıcı boşboğazlığa karşı panzehir ve aynı zamanda, ucuz devletin kaçınılmaz gereğidir. Dolayısıyla parlamenterlerin o her vesileyle en üste çekmeye çalıştıkları maaşlarını yalnızca biraz düşürmeyle sınırlı bir devlet “küçültücülüğü” savunusu değil ama parlamenter mekanizmayla birlikte parlamenterliğin de sona erdirilmesinin savunulması ve yasamayla yürütme gücünü birleştiren gerçekten temsili organlar olarak işçi-emekçi iktidar organlarının üyelerinin de normal “işçi ücreti” kadar maaş almaları, ne dokunulmazlık ve ne de başka bir maddi ya da manevi ayrıcalıklarının bulunmaması, seçilmeleri ve her an geri alınabilmeleri, ucuz olduğu kadar demokratik bir devletin olmazsa olmazıdır.
Ucuz devlet, kapitalist olmayan bir devlet olabilir. Bu, mümkündür. Tıpkı kapitalist toplumun, yerini, sömürüye dayanmayan yenisine, sosyalizme ve ona ulaşabilmek üzere bağımsız ve demokratik bir ülkeye bırakmasının mümkün ve üstelik kaçınılmaz olduğu gibi…
Neoliberal şarlatanların halk ve emek düşmanı “küçülme” saldırganlığının ucuzlama açısından tam bir şarlatanlık oluşunun karşısında, emeğin iktidarı devleti olarak tamamen ucuz devlet; işçi ve emekçilerin temel mücadele hedefi olmak zorundadır. Şimdiden insanca yaşayabilecekleri ücret ve maaş, karşılıksız sağlık ve eğitim hizmeti vb. yanında, köy işleri, DSİ, SSK gibi kurumların, küçük üretici köylü ve esnafın desteklenmesini, ulusal bir sanayi politikası izlenmesini, borç ödemelerinin durdurulmasını ve yatırım hamlesine girişilmesini istemek durumunda olan işçi ve emekçilerin örgütlenme ve mücadelelerinin ürünü olacak bu ucuz devlet; ilk elde, köy işleri, DSİ, SSK gibi kurumların desteklenmesini de kapsamak üzere, tüm büyük işletmelerin, sanayinin, tarımın, madenciliğin, dış ticaret ve bankacılığın devletleştirilmesine girişecek, bu, dayanaklarını oluşturmak olduğu kadar, kendi ucuzluğunu garanti altına almak anlamına da gelecektir.
Sermaye saldırıları karşısında, işçi ve emekçilerin mücadelesi bu nedenle iktidar perspektifiyle yürütülmeli ve kendi bağımsız örgütlerine sahip olmalıdır. Böyle bir mücadele şimdi her zamankinden çok zorunlu olduğu gibi, başarı olanağı, hiçbir zaman olmadığı kadar genişlemiştir ve çoktur.

Aralık 2001

EMEK GENÇLİĞİ KONFERANS BELGELERİ

Emek Gençliği’nin geçtiğimiz ay içerisinde gerçekleştirmiş olduğu konferanslara Emeğin Partisi (EMEP) Genel Yönetim Kurulu Sekretaryası taralından sunulan 3 ana metni, ülkemiz gençlik hareketinin önümüzdeki dönem tutması gereken yol açısından taşıdığı önemi dikkate alarak yayınlıyoruz. Konferans metinleri, genel olarak Emek Gençliği’nin, özel olarak da üniversiteler ve işçi, işsiz, liseli gençlik içerisinde çalışma yürüten Emek Gençliği örgütlerinin mücadele ve örgüt sorunlarını ele alırken, gençlik mücadelesinin ilerletilmesinin temel prensiplerini ortaya koyuyor. Emek Gençliği Konferansları, belli başlı büyük illerde (İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir) işçi gençlik ve semt gençliği ile üniversite gençliği için ayrı ayrı düzenlenmiş, çevre illerden de belirli sayıda gençlik temsilcileri katılmıştır. Konferanslara katılan gençler, parti merkezi tarafından sunulan metinler ışığında, yürüttükleri çalışmaları değerlendirip Emek Gençliği örgütlerinin önümüzdeki döneme dair görev ve sorumluluklarını ortaya koyup, metinlerde ortaya konan anlayış etrafında fikir birliği yaparak iddialarını bir kez daha yinelemişlerdir. Konferans değerlendirmeleri ve sonuçları ile İstanbul’da yapılan konferansların sonuç bildirilerinden bölümlere, konferansların temel metinleri içerisinde çerçeve halinde yer verilmiştir.

1- Emek gençliği ve gençlik mücadelesi

Partimizin gençliğe yaklaşımının esasına; “gençlik gelecektir” saptaması yön verir.
Çünkü gençlik, ülkenin genç nüfusunu oluşturan bir kategori olarak ülkenin gelecek yıllardaki sahibidir. Bu yüzden gençlik ülkenin geleceğidir.
Partimiz, kaderini ülkenin geleceğine bağlamış bir parti olarak gençliği ülkenin olduğu gibi, partinin geleceği olarak da görmektedir.
Bu temel yaklaşımdan dolayıdır ki; gençliğin anti-emperyalist, yurtsever bir çizgide birleştirilmesi, dayanışmacı, emek ve emekçi dostu bir ahlakla eğitilmesi, gençliğin ileri kesimlerinin sosyalizm fikri ve ruhuyla donatılması, hem ülkenin geleceğinin etkilenmesi hem de partinin bu bilinçle eğitilmiş gençlik yığınlarının en ileri kesimlerini kendi bünyesine katarak sürekli bu gençlik yığınlarından beslenebilmesi bakımından hayati önemde bir görevdir.
Gençliği ülkenin ve partinin geleceği olarak görmek sadece bizim partimiz için bir ana ilke değildir. Sermaye partileri başta olmak üzere, politikayla uğraşan bütün odaklar politik bir güç olmak için gençliği kazanmanın öneminin farkındadırlar. Bu yüzden de, gençlik yığınları sermaye partileri ve öteki gerici siyasi odakların saldırısı altındadır. Çünkü bütün gerici odaklar, gençliğin dinamizminden, arayış içinde olmasından yararlanarak gençliği en kolay etkileyecekleri toplumsal kesim olarak görmüşler, gençlik yığınlarını kendi politik-ideolojik doğrultularına çekmek istemişler; bunun için ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal, polisiye pek çok alanda gençliğe yönelik kesintisiz bir faaliyet içinde olmuşlardır.
Bugün bu saldırı medyanın devasa gücünden de yararlanılarak sürdürülüyor. Gençliği kendi politikalarına çekme gayretini sürdürmenin yanı sıra gençlik yığınlarının politika dışına itilmesi, mistik, bilinemezci, post-modern, bireysel özgürlükleri yücelten, bireysel kurtuluşu bütün değerlerin önüne koyan fikirlerin gençlik yığınları arasında yayılması teşvik ediliyor. Bu yolla gençliğin sistem karşısında birleşip özgürlük, demokrasi, iş, parasız eğitim, güvenli bir gelecek gibi talepler etrafında birleşmesi önlenmek isteniyor. Yani gençlik yığınları bir yandan gerici politik-ideolojik merkezler tarafından kendi doğrultularında siyasete çekilmek istenirken aynı zamanda bu gerici mihraklar, gençlik yığınlarının politika dışına itilmesi; ülke sorunlarından uzak, halkın ihtiyaçlarını, ülkenin ihtiyaçlarını kendisine dert etmeyen bir gençlik kuşağı yaratılması için gayret gösteriliyor.

KONFERANSLARIMIZ VE ELE ALIP ÇÖZECEĞİ İKİ TEMEL SORUN
Ülkemiz gençliği, öncesini bir yana bıraksak bile en az 30 yıldan beri, bizzat devlet organizasyonları ve devletin organize ettiği çevre ve kurumlarca ırkçı, şoven, dinci, bilinemezci, bireyci, bana neci vb. saldırının hedefi yapılmıştır. Bugün de bütün gerici, faşist düzen partileri, ırkçı organizasyonlar, tarikatlar gençlik içinde yuvalanmaya çalışmaktadır. Gençliğimiz, bu mihraklar tarafından; emniyet güçleri, devletin “eğitim kurumları” ve pek çok “yoz kültür” merkezi olarak faaliyet gösteren “sivil toplum” kurumları desteğinde, yoz kültür ürünlerinin, uyuşturucunun, alkolizmin, lümpen eğilimlerin, serseriliğin, vb “adi suç” eğilimlerinin teşvik edilmesi gibi yollarla da hastalıklı, çözümsüz fikirlerin pençesine itilmek istenmektedir.
Partimiz ülkemiz gençliğinin bugün içine itildiği kaostan çıkabilmesi için gayret göstermekte; bunun için gençlik içindeki çalışmasını; ırkçı, şoven, mistik, dinci, bireyci, bana neci, bütün gerici fikirlere karşı mücadeleyi merkezine koyduğu bir “aydınlatma” faaliyeti olarak ele almaktadır.
Gençlik Konferansımız, gençlik mücadelesi bakımından birbiriyle pek çok bakımdan içsel bağı olan iki temel sorunu ele alıp çözmekle karşı karşıyadır.
Bu sorunlardan birincisi; Türkiye gençliğinin antiemperyalist demokratik bir platformda örgütlenmesi için yakalamamız gereken halkanın ne olduğudur, ikincisi ise; Emek Gençliği’nin ileri gençlik kesimleri için “çekici”, onları birleştiren bir örgütlenme olabilmesi için çalışmasında aşması gereken sorunların çözümlenmesi, bugünkü koşullarda görevlerinin belirlenmesidir.
Türkiye gençliği sermayenin güç odaklarının, güvenlik güçlerinden gerici her tür siyasi felsefi akıma, şovenizmden uyuşturucuya kadar gençlik içinde tahribat yaratacak, onun birleşip mücadeleye atılmasını engelleyecek her silahı acımasızca kullandığı bir toplumsal kategori olagelmiştir.
Ancak bütün saldırılara hedef olmasına karşın gençlik yığınları; yeni fikirlere, yurtseverlik ve demokrasi fikrine, baskısız ve sömürüşüz bir dünya fikrine ve en önemlisi de bu fikirler uğruna birleşip mücadele etmeye en yatkın toplumsal kesim olduğunu her vesile ile göstermiştir. Bu yüzden de, bugün önüne hangi zorluklar çıkarılırsa çıkarılsın gençliğin örgütlenmesinden vazgeçilemez. Partimiz, gençlik örgütümüz emekçi gençliğin örgütlenmesi için elindeki her imkânı sonuna kadar kullanmak durumundadır.

GENÇLİĞİ YENİ BİR DÜNYA FİKRİNE KAZANMAK İÇİN
Partimiz için gençliğin örgütlenmesi sorunu vazgeçilmezdir. Burada bu sorunun tartışılacak yanı ise; bugün pek çok bakımdan parçalanmış, sindirilmiş ve önemli bir kesimi adeta toplum dışına itilmiş olan gençlik yığınlarının birleştirilmesi; onların ülkenin bağımsızlığı, demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi; sömürüşüz, baskısız, sınıfsız bir dünya uğruna seferber edilmesidir. İşte gençliğimizin; Emek Gençliği’nin temel görevi öğrenci, işçi ve tüm emekçi gençlik yığınlarını böyle bir platformda birleştirmektir. Gençliğimizin bütün güncel görevleri, bu temel amaca bağlı olarak ele alınmak; bu temel amacı gözden kaçırmadan belirlenmek durumundadır.
Başka bir biçimde ifade edersek, partimizin ve gençlik örgütümüzün görevi öğrenci, işçi, emekçi gençlik yığınlarını anti-emperyalist demokratik bir platformda birleştirmek ise; gençlik yığınlarının çeşitli türlerden gençlik örgütleri (öğrenci örgütleri, ÖTK türü ya da kol, kulüp örgütlenmeleri, dernek örgütlenmeleri, sendikal, kültürel, sportif, mahalli nitelikli örneğin işsizliğe karşı mücadele, meslek edindirme talebiyle ortaya çıkan örgütlenmeler vb. çok değişik türden örgütler olabilir) içinde birleştirilmesi, bu yığın örgütlerinin omurgasını oluşturan gençlerin de Emek Gençliği saflarında örgütlenmesi demektir.
Kuşkusuz bu görev zor; sınırsız bir fedakârlıkla çalışma isteyen bir görevdir. Bunun için de Emek Gençliği; kendisini bu zor görevi yerine getirecek biçimde örgütlemek, bu görevin üstesinden gelecek bir mücadele kararlılığını ve kesintisiz çalışmayı göze almak durumundadır. Gençliğin kendi görevini gereği gibi kavrayıp yerine getirebilmesi için her şeyden önce partinin çizgisini, onun ideolojik siyasi platformunu özümsemesi gerekir. Dahası partinin programını, amaçlarını, bu programı her gün her yeni sorun karşısında yeniden yorumlayarak, onu, bir kılavuz haline getirecek kadar derinlemesine kavraması gerekir.
– Demek ki; gençliğimiz, her şeyden önce partimizin programını, onun dayandığı teoriyi, partimizin taktik ve güncel görevlerini açık, net ve tartışılmaz bir biçimde özümsemek durumundadır.
– Demek ki; parti gençliğimizin iç eğitimi, yığınlar içindeki çalışması, gündelik yaşamı bu teori ve pratikle tam uyumlu olmak durumundadır.
– Demek ki; bu iç eğitimin araçları her şeyden önce, partinin teorik yayın organından partinin programına, kongre ve konferans belgelerine, gazeteden diğer parti yayınlarına kadar partinin “külliyatı”dır. Bu iç eğitim çalışması elbette sosyalist literatürün, sosyalizmin teorisinin öğrenilmesi üstüne temellenmek zorundadır.
Geçtiğimiz yıl Komünist Manifesto’nun yayınlanması vesilesiyle yapılan partinin yığınlara ve partililere yönelik toplantıları, parti örgütlerimizin; Manifesto vesilesiyle sosyalizmin tarihi ve teorisi üstüne yürüttüğü tartışmalara bir örnek olarak değerlendirilebilir. Bu yıl da partimiz, parti örgütlerimiz; V.İ. Lenin’in Emperyalizm adlı yapıtının yayınlanması sonrasında başlayan bu yılı kapsayacak olan tartışmalar ve parti içi eğitim faaliyetleri ile aslında Marksizm-Leninizm’in dünyanın gidişatını yorumlamasını, daha da önemlisi bu gidişata müdahalesini tartışacaktır. Aslında bir haber, bir olay, bir politik gelişme, yayınlanan bir kitap, ya da bir toplantı… Her konu ve vesilede partimiz ve gençlik örgütümüz, en temel soruna; dünyanın nereye gittiğine “yeni koşullarda” “yeniden” yanıt verip bu gidişata nasıl müdahale edeceğini tartışır. Partiyi, gençlik örgütümüzü, bütün diğer entelektüel kulüplerden, gevezelik yapan Marksolog çevrelerden bu özellik; dünyanın gidişatına müdahale etme, Marksizm’in yol göstericiliğinde müdahale etme tutumu ayırır.
Kısacası; eğitime, tartışmaya vesile Manifesto, Emperyalizm ya da başka bir yapıt olabilir, ama üstünde konuşulan, Marksizm; işçi sınıfının iktidar mücadelesi ve bugün bu tartışmadan çıkarılacak sonuç doğrultusunda yığın hareketinin yönelişinin ne olacağı, ne olması gerektiği, bizlerin bu yönelişe nasıl bir müdahale yaparak onu olumlu yönde etkileyeceğimizdir.
Yani, partimizin, gençliğimizin eğitiminin bir ayağı; işçi sınıfının geçmiş dönemlere ait mücadelesinin, deneyiminin, evrenselleştirilmiş ifadesi olan teorinin özümsenmesi, bu teorinin bugüne tuttuğu ışık; bizlerin, partimizin, gençlik örgütümüzün bu ışığın aydınlattığı yerde ne gördüğü, bundan bugüne hangi dersi çıkardığıdır. Ve elbette bu faaliyet, sadece bir kitabın okunup lafız olarak “anlaşılmış” olması değil; işçi sınıfının, emekçilerin iktidar mücadelesinin teorik temelleri ve bu teorinin bugün nasıl kavranıp hayata geçirileceği, Marksizm’in nasıl günlük faaliyetin kılavuzu haline getirileceğidir. Bu yüzdendir ki; partimizin bu tür eğitim faaliyetlerini gençliğimiz; Marksizm’i, sosyalizm teorisini kavramanın bir faaliyeti olarak algılayarak; gençlik grupları içinde (işçi gençlik ve öğrenci gençlik içinde farklı araçları kullanması gerektiğini unutmadan) eğitim çalışmasını ayrıntıya indirmek, eğitim çalışmaları düzenlemek, bu genel ve gruplar düzeyinde örgütlenen eğitim faaliyetlerini bireysel eğitimi (okumayı, araştırmayı) teşvik etmenin bir dayanağı olarak değerlendirmek zorundadır.
Partimizin olduğu gibi, gençliğimizin de eğitimin merkezinde partinin programını, taktik-güncel çizgisini kavrama; bu kavrayışı yığınlar arasındaki çalışmaya yansıtmasını öğrenmesi vardır.
Program, taktik-güncel çizgi üzerine eğitimin bir yanı, partinin kongre ve konferans kararlarının, teorik yayınının, genelgelerinin, günlük yayın organının, diğer parti materyallerinin okunup tartışılması, kavranması ile ilgilidir. Ama bundan daha önemli yanı, gençlik yığınları içindeki çalışmasında, gençliğimizin, bu yığınların, ruh hallerini, duygu ve düşüncelerini anlayarak, en duyarlı oldukları alanlardan giderek aydınlatılması ve örgütlenmesi faaliyetinde bu çizginin gerektirdiği yaratıcılığı, inisiyatifi, istikrarı, kararlılığı, bilgi ve deneyim zenginliğini gösterebilmesidir. Eğitim faaliyetiyle öğrenilenler, yığınlara yansımazsa; böyle bir eğitimin herhangi bir yararının olmayacağı açıktır.
Burada, gençliğimizin bir yandan sosyalizmin teorisinden, partiden, onun mücadelesinden ve elbette kendi mücadelelerinden öğrenmesi ve öğrendiklerini yığınlara öğretmesi sorunu gündeme gelir.
Demek ki gençliğimiz, sosyalizmin bilgi hazinesinin, partimizin, gençlik mücadelemizin tarihinin ve bugünkü mücadelesinin “öğrencisi”, bütün bu öğrendiklerini yeniden yığınlara mal etmenin de “öğretmeni” olacaktır.

DİSİPLİNLİ, İSTİKRARLI, KARARLI, YIĞINLARLA HER ŞEYİNİ PAYLAŞAN BİR ÖRGÜT
Sermayenin devasa propaganda makinesi ve gençliği kendi dünya görüşünün baskısında tutmak için giriştiği kapsamlı saldırı karşısında Emek Gençliği, öğrenci ve emekçi gençlik yığınlarını aydınlatabilmek için sadece kendisinin bilgisini artırmak ve bu bilgiyi herhangi bir yolla ifade etmiş olmakla görevini yapmış olmaz. Tersine yukarıda belirtildiği gibi gençliği, sermayenin güç odaklarının saldırısından korumak, onlara karşı mücadeleye sevk edecek kadar kendi fikrini gençliğe aktaracak yol yöntemleri geliştirmek; gerekli istikrarlı, yaratıcı, titiz, disiplinli vb. çalışmayla ilgili olumlu bütün kavramların karşılığı olan bir tutumu geliştirmek, böyle bir çalışma ahlakı anlayışına da ulaşmak zorundadır. Çünkü sadece doğrulan ifade ediyor olmak, bugün böyle yarın öteki türlü davranmak, kendiliğinden gelişmelerin peşine takılmak, zaman zaman yoğunlaşıp sonra çalışmanın ucunu bırakmak gibi aşırı amatör, kendiliğindenci tutumlara karşı savaş açmayan; disiplinli, istikrarlı, planlı, karşıdaki güçlerin çalışmalarını bozguna uğratacak nitelikte bir çalışma disiplini ve kararlılığına ulaşmayı gözden kaçıran her faaliyet, niyet ne olursa olsun “başarısız” olmaya mahkûmdur.
Böyle bir çalışmanın birinci yanı elbette ki, parti çizgisinin kavranması ve istikrarlı bir çalışma disipliniyle ilerlemekle ilgidir ve sorunun bu yanma yukarıda değindik. Ama bu çalışmanın öteki yanı ise en az birinci yanı kadar önemlidir. Çünkü bu yan olmadan, dünyanın en doğru fikirleri bile etkin olma şansı bulamaz.
Dolayısıyla parti gençliğimiz yaşantı olarak, yığınlarla “sıcak” bağlar kurma bakımından bu çalışmanın gerektirdiği disiplin ve ahlakı elden bırakmamak durumundadır. Emek Gençliği, içinde çalışma yürüttüğü yığınlara, dışarıdan, tepeden bakan, onların arasına dışardan katılan, onlara akıl veren bir “dış güç”, bir “eklenti” gibi gidemez. Giderse de hiçbir şey başaramaz. Tam tersine gençliğimiz, içinde çalıştığı emekçi ve öğrenci gençlik yığınlarıyla bilgisini, görgüsünü, heyecanını, yaşamını, elindeki her olanağı ve aynı zamanda olanaksızlığı da paylaşan bir yaşam ahlâkını kendisine ilke edinmek durumundadır.
Ancak burada söylenen, bağ kurmak adına bu kesimlerin, içinde yaşadıkları gelenek, görenek, dışlanmışlık, feodal bağımlılık, bölgecilik, milliyetçilik, mezhepçilik, hemşericilik, rekabetçilik, burjuva bireycilik… tarafından belirlenen kötü alışkanlıklarına teslim olmak, onların geri eğilimlerine boyun eğmek değildir. Tersine, onların, olumlu anlamda dayanışma fikriyle eğiterek gerideki değil daha ilerideki değerlerde birleşmelerini sağlamaktır. Bu ise, ister istemez, onların bulunduğu zeminin ciddi bir eleştirisinden geçer ama; bu ciddi eleştirinin onlarla, yaşantılarıyla polemik yapan bir biçimde değil onları kazanan bir çizgiden yapılması; bu eleştirinin bir inanırlık taşıması için de onların içinde yaşanması ve onların olanak ve olanaksızlıklarının tanınıp paylaşılması zorunludur.
Kısacası gençlik örgütümüz yığınlarla ilişkisinde alçak gönüllü olacak, yığınlardan öğrenecek, onlara kendi bildiklerini öğretecek; bilgi, kültür, beceri… her şeyini yığınlarla paylaşacak; dayanışma fikrini, kurtuluş ve kurtuluşun kendi kollarında olduğu fikrini hiç unutulmayacağı bir temel dayanak sayarak yığınlarla birleşen bir hat izleyecektir. Gençliğimiz bu temel yaklaşımını hem emekçi gençlik yığınları içinde hem de öğrenci gençlik, üniversite gençliği içinde yaratıcı bir biçimde uygulamak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. (Ve çalışma ayrıntıya indiği ölçüde pek çok akımdan da farklılaşacaktır. Bu yüzden de anlaşılır olmak için, burada sorunu iki ayrı başlık altında ele almak gerekmektedir.)

GENÇLİK ÖRGÜTÜMÜZ, GENÇLİK YIĞINLARININ ÇEKİM MERKEZİ OLMALI
Konferansımızın somut yanıt vermesi gereken sorunlardan birisi de parti gençliğimizin, gençlik yığınları ve onların ileri kesimleri arasında bir çekim odağı olabilmesi için hangi özelliklerinin öne çıkması gerektiğidir.
Kuşkusuz ki, anti-emperyalist, demokrasi mücadelesi içinde olan bir örgüt için, temel çekicilik özelliğini bu mücadelede ortaya koyduğu politikalar sağlar. Dolayısıyla, her topluluk içinde geleneksel olan fikirlerin ve değerlerin karşısına yeni fikirler, yeni değerler koyabilen bir örgüt “çekici” hale gelebilir. Başka bir söyleyişle, bir topluluk; önceki güçlerin (düzen içindeki güçlerin) fikirleri etrafında toplanmış bir topluluktur ve yeni fikirler etrafında yığınları birleştirmek isteyen parti ya da gençlik örgütü bu eski birlikleri dağıtmak zorundadır. Dağıtma ise, yeni fikirleri herkesin dikkatini çekecek bir biçimde ortaya atmak ve insanları, bu yeni fikirden yana ya da karşı olmak konusunda “zorlayacak” kadar karşıt fikirler etrafında “gerilim yaratmak”tır. Yani, yeni fikirler, öyle çeşitli araçlarla ve ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır ki, eski fikirden yana olanların bir bölümü eski fikirlerden kuşku duymaya, yeni fikirlerin doğruluğunu benimsemeye başlamalıdır. Geçtiğimiz yıllarda, “bir fikir cereyanı yaratarak partimizin politikalarını tartıştırmalıyız” derken kastedilen de buydu. Örneğin, işsizlik, örneğin, savaş, kriz ya da daha mahalli bir sorun etrafında bu tartışma başlatılabilir.
Demek ki, gençlik örgütümüzün gençlik yığınları arasında çekim merkezi olabilmesi için, her şeyden önce partinin çeşitli konulardaki politikalarını (elbette o topluluğu doğrudan ilgilendiren ya da genel olarak gündemde olan konulardaki parti görüşünü) ortaya atıp bunları partinin yayın organları, paneller, konferanslar, toplantılar, kültürel etkinlikler, bilimsel sempozyumlar vb. pek çok araçla tartışmaya açması gerekir. Ve elbette bu tartışmayı sadece toplantılarla sınırlı kalmaktan çıkarıp basın açıklamaları, mitingler, gösteriler vb. ile bir eyleme dönüştürmek, bu tartışmanın bir diğer aşaması olarak fikrin maddi bir güce dönüşmesini sağlamaktır.
Gençlik örgütümüzün gençlik yığınları için, özellikle de ileri unsurların çekim merkezi olarak kendisini ortaya koyabilmesi için bir diğer öne çıkması gereken özelliği ise, hitap ettiği gençlik yığınının en çok ihtiyaç duyduğu manevi değerleri ve dayanışma ortamını; “yalnızlık”, “dışlanmışlık”, “bilgi edinme isteği”, “kültürel, sosyal bir eksikliği” giderebilecek ilişkilere sahip olmasıdır.
Bugün aşmamız gereken en önemli zaafların başında da, gençlik örgütümüzün bir “çekim merkezi” olarak görüneceği özelliklerini yeterli düzeyde ortaya koyamaması gelmektedir. Bu özelliklerini ortaya koyamayan bir örgütün, hele hele gençlik örgütünün genişlemesi, (çünkü böyle “içine kapalı”, özelliklerini dışa vurmayan bir örgütün, “Peki gençler size neden gelsin?” sorusuna vereceği açık ve ikna edici bir yanıt yoktur) yeni gençlerle kendisini büyütmesi beklenemez.
Unutulmamalıdır ki; Anadolu’dan büyük kente gelmiş bir öğrenci ya da işçi, emekçi gencin “yabancılık”, “dışlanmışlık” duygusunu duymayacağı, aksine dayanışma, dostluk, hilesiz-hurdasız arkadaşlık, mücadele arkadaşlığı, sağlam bir dünya görüşü, olumlu alışkanlık, kültür, sanat vb. alanında üniversitenin, sokağın, herhangi bir başka kurum ya da çevrenin kendisine veremeyeceği şeyleri parti gençliği içinde edinebileceği duygusu ve düşüncesini uyandıran bir mücadele ve örgüt hayatı gençlik örgütümüzü çekici hale getirecektir.

2- İşçi gençlik çalışması ve sorunları

Toplumsal mücadelenin öncü gücü işçi sınıfıdır, işçi sınıfı mücadelesinin en önünde ise işçi gençlik yer alır. Çünkü tüm öteki emekçi sınıfların gençliği gibi işçi sınıfının genç kesimi de sınıfın en dinamik, en atılgan, en mücadeleci kesimini oluşturur. Bunun için partimiz; partinin gençleştirilmesinden, gençliğin parti için öneminden söz ederken, aynı zamanda işçi gençliğe özel bir önem vermekten söz eder. Çünkü işçi sınıfının genç, dinamik, mücadeleci, öğrenme ve eyleme geçme coşkusuyla dolu unsurlarını parti saflarına kazanmadan, sınıf hareketinin parti hattında dinamik, mücadeleci bir hareket olarak birleşmesinin güçlüğü apaçıktır.
“İşçi gençlik” denildiğinde, işçi sınıfının belirli bir yaş altındaki kesimini kastederiz. Ancak burada; partimizin gençlik çalışmasının bugünkü somut kapsamı bakımından “işçi gençlik” derken; sanayi sitelerinde, ülke sathında yayılmış atölyelerde ve genç işçilerin yoğun olarak çalıştığı KOBİ’lerin nispeten küçük, henüz partinin yoğunlaştırılmış çalışmalarının ulaşmadığı işyerlerindeki genç işçilerden söz ettiğimizi belirtmek gerekir. Ancak bu sınırlamanın bir başka yönden de genişletilmesi gerekir. Büyük kentlerin varoşlarında ve diğer kentlerde semtlerde yoğunlaşan ve sayısı milyonlarla ifade edilen işsiz gençlik kesimlerini, orta öğrenimini tamamlamış ama üniversiteye girememiş öğrenci gençlik kesimlerini, lisede (ve dengi okullarda) öğrenim gören gençliği de kapsayan bir çalışma olarak düşünmek gerekir.
Bir başka ifadeyle bu çalışma; bugünün işsizi yarının işçisi, bugünün işçisi yarının işsizi olan bir gençlik kitlesi içindeki çalışma olarak düşünülmelidir. Esnek çalışma yayıldığı ölçüde de; bu esnekliğin sınıfın iş istikrarına da yansıyacağı göz önüne alındığında; çalışmamızda bir işyerinde çalışıyor olma ya da iş arıyor olma, yarın iş arayacak duruma gelme ayrımının yapılamayacağı ortadadır. Bu açıdan bakıldığında; bir genç işçinin nerede çalışıyor olduğu sadece o işyerindeki örgütlenme bakımından önemlidir yoksa gençliğimizin çalışması bakımından, işsiz gençler ile işyerlerindeki gençler aynı öneme sahip olmak durumundadır. Dolayısıyla işçi gençlik çalışması aynı zamanda işsiz gençlik yığınları arasındaki çalışmayla birleşen bir çalışma olarak düşünülmelidir.

EMEKÇİ GENÇLİK İÇİNDE ÇALIŞMA
İşçi gençlik yığınları başta olmak üzere ülkemiz emekçi gençlik kesimleri, en çok ezilen, geleceği bakımından en çok güvencesizliğe itilmiş, iş ve ekmek talebinin kendisini en acil biçimde duyurduğu kesimdir. Dahası bu kesimler, çalışma koşullarının ağırlığı ile ancak orta çağın köleleri ya da 18. yüzyılın işçi sınıfı ile kıyaslanabilecek ağır koşullarda çalışmaya zorlanmış, lümpenlik, serserilik gibi eğilimleri teşvik edilmiş, cehalet ve kültürsüzlüğe mahkûm edilmişlerdir. Bu yüzden de bu kesimler içindeki çalışma; bu ağır çalışma koşullarının ve içine itildikleri eğitimsizlik, kültürsüzlük ortamının teşhirinin yanı sıra bu koşullardan kurtuluş için kesintisiz bir örgütlenme faaliyeti ile birleşen bir siyasal çalışma olmak durumundadır.
Parti gençliğimizin, 3–4 yıl öncesinde yoğun bir biçimde yürüttüğü “3S mücadelesinin (Sigorta, Sendika 8 Saat işgünü mücadelesi) dersleri her bakımdan bugüne ışık tutacak mahiyettedir. Bu yüzden de bu çalışmaya katılmış genç arkadaşlarımız ve bugün partimizin çeşitli örgütlerinde mücadele eden partililerimizin deneyimlerinden elbette yararlanacağız. Ama şunu bilmemiz gerekir ki, bu alandaki çalışmamızın en temel ilkesi; profesyonelce bir anlayışla yapılmadığı ve partinin temel amaçları sürekli gözetilmediği zaman bu alanda da başarı şansının olmadığı, olamayacağıdır. 3S mücadelesinin en önemli eksikliklerinden birisi buydu.
Kısaca söylemek gerekirse; emekçi gençlik yığınları (işçi ve diğer emekçi kesimlerin gençliği) içinde çalışmamızın tek temel dayanağı, çalışmaya süreklilik kazandıracak tek dayanak; bu gençlik yığınları içinde Emek Gençliği gruplarının oluşturulmuş olmasıdır. Sendikal, kültürel, sosyal, sportif vb. bütün diğer etkinlikler, bu gençlik gruplarının faaliyeti olarak organize edilebildiği ölçüde anlamlı olur ve süreklilik kazanabilir. Bugüne kadarki bu alanlardaki çalışmalarımızın en somut dersi de budur.
Gençlik içinde çalışma denildiğinde, gençlik örgütümüzün, partisiz gençlik yığınları içinde yürüttüğü aydınlatma ve örgütlenme faaliyetini anlarız. Gençlik örgütümüzün bu faaliyette başarılı olması için sadece iyi bir aydınlatma çalışması yürütmesi yetmez; aynı zamanda yaşayışı, disiplini, gençlik kitleleriyle olan bağları yapmacıklıktan uzak, doğal ve sıcak olmalıdır. Bu da, gençlerimizin emekçi gençlik yığınlarıyla, onların imkânları ve imkânsızlıklarını paylaşması, onlar gibi yaşaması; onların doğal önderleri başta olmak üzere en azından bir bölümünü kendi düşündükleri gibi düşünüp davranmaya kazanması için gerekenin yapılması demektir.
Bunun için de her şeyden önce, her çalışma alanında sıcağı sıcağına bir ajitasyon faaliyeti yürütülmesi; parti yayınlarının bu kesim içinde sürekli olarak dağıtılması, onların talepleri ile, siyasetin ilişkisinin hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde açıklanması ve bütün bu faaliyetin sonuçta işçi, emekçi gençlik yığınlarının yeni bir dünya kurmak için hazırlanması faaliyeti olduğunun asla unutulmaması gerekir. Demek ki; “sendika, sigorta sizi (bizi) kurtarır” fikrini aşan bir siyasi çalışma; işçi- emekçi gençlik yığınlarının daha ilk baştan itibaren baskısız, sömürüşüz bir dünya kurma fikriyle tanıştırılıp, böyle bir talep için mücadeleye çekilmesi ve bu fikrin yeterince çekici bir biçimde sunulması son derece önemlidir. 3S mücadelesinin önemli bir eksikliği de, yürütülen aydınlatma ve örgütlenme çalışmasında bu yönüyle yaşanan eksiklik ve zayıflıklar olmuştur.
Gençliğin kendisi için bir dünya kurabileceği ve geleceğini güvenceye alabileceği, mutlu bir yaşama ulaşacağı tek yolun bu olduğunu gençlik yığınlarına her vesileyle yeniden yeniden anlatmak gençlik örgütümüzün hiç vazgeçmeyeceği bir görevdir. Sendika, sigorta, 8 saatlik çalışma, esnek çalışmaya karşı durma, iş güvencesi, işsizlik sigortası, sendika seçme özgürlüğü vb. gibi taleplerin önemi çoğu zaman işçinin kendisi tarafından yeterince anlaşılabilir bir şeydir. Elbette ajitasyonumuzda bunların da önemli yeri olduğu ortadadır. Burada asıl vurgu yapılan, “aşamalı bilinçlendirme” (yani önce 3S vs. günlük talepler sonra siyaset) tutumunun reddedilmesi gereken bir tutum olduğu gerçeğidir. Yani gençlik örgütümüz çalışmasında; savaşın, krizin, seçimlerde kime oy verdiğinin, özgürlüklerin, ülke bağımsızlığının, emperyalizme karşı çıkmanın, Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi sorunların emekçilerin çıkarları doğrultusunda çözülmesinin, sofrasında ekmek ve gelecek güvencesi açısından, sendikal taleplerden (ücret, sigorta, çalışma koşulları vb.) daha fazla öneme sahip olduğuna dikkat çekmek durumundadır.

SANAYİ SİTELERİNDE ÇALIŞMA
Sanayi siteleri, atölyeler ve küçük işletmelerde çalışan genç işçiler arasındaki çalışma, elbette emekçi gençlik yığınları arasındaki çalışmanın en önemli ayağını oluşturmaktadır. Geleneksel çırak-kalfa-usta ilişkisi ile modern sanayinin acımasız ücret ilişkilerinin iç içe geçtiği bu çalışma alanları, kölece çalışma koşulları, düşük ücret, iş güvenliği ve iş güvencesinin “sıfır” olmasıyla diğer sanayi alanlarından ayrılan bir özellik gösterirler.
Öte yanda son 10 yıl içindeki esnafın, küçük sermaye sahiplerinin hızla yoksullaşması, bankalar ve tekelci sermayenin baskısı altında iflasa sürüklenmesi, esnafı da IMF-Derviş programına, tekellere karşı hak mücadelesine itmiştir. Bu yılın başlarında yaşanan ve on binlerce esnafın katıldığı yığın eylemleri göz önüne alındığında; bu alandaki çalışmamızın olanakları ve güçlükleri ortaya çıkar.
Çünkü bir yandan esnaf sistemden kopmaya yönelirken, aynı zamanda sistemin en gerici güçleriyle ilişkileri de çözülme sürecine girmiştir. Bu sürecin kaçınılmaz sonucu olarak, genç işçilere dinci, milliyetçi, feodal motiflerle yönelen baskı azalacaktır. Bu, genç işçiler için önemli bir kazanımdır. Ancak öte yandan, patronların “zorda” olması ve onların da sistemden şikâyete başlaması, hatta sisteme karşı genç işçilerin girmediği kadar “radikal” bir biçimde eyleme geçmeleri; sınıf mücadelesi konusunda işçilerin kafasını karıştıran, patronuyla karşıt sınıflarda olduğu fikrini baltalayan duyguların gelişmesine meydan verebilecektir.
Ama burada gençlik örgütümüzün dikkatle üzerinde duracağı asıl nokta, genç işçileri kendi sınıf çıkarları doğrultusunda aydınlatıp örgütlemektir. Çünkü ancak genç işçiler bağımsız olarak örgütlenirse, esnafla eylem birliği yapma; onlarla ortak olarak bankalar ve tekellere karşı mücadele etme imkânını elde edebilirler. Aksi halde yılın başındaki eylemlerde olduğu gibi, on binlerce genç işçi, eyleme katılsalar bile, patronlarının çıkarları için yürümekten ve onların dolgu maddesi olmaktan, onlara yeni bağlarla bağlanmaktan öteye geçemez. Bu yüzden de; sanayi sitelerinde çalışan genç işçiler ancak kendileri bağımsız olarak örgütlenebildikleri, kendi mesleki, sendikal örgütlerini kurdukları ve daha da önemlisi Emek Gençliği’nin grupları olarak örgütlendikleri ölçüde, küçük işyerlerinin tekeller ve bankalar karşısındaki mücadelesine destek olma, o mücadelenin de anti-emperyalist bir karaktere bürünmesine yardımcı olma imkânını elde edebilirler.
Demek ki bu alandaki mücadele; birbiriyle iç içe olan (ve birinin önce, ötekinin sonra diye ayrılmadığı) iki alanda sürmek durumundadır.
1-) İşçilerin yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirmek için bir mücadelenin örgütlenmesi; geçmişte “3S mücadelesi” olarak formüle edilen mücadele,
2-) Genç işçilerin kendi sınıf çıkarları ve dünya görüşleri etrafında birleşerek Emek Gençliği çatısı altında örgütlenip, birim grupları oluşturması mücadelesi.
İşyerlerinde, sanayi sitelerinde parti ve gençlik örgütü gruplarının oluşturulması, bunların aynı zamanda sendikal mücadelenin de çekirdeği olarak bütün mücadelenin merkezinde olduğu bir çalışmayı hedeflemek parti çalışmasının esasıdır. Sportif, kültürel, sosyal vb. karakterli bütün aktiviteler, bu siyasal amaca hizmet edecek biçimde düzenlendiği ölçüde başarılı olur ve işçi yığınlarının mücadelesinin istikrarlı bir biçimde gelişmesine hizmet eder.

İŞSİZ GENÇLİK YIĞINLARI ARASINDA ÇALIŞMA
Gençlik örgütümüzün emekçi gençlik kesimleri içindeki çalışmasının en önemli ayaklarından birisi ise; işsiz gençlik yığınları içindeki çalışmadır.
İşsiz gençlik yığınları, artık çalışabilir bir çağa gelip iş aramaya başlamış ama henüz iş bulamamış gençlik kesimleri ile işten çıkarılmış ya da çıkmış olduğu için işsiz olan gençlik kesimlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla, “bu kesim, işçi sınıfının ‘artı nüfus’ bölümüdür” diyebiliriz. Ve kapitalizm koşullarında bu kesim bazen “azalsa” da son derece geniş bir nüfus kesimine karşılık gelmektedir. İşsizler, Türkiye’de şu anda çalışabilir nüfusun yüzde 20’sine karşılık gelmektedir ve bu yüzde 20’lik işsizler ordusunun çok büyük bir bölümünü genç işsizler oluşturmaktadır. Bırakalım Türkiye’yi en gelişmiş ülkelerde bile işsizlik kronik bir hal almış olup; yüzde 10-12’ler dolayında seyretmektedir. Ve gelişmiş ülkelerde, bu yüzde 10-12’lik işsizler ordusunun yüzde 90’ını genç işsizler oluşturmaktadır.
İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerin varoşlarındaki kadın ve erkek işsiz nüfus olağanüstü bir boyuta ulaşmıştır.
Dolayısıyla bu kesimler içinde çalışmak, hem işyerlerindeki örgütlenme (bugün işsiz olan işçiler, yarın bir işletmeye girecektir) için potansiyel bir çalışma hem de işsiz yığınların sisteme karşı mücadelesi, sınıfın en genç ve dinamik kesiminin örgütlenmesi anlamına gelmesi bakımından önem kazanmaktadır.
Partimizin emekçi semtlerindeki çalışmasında en önemli iki dayanaktan birisi işsiz gençlik yığınları içindeki (diğeri ev kadınları arasındaki çalışmadır) çalışmasıdır. Bu alan, elbette gençlik çalışması olarak anlamlanacaktır.
Somut olarak yaklaşıldığında, işsiz gençlik yığınları arasındaki çalışma; meslek sahibi olmayan gençlerin meslek edinmeleri için belediyeler, devlet ve öteki kurumlardan talepte bulunmadan başlayarak iş, sosyal güvenlik, işsizlik yardımı sağlama; işsizlerin sağlık ve eğitim giderlerinin karşılanmasını istemeye kadar uzanan bir dizi talep için mücadele çeşitliliğine sahip olmak durumundadır. Son aylarda işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadele çalışması içinde ortaya çıkan; işsiz gençlik yığınlarının politikaya ve mücadeleye ilgisi, bu açıdan değerlendirilmesi gereken bir gelişmedir.
Özellikle büyük kentlerin genç işsiz yığınları, kültürel, siyasal, sosyal ve akla gelen her bakımdan dışlanmış; uzun işsizlik dönemleri nedeniyle de lümpen eğilimlerin, kötü alışkanlıkların hızla yayıldığı bir toplumsal kesimdir. Bu nedenle de bu alanda çalışacak gençlik örgütlerimiz; etraflarının bir çirkef deniziyle çevrili olduğunu bilerek; gençlik yığınları içinde sadece sistemin kötülüğünü açıklamanın ve ondan kurtuluşu propaganda etmenin ötesinde spor etkinliklerinden kötü alışkanlıklara karşı (uyuşturucu alışkanlığı, fuhuş, hırsızlık, çeteleşme vs.) mücadeleye, kültürel etkinliklerden çeşitli siyasal tartışmalara, meslek edinme talebi doğrultusunda örgütlenmekten Emek Gençliği’nin dolaysız bir biçimde düzenleyeceği siyasal etkinliklere kadar çok değişik örgütlenmeler ve aktiviteler yapmak yükümlülüğü ile yüz yüze geleceklerdir ve gelmektedirler.
Öte yandan bu gençlik yığınlarını dinci, milliyetçi, kozmopolitan her türden görüş ve gerici siyasi partilerin etkisinden kurtarmak gibi önemli bir görevimizin olacağı ortadadır: Dolayısıyla bu gençlik kesimleri içinde bütün düzen partilerine, her tür milliyetçi, dinci, mezhepçi, hemşerici, sosyal demokrat, küçük burjuva, kaba solcu görüşlere karşı bir mücadele açmış olduğumuz, başka bir söyleyişle bütün bu görüşlere karşı bir mücadele temelinde işsiz gençlik yığınlarını kazanmayı hedeflediğimiz asla gözden kaçırılmamalıdır. Tabii aynı zamanda, bütün bu gerici, bireyci görüşlerin yerine sınıf kardeşliğini, dayanışmayı, insani dostluğu, ilerici, devrimci görüşleri, anti-emperyalist bir emekçi yurtseverliğini, sosyalizm fikrini koymayı da kapsayacak bir mücadele olarak ele alındığı ölçüde işsiz gençlik içindeki çalışmamız, anlaşılır, verimli, gençlik yığınlarını birleştirici, gençlik örgütümüzün ve partimizin bu yığınlar içindeki etkisini artırıcı bir çalışma olacaktır.

ORTAÖĞRENİM GENÇLİĞİ İÇİNDEKİ ÇALIŞMAMIZ
Bugün ülkemiz gençliğinin önemli bir kitlesini de ortaöğrenim gençliği (liseli gençlik) oluşturmaktadır. Bu gençlik kitlesinin önemli bir çoğunluğu, yüksek öğrenim hakkından yararlanamamakta ve işçi, işsiz gençliğin saflarına katılmaktadır. Gençlik örgütümüz, orta öğrenim gençliği içerisindeki çalışmamızı, emekçi gençlik yığınları içerisindeki çalışmamızın bir parçası olarak ele almalıdır.
Elbette ki orta öğrenim gençliğinin okul hayatında, öğrencilikten kaynaklı sorunları olacaktır ve bu sorunlara ilişkin bir mücadele okullarda örgütlenecektir. Yine okullarda Öğrenci Birlikleri, eğitsel kol faaliyetleri, kültürel, sportif faaliyetler ve bir bütün olarak orta öğrenim gençliğinin sosyal hayatını zenginleştirecek bütün etkinliklerin gerçekleştirilmesi için çaba sarf etmek Emek Gençliği’nin görevleri arasındadır.
Ancak bu durum gençlik örgütümüzün bu alandaki gruplarını ve üyelerinin semt çalışmalarına, emekçi gençlik kesimleri içerisindeki çalışmalara katılımını engelleyen, zayıflatan bir tarzda ele alınmamalıdır.
Bugün orta öğrenim gençliğinin birçok talebi, emekçi semt gençliğinin talepleriyle iç içe geçmiştir. Dahası, emekçi semtlerinde öğrenci veli ve ailelerinin, bu alandaki sorunlara karşı çeşitli talepler etrafında örgütlenmesini sağlamak başarılı olabilmenin olmazsa olmaz koşulu durumundadır.
Yazı boyunca, gençlik örgütümüzün işçi, emekçi gençlik kesimleri içerisindeki çalışmasına ilişkin yapılan değerlendirmeler, orta öğrenim gençliği için de geçerlidir.

İŞÇİ-EMEKÇİ GENÇLİK İÇİNDE ÇALIŞAN GENÇLİĞİMİZİN İÇ EĞİTİMİ
İşçi-emekçi gençlik kesimleri içinde çalışan parti gençliğimizin, üniversite gençliği kadar “ideolojik zorluklarla” karşı karşıya değilmiş gibi görünse de, aslında çok daha geniş bir donanıma sahip olması gerektiği ortadadır. Emekçi gençlik yığınlarının burjuva düzen partilerinin milliyetçi, dinci ön yargıları ve gerici ideolojinin doğrudan baskısı altında olduğu göz önüne alındığında bu alanda çalışan gençlik örgütlerimiz kendisini bütün bu gerici mihraklara karşı mücadele bakımından donatmak zorundadır. Burada da temel dayanağımız partimizin çizgisini, onu diğer burjuva partilerinden ayıran temelleri doğru kavramak; gençlik yığınlarını bu doğrultuda eğitecek kadar gerçekleri kavramaktır. Bunun için gençlik örgütümüzün iç eğitiminin özel olarak örgütlenmesi, parti yayınlarının yakından izlenmesi; özellikle gazetenin ve öteki yayınların emekçi gençlik içinde okutulup tartışılmasını sağlayacak kadar parti yayınlarının yakından izlendiği bir eğitim disiplinine sahip olunması zorunludur. Onun ötesinde; ücret, emek, sermaye, sınıflar, sınıf mücadelesi, parti, kapitalizm, sosyalizm, vb. gibi temel kavramlara kadar bir iç eğitim de bu alandaki çalışma için önemlidir. Çünkü özellikle işçi gençlik yığınları içindeki çalışmada “eğitim grupları”, temel kitapların okunması gibi bir çalışma hep olacağından; bu çalışmayı yürütecek olan gençlik örgütümüzün yöneticileri başta olmak üzere bütün örgütlü grupları kendi iç eğitimlerinde bunu gözetmek durumundadır. Gençlik örgütümüz bunun için gerekli materyallere her zamankinden daha zengin bir düzeyde sahiptir. Parti yayınları, kongre, konferans belgeleri, genelgeler, Marksizm’in temel kitapları, devrimci roman ve edebiyat eserleri düşünüldüğünde, okuma ve öğrenmenin önünde kendi eksikliklerimizden başka hiçbir engel olmadığı ortadadır.
Sanayi sitelerindeki, semtlerdeki, ortaöğrenim kurumlarındaki gençlik yığınları içerisinde sürdürülen günlük çalışmanın olumlu ve olumsuz örneklerinin tartışılması yine parti gençliğimizin iç eğitimin ihmal edilemez konularını oluşturmalıdır. Çünkü parti gençliğimiz kendi çalışmasından öğrenecek; bu çalışmaya katılacak gençlik yığınlarını da bu çalışmanın birikimiyle eğitecektir.

3- Üniversite gençliği ve gençlik mücadelesi

Üniversite gençliğini diğer gençlik kesimlerinden ayıran en önemli özellik; dünyada olup biteni izleme ve değerlendirme şansına sahip olmasıdır. Bu özellik onu ülkenin entelektüel geleceğini belirleyen bir konuma getirmektedir. Onun bu özelliği aynı zamanda, ülkenin entelektüel yaşamında kendi dünya görüşünün egemen olmasını isteyen siyasi akımların üniversite gençliği üstüne üşüşmesini de beraberinde getirmiştir. Bundan sonra da daha çok böyle olacağından kuşku duyulamaz. Çünkü ülkenin entelektüel hayatına egemen olmak demek; kültürü, sanatı, siyaseti, hatta bilimin gelişme yönünü, kendi dünya görüşünün doğrultusunda etkilemek demektir.
Bu yüzdendir ki; ’68 eylemlerinin yayılması karşısında egemen sınıfların, hükümetlerin asıl kaygısı bu eylemlerin yıkıcılığı, sistemi tehdit etmesi değil, üniversite gençliği içinde burjuva ideolojisine, burjuva dünya görüşüne, bireyciliğe duyulan tiksintinin yayılmasıydı. Çünkü onlar, işletmelerini, ülke yönetimini bırakacakları gençliğin burjuva dünya görüşü karşısında karşı safta bulundukları bir üniversite ortamında yetişmesinden kaygılanıyorlardı.
Bu yüzdendir ki, en başta da egemen sınıflar, üniversite gençliğinin kendi dünya görüşlerine, kendi güncel politikalarına kazanılmasına özel bir önem verirler. Çünkü son tahlilde, kendi yerlerini, ülkenin idaresini devredecekleri unsurları bu gençlik içinden seçmektedirler. Dolayısıyla da bu elit yönetici kesiminin yetişeceği ortamdaki egemen fikirlerin ne olduğu onlar için son derece önemli olmaktadır. Egemen sınıflar ve onların ideologları ve politikacıları bilmektedir ki; sosyalist, antiemperyalist fikirlerin egemen olduğu bir üniversiteden kendi yöneticilerini, fabrikalarının yönetimlerini, devletin ve kendi siyasi partilerinin yönetimlerini güvenle devredecekleri gençleri “zor” bulacaktır. Bu yüzden de egemen sınıfların en çok çekindikleri şey; üniversitelerinde kendilerine, sistemlerine karşı fikirlerin yayılması, gençliğin bu fikirlerle haşır neşir olmasıdır.
Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin gerekçelerinin en önünde, “üniversitelerin ıslah edilmesi”, “üniversitelerin antiemperyalist, sosyalist fikirlerin barındığı, yayıldığı kurumlar olmaktan çıkarılması”nın olması; cuntaların, gerici hükümetlerin en önemli işleri arasında “üniversitelerin denetim altına alınması” olması bir rastlantı değildir.
YÖK ve onun çekip çevirdiği üniversite yönetimlerinin amacı, resmi törenlerde ifade ettikleri gibi; üniversiteyi, bilim özgürlüğünün olduğu, demokratik, özgür düşünen bireylerin yetiştirdiği kurumlar olarak biçimlendirmek değildir. Tam tersine üniversite yönetimleri, yukarıdan aşağı; bilimsel çalışma yapma özgürlüğünün bulunduğu, şovenizme, ırkçılığa, gericiliğe karşı bir zihniyetin egemen olduğu üniversite istemiyor. Üniversiteleri, “aykırı” fikirlerin yaşamasına izin vermeyen bir zorbalıkla; sistemin ideolojisi tarafından biçimlendirilen öğrencilerin yetiştirildiği kurumlar olarak korumayı amaçlıyor. Bunun içindir ki, üniversite fikri; “sistemin ihtiyacı olan eğitimli elemanları yetiştirme”ye indirgenmiştir. Bu da artık açıkça ifade edilmektedir.
Bu anlayış kendisini; ana kapılarının güvenlik güçleri tarafından tutulmuş; sıkı polis, jandarma kontrolü altında, öğrencilerin her hareketinin şiddetle bastırıldığı; öğretim üyelerinin bilimsel çalışmaya teşvik yerine, devletin ve egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda sonuçlar çıkaracak çalışmalar için maniple edildiği; toplantılarında sıkıyönetim bildirileri gibi direktiflerin yayınlandığı üniversitelerde kendini somutlamaktadır.
Aslına bakılırsa; 20. yüzyıl öncesinin üniversitesi, bilimin egemenlerin hizmetine sokulmasını meşrulaştıran, bu nedenle de halkla, demokrasi ve özgürlükle ilgisi olmayan, sistem kurumları durumundaydı.
Bugünün üniversitesi ise “çelişik bir bütün”dür. Çünkü bir yandan üniversite, en gerici fikirleri egemenler adına “bilimsel temellere oturtma” görevini yaparken öte yandan, 20. yüzyıl içinde iki önemli değişime uğramıştır. Bunlardan birincisi; üniversitelerin halk gençliğine açılarak, halkın sorunlarının üniversiteye taşınmasının yolunun açılması; “egemenlerin sorunları mı, halkın sorunları mı üniversitenin araştırma konusudur?” tartışmasının başlamasıdır.
İkincisi ise; üniversite öğretim üyelerinin kalabalıklaşarak ve halk sınıflarından gelen çok sayıda bilim adamının üniversiteye girmesiyle, üniversitenin, insan haklan savunuculuğundan savaş karşıtlığına, faşizme karşı çıkmaktan demokrasinin geliştirilmesine, üniversite ortamının demokratikleştirilmesine kadar birçok alanda mücadeleye sahne olmaya başlamasıdır.
Bugün de, “özerk, demokratik, bilimsel bir üniversite” talebi öne sürülürken, aslında, bu çelişik üniversitenin “olumlu yananın galebe çalması için uğraşılmaktadır.
Bu açıdan yaklaşıldığında; “üniversite” denildiğinde olumlu çağrışımları akla getiren her şey “bilimin özgürlüğü”dür. Üniversitenin demokratik bir ortama sahip olması da, özerklik de bu temele oturduğu zaman anlamlı olur. Dolayısıyla üniversite içindeki mücadelenin; zaman zaman ülkedeki sınıflar mücadelesinin sıcaklaşmasına göre, kendi başına siyasetin, demokrasinin bir odağı gibi davrandığı olur (1960’lı, ‘70’li yıllarda bu yan çok ilerideydi). Ama aslında üniversitede bütün her şeyin temelini oluşturan bilimin özgürlüğü için mücadele, bilimin egemen sınıfın ihtiyaçlarının ve mali baskısının olmadığı koşullarda yapılabilmesi için verilen mücadeledir. Çünkü bilimsel bilgi devrimcidir ve her tür gericilikle çelişir.
Bu yüzden de üniversitenin mücadeleye katılımı dendiğinde sadece üniversite öğrencilerinin, üniversite gençliğinin, genç olmaktan ve bu ülkenin vatandaşları olmaktan gelen anti-emperyalist demokratik bir çizgide mücadelesi akla gelmemelidir. Öğrencilerin üniversite öğretim üyeleri, öğretim görevlileri ve bütün üniversite çalışanlarıyla birlikte; özgür bilim ortamı, bu bilim ortamının demokratikleşmesi ve sermayeden her bakımdan özerk olması için mücadele etmesi akla gelmelidir.
Partimizin üniversite gençliği içindeki çalışması; üniversite gençliğinin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin bir dayanağı haline getirilmesi işte bu mücadelenin; ”bilimsel, demokratik, özerk bir üniversite mücadelesi”nin bir unsurudur. (Pratikte ise, üniversite öğrencileri üniversitedeki kesimlerin en dinamiği ve kitlesel güce sahip kesimi olarak hareket ettiğinden “demokratik ve özerk üniversite talebi” “öğrenci talebi” olarak görünmektedir) Ve elbette bilimsel, özerk, demokratik üniversite mücadelesi de; ancak bağımsız demokratik Türkiye mücadelesinin bir parçası, onun bir dayanağı olduğu ölçüde anlamlı, gerçekleşebilir bir çizgide ilerleme şansına sahiptir.

BİLİM ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN MÜCADELE
Partimiz son bir yıldır, bilimin, bilimsel bilginin devrimci olduğu fikrinden kalkarak; 1940-50’li yıllarda sosyalist bilim adamlarıyla kapitalist bilim çevreleri arasında yürüyen tartışmaların metinlerini yayınlamaktadır. Önümüzdeki aylarda bu faaliyet daha da yoğunlaşacaktır. Günümüz koşulları göz önüne alındığında; üniversite gençliğimiz, bu tartışmanın sürdürülüp yayılmasının örgütlenmesini tüm diğer görevlerinin temeli olarak kavramak durumundadır.
Bu vesile ile namuslu bilim adamları, bilim özgürlüğü mücadelesinde yer almak isteyen öğretim üyeleri ve yardımcılarıyla ilişkiler geliştirmek, onlarla birlikte bilimin özgürlüğü, sermayenin bilim üstündeki baskılarının son bulması ve bunun için tüm üniversite camiasının ortak mücadelesinin örgütlenmesi görevi, üniversite gençliğimizin asli görevidir.
Bu amaçla üniversitede çeviri metinlerin ve bu metinler üstüne yazılmış makalelerin okutulup tartışılması, konusuna göre, üniversitenin ilgili bölümlerinin merkezinde yer aldığı toplantılar, tartışmalar düzenlemek, öğretim üyelerinin bu makaleler üstüne tartışmaya katılması için gerekli inisiyatifi göstermek son derece önemlidir. Çünkü böylece gençliğimiz salt gençliği değil ama bu tartışmanın en temel öznesi olan öğretim üyelerini de tartışmaya katarken, demokratik, özerk, bilimsel üniversite mücadelesinin öteki en önemli ayağını; öğretim üyelerini ve yardımcılarını da bilimin özgürlüğü tartışmasının içine çekmiş olacaklardır.
Üniversite gençliği ve öğretim üyelerinin bir politikaya kazanılmasında düşünsel olarak kazanmak, ikna edici olmak önemlidir. Bu yüzden de, üniversitedeki çalışma, partimizin çizgisine en yakın gibi görünen politik hareketler de dâhil tüm gerici düşüncelerin ciddi bir eleştirisi temelinde yürümek zorundadır. Dolayısıyla üniversite gençliğimiz, partimizin çizgisini ileri düzeyde özümserken, aynı zamanda çeşitli milliyetçi, ırkçı, dinci, sosyal demokrat ya da çeşitli “sol” fraksiyonların çizgilerini bilmek, onları parti çizgisinde bir eleştiriye tabi tutarak üniversite gençliğinin ileri kesimlerini kendi bünyesine katacak düzeyde bir aydınlatma, bir propaganda faaliyetini son derece canlı bir biçimde yürütmek durumundadır. Bu amaçla; en sıcak konulardan başlayarak karşıt siyasal-ideolojik çizgileri eleştirmek için toplantılar düzenlemek, onlarla gündelik polemik yürütmek, bu amaçla partinin yayın organlarını, üniversite dergilerini, üniversitenin sunduğu çeşitli imkânları değerlendirmek gerekmektedir.
Sadece Türkiye çapında tartışılan değil ama uluslararası planda tartışılan görüşler (liberalizm, post-modernizm, terörizm, savaş-barış, emperyalizme karşı mücadelenin önündeki uluslararası engeller, Huntington, Negri, Ficher, vb. üstüne tartışma açmak vs. vs. pek çok konu) üniversitedeki gençlik gruplarımızın dikkat kesilmesi, ilgi göstermesi ve tartışmaya açması gereken konular içinde olmak durumundadır.
Kuşkusuz sadece siyaset ve siyasetle dolaysız ilişki içindeki felsefi konular değil, kültür, sanat ve edebiyatın değişik dallarındaki tartışmalar da bu konulara dâhildir. Üniversite gençliğinin, öğrenim yaptığı bilim dalındaki beklentilerine yanıt alamayan, kendisini sanat, kültür, sosyal kimi etkinliklerle eğitmek isteyen kesimlerinin, Emek Gençliği’nin üniversitedeki çalışmasında bu özlemlerini bulması için gençlik örgütümüz çalışmalarını çok yönlüleştirmek durumundadır.

EMPERYALİST SAVAŞA KARŞI MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM
Bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin bileşeni olarak üniversite gençliğinin kazanılması önemlidir. Bugün ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalistler ve işbirlikçilerinin, dünyanın bütün ezilen, mazlum halklarına ve sömürülen işçi, emekçi sınıflarına karşı başlattığı uluslararası terör ve savaş, yukarıda ortaya konan temelde bir mücadelenin gündemini belirleyecek boyuttadır.
Emperyalist saldırganlığın yarattığı iç ve dış politik ortamdan kalkarak, dünyanın içinde bulunduğu durumu, nereye doğru gittiğini, Türkiye’nin konumunu sorgulamak, tartıştırmak ve bunun üzerinden savaşa karşı antiemperyalist mücadele bayrağını yükseltmek için üniversitelerdeki Emek Gençliği grupları bütün gücüyle çalışmalıdır.
Dünyanın, başta silah ve savunma sanayi tekelleri olmak üzere emperyalist tekeller ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması için sürdürülen gerici politikalar; tehdit, şantaj ve savaş yoluyla dünya halklarına, emekçilere ve gençliğe kabullendirilmeye çalışılıyor. Oysa burjuvazinin ve ideologlarının yüz yılın son çeyreğinde ortaya attıkları bütün tezler yerle bir olmuş durumda. Dünya barışı, kardeşlik, uygarlık, medeniyet, küreselleşme, evrensel adalet, eşitlik vb. kavramlarla sürdürülen propagandanın sahteliğini üniversite gençliğine anlatmak, üniversitelerin savaş cephesinde yer alamayacağını yüksek sesle dile getirmek ve bugüne kadar burjuvazinin gençlik yığınlarının beynine yüklediği yoz, gerici fikirlerin temellerini dinamitlemek için bilgece ve militanca öne atılmak gerekiyor.
Son yaşanan gelişmeler, savaşsız, sömürüşüz, eşit ve özgür bir dünya ve Türkiye’nin mümkün olduğu fikrini üniversiteye egemen kılmak için yürütülen mücadelenin ilerlemesinin vesilesi yapılmalıdır. Üniversitelerdeki Emek Gençliği örgütlerimiz, bilimin ve üniversitenin halkın yanında yer alması için verilecek mücadelede, dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu objektif koşulların, dünden çok daha fazla bizden yana olduğunu yeni olanaklar sunduğunu görerek hareket etmek zorundadır.
Bunun için üniversite gençliğimiz gerekli ideolojik birikimle donanmak, Marksizm, sosyalizmin birikimini öğrenmek ve partimizin program ve taktiklerini kavrayarak iç eğitimini hızla gerçekleştirmek durumundadır. Disiplin, fedekârlık, militanlık, kararlılık, dayanışma ve paylaşımı, örgüt çalışmasının vazgeçilmez ilkeleri olarak, mücadelenin, devrimci yaşamın ve başarının temel şartı olduğunu unutmamalıdır.

ÖĞRENCİ ÖRGÜTLERİ, MÜCADELE ÖRGÜTÜ OLMALIDIR
Kol, kulüp, topluluk, ÖTK vb. öğrenci örgütlenmeleri, çıkarılan üniversite dergileri; bilimin özgürlüğü, halktan yana üniversite, antiemperyalizm, bağımsızlık ve demokrasi, bir bütün olarak yeni bir dünya ve Türkiye fikrinin üniversitelere egemen kılınmasının önemli araçları olarak ele alınmalıdır.
Öğrenci örgütlerinin sağladığı kürsülerden yararlanmak, üniversite gençliğinin akademik, mesleki, sosyal ve kültürel örgütlülüğünü ilerletmek, bu örgütlerin birer kitle örgütü, mücadele örgütü olarak çalışması, çoğalması ve bir araya gelmesi için çaba sarf etmek üniversite gençliğimizin vazgeçemeyeceği işlerdir. Öğrenci örgütlerinin, mücadele örgütü olarak harekete geçirilmesinde yaşanan sıkıntılar, zorluklar ve gerilikler, gençlik örgütlerimizin ısrarı ve kararlılığını zayıflatmamalı, aksine, gerici, sistem içi, lümpen ve boş vermişçi tutumlarla açıktan mücadele edilmelidir.
Emek Gençliği örgütlerinin, politik bir gençlik örgütü olarak yürüteceği bağımsız çalışmalarla, öğrenci örgütleri içindeki çalışmaları birbirini destekleyen, tamamlayan ve güçlendiren bir anlayışla ele alınmalıdır. Öğrenci örgütlerinin öne çıkan üyelerini, yöneticilerini Emek Gençliği saflarına kazanmak, bu konuda açık ve cesur davranmak, gençlik örgütümüzün nitelik ve nicelik olarak büyüyüp zenginleşmesinin vazgeçilmez koşuludur. Hiçbir gerekçe ve açık, atak ve cesur davranmamızın engeli olarak kabul edilmemelidir.

Aralık 2001

EKLER:

EK-1
İstanbul Emek Gençliği; işçi, işsiz ve liseli gençlik konferansı sonuç bildirgesinden
NE İŞ NE EĞİTİM NE GELECEK GENÇLİK HİÇBİRİNDEN VAZGEÇMEYECEK!
Geçmişten, günümüze iktidar olmuş bütün siyasi partiler ülkemizi “zenginler için cennet; emekçiler için cehennem” yapma yolunda adeta birbirleriyle yarıştılar. Emekçi halkı, biz gençleri bölmek için; sağcı, solcu, Alevi, Sünni, şeriatçı, laik gibi yapay ayrımları kışkırttılar.
(…)
Hepsi IMF, DB önünde el pençe durup,”ulusal bağımsızlığımızı ve onurumuzu” emperyalist haydutların ayakları altına attılar. (…)

BİZİ TEMSİL ETMİYORLAR
Onlar, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda memleketi savaş bataklığına sürükleyip bu ülkenin gençlerini ABD askeri yapma alçaklığını gösterebiliyorlar. (…)
Onlar, milyonlarca genci fabrikalarda, sanayi sitelerinde, atölyelerde sağlıksız, ilkel, insani koşullardan uzak, sendikasız, sigortasız, zorunlu mesailerle çalıştırmaktan çekinmeyecek kadar gençliğe düşmanlar.
(…)
Onlar, emekçi çocukları için eğitim olanaklarını daraltırken, eğitimde fırsat eşitsizliğini körükleyip “özel” çocukların gidebileceği “özel” okullara milyonlarca dolar teşvik kredisi verecek kadar zalimler.
(…)
Onlar, bütün imkânlarını rekabetçi, bireyci, çıkarcı, kendini beğenmiş, hakkını aramaktan mahrum, suskun, uysal, politikayla uğraşmayan, ülkesinin ve halkının çıkarları karşısında duyarsız, yürekleri, beyinleri ve bedenleri uyuşmuş bir gençlik istiyorlar. (…)
(…)
Özentilerin, boş hayallerin, kişisel refah, mutluluk rüyasının arkasında lotodan, piyangodan, at yarışlarından umut bekleyerek hayatımızın en güzel yıllarının harcanmasına ve geleceğimizin karartılmasına izin veremeyiz. Gençlik olarak bizlere dayatılan bu onursuz yaşama hep beraber dur diyelim. (…)

İşçi gençler; (…)
İşkollarımızda örgütlenmenin ve bir araya gelmenin bütün zorluklarına rağmen bunu başarmalı, başta sendika, sigorta, sekiz saat işgünü hakkımız olmak üzere insanca bir yaşam için çevremizdeki işçi kardeşlerimizle birlikte ortak hareket etmeliyiz. Patronların emeğimiz ve alın-terimiz üzerindeki saltanatına ve sömürüsüne dur demek için işçi, emekçi gençlik birlikleri oluşturarak mücadeleye atılmalıyız.

İşsiz gençler;
İşsizliği kapitalizm yaratıyor ve patronlar işsiz gençleri, genç işçilere karşı kullanıyorlar. Genç işsizler ordusunun çıkarları ile çalışan genç işçilerin çıkarları ortaktır. (…)
Yeni iş alanlarının açılması ve işsizlik sigortasının çıkartılması ve dahası, işsizlik sorununun kökten çözüleceği bir sistemin kurulması için mücadele etmeliyiz.

Liseli gençler: (…)
Eğitim hakkımıza sahip çıkmalıyız. Eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması ve parasız bilimsel demokratik eğitim hakkımız için sınıf sınıf, okul okul öğrenci temsilciliklerinde örgütlenmeli ve haklarımız için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

EMEĞİN SAFLARINDA BİRLEŞELİM (…)
Eşitliğin, kardeşliğin, barışın, dayanışmanın, sevginin, paylaşımın egemen olacağı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak için Emek Gençliği’nin saflarında birleşmeye çağırıyoruz. Haydi, hep birlikte bu onurlu yürüyüşte yerimizi alalım.

İSTANBUL EMEK GENÇLİĞİ

EK-2
İstanbul Emek Gençliği Üniversiteler Konferansı Sonuç Bildirgesi’nden
YENİ LİBERALİZMİN USLU KÖLELERİ OLMAYACAĞIZ
Dünya ve Türkiye yoksulluğun ve savaşın pençesinde kıvranıyor. (…)
Yeni liberalizmin yaydığı “küresel hayaller” Burjuva bilimciler, kapitalizmin ideologları, yüzyılın son çeyreğinde eşitlik, adalet, barış, kardeşlik ve özgürlüğün dünyaya egemen olacağını iddia ettiler. (…)
Birbiri ardına düzenlenen konferanslar, sempozyumlar ve zirveler de; “Sınıfların yok olduğu, sınırların ortadan kalkacağı, teknoloji, iletişim, bilgi çağının doruğuna ulaşılacağı ve dünyanın bütün zenginliklerinin dünya halktan tarafından paylaşılacağı” üzerine nutuklar attılar.
(…)
Son Afganistan işgaliyle birlikte, başta Ortadoğu olmak üzere bütün dünya 3. Büyük Emperyalist Savaş’ın eşiğine geldi.

Türkiye’yi yönetenler emperyalist yalanların işbirlikçiliğini yaptılar
Bütün bu dönem içerisinde Türkiye’yi yönetenler, uluslararası tekellerin sınırsız egemenliği için izlenen politikaların işbirlikçiliğini yaptılar. İlerleme, “dışa bağımlı kalkınma ve zenginlik”, “uluslararası toplumun”, “küresel dünyanın” bir parçası olma adına, ülkemizin bütün zenginliklerini yağmaya, talana açtılar; hem yabancı sermayeye peşkeş çektiler hem de kendileri hortumladılar. (…)
Sermaye örgütlerinin, holding medyasının, üniversite kürsülerinde ABD ve Avrupa Birliği yetiştirmesi bilim adamı müsveddelerinin ve sözde aydınların oluşturduğu Göbbelsci propaganda korosu eşliğinde emperyalist yalanların çığırtkanı oldular.

Kapitalizm sorgulanıyor, mücadele yeniden yükseliyor
İşte bu tablo içerisinde, 2. bin yılın sonu ve 3. bin yılın başlangıcı, refah ve bolluk açısından değil ama dünyamız ve ülkemizin fikir hayatına egemen olan yeni liberal illüzyonun kırılması açısından bir başlangıç oldu. Bir dönem öncesine kadar tabu kabul edilen “küresel kapitalizm” ve onun yeni liberal İdeolojisi; IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün politikaları bilim dünyası tarafından yüksek sesle sorgulanmaya başlandı. (…)
Ülkemiz işçileri, kamu emekçileri, üretici ve topraksız yoksul köylüleri, küçük esnafı ve işsizleri de, dünya genelinde emekçilerin yükselen sesine kendi sesleriyle katılıyor. (…)

Üniversitelerin bugünkü konumunu kabul etmemeliyiz
Bu büyük değişim isteği ve yeniden yükselen mücadele anaforu içerisinde üniversitelerin yeni liberalizme teslim olmuş, dünya ve ülkesindeki yaşananlardan kopuk, bugünkü skolastik yapısını daha fazla sürdürmesine izin veremeyiz.
Akademisyeni, çalışanı ve öğrenci kitlesiyle, bilinmezciliğin, nihilizmin, post-modernizmin, bana neciliğin, boş vermişliğin sorumsuz ve lümpen hegemonyası altında ezilmeye razı olamayız.
(…)
Böyle bir dünya ve Türkiye tablosu içerisinde, kol, kulüp, topluluk ve ÖTK gibi öğrenci örgütlerinin, sponsor peşinde koşup, kendi küçük “yaşam alanları”nın mutluluğu içinde kaybolmasına izin veremeyiz. Bilim özgürlüğü ve bunun için mücadeleyi, üniversiteye lüks olarak gören bir aymazlığın savunuculuğu karşısında sessiz kalamayız.

Yükselen mücadelenin dışında kalmamalıyız
17. yüzyıl’dan bu yana üniversitelerin tarihi bilim özgürlüğünün ve emeğin yaratıcılığının yüceltilmesinin tarihidir. Çağdaşlık ve medeniyet; bilimin, bilginin ve emeğin egemenliği ile mümkündür.
(…)
Üniversite gençliği olarak, emek ve bilgi arasındaki kopmaz ilişkiyi tersyüz eden, emeği aşağılayan, toplumun çıkarlarının yerine holding ve tekel çıkarlarını koyan, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”ci liberalizmin uslu köleleri olmayı kabul etmemeliyiz.
(…)
Üniversiteye çağrımızdır
Bilimden ve aydınlanmadan yana olmak, doğa ve toplumunun gelişim, ilerleme yasalarını anlamayı, bilgiyi ve teknolojiyi toplumun hizmetine sunmayı; insanın ve doğanın zenginliklerini, yine insan ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanmayı; dünya halklarının bolluk içerisinde, eşit ve özgür yaşaması için çalışmayı, mücadele etmeyi zorunlu kılar. (…)
Kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ları; bilimin, emeğin ve ülkesinin çıkarları için çalışan gençlerin mücadele örgütleri olarak yeniden inşa etmeye çağırıyoruz.
Emek Gençliği, bilime inanan, halkına bağlı, yurtsever, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünya isteyen gençlerin politik örgütüdür. Bütün üniversiteli arkadaşlarımızı bu değerler etrafında bileşmeye ve Emek Gençliği saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

İSTANBUL EMEK GENÇLİĞİ

EK-3

KONFERANSLARDA YAPILAN DEĞERLENDİRME VE ÇIKARILAN SONUÇLARDAN SEÇMELER
* Sanayi sitelerinde, genç işçiler arasında yürüttüğümüz aydınlatma faaliyetinin zayıflıklarını gidermeli, sürekli ve kesintisiz bir propaganda-ajitasyon faaliyeti yürütecek şekilde bu alandaki güçlerimizi yeniden organize etmeliyiz. Partimizin, genç işçiler arasında yürütülen çalışmadaki birikimini; sendika, sigorta, 8 saatlik iş günü için verilen mücadelenin olumlulukları ve zayıflıkları üzerine çıkarılan sonuçları, hem kendi gruplarımızın, hem de uyanış içindeki genç işçilerin eğitim konusu yapmalıyız.
* Genç işçilerin, İşçi, emekçi sınıfların mücadelesiyle birleşmesi, düzenlenen eylem ve etkinliklere katılma konusunda bilgilendirilmesi, gruplarımızın olduğu sanayi sitelerinde bunun özel olarak örgütlenmesi, genç işçilerin mücadelesini ilerletecektir.
* Sanayi sitelerinde ve emekçi semtlerinde gençliğin politik olarak kazanılması; işçi, işsiz gençlerin kendi talepleri etrafında ve uygun biçimler altında kendi örgütlerini oluşturmasıyla birlikte ele alınmalıdır. Yine, var olan kültürel, yöresel ve sportif örgütlenmelerin gençliğin, talepleri için mücadele ettiği merkezlere dönüşmesi yolunda ısrarlı ve kararlı davranmak gerekir. Bu örgütlerdeki gen eğilimlerle uzlaşarak ya da onlara sırt çevirerek değil, tartışarak, mücadele ederek ilerleyebiliriz.
* Gençlik gruplarımızın çevresinde bulunan gençleri şu veya bu gerekçeye sığınmadan, saflarımıza katmalı, bu konuda “önce kendimizi sonra kitleleri örgütlemek gibi” eğilimlere pirim vermeyip, açık ve atak davranmalıyız. Gençlik örgütümüzün üye sayısını hızla artırmalı ve kitle bağlarımız dikkate alındığında üye sayımızı ikiye, üçe katlayacağımızı görerek hareket etmeliyiz.
* Gençlik gruplarımızın ve organlarımızın iç yaşamını, militan, disiplinli bir mücadele örgütü olarak yeniden ve yeniden kurmalıyız. İdeolojik ve politik eğitimimizi pratik mücadeleden ayırmaksızın, bir kararlılık ve süreklilik içerisinde gerçekleştirmeliyiz. Partimizin programını, taktik politikalarını ve bunun dayandığı bilimsel sosyalist teoriyi özümsemek için örgütsel ve bireysel çabalarımızı artırmalıyız.
* Başta günlük gazete olmak üzere parti yayınlarımızın sahiplenilmesi, gençlik yığınları arasında okunup tartışılması için harcadığımız çabayı sürekli artırmalıyız.
* Burjuvazinin üniversitelerdeki egemenliğine karşı mücadelenin yükseltilmesinde dünden daha avantajlı bir dönemdeyiz. Krizler ve ABD’nin dünyayı içine ittiği yeni bir savaş süreci, bunların sosyal, siyasal ve iktisadi sonuçları, AB demokrasisi ve “küreselleşme” gibi pembe hayalleri sarsarken, üniversitenin çağı sorgulaması açısından yeni bir zemin yaratıyor. Bu gelişmeleri dikkate alarak, kriz ve emperyalist savaş konusunda, kapitalizmin ve yeni liberal politikaların üniversitelerde tartışılmasını ve teşhirini içeren; üniversitelerin sermayeden bağımsızlığı ve bilim özgürlüğü için mücadeleyi ilerletecek etkinliklerin sayısını artırmalı ve yaygınlaştırmalıyız.
* Geçtiğimiz yıl yayınlanan, yeni liberal politikalara karşı bildirgeyi (“YÖK’ün ve neoliberalizmin değil, bilimin ve toplumun çıkarlarının yüceltildiği bir üniversite istiyoruz” başlıklı, 5 profesör ve öğrenci temsilcileri tarafından imzaya açılan bildirge kastediliyor) içinde bulunduğumuz koşulları da dikkate alarak cesaretle ve yaygın bir şekilde gündeme getirip, bilim özgürlüğü için mücadelenin dayanağı yapmalıyız.
Sosyal bilimlerin tasfiyesi, biyoloji-genetik alanındaki gelişmeler vb. konularda özgün tartışmalar yürütmeli, bunu aynı zamanda kendi eğitim ve öğrenmemizin bir parçası olarak ele almalıyız. Post-otistik hareketin devamı olarak ODTÜ İktisat Topluluğu’nun çıkardığı broşürün özellikle iktisat bölümlerinde yaygın dağıtımı ve tartışılmasını örgütlemek, bütün bunları bildirgenin öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalışanları tarafından sahiplenilmesinin bir parçası olarak görmek gerekir.
* Kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’lardaki çalışmalarımızın zayıflıklarını gidermeli, bu öğrenci örgütlerini; bilimsel, demokratik eğitim talebi için mücadelenin mevzileri, sosyal, kültürel, iktisadi bütün alanlarda bilimsel tartışmaların, sanat ve edebiyat etkinliklerinin merkezleri haline getirmek için çaba sarf etmeliyiz.
Bu öğrenci örgütlerinde, bilim özgürlüğü için mücadele etme, bu doğrultuda etkinlikler düzenleme konusundaki geri, sorumsuz ve lümpen tutumlarla, fikirlerle uzlaşmamalı, açık tartışmalar yürütmeliyiz.
ÖTK’ları, seçimlerden sonra bırakan, bürokratik yapıya teslim olup ısrarcılıktan uzak, edilgen konumdan hızla çıkmalıyız. Bu öğrenci örgütlerinin faaliyetiyle Emek Gençliği’nin çalışmalarını iki ayrı kulvarda giden çalışmalar olarak görmemeliyiz. Birbirini etkileyen ve tamamlayan bir mücadele içerisinde olmalıyız.
* Emperyalist kültür kuşatmasına karşı düzenlenen etkinlikler sürdürülmeli. Nâzım Hikmet’in doğumunun 100. yılı kapsamında başlatılan çalışmalar üniversitelere taşınmalı, her iki konuda düzenlenen etkinlikler, bilim özgürlüğü için yürütülen mücadelenin bir parçası olarak ele alınmalı.

Aralık 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑