Amerikan emperyalizmi nereye koşuyor?

1. Emperyalist Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni “resmi tarih” kitaplarında, ” Bir Sırp teröristin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdını öldürmesi olarak” anlatılır. Oysa bu gerekçenin hiçbir ikna ediciliği ve doğruluğunun olmadığı birçok gerçek tarihçi tarafından defalarca ve defalarca ortaya konmuştur. 11 Eylül’ün ardından “terörizme karşı savaş” ilan eden emperyalist Amerikan “İmparatorluğu”nun gerekçesi de buna benziyor: “Osama Bin Laden isimli Suudi milyarder, şeriatçı teröristin New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerini ve Pentagon’u vurması.”
ABD yönetimi bu gerekçeye dayanarak “uluslararası terörizme karşı savaşın bütün dünyayı kapsaması gerektiği”ni söyleyip harekete geçti. “Uluslararası terörizme karşı” başlatıldığı söylenen savaşın gerçekte, bütün dünyayı tehdit eden ve 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na doğru gidebilecek bir sürecin ilanı olduğu kısa sürede ortaya çıktı. ABD’nin, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’un vurulmasından sadece çeşitli derecelerden “terörist” ilan ettiği ülkeleri değil, bütün dünyayı sorumlu tuttuğunu anlamak için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Washington Post ve New York Times’in 11 Eylül’ün hemen ardından yaptığı “düşman” tanımı bunun ilk işaretleri oldu.
Önce ABD Başkanı George W. Bush, “teröristler ile onlara yataklık edenler arasında ayrım yapmayacağını” açıkladı. Dışişleri Bakanı Colin Powell ise saldırıları “savaş eylemi” olarak niteledi. New York Times gazetesinde yer alan bir yorumda, ABD Başkanı Bush için bu saldırıların “hem bir tehdit, hem de bir fırsat” olduğu vurgulanarak “düşmanın büyüklüğünü” ifade etmek için şunlar söyleniyordu: “Düşman, modern çağda ABD topraklarındaki savunma noktalarının içine girebildiğini kanıtladı.” (Washington Post–13 Eylül) Yine aynı tarihli New York Times’in düşman tanımı ise, “Ulus tespit etmesi güç bir düşmanla savaşa giriyor” şeklindeydi. Böylece düşman tanımı, yerine göre; devlet, ülke, örgüt, yasa, anlaşma vb. herkesin ve her şeyin düşman olarak ilan edilip saldırılabileceğini de kapsayan bir “belirsiz genişlikte” yapılıyordu.
Bütün bunlar, ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırısını Amerikan gücünü pekiştirmenin bir vesilesi yapmaya başladığının da ilk somut ifadeleriydi. Aynı gün yapılan diğer açıklamalar ve yazılan yazılar ise, ABD’nin yürüteceği emperyalist terör ve savaşın, 1. Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması için yürütülen NATO saldırısından farklı olarak, başta Avrupalı emperyalistler olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin açık veya örtülü desteği olsun ya da olmasın uzun süreli ve kararlı bir şekilde yürütüleceğini gösteriyordu.
ABD’nin bugün de etkin olan isimlerinden, Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger şöyle yazıyordu:
“Tepkimiz, uluslararası uzlaşmaya tabi olamaz, çünkü tehdit altında olan bizim güvenliğimiz. Ancak yine de bu, müttefiklerimizle ortak bir direniş aracı bulmamız gereken bir sorundur.”
ABD’nin eski Ulusa] Güvenlik Danışmanı Sandy Berger’in sözleri de Kissinger’ı tamamlıyor: “Bu mücadele uzun süreli, koordineli bir ekonomik, askeri ve siyasi çabayı gerektiriyor. Bu çaba, mümkünse müttefiklerimizle yürütülmeli.” (Washington Post)
11 Eylül’den sadece birkaç gün sonra ABD Temsilciler Meclisi, Senato tarafından Bush’a verilen savaş yetkilerini onayladı. Oyların 420’sinin lehte, 1’inin aleyhte çıktığı toplantının sonunda Bush, “gereken yerde gereken oranda güç kullanma” gibi muğlâk bir yetkiye kavuşmuş oldu.
Temsilciler Meclisi’nin onayladığı yetkinin kapsamı şöyle: “Başkan; 11 Eylül saldırılarını planladığını, yetkilendirdiğini, işlediğini ya da desteklediğini saptadığı ülkeler, örgütler veya kişilere veya böylesi örgüt veya kişilere yataklık eden ülkeler, örgütler veya kişilere gereken kuvveti kullanmakla yetkilendirilmiştir.” Bush yetkiyi alır almaz, Pentagon’a, 50 bin yedek askeri göreve çağırma yetkisi verdi. Bu askerlerden bazılarının, Amerikan üsleri gibi denizaşırı birimlerde görevlendirilebileceği açıklandı.
Bush, daha sonra ne kadar durumu toparlamak için düzeltmeler yapsa da, ABD’nin, 11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek bütün dünyaya yönelttiği yıkım tehditlerinin yakın hedefini ise, “Haçlı Seferi” benzetmesiyle dile getiriyordu. Beyaz Saray’da yaptığı açıklamada, “Amerikan halkına hatırlatmak isterim ki, baş şüphelinin (Osama Bin Laden) örgütlenmesi, birçok ülkeyi kapsıyor” diyen Bush, “Bu Haçlı Seferi, terörizme karşı bu savaş, uzun sürecek” açıklamasını yaptı.
11 Eylül saldırısının ulusal güvenliğine yönelik açık bir tehdit olduğunu söyleyen ABD yönetiminin ulusal güvenlikten ne anladığını ise, Rahul Mahajan ve News Center isimli Amerikalı gazetecilerin kaleminden öğrenelim: “Herkes savaş tamtamları çalıyor; böyle bir ortam, Pearl Harbor saldırısından bu yana görülmemişti.” (…) “Bütün bu zaman boyunca Kübalıların yabancı tahakkümü olmadan yaşama isteğinin, ABD şirketlerinin kârlarını tehdit eden her şeyin, devletimizin ve şirketlerimizin dünyanın geri kalanını kontrol etme yeteneğine halel getirecek herhangi bir şeyin ‘ulusal güvenliğimizi’ tehdit ettiği öğretildi bize.” (Aktaran, 14 Eylül tarihli Yeni Evrensel gazetesi)
11 Eylül saldırısının ardından ABD’de yapılan analizler, açıklamalar ve tutumlar elbette bunlarla sınırlı değildi. Ancak bunlar bile daha başında, “uluslararası terörizme karşı her cepheden savaş” denen ve uzunca bir süreyi kapsayacağı ilan edilen emperyalist saldırganlığın bir “nokta operasyonu” olmadığını kavramaya yeter.
ABD emperyalizminin açıktan ilan ettiği terör ve savaş sürecinin görünürdeki gerekçelerinin oluşturduğu örtüyü kaldırdığımızda, ortaya çıkacak olan gerçek şudur: Emperyalist ABD “İmparatorluğu”, uluslararası tekelci hegemonyasının genişletilmiş yeniden üretimi için bütün dünyaya, “ya karşıma çıkarak yeni bir emperyalist paylaşım savaşına giden sürecin parçası olacaksınız ve ben sizi askeri-ekonomik gücümle ezeceğim ya da emperyalist dünya kapitalizminin benim merkezinde olduğum, öncülüğünü benim yaptığım temelde yeniden inşasına razı olacaksınız” diye dayatıyor. Ve bir kez daha yaşadığımız çağın sorununun özü ortaya çıkıyor: “Egemenlik konumu ve buna bağlı olarak ortaya çıkan şiddet; işte, ‘kapitalist gelişmenin en son aşaması için’ tipik olan budur, mutlak bir egemenliğe sahip ekonomik tekellerin oluşmasıyla kaçınılmaz olarak ortaya çıkması gereken ve ortaya çıkmış olan şey budur.”(1)

A – ABD’nin ekonomik, askeri ve siyasi konumunun güncel görünümü
ABD emperyalizminin 11 Eylül’ü bir fırsat olarak değerlendirip yapmak istediğinin ne olduğunu daha iyi anlamak için, ekonomik, askeri ve siyasal açıdan konumunun yakın geçmiş ve güncel durumuna genel hatlarıyla bakmakta fayda var.
1) Genel ekonomik durum
1999 ve 2002 yılları arasında ABD ekonomisine durgunluk ve daralma hâkim oldu. Avrupalı emperyalist ülkelerde olduğu gibi, ABD de, 2001 yılı içerisinde ekonomisinin büyüme hedeflerini önemli oranda geri çekti. 2003 yılına kadar yüzde 3’ün üzerinde olması planlanan büyüme oranı iki kez aşağı çekilerek yüzde 1,7 seviyesine geriledi. Onlarca yıldır zenginler devleti olan (Rockefeller, Morganlar, Bill Gates, Donald Trump’lar devleti) ABD’de servetin tekelde yoğunlaşmasındaki hız, Amerika’yı yoksul-zengin uçurumunun dünyanın hiç bir yerinde olmadığı boyuta taşıdı. Şirket yöneticilerinin ücretlerindeki artışlar, işçi ücretlerindeki artışları bir kaç misline katlıyor. İşçilere verilen ortalama ücret, yöneticinin maaş zammı oranında arttırılmış olsaydı, bir işçinin yıllık kazancının şu anda kazandığının tam 6 katı olması gerektiği, bu konuda yapılan tartışmaların gösterdiği ve ABD basınına yansıyan çarpıcı bir gerçek durumunda. Amerika’nın en zengin yüzde 1’lik kesimi ABD’nin servetinin yüzde 38’ini elinde bulunduruyor. Nüfusun yüzde 80’i ise toplam servetin yüzde 17’sini bölüşmek durumunda. Dünya kamuoyunda yaygın olan inanışın sandığı gibi Amerika’da sınıflar arasındaki gelir uçurumu azalmıyor. Aksine, son 10 yıl içerisinde sınıflar arası gelir uçurumu hızla büyüdü.
ABD Temsilciler Meclisi’ne 2002 yılının başlarında sunulan ve büyük şirketlerin, servet sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden Ekonomik Teşvik Paketi gidişatın bu yönde devam ettiğinin bir göstergesi.
Paket adeta, zenginlerin ödediği vergiyi, ödedikleri orana göre geri ödemeyi içeren bir nitelik taşıyor. “20 Ekim’de yayınlanan New York Times’in başyazısına göre, peşin vergi kesintilerinden elde edilen 54 milyar dolarlık bütçenin her bir kuruşu en çok vergi ödeyen yüzde 30’luk dilimin cebine giderken, yarısı da en üst yüzde 5’lik dilime gidiyor. Alım satım vergilerinden elde edilen kazancın yüzde 80’ini ise, en üst yüzde 2’lik dilimdeki aileler alıyor. Kongre Bütçe Ofisi’nden alman bilgiye göre, 2002 yılı için saptanan teşvik miktarı olan 100 milyar doların sadece 2,3 milyar doları, bu miktarı ekonomiyi teşvik edecek biçimde harcaması beklenen işsizler yararına harcanacak.” (Aktaran Yeni Evrensel Gazetesi)
Bu yolla Kongre bu yılın başlarında, servet sahiplerine hiç beklemedikleri bir kazanç sağlamış oluyor. Beyaz Saray tarafından açıklanan bütçe taslağı, 2002 yıl için 100 milyar, 2003 yılı için ise 80 milyar açık öngörüyor. ABD’de, 1997’den bu yana bütçe hep fazla verirken, ABD ekonomisinin son beş yılında ilk kez bu düzeyde bütçe açığı oluşuyor.
ABD ekonomisine hâkim olan tekellerin başında petrol, enerji ve ilaç tekelleri geliyor. 2001 yılı içerisinde en kârlı 20 Amerikan şirketinin ilk üçünü de bu tekeller oluşturuyor. Bunlar; Exxon Mobil, Citigroup ve General Elektrik. En kârlı ilk 20 şirket içerisinde 6 ilaç tekeli bulunuyor. Şirketlerin cirolarında son yıllarda düşüş yaşanırken, kârlıklarındaki yükselişin kaynağında finansal, spekülatif, kupon kesme faaliyetleri bulunuyor. Bu şirketlerin her birisi Amerikan mali oligarşisini oluşturan şirketler.(2)
2) Askeri harcamalar
ABD askeri sanayisinin uzun yıllardır özel sektörle iç içe geçmiş olan yapısı 1997’de yapılan stratejik değerlendirmede şöyle ifade ediliyor: “İkmal işlemlerini rasyonelleştirmek, askeri endüstrileri yeniden yapılandırmak, savunma piyasasına rekabetçi liberalizasyonu getirmek ve sivil sektörden daha fazla teknoloji sağlamak için gerekli önlemleri kapsayan bu devrim, aynı zamanda ‘İş Dünyasında Devrim’dir (RBA-Revolution in Business Affair).”(3) Bu stratejik değerlendirme kapsamında sözü edilen devrim, yine aynı stratejik değerlendirme içerisinde yer alan ve silahlı kuvvetlerin modernleştirilmesini temel alan “Askeri Sorunlarda Devrim (Revolution in Military Affaires-RMA)” yaklaşımıyla birlikte ele alınıyor. Her iki yaklaşımda da hedef savunmanın, silahlanmanın ekonomi içerisindeki yerini, bütçedeki payını düzenlemenin nasıl olacağını belirlemek. Yani Clinton dönemi de dâhil, bütçeden savunma, silahlanma alanına ayrılan payın azaltılması hedefiyle yapılan değerlendirmelerde iki temel eksen var; daha az harcamayla daha güçlü bir savunmaya ulaşmak, yani bu alanda verimliliği artırmak ve bu alanı daha fazla özel sektöre açmak.
Bugün Amerika bütün diğer emperyalist ülkeler arasında savunma sanayine, silahlanmaya en çok bütçe ayıran ülke durumunda olmayı sürdürüyor. 1997 yılında ABD’nin Dört Yıllık Savunma Planı kapsamında bu alana ayırdığı bütçe 300 milyar dolara yakın. Bu bütçeye ek olarak ayrılan kalemler ve Enerji Bakanlığı, Maliye Bakanlığı vb. bakanlıkların direk ya da dolaylı olarak savunmayı ilgilendiren konularda kendi bütçelerinden yaptıkları harcamalar buna dâhil değil. Askeri harcamaların, silahlanmanın ABD bütçesindeki payı 2002 yılı içerisinde 400 milyar dolar civarında. Direkt ve dolaylı diğer bakanlık kalemlerindeki harcamalar yine bunun dışında. Bu düzeyiyle bütçeden bu alana ayrılan miktar, son 50 yıl içerisinde en yüksek kabul edilen 1985–1990 dönemindekinden de oldukça fazla. O yıllardaki rakam 350 milyar dolar civarında.
Azaltma çabalarının sonuçsuzluğu bir yana, Demokratından Cumhuriyetçisine ABD yönetimlerinin militarist karakteri hiç bir dönem değişmiyor. Bir anlamda ABD ekonomisine hâkim olan “petro-askeri sanayi”nin büyüklüğü, ABD emperyalizminin temelini oluşturuyor.
1996 yılında ABD’nin savunma harcamalarının dünya savunma harcamaları içerisindeki payı yüzde 33,3. Bu oran dünyanın en büyük askeri bütçelerine sahip olan Rusya, Japonya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Çin’in toplam harcamalarından bile fazla. Bir başka çarpıcı veri; “ABD’nin sadece Suudi Arabistan’ı korumak için yaptığı askeri harcamalar, İran ve Irak’ın toplam savunma harcamalarının yaklaşık dört katı, ABD’nin himaye ettiği ve sıkı bir müttefiki olan (Güney) Kore Cumhuriyeti için yapılan harcamalar ise bu ülkenin kuzey komşusunun yaptığı harcamaların neredeyse üç katı” olmasıdır.(4)
Bugün ise dünyada askeri harcamaların toplamının yaklaşık 800 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. 400 milyar dolarlık payı ile ABD bunun yarısını oluşturuyor.
ABD Başkanı Bush, 11 Eylül’ün ardından askeri, militarist harcamalar için yeni kaynak aktarımını da gündeme getirdi. Beyaz Saray’ın hazırladığı 2003 yılı bütçe tasarısının merkezinde, “ülke içi güvenlik” gerekçesiyle polis ve ordunun olağanüstü ölçüde güçlendirilmesi bulunuyor. Bütçede, biyolojik silah araştırmalarına daha fazla para ayrılmasını ön gören kalemlerin yanı sıra “kıyamet senaryolarının tartışılacağı” özel toplantılar da öngörülüyor. Bütçede ayrıca uçak şirketlerinin alması gereken güvenlik malzemelerinin masraflarının ABD hükümeti tarafından üstlenilmesi ve bu yolla tekellere milyarlarca dolar pompalanması da öngörülüyor. 11 Eylül’ün ardından “ülke içi güvenlik” için 20 milyar dolar ayrılmasını onaylayan ABD Kongresi, 2003 bütçesinde bu rakamı daha da artırmayı öngörüyor. Bütün bunların bir başlangıç olduğu ve bunlarla birlikte Kongre’nin bu rakamı bile az bulduğu üzerine sızan bilgiler, ABD’de basına yansıyan tartışmalarda yer alıyor.
Ocak ayının son haftasında Pentagon’da yaptığı bir konuşmada Bush 2003 yılı bütçesinden Pentagon’a ayrılacak payın 48 milyar dolar daha artırılmasını talep ettiğini açıkladı. Bush, askeri yetkililerin alkışları arasında yaptığı konuşmada, “Bunları almak bütçemizi zorlayabilir, ama büyük vatanımızın savunması söz konusu olduğunda masraftan kaçınmayacağız. Modern savaş silahlan etkili ve pahalı. Ama terörizme karşı savaşı kazanmamız için gerekliler” (Yeni Evrensel gazetesi -25 Ocak) sözleriyle, ek askeri bütçeyi neden istediğini söylerken, Beyaz Saray’da 50 eyaletin “olası terör saldırılarına” karşı iç güvenliği artırması için yeni fon arayışına girdiğini açıkladı.
ABD ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk ve daralmadan çıkışının yükünün, ABD’nin işçi, emekçileri başta olmak üzere sömürülen, ezilen dünya halklarının sırtına yıkılacağını, onlara ödetileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
3) 11 Eylül sonrası hak ve özgürlüklerde kısıtlamalar
ABD yönetiminin 11 Eylül ile birlikte içerde attığı adımlar sadece ekonomi ve askeri alanı kapsamıyor. Özellikle yabancılar başta olmak üzere ABD yönetimi her tür muhalefete karşı alınan tedbirler kapsamında tam bir McCarthy operasyonu yürütüyor.
Yabancılar üzerinde estirilen gözaltı ve tutuklama terörü, uluslararası ve eyaletler arası ulaşımda yoğunlaştırılan güvenlik tedbirleri ve getirilen kısıtlamalar, gözaltı süreleri ve sorgulama sürecine ilişkin yapılan yeni düzenlemeler, ABD Başkanı’na verilen yeni diktatör yetkileri vb. fiili ve yasal birçok uygulama ABD yönetiminin, temel hak ve özgürlüklere yönelik başlattığı kapsamlı bir tırpanlama operasyonun ilk etaptaki sonuçları durumunda.
ABD yönetiminin bu konudaki tutumunu 11 Eylül’den bir hafta sonra 18 Eylül’de açıklama yapan ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld açıkça ortaya koydu. Rumsfeld, hedeflerinin “teröre yataklık eden ülkeler” ile sınırlı olmadığını açıklayarak, “İçinde bulunduğumuz, geçmiştekilerden farklı bir savaş… Saldırının arkasında devletler ve hükümet dışı kuruluşlar bulunuyor’ dedi. Böylece ilk kez bir Amerikalı yetkili, ülke içi ve dışındaki muhalif örgütlenmeleri, kitle örgütlerini, sendikaları ve siyasi partileri hedef tahtasına koydu.” (Yeni Evrensel gazetesi – 20 Eylül)
Bu anlayışa uygun olarak ABD yönetiminin bir polis devletine yakışan tedbirlerinin kapsamını, Adalet Bakanı John Ashcroft’un da içinde bulunduğu yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar doğrultusunda şöyle özetleyebiliriz: Elektronik teşhisin standart olduğu, göçmenlerin çok daha yakından takip edilip sınır dışı edilebildiği yeni bir ülke. Devlet görevlilerinin elektronik casusluk yeteneğinin artırılması ve “şüpheli”lerin malvarlıklarına el koymanın kolaylaştırılması. Dünyadaki bütün bilgisayarların internet üzerindeki hareketlerinin daha kolay takip edilmesi ve “iç casusluğun” önündeki engellerin kaldırılması. Her Amerikalıya bir akıllı kart verilmesi ve böylece kim nereye giderse gitsin takip edebilir durumda olması. Göçmenlerin, ne yaptıklarını periyodik olarak yetkililere iletmeleri. Ayrıca; dükkânlar, bürolar, kamusal alanlar ve miting gibi etkinliklerde video kamera takibinin yaygınlaştırılması.
Bunlara bir de ABD Başkanı’na tanınan diktatör yetkilerini de eklemek gerekir. Bu konudaki çarpıcı bir kaç olayı Washington Post 19 Kasım’da şöyle sıralıyor:
– Bush, Rusya ile anlaşmasının ardından, ABD’nin nükleer silahlarında büyük çaplı indirime gidileceğini açıkladı. Ama indirim, yazılı bir anlaşma haline getirilmedi. Böylece, konu ABD Senatosu’na gönderilmedi.
– Bush yönetimi, ülkedeki yabancılar üzerindeki baskıyı artırmak üzere, Göçmen Servisi’ni yeniden yapılandırma kararı aldı. Ama bunun için, Kongre’den onay alınmadı.
– Beyaz Saray, son olarak, “terörist şüphelilerin askeri mahkemelerde yargılanmasına olanak tanıyan bir karara imza atarak, yargının yetkisini de gasp etmiş oldu.
Bu konuya ilişkin Yeni Evrensel gazetesinin 22 Kasım tarihli sayısında yer verilen haberin devamında şunlar yer alıyor, uzun olmasını göze alarak aktarıyoruz:
“Washington Post, bunların yanı sıra, Bush yönetiminin ‘halkın devletin işleyişi hakkında bilgilenme hakkı olmadığına’ inandığını ve bu inancın, son 30 yılın temayüllerine aykırı olduğunu belirtti. Bu inancın gerekçesi de, her zamanki gibi ‘ulusal güvenlik’.
“Halkın bilgilenme hakkını yok saymanın somut ifadesi, Senato ve Kongre’nin elini kolunu bağlamak olarak ortaya çıkıyor. Bush, Kongre üyelerine istihbarat brifingi verilmesini sınırlandırdı. Bütçe yetkisini yasama organından devraldı ve yürütmenin, ‘terör zanlıları’nı takip edip yakalama yetkisini genişletti. Ayrıca, Adalet Bakanlığı’na, ‘terör’ vakalarında, mahkeme kararı olmadan avukat-zanlı görüşmelerini dinleme hakkı tanındı.
“Vatansever yasa!
“Bush’un ‘ülke içini düzenleme’ yolundaki en önemli hamlesi, USA PATRIOT (Vatansever) adıyla bilinen yasa oldu. Bu yasanın Kongre’den onay almasıyla birlikte; devletin, şüphelileri takip etme, arama, gözaltına alma veya sınır dışı etme yetkileri genişletildi. Adalet Bakanlığı da, göçmenleri belli bir suçlama olmadan gözaltına alma hakkına kavuştu. Halen ülkede yüzlerce göçmen, haklarında hiçbir iddia olmadığı halde aylardır tutuklu bulunuyor. Hükümet, 11 Eylül ile ilgili olarak kaç kişinin gözaltına alındığını bile açıklamayı reddediyor. Bu kişilerin, avukatları ile görüştürülmediği de öğrenildi.
“Emperyal başkanlık
“Geçmiş ABD Başkanları da, benzer yöntemlerle iktidarlarını pekiştirmişti. Lyndon Johnson, ‘Tonkin Körfezi kararı’ maskesi altında Senato ve Kongre’yi felç etti. Roosevelt de, 2. Dünya Savaşı sırasında aynı şeyi yaptı. Bu başkanlardan ders alan Kongre, kamuoyunun da baskısıyla, Savaş Yetkileri Yasası’nı çıkardı. Bu yasa sayesinde, ABD başkanlarının olağanüstü durumlardaki yetkileri tanımlanmış oldu. Böylece, Watergate Skandalı ve ‘soğuk savaş’ dönemlerinde, Amerikan liderleri nispeten Kongre ve Senato karşısında sorumlu oldular.
“Bush’un, ‘sonsuza kadar süreceği’ ilan edilen ‘terörle mücadele’ gerekçesiyle yaptıkları, birçok uzman hukukçu tarafından ’emperyal başkanlık döneminin geri dönüşü’ olarak niteleniyor. Bu terim, son olarak Richard Nixon için kullanılmıştı.
“Her şeye o karar veriyor
“Cato Enstitüsü yöneticilerinden Tim Lynch, ‘Başkan Bush’un elindeki güç, gerçekten nefes kesici’ diye konuştu. Lynch, ‘Savaşın Irak’a yayılıp yayılmayacağına tek bir kişi karar verecek. Tek bir kişi, Amerikan vatandaşlarının mahremiyet hakkının sınırlarını belirleyecek’ dedi. Yetki genişletilmesi, diğer alanlara da yansıyor. Bush, ‘görevi başındaki bir başkanın, geçmiş başkanlarla ilgili kayıtların kamuoyuna açıklanmasını önleme hakkına’ sahip olduğu yönünde bir karar daha aldı. Bu karar, Kongre’nin geçmiş yıllarda çıkardığı bir yasaya açıkça aykırı. Bush, sosyal güvenliğin özelleştirilmesi için gizli bir toplantı yapmak istediğinde ise, ‘Açık Toplantı Yasası’nın engeli ile karşı karşıya kaldı. Yasayı bertaraf etmek için, toplantı ‘iki grup’ halinde yapıldı.”
İşte “özgürlükler ülkesi”nin (!) gerçek yüzü. Yargı dâhil her alanda ve günlük hayatın her aşamasında FBI ve CIA denetiminde güvenlikli, demokratik ve özgür Amerika!
Yeni Evrensel gazetesinden aktardığımız bu uzunca pasaj önemli. Çünkü yazının bu bölümüne kadar ortaya koyduğumuz tablo, ABD emperyalizminin ve bütün işbirlikçilerinin iddia ettiği gibi “uluslararası terörizmle mücadele” adı altında sürdürdüğü operasyonların ve içerde yaptığı çok yönlü hazırlıkların, bir “teröristi” ya da “terör örgütü”nü alt etmekten çok daha fazlasına yönelik bir hazırlığı kapsadığını gösteriyor.
4) Bush yönetimi ve tekeller
Geçmiş dönemlerde olduğu gibi bugün de Bush’un Başkanlığındaki ABD yönetimi petrol, enerji ve silah tekelleriyle iç içe geçmiş durumda. Bush yönetiminin şaibeli bir seçimle iktidara geldiği günlerde de bu gerçek gündeme gelmişti. Bush’un ve kabinesinin seçimlerde en büyük destekçilerinin dev petrol, enerji ve silah tekelleri olduğu da biliniyor.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülke ve son olarak da işgalle ortaya çıkan Afganistan yönetimiyle ABD yönetiminin ve onu destekleyen şirketlerin yaptığı petrol ve silah anlaşmalarını, ABD mali oligarşisinin, petro-askeri sanayi ağırlıklı tekelci egemenliğinin ihtiyaçları belirliyor. ABD mali oligarşisini bir ahtapot olarak düşünürsek, kollarının Wall Street, Pentagon, Beyaz Saray, CIA, FBI, CNN ve New York Times olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu ahtapot, 11 Eylül’den sonra onlarca yıl süreceği en yetkili ağızlardan açıklanan ve ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in “ömrümüz sonunu görmeye yetmez” dediği emperyalist terör ve savaşı çok yönlü bir şekilde yürütüyor.
Yöneticilerinin önemli bir kısmı, Amerikan hükümetlerinde daha önce görev almış isimler. Bunu tersten de söyleyebiliriz. Yani, ABD yönetimlerinin kilit noktalarında görev alanların hemen hepsi, başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere ABD’li şirketlerde görev yapmış ve yapıyor. Ancak, ABD yönetimiyle şirketlerin ilişkisinin hiç bir dönem George W. Bush iktidarında olduğu kadar aşikâr olmadığı herkes tarafından kabul görüyor. Bush’un danışmanlarının yanı sıra, eski ABD Başkanı baba George Bush, bizzat bu ilişkilerin merkezinde bulunuyor. Bu çerçevede, M. Mulvihill, Jack Meyers ve J. Wells’in Boston Herald’da yayınlanan incelemeleri, Bush yönetiminin ABD’li petrol, silah ve enerji tekelleriyle olan iç içeliğini şu örneklerle gözler önüne seriyor.
“Terörizmle mücadele” konseptinin mimarlarından olan baba Bush, halen Washington merkezli Cariyle Group Bankası’nın üst düzey danışmanlarından. Banka, hem Suudi kraliyet ailesi ile hem de ABD’li savunma şirketleri ile sıkı bağlara sahip. Bu şirketler, Suudi ordusunun eğitimiyle dahi ilgileniyor. Bush’un şirket adına yaptığı her konuşmadan 80 ila 100 bin dolar aldığı belirtiliyor. Fakat kesin rakam bilinmiyor.
Amerikan şirketlerinin Suudi Arabistan’da elde ettikleri kârların büyük kısmı, askeri anlaşmalar sayesinde gerçekleşiyor. ABD Savunma Bakanlığı raporlarına göre, Cariyle Group, Suudi Ulusal Muhafızları ve hava kuvvetlerinin eğitimi sözleşmesini imzalayan BDM’nin en büyük yatırımcısıydı.
1998’de Cariyle, denetim hisselerini savunma devi TRW International’a sattı. Bu esnada, Cariyle Group, BDM ve TRVV’nin yönetim kurulları, üst düzey Cumhuriyetçi politikacılarla doluydu.
Ayrıca Reagan’ın ulusal güvenlik danışmanlığını yapan, CIA’de Başkan Yardımcısı olarak görev alan Carlucci, bugün de Cariyle Group’un başında. Cariyle Group yetkilileri arasında eski Başkan Bush’un yanı sıra başka Cumhuriyetçi Partili yöneticiler de var: Eski Savunma Bakanı James A. Baker III, Eski Hazine Sorumlusu Richard Darman ve Güvenlik ve Borsa Komisyonu Başkanı Arthur Levitt. Başkan Bush’un da Cariyle ile ilişkisi var. Bankanın yan kuruluşlarından havayolları yemek şirketi Caterair’da 1994’e kadar yöneticilik yaptı. 6 yıl sonunda Texas’ta vali olduğunda Bush ile şirket arasında “bağış” ilişkisi sürdü. Sonuç olarak Suudi parası dönüp dolaşıp Teksas’lı Bush ailesini buluyor.
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e gelince. ABD ile Suudi Arabistan arasındaki karmaşık ilişkilerin kilit isimlerinden biri de Dick Cheney. Pentagon’dan ayrılarak petrol işine giren Cheney, Bush’un seçimi kazanmasıyla bu yılbaşında Başkan Yardımcısı oldu. Baba Bush yönetiminde Savunma Bakanı olan Cheney, daha sonra petrol hizmetleri şirketi Halliburton Co’daki işini Beyaz Saray’a gelene dek sürdürdü. 2000’de ayrılırken Halliburton’dan 34 milyon dolar aldı. Bush yönetiminde yer alan tek petrol tüccarı Dick Cheney değil. Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice da, Suudi çöllerinde petrol işi yapan ve bu yıl Texaco ile birleşen tekel Chevron’da uzun yıllar çalıştı. Hatta Chevron’un petrol tankerlerinden biri Rice’ın adını taşıyor.
Eski Hazine Bakanı ve Nicholas Brady ve baba Bush’un asistanı Edith E. Holiday, ABD’li Amerada Hess şirketinin yönetim kurulundaydı. Şirket halen Suudi Arabistan’ın zengin aileleriyle birlikte Azerbaycan’da petrol sahaları açıyor.
Suudiler ile iş yapan bir diğer kurum da, uluslararası enerji şirketlerinden Houston merkezli Frontera Resources Corp. Kısa bir süre önceye kadar, Azerbaycan’da petrol aranması ile ilgili 900 milyon dolarlık projenin yüzde 30’luk kısmının yatırımcısıydı. Diğer yatırımcılar ise, ülkenin devlete ait petrol kurumu ve Delta-Hess grubu yani Suudi Delta Oil ile Amerada Hess ortaklığı.
Amerikan yönetimleri, petrol şirketleri ve Suudi trilyonerleri arasındaki ilişkiler, ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki politikalarını da aydınlatıyor. Birçok Müslüman ülke, Osama Bin Ladin’in örgütü El Kaide ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle bombardıman tehdidi altına alınırken, Bin Ladin’in kendi ülkesi Suudi Arabistan’ın “soruşturma dışı” bırakılması da ancak bu ilişkiler ağıyla açıklanabilir.
The New Press’ten John Nichols’un 11 Eylül’den hemen sonra ABD şirketlerinin lehine yapılan kıyaklara ilişkin aktardığı örnekler çarpıcı: Şirket lobicileri, 11 Eylül terörist saldırılarından birkaç gün sonra havayolları endüstrisi için 15 milyar dolar federal ödeme ve borç alarak Amerika tarihinin en büyük hazine hücumunu gerçekleştirdiler. Bu örnek daha zihinlerde tazeyken, lobicilerin yeni bir saldırı peşinde olmaları şaşırtıcı değil. The Brooks Brothers Brigades lobicileri Kongre merdivenlerini doldurmuşlar, seçim kampanyasına destek amacıyla yaptıkları harcamalara dair belgeleri ellerinde sımsıkı tutuyorlar ve büyük ödülü bekliyorlar: Ülkenin en büyük ve en kârlı şirketine 16 milyar dolar vergi iadesi… Kâr eden şirketlere yapılacak geri ödemeler üzücü, IBM, Ford, GM ve GE gibileri için milyarlarca dolarlık indirim anlamına geliyor.
Dev geri ödemeler Başkan Bush ve Yardımcısı Dick Cheney ile yakın ilişkileri olan enerji şirketlerinin de işine yarayacak: Chevron, Texaco, Enron, Phillips Petroleum ve CSM Energy’nin her birine milyonlarca dolar. Havayollarının Eylül’de 15 milyar dolar federal yardım aldığını hatırlıyor musunuz? Yeni plan ile daha da fazlasını alacaklar.
Hatırlanacağı gibi Enron adlı şirket iflas ederken ABD yönetimiyle olan ilişkileri bir skandala neden olmuş, ancak 11 Eylül sonrası toz bulut içerisinde bu işler unutulmuştu. Enron, Bush yönetiminin seçim kampanyasına, General Electric ve Ford ile birlikte en çok maddi desteği veren şirketlerin içinde yer alıyordu.
Yukarıda ortaya konan tablodan da anlaşılacağı gibi ABD ekonomisi, bütçesi ve tekellerin yapısı ve 11 Eylül saldırısını bahane ederek içeride gerçekleştirdiği hak ve özgürlüklere ilişkin kısıtlamalarla tam bir askeri-militarist ekonomi durumunda. ABD ekonomisi için petrol demek her şey demek. Petrole egemen olmak demek ise, güçlü askeri sanayi demek. Sadece bu tablo bile, ABD için, “işte emperyalist terör ve savaş odağı olan imparatorluk” demek için yeter de artar bile. Dahası, emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun içerden bakıldığında görülen bütün bu güncel-genel görünümü, 11 Eylül sonrası ABD’nin dünya hegemonyasını yeniden inşa etme yönünde başlattığı sürecin “iç nedenleri” ve dayanakları açısından çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor. 7 Ekim’de başlayan ve işgalle sonuçlanan Afganistan saldırısının 11 Eylül’den çok önce planlanmış olması, Irak’a yönelik olarak aralıksız süren hava operasyonları ve Saddam’ın neye mal olursa olsun yıkılacağına yönelik sürekli tehditler ve yine Beyaz Saray’ın yetkilerini genişletme planının da aylar önceden masaya yatırılmış olmasıyla birlikte düşünüldüğünde, ABD emperyalizminin ekonomik durgunluk ve daralmayı emperyalist hegemonyasını güçlendirme amaçlı müdahalelerle, terörizm ve savaşla birlikte aşmayı düşündüğünü, bunun için dünya halklarına büyük bedeller ödetmeyi hesapladığını söylemek sanırız bir abartı olmayacaktır.
Meşhur Trumann Doktrini’nde olduğu gibi onlar “İç ekonomik bunalımlarını ve demokratik sorunlarını dışa yayılarak aşmaya” alışkınlar.
B- Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslara ABD müdahalesinde yeni dönem
11 Eylül terörist saldırısını fırsat bilen ABD emperyalizmi terör ve savaş tehdidi ile çıktığı yolda ilk adımı Afganistan’ın işgali ile attı. Afganistan işgali öncesi ve sonrasında yapılan açıklamalarda ABD saldırganlığının hedefinin oldukça geniş bir yelpazeyi kapsadığı her fırsatta dile getirildi.
Irak, Suriye, Libya, ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika ülkeleri, Filipinler, Endonezya, İran vb. başta petrol ve enerji kaynakları olmak üzere ABD’li tekellerin iştahını kabartan Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasların zengin topraklarının ABD’nin de iştahını kabarttığını ve hedefin bu bölgelerin zenginliklerinin yeniden paylaşımı olduğunu, ABD emperyalizmi attığı her adımda açık açık gösterdi. 11 Eylül’den sonraki bir kaç aylık süreç içerisinde emperyalist müdahalelere zemin hazırlamak için “uluslararası teröre karşı mücadele” kapsamında adı geçen 60’a yakın ülkenin Osama Bin Laden ve onun liderliğini yaptığı söylenen El-Kaide örgütü ile bağlantıları arandı. Ancak bu çabalardan istenilen sonuç alınamadı ki, artık ABD emperyalizmi, Afganistan’la başlattığı harekâtı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yaymak için, birkaç ay önce olduğu kadar “terör bağlantısı” peşinde koşmuyor. Örneğin, Ladin ve El-Kaide ile bağlantısı olsun ya da olmasın, Irak’ı işgal de dâhil, her ne biçimde olursa olsun, ABD’nin dize getireceğini ilan etmiş durumda.
Bilindiği gibi, dünya petrol ve enerji rezervlerinin büyük bir kısmı bu bölgelerde bulunuyor ve belli ki emperyalist ABD “İmparatorluğu”, emperyalist dünya kapitalizminin öncülüğünü sürdürmenin yolunun bu bölgelere mutlak hâkimiyetten geçtiğini düşünüyor.
a) Orta Asya ve Kafkaslar
ABD’nin, Orta Asya petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde ekonomik denetim kurma stratejisinin merkezinde, Afganistan bulunuyor. Bu gerçek ve ABD’nin Aralık 2000 tarihli Afganistan Enerji Enformasyon yazısı, ABD emperyalizminin Afganistan işgalinin nedenlerini yeterince açık hale getiriyor: “Afganistan’ın enerji bakımından önemi, Orta Asya’dan Arap Denizi’ne petrol ve doğalgaz ihracatı için potansiyel geçiş rotası olmasından kaynaklanır. Afganistan üzerinden geçecek milyarlarca dolarlık petrol ve gaz ihraç hatları projeleri bulunmaktadır.” Ayrıca Afganistan’ın stratejik konumu da önemli. İran, Hindistan ve Çin ile sınır komşusu. Daha da önemlisi; Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan ile komşu ve ortak dini paylaşıyor. Bu ülkeler de, Rusya ile sınır komşusu olan Kazakistan ile komşular.
ABD, ham petrolünün yüzde 51’ini, yani günde 19,5 milyon varil petrolü ithal etmekte. Enerji Enformasyon İdaresi’nin tahminlerine göre, 2020 yılında bu oran yüzde 64’e, yani günde 25,8 milyon varile çıkacak. Hazar bölgesi petrol rezervlerinin, Batı Sibirya ve Basra Körfezi’nin ardından, dünyanın üçüncü büyük rezervi olduğu söyleniyor. Önümüzdeki 15–20 yıl içinde bu bölge, Körfez petrolünü geride bırakabilecek. Hazar petrol ve gazı, bölgedeki tek hidrokarbon deposu değil. Türkmenistan’ın Karakum Çölü, dünyanın en büyük üçüncü doğalgaz rezervine (3 trilyon metreküp) ve altı milyar varil tahmini petrol rezervine sahip. Bugünkü tahminlere göre Hazar havzası, devasa gaz kaynaklarının yanı sıra, 200 milyar varil petrol içeriyor. Bu miktarın bugünkü değeri, 4 trilyon dolar. ABD’nin enerji ihtiyacını, en az 30 yıl karşılamaya yeterli.
Bu tablo ise, Afganistan işgali ile birlikte ABD emperyalizminin bugününü ve geleceğini nerede gördüğünün somut haritası durumunda. ABD’nin, petrolü bir güvenlik sorunu olarak görüp, onu her araçla korumak zorunda olduğunu, diğer etmenler, diğer değerler ne olursa olsun asıl belirleyici olanın petrol olduğunu yazımızın yukarıda ki bölümlerinde ortaya koymuştuk, ikisi birleştiğinde, ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslara müdahalede yeni bir dönemi başlattığını görebiliriz.
Orta Asya’da ABD açısından bir diğer önemli nokta da Pakistan. Afganistan işgali boyunca Pakistan’ı önemli bir dayanak olarak kullanan ABD, Orta Asya’da bu ülkeye önemli roller yükleyeceğinin de işaretlerini verdi. Afganistan işgalinde Hindistan yönetimi de ABD’ye destek verdi, ancak ABD, Pakistan’ın askeri yönetimi üzerindeki daha belirgin bir otoriteye sahip durumda. ABD’nin bölgeye müdahalesinin ilk aşamasının istikrarsızlık yaratmak olduğu düşünüldüğünde, Pakistan-Hindistan arasındaki çatışmanın kızışmasını da bu kapsamda görmek gerekiyor. İki ülke arasında uzun dönemden bu yana küçük çaplı sınır çatışmaları yaşanıyor. Her iki ülke de sınırlarına büyük askeri yığınaklar yapmış durumda ve hava kuvvetleri sürekli alarmda tutuluyor.
Bölge ülkeleri arasında yaşanan gerginlikler ve bölgede yaşanan her tür istikrarsızlık, ABD’nin bölgeye daha kalıcı olarak yerleşmesinin, askeri yığınak ve yeni üsler kurmasının bir dayanağı haline geliyor. Bu kapsamda ABD’nin bölgeye her müdahalesi çatışmaları ve gerginlikleri artırma yönünde oluyor. Bölge ülkelerinin egemenlerinin yaşanan istikrarsızlıkları kendi hesapları doğrultusunda kullanmak için birer fırsat olarak değerlendirmeleri ise, bölgeyi giderek daha fazla “patlamaya hazır bir bomba” haline getiriyor.
Pakistan Emek Partisi Genel Sekreteri Hindistan ve Pakistan arasındaki savaş gerginliğini şöyle değerlendiriyor: “Puan kazanmak için Amerikan oyununu oynamak istiyorlar. Tek çözüm yolu savaş… Amerika’nın Afganistan’daki savaşı, barış ya da sözde teröristlerden kurtuluş getirmedi. Aksine, dünya barışına yönelik tehditleri artırdı. Dünya, bir nükleer savaşa tarihte daha önce hiç olmadığı kadar yakın.”
ABD, Afganistan işgali ve sonrasındaki adımlarıyla Özbekistan ve Kırgızistan’a da üs kurarak bölgedeki egemenliğini genişletme peşinde. Her iki ülkede kurulan üslerin, başlangıçta geçici olduğu açıklanırken, Pentagon’un böyle düşünmediği ortada. Her fırsatta yeni savaş donanımlarını bu üslere yerleştiriyor. Kırgızistan’a kurulan ABD hava üssü, Çin topraklarından sadece 320 kilometre uzaklıkta ve ayrıca, Özbekistan’daki petrol yataklarına oldukça yakın.
Ayrıca ABD yönetimi, Afganistan saldırısı ile birlikte, GUUAM adıyla bilinen ABD güdümlü “bölgesel güvenlik paktı” projesini yeniden gündeme getirdi. GUUAM; Gürcistan, Ukrayna, Özbekistan, Azerbaycan ve Moldova’yı kapsaması planlanan bir bölgesel pakt. Askeri ilişkilerden siyasi “istikrar”a ve ABD’ye ekonomik bağımlılığa kadar bir dizi alanı kapsayan bu proje gerçekleşirse, Rusya’ya yönelik en ağır darbelerden biri indirilmiş olacak. GUUAM’ın en iddialı hedefi ise, üyelerini, enerji nakil rotaları açısından Rusya’ya bağımlılıktan çıkararak ABD’ye bağlamak.
11 Eylül saldırılarından önce tam 140 ülkede faaliyet yürüten ABD ordusu, 11 Eylül sonrası Afganistan işgali, öncesi ve sonrası attığı adımlarla, bu ülkelere Orta Asya ve Kafkaslarda Afganistan, Kırgızistan, Özbekistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı da ekledi. Orta Asya ve Kafkaslara yönelik ABD müdahaleleri, ABD’li strateji kuruluşlarının önümüzdeki dönemin çatışmalarının Asya kıtası ekseninde gerçekleşeceği öngörülerine uygun olarak, Pentagon’un bu bölgeye “özel önem” verdiğini gösteriyor.
b) Ortadoğu ve Irak
Orta Asya ve Kafkaslara müdahalede Afganistan sadece bir basamak durumundayken, müdahalenin Ortadoğu ayağındaki basamağını oluşturan bir diğer katliam ve işgal de Filistin’de yaşanıyor. İsrail’in Filistin’e yönelik gerçekleştirdiği işgal ve soykırımı, sadece Siyonizm’in çıldırmış saldırganlığıyla açıklayabilir miyiz? Elbette ki hayır! ABD’nin buradaki açık desteği de gösteriyor ki, ABD emperyalizminin çok yönlü emperyalist saldırganlığının bir parçası olarak Kasap Şaron’un önü açıldı ve Filistin büyük bir yıkıma sürüklendi. Filistin işgalinden kısa bir süre önce Irak’a saldırı için Ortadoğu ülkelerinden açık destek arayan ABD yönetimi, bölgeye Dick Cheney’i gönderdi. Ancak ABD Başkan Yardımcısı istediğini alamadan geri döndü ve Ortadoğu’da ABD’nin açık işbirlikçiliğini yapan devletler de dahil Arap yönetimleri, ABD’ye “Irak’ı bırak Filistin’e bak” deyince, ABD emperyalizmi bölgedeki bir numaralı tetikçisi Şaron’u devreye sokarak, Filistin’le nasıl ilgileneceğini gösterdi. ABD desteğiyle başlayan ve süren Filistin işgali ve katliamlar, ABD’nin istediği yanıtı vermeyen Arap devletlerine bir gözdağı niteliği taşırken, İsrail Siyonizm’inin tarihi hayallerini gerçekleştirmek için de bir dayanak oldu. Ve bugün Filistin, ABD için ikinci bir Vietnam olma ihtimalini de içerecek bir pozisyonda direnmeye devam ediyor.
Şüphesiz Orta Asya’ya yönelik ABD müdahalesi, Ortadoğu ve Körfez bölgesinin petrol rezervleri ve enerji geçiş koridoru olarak öneminin geri plana itildiği anlamına gelmiyor. Aksine ABD, Irak’a yönelik müdahaleyi sürekli gündemde ve sıcak tutarak Ortadoğu ayağındaki hazırlıklarını da sürdürüyor. Başkan Yardımcısı Cheney’in ziyaretinden umduğunu bulamaması, ABD’nin Ortadoğu’daki pozisyonunun zayıflaması olarak yorumlanamayacağı gibi, ABD de, kendisinin bu bölgedeki otoritesinin Orta Asya ve Kafkaslara göre çok daha ileri düzeyde olduğunu bilmenin rahatlığıyla hareket ediyor.
Bu arada, ABD’nin “terörü destekleyen ülkeler” listesinde yer alan ve müdahaleye yakın olduğu ABD’li yetkililer tarafından sık sık dile getirilen Ortadoğu’ya yakın bir Afrika ülkesi olarak Sudan’ın güneyinde bulunan devasa petrol rezervleri de, ABD’nin iştahını her zaman kabartan konumunu sürdürüyor. Bu rezervler; Kanada, Çin ve Malezyalı petrol tekelleri tarafından çıkarılıyor. Söz konusu şirketlerin hisseleri, ABD mali piyasalarında işlem görmekte. Amerikan tekellerinin Sudan’da faaliyet yürütmesi, 1993’ten beri yasaklanmış bulunuyor. Ama bu şirketler, dolaylı yollarla Sudan petrolünü almaya devam ediyor.
C – Perde arkasındaki asıl hedef Rusya ve Çin
ABD’nin içeride ve dışarıda başlattığı emperyalist terör ve savaş yönündeki yürüyüşü ve yürürken yaptığı hazırlıklar, yazı boyunca ortaya konan görünürdeki hedeflerin dışında, asıl olarak, Rusya’nın bölgesel egemenliğini hedef alıyor. Gerek ABD’li gerek ABD karşıtı uzmanların, ABD’nin Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslardaki müdahalelerine ilişkin analizlerinde dönüp dolaşıp geldikleri yer, asıl Rusya olmak üzere, Çin’i de içine alan bir emperyalist dalaşta düğümleniyor.
ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslardaki yeni konumlanışı, Rusya ve Çin’in “arka bahçesi” olan bölgede “salyangoz satma” girişimlerini ifade ediyor.
Emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun devasa ekonomik ve askeri gücü karşısında, tek başına Rusya veya Çin’in, ABD’yi püskürtecek bir açık karşı saldırıya geçişi mümkün gözükmüyor. Tarafların hepsi bunun bilincinde ve emperyalist hegemonya savaşı bunun bilincinde olarak sürüyor. Afganistan işgali, Irak’a müdahale hazırlıkları, İsrail’in Filistin işgali gibi ilhakçı ve sömürgeci girişimler, lojistik hazırlıklar ve düzenlemeler, Rusya’nın açık itirazına rağmen, ABD’nin açık bastırmasıyla, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi girişimleri vb. ABD emperyalizminin direkt ve dolaylı bütün adımları, eski Sovyet cumhuriyetlerini, tıpkı eski Yugoslavya gibi ezme stratejisini hızlandırma kapsamında gerçekleşiyor. ABD emperyalizmi, Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini zayıf ve NATO egemenliğindeki bölgeler halinde parçalarsa, Rusya’nın büyük zenginliğini yağmalamayı ve dünyanın diğer bölgelerinde, Rusya’dan çekinmeden istediğini yapabilecek konuma gelmeyi hesap ediyor.
Sovyetlerin, Gorbaçov döneminde yaşadığı dağılma ve uzunca bir zamanı kapsayan Yeltsin dönemi boyunca, ABD’nin eski Sovyet cumhuriyetleri ve Varşova Paktı üyesi ülkelere yönelik emperyalist yayılma politikaları, “barışçıl” politikalar temelinde sürdü. Ancak Putin’le beraber emperyalist Rusya burjuvazisi, Moskova’nın göbeğine ABD bayrağı dikme girişimine karşı kendi çıkarlarını merkez alan bir tutum izlemeye yöneldi. Bunun dönüm noktalarından birini IMF programlarının reddedilmesi ve borç ödemelerinin durdurulması oluşturdu. Putin ve Rusya burjuvazisinin bölgedeki egemenliğini güçlendirme girişimlerinin ABD’yi rahatsız etmesi uzun sürmedi. Yaşadığı bütün alt üst oluşlara rağmen Rusya, sadece olağanüstü büyük ve zengin bir ülke değil, aynı zamanda, ABD’nin dışındaki tek uluslararası nükleer güç olarak varlığını koruyordu.
Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki merkezi güç pozisyonunu yeniden ve daha ileri düzeyde inşa etme girişimleri ve Çin’le açık işbirliğine yönelmesi, ABD emperyalizminin karşısına hiç de yabana atılmayacak bir emperyalist rakip güç çıkarıyor. Rusya ve Çin arasında imzalanan askeri ve ekonomik stratejik işbirliği anlaşmaları, her iki ülkenin ABD’nin çıkarları karşısındaki pozisyonlarını güçlendirmelerine hizmet ediyor. Bütün bunlar, artık bölgede ABD’nin her adımına karşı, ABD çıkarlarına ters adımlar atan, dahası ABD adım atmasa da kendisi sürekli güçlenme peşinde olan bir Rusya ve onun göz ardı edilemez ortağı olan bir Çin’in varlığı anlamına geliyor.
Öyle ki Afganistan’ın işgaline doğrudan katılmayan Rusya, Afganistan’da pozisyon edinmek için devredeydi. Kabil ve Mezar-ı Şerif’in denetimine ilişkin haberi duyuran Rus gazetesi Vremya Novosti, haberi “Bizim Çocuklar Şehirde” diye vererek, Rusya’nın Afganistan’daki varlığına işaret ediyordu.
ABD, Kabil’in düşmesinin ardından çelişkili açıklamalar yaparken, Rusya memnuniyetini gizlemiyordu.
ABD’nin 11 Eylül’ü fırsat olarak değerlendirme çabaları, Rusya tarafından da kendisine muhalefet eden ülkelere açık baskı uygulama, askeri ve ekonomik müdahalesinin boyutlarını genişletme yönünde bir “rahat hareket etme olanağı” olarak görüldü, kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. ABD’nin, Rusya ve Çin’in bölgesel çıkarlarını hedef alan girişimleri, her iki ülke tarafından da biliniyor ve çatışma henüz “başka aktörler üzerinden sürdürülen üstü örtük bir savaş diplomasisi” olarak sürüyor. ABD ile Rusya arasındaki bu “savaşın” en önemli ve dünya halkları açısından en tehlikeli olan ilk adımı, her iki ülkenin de “nükleer silah kullanan ilk taraf olmama” olarak özetlenen “Soğuk Savaş ilkesi”ni terk etmeleri oldu.
Şüphesiz bütün bunlar Amerika’nın daha atak, saldırgan ve “ben istediğimi yaparım” tehdidiyle hareket etmesi gerçeğini değiştirmiyor. ABD ve Rusya tekellerinin petrol ve enerji üzerindeki çatışmalarında bugün için ibre Rusya’nın avantajlı pozisyonuna işaret ediyor olsa da, ABD, “dünya emperyalist-kapitalist sisteminin öncüsü benim ve bu pozisyonumu yitirmemek için her şeyi göze aldım” diyen tutumuyla, Orta Asya ve Kafkaslarda açık bir hegemonya savaşından çekinmeyeceğini gösteren adımlar atmaya devam ediyor.
Açıktır ki, ABD ve Rusya arasında 1990 yılların başında, görünürde sağlanan “inter-emperyalist” veya “ultra-emperyalist” ittifakın yerinde yeller esiyor. Yüzyılın başında Lenin’in Kautsky’yi eleştirirken söylediklerini hatırlayalım: “Kapitalizmin var olmayı sürdürdüğü koşullarda ( ve Kautsky tamda bu koşulu saymaktadır), bu tür ittifakların uzun ömürlü olacağı, her türlü ve olabilecek her biçimdeki sürtüşmeyi, çatışmayı ve mücadeleyi dıştalayacağı ‘düşünülebilir’ mi?
“Bu soruya olumsuz yanıt vermek için soruyu açıkça ortaya koymak yeterlidir. Çünkü kapitalizm koşullarında, çıkarların, nüfuz alanlarının, sömürgelerin vb. paylaşılmasının temeli olarak, bu paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların gücü ise eşit bir biçimde değişmez, çünkü kapitalizmde tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dalları ve ülkelerin eşit bir gelişimi olanaksızdır. Kapitalist gücü o dönemdeki İngiltere’nin kapitalist gücü ile karşılaştırıldığında, yarım yüz yıl önce Almanya, zavallı bir hiçti; aynı şekilde Japonya’nın Rusya karşısındaki durumu da farklı değildi. Emperyalist güçler arasındaki güçler dengesinin on, yirmi yıl sonra hiç değişmeksizin aynı kalacağı ‘düşünülebilir’ mi? Kesinlikle düşünülemez.
“Yavan, dar kafalı İngiliz papazlarının ya da Alman ‘Marksist’i’ Kautsky’nin hayallerinde değil ama kapitalizmin gerçeğinde, ‘inter-emperyalist’ veya ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar bu nedenle -bu ittifaklar hangi biçimde kurulmuş olursa olsun; ister emperyalist bir koalisyona karşı başka bir koalisyon biçiminde, ister bütün emperyalist güçlerin genel bir ittifakı biçiminde olsun- zorunlu olarak yalnızca savaşlar arasındaki ‘soluklanma’ molalarıdır. Barışçı ittifaklar savaşlara zemin hazırlar ve kendileri de savaşlardan doğarlar; dünya ekonomisi ile dünya politikasının emperyalist bağlantıları ve değişken ilişkilerinin, bir ve aynı temeli üzerindeki barışçı ve barışçı olmayan mücadele biçimlerinin nöbetleşmesini yaratarak birbirlerini koşullarlar.”(5)
ABD ile ikili veya tek tek Rusya-Çin arasındaki ilişkinin barışçı ve barışçı olmayan biçimlerinin birbirini koşullayan nöbetleşmesinde “barışçı” dönemin “savaşçı” döneme yerini bıraktığını söylemek için yeterli somutlukta olgu ve olay var sanırız.
D- AB’nin liderleri Almanya ve Fransa’nın durumu
11 Eylül’ün ardından Almanya ve Fransa, “uluslararası terörizme karşı mücadele”de ABD’nin yanında olduklarını, yaşanan saldırının sıcaklığının ağırlığıyla açıkladılar. İngiltere ise, ABD’nin, Avrupa Biriliği (AB) içerisindeki “biricik emperyalist dostu” olarak en büyük desteği vereceğini ilk duyuran ülke oldu. İngiltere, bu tutumunu, Afganistan işgali, İsrail’in Filistin’i ilhakı ve soykırımı konusunda da devam ettirdi.
ABD’nin Afganistan’ı “düzlemesi” ve yeni bir işbirlikçi hükümetin kurulması sürecinin başlamasıyla birlikte Almanya, Fransa, Kanada ve Avustralya, Afganistan’a asker gönderme yarışına girdi. AB ile Almanya ve Fransa “devre dışı” pozisyonlarını ABD’nin yanında “kısmen devrede” düzeyinde tuttular ve bu bugün de sürüyor. Ancak bu durumun ortaya çıkmasında, Almanya ve Fransa’nın kendi tutumlarından daha çok Amerika’nın “siz bilirsiniz” tutumu belirleyici oldu.
Alman Der Spiegel dergisinin ABD’nin eski güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski ile yaptığı ve Afganistan’daki savaş, Ortadoğu’daki gelişmeler, Avrupa-ABD ilişkilerini kapsayan röportajı, sürece ilişkin, AB’nin, Almanya ve Fransa’nın konumu ve ABD’nin buna bakışını genel olarak ortaya çıkarıyor. Röportajda Brzezinski, “Almanya gibi bazı ülkelerde durum başka gözüküyor. Teröre karşı savaşta Avrupa ne kadar önemli?” sorusuna “Avrupalılar’dan bahsetmek çok zor. Bu savaşta Avrupa yok, sadece Avrupa devletleri var. İngiltere örneğin, operasyona katılıyor. Ve böylece bizim hareketimiz de ciddi bir etki kazandı. Daha önce ‘Güvenlik politikasında bağımsız, dünya çapında rolü olan bir Avrupa’ konusunda büyük laflar eden diğerleri, şimdi ürkek davranıyor” yanıtını veriyor. Almanya’nın 3900 asker gönderme sözü verdiğinin hatırlatılması üzerine de, “Bu harika tabi. Diğer taraftan 11 Eylül’den beri tam iki ay geçti. Yine de 3900 asker iyi. Zaten, bizim en önemli dostlarımızın zaman içinde daha güçlü katılacaklarından kuşkum yok. Ama o durumda, örneğin Amerikalı askerlerle beraber çalışmada zorluklar gibi bazı pratik sorunlar çıkabilir.”
Brzezinski, “Sonuçta Amerikalılar her şeyi tek başlarına yapmayı tercih etmezler miydi?” sorusuna ise, “Elbette kendi birliklerine komuta etmek daha kolay. Gerçekten en önemli olan görevler ABD tarafından tek başlarına çözülmek zorunda. Bu bir yandan işin gerçekliği, ama öte yandan insan kendini biraz yalnız hissediyor” diye karşılık veriyor.
Der Spiegel Brzezinsk’ye, başta Almanya olmak üzere AB’nin rahatsızlığını ifade eden şu soruyu soruyor; “Bush hükümetinin başından bu yana, hiçbir şey Avrupalıları, bu tek yanlı hareket kadar kızdırmadı. Şimdi ise birdenbire ortaya bu dünya çapında ittifak çıktı. Bu aniden keşfedilen çok taraflılık gerçekte, gösteriden daha fazla bir şey mi?” Brzezinski’nin yanıtı ise, ABD’nin rahatsızlığı ve meydan okuyuşunu açıkça ortaya koyar nitelikte: “Bu çok taraflılık değil. Günümüzde yaşanan, dünya siyasetinde Amerikan ağırlığının ifadesinden başka bir şey değil. Washington’a kimlerin geldiğine şöyle bir bakınız: Dün Mısır devlet başkanı, bugün Fransız. Sonra İngiltere başbakanı ve ardından Putin, Alman başbakanı yakında yine gelmeyecek miydi? Listenin sonu yok. Birçok hükümet açısından, yeni durum karşısında açık ki, Amerika’nın istikrarsızlaştırılması mümkün olsaydı, dünya anarşi içine düşerdi. Ve hepsi de bundan korkuyor. Bu da dünyanın tek kutuplu olduğunu ve bu gücün de ABD olduğunu gösteriyor.”
ABD’nin, dünyanın tek hâkimi olarak hareket etmesinin Almanya ve Fransa tarafından tepkiyle karşılandığı bir gerçek. Ancak ne Almanya’nın ne de Fransa’nın ekonomik ve askeri gücü, ABD’ye karşı bu rahatsızlığını açık bir “reddediş” ya da “baskı” olarak gündeme getirmesine olanak tanıyacak düzeyde değil. Birçok konuda ortak çıkarlar etrafında hareket eden AB burjuvazisi ise, ABD söz konusu olduğunda, aynı tutumu takınamıyor.
Almanya ve Fransa ikilisinin AB’yi merkezi bir emperyalist güç konumuna getirmek, AB tekellerinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını Almanya ve Fransa mali oligarşisinin çıkarları ekseninde yeniden yapılandırmak doğrultusunda attığı ekonomik ve askeri adımlarda belirli bir mesafenin kat edilmiş olması, bu gerçeği değiştirmiyor. 2002’nin Şubat ayında AB üyesi ülkelerin tek para sistemine geçişinin başlaması, AB içerisinde “Merkez Avrupa” oluşumunun kurulmasına yönelik girişimler, NATO’dan bağımsız olarak AB ortak güvenlik sisteminin oluşturulması ve Avrupa Ordusu’nun kurulması girişimleri, Almanya ve Fransa’nın, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünü kabul etmek zorunda kalan pozisyonlarını değiştirmeye yönelik adımlar olarak dikkat çekti. Dahası son on yıl içerisinde, Almanya ve Fransa devlet adamlarının “ABD eskisi gibi kendisinin tek güç olduğunu düşünmemeli” yönlü açıklamaları, ABD’nin mutlak önderliğini ilelebet tanıyacakları gibi bir durumun olmadığının vurgulanmasına yönelikti. AB içerisinde İngiltere’nin hemen her zaman, İtalya ve Yunanistan’ın ise kimi konularda, Almanya ve Fransa’nın değil ABD’nin yanında yer alan tutumlarının sıklaşması da, işin bir başka boyutu.
Bu tablo, en azından henüz, ABD’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslarda sürdürdüğü operasyonun karşısında, Almanya ve Fransa’nın üçüncü bir aktör olarak cepheden müdahale etmesini engelliyor. Emperyalist ABD “İmparatorluğu”nun devasa gücünün bu ülkeler tarafından bilinmesinin caydırıcılığı hala sürüyor. Bu durumun ilelebet sürmeyeceğinden ve sözü edilen bölgelerde ABD’nin girdiği çatışmaların orta vadede yıpratıcı olacağından kalkarak; süreci, askeri ve ekonomik açıdan güçlenme, içeride tıpkı ABD’nin yaptığı gibi polis devleti uygulamaları ve düzenlemelerini artırarak konumlarını sağlamlaştırma yönünde değerlendirmeyi tercih ediyorlar. NATO’dan bağımsız hareket edebilecek bir Avrupa Ordusu’nun kuruluşunun biran önce gerçekleşmesine yönelik AB yetkililerinin açıklamalarının son günlerde arka arkaya gelmesi, bu açıdan dikkate değer.
Bugün için henüz ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslarda emperyalist hegemonyasını yeniden tahkim etme girişimleri, Rusya ve Çin’i pratik-güncel olarak tehdit ettiği kadar AB’yi, Almanya ve Fransa’yı tehdit ediyor gözükmüyor. Ancak bu durumun çok da uzun sürmeyeceğini, ABD emperyalizmi ile Almanya ve Fransa’nın emperyalist çıkarları arasındaki çelişki ve çatışmaların daha da belirginleşeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Çünkü “Tekelci ve emperyalist aşamasına vardığında kapitalizm, genel olarak ‘olgunlaşmakla’; bağrındaki emek sermaye karşıtlığının ‘ağırlaşması’, ‘gericilik’ ve ‘şiddet’ eğiliminin ‘yoğunlaşması’ ile kalmaz, yeni ‘uzlaşmaz karşıtlıkların ortaya çıkmasına da yol açar. Sermaye ihracı ile gelişen kapitalizmin ‘geri’ ülkelerdeki burjuvazinin bir kesimine tekelci ve işbirlikçi bir karakter kazandırması ve kendi ‘eşit olmayan sıçramalı gelişme’sinin sonucu değişen güç ilişkilerine göre paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması gereğinin doğması, bu karşıtlıkların önemli iki sonucu olmuştur. Emperyalist ülkelerle sömürge ve bağımlı halklar arasındaki ve emperyalist tekeller ve devletlerin kendi aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıklar, bu yeni karşıtlıkların önde gelen ikisidir. Kapitalizm, dünyanın fethini tamamlar; ama ne var ki, onu; kendini devrimci bunalımlara, savaşlara, iç savaşlara ve ölüme götürecek karşıtlıklar yumağına çevirmekten de kaçınamaz.”(6)
Sonuç olarak; bütün dünyaya yayılmış olan ABD emperyalist sermayesinin güncel çıkarları, kendisini genişletilmiş düzeyde yeniden üretme ihtiyaçları, sömürge ve bağımlı ülkeler ile emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları yeni bir boyuta taşımadan karşılanabilir durumda değil. Bunun için, 11 Eylül’ü bahane eden ABD emperyalist “imparatorluğu”, “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı altında emperyalist yeniden paylaşım kapsamında bir operasyon yürütüyor. Bu, bütün dünyanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşıyla açıktan tehdit altında olması demek.
Bu tablo, yüz yılın son çeyreğinde “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” adı altında sürdürülen her türden “inter-emperyalist” ya da “ultra-emperyalist” propaganda ve tezlerin vaat ettiği, “emperyalizmin mutlak egemenliğinde bir dünya barışı” yaygarasını tuzla buz ediyor. New York Times yazarlarının başını çektiği “yeni emperyalizm” anlayışıyla, emperyalist ABD “imparatorluğu” bütün dünyaya, “son bir kez daha benim öncülüğümde Anglosakson emperyalizminin yıkıcılığına boyun eğin. Sonra dünyaya barış ve refah egemen olacak” diye sesleniyor.
Böyle bir dünyayı, kırın ve kentin bütün yoksullarının, emekçilerin ve gençlerin işçi sınıfı etrafında birleşerek; emperyalist sömürü zincirinin en zayıf halkalarından başlayıp, kırıp, dağıtmaktan başka hangi devrimci güç ve eylem düzlüğe çıkarabilir ki?
Dünyaya barışı ve refahı egemen kılmanın başka bir yolu yok.

Dipnotlar:
1 Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm – Evrensel Basım Yayın
2 Bu bölümdeki veriler Wall Street Journa’e ait- Aktaran Milliyet gazetesi
3 Evrenin Efendileri, Derleyen: Tarık Ali, OM Yayınevi
4 Bu bölüme ve kullanılan verilere ilişkin bakınız; a.g.e
5 Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm-Evrensel Basım Yayın
6 A.g.e. Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı adına yazılan önsözünden.

Filistin’de neler oluyor?

Barut, kan ve ölüm. Ardından iş makinaları. Cenin mülteci kampında İzmit Depremi’nden daha yıkıcı bir kıyıcılık. Ramallah’ta, Beytüllahim, Nablus ve toplam 35 Filistin Bölgesi’nde, ardında binlerce ölü ve yaralı bırakan bombalama, tank ve piyade ateşiyle kırım. Teslim alınanlara aşağılık muamele: önce “çıplaklaştırma” ve sonra çoğunun başlarına birer kurşun sıkılarak infaz edilişi. Bebek-yaşlı, kadın-erkek, sivil-fedai dinlemeyen tam bir soykırım.
Siyonist Başbakan Ariel Şaron, 1956’da gönlünden geçeni açıklamış, en büyüğü Lübnan’da Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında olmak üzere bunu uygulamaya koymuştu: “Çocukları dâhil her Filistinliyi yakmalı.” Şimdi önceden yaptıklarını gölgede bırakıyor. İsrail Ordusu, sadece Cenin’de “yüzlerce Filistinlinin öldürüldüğünü” açıkladı. Gerçek rakam binlerle ifade ediliyor. İsrail Ordusu, Kızılay-Kızılhaç dinlemeden “ortada kalan” ölüleri toplu mezarlara gömüyor. Onda birini bile Filistinlilere ya da tarafsız kuruluşlara vermiyor. Ve her yer ceset kokuyor: Bombalar ve iş makinalarıyla yıkılan binaların kaç ölüyü örttüğü bilinmiyor. Siyonist Ordu ne ölülerin toplanmasına izin veriyor ne yaralılara tıbbi yardım ve gıda ulaştırılmasına.
Filistin’de bir soykırım yaşandığı sır değil. “Yüzlerce ölü”den söz eden Ordu, sözde tarafsızlık gösterisiyle “…ama canlı bombalar” diye ortalığı yırtan emperyalizm ve Siyonizm aklayıcısı Türk ve sair gerici tekelci medya, bütün bir gericilik yaşananları gizleyemiyor. Gizlenecek gibi değil. Çarpıtmaya ağırlık veriliyor; “intihar saldırıları” dolayısıyla “Filistin terörizmi” öne çıkarılıyor. “Terörizme karşı mücadele” konsepti üzerinden yürünüyor.
Filistin’de yaşananlara ilişkin “savaş suçu” ve “soykırım” kavramları, sağından solundan gerici uluslararası medya tarafından oluşturulan zırhı delerken Türkiye Başbakanı Ecevit, boş bulunup “soykırım”dan söz ediyor. Söylediğine söyleyeceğine pişman ediliyor. En azından beş kez net olarak özür diliyor, pişmanlık belirtiyor.
Şaron, Sabra ve Şatilla’daki rolü nedeniyle “Uluslararası Adalet Divanı”na, “Savaş Suçları Mahkemesi”ne şikâyet ediliyor. Hakkında açıklamalar yapıp ifade vereceğini belirten Şaron’un suç ortağı Lübnan Falanjistleri’nin bir lideri suikasta kurban gidip öldürülüyor. Ancak 2002 Soykırımında yaptıkları Lübnan’dan kesinlikle daha az değil. Yugoslav eski Devlet Başkanı Sırp lideri Miloşeviç’i milyar dolarlık rüşvetle “savaş suçlusu” olarak uluslararası mahkemeye çıkaranların ve destekçilerinin hiç sesi çıkmıyor. Saddam’ın “gaddarlığı”, “katilliği”, örneğin Kuveyt saldırısı ya da “kitle imha silahlarının denetimine ilişkin BM kararlarını uygulamaması” üzerinde tepinip Irak’a askeri operasyon planlayanların ve yardakçılarının ağzını bıçak açmıyor.
Kosova’da CIA beslemesi UÇK milisleri “bağımsızlık savaşçısı” ilan edilmiş, “teröristler” nitelemesiyle onlara karşı operasyonlar düzenleyen Sırpların başkentleri bombalanır ve Devlet Başkanları “savaş suçlusu” sayılırken; Filistin fedaileri ya da Filistin Kurtuluş örgütü değil sadece bütün Filistin halkı “terörist” damgası yiyor, yaşlı-bebek demeden soykırıma layık görülüyor. Şaron ve generalleri ise, tüm açıklamalarına karşın, “İsrail’in kendisini savunma hakkının” temsilcisi sayılıyor ve katliamları başta ABD yetkilileri tarafından “anlayışla karşılanıyor”.
En yeni örnek Venezüella’dır. Chavez’e karşı düzenlenen gösterilerde 14 kişinin öldürülmesi gerekçe gösterilerek “akan kanın durdurulması” için ona dayatılan istifayı ve gerçekleştirilen darbeyi anında destekleyen yeni dünya düzeni taraftarları, başta Amerikan emperyalistleriyle uşakları; binlercesi katledilen Filistinlilere sıra geldiğinde, hâlâ “Filistin terörizmi”nden söz ediyor, bırakalım İsrail’e karşı bir “barışı kurtarma” operasyonunu, onu anlayışla karşılıyorlar.

“ULUSLARARASI HUKUK”
Liberal kalemşorların kullana kullana bıkmadıkları, ancak artık kullanımını sınırlamak zorunda oldukları “çifte standart” mı? Miloseviç başka Şaron başka mı? UÇK başka FKÖ başka mı? Başka oldukları kesin. Ancak, Belgrat bombalanır ve Miloseviç’e arama kararı çıkarılırken yeni dünya düzeni taraftarlarının kullandıkları argümanlar, bugün Şaron ve yaptıklarıyla karşılaştırıldığında kesinlikle “başkalık”tan söz edilemez. Farklılık, yeni dünya düzeni çerçevesindeki konumlanış ve dünyanın bu “yeniden yapılandırılmasının baş aktörü Amerikan emperyalizmiyle ilişkilerdedir. Bu yönüyle UÇK ile Şaron ve İsrail bir tarafta, FKÖ ile Miloseviç diğer tarafta durmaktadır.
Şimdi artık bu liberal “çifte standartçılık” suçlaması, demokrasi yüceltmesi ile birlikte değerinden çok kaybetmiştir. “Barış”, “insan haklan”, “refah toplumu” gibi küreselleşmeci yeni dünya düzeni taraftarlarının bir dönem kullandıkları müdahaleci ya da “yeni düzen kurucu” argüman ya da kavramlar, tıpkı “demokrasi” gibi, en azından bugün için rafa kaldırılırken, peşlerinden “çifte standartçılık” kavramını da sürüklemişlerdir. Şimdi yeni argümanları belirleyen yeni bir konsept dayatılmıştır dünyaya: “terörizme karşı mücadele”. Yeni konseptle birlikte, “barış”ın yerini savaş ve savaş çığırtkanlığı, “insan hakları”nın yerini “cezalandırma”, demokrasinin yerini “terörizm” ve “teröristler” almış, “refah” ise, “tarihin sonu” olan “krizsiz kapitalizm” kavramıyla birlikte unutulmuştur.
“Uluslararası hukuk” da bu değişimden payına düşeni almamazlık etmemiştir. 11 Eylül’e gelinceye kadar, içi boş kavramlara dönüştürülen demokrasi, barış, insan hakları, görünüşte, saldırmazlık, toprak bütünlüğü, içişlere karışmama, azınlık hakları, çok kültürlülük vb. vb. gibi kavramlarla birlikte “uluslararası hukuk”un hareket noktaları durumundayken; artık mali sermaye egemenliği ve emperyalist çıkarlar (özellikle Amerikan emperyalizmin çıkarları), çok daha çıplak biçimde, “ulusal” olduğu kadar “uluslararası hukuk”un da temellerini vermektedir. Görünüşün bile ihmal edilme eğilimi yükselmektedir. Hakkaniyetin yerini alçaklık, objektifliğin yerini mali sermaye çıkarlarının çırılçıplak sübjektivizmi almış; -kendi genişletilmiş yeniden üretiminin ihtiyaçları ekseninde- sermaye ilişkileri ve ekonomik, -onun tarafından güdülense de- giderek ekonomik gücün önünde ağırlık kazanan siyasal ve askeri güç, görüntünün kurtarılması da bir yana atılarak, maddi süreçlerin yanında hukuku da, tüm kuralsızlığı ve “çifte standartları”yla şekillendiren temel olarak, her geçen gün büyük bir hızla belirginleşmektedir. Sözü edilen “ilişkiler” ve “güç”, kuşkusuz 11 Eylül öncesi ve bütün bir emperyalizm dönemi boyunca hukuku şekillendiren ve onun tarafından onaylanıp meşrulaştırılan temel durumundaydı; ancak burada hâlâ biçimsel “eşitlik”, “hukukun üstünlüğü”, haklar, örneğin azınlık hakları vb. bu temeli örtüleyen ve geçerliliği öne sürülen kavramlar durumundaydı. Artık örtü de neredeyse tümden atılmaktadır. Bizatihi bu durum, Amerikan emperyalizmin saldırganlığı ve pervasızlığının boyutunu vermektedir.
Artık “uluslararası hukuk” denilen şey; bir yandan DTÖ, IMF, DB vb. kararlarıyla sosyal ve iktisadi içeriği tam bir esneklik ve kuralsızlıkla birlikte talan düzeyine ulaştırılan yoğun sömürünün -ve her alanın tam liberalizasyonu ile uluslararası tekellerin sömürüsünün önündeki tüm engellerin kaldırılışının-, diğer yandan Beyaz Saray ve Pentagon başta olmak üzere BM, NATO vb. kararlarıyla yöneltilen siyasal gericilik ve askeri saldırganlığın onaylanmasının ilkeleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Günümüzde, başka her şeye olduğu gibi, uluslararası hukuka da damgasını tüm çıplaklığıyla vuran “güç ve ilişkiler”, olağanüstü bir “esnekliği” ya da diğer bir deyişle “çifte standartçılığı” koşullamaktadır. “Esneklik”in başlıca kaynağı, emperyalizm (ve gericilikle) halklar arasındaki karşıtlık ile bu karşıtlığın da asıl olarak üzerinde yükseldiği sermaye (özellikle tekelci sermaye) ile emek arasındaki karşıtlıktır. Üretimin ve çalışmanın esnekleştirilmesinden başlayarak bütün maddi ve manevi yaşam, egemenlik konusu olan hammadde kaynakları ve daralan pazarlar da içinde olmak üzere, günümüzde uluslararası tekeller tarafından yeniden yapılandırılırken bundan hukuk da payını almakta; emekçiler ve tüm dünya halklarının hak yoksunluğu ile tekellerin sınırsız hakları birbirini koşullayarak, şimdi artık başlıca uluslararası ölçekte kurgulanmaya başlanan hukukun temel verisini oluşturmaktadır. “Gücü yetenin yettiğine” ilkesi, bu hukukun başlıca ilkesi durumuna çoktan gelmiştir. Esnekliğin ikinci kaynağı ise, bununla kopmazca bağlanarak, uluslararası sermaye içindeki, emperyalistler ve gericiler arasındaki karşıtlıktır. Bu yönüyle de, giderek “tüm köprülerin atılması”na doğru hızla ilerlenmekte ve halklar karşısındaki dayanışma bile, Afganistan örneğindeki “birleşiklik” görüntüsünün bir daha kolaylıkla sağlanamamacasına, dünya, “gücü yeten yetene” ilkesinin başlıca uluslararası hukuk ölçütü oluşuna doğru sürüklenmektedir.
DTÖ’nün başlıca vurgularından olan uluslararası ticaretin liberalleştirilmesi, nasıl sıra Amerikan çeliğine geldiğinde yükseltilen gümrük duvarlarıyla geçersizleştiriliyorsa; uluslararası hukuk ve karar alıcı kurumları olan BM ve uluslararası mahkemelerin kararları da benzer “esneklik”le uygulanmaktadır. Esneklik kaynağı, “güç ve ilişkiler”dir. En güçlü ve en geniş ilişkiler ağına sahip olan, esnekliği kendi lehine en çok dayatan ve ondan en çok yararlanandır. Dolayısıyla uluslararası hukuk da, öncelikle güç ve ilişkilerle koşullanmakta, özellikle de, en güçlü ve ilişkileri en sağlam ve yaygın olanın çıkarlarını gözetmekte, onaylamakta ve meşrulaştırmaktadır.
Filistin sorunuyla ilgili BM kararları ve geçerlilikleri açısından uluslararası hukukun bu esnekliği, tüm iğrençliği ile gözler önündedir.
BM’nin, İsrail’in, Kudüs’ü de kapsayarak 1967’den itibaren işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini öngören 242 ve 338 sayılı kararları, yıllardır bu esnekliğin göstergesi olarak ortada öylece durmaktadır. Ortada durmakla da kalmamaktadır; 242 sayılı kararın üstüne İsrail defalarca (’73 ve ‘82’de Ürdün, Mısır, Suriye ve Lübnan aleyhine) işgal topraklarını genişlettiği gibi durmaksızın özellikle Doğu’dan gelenlerle Batı Şeria, Gazze ve diğer yerlerde yeni Yerleşim Bölgeleri kurarak işgali hem yaymış hem de kalınlaştırmaya yönelmiştir.
Filistin’e ilişkin BM kararları bu ikisinden ibaret de değildir. BM Güvenlik Konseyi soruna ilişkin tam 69 karar almıştır. Bunların hiçbirine uymayan İsrail’in, -eğer BM uluslararası hukukun bir temsili organı ise-, uluslararası hukuka meydan okuduğu söylenebilir. Ya da uluslararası hukuk, görünür esnekliği içinde dikte edilen bir kuralsızlık yığıntısıdır. Üstelik İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin aleyhine çıkacak 29 kararından da ABD vetosu ile korunmaktadır.
İsrail’in uluslararası hukukun ne tür bir pespayelik olduğunu gösteren kuralsızlığı bunlarla da sınırlı değildir. Siyonist devlet, Nükleer Silahların Yaygınlaşmasının Önlenmesi Antlaşması’nı imzalamayı reddeden Ortadoğu’daki tek, dünyadaki birkaç ülkeden biridir.
Sorun, söylendiği gibi “terör” ve “terörizm” ise, “İsrail’in güvenliğinin sağlanması” gerekçesine bağlanan ve “güvenlik önlemlerinden” sayılan, soykırıma dönüşmüş yaygın ve sistemli terörün yanı sıra, Ebu Cihed başta olmak üzere Filistin önderlerini, üstelik katiller göndererek değişik ülkelerde suikastlarla öldüren İsrail ve onun istihbarat örgütü MOSSAD uluslararası hukukun hangi kategorisinde sayılacaktır? Yine üstelik bizzat kendi yüksek rütbeli subayları silahsız savaş esirlerinin idam edildiğini açıklayan İsrail, sözü edilen işgal ya da terör değil de -ki İsrail kuşkusuz bunları reddediyor- savaşsa, soykırım faili olmanın yanında, savaş suçu işlemiyor da ne yapıyor, en başta Şaron savaş suçlusu değildir de nedir? 1948’den bu yana milyonlarca insanı mülteci olarak yaşamaya mahkûm ederek topraklarından süren İsrail, mültecilerin topraklarına, işlerine ve banka hesaplarına karşılıksız el koyarken kuralsızlığının hukukundan başka hiçbir şeye dayanmamaktadır.
Sadece açık bir soykırım örneği olan ve deprem yaşamış görüntüsü veren Cenin suçları bile, soykırım ve savaş suçu faili olarak Şaron ve Genelkurmay Başkanı Mofaz’ın Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanıp mahkûm olmasına yetecekken, tüm insanlık dışı uygulamalarıyla birlikte “uluslararası hukuk”u defalarca çiğneyen İsrail, Yugoslavya gibi bombalanmayıp Irak gibi “haydut devlet” ilan edilmemesini, bu hukuka asıl içeriğini veren “güç ve ilişkiler “den başka hiçbir şeye borçlu değildir.

“FİLİSTİN TERÖRİZMİ” YA DA “İNTİHAR SALDIRILARI”
İsrail’in hukuk tanımazlığı ve öncekileri de geride bırakarak açık soykırım düzeyine yükselttiği son katliamcılığı, kuşkusuz tüm dünyanın nefretini kazanmış durumdadır. Tüm gerici yönlendirici tutumuna rağmen tekelci medya sayfa ve ekranlarını da delen Filistinlilere reva görülen dram, çocuk ölüleri, kurşuna dizilen esirler, “depremden çıkmış” Cenin görüntüleri vb. her “insanım” diyeni isyan ettirecek düzeydedir. “İsrail’in güvenliği” türünden gerekçeler bu dramın üzerinin örtülmesine yetmemekte, lakabı da “kasap” olan Şaron’un şahsında Siyonist kan içicilik “uluslararası kamuoyu”nda İsrail karşıtı ciddi birikimlere yol açmaktadır. Dünya ölçeğinde İsrail’i “anlayan” ve destekleyen, aslında yönlendiren bir tek Amerikan emperyalistleri kalmıştır ve halkların öfke ve nefreti onu da hedeflemektedir. Özellikle Ortadoğu’da tam bir infial egemendir.
Görüntünün ve tamamen kuralsızlığın hukukuna dönüşen “uluslararası hukuk”un kurtarılması bu noktada önem kazanmaktadır. Bulunan yol; tüm Filistin halkını kapsamadan edemeyecek olan “Filistin terörizmi” vurgusu ve devasa Siyonist terör makinasının suçluluğunun “intihar saldırıları” ya da “canlı bomba eylemleri”nin öne çıkarılmasıyla dengelenmeye çalışılmasıdır, İsrail de içinde olmak üzere tüm dünyada protesto ve barış gösterilerine yol açan Siyonist katliamcılık, yine dünya ölçeğinde, ama en çok da Türkiye gibi halkının yüreğinin ezici çoğunlukla Filistin halkınınkiyle birlikte attığı ülkelerde, “ama” eki kullanılıp, “evet, ama onlar da intihar eylemleri yapıyorlar” yüzsüzlüğüyle örtülenerek; bir sözde “tarafsızlık” politikası geliştirilmeye çalışılmaktadır.
“İntihar eylemleri”nin, kategorik olarak yüceltilmesinin de kaçınılmazlaştığında yadsınmasının da doğru ve gerçekçi olmadığı açıktır. Herhangi bir eylem türü, koşullarından bağımsız olarak ne savunulabilir ne de yerilebilir. Hiçbir eylem türü tümüyle reddedilebilir değildir. Aynı şekilde genel geçerliliği içinde ve hiçbir kayda bağlı olmadan savunulabilir eylem türü de olamaz. Bunlar, Marksizm’in eylem biçimlerine yaklaşımının ABC’sidir.
Öncesiz ve sonrasız konuşmadan, son İsrail saldırısı ve soykırımı koşullarında, halkının yaşamaya mahkûm edildiği acıları yüreklerinde en çok hisseden Filistinlilerin kendilerini “canlı bomba”ya dönüştürmelerini, Bush, Şaron ve benzerleri dışında kim kınayabilir? Kim, bu halkın maruz bırakıldığı soykırıma yönelik şiddetli tepkilerini, yapabilecek hiçbir şeyi kalmadığı koşullarda, tümüyle tüketilen umutlardan arta kalan, geride kalanları rahatlatma umuduyla, kendisini halkı için feda edişini anlamayabilir? Ve buna kim karşı çıkabilir? Kimlerin karşı çıktığı biliniyor. Bir avuç emperyalist ve uşaklarıyla yalakaları.
Bunlar, tam kölelik dışında varolma haklarıyla birlikte karşı çıktıkları Filistinlilerin, tamamen, hedef edildikleri dizginsiz ve orantısız şiddet ve soykırımın bir sonucu ve ürünü olan “intihar eylemleri”ni, bir de, utanmadan Siyonist terörle kıyaslıyorlar. Üstelik tam bir açık terör makinası olan İsrail devletinin uyguladığı, “insanım” diyen herkesi insanlığından utandıran Siyonizm’in terörünü “intihar eylemleri” ya da “Filistin terörü”ne bağlıyorlar. Filistinliler “rahat dursa”, yani tam köleliği kabul etseler, İsrail’in “güvenlik sorunu” olmasa, teröre başvurmayacağı demagojisini yapıyor, dünya halklarının da buna inanmasını bekliyorlar.
Dişinden tırnağına silahlı, Cenin örneğinde olduğu gibi, “güvenlik sorunu”nu, “taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmayarak”, sivil-asker ayrımı yapmadan çözmeye girişen İsrail Siyonizm’i ve destekçilerinin; hele “masum sivilleri hedef alıyor” gerekçesiyle “intihar eylemlerini” suçlamaları ve İsrail terörünün nedeni ilan etmeleri dünya ezilenlerini kesinlikle aldatamamaktadır. Bu “ama Filistin terörü…” edebiyatı, “uluslararası hukuk”un İsrail tarafından ayaklar altında çiğnenişini ve çeşitli ülke gericiliklerinin İsrail’e verdikleri desteği gerekçelendirmenin manivelası olarak kullanılmaktadır; ancak pek işe yaradığı söylenemez.

TÜRKİYE GERİCİLİĞİ
“İki terör” kıyaslamasının en çok kullanıldığı ülkelerden biri Türkiye oldu. Bu, İsrail’in Filistin’e yönelik soykırımından özel koşulları nedeniyle en çok etkilenen ülkelerin başında, Arap ülkeleriyle birlikte Türkiye’nin gelmesi nedeniyledir.
Türkiye, ABD ve İsrail ile birlikte çok yönlü stratejik bir ittifak halindedir. Ortak askeri manevralar, Konya’da askeri eğitim uçuşları vb. yapmaktadır. GAP’ta İsrail önemli toprakları kapatmıştır. Çukurova’dan başlayarak GAP’a kadar uzanacak “Nitelikli Endüstri Bölgesi”, yine üç stratejik müttefikin ortaklığıyla gerçekleşecektir. Uzun süredir tartışılan 170 tankın modernizasyonu ihalesi, hem de İsrail saldırısının başlayıp Arafat’ın Ramallah’taki karargâhında kuşatıldığı gün İsrail’e verilmiştir. Mübarek Mısır’ının ve Ürdün’ün hayırhah tutumu sayılmazsa, İsrail’in bölgedeki tek dünyadaki birkaç iyi dostundan biri Türkiye’dir. Son yıllarda iki ülkenin ilişkileri en üst seviyededir.
Türkiye-İsrail ilişkileri fiili diplomatik ilişkisizlikten stratejik ortaklığa ilerleyen bir süreç yaşamışken, Filistin’le ilişkiler, Ankara’da bir Filistin Büyükelçiliği dışında sürekli gerilemiştir. Oysa iki ülke halkı arasında kesinlikle din bağıyla sınırlı olmayan tarihsel bir yakınlık vardır. Ortak düşman Amerikan emperyalizmi tarafından gadre uğramışlık, iki halkı kardeşleştiren temel bir etkendir, iki halkın yakın tarihi, emperyalizme karşı ortak mücadelenin dayanışmacı örnekleriyle doludur. Bunlar, son İsrail soykırımı nedeniyle Türkiye halkının tüm içtenliğiyle Filistin halkının yanında yer almasının, İsrail’e yoğun ve yaygın tepkisinin nedenleri olmuştur. Bir avuç tekelci işbirlikçi ve köşe yazarı vb. türünden yardakçısı dışında Türkiye’de İsrail’e öfke ve nefret duymayan kimseye kolaylıkla rastlanamaz.
Bu nedenlerle, Türkiye gericiliği, gerçek tutumu tıpkı Amerikan emperyalistleri gibi “anlayışla karşılama ve destekleme” olmasına karşın, İsrail’i, benzer şekilde açıktan destekleyememiş; “iki terör”, “kim haklı-kim haksız”, “Araplar bizi arkadan vurdu” gibi yaklaşımlar “geliştirerek”, açıktan desteklemekten pek de farkı olmayan İsrail yanlısı bir “tarafsızlık”a yönelmiştir.

“ARKADAN VURMA”
Burjuva gerici faşist partilerden daha çok, önceden bu partilerin yürüttüğü işleri üslenen medya, Türkiye’nin İsrail yanlısı tutumunu haklı gösterebilmek için, halkın anlayışla karşıladığı “intihar eylemleri”ne yaptığı vurgunun yetersizliğini gidermek üzere, yüzünü tarihin tozlu yapraklarına döndü. Tarihi çarpıtan milliyetçi “Araplar kaç kez bizi arkadan vurmuştu” kaşımasıyla, İsrail’e sunulan destek haklı çıkarılmaya çalışıldı.
Belli başlı iki örnek olarak, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun, dağılma sürecinde patlak veren Mekke Emiri Şerif Hüseyin ayaklanmasıyla zor durumda bırakılması ve Kıbrıs sorununda Arap ülkelerinin (ve Filistinlilerin) bizi desteklememesi gösteriliyordu.
Kıbrıs sorunu dolayısıyla Türkiye’nin dünya ölçeğindeki tecrit edilmişliği ya da işgal ve kukla yönetim gibi siyasal zorlamalarla kendi kendini tecrit etmesi göz önüne alındığında, ne Araplara ne de özel olarak Filistinlilere söylenecek ciddiyet taşıyacak bir söz olamaz. Ne “Türkî kardeşlerimiz” ne İsrail ne de ABD, Kıbrıs sorununda Türkiye’yi desteklemiştir. Türkiye’yi Türkiye’den başka destekleyen ikinci bir ülke yoktur.
Şerif Hüseyin’in Osmanlı’yı “arkadan vurma” olarak nitelenebilecek ayaklanmasına gelince, burada da, en başta, İttihat ve Terakki ile bir yandan Türkçü milliyetçiliğe diğer yandan da Almanlarla işbirliğine (toplam olarak Alman emperyalizminin emellerine paralel bir Pan-Türkizme) yöneltilen Osmanlı’nın kendi kendini arkadan vurduğu/vurdurttuğu söylenmelidir.
Sorunun bir yanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun, parçalanma halinde askeri feodal bir despotluk oluşudur. İttihat Terakki’nin, üzerine Türkçü milliyetçiliği oturtmaya çalıştığı bu yapı, ulusal bir yapı olmadığı gibi, ezici çoğunluğu Batı bölgelerinde patlak veren ulusal ayaklanmalara kaynaklık etmiş ve sarsılmaktadır. Kapitalizmin az çok geliştiği tüm Osmanlı egemenliğindeki ülkeler kendi ulusal devletlerini kurma yoluna girmişlerdir.
Zaten özellikle Balkanlar’da yeni ulusal hareket ve devletlere karşı çatışma içinde örgütlenen İttihat Terakki milliyetçiliği de, bu parçalanmaya bir tepki olarak ve Osmanlı’yı, Türkleri temel alan bir devlete dönüştürmek üzere gelişmektedir. Ama “ulusallığı”, söylendiği gibi Pan-Türkizme yöneliktir ve feodal Osmanlı’nın üzerinden şekillenmenin zaaflarıyla malûldür. Bir yandan otokratik feodal yapıyı ve onun askeri emperyal örgütlenmesini korumayı, diğer yandan diğer uluslardan halkları dışlayarak ve üzerlerinde zor uygulamaya yönelerek bölge Türklerini birleştiren bir devlet olarak “yenilemeyi” amaçlamaktadır. Mısır dışında kapitalizmin görece en az geliştiği bölgelerde yaşayan Araplar da, ümmetçilikten Türkçülüğe bu geçiş sürecinde, ayaklanan Batı ulusları gibi olmasa bile, belirli bir dışlanmanın konusu edilen topluluklardan olmuştur.
Üstelik parçalanma sürecinde, her ulus ve topluluk, çöküntü içinde yitip gitmemek için kendi geleceğini aramaya, başını sokacak bir “yurt parçası” peşine düşmeye nesnel olarak zorlanmaktadır.
Aslında “din kardeşi” efendiden hoşnut kabileler halinde örgütlü Arap toplulukları, ulusal devlet ya da efendi değiştirmek peşinde değillerdir. Ancak bu hoşnutluğa rağmen, yaşadıkları andan ve geleceklerinden hiç de emin olamamakta, alternatif “emniyet”in koşullarını da gözlemekten kaçmamaktadırlar. Koşulları zorlayan, yalnızca Osmanlı’nın parçalanması süreci değil; aynı zamanda, içeriden ve dışarıdan, Osmanlı topraklarının tümüne ilişkin olduğu gibi Arap ülkelerine ilişkin olarak da, birbirlerini çelmeleyip boğazlarına sarılarak her yerde cirit atmakta olan ajanlarıyla birlikte, başlıcaları Almanya, İngiltere ve Fransa olan emperyalist büyük devletlerdir. Bunlar ulusal ayaklanmalar kadar, önlerini açabilecek başka tüm fırsatları tahrik edip geliştirmeye ve değerlendirmeye çalışmaktadır.
Bu Osmanlı İmparatorluğu’nu da paylaşma peşinde keskinleşen emperyalist çatışma içinde taraflar belirginleşmeye başlamış, Osmanlı ve İttihat Terakki Almanlarla işbirliği yoluna girmiştir. Bağdat Demiryolu vb. projeleri gündeme gelmiş, Alman Askeri eğitimi ve yardımları başlamış, Alman altınlarının ucu görünmüştür. Artık, kendisi paylaşım konusu Osmanlı, emperyalist oyuna katılma durumundadır.
Tek Arap ayaklanması durumundaki Şerif Hüseyin ayaklanması, ulusal özellikler gösterse bile, o da, aynı emperyalist oyuna bağlanmıştır. Ayaklanmanın az öncesine kadar İstanbul’da “misafir edilen”, sonra kendi ülkesine gönderilen Şerif Hüseyin de, eskisi gibi baş tacı edilmeyen Arapların temsilcisi olarak, İngiliz (Lawrence’ın faaliyetleri çerçevesinde) altınları ve sair olanakları sunularak ayaklanmaya “ikna” edilmiştir. Üstelik İngilizlerin açtığı yola girmesi bakımından “oyuna geldiği” ortada olmakla birlikte, “kendi ülkesi”ne kavuşmak bakımından daha “anlaşılır” bir pozisyondadır. Ancak şöyle ya da böyle hem Osmanlı’nın hem de Şerif Hüseyin’in, biri Alman birinin de İngilizlerin olmak üzere, büyük emperyalist devletlerin oyununa geldikleri kesindir. Burada, bir ulusun diğer bir ulusa ya da ulusal çıkarlara karşı bir tutumundan değil ama emperyalist oyunlardan ve alet olmalardan söz edilebilir. Ancak bu, Çanakkale’den Sarıkamış’a 1 Emperyalist Savaş’ın tüm Türk mezarlarının, aynı zamanda, Kürtlerin yanı sıra Arapların da kitlesel mezarları olduğu gerçeğini değiştirmez. İsrail yanlısı tutumu haklı çıkarmak üzere kullanıldığı biçimiyle bile, “arkadan vurma”nın genel bir tutum olmadığının temel bir göstergesi, bu mezarlardır. Öte yandan, ulusal bir karşı tavır ya da arkadan vurmadan söz edilecekse, bunu, Şerif Hüseyin’e yakıştırmadan önce, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Cezayir’i değil ama Fransız emperyalistlerini desteklemesinin yanı sıra ’67 ve ’73 savaşlarında sözde tarafsızlık politikasıyla İsrail işgallerine karşı çıkmayan Türkiye’nin tutumları açısından ele almak zorunludur.
“Arkadan vurma” sorununa yaklaşım, milliyetçilik girdabında ve emperyalist planlara alet olma sürecinde kimin haklı kimin haksız olduğu ve dolayısıyla kimin kimi arkadan vurduğunu saptama beyhude çabası içine girmek olamaz. Bu, bugünkü gelişkin biçimiyle, olsa olsa, emperyalizm işbirlikçiliğini meşrulaştırmak ve “senin emperyalist efendin kötü benimki iyi” tartışmasını sürdürmek olur. Sorun, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadele ortaklığı ya da bu mücadelenin sekteye uğratılması açısından ele alınmalıdır ki, burada sicili bozuk olan Filistinliler ya da genel olarak Araplar değildir.
Türkiye açısından şimdi alınması gerekli tutum ise, bugün yine benzer emperyalist çıkar ve planlar çerçevesinde politikalar izlemeyi haklı çıkarmak üzere, bozuk sicili daha da bozmak olamaz. Gerekli olan, emperyalizme alet olmanın tarihi örneklerini de eleştirerek, halklar arasında dayanışmayı ve kardeşleşmeyi geliştirecek ortak düşman emperyalizme karşı ortak mücadelenin yükseltilmesi için elden geleni yapmaktır. “Arkadan vurmalar”ın biteceği ve tarihsel temelleri olan kardeşliğin yükseleceği yer burasıdır. Ve hiçbir emperyalizm uşaklığına bağlanan milliyetçi demagoji, bu gerçeği karartmamalıdır. Son Filistin örneğinde karartamamış, yakın tarihteki çok sayıda örnekte olduğu gibi, bir avuç uşak dışında Türkiye halkı Filistinli kardeşlerinin yanında yer almıştır.

AMERİKAN ÇIKAR VE PLANLARI
Dergimizin bu sayısındaki bir başka yazımız Amerikan emperyalizminin bugünkü pozisyonu ile çıkar ve planlarına ilişkin. Bu nedenle, konu üzerinde uzun boylu durmayacağız. Ancak özel olarak konumuzu ilgilendiren yönleriyle sınırlanarak şunlar söylenebilir.
Özellikle dünyanın iktisadi olarak paylaşılması bakımdan zorlanan ve 11 Eylül’le birlikte, “doruk”tan inişe geçişine şiddetle tepki vermeye yönelen Amerikan emperyalizmi, “terörizme karşı mücadele”yi konsept edinerek, dünyanın dört bir yanında iki cephede birden vermekte olduğu kavgayı tırmandırmaya yöneldi. Başını çektiği dünyanın yeniden yapılandırılması, bir yandan yoğunlaşan talan ve zorbalığın nesnesi kılınan halklara karşı yoğun bir iktisadi, politik ve askeri bir saldırganlık olarak gelişirken diğer yandan da, her bakımdan gelişmeleri ve yayılmalarının önünü kesmeye, kuşatmaya ve hatta zamansız bir çatışmaya zorlamaya yöneldiği rakip emperyalist büyük devletlere karşı yine çok yönlü dayatmalar biçimini almaktadır. Nükleer tehditleri de kapsayarak (ABD, en son Rusya ve Çin dâhil pek çok ülkeyi nükleer hedef olarak tanımlamıştır) geliştirilen saldırgan tutum, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, oradan Ortadoğu ve Avrasya’ya vahşetin önünü açarak sürdürülmektedir. Bayrağını dalgalandırdığı “doruk”ta tutunabilmesinin elindekini koruma savunmacılığıyla olanaksız olduğunu bilen Amerikan emperyalizminin sözü edilen iki cephede birden geliştirdiği saldırganlık, -olanakları, karşı tepkileri, iki yönlü taktikleri vb. gibi çeşitli yönleriyle- ayrıntılarıyla değerlendirilmeye muhtaçtır, ancak tam bir pervasızlıkla yürütüldüğü de gerçektir.
Ortadoğu’nun bütünüyle Amerikan çıkarları çerçevesinde yeniden örgütlenmesini içeren Amerikancı yeniden yapılandırma, kuşkusuz petrol kaynaklarına tamamen sahip olmayı öngörmekte, siyasal askeri ihtiyaçlarını da karşılamak üzere bölgenin tek başına tam denetimini hedeflemektedir.
Ortadoğu ise, Filistin sorununun yanı sıra başka “çıban başları”nı da barındıran karmaşık ilişkilere sahip oldukça özel bir bölgedir. Bir dizi ulusal rengi de içeren karşı koyuşlar yanında, ABD, İran’da Alman ve Rus, Irak’ta Fransız ve Alman, Çin vb. çıkarlarıyla kendisini sınırlanmış görmektedir. Öncelikle Irak ve ardından İran çoktan “terörist” ya da “haydut” devlet olarak ilan edilmiş bulunmaktadır. Filistin, zaten “terör yuvası”dır!
Bölgeye yönelik Amerikan emelleri, rakip büyük emperyalist devletler tarafından sınırlandığı gibi, halklar kaynaklı olarak ve merkezinde Filistin olan ulusal etkenler ve bölgenin Arap özelliğinin yanında bölge nüfusunun ezici çoğunluğunun Müslüman oluşu nedeniyle dinsel etken dolayısıyla da zora girmektedir.
Filistin görece küçük bir ülke olmakla birlikte, Arap nüfus bakımından ulusal ve dinsel anlamının yanında, Filistinlilerin bütün bir Ortadoğu’ya mülteci olarak sürülmeleri -bir dizi ülkede önemli bir nüfus yoğunluğuna ulaşmaları: örneğin Ürdün’ün yarı nüfusu Filistinlidir, diğer Arap ülkelerinde de ulusal, dinsel vb. yakınlıklar nedeniyle kolaylıkla kaynaştıkları geri kalan Arap halklarını da etkilemeleri hesaba katıldığında-, bu sorunu bir bölgesel sorun yaptığı gibi, aynı zamanda tüm Arap ülkelerinin “iç sorunu” haline de getirmiştir. Gerici Arap rejimleri Filistin sorununu hiçbir zaman görmezden gelememiş, onu iç politika malzemesi olarak kullanırken kendi gerici çıkarları uğruna pazarlık konusu yapmaya da yönelmişlerdir. Ancak kesindir ki, Filistin sorunu, her koşulda, gerici Arap yönetimlerini, işbirlikçi pozisyonlarını iktidarlarıyla birlikte sürdürmek bakımından istikrarsızlaştırıcı bir sorun olma özelliği taşımıştır. Sonuç, bu rejimlerin “Filistin sorunu” konusunda “özgür” olmayışları ve daima dil ucuyla “Filistin”e destek sunan politikalarıyla birlikte bu sorunun oluşturduğu açmazdan kurtulma arzularının ifade ettiği paradoks içinde bulunmaları olmuştur. Ancak bu durumlarıyla gerici Arap rejimleri, ne Filistin’i görmezden gelebilmekte ve Amerikan dayatmalarının -çoktan gönüllü olmalarına karşın- gereğini pervasızca yerine getirebilmekte ne de zaman zaman dozajı değişerek sarf ettikleri laflar dışında Filistin’e destek sunmaktadırlar.
Filistin sorununu kendi ulusal çıkarları yedeğinde “Cihat”ının dayanaklarından sayan Irak ve bu yönüyle ona yakın bir konumda duran, böyle davranmaya hazır İran, çoktan ABD tarafından hedef ilan edilmişlerdir. Bu, kuşkusuz -en azından yalnızca- Filistin sorunundaki tutumlarından kaynaklanmamakta; ancak konumuz açısından, İsrail’in bölgedeki tecrit olmuşluğunu koşullayan etkenler arasında yer almaktadır.
Yeniden yapılandırmaya giriştiği dünyanın bir parçası olarak Ortadoğu’yu da yeniden düzenlemeye girişen Amerikan emperyalizminin, bölgenin bir dizi gerici Arap rejimiyle ilişkileri oldukça gelişkin olmakla birlikte, bunlar, hem Filistin sorunu hem de Arap (ve yanı sıra İslam) karakterleri nedeniyle, bu yenilenmeye katılmakta istekli olmalarına karşın, inisiyatif alamamaktadır. Aynı nedenler, gerici Arap rejimlerinin, bu yenilenmenin bir dayatması olan İsrail’le iyi ilişkiler kurmalarını ve “terör odağı” olan Filistin sorununun Amerikancı çözümü ile şimdi “topun ağzında” görünen Irak’a karşı ABD etrafında bütünleşmeyi benimsemelerini olanaksızlaştırmaktadır.
Bu, on yılların tablosudur. ABD, bu tabloyu “Türkiye kartı”nı oynayarak değiştirmeye yönelmiş; yalnızca olmasa bile başlıca bu nedenle, ABD’nin Türkiye’ye dayatmasıyla, ABD-İsrail-Türkiye stratejik ittifakı oluşturulmuştur. Bu ittifakla Türkiye, bir “kama” gibi İslam ve Arap Ortadoğu’nun kalbini deşmeye yöneltilmiştir. ABD, Camp David vb. ile denemesine karşın herhangi bir Arap ülkesine yaptıramadığı ve yaptıramayacağını Türkiye’ye yaptırarak; bölgede İsrail’i yalnızlıktan kurtarmaya, Türkiye aracılığıyla gerici Arap rejimlerinin Amerika ve giderek İsrail’le ittifakının önünü açmaya ve her türlü operasyonunda bölge gericiliklerini itirazsız etrafında toplamaya yönelmiştir. Yolu açan Türkiye’nin, “ikili” oynamasına ve İsrail yanlısı ” tarafsızlığı”na katlanmak ise, hem ABD hem de İsrail açısından “çocuk oyuncağı” kabilinden olmuştur. Buna rağmen, ABD değilse de İsrail ve kuşkusuz Yahudi sermayesi, görüntüyü kurtarmak üzere ikili oyunda “ileri” gidip “soykırım” sözcüğünü kullanan Ecevit’i doğduğuna pişman etmiştir.
Yolun, Türkiye’ye açtırılmakla birlikte, hâlâ “dikensiz” olmadığı görülmüştür. Düzlenmesi için ek operasyonlar gerektiğini en son Cheney, Ortadoğu gezisinde yerinde görmüştür. “Irak seferi”nin hazırlıkları ve bölgenin son durumunun özeti açısından bir tur atan ABD şefinin, Türkiye dâhil bölge yönetimlerinden aldığı mesaj, “Filistin sorunu ortada dururken Irak’a operasyon düzenlenemeyeceği” (düzenlenirse de kendilerinin destek sağlayamayacağı) olmuştur.
Filistin’i “çıbanbaşı” olmaktan çıkarmanın yanında, son Filistin soykırımının bir nedeni buradadır: Bölgenin tam denetimi için zorunlu olan Irak’a giden yolu açmak. ABD, Irak operasyonu için gerekli desteği sağlamak üzere tüm Arap rejimlerine mesaj yollamıştır: Ya “efendi gibi” yanımda olursunuz ya da dünyayı tepenize yıkarım!
İsrail ve arkasındaki ABD ile savaşı göze almaları mümkün olmayan gerici Arap yönetimleri, “tavırsız” kaldıkları Filistin soykırımının ülkelerini iyice istikrarsızlaştırarak kendi iktidarlarının temellerini kemirmesine katlanma ve “bela”dan ancak tamamen ABD’nin “kucağı”na oturarak kurtulabileceklerini bir kez daha öğrenme “sınavı”ndan geçirildiler. Devrilmeye doğru gitmeyi göze alma ya da Amerikan-İsrail tarafına tam iltihaktan başka yollarının olmadığını görmeliydiler: Bu da ABD’nin mesajıydı. Böylelikle Filistin tam tecrit edilecek ve Irak yolu düzlenecekti. Türkiye’nin “kama” harekâtı artık daha etkili olabilirdi. Suudiler, Mübarek, Abdullah vb. artık “ya sabır” çekseler ve kâğıt üzerinde stratejik ittifak içinde yer almasalar da, çeşitli fiili biçimlerle bu ittifaka katılacaklardır. Zaten uzunca süredir pratik bir destek vermedikleri Filistinlileri, belirli bir süreye yayarak tümden unutmak durumundadırlar. Bu süreci değiştirecek tek dinamik, başta Filistin direnişi olmak üzere bölgenin aşağıdan gelen kaynayışıdır.

İSRAİL’İN ÖZEL KONUMU
Filistin sorununa ilişkin gelişmeler, genel olarak ve son soykırım kapsamında, yalnızca Amerikan emperyalizminin dünya ve Ortadoğu’ya yönelik çıkar ve planlarından hareketle ele alınamaz ve anlaşılamaz. Sorun, aynı zamanda, İsrail’i sıkıştıran hatta varlık/yokluk gerginliğini dayatıcı bir içeriğe de sahiptir.
Her ikili ilişki ve hedefindeki nesne ya da her çok yönlü ilişki bakımından, yönetiminin tüm işbirlikçiliğine karşın, namlunun ucunda Irak’ın bulunduğu Amerikan-Türk ilişkisi örneğinde bile, ilişkinin şekillenişindeki ağırlıkları çok farklı olsa da, iki ya da daha fazla çıkar (dayandıkları ve gözettikleri unsur ve dinamikler) dolayısıyla bakış açısı geçerlidir; zaman ve diğer etkenlerdeki değişikliklere bağlı olarak değişime uğrayan ana doğrultuyu bunların bileşkesi verir. Efendilerle işbirlikçiler arasındaki ilişki açısından dahi doğru olan mutlak tek yanlı, tek etkene dayalı olmayış, daha özel ilişkiler açısından haydi haydi doğrudur.
İsrail özel bir ülkedir; bir yönüyle ABD-İngiltere ilişkisini andıran ama ondan da farklı, dünyada başka benzeri olmayan Amerikan-İsrail ilişkisi de böyledir. Bu ilişki, kesinlikle tek yönlü, kendi çıkarları ve politikalarını dayatan “aktif” ABD ve “pasif” İsrail ilişkisi değildir; İsrail, basitçe Amerikan çıkarları doğrultusunda davranan ve onun işini gören bir “taşeron”a indirgenemez. Hatta zaman zaman ve özellikle Ortadoğu’ya ilişkin bir dizi politikayı ABD’ye İsrail’in dayattığı söylenmelidir. Örneğin Madrid ve Oslo süreciyle geliştirilen Amerikancı barışın yerini bugünkü Şaron katliamcılığının almasında nereye kadar ABD’nin dünya ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye dönük hesaplarının nereye kadar da İsrail’in kan üzerine kurduğu “güvenlik” ve yayılma hesaplarının geçerli olduğu ve ağırlık taşıdığı dijital teraziyle bile ölçülebilir değildir; ama şu kesindir ki, ikisinin çıkar ve hesapları genellikle ve son süreçte tamamen çakışmaktadır.
Bu çakışmanın ardında yatan Yahudi mali sermayesi ve gücüdür. Bu güç odağı, İsrail’i var eden ve bugün de yöneten asıl güç olduğu gibi, Amerikan emperyalizmini yönlendiren en önemli odaklardandır. Finans sektörünü olduğu kadar savaş sanayi kompleksini, petrol üretim ve dağıtımını, otomotiv sanayini vb. kontrol eden başlıca güç durumundaki bu sermaye grubu, ABD ile İsrail arasındaki özel ilişkiyi de koşullamaktadır. “Yahudi Lobisi” denen “baskı grubu”nun etkisi ve yaptırım gücü, kuşkusuz ki, ne ABD’deki Yahudi nüfusun ağırlığından ne de örneğin “sivil toplum kuruluşları”, “yardımlaşma dernekleri” türünden iyi “örgütlenmişliği”nden gelmektedir. Bu güç, bir “lobi” ya da baskı grubu olarak da tanımlanamaz, ama etrafında tümünü örgütleyip ortalığa salan ve ABD’yi de yöneten gücün en rantiye ve saldırgan odağıdır. Bu niteliğiyle, kuşkusuz dünyaya büyük ölçüde yönetimini elinde tuttuğu Amerikan çıkarları “penceresi”nden bakmakta, özel olarak Ortadoğu ve sorunlarına bakışı ise, bunun yanı sıra İsrail “penceresi”nden bakışla tümlenmektedir. Örneğin İsrail’in bir dizi zaaflı durumu ve yol açması kaçınılmaz sorunlar, ABD’nin Türkiye gibi bir ülke ile ilişkisinde olduğu gibi, bu güç odağı açısından, dikkate alınmazlık edilmez ve umursamazlıkla karşılanmaz. Bu nedenle, İsrail, hiçbir zaman ABD tarafından zorlukları nedeniyle ve dayatmalarla “köşeye sıkıştırılma”ya ve “kucağa oturtulmak” için koşullar zorlanmaya çalışılmaz; “müttefik” olarak bile anılmaz, sonuna kadar “güvenilir dost”tur. Neredeyse tek bir gücün koşul değişikliğiyle paralel bir örgütlenmesi görünümündedir, İsrail ve Siyonizm’i.
Bu nedenle, son soykırım da içinde Filistin-İsrail çatışması ve bölge sorunları, tam olarak anlaşılmak üzere, özel olarak İsrail çıkar ve hesapları açısından da analiz edilmelidir. Filistin sorunu ve son soykırım bakımından Amerikan emperyalizmi vurgusu mutlaka gerekli ve zorunludur, ama İsrail Siyonizm’ini göz ardı etmemek koşuluyla.

* * *
Çepeçevre düşman halklarla çevrili, içeride de kendisini emniyette hissetmeyen, cephe gerisine güvenemez durumdaki İsrail’in durmadan yinelediği “güvenlik” sorunu, kuşku yok ki hayati önemdedir.
Yer yer kast yapılanmasına kadar varan Yahudi topluluklarının parçalanmışlığı, bu önemi artırmaktadır. Siyonizm, İsrail’i kendi halkına bile güvenemez kılmıştır. Batı’dan, Doğu’dan ve Afrika’dan gelen Yahudiler, tüm zorlama dinsel açıklama ve çağrılara karşın tek bir topluluk oluşturmamakta, birbirlerini dışlamaktadır. Eşkinozlar diye anılan Batı kökenli Yahudiler, kendilerinin, ülkenin, kurucu inisiyatifine sahip asıl sahipleri olduğu iddiasındadır. Sfardium’lar olarak bilinen Rusya ve Doğu Avrupa kökenli Yahudiler, genel olarak yerleşim bölgelerinde yaşamaktadır ve Batı’dan gelenlerle kaynaşma açısından derin problemleri vardır. Afrika kökenli Yahudiler olan Falaşalar, kesinlikle “ikinci sınıf vatandaş” sayılırlar, hatta daha da aşağı görülür; yaşadıkları toprakları terk etmeyen, aşağılanmaya katlanan tutumları nedeniyle asimilasyon amacıyla İsrail vatandaşlığına kabul edilen “’48 Arapları” ile aşağı yukarı aynı muameleye tabi tutulurlar. Yerli Ortadoğu kökenli Yahudiler diğerlerinin tümünden farklıdır. Üstelik “vaat edilmiş topraklar” edebiyatına dayalı dinsel kutsallığın sağlayacağına inanılan “Yahudilerin birliği” yüceltmesi, tam karşıtı bir sonucu da üreterek, “tek tip” sakal, kara giysi ve şapkalarıyla tamamen asalak, çalışmayan, üretmeyen, askerlik yapmayan hiç de küçümsenemeyecek bir nüfusun, kast ayrımcılığıyla, dinsel bir topluluk olarak kimsenin karışamadığı yaşamlarının ve finanse edilmelerinin benimsenmesini koşullamıştır. Birleşme kaygısının, gerici temele sahip olduğunda, götürdüğü bir bölünme örneğidir bu. Tıpkı tüm birlik görüntüsüne rağmen, Siyonizm’in Batı’lı, Doğu’lu, Afrikalı, Ortadoğulu Yahudiler arasında ayrımcılık ve bölünmeye yol açması gibi. Ve şimdi saldırganlığın finansmanı için dayatılma durumunda olan yeni vergiler “savaş ortasında” genel grev çağrılarına yol açarken, bu dini topluluk bütçeden ciddi bir payı tüketmektedir.
Kudüs’ün statüsü ile birlikte “barış” görüşmelerini çıkmaza götüren temel sorun olan işgalin ve yaygınlaştırılmasının dayanağı “yerleşim bölgeleri”, güvenlik açısından hem zorunlu sayılmakta hem de kendi güvenlikleri açısından “güvenlik kuvvetlerine ihtiyaç duymaktadır. Bir örnek olarak 50 “şeriatçı” Yahudi tarafından kuruluşu başlatılıp bugün 400 nüfusa varan El Halil kentindeki yerleşim birimi verilebilir. 120 bin nüfuslu kentin üçte birinin İsrail denetimine alınmasına götüren bu tek yerleşim biriminin “güvenliği”nin ne tür bir sorun olduğu tahmin edilebilir. Üstelik işgal ve yaygınlaştırılmasının dayanağı olarak yerleşimci sayısı, tüm BM kararlarına karşın artmaktadır. Bu sayı 1994’ten bu yana yaklaşık dört kat artmıştır. Bu birimlerin en verimli ve stratejik topraklar üzerine kurulduğu tahmin edilebilir. Örneğin Batı Şeria’daki yerleşim birimleri dolayısıyla, toprakların yüzde 27’si ve su kaynaklarının yüzde 90’ı İsrail’in elindedir. Ancak özellikle 1987 ve 2000 İntifadaları ile büyüyen “güvenlik” sorunu bir açmaz yaratmaktadır.
İntifada ile yan yana yerleşim birimleri sorunu, zaten tümü silahlı olan ve her yıl askeri eğitimden geçen Yahudilerin giderek daha büyük bölümünün yedek askerliğe çağrılmasını zorunlu kılmıştır. Topraklarının ellerinden alınmasına, aşağılanma ve durmak bilmez baskı ve zorbalığa tepki olarak patlak veren iki İntifada da, tamamen kitlesel karakterlidir. Filistin halkının direnme kararlılığını gösterdiği gibi, “güvenlik” sorunu da içinde olmak üzere, Siyonizm’de ısrar ettiği ve Filistin topraklarını işgal altında tuttuğu sürece, İsrail’in sorunsuz yaşayamayacağını ortaya koymuştur. Bu haliyle İsrail ne içeride huzur bulacak ne de bölgede huzur bırakacaktır.

* * *
Bu ve benzeri nedenler, İsrail’in önüne iki çözüm koymaktadır: Biri, Siyonizm’i dışlayan, halkların eşit haklarla kardeşliğine dayalı barışçıl halkçı demokratik çözümdür ki, İsrail’in devlet olarak varolma hakkını garanti edecek olan da budur. Diğeri, Siyonizm’in öngördüğü, ırkçı söven kan içicilik üzerine kurduğu, halkların düşmanlaştırılması, Filistin’in kökleştirilmesi ve Arapların ezilerek diz çöktürülmesine dayalı saldırganlığın “çözümü”dür. Bu çözüm değildir; bunda ısrar ettikçe, İsrail rahat yüzü görmeyecek, ancak çok kan akacaktır.
Bu “çözümsüzlüğün çözümü”nde, İsrail’in her bakımdan “dost”a ihtiyacı vardır. Tek gerçek dostu Amerikan emperyalizmi (kuşkusuz en çok ikisinin de ardındaki gerçek güç olan Yahudi mali sermayesi), ABD çıkarlarının yanında, Türkiye’yi bu nedenle de İsrail’in yanına ve yardımına koşmaya sevk etmiş, “Yahudi Lobisi”nin, gerçekte Yahudi mali sermayesinin gücünü bilen Türkiye de bunu seve seve yerine getirerek üçlü stratejik ittifakın üyesi olmuştur. Bununla İsrail, bölgede özellikle askeri bakımdan güçlü bir müttefik edindiği gibi, bu olanağı, karşısındaki Arap cephesinin bölünmesi ve bir kısmının açık ya da üstü örtülü biçimde yanına geçmesinde kaldıraç olarak kullanılmak üzere Türkiye’nin kendisine sunduğu “açık çek” olarak değerlendirmeye çoktan yönelmiştir. Son tank ihalesi, bu çerçevede anlaşılmalıdır: hem soykırımcı saldırganlığı meşrulaştırıcı bir “çek” hem de gerici Arap yönetimlerinin yüzünü İsrail’e döndürücü bir manivela.
Kimse, Türkiye’nin İsrail yanlısı sözde tarafsızlık politikasını basitçe değerlendirmemelidir. Bu basit bir taraf tutma değildir. Ardında “terörizme karşı mücadele” konsepti yatan “küresel” saldırganlık, hesaplaşma ve yeniden yapılandırma sürecinde bir pozisyon alıştır. “Siyasal stratejik ilişkilerimiz” dolayısıyla “Tank ihalesini iptal edemeyiz, İsrail’le ilişkiyi kesemeyiz” diye yazarken Milliyet’in köşe yazarı Sami Kohen bu gerçeği dile getirmektedir. Yahudi mali sermayesi, Amerikan emperyalizmi, İsrail’in onlara dayalı gücü, Türkiye’nin Fox TV yorumcusunun dediği gibi “satın alınmışlığı” da içinde olmak üzere köşeye sıkıştırılmışlığı- tümü, Türkiye’yi ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliğine mahkûm etmektedir. Köklü alt-üst oluş ve tutumlar olmadan, bu pozisyonun zor değişebileceği doğrudur.

NEREYE GİDİYORUZ, ÇÖZÜM NEREDE?
“Küresel hesaplaşma” etkenlerinin birikmesi ile birlikte bizatihi küreselleşme sürecinin yeniden yapılandırmalarla ilerleyişinin genel bir sertleşme yönünde olduğu ortadadır. İktisadi bakımdan ellerinde avuçlarında bir şey kalmamacasına talana hedef olan dünya halkları ve sömürgeleşme sürecindeki ülkelerin; siyasal bakımdan hiçbir haklarının tanınmadığı köleleştirilmelerinin askeri güçlerle doğrudan desteklenmesi ya da üstlenilmesi eğilimi belirginleşmektedir. Balkanlar, Afganistan ve çevresi, öncelik Filistin ve ardından Irak’ta olmak üzere Ortadoğu’da olanlar bu eğilimin gelişmesinin ifadeleridir. Önümüzdeki günlerde halkların payına daha çok bomba ve kan düşeceği görülmektedir.
Ancak bu saldırganlığın yol açtığı birikimlerin, saldırganların tahminlerinin ötesine geçebileceği de söylenmelidir. Venezüella’da Chavez’in Amerikan emperyalizminin itibarını iki paralık eden 48 saat içinde geri dönüşü, başka yönlerinin yanında, bu yönde bir gelişme olarak da değerlendirilmelidir. Irak sorununda Amerikan emperyalizminin, şimdiye kadar olageldiğinin tersine, bu kez, yanına İngiltere’yi bile almakta zorlanarak “tek tabanca” kalması, yine bu birikimin bir göstergesidir. Filistin’e yönelik saldırganlıkta, ABD desteği dışında İsrail’in neredeyse tamamen tecrit olması da buna işaret ediyor. AB temsilcilerine bile, kaç kez reddettikten sonra “lütfen” Arafat’la görüşme izni veren, AB Dönem Başkanı İspanya Dışişleri Bakanı Josep Pisque’nin “General Şaron sadece kendisiyle uzlaşabileceklerle konuşmak istiyorsa, bir süre sonra arabulucu bulamayacak” içerikli tepkisini alan, ünlü Zbigniew Brzezinski tarafından bile ırkçı Güney Afrika’ya benzetilen, sonradan düzeltmeye uğraşsa bile stratejik ortağının Başbakanı tarafından soykırımla suçlanan İsrail’in zor durumda olduğu açıktır. Bu, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin zorluğu ve tecrit olmuşluğu ve itibar kaybı anlamındadır.
Gidişatın diğer bir yönünü oluşturan emperyalistler arasındaki karşıtlığın bugünkü gelişmesi de, giderek sertlik yüklenmekte ve kopuşma eğiliminde ifadesini bulmaktadır. Kendi aralarındaki kapışmanın bugünkü durumu, Bosna’dan Filistin’e uzanan süreçte, ABD etrafındaki toplanmanın birer-ikişer azalmasına ve en son “teke düşme”ye götürmüştür. Yeni oluşturulacak bir takım “olaylar”, yeniden ABD odaklı belirli emperyalist birliklerin gündem almasına tanıklık etmemize yol açsa bile -ki, bunlar beklenmelidir-, genelleşme durumundaki kopuşma eğilimi değişmeyecek görünmektedir. Gelişmekte olan emperyalistler arası karşıtlıklar, bir yandan dünyayı yeni bir savaşa götürecek bir birikimin nedeniyken, diğer yandan da, yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, dolaylı yedek olarak, halkları mücadeleye yönelten birikimi besleyici rol oynamaktadır, oynayacaktır. Yeter ki, dünya işçi sınıfı, ezilen halklar kendi taleplerine, bağımsız örgütlenmeleri ve mücadelelerine yönelsinler ve emperyalistlerden birinden birine bel bağlamasınlar. Kendi aralarındaki kapışmayla birlikte emperyalist saldırganlığın ve karşı koyusun, direnişin yükselişi: dünyanın gidişatını bu iki etken karakterize etmektedir. Filistin’de yaşananlar, tam da buna örnektir.
Çözümü de buradan aramak zorunludur.
Dünya ölçeğinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı proletarya ve halkların ortak mücadele ve dayanışması ile emperyalist zorbalık ve tahakküme son verilmesi, halkların kendi zenginlik kaynakları ve geleceklerini kendi ellerine almaları, kendi kendilerinin efendileri olmalarının yolunun açılması dışındaki tüm seçenekler, aslında tek seçeneğe indirgenir, tümü halkları ve davalarını güçten düşürüp emperyalist talan ve tahakkümü besleyip güçlendirir. Özel olarak Filistin sorunu açısından da böyledir.
Filistin’in önünde, ikisinin de kapısı aralanmış, hatta neredeyse tüm yönleriyle uygulamasına da girişilmiş “iki” çözüm seçeneği durmaktadır. Kesintiye uğrayan Madrid ve Oslo sürecinde şekillenen, Filistin’i Filistin olmaktan çıkaracak köleleştirici daha bir dizi tavizle -ki son saldırganlık bunları koparmayı hedeflemektedir- gerçekleşebilecek bir Pax-Americana’da ifadesini bulan emperyalizm ve Siyonizm’le uzlaşmaya dayalı “çözüm”. Filistinliler bunun çözüm olmadığını bilmekte ve bu çözüm Filistin halkı ve İntifadası ile dışlanmaktadır.
İsrail’in şimdiye kadar ulaşamadığı tam köleliği öngören bir Pax-Americana hedefine, şimdiki gibi, koşulları sonuna kadar zorlayarak ulaşmaya çalışacağı görülüyor. Filistin halkının bugüne kadar ortaya koyduğu kararlı mücadeleci tutum bunu pek olanaklı kılmıyor. Ancak halkçı anti-emperyalist çözümünün, Filistin halkının yanında en azından bölgenin diğer halklarının mücadelesi ve dayanışmasına da ihtiyaç duyduğu söylenmelidir. “Küresel” hesaplaşmalar ve yeniden yapılandırma sürecinde diğer tüm halkların kurtuluş davaları açısından giderek daha da gerekli hale gelen uluslararası ölçekte mücadele ortaklığı ve anti-emperyalist dayanışma, Filistin’in kurtuluşu davası açısından da geçerlidir. Halkların kurtuluşu, emperyalizmden kurtuluş davasının parçaları durumuna, sorun, emperyalist zincirin bir ya da birkaç noktadan kırılması sorununa çoktan dönüşmüştür.
Burada Filistin’e desteğin içeriği ve biçimi önem kazanmaktadır.
Filistin halkının her türden desteğe ihtiyacı olduğu, kısmi destekleri bile dışlama lüksü bulunmadığı kuşkusuzdur. Bu “lüks” dünya halkları ve devrimciler açısından da yoktur. Her ülkede her türden İsrail’i protesto ve Filistin’e destek eyleminin önemi azımsanamaz. “Barış gönüllüleri”nin vb. eylemleri de küçümsenemez. Ancak Filistin’e sunulacak eylemli desteğin özünü, halkların kendi ülkelerinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelelerini yükseltmeleri oluşturur. Örneğin Türkiye halkının Siyonizm’in güçten düşürülmesine temel katkısı, Siyonizm protestosundan da çok, onu stratejik müttefikinden etmek üzere, kendi ülkesinde yürüteceği anti-emperyalist demokratik mücadelesi ve onun zaferidir. Kuşkusuz, bu mücadeleyi yürütürken, Türkiye halkı ve devrimcileri, ertelemeci bir tutumla Filistin’e sunacakları desteği kendi zaferlerine kadar savsaklamayacaklardır. Ancak, yasak savmacılık yapılmayacaksa, Filistin halkının asıl ihtiyacı olan destek açısından üstlerine düşen görmezden gelinemez.
Bu, tüm destek eylemleri ve genel olarak sunulan destek bakımından temel ölçütü oluşturur.
İslamcılık ve milliyetçiliğin çeşitli biçimlerini de kapsayarak dinamikler ve tutumların sonuçta gelip dayandığı belirleyici nokta; emperyalizm ve özellikle Amerikan emperyalizmine karşı tavır noktasıdır. Siyonizm’i Amerikan emperyalizmiyle birlikte düşman edinme tayin edicidir. Hiç yoktan iyi olsa bile, desteğin, özellikle emperyalizme karşı tutum almaya cesaret edemeyişin sonucu olan tamamen pasif “dua etme” vb. türlerinin, yönlendiricilerinin, Amerikan emperyalizmiyle uzlaşmacılığa bağlı yasak savmacılığına denk düştüğü ortadadır. Emperyalizme karşı tavır almaktan kaçınma, “Kudüs”, “El Aksa” vb. türü motifleri siyasal İslamcılıkta pek bol olan kutsallıklar savunuculuğu ve anti-Semitizm üzerinden Filistin davasını çözümsüzlüğe ve uluslararası desteklerini daraltıp zayıflatmaya götürmektedir. Halkların kardeşliği ve mücadele ortaklığına dayalı halkçı perspektif yerine, dinci ve milliyetçi çeşitli perspektifler, ancak halkların bölünmesine yol açabilir ve açmaktadır. “Şaron destekçiliği yüzde 80’lere ulaşıyor” türünden gerekçelerle, bir bölümüyle hiç de küçümsenmeyecek barış gösterileri örgütleyen İsrail halkını dışlamak, Filistin’in kurtuluşu davası bakımından düşünülemeyeceği gibi, “dış destek” bakımından İslam ya da Arap nüfusun desteğinin sağlanmasıyla sınırlı yaklaşımlar, Filistin halkı ve davasına zarar vermekten başka işe yaramaz. Türkiye’de örneğin, yüz binleri alanlara toplayabilme gibi olanaklara sahip olan AKP ve SP gibi İslamcı partilerin, ABD ile aralarını bozmamak için, en azından bunu yapmaktan kaçınırken, anti-Semitizme ve kutsallık savunuculuğuna sarılmaları böyle bir içeriğe sahiptir.
Emperyalizm ve Siyonizm kendi kendini sokmaktan kaçınmayan akrep misali, kendi sonunu hazırlamakta, talan ve döktüğü kan, dünya halklarını kurtuluşları için mücadeleye itmektedir. Zorluklar artmakta ama sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri için koşullar giderek daha elverişli hale de gelmektedir. Filistin davasının bugüne kadarki seyri ve Filistin halkının ödediği tüm bedellere rağmen takındığı kararlı tavır, dünya halklarının yolunu aydınlatıcıdır. Görev, en çok, hızla örgütlenme eksiklerini tamamlama ve halkların birleşik anti-emperyalist eylemini besleyerek başına geçme zorunda olan dünya işçi sınıfınındır.

Venezüella: suçüstü yapılan bir darbe

Latin Amerika’nın “en zengin ve en yoksul” ülkelerinden biri olan Venezüella’da geçtiğimiz ay içinde yaşananlar, önemli dersler içeriyor. Tek sözcükle özetlenecek olursa; ABD tarafından planlanan ve yürürlüğe konulan askeri darbe, Venezüella halkının oluşturduğu barikatlara çarparak darmadağın oldu.
11 Nisan darbesi ve onun ardından oluşturulan kısa ömürlü cunta rejimi, ABD emperyalizminin Latin Amerika ve genel olarak dünyada izlediği politikanın nasıl bir seyir alacağının önemli bir göstergesiydi. ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice, darbecilerin bozguna uğratılmasının ardından savurduğu tehditle, “vazgeçmeyeceklerini” açıkça ortaya koyuyordu: “Chavez’e ikinci bir şans tanındı. Bu şansı iyi kullanmalı.” Bu durumda, gelecekte benzer veya farklı biçimlerde “tekrarlanacağı” bu kadar açıkça ifade edilen darbenin nasıl gerçekleştirildiğini, “ibret olsun” diye yakından incelemekte fayda var.
Bu noktada, geçmiş askeri darbelere oranla çok ilginç bir farklılığa dikkat çekmek gerekiyor: Venezüella darbesinin benzetildiği Şili’deki 1973 darbesinin nasıl gerçekleştirildiği, darbeden çok sonra ortaya çıkmıştı. Aradan otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, darbeyle ilgili bugüne dek gizli kalmış gerçekler, hâlâ merak ediliyor. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in sorgulanabileceğine ilişkin haberler, hâlâ gazetelerde kendisine yer bulabiliyor. Şili darbesinin ABD tarafından örgütlendiği kesinleşmiş durumda, ama bu “operasyon”un nasıl yapıldığına dair sis perdesi, incelmesine karşın varlığını sürdürüyor. Venezüella’da ise, darbenin hazırlığından hangi yöntemlerle gerçekleştirildiğine kadar pek çok bilgi, daha cunta rejimi yıkılmadan önce ortaya çıkmıştı. Üstelik bütün bunlar, sözde “kamuoyunu bilgilendirme” amacını taşıyan uluslararası medyaya rağmen öğrenildi. Ortaya çıkan “medya-halk çatışması” öyle belirgindi ki, darbenin “medya yönü”, veya medyanın darbedeki rolü, daha uzun süre tartışılacak.
Bu yazı; Venezüella’daki darbeyi ve darbenin püskürtülmesinin gelişim sürecini eksen alıyor. Ancak önce, devrilmek istenen Devlet Başkanı Hugo Chavez ve hükümetinin nasıl iktidara geldiğine, neler yaptığına bakmak gerekli.

ABD’NİN PETROL DEPOSU
Venezüella, ABD’ye en çok petrol satan ülkelerden biri; Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten sonra üçüncü sırada geliyor. Onun hemen ardından, Irak var. Petrol İhracatçısı Ülkeler Örgütü OPEC’in dönem başkanlığı da, “dünyanın en büyük ikinci ham petrol üreticisi” unvanı da, Venezüella’nın elinde.
Yeraltı-yerüstü kaynakları açısından çok zengin olan her ülkede görüldüğü gibi, Venezüella’da da korkunç bir yoksulluk hâkim. 24 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor; yüzde 50’sinden fazlası ise “aşırı yoksul” konumunda. Nüfusun üçte birinin “kayıt-dışı sektör” ile yaşayabildiği ülkede “kayıtlı sektör” ise, ülkenin bağımsızlığına kavuşmasından bu yana, bir avuç aile tarafından denetleniyor. 146 milyar dolarlık milli gelirin çok büyük bir bölümü, bu oligarşi tarafından denetlenmekte. Aynı gelirin üçte biri, petrol sektörü tarafından yaratılıyor.
ABD tarafından sıkı “gözetim” altında tutulan Venezüella, 1957’deki “son askeri cunta”nın yıkılmasından bu yana, iki siyasi parti tarafından “sırayla” yönetilmekteydi. Her iki parti de (Demokratik Eylem ve COPEI), oligarşinin siyasi alandaki temsilcileri olarak, ABD’ye bağımlılığın sürdürülmesini temel amaç olarak benimsemişlerdi.
1957–90 arasındaki çalkantılı yıllar boyunca Venezüella, ABD’nin Latin Amerika’daki en “güvenilir” uşağı olmayı sürdürdü. Bu uşaklık, en belirgin bir biçimde, petrol piyasalarına yaptığı etkiyle görülüyordu. Bir OPEC üyesi olarak, bugün Suudi Arabistan’ın üstlendiği role sahipti: Fiyatlar yükseldiğinde üretimi artırmak ve fiyatı yeniden, Batı piyasalarını hoşnut edecek seviyeye çekmek.
Oligarşi, böylece bir yandan ülkenin petrol gelirlerini düşürüyor, diğer yandan ise OPEC içinde bir “Truva Atı” rolü üstlenerek, petrolün Batı’ya karşı bir siyasi manivela olarak kullanılmasını engelliyordu. Petrol gelirlerinin düşük ya da yüksek olmasının halk kitleleri açısından pek bir anlamı yoktu; çünkü gelir, çeşitli yollarla sermaye gruplarının kasalarına akıyordu. Onlar da, fiyatları düşük tutmanın karşılığında, ABD tarafından çeşitli rüşvetlerle beslenmekteydiler. Chavez’in verdiği rakamlara göre, Venezüella’nın 1960–98 arasında petrol ihracatından elde ettiği gelir, “15 Marshall Planı” kadardı. Venezüellalı lider şöyle diyordu: “Tek bir Marshall Planı ile 2. Dünya Savaşı’nın tahrip ettiği Avrupa yeniden yapılandırıldı. Ama Venezüella’da 15 Marshall Planı’nın tek sonucu, bazı yoz kişiliklerin dünyanın en büyük servetini elde etmesi, halkın çoğunluğunun ise yoksulluk içinde kalması oldu.” (Aktaran Ignacio Ramonet, 17 Nisan, El Pais)

CHAVEZ’İ İKTİDARA GETİREN KOŞULLAR
Bağımlı ülkeler açısından tipik olan bu ilişki, 1970’lerden itibaren bozulmaya başladı. Özellikle ordudaki alt kademeler içinde ciddi rahatsızlıklar baş gösterdi. Asker olmak, Venezüellalı yoksullar için “tek çıkış yolu” olma özelliğine sahipti; diğer yandan Venezüella Komünist Partisi’nin “orduda etkili olma” politikası, generaller açısından ciddi bir rahatsızlık kaynağı olmuştu. (Chavez’in de, parti üyesi ebeveynleri tarafından, 10 yaşında askeri okula verildiği belirtiliyor.)
1980’lerde, ürkek bir “anti-ABD’cilik” temelinde bir araya gelen “solcu askerler” arasında, Hugo Chavez de bulunuyordu. Chavez, 1992’de, dönemin sağcı Carlos Andres Perez hükümetini yıkmak için bir darbe girişiminde bulundu ve başarısız oldu. Cezaevine atıldı, ancak bu hamle, onu yoksul kitleler nezdinde bir “ulusal kahraman” haline getirmişti.
Chavez, cezaevinden çıktıktan sonra, “bağımsız aday” olarak görkemli bir seçim kampanyası yürüttü ve 1998’de, kimsenin beklemediği bir zaferle devlet başkanı seçildi. Alt ettiği iki geleneksel sermaye partisi; sokaklara inmeye cesaret dahi edemez ve “medyatik” bir kampanyayla yetinirken; o, bütün kampanyasını yoksullar üzerine kurmuştu. Sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük vaat eden bir “Bolivarcı Platform” sunuyordu. Zafer, her iki partinin de sonu oldu ve Venezüella oligarşisi, ilk kez “siyasi parti”den yoksun kaldı. Bu rol, daha sonra “başka gruplara” verilecekti.

‘KURTARICI’NIN AŞİL TOPUĞU
Chavez’in kampanyasının önemli bir unsuru, “hepsinin de soyguncu” olduğunu söylediği siyasi partilere karşı çıkmak adına, “parti düşmanlığı” idi. İşçi ve emekçilerin örgütlenebileceği, onların çıkarlarını savunan bir parti öngörmüyordu o; siyasi perspektifi, bir “kurtarıcı” olmaktan ibaretti. Ancak “kurtarıcı” pozisyonunu elde ettiği andan itibaren, elinde ülkeyi “halkın istediği gibi” yönetecek ne bir araç, ne de kadro olmadığını gördü. Bu andan itibaren, ölümcül bir hata yaparak, ülke yönetimini “asker arkadaşları”na teslim etmeye başladı. Sorun, “sivil organ”ların askerlere teslim edilmesi değildi. Pek çok beceriksizliğe neden olsa da, “ülke yönetiminden anlamayan komutanların” iktidar organlarına getirilmesi de. Asıl sorun, Venezüella ordusunun karakteriydi.
Venezüella’da ordu, diğer kurumlar gibi, kaba hatlarla ikiye bölünmüştü: Bir yanda yoksul kökenli asker ve alt-orta düzey subaylar, diğer yanda ise ABD eğitimli, zengin ailelere mensup generaller. Komuta kademelerinin bu özelliğinden hareket eden siyaset bilimci Anibal Romero şöyle diyor: “Chavez, askeri kadrolardan bir siyasi parti inşa etmeye kalktı ve kötü bir hata yaptı. Çünkü Venezüella ordusu, ayrıcalıklı bir gruba mensup olması nedeniyle muhafazakârdır ve mesleki nedenlerle, ABD’yle bağlantılıdır. Ordudaki istisna Chavez’di, komutanlar değil.” (Washington Post, 21 Nisan)

VENEZÜELLA’NIN PINOCHET ADAYI
Chavez, mevki dağıttığı komutanlarda iki özellik arıyordu: “Bolivarcı hükümete bağlılık” ve verilen işin üstesinden gelebilecek beceri. Ne yazık ki, bu ikisinin bir arada olduğu söylenemezdi. Tercih, “beceri”den yana yapıldı ve çeşitli üst düzey görevlere atanan askerlerin “gözlenmesi” ile yetinildi. Bu askerlerden biri, Chavez tarafından Kasım 2000’de Ulusal Güvenlik Danışmanlığına getirilen Amiral Carlos Molina idi. Daha sonra darbenin liderliğini yapan Molina, Washington Post gazetesi tarafından “açık tenli” olarak tanımlanıyor. Bu nitelendirme, kökleri İspanyol sömürgecilere dayanan Venezüella oligarşisi için yapılır. ABD ve Avrupa’da eğitim almış olan Molina, siyaset bilimci Romero’ya göre bir “aristokrat”. Ama kişisel özellikleri nedeniyle göz ardı da edilemez: iki master yapmış, dört dil biliyor ve her şeyden önemlisi; sinyal istihbaratı, anti-denizaltı savaşı ve firkateyn/destroyer silah sistemlerinde bir uzman. Bu sistemler, Venezüella donanmasının ana gövdesini oluşturuyor. Molina, göreve getirildikten sonra Başkanlık Sarayı’nda bir “istihbarat merkezi” oluşturdu. Chavez yönetiminin “ülkedeki toplumsal durumu gözlemesi”nin araçları, ondan soruluyordu. Sekiz ay sonra, görevden alındı. Darbedeki öncü rolü nedeniyle yargılanması beklenen Molina, o dönemi şöyle anlatıyor:
“Ben güvenilir bir adamdım, ama sadece göreli olarak.” Bu alaycı sözler de gösteriyor ki Chavez, ABD’den gelebilecek bir tehdide karşı kurduğu merkezin başına, bizzat ABD’nin uşaklarından birini getirmiştir! Molina reddetmiyor: “ABD desteğiyle hareket ettiğimizi hissediyorduk. Burada komünist bir hükümete izin veremeyiz. ABD, henüz bizi yüzüstü bırakmış değil. Bu mücadele devam edecek, çünkü (Chavez hükümeti) yasadışıdır.” (Washington Post, 21 Nisan)
Kısacası; Chavez’in sırtını yasladığı ordu, en azından üst kademelerde, darbenin planlanmasında aktif rol oynadı. Washington Post gazetesi, “askeri kaynaklara” dayanarak, darbede “en az 3000 askerin rol oynadığını, bunlar arasında 60 general ve 20 amiralin de bulunduğunu” belirtiyor. Bu rakamların doğruluğu tartışılabilir, ancak Chavez’e yönelik tehdidin sona ermediği açıkça ortada.
Hatasını fark eden Devlet Başkanı, son birkaç yıl içinde, kendisine yeni bir dayanak olarak bir tür milis gücü oluşturdu. “Bolivarcı Gruplar” adıyla bilinen ve esas olarak işçi ve emekçilerden seçilen bu grup, darbe karşıtı gösterilerin örgütlenmesinde önemli rol oynamıştı. Ancak darbenin gelişimini engelleyemediler ve “bir dahaki sefere” daha uyanık bir rol oynayıp oynayamayacakları bilinmiyor.
Peki, Chavez, “komünistlik” ile suçlanacak kadar ne yapmıştı? Uygulamalarına bir bütün olarak baktığımızda, halka verdiği vaatleri önemli ölçüde tuttuğunu görüyoruz.

‘BOLİVARCI DEVRİM’ PLATFORMU
Chavez hükümeti; IMF’yi küplere bindiren bir dizi toplumsal reform programı başlattı. Unutulmuş gecekondu mahallelerine okullar ve sağlık ocakları kuruldu, yerli halka yardımcı olacak projeler geliştirildi, küçük esnafa kredi açıldı, topraksız köylüleri rahatlatan bir toprak reformu uygulamaya konuldu. Venezüella ekonomisinin büyük ölçüde bağımlı olduğu ABD’deki krize rağmen, işsizlik düşürüldü.
Chavez, icraatlarını şöyle anlatıyor: “450 binden fazla yeni iş yarattık. Son iki yıl içinde, BM İnsani Kalkınma Endeksi’nde dört sıra yukarı çıktık. Eğitim gören çocuk oranı yüzde 25 arttı. Daha önce okula gitmeyen 1,5 milyon çocuk şimdi okuyor. Onlara giysi, kahvaltı, öğlen ve akşam yemeği veriyoruz. Nüfusun marjinalize edilmiş sektörleri için dev aşı kampanyaları başlattık. Bebek ölümleri düştü. Yoksul aileler için 135 bin konut yapıyoruz. Kredi sağlamak için bir Kadın Bankası kurduk. 2001 yılı içinde büyüme oranımız yüzde 3 ile kıtanın en iyi oranlarından biri oldu.” (agy)
Chavez, “Bolivarcı Devrim” platformu olarak nitelendirdiği bu politikalarıyla eşzamanlı olarak, Aralık 1999’da yeni bir anayasa hazırlayarak halkoyuna sundu. 31 Temmuz 2000’de ise, yeniden seçildi. Her iki oylamaya da halkın katılımı çok yüksekti ve Chavez’in aldığı oy oranı, olağanüstüydü. Seçimleri izleyen gözlemcilerin hiçbir kusur bulamaması, ABD’nin Chavez’e “Saddam muamelesi” yapmasını güçleştirdi. Eklemek gerekiyor ki bütün bunlar, Aralık 1999’daki korkunç sel ve toprak kaymalarına rağmen gerçekleştirildi. Başkenti mahveden bu selin verdiği zarar, 15–20 milyar dolar olarak hesaplanıyor.
Chavez’in icraatları bununla da kalmadı:
– ABD’nin Afganistan saldırısını “terörizme karşı terörizm” olarak nitelendirdi ve “terörle mücadele” adı altında yürütülen uluslararası haçlı seferine katılmayacaklarını belli etti. Bush yönetimi, bu sözlerinin ardından Caracas Büyükelçisi’ni geçici olarak geri çekmişti. Chavez ayrıca, ülkedeki Arap azınlık hakkında CIA’ya istihbarat vermeyi reddetti.
– Küba ile ilişkileri geliştirdi, ABD ambargosu altındaki bu ülkeye ihtiyaç duyduğu petrolü ucuz fiyata sattı.
– Chavez’in savunma bakanı, Venezüella’daki kalıcı ABD askeri misyonundan, Caracas’taki karargâhı boşaltmasını talep etti. Bakan, ABD askeri varlığını “Soğuk Savaş artığı” olarak değerlendiriyordu.
– Bölgeyi felakete sürükleyecek olan Washington patentli “Plan Kolombiya” ile işbirliği yapmadı. ABD’nin sözde “uyuşturucuyla mücadele” amaçlı keşif uçaklarına, hava sahası vermedi.
– Küreselleşme ve neoliberalizme karşı çıktı, IMF ve Dünya Bankası “tavsiyeleri”ni dinlememeye başladı.
– ABD’yi dışlayan bölgesel bir “serbest ticaret bloğu” önerdi. Bu öneri, ABD güdümlü FTAA’ya (Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması) karşı önemli bir tehditti. Latin Amerika’daki petrol üretiminin, ABD ekonomik egemenliğinden kurtarılması için planlar sundu.
– Irak, Libya ve Iran hükümetleri ile iyi ilişkiler geliştirdi.
– Petrol üretimini artırmayı reddederek, OPEC üretim kotalarını çiğnemedi. Aksine, fiyatın yüksek tutulması için elinden geleni yaptı. Dahası, petrol gelirlerinin çok büyük bir bölümünü, yoksulluğu azaltmayı hedefleyen sosyal programlara aktarmaya başladı. Bu faaliyetin ilk sonuçlarından biri, asgari ücretin yüzde 20 artırılması olmuştu.
– “Serbest piyasa kanunlarını” çiğneyerek, 6 yıllık sosyal-ekonomik kalkınma planları hazırladı.
– Oligarşi ve ABD’yi kızdıran 47 adet ekonomik yasayı onayladı. Darbenin “kısa ömürlü” diktatörü Carmona’nın ilk icraatı, bu yasaları “geçersiz kılmak” olmuştu.

BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA
Bütün bu icraatlardan ABD’yi en çok kızdıranlarının, FTAA girişimlerinin zayıflatılması ve Plan Kolombiya’ya muhalefet olduğu söylenebilir. Venezüella, komşusu Kolombiya’nın, Pastrana diktatörlüğünün işbirliği ile yeni bir Vietnam’a çevrilmesine karşı çıkıyordu. (Bir iddiaya göre Chavez, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ne destek veriyor, ancak bu konuda hiçbir kanıt yok.) Latin Amerika’ya yönelik ABD askeri müdahalesine yeni bir boyut katacak olan Plan Kolombiya’nın ABD’nin istediği gibi yürümesi için, komşu Ekvador ve Venezüella’ya boyun eğdirilmesi, her iki ülkenin de Amerikan üsleriyle doldurulması şarttı. ABD’nin “düğmeye basması”na vesile olan olay ise, petrol şirketinin (PDVSA) yönetiminin değiştirilmesiydi. Chavez, şirketin başına ABD tekellerine değil, Venezüella hükümetine bağlı kişiler getirmeye çalışarak büyük bir suç işliyordu!
Washington, kendisine karşı işlenen bu affedilmez suçu, Chavez rejimini anti-demokratik göstermeye çalışarak kamufle etmeye girişti. Venezüella liderinin eski bir darbe girişimcisi olması, bu iddialara kısmen de olsa zemin hazırlıyordu. Oysa ABD’nin yönelttiği tüm “otoriterlik” suçlamalarına rağmen, Chavez yönetimi altında Venezüella, insan hakları ve basın özgürlüğü alanında Latin Amerika’nın en ileri ülkelerinden biri haline gelmişti, insan Hakları İzleme Örgütünün 2000 raporuna göre Venezüella, insan haklarının iyiye doğru gittiği tek Latin Amerika ülkesiydi. Dahası, oligarşinin denetimindeki medyanın bütün saldırılarına rağmen, tek bir gazeteci bile tutuklanmamıştı.
Muhtemelen Chavez, halk nezdinde hiçbir itibarı kalmamış olan medya gruplarının “sorun çıkartamayacağını” düşünüyordu. Oysa bu, fazla iyimser bir tahmindi.
Burada bir parantez açarak, Chavez yönetimine karşı suçlamalar getiren tek “gazetecilik örgütü”nün, merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) olduğunu hatırlatmak gerekiyor. CPJ, Chavez’in medya patronlarını hedef alan demeçlerini beğenmemiş olacak ki, bu demeçlerin “basın özgürlüğüne tehdit” olduğunu öne sürüyordu. Oysa Chavez, söz konusu demeçlerde, patronların rüşvetçiliğini, diğer yatırımlarını korumak ve güçlendirmek için medyayı bir silah olarak kullanmalarını eleştiriyordu. Bu sözler, CPJ’yi yönlendiren şeflerin kanına dokunmuş olacak!

DÜĞMEYE BASILIYOR…
Venezüella’da “bir şeyler” olacağı aylar öncesinden belliydi aslında. Uluslararası ajanslar, ABD gazeteleri, sürekli Chavez’in “halkta büyük rahatsızlık yarattığı” ve “bir diktatöre dönüştüğü”ne dair uydurma haberler yapmaktaydılar. Moon tarikatına ait olan Washington Times gazetesi, 2001 sonlarında, kendisine “Ulusal Diriliş Cuntası” diyen bir grubun açıklamasına yer vermişti. Bazı Venezüellalı komutanların ağzından çıktığı izlenimi veren açıklamada, “Hükümetin desteklediği komünist bir müdahale ve işgal ile karşı karşıya bulunuyoruz. Hazırlanan yeni çalışma hayatı planı, Venezüella işçisini mağdur ederken, kapıları Kübalı ve Çinli ajanlara açıyor ve ulusal güvenliğimizi tehlikeye atıyor. (…) Chavez, ülkemizin tarihi ve vatanın sembolleri yerine Che Guevara, Mao Zedung gibilerinin figürlerini yerleştirmeye çalışıyor” gibi, klasik anti-komünist sloganlar göze çarpmaktaydı (aktaran Guido Proano, 24 Şubat, Evrensel).
Narco-News adlı internet sitesinin editörü Al Giordiano, hazırlık aşamasının “kritik” noktasını 19 Mart olarak saptıyor. Başını New York Times’tan Juan Forero’nun çektiği bir grup medya mensubu, aynı anda, Chavez’e karşı yoğun bir salvoya başladılar. ABD gazetelerinden bütün dünyaya yayılan “haber”lerde; Chavez’in “kiliseden medyaya, orta sınıflara dek neredeyse her kesimin canını yaktığı” söyleniyor, “Kolombiyalı Marksist gerillalar ve Castro ile ittifak kurduğu” öne sürülüyordu. (Forero, oldukça ilginç bir gazeteci. Geçtiğimiz yıl Kolombiya’dan yaptığı haberlerde, ABD özel ordu şirketlerine bağlı askerlerle görüşmüştü. Bu haberlerini, ABD’li yetkililere okutup, gönüllü bir biçimde sansürden geçirttiği, sonradan ortaya çıkacaktı.)
Ardından, “askeri kuvvetlerin Chavez’e karşı çıkmaya başladığı” haberleri geldi. Forero’nun konuştuğu bir Albay, “Halka, ordunun Chavez’le birlikte olmadığını söylemek istiyorum” diyordu. Bir emekli amiral ise, “bazı subayların daha aktif bir çizgi izlemek istediklerini, bazılarının, Chavez’e karşı bir darbeden bile bahsettiğini” anlatmaktaydı. Bu emekli asker, “Temasta olduğum aktif subaylar, toplum örgütlenmek için gereken adımları atmadığı sürece, denetimi kendi ellerine almak zorunda olduklarını söylediler” diyordu. Adı verilmeyen bir “üst düzey subay” ise, “Ordu, tarihe askeri darbeyle geçmek istemiyor. Yapmak istedikleri, protestolar gerçekleştiren sivil toplumu desteklemek” diye konuşmaktaydı. Böylece darbenin rengi açığa çıkmıştı: Sözde “sivil toplum” ve “halk isyanı” görünümü ile planlanacak, klasik bir askeri darbe.
Şubat ayından itibaren, Washington’dan da, “kötü işaretler” gelmeye başladı. 5 Şubat tarihinde, Dışişleri Bakanı Colin Powell, Senato Dış İlişkiler Komitesi’ne yaptığı açıklamada, “Chavez’in demokrasiden saptığını” söyledi. Bir gün sonra Senato İstihbarat Komitesi önünde konuşan CIA şefi George Tenet ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Cari Ford, “Venezüella’da bir kriz ortamı” olduğunu söylediler. Nihayet, 7 Şubat’ta, Albay Pedro Soto, kamuoyu önünde Chavez’i açıkça suçladı. “Ordunun yüzde 75’ini temsil ettiği” iddiasıyla ortaya çıkan bu albay, aslında CIA’yı temsil etmekteydi. Soto, darbe günü, CIA bağlantılı bir kuruluşun davetlisi olarak, dünyanın dört bir yanından diktatör ve işkencecilerin sığınma bulduğu Miami’de bulunuyordu, ifadelere göre, darbe haberini Kübalı karşı-devrimci çete şefleriyle kutlamıştı.

DARBECİLERİN MOLOTOF KOKTEYLİ
Aynı dönemde Venezüella’daki medya tekelleri de, hükümete karşı giderek daha saldırgan bir çizgi izlemeye başlamışlardı. Bunun nedenlerinden biri, medya patronlarının, ülke tarihinde ilk kez vergi vermeye zorunlu bırakılmasıydı! El Universal gazetesi, Radio Caracas, Globovision ve Venevision televizyonları, darbenin “bir medya-ordu darbesi” olarak adlandırılmasını haklı çıkaracak, hummalı bir faaliyet içindeydiler.
Darbecilerin “molotof kokteyli” içinde; patronlar örgütü Fedecamaras, ağırlıklı olarak petrol işçilerinin örgütlü olduğu CTV konfederasyonu (Latin Amerika’nın en çürümüş sendikal örgütü olarak biliniyor), Katolik Kilisesi, Ticaret Odaları ve hatta Opus Dei adıyla bilinen Vatikan içindeki “kontra” örgütlenmesi de yer alıyordu. Elbette, orkestra şefi, çeşitli kurum ve yetkilileriyle, Washington’du.
Darbenin ilk kıvılcımı, Fedecamaras ve CTV (Venezüella İşçi Konfederasyonu) tarafından çakıldı. Ülkedeki işçilerin yüzde 12’sinin örgütlü olduğu bu konfederasyon, ABD’deki AFL-CIO’ya en yakın sendikal örgütlerden biri. Chavez’in iktidara gelmesinden sonra, AFL-CIO’ya bağlı Amerikan Uluslararası işçi Dayanışması Merkezi (ACILS), Venezüella’da giderek daha aktif bir rol oynadı. ACILS; 1960 ve 70’lerde Brezilya, Şili, Uruguay darbelerine önemli katkı sağlayan AIFLD (Amerikan Hür işçi Kalkınması Enstitüsü) adlı kötü ünlü örgütün devamı. Bizzat USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) tarafından kurulan örgüt, CTV şeflerine, Chavez’le “başa çıkmaları” için “teknik danışmanlar” göndermişti. Chavez, olası bir darbe merkezi olan petrol şirketinin yönetimini değiştireceğini ilan etmişti. Yani Fedecamaras’ta örgütlü patronlar, ülkenin en önemli gelir kaynağı üzerindeki denetimini yitirmekle karşı karşıyaydı. Dahası Chavez, CTV Konfederasyonu yöneticilerinin, işçiler tarafından yapılacak “adil seçimlerle” göreve gelmesini istemişti! Patronlar ve sendika bürokrasisi, bu adımlar karşısında “genel grev” ilan ettiler.
Chavez, ABD tezgâhının farkındaydı: “Genel grev, bana ve Bolivarcı devrime karşı büyük Kuzey Amerikan saldırısının sadece bir aşaması. Daha pek çok şey uyduracaklar. Yarın, Bin Ladin’in Venezüella’da olduğunu söylerlerse şaşmayın. Bin Ladin ve El Kaide teröristlerinin Venezüella dağlarında olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkarırlarsa şaşmayın. Bir darbe hazırlıyorlar. Başaramazlarsa, bir saldırı hazırlayacaklar.”

GENEL GREV ALDATMACASI
9 Nisan’da başlayan genel grev, aslında, Venezüellalı patronların fabrika ve işyerlerinin kapısına kilit asmasından ibaretti. Böylece, işçilerin çalışması engellendi. Chavez’in yanıtı, “uzlaşma çağrısı” oldu. Patronlar, sendika bürokratları ve Kilise yetkilileri ile bir araya gelen devlet başkanı, programından bazı tavizler vermeyi kabul etti. Toprak reformu programı askıya alınacak, petrol şirketini kimin yöneteceği ise “tartışılacaktı”. Perşembe sabahı, televizyon ve radyo kanalları, başkentteki “büyük” Chavez karşıtı yürüyüşe çağrı yapmaya başladılar. Petrol işçileri sendikasının 40 bin üyesi vardı; Katolik Kilisesi dahi eyleme çağrı yapmaktaydı. Ama 2 milyon nüfuslu Caracas sokaklarında, 100 bin civarında bir kitle toplanabildi. Gösterinin “resmi” hedefi, petrol şirketi ofislerine yürünmesi ve “görevden alınmak istenen yöneticilere destek sunulması” idi. Ama kalabalık toplandığında, yürüyüş, kanlı bir provokasyonun gerçekleştirileceği Başkanlık Sarayı’na doğru yönlendirildi. Burada, birkaç bin Chavez destekçisi gösteri yapmaktaydı. Göstericiler karşı karşıya geldiğinde, çatılarda mevzilenmiş “meçhul” kişiler aşağı ateş açtı ve çıkan kargaşada 10 ila 30 kişi öldü, 100 civarında insan yaralandı. Bu olayın ardından medya, “Chavez’e bağlı güçlerin halka ateş açtığı” yönünde “flaş haberler” vermeye başladı. Ölen ve yaralananların çoğunun Chavez yanlıları olduğu sonradan ortaya çıkacaktı.
ABD’deki School of Americas’ta eğitim gördükleri belirtilen darbeci generaller kendilerine bağlı birlikleri Başkanlık Sarayı’na sevk edip Chavez’i tutuklarken, uluslararası ajanslar, devlet başkanının “istifa ettiği” haberini geçiyorlardı. Oysa Chavez, istifa falan etmemiş, bir askeri üsse götürülmüştü. Gece saatlerinde, darbeciler ve medya, Chavez’in “Küba’ya iltica etmek istediği” yalanını geçtiler. Wall Street Journal’in haber ajansı Dow Jones Newswire, tam dokuz kez, “Chavez Ülkeyi Terk ederken Görüldü” haberini verdi. Bu da yalandı; belki kırk kez geçselerdi gerçek olabilirdi!
Chavez, göreve döndükten sonra, hücresinin dışında bir ABD uçağı gördüğünü söyleyecekti. Sonradan anlaşıldı ki bu, onu “istediği ülkeye” götürecek olan bir uçaktı ve sahibi, Venevision kanalının patronu Gustavo Cisneros’tu! Ama Chavez, ne istifa etti, ne de ülkeyi terk edeceğini söyledi. Tanıklara göre, “Halk beni kurtaracaktır” diyordu ve bu güveninde haklı çıktı.

CARMONA ZAFER SARHOŞU
Halk devlet başkanına ne olduğunu merak ederken, generaller, “patronların patronu”, petrol şirketi sahibi Pedro Carmona’yı devlet başkanı ilan ediverdiler. Carmona, zafer sarhoşluğuyla kritik bir hata yaptı ve önce meclisi, ardından Yüksek Mahkeme’yi feshetti. Ülkenin adındaki “Bolivarcı” kelimesini çıkardı ve emekçiler lehine çıkarılan 40’a yakın yeni yasayı “iptal ettiğini” açıkladı. Seçimle gelen bir lider generaller tarafından devrilmişti ve sıra, anayasal yollarla oluşturulan kurumların yok edilmesine gelmişti. ABD ve medyasına göre bütün bunlar “demokrasinin yeniden tesisi” adına yapılıyordu! Darbenin arkasındaki asıl isim olan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Otto Reich, Nikaragua, Küba ve El Salvador’daki tecrübeleriyle olsa gerek, Carmona’yı uyarmıştı aslında. Darbenin ardından Carmona’yı aramış ve “meclisi hemen feshetmemesini” istemişti. Tecrübeli kontra şefi, böylesi bir “aşırı” hareketin, halkı sokaklara dökeceğinden korkuyordu. Ama Carmona, zaferi kazandığından emindi ve tam da halkı sokaklara dökecek olan şeyi yaptı. Evlerinde, kahvelerde oturmuş, televizyon ve radyolardan “bilgi” edinmeye çalışan emekçiler, sonunda bilgiyi “kendileri almaya” karar verdi ve Chavez’in tahmin ettiği gibi, gecekondulardan şehir merkezine akmaya başladılar. Bazı subaylar ve askerlerin çok büyük bir bölümünün de kendilerine katılmasıyla, bir anda yüz binler sokakları dolduruverdi. Komuta kademesindeki çatlak yukarılara kadar uzandı ve neredeyse askersiz kalmış olan cuntacılar, pes ettiler. Chavez, bir helikopterle ve halkın sevinç çığlıkları arasında, başkanlık sarayına döndü.
Chavez, ABD’yi açıkça karşısına almamaya özen gösterdi. “Bana karşı girişilen bu komplonun köklerinin ABD’de olduğunu söylemedim” diyordu alayla. Söylemesine de gerek yoktu zaten! Ama bu arada, hükümet yetkilileri ve kalemini satmamış gazeteciler, ABD’nin perde arkasında neler yaptığı hakkında epey bir bilgi edinmişlerdi.

BİR BİLMECEM VAR…
Latin Amerika’da, yıllar sonra yeniden popüler olan bir bilmeceyi hatırlatalım.
Soru: ABD’de neden hiç askeri darbe olmaz?
Yanıt: Çünkü orada ABD Büyükelçiliği yoktur.
Onlarca askeri darbenin deneyimini barındıran bu acı bilmecenin gösterdiği gibi, Venezüella’daki darbenin merkez üssü, Caracas’taki ABD Büyükelçiliği idi. Narco-News’in haberine göre; darbeyi örgütleyen, mali kaynağını sağlayan ve yürürlüğe koyan, MİL GROUP adıyla bilinen büyükelçilik bürosuydu. ABD büyükelçiliklerindeki askeri birim olan MİL GROUP, darbe öncesinde personelini önemli ölçüde artırmıştı. Birimin doğrudan Pentagon’a bağlı olması, darbenin arkasındaki gücü gösteriyordu.
Eski ABD Ulusal Güvenlik Ajansı yetkilisi Wayne Madsen’in ortaya çıkardığı bilgiye göre, ABD Donanması, Karayipler’de yaptığı COMPTUEX ve JTFEX adlı tatbikatlar sırasında, darbeci generallere istihbarat ve iletişim yeteneklerini sundu. Donanma’ya bağlı SIGNIT gemileri ise; Caracas’taki Küba, Libya, Iran ve Irak diplomatik misyonlarının iletişimini takip ettiler. Dört ülke de, Chavez’e desteklerini çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdi.
Yine Madsen’in aktarımına göre; darbeye verilecek desteğin kapsamı; Bush’un Mart ayında Peru ve El Salvador’a yaptığı ziyaretlerde belirlendi. ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), merkezi Florida’da bulunan ABD Güney Komutanlığı Ortak Ajanslararası Görev Gücü-Doğu adlı askeri birim aracılığıyla, darbeyi yönlendirdi. NSA’nın Porto Riko ve Teksas’taki ispanyolca uzmanları ve sinyal dinleme personeli, ABD ordusu ve yetkililerine, darbenin seyri hakkında gerçek zamanlı bilgi ilettiler. Bu sırada, CIA ve ABD askeri yetkilileri, Doğu Kolombiya’da, darbe şeflerine “lojistik destek” vermek üzere hazır bekletildi. Bu ekibin faaliyetleri, Marandua Havaalanı ve Venezüella sınırı boyunca yürütülüyordu. Ekvador’daki Manta hava üssü de, ek istihbarat desteği sağladı. Porto Riko açıklarında bulunan ABD savaş gemileri de, darbenin başarısız olması halinde çıkacak olası bir kargaşada ABD vatandaşlarını tahliye etmek için bekliyordu. Bu gemiler arasında uçak gemisi USS George Washington ile destroyerler USS Barry, Laboon, Manan ve Arthur W. Radford da bulunuyor.

KİLİT İSİM: OTTO REICH
Bütün bu faaliyetlerin baş örgütçüsünün, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Otto Reich olduğundan şüphelenmek için yeterli kanıt bulunuyor. Carmona ile telefon görüşmeleri yaptığını kendisi de kabul eden Reich, 1980’lerdeki İran-Kontra skandalındaki rolünün açığa çıkmasıyla görevden alınmıştı. Ancak o dönemdeki “kader arkadaşları” Elliott Abrams ve John Negroponte ile birlikte Bush yönetimi tarafından en üst düzey görevlere getirildi.
Reich’in görevden alınma sebebini hatırlamakta fayda var. Fidel Castro yönetimine karşı “takıntı” düzeyinde bir kini olduğu açıkça ifade edilen bu kontra şefi, bizzat ABD makamları tarafından “örtülü propaganda” yapmaktan suçlu bulunmuştu. Propaganda, Nikaragua’daki demokratik Sandinist hükümeti “şeytanlaştırmaya”, ABD finanslı ölüm mangalarını ise “hürriyet savaşçıları” olarak göstermeye yönelikti. Bu faaliyetin sürdüğü 1980’li yıllar içinde ABD medyasında yer alan birçok sözde haberin arkasında, Otto Reich isminin bulunduğu anlaşılacaktı. Soruşturmalar sonucunda; örneğin Miami Herald gazetesi tarafından yayınlanan “Sovyetlerin Nikaragua’ya kimyasal silah verdiği” ve Newsweek’te yayınlanan “Sandinistlerin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı” yönündeki yalanların bizzat Reich tarafından hazırlandığı ortaya çıkıyordu.
Emperor’s Clothes’tan Jared Israel’in bildirdiğine göre, Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI) de, darbede önemli bir rol oynadı. Bu örgüt, NED ve USAID adlı ABD ajanslarının bir kolu niteliğinde. Kurulduğu 1984 yılından bu yana “uluslararası operasyonlar” yürüten IRI, biraz erken hareket etmiş ve darbenin ardından, kendi uğursuz rolünü açığa çıkaran beyanlarda bulunmuştu: “IRI, uzun vadede, Venezüella’nın parçalanmış siyasi sisteminin yeniden inşasında ve ülkeye demokrasinin geri getirilmesinde yardımcı olmaya devam edecektir. 1994’ten bu yana Venezüella’da demokrasinin güçlendirilmesi için çaba gösteren enstitümüz, Venezüellalıların… yeni bir demokratik gelecek kurması için ülkedeki siyasi partiler ile bütün sivil toplum grupları arasında bir köprü işlevi görmüştür. Cesur Venezüella halkı ile ortaklığımızı sürdürmeye hazırız.” (12 Nisan tarihli basın açıklaması) IRI şeflerinin bahsettiği “demokrasi yanlısı siyasi partiler” ise, JP (Justicia Primero)’den ibaret. Hıristiyan Demokrat COPEI’nin devamı olarak kurulan bu parti, 165 üyeli mecliste sadece 6 sandalyeye sahip!
IRI, petrol şirketi Venoco’nun patronu Perez Recao ve kardeşini de “sivil güçler” arasında saymayı unutmuş olsa gerek. Cuntacılara çok büyük bir mali destek sağlayan, darbe anında sokaklara kendi özel ordusunu salan bu iki kardeş, şu anda ABD topraklarında, Miami sahillerinde bulunuyor. Muhtemelen, nerede hata yaptıklarını düşünüyorlar!

TEKELCİ MEDYANIN SUÇ ORTAKLIĞI
Nerede hata yaptıklarını düşünenler arasında, ABD’nin medya devleri de olmalı. Sözde “demokrasi yanlısı”, etkili ve saygın yayın organları, darbecilere büyük bir lojistik destek sağladılar. New York Times, 15 Nisan tarihli başyazısında şöyle diyordu: “Devlet Başkanı Hugo Chavez’in istifasıyla, Venezüella demokrasisi, diktatör olacak bir adamın tehdidinden kurtulmuş bulunuyor.”
Washington Post da farklı değil: “Chavez’in perşembe gecesi görevden alınmasına yol açan demokrasi ihlali, ordu tarafından değil, Bay Chavez’in kendisi tarafından başlatılmıştı..” (Başyazı, 15 Nisan) Başyazar devam ediyor: “Eğer Venezüella benzer bir sonuçtan gelecekte sakınmak istiyorsa, ülkenin siyasi kutuplaşmasını vurgulayan değil, hafifleten bir geçişi biçimlendirmelidir. Bir sonraki hükümet, Chavez’in kullandığı, ama gidermeyi başaramadığı yoksulluk ve eşitsizliğe karşı atak bir biçimde harekete geçmelidir.”
Bütün bu satırları yazanların, sonradan pişman olduğunu tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyor. Ancak Venezüella, uluslararası medyanın kimin güdümünde hareket ettiğini, çok ilginç bir örnekle daha göstermişti. Biz buna “AP Olayı” diyelim. Dünyanın en büyük haber ajanslarından Associated Press, 13 Nisan’da, askeri darbenin ardından sokaklara dökülen Chavez yanlısı emekçiler üzerinde estirilen polis terörüne dair: “Caracas hastanelerinde acı çığlıklar, hüzün, ölmekte olanlar ve ölenler”.
Selsky imzalı ikinci haberde başlık, “Binlerce kişi sokaklarda Chavez’in iktidara dönmesini istedi, geçici devlet başkanı istifa etti”
İkinci haberde; “Chavez’in kalelerinden olan Catia gecekondu mahallesinden silah sesleri duyulduğu” belirtiliyor. Oysa ilk haberde, bu silahlı saldırının sorumlusunun, halka ateş açan polis güçleri olduğu açıkça belirtiliyor.
Yine ikinci haberde; “Yeni hükümet, başkentte en az 20 küçük olay yaşandığını bildirdi” deniliyor.
Böylece, Chavez’in devrilip tutuklanmasına karşı muhalefetin sınırlı olduğu izlenimi yaratılıyor. Oysa ilk haberde; insanların başkentin dört bir yerinde sokaklara döküldüğü; ama polisin saldırısına uğradıkları kaydediliyor.
Chavez yanlısı göstericilerden Edgar Paredes ve yaralı kardeşine ilişkin bölümlerde de, önemli farklılıklar var. Toothaker imzalı ilk haberde bu bölüm şöyle başlıyor: “Giysileri kana bulanmış Edgar, yaralı kardeşini taşırken ‘Protesto etme hakkımız var, ama bize ateş açıyorlar’ dedi. Luis’i kimin vurduğunu bilmiyor. Polis, cumartesi günü başkentin gecekondu mahallelerine sürekli ateş açtı. Şehrin en yoksul bölgelerinde hastaneler, yaralılarla dolu.”
İkinci haber ise şöyle: “Giysileri kana bulanmış Edgar, yaralı kardeşini taşırken ‘Protesto etme hakkımız var, ama bizi vuruyorlar’ dedi. Luis’i kimin vurduğunu bilmiyor, muhtemelen hiç öğrenemeyecek. Buradaki bütün şiddet gösterileri gibi, her taraftan, her an ateş açılabilir.” Görüldüğü gibi Selsky, cunta hizmetindeki polisin halk üzerinde estirdiği terörü gizlemiş ve “kimin kimi vurduğu belli olmayan bir kargaşa” ve “şiddetli gösteriler” manzarası çizmiş. Ama Toothaker, gösterilerin “şiddet içerdiğini” falan bildirmemişti. Tam aksine, polis birliklerinin yoksul gecekondu mahallelerine saldırdığı bir “devlet terörü” görüntüsü çiziyordu.
Toothaker; polisin saldırılarını, hastanelerin durumunu anlatarak da vurgulamıştı. Haberin bu bölümünde; Margarita Delgado adlı hemşire ile Juana Chirinos adlı emekçinin durumları anlatılıyor, sözlerine yer veriliyor. Chironos, şöyle demiş: “Biz ardı ardına ölülerimizi taşırken, doğudaki zenginler içki içip yelpazeleniyor.”
Haberin “yenilenmiş” halinde, ne Delgado, ne de Chirinos’un görüşleri yok.
Emperor’s Clothes’tan Jared Israel’in yaptığı titiz çalışmaya göre, ertesi günkü gazetelerin tümü, bu “yenilenmiş” versiyonu kullandı. Orijinal haberi de almış olmalarına rağmen, tercihini bu yönde kullanan tek bir yazı işleri yoktu!

WASHINGTON PATENTLİ YALANLAR
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın darbe ile ilgili açıklaması da ilginç. 12 Nisan tarihli açıklama, Sözcü Philip T. Reeker imzasını taşıyor. Başlık, “Venezüella: Hükümet Değişimi”. Yani darbe falan değil! Açıklamada, darbe adeta gerekçelendirilerek, şöyle denilmiş: “Ülkede demokrasinin temel unsurları, son aylarda zayıflatılmıştı.” ABD’ye göre Chavez, şirketin başına “ABD tekellerine değil, Venezüella hükümetine bağlı” kişiler getirmeye çalışarak, dahası, Küba’ya ucuz fiyatla petrol satarak “demokrasiyi zayıflatmış”tır!
Aynı açıklamada, ortada hiçbir kanıt yokken şunlar da belirtiliyor: “Chavez taraftarları, aldıkları emir üzerine, silahsız ve barışçıl protestoculara ateş açmıştır. Sonuçta 100’den fazla insan yaralanmış veya öldürülmüştür… Bu provokasyonların sonucunda, Chavez başkanlıktan istifa etmiştir. İstifasından önce, Başkan Yardımcısı’nı ve kabinesini görevden almıştır. Oluşturulan geçici sivil hükümet, erken seçim vaat etmiştir.”
ABD, burada tam anlamıyla “tongaya basıyor” ve darbenin başarılı olduğuna duyduğu güvenle, “sallıyor”.
Bugün herkes bilmektedir ki:
1. Sokaklardaki göstericilere ateş açılması, darbe için zemin yaratan bir provokasyondur. Başkanlık Sarayı önünde açılan ilk ateşte ölen ilk 4 kişinin Chavez karşıtları değil, onun taraftarları olduğu açıklığa kavuşmuş bulunuyor.
2. Chavez istifa etmemiştir. Cuntacılar tarafından tutuklanarak bir askeri üsse götürülmüştür.
3. “İstifasından önce” kimseyi görevden almamıştır.
4. “Geçici sivil hükümet” denilen hükümet, generaller tarafından oluşturulmuştur. Bu generaller, devlet başkanlığına, patronlar örgütü lideri Carmona’yı getirerek, darbenin niteliği hakkında hiçbir şey gizlemediklerini göstermişlerdir.
5. Carmona, erken seçim falan vaat etmemiştir. Yaptığı ilk “icraat”, Venezüellalı yoksullara fayda sağlayan yasaların iptal edilmesi, petrol şirketinin ABD uşağı eski yönetiminin göreve getirilmesi, ülkenin adındaki “Bolivarcı” sözcüğünün çıkarılması, anayasanın feshedilmesi, meclisin ve eski hükümetin dağıtılması olmuştur. Bütün bunları yaparken dayandığı hiçbir kanuni yetki yoktur.
Kısacası, ABD Dışişleri açıklamasının tek kelimesi bile doğru değil. Oysa darbe başarılı olsaydı; bugün ABD ve diğer ülkelerdeki medya, bu yalanları hâlâ “doğru” diye yutturuyor olacaktı.

VENEZÜELLA MEDYASI İŞBAŞINDA
Venezüella medyasının aldığı tutumu da biraz açmakta fayda var. Ülkede, nesnel haber kaynağı olarak tek bir “tarafsız” gazete ve bir de devlete ait televizyon kanalı bulunuyor. Darbe sırasında devlet kanalının yayını durduruldu. Diğer bütün medya organları ise, darbecilerin yalanlarını tekrarlayıp durdular. Cumartesi günü, darbeci lider Carmona ile ilk görüşenlerden biri, medya patronlarıydı. Carmona’nın hükümeti daha yemin bile etmemişti.
Chavez yanlısı on binlerin kent merkezine döküldüğü saatler boyunca medya, olaylardan tek bir kelime bile bahsetmedi. Bütün Venezüella televizyonları, elbette kapalı bulunan devlet kanalı hariç, Hollywood filmleri ve yemek programları gösteriyordu.
Darbenin mimarlarından olan Venevision televizyonu ile yerel Direct TV, Univision ve Caracol kanallarının sahibi olan Cisneros Grubu’ndan bir yetkili, kendilerini şöyle savunuyor. “Elimizde bilgi vardı, ama görüntü yoktu. Haberin yarısını veremezdik, bu sorumsuzca olurdu.” (17 Nisan, Washington Post)
Medya, yalanlarla halkın kafasını karıştırmayı ve onları evlerinde tutmayı başaramadı. Emekçiler, on binler halinde, Caracas’ın eteklerindeki gecekondulardan şehir merkezine akmaya devam ettiler, içlerinden biri, 32 yaşındaki Mariana Bustamante, şöyle diyordu: “Cumartesi oldu ama hâlâ hiçbir şey bilmiyorduk. Neler olduğunu anlamamız gerekiyordu, biz de olay yerine kendimiz gelmeyi tercih ettik.” (agh)
Union Radyo’nun deneyimli muhabiri Maria Lilibeth Da Corte, “Bu bir medya darbesiydi” diyordu. “Editörlerim, darbeyle ilgili yaptığım bütün haberleri sansürledi.” Sansürlenen haberler arasında, cumartesi sabahından itibaren darbenin çatırdamaya başlaması da bulunuyordu. Başkanlık Sarayı’na yürüyen kitleler, darbe hükümeti mensuplarının bir yeraltı tüneline girip saraydan kaçması… Gazeteciler bunları biliyordu, ama haberleştiremediler. Bir fotoğrafçı şöyle diyordu: “Diğer muhabirler konuşurken duydum. Patronları onlara ‘Bu hafta boyunca gazeteci olduğunuzu unutun, artık hepimiz hükümet için çalışıyoruz’ demiş.” Da Corte ekliyor: “En kötüsü de, patronların görüşlerini paylaşan gazeteciler olmasıydı. Neler olup bittiğine dair ciddi bir iç soruşturma yapılmalı. Aksi takdirde, Venezüella’da gazetecilik bitmiştir.” Chavez, bütün bunların ardından, medyanın darbedeki rolünü “psikolojik terörizm” olarak nitelendiriyordu.

CAN YAKAN BİR DARBE
Washington darbesinin püskürtülmesini sağlayan bir dizi etkenden söz etmek mümkün. Ancak en önemlisi, yüz binlerce işçi ve emekçinin Chavez’e sahip çıkması elbette. Medya ve paranın gücüyle, Amerikan emperyalizminin sınırsız desteğiyle istedikleri her şeyi yapabileceklerini zannedenler, fena halde yanılmış bulunuyor. Venezüella halkı, kara propaganda akan televizyon ve radyolardan neler olup bittiğini anlayabilmek için bir süre bekledi ve sonra, hayranlık veren bir kararlılık ile duruma el koydu.
Chavez’in halka güvenmesi ve “istifa et”, “iltica et” baskısına pabuç bırakmaması da, önemli bir etken elbette. O gözaltındayken Küba hükümetinden gelen “cuntaya karşı direniş” çağrısı da, kuşkusuz, halka umut aşılamıştır. Bush, Reich, Carmona ve adamlarının, kendi yalanlarına inanıp Venezüella’daki durumu “lehlerine” zannetmesi, halkın koyun sürüsü gibi darbelerini izleyeceğini varsaymaları da, ölümcül bir hata oldu.
Bu noktada, bir avuç Latin Amerikalı gazetecinin cesur çabalarını anmak gerekiyor. Kıtada giderek güçlenen “Gerçek Gazetecilik” akımının öncüleri bunlar: Vheadline.com sitesini yöneten Roy S. Carson ve Narco-News.com editörü Al Giordiano. Biri ameliyattan çıkmış, hasta yatağında yatmakta olan bu iki gazetecinin dakika dakika dünyaya ve Venezüella’ya geçtiği haberler, yaptıkları analizler, propaganda perdesinin yırtılmasına mütevazı ama önemli bir katkıda bulundu. Herhalde bu olaydan sonra sadece tekelci medyanın demokrasi düşmanlığı değil, bir alternatif haber kaynağı olarak internetin rolü de, yeniden tartışılacaktır.
Venezüella halkı; emperyalizmin merkezi sinir sistemine, öldürücü değil ama epey can yakıcı bir darbe indirdi. Bundan sonra hâlâ “kapitalizmin askeri darbelerden yana olmadığını”, “sermayenin önsel olarak demokrasiden yana olduğunu” ve nihayet, şu meşhur “ekonomik serbestlik ile siyasi serbestliğin yan yana ilerlediği” tezlerini savunanlar, hâlâ varlarsa eğer, iki kere düşünmek zorunda kalacaklardır.

Halkların kardeşliğinde pratik tutum

Newroz’un hemen ertesinde Emeğin Partisi Diyarbakır İl örgütü, bölgede on yıllardır süren Olağanüstü Hal uygulamasının kaldırılması için bir kampanya başlatarak OHAL’in kaldırılmasını talep eden bir metni imzaya açtı. Bu doğrultuda çeşitli politik örgüt, sendika ve kurumlar ziyaret edildi, kampanyanın amaçları, gerekliliği anlatılarak kampanyaya katılma, birlikte hareket etme çağrısı yapıldı. Ve ilk andan itibaren görüldü ki, değişik kesim ve görüşlerden olmalarına karşın OHAL’den memnun ve OHAL’in sürmesine taraftar olan siyasi örgüt, kurum ve kuruluş yoktur. OHAL’in kaldırılıp, yaşamın normale dönmesi acil talep olarak kendini dayatmaktadır.
Bölgede yaşananlar gerekçe gösterilerek uygulamaya konulan OHAL yasası, bölge halkının en küçük demokratik istemlerinin, en basit yaşamsal taleplerinin zor ve terör yoluyla bastırılmasının, bölge halkının sesinin toptan kesilmesinin bir aracı, şiddetin simgesi oldu. Türkiye işçi sınıfı ve halkın o güne kadarki kazanımları olan hak ve özgürlükler, OHAL eliyle bölgede yok sayıldı. Böylece ülkede iki farklı uygulama boy gösterdi; ülkenin büyük bölümünde şu ya da bu oranda yürürlükte olan kırıntılar halinde de olsa hak ve özgürlükler, aynı toprakların diğer bir kesiminde tamamen ortadan kaldırıldı.
OHAL, zorbalığın, keyfiliğin yasasıydı; Kürt emekçilerin, en basit, en güdük haklarını kullanamaması, demokratik haklarının bastırılması, emekçi ve yoksul halkın kökleştirilmesi, “bölücülük” teranesiyle, bir halkın en doğal, en insani taleplerinin en zorba yöntemlerle ezilmesi demekti. OHAL, bölgedeki devletin temsilcilerine her türlü keyfiyeti tanır, sınırsız yetkilerle donatırken, ülkenin bir bölümü kelimenin tam anlamıyla büyük bir toplama kampına çevrilmişti. Her türlü yetki ve karar valilerin, esas olarak da askeri yetkililerin iki dudağı arasındaydı. Bir kararla köyler boşaltılabiliyor, koca bir köy halkı sorgudan geçirilebiliyor, sokağa çıkma yasağı konulabiliyor, tutuklamalar, gözaltılar yaşamın olağan bir parçası haline dönüşebiliyor, kiralık katiller “vatan, millet” adına sokak ortasında fütursuzca cinayetler işleyebiliyor, katiller ödüllendirilerek yağma ve talan yapmalarına, uyuşturucudan silah kaçakçılığına kadar her türlü pis ve karanlık işi yürütmelerine yol veriliyordu.
Kapılarına kilit vurulmamasına karşın, grev hakkı elinden alınmış, toplantı ve gösteri düzenlemesi, kısaca hak araması yasaklanmış işçi sendikaları fiili olarak işlevsizleştirilmişti. Hal böyle olunca da işçiler, sermaye önünde her türlü silahtan arındırılmış, sömürüye boynunu uzatan kurbanlar durumuna getirilmişti. Ancak bu durum bölgede az sayıda örgütlü sendikalı işçinin yanı sıra, sendikal örgütlülükten mahrum asgari ücretin bile çok altında rakamlara çalışmak zorunda bırakılan işçilerin, tarım işçilerinin sermayeye kelepir bir işgücü olarak sunulması demekti. Zaten yaşanan savaş durumu, Türkiye’nin Irak, İran, Suriye gibi komşu ülkelerle yaşadığı gerginlikler, kapatılan sınır kapıları, Irak’a uygulanan ambargo nedeniyle bölgede neredeyse durma noktasına gelen iktisadi hayat, boşaltılan köyler ve sürgünler dolayısıyla olağanüstü fazlalaşan kent nüfusları, korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, emekçiler arasındaki rekabeti arttıran, patronların eline daha ucuz işgücü olanağı sunan önemli bir faktördü. Öte yandan da bölgedeki belli aşiret liderlerini satın alma yoluyla feodalizmle birleşen devlet, üretici güçlerin gelişmesine ket vuruyordu.
Ancak elbette, OHAL, sadece iktisadi yaşamın sonuçlarıyla açıklanamaz. Ama o esas olarak bölgede yaşayan Kürtlerin en basit istemlerinin, kendi yaşama biçimlerini ve geleceklerini belirlemesinin, demokratik taleplerinin bastırılmasının, zorbaca ezilmesinin, anadilin kullanılmasının, adil, eşit haklar ve koşullarda barışın, kardeşleşmenin, yanı sıra diğer hak arayışlarının kabaca engellenmesinin dayanağı olarak kendini ilan etmiştir.
Kürt emekçilerinin, kendi kültürel değerlerini yaşatma, anadili olan Kürtçeyi özgürce kullanma, anadilde eğitim, basın-yayın gibi en meşru taleplerini bile “bölücülük” olarak nitelendiren burjuvazi, bu konuları dile getirenleri hain, kendini ise vatansever olarak lanse edip, bu konuları “vatan meselesi” olarak ileri sürmüş, işçi, emekçi kitleleri şovenist kışkırtmayla yanına çekmeye çalışarak, milliyetçiliği körüklemiştir. Bu ise, ezilen sınıflar arasındaki dayanışmayı, birlikte mücadeleyi önleyen, çeşitli milliyetlerden işçilerin ve emekçilerin birleşik mücadelesini baltalayan bir faktör olarak işçilerin ve emekçilerin aleyhine, ama öte yandan burjuvazinin lehine sömürü çarklarının daha hızlı ve kolaylıkla dönmesini sağlayan bir rol oynamıştır.
Burjuvazi bu amacına ulaşmak için, kendi kaderlerini belirlemek gibi, en doğal ve insani hakkı isteyenleri ve bu hakkı destekleyenleri bölücü olarak niteler, bu konuda talep ileri sürenleri, özgür, eşit koşullarda bir kardeşleşme çağrısı yapanları hain olarak hedef tahtasına koyarken, kendi ise “vatan savunucusu” pozları takındı. Bunun için gerek pespaye bir araç durumuna getirdiği medya aracılığıyla, gerekse hayatın her alanında, okullarda, işyerlerinde, miting meydanlarında, seçim propagandalarında şovenist propagandaya hız verdi. Oysa “vatan savunucu” pozlarına bürünen, bu konuda en üst perdeden atıp tutan sermaye ve sözcülerinin pratik yaşamda yaptıklarına bakıldığında, ülke topraklarını yağmaya açanın, emperyalizme peşkeş çekenin kendileri olduğu açıkça ortadaydı. Ülkenin yer üstü ve yer altı kaynakları, emekçi halkın alın teri büyük sermayenin hizmetkârları eliyle özelleştirme adı altında emperyalist tekellere yağmaya açılmış, ülke ekonomisi, ülkenin geleceği IMF-Dünya Bankası vb. emperyalist tefeci kuruluşlara teslim edilmiş, Gümrük Birliği, WTO gibi anlaşmalara imza atılarak gümrük serbestisi getirilmiş, ülke toprakları emperyalist tekellerin engelsiz biçimde soygun yapabilecekleri alan haline getirilmişti. Özelleştirmenin faziletleri anlatılır, en kârlı işletmeler tekellere peşkeş çekilirken, kârlı bankalar para babalarına altın tepside sunulmuş, kasaları boşaltılan, talan edilen bankalar ise devlet tarafından zararlarıyla alınmıştır. Kârlı işletmelere özelleştirme… yağmalanmış özel bankalara ise devletleştirme! İşte D’nin kiralık katili ve mazlum Filistin halkının kan içicisi, işgalci İsrail’in en büyük dostu olanlar da bu” vatanseverlik” nutukları atanlardır.
Öyleyse “vatanseverlik” adına bir halkın kanına girenler, emekçi halkları kendi çıkarları için birbirine düşman etmeye çalışanlar, milliyetçiliği, şovenizmi körükleyenler, öte yandan da ülkenin geleceğini IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşlara emanet edenler, ülke kaynaklarını haraç mezat satıp savanlar, kendi cepleri dolarken memleketi borç batağına sürükleyip, ABD’nin jandarmalığını üstlenenler, bunları dolar aşkından yaptıklarına göre, bu savaştan, düşmanlıktan da çıkarı olan onlardır. Zarar görenler ise işçiler, emekçilerdir.
Çünkü bu süreç boyunca Türk ve Kürt işçi ve emekçiler arasındaki güven ilişkileri zedelenmiş, egemenlerin şovenist propagandaları sonucu, her iki tarafta da milliyetçilik gelişmiş, ezilenler arasındaki duygu bütünlüğü zayıflamış, birleşik mücadelenin önüne engel olarak dikilmiştir.
Yine, ülkedeki iç karışıklığı, bölgedeki savaş durumunu bahane eden burjuvazi, kendi sorununu vatan sorunu gibi sunup, işçi sınıfı ve emekçi halka büyük bir saldırı kampanyası başlatmıştır. İç karışıklık nedenini öne sürüp yığınlara fedakârlık çağrısı yapan burjuvazi, dikkatleri savaşa çekerek yıllardır tasarlayıp da bir türlü yürürlüğe koymaya cesaret edemediği yasaları bir bir yürürlüğe koymuş, ekonomik ve sosyal haklarda bir dizi kısıntıya gitmiştir. Sendika ağalarını da yanına alan sermaye, sendika bürokrasisinin işçi ve emekçilere açık ihanetinin de yardımıyla, mezarda emeklilik yasası gibi yasaları çıkartmış, büyük ve kârlı işletmeler patronlara hediye edilmiş, sendikal örgütlülük en düşük düzeye düşmüş, toplu sözleşmeler savaş bahane edilerek en düşük seviyelerde imzalanmış, reel ücretler büyük oranda gerilemiştir. Ama büyük sermaye, tarihinin en büyük kârlarına bu yıllarda ulaşmıştır. Yine bölgedeki savaş bahane edilerek Anti-terör Yasası, İller İdaresi Yasası vb. gibi faşizan yasalarla işçi sınıfı ve emekçi halkın hak ve özgürlükler için mücadelesinin önüne setler çekilmeye çalışılmıştır.
Öyleyse, şu açıkça ilan edilmelidir ki; birlikte mücadele etmesi gereken, aynı koşullarda, eşit hak ve özgürlüklerle bir arada yaşamak isteyen işçiler ve emekçiler bölücü değildir. Bölücü olan, nüfusun bir kısmının dil, kültür gibi insani haklarının ayrıcalık gibi şekillenmesine yol açarak, başkalarının bu hak ve özgürlüklerini yasaklayan, en basit insani taleplerini zorbaca boğan, emekçilerin bölünmesinden çıkarı olan sermayedir. Kürt emekçi ve yoksullarının kendi kültürüyle yoğrulmasını ve yaşamasını, kendi anadilini yasaklayan sermayedir ve işte tam da bölücülüğün, ayrımcılığın ta kendisi budur.

HALKALARIN KARDEŞLİĞİNİN GERÇEK İÇERİĞİ NASIL OLUR
Hiç şüphe yok ki, Kürtlerin demokratik hak ve istekler ileri sürmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak, OHAL’in kaldırılması, bölgede normal yaşama geçilmesi, anadil talebi, idamın kalkması, genel bir affın çıkması vb. türden taleplerin savunulmasında asıl görev; dil, kültürel haklar, anadilde eğitim vb. konularda olağan hakları imtiyaz görüntüsü kazanmış Türk işçi ve emekçilerine düşmektedir. Ancak böyle kararlı ve tutarlı bir davranış, Kürt emekçilerinin haklı ve insani taleplerinin Türk işçi ve emekçilerce kararlı bir savunusu, Türk ve Kürt emekçileri arasında burjuvazi tarafından yaratılan güvensizliği yok edecek, birlikte, ortak bir sınıf savaşımını kolaylaştıracak, kardeşlik duygularını sağlamlaştıracaktır. Aynı zamanda burjuvazinin kışkırttığı şovenizmin önüne de ancak böylesine içten ve kararlı bir tutumla geçilebilir. Aksi takdirde kışkırtılan şovenizm, tüm milliyetlerden işçilerin birleşmesinin, ortak mücadele etmesinin önüne ciddi bir engel olarak dikilecektir.
Geçekten de Kürtlere ilişkin her haksızlığın karşısına en başta ve herkesten önce Türk işçi ve emekçi sınıfları dikilmek zorundadır. Çünkü işçi sınıfının demokrasi anlayışında hiçbir ulusa, hiçbir dile ayrıcalık yoktur. Herhangi bir ulusal azınlığa karşı en ufak bir adaletsizlik yoktur. Bunlar işçi sınıfı davasının en temel ve değişmez ilkeleridir. İşçiler, en incesinden en kabasına kadar, her türden kışkırtma siyasetine karşı mücadele etmek zorundadırlar. Sınıf bilinçli öncü işçiler ve kendini işçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluş davasına adamış devrimciler, ulusların ve dillerin hak eşitliğini tanımayı ve bunun sağlanması için mücadele etmeyi, bu bilincin toplumun tüm emekçi katmanları arasında yayılmasını, sadece en tutarlı demokrasi savunucusu oldukları için istemezler, işçi sınıfı, dayanışmanın çıkarları, işçilerin sınıf mücadelesinin dostça ve kardeşçe birliği, en küçük de olsa bütün ulusal güvensizlikleri, yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırmak, ezilen ulusun güvenini sağlamak amacıyla ulusların ve dillerin tam eşitliğini talep etmek zorundadır. Egemen ulusun emekçileri bu gönüllü mücadeleye yeterince katılmadığı, ulus ve dil imtiyazına karşı bizzat ezilen ulusun yanında mücadeleye katılmadığı sürece, farklı uluslardan işçi ve emekçi yığınları arasında ne güven ne de sınıf dayanışması, ortak düşmana karşı birlikte mücadele yaratılabilir. Tam tersine aradaki boşluktan yararlanan burjuvazi tarafından kışkırtılan şovenizm ve milliyetçilik, düşmanlaşma eğilimlerini güçlendirecektir. Bölünmüş bir işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinden de işçi sınıfının değil, ama burjuvazinin faydalandığı son derece açıktır.
Şu asla unutulmamalıdır ki; başka bir halkı ezen bir halk asla özgür olamaz. Özgürlüklerin kararlı bir savunucusu olarak işçi sınıfı, kendi egemenliğinin, sömürü çarkının sürmesinden başka hiçbir amacı olmayan, bunun için halkları birbirine düşman etmek ve kırdırtmak dâhil her türlü iğrenç yönteme çekinmeden başvuran burjuvazinin suç ortağı olamaz.
Bu bakımdan ele alındığında, özellikle son yıllarda her eylem ve her etkinlikte sık sık vurgulanan ” Halkların Kardeşliği” sloganının içeriğinin iyi anlaşılması ve bu sloganın ete kemiğe büründürülmesi her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Şu gerçektir ki; çeşitli ulusal ayrıcalıklara sahip işçi ve emekçiler, yanlarında, kendi diliyle konuşması, kendi kültürel değerlerini yaşatması ve yaşaması vb. en insani gerekleri yasaklanmış sınıf kardeşleri dururken, bu durumu görmezlikten geliyor, bunun değişmesi, her türlü ulus ve dil ayrıcalığına son verilmesi ve tam eşitlik için mücadeleye atılmıyorsa, bu slogan gerçek anlamını bulmayacaktır. Ve gerçek anlamda kardeşleşmenin yolunu açmayacaktır. Bir ülkede anadilde eğitim talebi gibi en masum ve en insani bir talepte bulundu diye insanlar tutuklanıyor, hapsediliyor, okullarından atılıp cezalandırılıyorsa, buna karşı en başta isyan etmesi, hareketlenmesi gerekenler ayrıcalıklı konumdaki işçiler ve emekçilerdir.
Yine OHAL’in sürmesine, oradaki demokratik güçlerin gelişmesinin engellenmesine en başta karşı çıkması gerekenler, Türk işçi ve emekçileridir. Ancak bunu yaptığı zaman işçi sınıfı burjuvazinin oyununu bozmuş, burjuvazinin bölücülüğüne, halklar arasında güvensizlik tohumları ekme çabalarına karşı durmuş olur. Ve işçi sınıfı bunu yapmak zorundadır.
Hiç şüphesiz ayrıcalıkların sona ermesi, anadil üzerindeki baskıların son bulması, OHAL’in kalkması, koruculuk sisteminin sona erdirilmesi vb. taleplerin ileri sürülmesinin Türk halkı arasında tepki toplayacağı, koşulların henüz buna hazır olmadığı türünden bir takım sesler yükselebilir. Ancak, işçiler, güvenilmez ve o kadar da saf insanlar değildir. Ve yine unutulmamalıdır ki, işçi sınıfı partisi işçilerin en geri kesimleri noktasına çekilemez, öncü vasfını unutup, kitlelerin en geri duygularının peşinden sürüklenen artçı konumuna getirilemez.
Elbette burjuva propagandasının, emekçi sınıflar içinde karşılıklı olarak milliyetçilik duygularını yükselttiği, şovenist kışkırtmanın belli oranda etkili olduğu reddedilemez, ama koşullara teslim olmak da, işçi sınıfı davası savunucusunun işi olamaz. Çünkü işçi sınıfının politik öncüsünün görevlerinden biri de kitlelerin en geri seviyesine inmek değil, tersine kitleleri ileri bilinç düzeyine yükseltmektir. Elbette bunun sadece sloganlar söylemek, bilinen formülleri papağan gibi kabaca tekrarlamakla becerilemeyeceği, ustalık gerektiren zahmetli bir iş olduğu açıktır. Zaten ancak bunu başarabildiğinde -ve başarmak zorundadır- propagandacı ve ajitatör görevini başarıyla tamamlamış olabilir.
Ancak bugün koşullar düne göre daha olumlu, hareket olanakları daha fazladır. Bu olanaklar ustaca kullanıldığında, hem Kürt emekçilerinin güveni daha fazla kazanılacak hem de değişik uluslardan işçilerin birleşik hareketinin önündeki engeller daha hızlı biçimde ortadan kaldırılacaktır. Aynı zamanda da burjuvazinin çeşitli türden entrikaları boşa çıkartılacaktır.
Kürt meselesi konusunda burjuvazinin çeşitli klikleri arasında değişik görüşler olduğu herkesin malumudur. Bu klikler, kendilerini, uygun politik manevralar yapmak zorunda hissetmektedirler. Ama gelinen noktada en gerici burjuva kliğinin bile artık eski tutumlarında ayak direyemediği de bir gerçektir. En azından artık kimse Kürtlerin, Orta Asya Türklerinden olduğu, karda yürürken “kart kurt” sesleri çıkardıkları için kendilerine Kürt dendiği gibi aptalca laflar edememektedir. Titrek ve utangaçça da olsa Kürtçe diye bir dilin varlığından bahsedilebilmektedir.
Öte yandan, geride kalan yıllarda Kürtlere her türlü zorbalığın uygulanmasında, zorunlu göçlerde, OHAL’de, faili meçhul cinayetlerde, özel harekât birliklerinin örgütlenmesinde en büyük paya sahip ve bu uygulamaların hayata geçirilmesinde başrolü oynayan burjuva kliklerinden ANAP, son zamanlarda yeni bir manevrayla Kürt dostu pozlara bürünme çabasındadır. Yıllarca bölge halkına kan kusturulmasında önemli rol oynayan bu sermaye partisinin son rolünün halk kitlelerinin gözünde teşhiri, yalanlarının, ikiyüzlü tutumunun ortaya serilmesi gerekmektedir. Ancak bu teşhir, soyut laflarla, sadece nutuklarla olmaz. İşçi sınıfı davası savunucularının demokrasi mücadelesinde daha kararlı biçimde yer almasıyla olur. Yığınların gözünde eğriyle doğrunun, yalanla gerçeğin ayrışması ancak yaşamın içinde, yığınların taleplerine sahip çıkmakla ve gerçekten içten bir şekilde savunmakla mümkündür.

OHAL SONA ERMELİ, KÜRTÇE ÜZERİNDEKİ BASKILAR SON BULMALI, İDAM KALKMALI, GENEL AF ÇIKMALIDIR
Devleti yönetenler, uzun bir süredir bölgede “terörizmin” yenildiği, bölge halkıyla “kucaklaşıldığı”, “kardeşliğin tesis edildiği” propagandasını yapmaktadırlar. Öyleyse, bölgede yıllardır süren OHAL uygulaması sona ermeli, normal yaşama geçilmelidir. Yıllardır bölge halkına reva görülen yaptırımlar son bulmalı, halkın demokratik, ekonomik, sosyal istemleri gerçekleştirilmelidir. Bunun için de bölgeye uygulanan tecrit politikası son bulmalı, kardeşleşme için gerekli en acil talepler derhal hayata geçirilmelidir. OHAL’in, kaldırılmasıyla birlikte baskının her çeşidine son verilmeli, anadil üzerindeki her türlü yasaklama kaldırılmalı, Kürtçe yayın, eğitim talebi gerçekleşmeli, halkın kendi geleceğini kendi iradesiyle belirlemesi sağlanmalıdır.
Ancak burjuvazi bir yandan sahte kardeşlik nutukları atarken, öbür taraftan pişmanlık çağrıları yapmakta, bir halktan, gençlerinden onursuzlaşmasını istemektedir. Bu asla kabul edilemez ve gerçekleşmeyecek bir şey olduğu gibi, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Gerçekten Türk ve Kürt emekçilerinin kardeşliği isteniyorsa, yapılması gerekenlerden birisi de idam cezasının bir an önce kaldırılması, eşit, adil ve ayrımsız bir genel affın çıkmasıdır. Elbette, köye dönüşün serbest bırakılması, zararların tazmin edilmesi, koruculuk sisteminin kaldırılması vb. talepler unutulamaz.

DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN EN KARARLI SAVUNUCUSU İŞÇİLERDİR
Kürtlerin bu demokratik taleplerini kararlı bir tutumla savunma görevi Türk işçi ve emekçisinin omuzlarındadır. Gerçek anlamda kardeşleşmenin yolu, halkların kardeşliği sloganının ete kemiğe bürünmesi, işçilerin ortak mücadelesi ve dayanışmasının yolu buradan geçmektedir.
Şu asla unutulmamalıdır ki; her türlü demokratik sorunların gündeme getirilmesinde, öne çıkartılmasında ve çözüme kavuşturulmasında herkesten önde yürüme zorunluluğunda olduğunu unutan kimse, devrim davasının asli unsuru değildir.
Kaybedilecek zaman yoktur. Çünkü demokratik mücadele, demokrasi alanında kazanımlar ne kadar yavaş ilerlerse, ulusal kışkırtmalar, işçiler arasındaki güvensizlik o kadar derinleşecek, milliyetçilik güçlenecektir.
Ve yine unutulmamalıdır ki; demokratik mücadeleye kazanılamamış, demokratik kazanımlar uğruna seferber edilememiş işçi sınıfının, iktidar mücadelesinde yer alacağını beklemek, boş hayalden başka bir şey değildir.

“Üç tarz-ı siyaset”ten küreselleşme ülkücülüğüne

Siyasal fikirler, doktrinler, onların hangi tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olduğu, hangi sosyal güçlerin ihtiyaçlarına yanıt verdiği soruları ile ilgilenmeyenler için, onları ortaya atanların kişisel tezlerinden başka bir şey değildir. Siyasal fikirlerin, doktrinlerin ortaya çıkışını böyle ele alanlar, doğaldır ki, eğer belirli bir fikir ve doktrin eğer hoşlarına gitmiyor ya da çıkarlarıyla çatışıyorsa, onu çürütmek için yazarının psikolojik durumunun tahliline kadar varan metafizik değerlendirmeler yapacak, sonunda onun bir deli saçması olduğunu bile iddia edebilecektir. Ancak bu tartışmayı tarihsel ve diyalektik materyalizmin bilimsel teorisiyle yaptığınızda, o zaman bir siyasal fikrin ortaya çıkış nedenlerini de, onun zamanla geçirdiği aşamaları da ve hangi sosyal güçler elinde nasıl kullanıldığını da anlamanız kolaylaşacaktır.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞ KOŞULLARI
Bu tartışmanın güncel bir yanını oluşturan “MHP değişti mi, değişmedi mi?” sorusuna yaklaşımda da, aynı yöntem farklılığının izlerini görüyoruz. Bu soruya verilecek yanıta geçmeden önce, yine Türk milliyetçiliği ile ilgili olarak, konunun geçmişine dair benzer bazı sorulara yanıtlar vererek ilerlemek yararlı olabilir. Osmanlı siyasetine yön vermeyi amaçlayan binlerce sayfalık birçok çalışma, tarihte bir dipnot olarak bile anılamazken Yusuf Akçura’nın ince bir broşür boyutundaki “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesini Türk milliyetçiliğinin manifestosu kılan nedir? Tarihi, kişilerin dehasıyla açıklayanlar, bu soruya, “Akçura dönemi içindeki diğer tüm tarihçi ve siyasetçilerden daha akıllıydı” demekten daha ileri bir yanıt veremeyecektir. Oysa “Üç Tarz-ı Siyaset”i etkili kılan temel faktörler, Akçura’nın tahlil yeteneği ile birlikte dönemin özelliklerinde saklıdır. Yusuf Akçura’nın, Kahire’de “Türk” adıyla çıkan -ancak kendisi Osmanlıcı olan gazeteye- gönderdiği “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi, Avrupa tarafından Osmanlı’ya “hasta adam” muamelesi yapıldığı bir dönemde, 1904 yılında yayınlanmıştır. “Birincisi bir Osmanlı ulusu fikri, Osmanlıcılık; ikincisi yurttaşlık ölçütü olarak İslam’ı yani Müslüman olmayı temel alan bir devlet fikri, İslamcılık; üçüncüsü Türk ırkını temel alan bir Türk milliyetçiliği, Türkçülük” üzerine kurulu üç temel politikayı işaret eden “Üç Tarz-ı Siyaset”, dönemi içinde Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarma amacına dönük bir formülasyona işaret ediyordu.
Ancak, Osmanlı’yı tedrici ve devletin bir parçası olarak içeriden değiştirmeye yönelen burjuva-bürokrat Jön-Türk kadroları açısından Osmanlıcılık ‘devleti kurtarma’ projelerinin o döneme kadarki sürecini karşılayacak bir yaklaşımı ifade ediyordu ve art arda gelen Balkan yenilgileri ile Arnavutluk’un da imparatorluktan kopmasından sonra yeni iktidarın resmi ideolojisi Pan-Türkizm oldu. Jön-Türk dönemi, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında, Pan-Türkçülüğü bir süre için hâkim ideoloji olarak gördü.
Dolayısıyla Yusuf Akçura’nın küçük ama Türk milliyetçiliğinin tarihi açısından büyük bir kaynak oluşturan “Üç Tarz-ı Siyaset” de tarihsel ve toplumsal koşulların, Osmanlı’nın içindeki ve dışındaki dengelerin değişmesi ile ömrünü tamamlamış oldu.
Ardından gelen süreçte Akçura’nın üçlemesini, dönemin ihtiyaçları üzerinden değiştiren ise dönemin Jön-Türkler’in ideologlarından biri olan Ziya Gökalp’tı. “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” biçiminde sistematize ettiği görüşleriyle kendisinden sonraki Türkçülerin de ilham kaynağı olan Ziya Gökalp, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan \ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” sözleriyle de, dağılan Osmanlı’nın fetihçi geçmişine geri dönüş hülyasını diri tutmuş oluyordu.
Siyasal düşüncelerin ortaya çıkış süreci ve ömrünü onu ortaya atanların kişisel dehaları ile açıklayanlar, Yusuf Akçura’nın, “Osmanlıcılık-İslamcılık-Ümmetçilik” üçlemesi üzerine kurulu “Üç Tarz-ı Siyaset’inin neden daha sonra yerini Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” üçlemesine bırakmak durumunda kaldığına bilimsel bir yanıt bulmakla herhalde bir hayli zorlanacaklardır.

CUMHURİYET SONRASI DÖNEM
Bu soruyu, Türk milliyetçiliğinin tarihi içinde bugüne doğru yürütmeye devam ettiğimizde bir sonraki durağımız Kurtuluş Savaşı’na öncülük eden Kemalist kadroların milliyetçiğidir. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Ulusal Kurtuluş hareketinin milliyetçiliğinin referanslarını belirleyen belli başlı etkenler ise şöyle sıralanabilir. Batılı emperyalistler, “Avrupa’nın hasta adamı” olarak tanımladıkları Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşmak için harekete geçmişlerdir. Mustafa Kemal önderliğindeki kadro, emperyalistlere karşı kurtuluş mücadelesi içinde iken sadece hemen yanı başındaki Bolşevik Rusyası’ndan destek görmektedir. Mustafa Kemal’in Lenin önderliğindeki Sosyalist Rusya’dan istediği silah ve para yardımı hemen karşılanmış, Bolşevikler, emperyalizmle mücadele ettiği sürece onların yanında olacağını belirtmişlerdir. Ve Bolşevik Rusya, Yusuf Akçura’ların ayrılarak Türkçülük hareketini başlattıkları Çarlık Rusyası’nın Panslavizm siyasetini de reddetmektedir. Kemalistler bu durum karşısında, ‘hasta adam’dan kendine güvenli bir çocuk yaratırken başvurdukları “Türkçülüğün” referanslarını da tüm bu ilişkileri göz önünde tutarak belirlemek durumunda kalmışlardır. Bunu Rusya’nın verdiği destekle birlikte, izlediği siyaset ve bölgesel konumu da etkilemiştir. Artık, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’ın ‘Turancı yaklaşımlarında da karşılığını bulan Enver Paşa’nın Kafkaslar ve Orta Asya’daki Turan düşü siyasetinden, Kemalistlerin “Misak-i Milli Milliyetçiliği”ne geçilmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasının ardından kurulan Cumhuriyet’in temel karakteristiklerini belirleyen Batıcılık ve Laiklik ilkeleri de Kemalist milliyetçilik anlayışının kuruluş dönemindeki diğer belirleyenleridir. Hilafete son verilmiş ve Batılı anlamda burjuva toplumun gereksinim duyduğu kurumsallaşmaları yaratmak amacıyla laiklik benimsenmiştir. Kuruluş aşamasında kendini laik olarak tanımlayan Mustafa Kemal, Cumhuriyeti, yeniden inşayı başarabilmek için “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünde de ifadesini bulduğu gibi Türkçülüğü alabildiğine yüceltmiştir. Ancak bununla birlikte “Yurtta sulh cihanda sulh” da denilerek, başta Rusya’ya “Biz Enver gibi Turancı, yayılmacı bir Türkçülüğü benimsemiyoruz” mesajı da verilmiştir.
Dolayısıyla bu dönemin milliyetçiliği, dışarıya karşı saldırgan bir yönle değil, savunmacı bir yaklaşımla karakterize olmuştur.
Türk milliyetçiliği ve ona ilişkin devlet siyasetinin belirlenmesinde, dönemin konjonktürel özelliklerinin ve dış faktörlerinin ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu göstermesi bakımından en önemli örneklerinden birisi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemidir. Türkiye’de Pan-Türkçü hareketler, 1941’de Nazi saldırısının başlaması ile birlikte, TSK dâhil olmak üzere devlet yönetenlerinin önlerini açmasıyla birlikte güçlendikleri bir dönem yaşadılar. İçeride solcu yayınlara karşı ciddi bir sansür süreci başlatılırken, Turancı yayınlar özellikle teşvik edildi. Ancak, hesaplananın aksine Naziler Stalingrad önlerinde büyük bir yenilgiye uğratılınca ve bu süreçle birlikte Nazilerin savaşı kaybedeceğinin açık bir biçimde görülmeye başlayınca Türkiye yönetenleri, kısa bir süre öncesine kadar teşvik ettikleri, kol kola davrandıkları yayılmacı Pan-Türkçüler üzerinde baskı kurmaya yöneldiler. Pan-Türkçülük yasaklandı ve Pan-Türkçüler hakkında, 3 Mayıs 1944’te yapılan bir anti-komünist gösterinin ardından dava açıldı. Yargılananların arasında faşist Türk milliyetçiliğinin önemli simalarından Hüseyin Nihal Atsız ve kardeşi Necdet Sancar, Prof. Dr. Ahmet Velidi Togan ile Alparslan Türkeş ve Fethi Tevetoğlu gibi subaylar vardı. İktidardaki Kemalist rejimin milliyetçiliğinin bu dönemdeki referansları, yukarıda belirtildiği gibi önemli oranda dış etkenlerce belirlendi. Naziler yükselirken, Pan-Türkçüleri destekleyen iktidar, Cumhuriyetin başında dillendirilen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasının bir yana bırakabileceğini hesaplıyor ve Sovyetler üzerinde Envervari hayaller kurabiliyordu. Ancak Sosyalist Sovyetler, Nazileri yenilgiye uğratınca, yeniden yayılmacı milliyetçilik fikri yerine savunmacı milliyetçilik pozisyonuna geçildi ve komünizme tavır alan içerideki faşistler yargılandı.

SOĞUK SAVAŞ, ANTİ-KOMÜNİZM VE MHP’NİN DOĞUŞU
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, ABD’nin kapitalist bloğun lideri olduğu yeni dengeler içinde de, hem devletin resmi milliyetçiliği, hem de bugünün MHP’sine kaynaklık eden Turancı milliyetçilik birbirini destekleyen özelliklerle ilerledi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri yönünü Batı kapitalizmine dönmüş olan devletin yönetici kadroları ve devlet siyasetine yön veren güçler, Soğuk Savaş döneminde batının yeni imparatoru olan ABD emperyalizminin öne çıkardığı ve çeşitli biçimlerde desteklediği anti-komünizmi baskın bir renk olarak benimsediler. Resmi milliyetçilik de bundan böyle, öncesine göre çok daha baskın bir biçimde emperyalizme bağımlılığı gizleyen bir içerik kazandı. Bu süreçle birlikte, “sosyalizm tehdidi”ne karşı, diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi ABD destekli ‘yerli milliyetçilikler’, kontra örgütlenmeler olarak harekete geçirildi. 1962 Kasımı’nda yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) İstanbul’da yaptığı mitingler örgütlü kalabalıkların saldırısına uğradı. Önce 1950-53’te Necdet Sancar’ın önderliğinde Zonguldak’ta, daha sonra 1956-60’da Burhanettin Şener önderliğinde İstanbul’da öğrencilerin ve profesörlerin de katılımıyla faaliyet gösteren Komünizmle Mücadele Derneği 1963’te İzmir’de yeniden canlandırıldı. Pan-Türkçü düşünceden esinlenen ve tutucu İslami çevrelerce kuvvetle desteklenen dernek, 1965’te bütün Türkiye’de 110 şubeye sahipti ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bile kısa bir süre derneğin fahri başkanı olmuştu. ABD ve onun yerli işbirlikçisi olarak davranan iktidarın desteğini arkasına alan faşist kontra milliyetçiliğinin bundan sonraki eylemleri, ülkenin bağımsızlığını ve sosyalizmi savunan çok sayıda kişinin katledilmesi ile sonuçlandı.
Bu faşist milliyetçi dalganın kendisini bir parti ile ifade etmeye başlaması da çok gecikmedi. Faşist hareket, çok partili rejim sürecinde partisine Türkeş’le kavuştu.

ABD’NİN “BAŞARILI” ÖĞRENCİSİNİN “YÜZDE YÜZ YERLİ DOKTRİNİ” DOKUZ IŞIK
Alparslan Türkeş’in, önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, 1969’da ise Milliyetçi Hareket Partisi ile gerçekleştirdiği “milliyetçilik” anlayışının programatik ifadesini, kendisinin yazdığı “Dokuz Işık” oluşturuyordu. Atatürk’ün CHP’yi kurarken söz ettiği dokuz ilkeden yola çıkarak benimsenen “Dokuz Işık” içinde doğduğu konjonktürün özelliklerini içeriyordu. Türkeş’in, 1965’te yayınlanan ‘doktrini’nin girişinde kendisini anlattığı bir sayfalık biyografisinin aşağı yukarı yarım sayfası NATO’da Türkiye’yi temsilen verdiği ‘hizmetler ve ABD’deki ‘başarılı’ eğitimine ayrılmış.
1948’de Genelkurmay’ın açtığı sınavı kazanıyor ve Amerika’ya tahsile gönderiliyor. Amerikan Piyade Okulu ve Amerikan Harp Akademisi’nde tahsil görmüş ve kendisinin ifadesiyle “bunları da iyi bir derece ile bitirmiş” olan Alparslan Türkeş, 1955’te Kurmay Binbaşı olarak, Washington’da bulunan “Daimi Grup” nezdinde Türk Genelkurmayının Temsil Heyeti üyeliğine tayin edilmiş ve yine kendisinin ifadeleriyle 1957 yılı sonuna kadar bu görevini “başarı ile ifa etmiş.” Bu süre içinde University of America (Amerikan Üniversitesi)’ne devam etmiş. Bu kadar “başarılı” askeri ve politik Amerikan eğitimi de, Türkeş’in, “Yüzde yüz milli doktrin” olarak tanımladığı “Dokuz Işık’a” fazlasıyla yansımış. Kitabında ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi üzerine sayfalarca önerilerde bulunan Türkeş, Rusya’yı da “Dünya’nın tanıdığı en korkunç emperyalizm” olarak tanımlıyor. Onun bu “milliyetçi” doktrininin aslında ABD’ye bağımlılığı yerli bir söylemle kamufle eden bir işbirlikçilikten başka bir şey olmadığını en açık biçimde gösteren ifadelerinden biri de “Tam bağımsız Türkiye” isteyenlere karşı aldığı tutumdur. Türkeş Dokuz Işık’ta bu konuda şu ifadeleri kullanıyor: ‘”Tam bağımsız Türkiye’ sloganı altında anarşi yaratan komünistlerin gerçek niyeti, Türkiye’yi NATO’dan ayırıp, Varşova Paktı içinde Rusya’ya bağlamaktır.” (Sayfa 129-130)
Dolayısıyla Türkeş’in “milliyetçiliği” kendisinden önce bu iddiayı ortaya atmış olanların tümünden daha baskın bir işbirlikçi karakter taşımaktadır.
Bundan sonra Türkiye’de resmi ya da gayri resmi tüm “milliyetçi” siyasetler, ABD’nin Türkiye’nin bulunduğu bölgeye ilişkin siyasetinin dolaysız izlerini taşıyarak şekilleneceklerdir. Örneğin Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen laiklik politikası ile Ziya Gökalp milliyetçiliğinin üçlemesinin geriye çekilen “İslamcılık” ayağı, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni yeşil bir kuşakla çevreleme politikasını devreye sokması ile birlikte yeniden yaşam bulmaya başladı. Necmettin Erbakan’ın 1969’da kurduğu “Milli Nizam Partisi” bu politikanın bir ürünü ve sonucuydu.
Türkeş’in doktrini ile yetişen faşist milliyetçi militanların devrimcileri katletmek için ileri sürüldüğü 70’li yılların ardından gelen 1980 darbesi, halkta “tarafsızlık” görüntüsü yaratarak desteğini genişletme, sisteme ve devlete güveni tesis etme politikasının bir sonucu olarak Türkeş’i de cezaevine koydu, ancak onun da dediği gibi, “Fikri iktidarda, kendisi içeride”ydi.
28 Şubat 1997 MGK kararlarında ifadesini bulan askeri müdahale ise, Türk milliyetçiliğinin referanslarını belirleyen Ziya Gökalp’ın üçlemesindeki “İslamcılık” yanını yeniden geriye iten bir “milliyetçiliği” resmi politika olarak benimsedi. Bu da yine dönemin, ABD’nin Türkiye’nin Ortadoğu’daki bundan sonraki rolünü İsrail’le ortaklığa koşullaması politikasının gerektirdiği bir iç dizayn olarak gerçekleşti. Bu müdahale ile birlikte, dini söylemi “milli” söylemle harmanlayan BBP ve dini yanı baskın bir “milli” söylemi benimseyen Erbakan’ın RP’si, iktidardan uzaklaştırılırken, sistemin gerektirdiği istikrarın teminatı olarak MHP’nin önü açıldı.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI MHP’NİN BESLENDİĞİ YENİ TEHDİT KONSEPTİ
Ancak, bu arada önemle dikkat çekilmesi gereken bir konu olarak, solun bir bölümünü de kapsayan, tarihin ve siyasetin yönünün belirlenmesinde komplocu yaklaşımların MHP’nin iniş çıkışlarını anlamakta yanıltıcı sonuçlar vereceği belirtilmeli. Siyasi gelişmeler, yukarıdan kurulup, devreye sokulması ile birlikte aşağıdan hemen sonuç veren gelişmeleri doğurmuyor. Tarihsel ve toplumsal etkenler, çeşitli toplumsal güçlerin birbirlerine karşı konumları, iç ve dış etkenler ele alınmadan siyasal gelişmelerin doğru tahlilinin yapılması mümkün değil. Dolayısıyla MHP’nin son seçimlerde, MHP kurmaylarını bile şaşırtan bir oy oranına ulaşmasının kaynağının da tek belirleyici olarak, çokça iddia edildiği gibi Öcalan’ın İtalya’ya geçişi iler birlikte içeride genelgelerle yönlendirilen şovenist kışkırtmanın oluşturduğu iklim ve MHP’nin bu iklimde girdiği seçimlerde Öcalan’ın idamına dair vaatlerde bulunmasını göstermek, diğer tüm etkenleri kapı dışarı etmek yanıltıcıdır. Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi süreci ile birlikte girilen seçimlerde, yaratılan şovenist ortamın milliyetçi solun temsilcisi DSP ile milliyetçi sağın temsilcisi MHP’nin önünü açtığı gerçeği ile birlikte, milliyetçiliğin Türkiye egemenleri ve onların bağımlı bulundukları odaklar bakımından beslenen ve sistemin koruyucu unsuru olarak yedekte tutulan bir konumu hep olmuştur. Bu yazının bundan önceki bölümlerinde Türk milliyetçiliğinin tarihsel seyri anlatılırken verilen çeşitli örneklerle birlikte, 1980’lerden sonra Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki gelişmeler ve içeride başka bazı gelişmeler Türk milliyetçiliğinin besleneceği kaynakların oluşumunu güçlendirmiştir.
1980’lerin ortalarından itibaren ülkenin bir bölümünde sıcak olarak yaşanan, ancak bütününü etkileyen sonuçlar veren Kürt sorunu etrafındaki çatışma, MHP’nin kendisine beslenme kaynağı olarak gördüğü temel iç faktörü oluşturmuştur. Soğuk Savaşın son bulması ile birlikte, MHP için “anti-komünizm”in yerini, artık daha çok Kürt sorunu etrafında tanımlanan “tehdit” unsuru almıştır.
Bu dönemle birlikte, MHP’nin beslendiği diğer önemli motif ise Sovyetlerin dağılması ile birlikte devlet politikası düzeyinde de öne çıkarılan “Dış Türkler” politikasıdır. Sovyetlerdeki çöküşün ardından “Adriyatik’ten Çin Şeddine” politikası bir devlet politikası olarak benimsendi.
Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerde Sovyetlerin dağılmasının ardından dirilen ve tırmanan Türkçülük, Türkiye’de hem devlet düzeyinde ‘turana’ bir ilgiye mazhar oldu, hem de MHP’nin yükselişine moral ve politik bir destek sundu. Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkeş’i de yanına alarak Türkî Cumhuriyetlere özel geziler düzenledi, devletin bünyesinde “TÎKA” gibi özel kurumsallaşmalara gidildi. Turan’ın “Dış Türkler” ayağı yeniden güç kazandı. Azerbaycan’daki darbe tertibi, Turan’ın, Enver’den sonra çıktığı ilk seferdi ve başarısız oldu. Sovyetlerin arka bahçesini oluşturan bu cumhuriyetler, sahip oldukları petrol ve enerji kaynakları nedeni ile ABD’nin de ilgisini çekiyor, Türkiye egemenlerinin bu konudaki cüreti de zaten kendisini ABD’nin çıkarlarına bağlayarak gerçekleştiriyordu.
Dolayısıyla MHP’nin yükselişinde, Öcalan’la ilgili son gelişmelere bağlı olarak kışkırtılan şovenist iklimler birlikte girilen seçim sürecinde MHP’nin güttüğü politik hatla birlikte, Türkiye’de seçime hiç girmeyen resmi milliyetçiliğin, MHP’nin gelişimini koşullayan politikalarının etkisi de büyüktür.
1980’li yılların ortalarında stadyumlarda, milli takımı destekleyenler arasında üç hilalli bayrak görülmeye başlanması “tekbir” ve “Ya Allah Bismillah, Allah-u Ekber” seslerinin duyulması, Avrupa kupalarında oynayan bütün takımların “milli takım” muamelesi görmeye başlaması, yine seçime girmeyen devlet milliyetçiliğinin koşulladığı ve medya eliyle popülerleştirilerek yeniden üretilen faktörlerdendi. “Şehit cenazeleri”, asker uğurlamaları, sokaklarda popüler bir tüketim nesnesi olarak üç hilalli yüzükler, kolyeler bu iklimi toplum nezdinde meşrulaştıran, dolaşımını yoğunlaştıran gelişmelerdendi.

İKTİDAR VE DEĞİŞİM
Son seçimlerin kendisine açtığı yol ve MGK icazeti ile oluşturulan koalisyon hükümetinin ikinci büyük ortağı olmak, MHP’de yeni bir sürecin de kapısını açtı. “Küreselleşme” sürecinin dayattıkları ve işbirlikçi sermayenin bu sürecin gereklerine uygun olarak içerideki hukuksal ve ekonomik düzeni yeniden yapılandırma politikası, iktidardaki sermaye partilerini de, yeniden yapılanmaya zorluyordu. ANAP gibi bu sürecin politikalarını gönüllü üstlenen hükümet ortakları için bu süreç zaten bir gereklilik olarak görülüyordu. Ancak, “milli” bir söylem üzerinden kendisini ifade eden ve taban bulmaya çalışan MHP açısından bu yeni süreç, daha sancılı bir süreçti. Bunun nedeni MHP’nin, IMF ve DB gibi kurumların dayattığı “küreselleşme” programlarından rahatsız olması değil, bu geleneğin kendisini sürekli iç ve dış “tehdit” politikası üstünden var etmesiydi. Bu yeni süreçte MHP’ye MGK ve sistemin diğer iç ve dış egemen güçleri tarafından yüklenen temel işlev, sistemin istikrarını garantiye alan bir tutum sergilemesi, bunu yaparken milletin canını yakacak konularda “popülist” davranmamasıydı. “Yolsuzluk ve yolsuzlukla savaş”, “Öcalan’ın idamı” gibi vaatlerle iktidara gelen MHP açısından bu süreç, diğer tüm sermaye partileri gibi kimliksizleştirici ve tamamen “küreselleşme” sürecinin içinde eritici bir süreçti. “Anti-komünizm” ve ardından da, Kürt sorunu karşısında şovenist kutuplaşmanın temel unsuru olarak şekillenen ülkücü kadrolar MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ın idamının ertelenmesine imza atması karşısında rahatsız oldular ve bu MHP’nin “değişim” süreci içindeki en sancılı gerilim konularından biri olarak var oldu. Bahçeli’nin genelgesi ile “değişimin” bir işareti olarak bıyıklarını kesen ülkücü kadrolar, işin politikanın temel konularında da bu düzeyde bir bıyık tıraşını gerektireceğini sonradan öğrendiler.

SOSYALİZMİN AYRIŞTIRDIKLARINI KÜRESELLEŞME BİRLEŞTİRİYOR
Burjuva siyasetin sağını, solunu, laik’ini, İslamcısını yeniden yapılandıran “küreselleşme” sürecinin yeni piyasa ilişkilerinin MHP’yi yeniden yapılandırmaması, ona “ya sev ya terk et” demesi kaçınılmazdı. O artık yeni sürecin, her an saldıracakmış gibi duran “bozkurt’u değil, ne zaman saldıracağı belli olmayan, ancak ondan daha öldürücü bir “doberman” olacaktı. Ondan beklenen yeni görev, yabancı sermayenin önündeki engelleri tamamen kaldıran politikaları “milli” bir söylemle, tüm millet nezdinde meşrulaştırmasıydı. Bahçeli’nin AB’ye üyelik konusunda dile getirdiği “onurlu üyelik” formülü, IMF direktiflerini itiraz eder gibi görünerek onaylaması bu görevin hakkının verildiğinin işaretleriydi. Ve izlenen bu politika MHP’ye içeride hiç ummadığı yerlerden bile destek getirdi. Cumhuriyet gazetesi yazarı Cüneyt Arcayürek’in Ecevit’i IMF kararlarının altına büyük bir gayretkeşlikle imza atmakla eleştirirken, Bahçeli’nin en azından ayak sürçer görünmesini övgü konusu yapan yazılar yazması, ondan bir süre sonra İlhan Selçuk’un Bahçeli ile izdivacı bunun en güncel örneklerini oluşturdu. Sosyalizmin bir blok olarak var olduğu koşullarda, onun yarattığı havanın baskısının ayrıştırıcılığı ortadan kalkınca dünün “cuntacı milliyetçi sol”u olarak davrananların, bugün MHP ile böylesi bir izdivaca girmiş olmalarından şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Sosyalizmin ayrıştırdıklarını “küreselleşme” birleştiriyor.
“MHP değişti mi, değişmedi mi?”, sorusuna yanıt olarak yukarıda verilen yanıtlara ek olarak, bu geleneğin kendi içinden bu soruya verilen bir yanıtı aktarmak da yararlı olacaktır. Türkeş’in oğlu, Aydınlık Türkiye Partisi’nin Genel Başkanı Tuğrul Türkeş, bir gazeteye verdiği röportajda bu soruyu şöyle yanıtladı: “Bugünkü CHP nasıl Atatürk’ün CHP’si değilse, MHP de artık babamın MHP’si değildir.” (Sabah, 11 Mart 2002) Oğul Türkeş’in bu söyledikleri sadece bugünün MHP’sini değil, aslında medya kendisi ile röportaj yapmasa yaşayıp yaşamadığından bile herhalde birçok kişinin haberi olamayacağı kendi durumunu da açıklıyor. Bahçeli’nin MHP’si bugünün piyasa ilişkilerinin emrettiği “küreselleşme ülkücülüğü”nü inşa etmeyi kabullendiği için, bu değişimi gerçekleştirmeye koyulduğu için iktidarda tutuluyor.
Bu değişim sürecinin MHP içinden ifadesini, Alparslan Türkeş okulundan yetişen MHP’nin bugünkü Grup Başkanvekili Mehmet Şandır’ın Ortadoğu gazetesinde yayınlanan üç günlük röportajında bulmak mümkün. 18 Şubat 2002 günü başlayan röportajın ilk bölümünde Şandır, Meclis ve hükümet koltuğuna oturduklarında aldıkları tavırlarını, “Duygularımıza kapılmadan, ideolojik saplantılara meseleyi feda etmeden, akıllıca, objektif ve ilmi olarak yapılması gerekeni yapmak sorumluluğundaydık. Bizi incitse de, acıtsa da yapılması gerekeni yapmak…” sözleriyle açıkladı.

BİR GÖZÜ MGK’DA, DİĞERİ ABD’DE
Şandır, yüklendikleri misyonun gereklerini yerine getirmek konusunda yaptıklarının Türkiye’de iktidarı yönlendiren iç ve dış odaklar tarafından takdirle karşılandığının farkında olduklarını da şu sözlerle ifade etti: “Devleti yönetenler, toplumun önünde olanlar, gerek ekonomi, gerek iş hayatı, medya, bürokrasinin önünde olanlar da MHP’nin bu konudaki kararlılığını ve mantık sağlamlığını, ahlak dürüstlüğünü, tutarlılığı gördü. İnanıyorum kimini yurtdışı, Avrupa ve Amerika da gördü. Türkiye’nin geleceğinde artık MHP bu milletin adına, her anlamda görev yüklenmeye, yeni işbirlikleri yapmaya hazır olduğunu ispat etti.”
MHP, bugün Şandır’ın dediği gibi, sistemin istediği zemine kendisini oturttuğu için, MHP içinde bu süreçle birlikte yaşanan kopuş ve tasfiyelere, sistem ve onun hislerine tercüman olan medya tarafından “piyasanın kutsal ihtiyaçlarının kefareti” olarak bakılıyor. İktidardan düşürülmek ve parçalanmak istenen “Adil Düzen” geleneği içinden çıkan Tayyip Erdoğan’a, partisini bölme aşamasında “yenilikçi” adını takarak destek olan medya, MHP içi muhalefete aynı ilgiyi göstermiyor; çünkü MHP açısından istenen çizgiyi Bahçeli’nin temsil ettiği çizgi oluşturuyor. Uluslararası sermayenin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve ABD’nin adamı Kemal Derviş’le çatışan Enis Öksüz, Abdulhaluk Çay gibi bakanlarını tasfiye eden Bahçeli’nin tüm bunları piyasanın “kutsal ihtiyaçları” için yaptığı düşünüldüğünden medyadan da bu tasfiyelerle ilgili olarak “demokratik” bir itirazla karşılanmadı ve bilakis bunun için teşvik edildi ve istenileni yaptığında da alkışlandı.
Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken temel bir yön de, Bahçeli’nin tasfiyelerindeki sınıf seçiciliği ile ilgilidir. Bahçeli, o kadar bilgi ve belgeye, kamuoyu baskısına rağmen Koray Aydın’ı ezdirmemeye özen gösteren bir çizgi izlerken, Kamu-Sen Genel Başkanı Bahçeli’yi harcamakta hiçbir çekince duymadı. Kamu emekçileri içinde en büyük memur konfederasyonu olmak için, medyanın kendisine göstermeye başladığı ilgiyi de arkasına alan Akay, kamu emekçileri IMF’nin mağduru durumunda olduğu için iktidarla, dolayısıyla iktidar ortaklarından MHP ile de polemik yapmaya başlayan bir çizgi izleyince çizgiyi aşmaya başladığı düşünüldü ve tasfiyesi için bizzat Bahçeli’nin talimatı ile düğmeye basıldı.

11 EYLÜL MİLLİYETÇİLİĞİ
Ancak, bu değişim süreci MHP açısından, iktidarda kalmanın, sistem tarafından onaylanmanın bir garantisi olurken, diğer taraftan da onun diğer sermaye partilerinden farkını silikleştirip “küreselleşme”nin aynasında aynılaştırırken, bir kimlik, dolayısıyla varlık sorunu da yaratıyor. Bunu fark eden MHP kurmayları, son dönemde, özgürlükleri daha da geriye iterken, demokrasiyi güvenlik bahanesinin baskısı altına alan ABD’nin 11 Eylül’den sonra ortaya attığı konseptini kendileri için bir dayanak noktası saydılar. AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu kriterlerin Türkiye’yi “böleceği” tezinden hareketle, ABD ile AB arasında iç politikayı da doğrudan etkileyen bölünmede, ABD’nin “anti-terör” konseptine ve AB’nin üyelik kriterlerine benzer geleneksel endişelerle karşı çıkan devlet içindeki eğilime dayanmayı kendilerini farklı kılacak bir kanal olarak değerlendirdiler.
MHP gibi, kendisinin diğer sermaye partilerinden farkını, varlığını tamamen belirli “tehdit’ler üzerine inşa eden bir partinin, tehditlerden beslenmeyen bir siyasi arenada varlık bulabilmesi mümkün değil. MHP, iktidardaki pozisyonunu korumak için, yabancı sermayenin ve onun yerli işbirlikçilerinin programını gözü kapalı uygularken, demokratikleşme taleplerine “milli güvenlik” gibi endişelerle yaklaşarak, köklü demokratikleşme atılımlarının ve bunların özellikle Kürt sorunu ile ilgili olanlarının ülkeyi “böleceği” üzerinden bir siyaset yapma tarzını sürdürecektir. Dış dinamikler açısından ABD’nin eğilimlerini kendisine eksen alan MHP kurmayları içeride de, MGK ve Genelkurmay’ın çizdiği hattı iyi izleyerek konumlarını garanti altına almaya çalışacaklar. MGK ve onun belirlediği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi de, her dönem belirli “tehdit” konseptleri üzerinden politika belirlediği için tehditten beslenen MHP, bunu bir nimet sayıp, bundan sonra da MGK’nın bir kolu olarak davranmayı sürdürecektir.
MHP gibi partilerin panzehiri ise, “tehdit”ler üzerinden politika yapmaya elverişli zeminin ortadan kaldırılmasıdır. Bu da ancak, güçlü ve örgütlü işçi sınıfı inisiyatifi ile işçi ve emekçilerin politikaya müdahalesi ve belirleyici olmaları ile sağlanabilir. Kürt sorunu ile ilgili taleplerin Türk emekçileri nezdinde “tehdit” olarak algılanmayacağı, Kürt sorunu başta olmak üzere tüm demokrasi sorunlarının bu ülkede yaşayan işçi ve emekçilerin ortak iradeleri ile çözüldüğü bir demokratik yapıda MHP gibi partilerin yaşayabilmesi mümkün değildir. Halkları siyasetin dışına iterek, onları belirli “tehdit” unsurları üzerinden bölmek ve onları birbirine kırdırmak, kapitalizmin temel taktiklerinden birini oluşturuyor. MHP gibi partilerin beslendiği bu zeminin tamamen tasfiyesi ise, kapitalizmin alaşağı edilerek işçi sınıfının ellerinde yükselen sosyalizmin inşasıdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑