Halkların kardeşliğinde pratik tutum

Newroz’un hemen ertesinde Emeğin Partisi Diyarbakır İl örgütü, bölgede on yıllardır süren Olağanüstü Hal uygulamasının kaldırılması için bir kampanya başlatarak OHAL’in kaldırılmasını talep eden bir metni imzaya açtı. Bu doğrultuda çeşitli politik örgüt, sendika ve kurumlar ziyaret edildi, kampanyanın amaçları, gerekliliği anlatılarak kampanyaya katılma, birlikte hareket etme çağrısı yapıldı. Ve ilk andan itibaren görüldü ki, değişik kesim ve görüşlerden olmalarına karşın OHAL’den memnun ve OHAL’in sürmesine taraftar olan siyasi örgüt, kurum ve kuruluş yoktur. OHAL’in kaldırılıp, yaşamın normale dönmesi acil talep olarak kendini dayatmaktadır.
Bölgede yaşananlar gerekçe gösterilerek uygulamaya konulan OHAL yasası, bölge halkının en küçük demokratik istemlerinin, en basit yaşamsal taleplerinin zor ve terör yoluyla bastırılmasının, bölge halkının sesinin toptan kesilmesinin bir aracı, şiddetin simgesi oldu. Türkiye işçi sınıfı ve halkın o güne kadarki kazanımları olan hak ve özgürlükler, OHAL eliyle bölgede yok sayıldı. Böylece ülkede iki farklı uygulama boy gösterdi; ülkenin büyük bölümünde şu ya da bu oranda yürürlükte olan kırıntılar halinde de olsa hak ve özgürlükler, aynı toprakların diğer bir kesiminde tamamen ortadan kaldırıldı.
OHAL, zorbalığın, keyfiliğin yasasıydı; Kürt emekçilerin, en basit, en güdük haklarını kullanamaması, demokratik haklarının bastırılması, emekçi ve yoksul halkın kökleştirilmesi, “bölücülük” teranesiyle, bir halkın en doğal, en insani taleplerinin en zorba yöntemlerle ezilmesi demekti. OHAL, bölgedeki devletin temsilcilerine her türlü keyfiyeti tanır, sınırsız yetkilerle donatırken, ülkenin bir bölümü kelimenin tam anlamıyla büyük bir toplama kampına çevrilmişti. Her türlü yetki ve karar valilerin, esas olarak da askeri yetkililerin iki dudağı arasındaydı. Bir kararla köyler boşaltılabiliyor, koca bir köy halkı sorgudan geçirilebiliyor, sokağa çıkma yasağı konulabiliyor, tutuklamalar, gözaltılar yaşamın olağan bir parçası haline dönüşebiliyor, kiralık katiller “vatan, millet” adına sokak ortasında fütursuzca cinayetler işleyebiliyor, katiller ödüllendirilerek yağma ve talan yapmalarına, uyuşturucudan silah kaçakçılığına kadar her türlü pis ve karanlık işi yürütmelerine yol veriliyordu.
Kapılarına kilit vurulmamasına karşın, grev hakkı elinden alınmış, toplantı ve gösteri düzenlemesi, kısaca hak araması yasaklanmış işçi sendikaları fiili olarak işlevsizleştirilmişti. Hal böyle olunca da işçiler, sermaye önünde her türlü silahtan arındırılmış, sömürüye boynunu uzatan kurbanlar durumuna getirilmişti. Ancak bu durum bölgede az sayıda örgütlü sendikalı işçinin yanı sıra, sendikal örgütlülükten mahrum asgari ücretin bile çok altında rakamlara çalışmak zorunda bırakılan işçilerin, tarım işçilerinin sermayeye kelepir bir işgücü olarak sunulması demekti. Zaten yaşanan savaş durumu, Türkiye’nin Irak, İran, Suriye gibi komşu ülkelerle yaşadığı gerginlikler, kapatılan sınır kapıları, Irak’a uygulanan ambargo nedeniyle bölgede neredeyse durma noktasına gelen iktisadi hayat, boşaltılan köyler ve sürgünler dolayısıyla olağanüstü fazlalaşan kent nüfusları, korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, emekçiler arasındaki rekabeti arttıran, patronların eline daha ucuz işgücü olanağı sunan önemli bir faktördü. Öte yandan da bölgedeki belli aşiret liderlerini satın alma yoluyla feodalizmle birleşen devlet, üretici güçlerin gelişmesine ket vuruyordu.
Ancak elbette, OHAL, sadece iktisadi yaşamın sonuçlarıyla açıklanamaz. Ama o esas olarak bölgede yaşayan Kürtlerin en basit istemlerinin, kendi yaşama biçimlerini ve geleceklerini belirlemesinin, demokratik taleplerinin bastırılmasının, zorbaca ezilmesinin, anadilin kullanılmasının, adil, eşit haklar ve koşullarda barışın, kardeşleşmenin, yanı sıra diğer hak arayışlarının kabaca engellenmesinin dayanağı olarak kendini ilan etmiştir.
Kürt emekçilerinin, kendi kültürel değerlerini yaşatma, anadili olan Kürtçeyi özgürce kullanma, anadilde eğitim, basın-yayın gibi en meşru taleplerini bile “bölücülük” olarak nitelendiren burjuvazi, bu konuları dile getirenleri hain, kendini ise vatansever olarak lanse edip, bu konuları “vatan meselesi” olarak ileri sürmüş, işçi, emekçi kitleleri şovenist kışkırtmayla yanına çekmeye çalışarak, milliyetçiliği körüklemiştir. Bu ise, ezilen sınıflar arasındaki dayanışmayı, birlikte mücadeleyi önleyen, çeşitli milliyetlerden işçilerin ve emekçilerin birleşik mücadelesini baltalayan bir faktör olarak işçilerin ve emekçilerin aleyhine, ama öte yandan burjuvazinin lehine sömürü çarklarının daha hızlı ve kolaylıkla dönmesini sağlayan bir rol oynamıştır.
Burjuvazi bu amacına ulaşmak için, kendi kaderlerini belirlemek gibi, en doğal ve insani hakkı isteyenleri ve bu hakkı destekleyenleri bölücü olarak niteler, bu konuda talep ileri sürenleri, özgür, eşit koşullarda bir kardeşleşme çağrısı yapanları hain olarak hedef tahtasına koyarken, kendi ise “vatan savunucusu” pozları takındı. Bunun için gerek pespaye bir araç durumuna getirdiği medya aracılığıyla, gerekse hayatın her alanında, okullarda, işyerlerinde, miting meydanlarında, seçim propagandalarında şovenist propagandaya hız verdi. Oysa “vatan savunucu” pozlarına bürünen, bu konuda en üst perdeden atıp tutan sermaye ve sözcülerinin pratik yaşamda yaptıklarına bakıldığında, ülke topraklarını yağmaya açanın, emperyalizme peşkeş çekenin kendileri olduğu açıkça ortadaydı. Ülkenin yer üstü ve yer altı kaynakları, emekçi halkın alın teri büyük sermayenin hizmetkârları eliyle özelleştirme adı altında emperyalist tekellere yağmaya açılmış, ülke ekonomisi, ülkenin geleceği IMF-Dünya Bankası vb. emperyalist tefeci kuruluşlara teslim edilmiş, Gümrük Birliği, WTO gibi anlaşmalara imza atılarak gümrük serbestisi getirilmiş, ülke toprakları emperyalist tekellerin engelsiz biçimde soygun yapabilecekleri alan haline getirilmişti. Özelleştirmenin faziletleri anlatılır, en kârlı işletmeler tekellere peşkeş çekilirken, kârlı bankalar para babalarına altın tepside sunulmuş, kasaları boşaltılan, talan edilen bankalar ise devlet tarafından zararlarıyla alınmıştır. Kârlı işletmelere özelleştirme… yağmalanmış özel bankalara ise devletleştirme! İşte D’nin kiralık katili ve mazlum Filistin halkının kan içicisi, işgalci İsrail’in en büyük dostu olanlar da bu” vatanseverlik” nutukları atanlardır.
Öyleyse “vatanseverlik” adına bir halkın kanına girenler, emekçi halkları kendi çıkarları için birbirine düşman etmeye çalışanlar, milliyetçiliği, şovenizmi körükleyenler, öte yandan da ülkenin geleceğini IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşlara emanet edenler, ülke kaynaklarını haraç mezat satıp savanlar, kendi cepleri dolarken memleketi borç batağına sürükleyip, ABD’nin jandarmalığını üstlenenler, bunları dolar aşkından yaptıklarına göre, bu savaştan, düşmanlıktan da çıkarı olan onlardır. Zarar görenler ise işçiler, emekçilerdir.
Çünkü bu süreç boyunca Türk ve Kürt işçi ve emekçiler arasındaki güven ilişkileri zedelenmiş, egemenlerin şovenist propagandaları sonucu, her iki tarafta da milliyetçilik gelişmiş, ezilenler arasındaki duygu bütünlüğü zayıflamış, birleşik mücadelenin önüne engel olarak dikilmiştir.
Yine, ülkedeki iç karışıklığı, bölgedeki savaş durumunu bahane eden burjuvazi, kendi sorununu vatan sorunu gibi sunup, işçi sınıfı ve emekçi halka büyük bir saldırı kampanyası başlatmıştır. İç karışıklık nedenini öne sürüp yığınlara fedakârlık çağrısı yapan burjuvazi, dikkatleri savaşa çekerek yıllardır tasarlayıp da bir türlü yürürlüğe koymaya cesaret edemediği yasaları bir bir yürürlüğe koymuş, ekonomik ve sosyal haklarda bir dizi kısıntıya gitmiştir. Sendika ağalarını da yanına alan sermaye, sendika bürokrasisinin işçi ve emekçilere açık ihanetinin de yardımıyla, mezarda emeklilik yasası gibi yasaları çıkartmış, büyük ve kârlı işletmeler patronlara hediye edilmiş, sendikal örgütlülük en düşük düzeye düşmüş, toplu sözleşmeler savaş bahane edilerek en düşük seviyelerde imzalanmış, reel ücretler büyük oranda gerilemiştir. Ama büyük sermaye, tarihinin en büyük kârlarına bu yıllarda ulaşmıştır. Yine bölgedeki savaş bahane edilerek Anti-terör Yasası, İller İdaresi Yasası vb. gibi faşizan yasalarla işçi sınıfı ve emekçi halkın hak ve özgürlükler için mücadelesinin önüne setler çekilmeye çalışılmıştır.
Öyleyse, şu açıkça ilan edilmelidir ki; birlikte mücadele etmesi gereken, aynı koşullarda, eşit hak ve özgürlüklerle bir arada yaşamak isteyen işçiler ve emekçiler bölücü değildir. Bölücü olan, nüfusun bir kısmının dil, kültür gibi insani haklarının ayrıcalık gibi şekillenmesine yol açarak, başkalarının bu hak ve özgürlüklerini yasaklayan, en basit insani taleplerini zorbaca boğan, emekçilerin bölünmesinden çıkarı olan sermayedir. Kürt emekçi ve yoksullarının kendi kültürüyle yoğrulmasını ve yaşamasını, kendi anadilini yasaklayan sermayedir ve işte tam da bölücülüğün, ayrımcılığın ta kendisi budur.

HALKALARIN KARDEŞLİĞİNİN GERÇEK İÇERİĞİ NASIL OLUR
Hiç şüphe yok ki, Kürtlerin demokratik hak ve istekler ileri sürmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak, OHAL’in kaldırılması, bölgede normal yaşama geçilmesi, anadil talebi, idamın kalkması, genel bir affın çıkması vb. türden taleplerin savunulmasında asıl görev; dil, kültürel haklar, anadilde eğitim vb. konularda olağan hakları imtiyaz görüntüsü kazanmış Türk işçi ve emekçilerine düşmektedir. Ancak böyle kararlı ve tutarlı bir davranış, Kürt emekçilerinin haklı ve insani taleplerinin Türk işçi ve emekçilerce kararlı bir savunusu, Türk ve Kürt emekçileri arasında burjuvazi tarafından yaratılan güvensizliği yok edecek, birlikte, ortak bir sınıf savaşımını kolaylaştıracak, kardeşlik duygularını sağlamlaştıracaktır. Aynı zamanda burjuvazinin kışkırttığı şovenizmin önüne de ancak böylesine içten ve kararlı bir tutumla geçilebilir. Aksi takdirde kışkırtılan şovenizm, tüm milliyetlerden işçilerin birleşmesinin, ortak mücadele etmesinin önüne ciddi bir engel olarak dikilecektir.
Geçekten de Kürtlere ilişkin her haksızlığın karşısına en başta ve herkesten önce Türk işçi ve emekçi sınıfları dikilmek zorundadır. Çünkü işçi sınıfının demokrasi anlayışında hiçbir ulusa, hiçbir dile ayrıcalık yoktur. Herhangi bir ulusal azınlığa karşı en ufak bir adaletsizlik yoktur. Bunlar işçi sınıfı davasının en temel ve değişmez ilkeleridir. İşçiler, en incesinden en kabasına kadar, her türden kışkırtma siyasetine karşı mücadele etmek zorundadırlar. Sınıf bilinçli öncü işçiler ve kendini işçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluş davasına adamış devrimciler, ulusların ve dillerin hak eşitliğini tanımayı ve bunun sağlanması için mücadele etmeyi, bu bilincin toplumun tüm emekçi katmanları arasında yayılmasını, sadece en tutarlı demokrasi savunucusu oldukları için istemezler, işçi sınıfı, dayanışmanın çıkarları, işçilerin sınıf mücadelesinin dostça ve kardeşçe birliği, en küçük de olsa bütün ulusal güvensizlikleri, yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırmak, ezilen ulusun güvenini sağlamak amacıyla ulusların ve dillerin tam eşitliğini talep etmek zorundadır. Egemen ulusun emekçileri bu gönüllü mücadeleye yeterince katılmadığı, ulus ve dil imtiyazına karşı bizzat ezilen ulusun yanında mücadeleye katılmadığı sürece, farklı uluslardan işçi ve emekçi yığınları arasında ne güven ne de sınıf dayanışması, ortak düşmana karşı birlikte mücadele yaratılabilir. Tam tersine aradaki boşluktan yararlanan burjuvazi tarafından kışkırtılan şovenizm ve milliyetçilik, düşmanlaşma eğilimlerini güçlendirecektir. Bölünmüş bir işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinden de işçi sınıfının değil, ama burjuvazinin faydalandığı son derece açıktır.
Şu asla unutulmamalıdır ki; başka bir halkı ezen bir halk asla özgür olamaz. Özgürlüklerin kararlı bir savunucusu olarak işçi sınıfı, kendi egemenliğinin, sömürü çarkının sürmesinden başka hiçbir amacı olmayan, bunun için halkları birbirine düşman etmek ve kırdırtmak dâhil her türlü iğrenç yönteme çekinmeden başvuran burjuvazinin suç ortağı olamaz.
Bu bakımdan ele alındığında, özellikle son yıllarda her eylem ve her etkinlikte sık sık vurgulanan ” Halkların Kardeşliği” sloganının içeriğinin iyi anlaşılması ve bu sloganın ete kemiğe büründürülmesi her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Şu gerçektir ki; çeşitli ulusal ayrıcalıklara sahip işçi ve emekçiler, yanlarında, kendi diliyle konuşması, kendi kültürel değerlerini yaşatması ve yaşaması vb. en insani gerekleri yasaklanmış sınıf kardeşleri dururken, bu durumu görmezlikten geliyor, bunun değişmesi, her türlü ulus ve dil ayrıcalığına son verilmesi ve tam eşitlik için mücadeleye atılmıyorsa, bu slogan gerçek anlamını bulmayacaktır. Ve gerçek anlamda kardeşleşmenin yolunu açmayacaktır. Bir ülkede anadilde eğitim talebi gibi en masum ve en insani bir talepte bulundu diye insanlar tutuklanıyor, hapsediliyor, okullarından atılıp cezalandırılıyorsa, buna karşı en başta isyan etmesi, hareketlenmesi gerekenler ayrıcalıklı konumdaki işçiler ve emekçilerdir.
Yine OHAL’in sürmesine, oradaki demokratik güçlerin gelişmesinin engellenmesine en başta karşı çıkması gerekenler, Türk işçi ve emekçileridir. Ancak bunu yaptığı zaman işçi sınıfı burjuvazinin oyununu bozmuş, burjuvazinin bölücülüğüne, halklar arasında güvensizlik tohumları ekme çabalarına karşı durmuş olur. Ve işçi sınıfı bunu yapmak zorundadır.
Hiç şüphesiz ayrıcalıkların sona ermesi, anadil üzerindeki baskıların son bulması, OHAL’in kalkması, koruculuk sisteminin sona erdirilmesi vb. taleplerin ileri sürülmesinin Türk halkı arasında tepki toplayacağı, koşulların henüz buna hazır olmadığı türünden bir takım sesler yükselebilir. Ancak, işçiler, güvenilmez ve o kadar da saf insanlar değildir. Ve yine unutulmamalıdır ki, işçi sınıfı partisi işçilerin en geri kesimleri noktasına çekilemez, öncü vasfını unutup, kitlelerin en geri duygularının peşinden sürüklenen artçı konumuna getirilemez.
Elbette burjuva propagandasının, emekçi sınıflar içinde karşılıklı olarak milliyetçilik duygularını yükselttiği, şovenist kışkırtmanın belli oranda etkili olduğu reddedilemez, ama koşullara teslim olmak da, işçi sınıfı davası savunucusunun işi olamaz. Çünkü işçi sınıfının politik öncüsünün görevlerinden biri de kitlelerin en geri seviyesine inmek değil, tersine kitleleri ileri bilinç düzeyine yükseltmektir. Elbette bunun sadece sloganlar söylemek, bilinen formülleri papağan gibi kabaca tekrarlamakla becerilemeyeceği, ustalık gerektiren zahmetli bir iş olduğu açıktır. Zaten ancak bunu başarabildiğinde -ve başarmak zorundadır- propagandacı ve ajitatör görevini başarıyla tamamlamış olabilir.
Ancak bugün koşullar düne göre daha olumlu, hareket olanakları daha fazladır. Bu olanaklar ustaca kullanıldığında, hem Kürt emekçilerinin güveni daha fazla kazanılacak hem de değişik uluslardan işçilerin birleşik hareketinin önündeki engeller daha hızlı biçimde ortadan kaldırılacaktır. Aynı zamanda da burjuvazinin çeşitli türden entrikaları boşa çıkartılacaktır.
Kürt meselesi konusunda burjuvazinin çeşitli klikleri arasında değişik görüşler olduğu herkesin malumudur. Bu klikler, kendilerini, uygun politik manevralar yapmak zorunda hissetmektedirler. Ama gelinen noktada en gerici burjuva kliğinin bile artık eski tutumlarında ayak direyemediği de bir gerçektir. En azından artık kimse Kürtlerin, Orta Asya Türklerinden olduğu, karda yürürken “kart kurt” sesleri çıkardıkları için kendilerine Kürt dendiği gibi aptalca laflar edememektedir. Titrek ve utangaçça da olsa Kürtçe diye bir dilin varlığından bahsedilebilmektedir.
Öte yandan, geride kalan yıllarda Kürtlere her türlü zorbalığın uygulanmasında, zorunlu göçlerde, OHAL’de, faili meçhul cinayetlerde, özel harekât birliklerinin örgütlenmesinde en büyük paya sahip ve bu uygulamaların hayata geçirilmesinde başrolü oynayan burjuva kliklerinden ANAP, son zamanlarda yeni bir manevrayla Kürt dostu pozlara bürünme çabasındadır. Yıllarca bölge halkına kan kusturulmasında önemli rol oynayan bu sermaye partisinin son rolünün halk kitlelerinin gözünde teşhiri, yalanlarının, ikiyüzlü tutumunun ortaya serilmesi gerekmektedir. Ancak bu teşhir, soyut laflarla, sadece nutuklarla olmaz. İşçi sınıfı davası savunucularının demokrasi mücadelesinde daha kararlı biçimde yer almasıyla olur. Yığınların gözünde eğriyle doğrunun, yalanla gerçeğin ayrışması ancak yaşamın içinde, yığınların taleplerine sahip çıkmakla ve gerçekten içten bir şekilde savunmakla mümkündür.

OHAL SONA ERMELİ, KÜRTÇE ÜZERİNDEKİ BASKILAR SON BULMALI, İDAM KALKMALI, GENEL AF ÇIKMALIDIR
Devleti yönetenler, uzun bir süredir bölgede “terörizmin” yenildiği, bölge halkıyla “kucaklaşıldığı”, “kardeşliğin tesis edildiği” propagandasını yapmaktadırlar. Öyleyse, bölgede yıllardır süren OHAL uygulaması sona ermeli, normal yaşama geçilmelidir. Yıllardır bölge halkına reva görülen yaptırımlar son bulmalı, halkın demokratik, ekonomik, sosyal istemleri gerçekleştirilmelidir. Bunun için de bölgeye uygulanan tecrit politikası son bulmalı, kardeşleşme için gerekli en acil talepler derhal hayata geçirilmelidir. OHAL’in, kaldırılmasıyla birlikte baskının her çeşidine son verilmeli, anadil üzerindeki her türlü yasaklama kaldırılmalı, Kürtçe yayın, eğitim talebi gerçekleşmeli, halkın kendi geleceğini kendi iradesiyle belirlemesi sağlanmalıdır.
Ancak burjuvazi bir yandan sahte kardeşlik nutukları atarken, öbür taraftan pişmanlık çağrıları yapmakta, bir halktan, gençlerinden onursuzlaşmasını istemektedir. Bu asla kabul edilemez ve gerçekleşmeyecek bir şey olduğu gibi, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Gerçekten Türk ve Kürt emekçilerinin kardeşliği isteniyorsa, yapılması gerekenlerden birisi de idam cezasının bir an önce kaldırılması, eşit, adil ve ayrımsız bir genel affın çıkmasıdır. Elbette, köye dönüşün serbest bırakılması, zararların tazmin edilmesi, koruculuk sisteminin kaldırılması vb. talepler unutulamaz.

DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN EN KARARLI SAVUNUCUSU İŞÇİLERDİR
Kürtlerin bu demokratik taleplerini kararlı bir tutumla savunma görevi Türk işçi ve emekçisinin omuzlarındadır. Gerçek anlamda kardeşleşmenin yolu, halkların kardeşliği sloganının ete kemiğe bürünmesi, işçilerin ortak mücadelesi ve dayanışmasının yolu buradan geçmektedir.
Şu asla unutulmamalıdır ki; her türlü demokratik sorunların gündeme getirilmesinde, öne çıkartılmasında ve çözüme kavuşturulmasında herkesten önde yürüme zorunluluğunda olduğunu unutan kimse, devrim davasının asli unsuru değildir.
Kaybedilecek zaman yoktur. Çünkü demokratik mücadele, demokrasi alanında kazanımlar ne kadar yavaş ilerlerse, ulusal kışkırtmalar, işçiler arasındaki güvensizlik o kadar derinleşecek, milliyetçilik güçlenecektir.
Ve yine unutulmamalıdır ki; demokratik mücadeleye kazanılamamış, demokratik kazanımlar uğruna seferber edilememiş işçi sınıfının, iktidar mücadelesinde yer alacağını beklemek, boş hayalden başka bir şey değildir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑