Siyasal fikirler, doktrinler, onların hangi tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olduğu, hangi sosyal güçlerin ihtiyaçlarına yanıt verdiği soruları ile ilgilenmeyenler için, onları ortaya atanların kişisel tezlerinden başka bir şey değildir. Siyasal fikirlerin, doktrinlerin ortaya çıkışını böyle ele alanlar, doğaldır ki, eğer belirli bir fikir ve doktrin eğer hoşlarına gitmiyor ya da çıkarlarıyla çatışıyorsa, onu çürütmek için yazarının psikolojik durumunun tahliline kadar varan metafizik değerlendirmeler yapacak, sonunda onun bir deli saçması olduğunu bile iddia edebilecektir. Ancak bu tartışmayı tarihsel ve diyalektik materyalizmin bilimsel teorisiyle yaptığınızda, o zaman bir siyasal fikrin ortaya çıkış nedenlerini de, onun zamanla geçirdiği aşamaları da ve hangi sosyal güçler elinde nasıl kullanıldığını da anlamanız kolaylaşacaktır.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞ KOŞULLARI
Bu tartışmanın güncel bir yanını oluşturan “MHP değişti mi, değişmedi mi?” sorusuna yaklaşımda da, aynı yöntem farklılığının izlerini görüyoruz. Bu soruya verilecek yanıta geçmeden önce, yine Türk milliyetçiliği ile ilgili olarak, konunun geçmişine dair benzer bazı sorulara yanıtlar vererek ilerlemek yararlı olabilir. Osmanlı siyasetine yön vermeyi amaçlayan binlerce sayfalık birçok çalışma, tarihte bir dipnot olarak bile anılamazken Yusuf Akçura’nın ince bir broşür boyutundaki “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesini Türk milliyetçiliğinin manifestosu kılan nedir? Tarihi, kişilerin dehasıyla açıklayanlar, bu soruya, “Akçura dönemi içindeki diğer tüm tarihçi ve siyasetçilerden daha akıllıydı” demekten daha ileri bir yanıt veremeyecektir. Oysa “Üç Tarz-ı Siyaset”i etkili kılan temel faktörler, Akçura’nın tahlil yeteneği ile birlikte dönemin özelliklerinde saklıdır. Yusuf Akçura’nın, Kahire’de “Türk” adıyla çıkan -ancak kendisi Osmanlıcı olan gazeteye- gönderdiği “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi, Avrupa tarafından Osmanlı’ya “hasta adam” muamelesi yapıldığı bir dönemde, 1904 yılında yayınlanmıştır. “Birincisi bir Osmanlı ulusu fikri, Osmanlıcılık; ikincisi yurttaşlık ölçütü olarak İslam’ı yani Müslüman olmayı temel alan bir devlet fikri, İslamcılık; üçüncüsü Türk ırkını temel alan bir Türk milliyetçiliği, Türkçülük” üzerine kurulu üç temel politikayı işaret eden “Üç Tarz-ı Siyaset”, dönemi içinde Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarma amacına dönük bir formülasyona işaret ediyordu.
Ancak, Osmanlı’yı tedrici ve devletin bir parçası olarak içeriden değiştirmeye yönelen burjuva-bürokrat Jön-Türk kadroları açısından Osmanlıcılık ‘devleti kurtarma’ projelerinin o döneme kadarki sürecini karşılayacak bir yaklaşımı ifade ediyordu ve art arda gelen Balkan yenilgileri ile Arnavutluk’un da imparatorluktan kopmasından sonra yeni iktidarın resmi ideolojisi Pan-Türkizm oldu. Jön-Türk dönemi, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında, Pan-Türkçülüğü bir süre için hâkim ideoloji olarak gördü.
Dolayısıyla Yusuf Akçura’nın küçük ama Türk milliyetçiliğinin tarihi açısından büyük bir kaynak oluşturan “Üç Tarz-ı Siyaset” de tarihsel ve toplumsal koşulların, Osmanlı’nın içindeki ve dışındaki dengelerin değişmesi ile ömrünü tamamlamış oldu.
Ardından gelen süreçte Akçura’nın üçlemesini, dönemin ihtiyaçları üzerinden değiştiren ise dönemin Jön-Türkler’in ideologlarından biri olan Ziya Gökalp’tı. “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” biçiminde sistematize ettiği görüşleriyle kendisinden sonraki Türkçülerin de ilham kaynağı olan Ziya Gökalp, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan \ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” sözleriyle de, dağılan Osmanlı’nın fetihçi geçmişine geri dönüş hülyasını diri tutmuş oluyordu.
Siyasal düşüncelerin ortaya çıkış süreci ve ömrünü onu ortaya atanların kişisel dehaları ile açıklayanlar, Yusuf Akçura’nın, “Osmanlıcılık-İslamcılık-Ümmetçilik” üçlemesi üzerine kurulu “Üç Tarz-ı Siyaset’inin neden daha sonra yerini Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” üçlemesine bırakmak durumunda kaldığına bilimsel bir yanıt bulmakla herhalde bir hayli zorlanacaklardır.
CUMHURİYET SONRASI DÖNEM
Bu soruyu, Türk milliyetçiliğinin tarihi içinde bugüne doğru yürütmeye devam ettiğimizde bir sonraki durağımız Kurtuluş Savaşı’na öncülük eden Kemalist kadroların milliyetçiğidir. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Ulusal Kurtuluş hareketinin milliyetçiliğinin referanslarını belirleyen belli başlı etkenler ise şöyle sıralanabilir. Batılı emperyalistler, “Avrupa’nın hasta adamı” olarak tanımladıkları Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşmak için harekete geçmişlerdir. Mustafa Kemal önderliğindeki kadro, emperyalistlere karşı kurtuluş mücadelesi içinde iken sadece hemen yanı başındaki Bolşevik Rusyası’ndan destek görmektedir. Mustafa Kemal’in Lenin önderliğindeki Sosyalist Rusya’dan istediği silah ve para yardımı hemen karşılanmış, Bolşevikler, emperyalizmle mücadele ettiği sürece onların yanında olacağını belirtmişlerdir. Ve Bolşevik Rusya, Yusuf Akçura’ların ayrılarak Türkçülük hareketini başlattıkları Çarlık Rusyası’nın Panslavizm siyasetini de reddetmektedir. Kemalistler bu durum karşısında, ‘hasta adam’dan kendine güvenli bir çocuk yaratırken başvurdukları “Türkçülüğün” referanslarını da tüm bu ilişkileri göz önünde tutarak belirlemek durumunda kalmışlardır. Bunu Rusya’nın verdiği destekle birlikte, izlediği siyaset ve bölgesel konumu da etkilemiştir. Artık, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’ın ‘Turancı yaklaşımlarında da karşılığını bulan Enver Paşa’nın Kafkaslar ve Orta Asya’daki Turan düşü siyasetinden, Kemalistlerin “Misak-i Milli Milliyetçiliği”ne geçilmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasının ardından kurulan Cumhuriyet’in temel karakteristiklerini belirleyen Batıcılık ve Laiklik ilkeleri de Kemalist milliyetçilik anlayışının kuruluş dönemindeki diğer belirleyenleridir. Hilafete son verilmiş ve Batılı anlamda burjuva toplumun gereksinim duyduğu kurumsallaşmaları yaratmak amacıyla laiklik benimsenmiştir. Kuruluş aşamasında kendini laik olarak tanımlayan Mustafa Kemal, Cumhuriyeti, yeniden inşayı başarabilmek için “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünde de ifadesini bulduğu gibi Türkçülüğü alabildiğine yüceltmiştir. Ancak bununla birlikte “Yurtta sulh cihanda sulh” da denilerek, başta Rusya’ya “Biz Enver gibi Turancı, yayılmacı bir Türkçülüğü benimsemiyoruz” mesajı da verilmiştir.
Dolayısıyla bu dönemin milliyetçiliği, dışarıya karşı saldırgan bir yönle değil, savunmacı bir yaklaşımla karakterize olmuştur.
Türk milliyetçiliği ve ona ilişkin devlet siyasetinin belirlenmesinde, dönemin konjonktürel özelliklerinin ve dış faktörlerinin ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu göstermesi bakımından en önemli örneklerinden birisi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemidir. Türkiye’de Pan-Türkçü hareketler, 1941’de Nazi saldırısının başlaması ile birlikte, TSK dâhil olmak üzere devlet yönetenlerinin önlerini açmasıyla birlikte güçlendikleri bir dönem yaşadılar. İçeride solcu yayınlara karşı ciddi bir sansür süreci başlatılırken, Turancı yayınlar özellikle teşvik edildi. Ancak, hesaplananın aksine Naziler Stalingrad önlerinde büyük bir yenilgiye uğratılınca ve bu süreçle birlikte Nazilerin savaşı kaybedeceğinin açık bir biçimde görülmeye başlayınca Türkiye yönetenleri, kısa bir süre öncesine kadar teşvik ettikleri, kol kola davrandıkları yayılmacı Pan-Türkçüler üzerinde baskı kurmaya yöneldiler. Pan-Türkçülük yasaklandı ve Pan-Türkçüler hakkında, 3 Mayıs 1944’te yapılan bir anti-komünist gösterinin ardından dava açıldı. Yargılananların arasında faşist Türk milliyetçiliğinin önemli simalarından Hüseyin Nihal Atsız ve kardeşi Necdet Sancar, Prof. Dr. Ahmet Velidi Togan ile Alparslan Türkeş ve Fethi Tevetoğlu gibi subaylar vardı. İktidardaki Kemalist rejimin milliyetçiliğinin bu dönemdeki referansları, yukarıda belirtildiği gibi önemli oranda dış etkenlerce belirlendi. Naziler yükselirken, Pan-Türkçüleri destekleyen iktidar, Cumhuriyetin başında dillendirilen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasının bir yana bırakabileceğini hesaplıyor ve Sovyetler üzerinde Envervari hayaller kurabiliyordu. Ancak Sosyalist Sovyetler, Nazileri yenilgiye uğratınca, yeniden yayılmacı milliyetçilik fikri yerine savunmacı milliyetçilik pozisyonuna geçildi ve komünizme tavır alan içerideki faşistler yargılandı.
SOĞUK SAVAŞ, ANTİ-KOMÜNİZM VE MHP’NİN DOĞUŞU
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, ABD’nin kapitalist bloğun lideri olduğu yeni dengeler içinde de, hem devletin resmi milliyetçiliği, hem de bugünün MHP’sine kaynaklık eden Turancı milliyetçilik birbirini destekleyen özelliklerle ilerledi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri yönünü Batı kapitalizmine dönmüş olan devletin yönetici kadroları ve devlet siyasetine yön veren güçler, Soğuk Savaş döneminde batının yeni imparatoru olan ABD emperyalizminin öne çıkardığı ve çeşitli biçimlerde desteklediği anti-komünizmi baskın bir renk olarak benimsediler. Resmi milliyetçilik de bundan böyle, öncesine göre çok daha baskın bir biçimde emperyalizme bağımlılığı gizleyen bir içerik kazandı. Bu süreçle birlikte, “sosyalizm tehdidi”ne karşı, diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi ABD destekli ‘yerli milliyetçilikler’, kontra örgütlenmeler olarak harekete geçirildi. 1962 Kasımı’nda yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) İstanbul’da yaptığı mitingler örgütlü kalabalıkların saldırısına uğradı. Önce 1950-53’te Necdet Sancar’ın önderliğinde Zonguldak’ta, daha sonra 1956-60’da Burhanettin Şener önderliğinde İstanbul’da öğrencilerin ve profesörlerin de katılımıyla faaliyet gösteren Komünizmle Mücadele Derneği 1963’te İzmir’de yeniden canlandırıldı. Pan-Türkçü düşünceden esinlenen ve tutucu İslami çevrelerce kuvvetle desteklenen dernek, 1965’te bütün Türkiye’de 110 şubeye sahipti ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bile kısa bir süre derneğin fahri başkanı olmuştu. ABD ve onun yerli işbirlikçisi olarak davranan iktidarın desteğini arkasına alan faşist kontra milliyetçiliğinin bundan sonraki eylemleri, ülkenin bağımsızlığını ve sosyalizmi savunan çok sayıda kişinin katledilmesi ile sonuçlandı.
Bu faşist milliyetçi dalganın kendisini bir parti ile ifade etmeye başlaması da çok gecikmedi. Faşist hareket, çok partili rejim sürecinde partisine Türkeş’le kavuştu.
ABD’NİN “BAŞARILI” ÖĞRENCİSİNİN “YÜZDE YÜZ YERLİ DOKTRİNİ” DOKUZ IŞIK
Alparslan Türkeş’in, önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, 1969’da ise Milliyetçi Hareket Partisi ile gerçekleştirdiği “milliyetçilik” anlayışının programatik ifadesini, kendisinin yazdığı “Dokuz Işık” oluşturuyordu. Atatürk’ün CHP’yi kurarken söz ettiği dokuz ilkeden yola çıkarak benimsenen “Dokuz Işık” içinde doğduğu konjonktürün özelliklerini içeriyordu. Türkeş’in, 1965’te yayınlanan ‘doktrini’nin girişinde kendisini anlattığı bir sayfalık biyografisinin aşağı yukarı yarım sayfası NATO’da Türkiye’yi temsilen verdiği ‘hizmetler ve ABD’deki ‘başarılı’ eğitimine ayrılmış.
1948’de Genelkurmay’ın açtığı sınavı kazanıyor ve Amerika’ya tahsile gönderiliyor. Amerikan Piyade Okulu ve Amerikan Harp Akademisi’nde tahsil görmüş ve kendisinin ifadesiyle “bunları da iyi bir derece ile bitirmiş” olan Alparslan Türkeş, 1955’te Kurmay Binbaşı olarak, Washington’da bulunan “Daimi Grup” nezdinde Türk Genelkurmayının Temsil Heyeti üyeliğine tayin edilmiş ve yine kendisinin ifadeleriyle 1957 yılı sonuna kadar bu görevini “başarı ile ifa etmiş.” Bu süre içinde University of America (Amerikan Üniversitesi)’ne devam etmiş. Bu kadar “başarılı” askeri ve politik Amerikan eğitimi de, Türkeş’in, “Yüzde yüz milli doktrin” olarak tanımladığı “Dokuz Işık’a” fazlasıyla yansımış. Kitabında ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi üzerine sayfalarca önerilerde bulunan Türkeş, Rusya’yı da “Dünya’nın tanıdığı en korkunç emperyalizm” olarak tanımlıyor. Onun bu “milliyetçi” doktrininin aslında ABD’ye bağımlılığı yerli bir söylemle kamufle eden bir işbirlikçilikten başka bir şey olmadığını en açık biçimde gösteren ifadelerinden biri de “Tam bağımsız Türkiye” isteyenlere karşı aldığı tutumdur. Türkeş Dokuz Işık’ta bu konuda şu ifadeleri kullanıyor: ‘”Tam bağımsız Türkiye’ sloganı altında anarşi yaratan komünistlerin gerçek niyeti, Türkiye’yi NATO’dan ayırıp, Varşova Paktı içinde Rusya’ya bağlamaktır.” (Sayfa 129-130)
Dolayısıyla Türkeş’in “milliyetçiliği” kendisinden önce bu iddiayı ortaya atmış olanların tümünden daha baskın bir işbirlikçi karakter taşımaktadır.
Bundan sonra Türkiye’de resmi ya da gayri resmi tüm “milliyetçi” siyasetler, ABD’nin Türkiye’nin bulunduğu bölgeye ilişkin siyasetinin dolaysız izlerini taşıyarak şekilleneceklerdir. Örneğin Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen laiklik politikası ile Ziya Gökalp milliyetçiliğinin üçlemesinin geriye çekilen “İslamcılık” ayağı, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni yeşil bir kuşakla çevreleme politikasını devreye sokması ile birlikte yeniden yaşam bulmaya başladı. Necmettin Erbakan’ın 1969’da kurduğu “Milli Nizam Partisi” bu politikanın bir ürünü ve sonucuydu.
Türkeş’in doktrini ile yetişen faşist milliyetçi militanların devrimcileri katletmek için ileri sürüldüğü 70’li yılların ardından gelen 1980 darbesi, halkta “tarafsızlık” görüntüsü yaratarak desteğini genişletme, sisteme ve devlete güveni tesis etme politikasının bir sonucu olarak Türkeş’i de cezaevine koydu, ancak onun da dediği gibi, “Fikri iktidarda, kendisi içeride”ydi.
28 Şubat 1997 MGK kararlarında ifadesini bulan askeri müdahale ise, Türk milliyetçiliğinin referanslarını belirleyen Ziya Gökalp’ın üçlemesindeki “İslamcılık” yanını yeniden geriye iten bir “milliyetçiliği” resmi politika olarak benimsedi. Bu da yine dönemin, ABD’nin Türkiye’nin Ortadoğu’daki bundan sonraki rolünü İsrail’le ortaklığa koşullaması politikasının gerektirdiği bir iç dizayn olarak gerçekleşti. Bu müdahale ile birlikte, dini söylemi “milli” söylemle harmanlayan BBP ve dini yanı baskın bir “milli” söylemi benimseyen Erbakan’ın RP’si, iktidardan uzaklaştırılırken, sistemin gerektirdiği istikrarın teminatı olarak MHP’nin önü açıldı.
SOĞUK SAVAŞ SONRASI MHP’NİN BESLENDİĞİ YENİ TEHDİT KONSEPTİ
Ancak, bu arada önemle dikkat çekilmesi gereken bir konu olarak, solun bir bölümünü de kapsayan, tarihin ve siyasetin yönünün belirlenmesinde komplocu yaklaşımların MHP’nin iniş çıkışlarını anlamakta yanıltıcı sonuçlar vereceği belirtilmeli. Siyasi gelişmeler, yukarıdan kurulup, devreye sokulması ile birlikte aşağıdan hemen sonuç veren gelişmeleri doğurmuyor. Tarihsel ve toplumsal etkenler, çeşitli toplumsal güçlerin birbirlerine karşı konumları, iç ve dış etkenler ele alınmadan siyasal gelişmelerin doğru tahlilinin yapılması mümkün değil. Dolayısıyla MHP’nin son seçimlerde, MHP kurmaylarını bile şaşırtan bir oy oranına ulaşmasının kaynağının da tek belirleyici olarak, çokça iddia edildiği gibi Öcalan’ın İtalya’ya geçişi iler birlikte içeride genelgelerle yönlendirilen şovenist kışkırtmanın oluşturduğu iklim ve MHP’nin bu iklimde girdiği seçimlerde Öcalan’ın idamına dair vaatlerde bulunmasını göstermek, diğer tüm etkenleri kapı dışarı etmek yanıltıcıdır. Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi süreci ile birlikte girilen seçimlerde, yaratılan şovenist ortamın milliyetçi solun temsilcisi DSP ile milliyetçi sağın temsilcisi MHP’nin önünü açtığı gerçeği ile birlikte, milliyetçiliğin Türkiye egemenleri ve onların bağımlı bulundukları odaklar bakımından beslenen ve sistemin koruyucu unsuru olarak yedekte tutulan bir konumu hep olmuştur. Bu yazının bundan önceki bölümlerinde Türk milliyetçiliğinin tarihsel seyri anlatılırken verilen çeşitli örneklerle birlikte, 1980’lerden sonra Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki gelişmeler ve içeride başka bazı gelişmeler Türk milliyetçiliğinin besleneceği kaynakların oluşumunu güçlendirmiştir.
1980’lerin ortalarından itibaren ülkenin bir bölümünde sıcak olarak yaşanan, ancak bütününü etkileyen sonuçlar veren Kürt sorunu etrafındaki çatışma, MHP’nin kendisine beslenme kaynağı olarak gördüğü temel iç faktörü oluşturmuştur. Soğuk Savaşın son bulması ile birlikte, MHP için “anti-komünizm”in yerini, artık daha çok Kürt sorunu etrafında tanımlanan “tehdit” unsuru almıştır.
Bu dönemle birlikte, MHP’nin beslendiği diğer önemli motif ise Sovyetlerin dağılması ile birlikte devlet politikası düzeyinde de öne çıkarılan “Dış Türkler” politikasıdır. Sovyetlerdeki çöküşün ardından “Adriyatik’ten Çin Şeddine” politikası bir devlet politikası olarak benimsendi.
Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerde Sovyetlerin dağılmasının ardından dirilen ve tırmanan Türkçülük, Türkiye’de hem devlet düzeyinde ‘turana’ bir ilgiye mazhar oldu, hem de MHP’nin yükselişine moral ve politik bir destek sundu. Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkeş’i de yanına alarak Türkî Cumhuriyetlere özel geziler düzenledi, devletin bünyesinde “TÎKA” gibi özel kurumsallaşmalara gidildi. Turan’ın “Dış Türkler” ayağı yeniden güç kazandı. Azerbaycan’daki darbe tertibi, Turan’ın, Enver’den sonra çıktığı ilk seferdi ve başarısız oldu. Sovyetlerin arka bahçesini oluşturan bu cumhuriyetler, sahip oldukları petrol ve enerji kaynakları nedeni ile ABD’nin de ilgisini çekiyor, Türkiye egemenlerinin bu konudaki cüreti de zaten kendisini ABD’nin çıkarlarına bağlayarak gerçekleştiriyordu.
Dolayısıyla MHP’nin yükselişinde, Öcalan’la ilgili son gelişmelere bağlı olarak kışkırtılan şovenist iklimler birlikte girilen seçim sürecinde MHP’nin güttüğü politik hatla birlikte, Türkiye’de seçime hiç girmeyen resmi milliyetçiliğin, MHP’nin gelişimini koşullayan politikalarının etkisi de büyüktür.
1980’li yılların ortalarında stadyumlarda, milli takımı destekleyenler arasında üç hilalli bayrak görülmeye başlanması “tekbir” ve “Ya Allah Bismillah, Allah-u Ekber” seslerinin duyulması, Avrupa kupalarında oynayan bütün takımların “milli takım” muamelesi görmeye başlaması, yine seçime girmeyen devlet milliyetçiliğinin koşulladığı ve medya eliyle popülerleştirilerek yeniden üretilen faktörlerdendi. “Şehit cenazeleri”, asker uğurlamaları, sokaklarda popüler bir tüketim nesnesi olarak üç hilalli yüzükler, kolyeler bu iklimi toplum nezdinde meşrulaştıran, dolaşımını yoğunlaştıran gelişmelerdendi.
İKTİDAR VE DEĞİŞİM
Son seçimlerin kendisine açtığı yol ve MGK icazeti ile oluşturulan koalisyon hükümetinin ikinci büyük ortağı olmak, MHP’de yeni bir sürecin de kapısını açtı. “Küreselleşme” sürecinin dayattıkları ve işbirlikçi sermayenin bu sürecin gereklerine uygun olarak içerideki hukuksal ve ekonomik düzeni yeniden yapılandırma politikası, iktidardaki sermaye partilerini de, yeniden yapılanmaya zorluyordu. ANAP gibi bu sürecin politikalarını gönüllü üstlenen hükümet ortakları için bu süreç zaten bir gereklilik olarak görülüyordu. Ancak, “milli” bir söylem üzerinden kendisini ifade eden ve taban bulmaya çalışan MHP açısından bu yeni süreç, daha sancılı bir süreçti. Bunun nedeni MHP’nin, IMF ve DB gibi kurumların dayattığı “küreselleşme” programlarından rahatsız olması değil, bu geleneğin kendisini sürekli iç ve dış “tehdit” politikası üstünden var etmesiydi. Bu yeni süreçte MHP’ye MGK ve sistemin diğer iç ve dış egemen güçleri tarafından yüklenen temel işlev, sistemin istikrarını garantiye alan bir tutum sergilemesi, bunu yaparken milletin canını yakacak konularda “popülist” davranmamasıydı. “Yolsuzluk ve yolsuzlukla savaş”, “Öcalan’ın idamı” gibi vaatlerle iktidara gelen MHP açısından bu süreç, diğer tüm sermaye partileri gibi kimliksizleştirici ve tamamen “küreselleşme” sürecinin içinde eritici bir süreçti. “Anti-komünizm” ve ardından da, Kürt sorunu karşısında şovenist kutuplaşmanın temel unsuru olarak şekillenen ülkücü kadrolar MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ın idamının ertelenmesine imza atması karşısında rahatsız oldular ve bu MHP’nin “değişim” süreci içindeki en sancılı gerilim konularından biri olarak var oldu. Bahçeli’nin genelgesi ile “değişimin” bir işareti olarak bıyıklarını kesen ülkücü kadrolar, işin politikanın temel konularında da bu düzeyde bir bıyık tıraşını gerektireceğini sonradan öğrendiler.
SOSYALİZMİN AYRIŞTIRDIKLARINI KÜRESELLEŞME BİRLEŞTİRİYOR
Burjuva siyasetin sağını, solunu, laik’ini, İslamcısını yeniden yapılandıran “küreselleşme” sürecinin yeni piyasa ilişkilerinin MHP’yi yeniden yapılandırmaması, ona “ya sev ya terk et” demesi kaçınılmazdı. O artık yeni sürecin, her an saldıracakmış gibi duran “bozkurt’u değil, ne zaman saldıracağı belli olmayan, ancak ondan daha öldürücü bir “doberman” olacaktı. Ondan beklenen yeni görev, yabancı sermayenin önündeki engelleri tamamen kaldıran politikaları “milli” bir söylemle, tüm millet nezdinde meşrulaştırmasıydı. Bahçeli’nin AB’ye üyelik konusunda dile getirdiği “onurlu üyelik” formülü, IMF direktiflerini itiraz eder gibi görünerek onaylaması bu görevin hakkının verildiğinin işaretleriydi. Ve izlenen bu politika MHP’ye içeride hiç ummadığı yerlerden bile destek getirdi. Cumhuriyet gazetesi yazarı Cüneyt Arcayürek’in Ecevit’i IMF kararlarının altına büyük bir gayretkeşlikle imza atmakla eleştirirken, Bahçeli’nin en azından ayak sürçer görünmesini övgü konusu yapan yazılar yazması, ondan bir süre sonra İlhan Selçuk’un Bahçeli ile izdivacı bunun en güncel örneklerini oluşturdu. Sosyalizmin bir blok olarak var olduğu koşullarda, onun yarattığı havanın baskısının ayrıştırıcılığı ortadan kalkınca dünün “cuntacı milliyetçi sol”u olarak davrananların, bugün MHP ile böylesi bir izdivaca girmiş olmalarından şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Sosyalizmin ayrıştırdıklarını “küreselleşme” birleştiriyor.
“MHP değişti mi, değişmedi mi?”, sorusuna yanıt olarak yukarıda verilen yanıtlara ek olarak, bu geleneğin kendi içinden bu soruya verilen bir yanıtı aktarmak da yararlı olacaktır. Türkeş’in oğlu, Aydınlık Türkiye Partisi’nin Genel Başkanı Tuğrul Türkeş, bir gazeteye verdiği röportajda bu soruyu şöyle yanıtladı: “Bugünkü CHP nasıl Atatürk’ün CHP’si değilse, MHP de artık babamın MHP’si değildir.” (Sabah, 11 Mart 2002) Oğul Türkeş’in bu söyledikleri sadece bugünün MHP’sini değil, aslında medya kendisi ile röportaj yapmasa yaşayıp yaşamadığından bile herhalde birçok kişinin haberi olamayacağı kendi durumunu da açıklıyor. Bahçeli’nin MHP’si bugünün piyasa ilişkilerinin emrettiği “küreselleşme ülkücülüğü”nü inşa etmeyi kabullendiği için, bu değişimi gerçekleştirmeye koyulduğu için iktidarda tutuluyor.
Bu değişim sürecinin MHP içinden ifadesini, Alparslan Türkeş okulundan yetişen MHP’nin bugünkü Grup Başkanvekili Mehmet Şandır’ın Ortadoğu gazetesinde yayınlanan üç günlük röportajında bulmak mümkün. 18 Şubat 2002 günü başlayan röportajın ilk bölümünde Şandır, Meclis ve hükümet koltuğuna oturduklarında aldıkları tavırlarını, “Duygularımıza kapılmadan, ideolojik saplantılara meseleyi feda etmeden, akıllıca, objektif ve ilmi olarak yapılması gerekeni yapmak sorumluluğundaydık. Bizi incitse de, acıtsa da yapılması gerekeni yapmak…” sözleriyle açıkladı.
BİR GÖZÜ MGK’DA, DİĞERİ ABD’DE
Şandır, yüklendikleri misyonun gereklerini yerine getirmek konusunda yaptıklarının Türkiye’de iktidarı yönlendiren iç ve dış odaklar tarafından takdirle karşılandığının farkında olduklarını da şu sözlerle ifade etti: “Devleti yönetenler, toplumun önünde olanlar, gerek ekonomi, gerek iş hayatı, medya, bürokrasinin önünde olanlar da MHP’nin bu konudaki kararlılığını ve mantık sağlamlığını, ahlak dürüstlüğünü, tutarlılığı gördü. İnanıyorum kimini yurtdışı, Avrupa ve Amerika da gördü. Türkiye’nin geleceğinde artık MHP bu milletin adına, her anlamda görev yüklenmeye, yeni işbirlikleri yapmaya hazır olduğunu ispat etti.”
MHP, bugün Şandır’ın dediği gibi, sistemin istediği zemine kendisini oturttuğu için, MHP içinde bu süreçle birlikte yaşanan kopuş ve tasfiyelere, sistem ve onun hislerine tercüman olan medya tarafından “piyasanın kutsal ihtiyaçlarının kefareti” olarak bakılıyor. İktidardan düşürülmek ve parçalanmak istenen “Adil Düzen” geleneği içinden çıkan Tayyip Erdoğan’a, partisini bölme aşamasında “yenilikçi” adını takarak destek olan medya, MHP içi muhalefete aynı ilgiyi göstermiyor; çünkü MHP açısından istenen çizgiyi Bahçeli’nin temsil ettiği çizgi oluşturuyor. Uluslararası sermayenin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve ABD’nin adamı Kemal Derviş’le çatışan Enis Öksüz, Abdulhaluk Çay gibi bakanlarını tasfiye eden Bahçeli’nin tüm bunları piyasanın “kutsal ihtiyaçları” için yaptığı düşünüldüğünden medyadan da bu tasfiyelerle ilgili olarak “demokratik” bir itirazla karşılanmadı ve bilakis bunun için teşvik edildi ve istenileni yaptığında da alkışlandı.
Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken temel bir yön de, Bahçeli’nin tasfiyelerindeki sınıf seçiciliği ile ilgilidir. Bahçeli, o kadar bilgi ve belgeye, kamuoyu baskısına rağmen Koray Aydın’ı ezdirmemeye özen gösteren bir çizgi izlerken, Kamu-Sen Genel Başkanı Bahçeli’yi harcamakta hiçbir çekince duymadı. Kamu emekçileri içinde en büyük memur konfederasyonu olmak için, medyanın kendisine göstermeye başladığı ilgiyi de arkasına alan Akay, kamu emekçileri IMF’nin mağduru durumunda olduğu için iktidarla, dolayısıyla iktidar ortaklarından MHP ile de polemik yapmaya başlayan bir çizgi izleyince çizgiyi aşmaya başladığı düşünüldü ve tasfiyesi için bizzat Bahçeli’nin talimatı ile düğmeye basıldı.
11 EYLÜL MİLLİYETÇİLİĞİ
Ancak, bu değişim süreci MHP açısından, iktidarda kalmanın, sistem tarafından onaylanmanın bir garantisi olurken, diğer taraftan da onun diğer sermaye partilerinden farkını silikleştirip “küreselleşme”nin aynasında aynılaştırırken, bir kimlik, dolayısıyla varlık sorunu da yaratıyor. Bunu fark eden MHP kurmayları, son dönemde, özgürlükleri daha da geriye iterken, demokrasiyi güvenlik bahanesinin baskısı altına alan ABD’nin 11 Eylül’den sonra ortaya attığı konseptini kendileri için bir dayanak noktası saydılar. AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu kriterlerin Türkiye’yi “böleceği” tezinden hareketle, ABD ile AB arasında iç politikayı da doğrudan etkileyen bölünmede, ABD’nin “anti-terör” konseptine ve AB’nin üyelik kriterlerine benzer geleneksel endişelerle karşı çıkan devlet içindeki eğilime dayanmayı kendilerini farklı kılacak bir kanal olarak değerlendirdiler.
MHP gibi, kendisinin diğer sermaye partilerinden farkını, varlığını tamamen belirli “tehdit’ler üzerine inşa eden bir partinin, tehditlerden beslenmeyen bir siyasi arenada varlık bulabilmesi mümkün değil. MHP, iktidardaki pozisyonunu korumak için, yabancı sermayenin ve onun yerli işbirlikçilerinin programını gözü kapalı uygularken, demokratikleşme taleplerine “milli güvenlik” gibi endişelerle yaklaşarak, köklü demokratikleşme atılımlarının ve bunların özellikle Kürt sorunu ile ilgili olanlarının ülkeyi “böleceği” üzerinden bir siyaset yapma tarzını sürdürecektir. Dış dinamikler açısından ABD’nin eğilimlerini kendisine eksen alan MHP kurmayları içeride de, MGK ve Genelkurmay’ın çizdiği hattı iyi izleyerek konumlarını garanti altına almaya çalışacaklar. MGK ve onun belirlediği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi de, her dönem belirli “tehdit” konseptleri üzerinden politika belirlediği için tehditten beslenen MHP, bunu bir nimet sayıp, bundan sonra da MGK’nın bir kolu olarak davranmayı sürdürecektir.
MHP gibi partilerin panzehiri ise, “tehdit”ler üzerinden politika yapmaya elverişli zeminin ortadan kaldırılmasıdır. Bu da ancak, güçlü ve örgütlü işçi sınıfı inisiyatifi ile işçi ve emekçilerin politikaya müdahalesi ve belirleyici olmaları ile sağlanabilir. Kürt sorunu ile ilgili taleplerin Türk emekçileri nezdinde “tehdit” olarak algılanmayacağı, Kürt sorunu başta olmak üzere tüm demokrasi sorunlarının bu ülkede yaşayan işçi ve emekçilerin ortak iradeleri ile çözüldüğü bir demokratik yapıda MHP gibi partilerin yaşayabilmesi mümkün değildir. Halkları siyasetin dışına iterek, onları belirli “tehdit” unsurları üzerinden bölmek ve onları birbirine kırdırmak, kapitalizmin temel taktiklerinden birini oluşturuyor. MHP gibi partilerin beslendiği bu zeminin tamamen tasfiyesi ise, kapitalizmin alaşağı edilerek işçi sınıfının ellerinde yükselen sosyalizmin inşasıdır.