Yerel seçimler ve taktik: Politika ayak oyunları sistematiği midir?

Yerel seçimler, düzen partilerinin amaç ve yapısını anlamak için, merkezi iktidarı belirleyen genel seçimlere göre daha büyük imkânlar sunmaktadır.
– Çünkü, yukarıdan aşağıya rant paylaşma, mevki ve güç kazanma firmaları olarak organize olan düzen partileri, yerel seçimlerde merkezi seçimlere göre daha kapsamlı ve büyük bir hareketlilik içinde bulunuyorlar.
– Çünkü, genel seçimlerde nihayet 550 milletvekili seçilir ve bölüşüm kavgası en üst katmanlar arasındaki bir “paylaşım mücadelesi”yle sınırlı kalırken, yerel seçimlerde bu mücadele, mahallelere hatta köylere kadar uzanan bir rant kavgası olarak cereyan etmektedir. Bu yüzden de; burjuvazinin incelmiş yöntemleri yerine “kahve politikası” erbabının, aç gözlü kasaba tüccarı takımının basit ve küçük çıkarlar uğruna bile nasıl “büyük” dalaverelere giriştiğine tanık olunmaktadır. Yine aynı nedenle, koca koca parti merkezlerinin, genel başkanların, bakanların, başbakanların belde belediyelerinin belediye başkanı ve belediye meclisi adaylarının kimler olacağına müdahale ettiklerini ibretle seyrediyoruz. Dolayısıyla ortaya çıkan tablo; düzen partilerinin, merkezinden en alt belde örgütlerine kadar, bir çıkar (maddi ya da siyasi rant) için mevzilendiklerini, hele beş yılda bir gelen “paylaşım” imkânını bu sefer iyi değerlendirip, düzen partileri içindeki hiziplerin, grupların ve kişilerin kendince “büyük parsayı” kapmak için maddi manevi bütün yeteneklerini seferber ettiği biçimindedir.
Bunun için şeytanla işbirliğinden çekinilmemekte, tarihin büyük Makyavelistelerine  bile rahmet okutacak bir politik kıvraklık, ahlak ve ilke tanımazlık, hilecilik, takkiyecilik sürecin vakayi adiyeden görüntüleri olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bütün bunlar, sıradan manevralar haline gelmiştir. Elbette ki Makyavelizm, politikanın bir oyuna, bir entrikaya, sözü özü belli olmamaya dönüşmesi, sadece düzen partileri için de geçerli değil. Önemli ölçüde burjuva partilerin tedrisinden geçmiş politik kesimler ve sınıf çıkarını kişisel, grupsal, partisel çıkara indirgeyen “solcu”, “devrimci” çevreler de, “fırsatı ganimet” bilme ve bölüşümden yararlanma güdüsüyle davranabilmektedirler.
Bu yüzden de; Demokratik Güçbirliği içinde bile, “kim nereden, nasıl seçime girecek?” sorusu gündeme geldiğinde çoğu zaman ilkeler, değerler, “paylaşım hevesi” karşısında bir ağırlık oluşturmamakta, partiler arasında olduğu kadar aynı parti içinde bile “sen ben kavgasını” gündeme getirebilmektedir. Geçtiğimiz günlerde siyaseti ayak oyunlarının sistematize edilmesinden ibaret bir eylem görmenin sayısız örneklerine tanık olduk. Bu günler içinde; “Kendi partidaşına, kendi yandaşına ‘ayak atan’, fırsatı ele geçirirse halkın gözünü oymakta tereddüt eder mi ki?” fikri yeniden yeniden gündeme geldi.
Oysa, işçiler, emekçiler için politika, birlikte yola çıktıklarını ya da birlikte ortak işi yapmak için bir araya geldiği güç ve çevreleri “ketenpereye getirmek”, politikayı, herkesin herkesi kündeye getirdiği bir oyuna indirgemek değildir.  Elbette ki sınıf mücadelesi ve onun bir alanı olarak seçimlerde de belirleyici olan, sınıf çıkarlarının, halkın çıkarlarının savunulmasıdır. Bunu yaparken, manevralar, amaca giden yolda birlikler, aynı safta olanların da birbiriyle, belirli ölçüler içinde karşı karşıya gelişleri olacaktır; partiler, partilerin manevra yapabilme yeteneği bunun için gereklidir. Ama, buradan çıkan sonuç; “Amaca gitmek için her yol mubahtır”, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” gibi düz mantıkla onaylanabilecek tutumları benimsemek ya da hoş görmek olamaz. Başka bir söyleyişle, elbette her ittifakta, ittifaka girenler bir çıkar umarlar; ve üstelik de çoğu zaman ittifaka giren taraflardan birisi daha kazançlı çıkabilir. Hatta bazen özgün koşullarda birinci dereceden olmayan düşman bir güçle ittifaka girilmek zorunda bile kalınabilir. Ama, her halükârda ittifakın ilkesi açıklık, dürüstlük, söylenenle yapılanın birbiriyle ve ittifakı zorlayan, varılmak istenen amaçla uyum içinde olmasıdır.  Dalavere, ayak oyunu, hile, yalan, ittifak ilişkileri içinde olmaması gereken davranışlardır ve her zaman mahkum edilmesi gerekir.
*        *        *
EMEP’in halkın birleştirilmesini esas alan yerel seçimlere ilişkin yaklaşımı ya da önerisi, yerel seçim bölgelerindeki sendikaların, kitle örgütlerinin, muhtarların, yerel halk önderlerinin, işçi-emekçi hareketinin liderlerinin içinde yer alacağı platformlar oluşturulması, emekten, demokrasiden yana partilerin de bu platformların oluşmasına katkı yapması gerektiği şeklindeydi. Dolayısıyla adayların bu platformlar tarafından belirlenmesi ve o seçim bölgesinde, belirlenen adayların hangi partinin listesinden seçime gireceğinin de bu yerel platformlar tarafından kararlaştırılması isteniyordu. Çünkü böylece;
1-)  Adaylar şu ya da bu partinin, şu ya da bu politik çevrenin değil, doğrudan o seçim çevresindeki emekçilerin adayı olarak çıkacaktı.
2-) Adayların hangi partinin listesinden seçime gireceği de yine platformlar tarafından belirleneceği için, partiler arasında “seçime hangi partinin listesinden girilecek” yarışı da önlenmiş olacaktı.
Ancak bütün bu teknik yanlar ötesinde, burada asıl amaç; emek ile sermaye, halkla hükümet ve tüm emekçilerle düzen partileri arasındaki çelişkiyi sergilemek ve gericilik karşısında halkın kendi talepleri etrafında birleştirilmesini, haklarını sahiplenerek kendisi için politikaya yapmaya yönelmesini sağlamaktı. Çünkü sermaye partilerinin en demokrat geçinenlerinin bile belde belediye meclisi adaylarına kadar merkezi müdahalelerle belirlendiği bir seçim tarzına karşı, emekçiler adaylarını doğrudan belirleyecekler ve kendi adaylarının kazanması için, bir taraf olarak sermaye partilerinin karşısına geçeceklerdi. Bu, aynı zamanda, sermaye partilerinin rant oyununu bozmanın da başlangıcı olacaktı. Sendikalar ve kitle örgütleri yöneticilerinin kolaycı, bürokratik, siyaseti kendi dışlarında görme gibi anlayışların etkisi altında olmaları, yerel önderlerin bu platformlarda yer alması için hiç çaba harcanmaması ve partiler ile bu örgütler arasındaki ilişkilerin yüzeyselliği, istismara açıklığı… gibi nedenlerle oluşturulan platformlar çoğu yerde biçimsel kalırken, partiler ve siyasi çevrelerden gelen baskılar ve müdahalelerle de, seçim platformları, hızla sol siyasi çevrelerin, seçim bölgesindeki “sol partilerin” platformlarına dönüştü.
Dolayısıyla da adayların belirlenmesi ve hangi partilerin listelerinden girileceği sorunu, siyasi parti ve çevreler arasındaki çekişmeye dönüştüğü gibi, Demokratik Güçbirliği’nin oluşmasıyla, adayların belirlenmesi ve hangi seçim bölgesinde hangi partinin çatısı altında seçime girileceği bir sorun olarak gündemin ön sırasına çıktı. Genel olarak “Çatı Partisi” sorunun aşılması olumlu olmuş, ancak bu kez de yerellerde nerede hangi partiyle seçime girileceği tartışması çalışmaları geciktirici, gerekmeyen sürtüşmelere ve bazı yerlerde duygu kırıklıklarına yolaçması dolayısıyla bu çalışmaları zayıflatıcı sorunların nedeni olmuştu.
Düzen partilerinin seçim oyununun bozulmasının taşıdığı önemin ötesinde, önem taşıyan bir diğer husus da şuydu: AKP’nin geçmiş 15 aylık iktidarı gösterdi ki, bu parti, büyük patronların emek mücadelesi ve halka karşı giriştiği saldırıların koçbaşı rolünü oynamaktadır, ve yerel seçimlerdeki başarısını, bu saldırının halk tarafından destek gördüğünün, emek mücadelesine karşı giriştiği saldırının meşru olduğunun kanıtı olarak göstermeye hazırlanmaktadır. Tayyip Erdoğan, daha şimdiden her vesileyle bunu ifade etmektedir. Açıktır ki, yerel seçimlerden güçlenerek çıkacak bir AKP halka saldırmada daha cesaretli olacaktır. Dahası CHP, statükocu parti olarak, halkçılık ve solculuk istismarcılığı üstüne kurduğu seçim stratejisiyle bir kez daha halkın yolunu şaşırtmayı amaçlamaktadır. Kaldı ki ne AKP’nin alternatifi olma potansiyeli ne de bu doğrultuda adım atacak mecali vardır. Çünkü CHP, öncesini bir yana bıraksak bile, solculuğa soyunduğu son 40 yıl içinde, dinci, gerici sermaye partilerinin iktidara yerleşmesinin gerekçelerini yaratan parti olma özelliğini bugün daha da itici bir biçimde öne çıkarmış bulunmaktadır. “Statüko”yu “Cumhuriyet”; statükoyu savunmayı: laikliği, hakçılığı, solculuğu savunmak ilan ederek, hem Cumhuriyet’in, hem halkçılığın, hem solculuğun, hem de laikliğin halk indindeki itibarını beş paralık etmektedir. Bu yüzden halk içinde yüz bulamamaktadır ve bugün de muhalefetteyken bile oy kaybetme başarısını sürdürmektedir!
Başka bir söyleyişle, CHP; rantçı belediyeciliğin; yolsuzluğun, adam kayırmanın, belediyeleri parti arpalığı yapmanın, özeleştirme ve taşeronlaştırmayı belediyelere sokarak hizmetleri piyasalaştırmanın sorumlularından birisi olarak, AKP ile sadece ana-rantı kimin alacağının kavgasını yapabilecek konumda bir partidir. Yani halk karşısında, AKP ile CHP aynı platformda bulunan partilerdir. Bu yüzden de, CHP halk ininde itibar görmemektedir. Ve muhtemelen bu kez de muhalefetteyken bile oy kaybına uğrama başarısını gösterecektir!
Bu tablo karşısında EMEP; başlıca bu iki parti ve öteki sermaye partilerinin yerel yönetim uygulamalarından hoşnutsuz olan, sistem partileri ve onların temsil ettiği baskıcı, asimilasyoncu, rantçı, antidemokratik sistemden hoşnutsuzluk duyan tüm halkın birleşip kendi adaylarıyla seçime katılmalarına imkân veren bir platform öne sürerek, tüm halktan yana güçlerin bu platformda birleşmesini amaçlamıştır. Yani sermaye partilerinin karşısına halkın haklarını savunarak kendi adaylarıyla çıkma imkânının taktiğidir, EMEP’in taktiği. Çünkü; seçimin en alt birimleri olarak muhtarlıklardan başlayarak, bütün seçim bölgelerinde; kitle örgütlerinin, derneklerin, mesleki örgütlerin, odaların, sendikaların, mahallelerin halk indinde itibarlı kişilerinin (dini çevrelerin, hemşehri çevrelerinin önderleri, muhtarlar, aydın ve sanatçılar vb.) içinde yer aldığı bir platformun kendi adaylarını belirlediği, hangi partiden seçime girileceğine de kendilerinin karar verdiği bir platform; tüm halk kesimlerini birleştirebilecek, sermaye partilerinin din, mezhep, hemşehrilik, siyasi görüş (sağ, “sol”, sosyal demokrat vb.) farklarını kullanarak halkı bölme oyununa son verebilecek tek çıkış olabilirdi. Ve EMEP bu platformuyla yerel seçim sürecine müdahale etti. Doğal ki, tüm bunları ve ülkenin ve sınıf mücadelesinin gidişatını, uluslararası sermayenin işçi sınıfı ve halka yönelttiği saldırıyı ve püskürtülmesi ihtiyacını, güç ilişkileri ve mevzilenmelerini dikkate almayarak “devrim” ve “sosyalizm” adına halk kitlelerin birleştirilmesi ve kazanılmasına değer biçmeyen ve tüm sorunu “sosyal demokrasiyle olmaz” ya da “ya sosyal demokrasi ihanet ederse” mantığına kilitleyen görüşlere itibar edilemezdi. Yerellerde kendi taleplerinden hareketle halkın birleştirilmesi ve inisiyatif alması, kendi politikasını yapar hale gelmesi temel sorundu ve bağımsız devrimci politik tutum ve faaliyetin tavsatılmasına karşı uyanıklıkla sürdürülmesi zorunlu iç mücadelesi ile birlikte halk güçlerinin mümkün olan genişlikteki birliği kuşkusuz bunun kolaylaştırıcısı olabilirdi.
Bu taktiğin uygulanmasında örnek diyebileceğimiz bölgeler ortaya çıkarken, tam tersine “bu taktik böyle anlaşılmamalıydı” denebilecek örnekler de ortaya çıkmıştır ve seçimlerden sonra bu örnekler üzerinde elbette durulup ders çıkarılmalıdır.
Bu yazının yazıldığı Şubat 2004 sonu itibariyle, içinde altı partinin yer aldığı Demokratik Güçbirliği oluşmuş; bu güçbirliği seçim bölgelerine ve partilerin pozisyonuna göre farklılıklar gösteren bir biçimde seçime girmek için harekete geçmiştir. Demokratik Güçbirliği’nin seçim bildirgesi, halkçı demokratik belediyecilik diye ifade edebileceğimiz; yerel yönetimlerin halka hizmet kurumları olmasını isteyen ve her namuslu kişinin altına imza atabileceği ilkelere sahiptir. Belediyelerin rant bölüşüm merkezleri olmaktan çıkarılmasının yanı sıra, hizmetin halka doğrudan yerel yönetimin faaliyeti olarak iletilmesini amaçlayan, hizmetlerin mala, yerel yönetimlerin piyasa kurumuna dönüştürülmesine karşı olan, yerel yönetimlerde özelleştirme ve taşeronlaştırmaya son vermeyi hedef edinen, kentleri tarihi, sanat ve kültürüyle bir bütün ve sosyal yaşam merkezleri olarak gören bir yerel yönetim anlayışını benimseyen Demokratik Güçbirliği, kendisini bu hedeflere göre değerlendirecektir. Eğer bazı yerlerde adaylar, Demokratik Güçbirliği listeleri bu anlayışla çelişirse; bu Güçbirliği’nin yanlışlığını değil, ama, o adayların ve (varsa) arkasında duranların Güçbirliği’nin, altına imza koydukları ilkeleriyle, platformuyla çeliştiğini gösterecektir.
*        *        *
Kuşkusuz ki; her “birlik” kendi içinde de bir mücadeleyi barındırır. Hele bu birlik, ayrı partilerin –üstelik karşıt sınıf çıkarlarına sahip işçi sınıfı ve burjuvazinin partilerini de kapsayan– birliği, belirli bir süreci kapsayan bir program etrafında “geçici” bir birlikse, birlik içinde mücadele daha da kaçınılmazdır. Çünkü; değişik çıkar çevreleri, değişik partiler arasında bir birlik, zaten farklı olanlar, aynı zamanda birbirine karşı da mücadele etmeyi amaçlayan farklı güç odakları arasında bir birliktir. Bu yüzden de, bu birlik, aynı zamanda birliği oluşturanlar arasında bir mücadeleyi de doğasında barındırır.
Yerel seçimlerde güçlerini birleştirmek üzere, bir araya gelen partilerin oluşturduğu Demokratik Güçbirliği de; farklı partilerin bir araya gelmesi nedeniyle, aynı zamanda sıkı bir mücadeleyi de içeren bir birliktir. Demokratik Güçbirliği, yerel seçimlerde sermayenin, düzenin çeşitli partileri tarafından savunulan; halkı sisteme bağlama ve yerel parti kastlarını nemalandırma amaçlı rantçı belediyeciliğe karşı; halkçı, halkın kendi çıkarları doğrultusunda yerel yönetimlere etkin bir biçimde katılması ve yönetimler üstünde denetimini sağlaması amaçlı olarak oluşturulan demokratik ve halkçı yerel yönetimcilik programı etrafında bir birliktir. Bu durumun doğal sonucu olarak da; olağan olarak ve sürekli bir arada olmayacak (en azından seçimden sonra da sürüp sürmeyeceği henüz kesinleşmemiş, ama sürerse de niçin ve nasıl süreceği yeniden belirlenecek olan), pek çok konuda belirgin farklılıklara, farklı dünya görüşlerine sahip partiler bir araya gelmiş; bir program etrafında birleşerek, kendi aralarında belirledikleri koşullarla seçime girmektedirler. Buradan kalkarak, seçim işbirliğini eleştirmek, Güçbirliği’ne reformculuk filan suçlamaları yöneltmek, elbette siyasetten, kapitalizm koşullarında partilerin farklı kesim ve sınıf temsilcileriyle birlikler, ittifaklar oluşturma ihtiyacından bihaber olmak; aslında hiç kimseyle (belki önceden belirlenen kendisiyle “ideolojik-siyasi yakınlığı” olan çevreler dışında hiç kimseyle demek daha doğru) ittifak yapmamayı ilke olarak ilan etmektir. Çünkü ittifak, farklı sınıfların, farklı çıkarların temsilcileri arasında yapılan bir şeydir. Bu yüzden de; “sosyal demokrasiyle Güçbirliği yapmak, ortak seçime girmek sosyal demokratlaşmaktır; reformculuktur; sosyal demokrasinin peşine takılmaktır” demek kadar gayri ciddi bir eleştiri olamaz.
Burada esas olan;
1-) Üstünde anlaşılan programın halkın çıkarlarına uygun olup olmadığı, halk yığınlarını sosyal demokrasinin sistemle uyum çizgisine teşvik edip etmediğidir ki; seçim bildirgesi bunun tam tersini yapmaya yönelik ilke ve talepleri öne çıkaran bir bildirgedir.
2-) İttifakın, halk güçlerini toparlanmasına imkan verecek bir genişliğe sahip olmasıdır ki, bu konuda altı partinin katılımı gerçekleşerek bir ilerleme sağlansa da, izlenen birlik yolu dolayısıyla –ve yerel zaaflar da buna eklenince–, katılabilecek bütün halk kesimlerinin Güçbirliği içinde yeraldığını söylemek; halk güçlerinin birleştirilmesi için bütün açılımların yapıldığını, bütün imkânların kullanıldığını söylemek elbette olanaksızdır.
Seçimden sonra; sorunun bu yanının “çıkarılacak dersler” kategorisinde yeniden ele alınmasının gerekeceği daha şimdiden görülmektedir. Bunu ötesindeki şeyler, ittifakın kendi içindeki şeylerdir.
Örneğin yukarıda belirtildiği gibi, ittifak içindeki kimi güçlerin kendisini kazançlı çıkarmak için Makyavelist hamleler yapması, ittifakı programının dışına ve geriye çekme gayretleri, ittifak içindeki siyasi odaklar arasında bir mücadele sorunudur. Örneğin ittifakın sosyal demokrat kanadı, elbette ki, her adımda Güçbirliği’ni sosyal demokratik bir çizgiye çekmek isteyecektir; elbette bazen kişilerin tutumu bile burada önemli olacaktır. Ancak, bu ittifak yapmamayı, ittifakın kötülüğünü değil, ama –güçbirliğinin imza altına alınmış programı ve işçi sınıfının bağımsız çıkarları doğrultusunda halkın birleşmesi ve kendi kaderini belirlemesi (kendi politikasını yapması) için tüm çaba sürdürülürken ve bu çabanın da başarısı için–, ittifakın içinde bir mücadelenin gerekliliğini gösterir. Örneğin mevcut Güçbirliği ister istemez, reformculuğa, neoliberalist eğilimlere olduğu kadar sekterliğe, pragmatizme, makyavelizme karşı mücadeleyi de içermektedir. Dolayısıyla ittifak sorunu; bir mücadelesizlik değil, tersine, olağan durumda görülmeden geçilecek sorunların bile tartışma konusu olduğu, ama aynı zamanda, birlikte karşı güçlere karşı ortak tutum alındığı/alınması gereken bir “birlik-mücadele” durumudur. İttifaka, güçbirliklerine bunun ötesinde anlam yüklemek, elbette ki, ya art niyetli ya da politikayı sınıflar, sınıfların karşılıklı çıkar ortalığı ve çıkar zıtlıklarının mücadelesi olmaktan çıkarıp, sınıf mücadelesini bazı siyasi çevrelerin “kaygılarına” (ne yazık ki bu kaygılar aşırıya varınca hezeyana dönüşüyor) indirgemek olur.
*        *        *

Yerel seçim sürecinin gelinen aşamasında; artık adaylar ve seçime nasıl girileceği belirlenmiş; bu anlamıyla, “seçime kimler, nasıl girecek” gibi bir önceki aşamanın sorunları geride kalmıştır. Ancak; –hiçbir zaman ve hiçbir koşulda başka herhangi şeye feda edilmemesi gereken ve asıl yönünü oluşturmasına karşın– sınıf partisinin seçim taktiği açısından bir önceki dönemin gürültülü tartışmaları arasında geriye itilen; mücadeleye emekçi sınıfların ileri kesimlerinin katılması, seçimde işçi ve emekçilerin bir taraf haline getirilmesi; emek mücadelesiyle, demokrasi mücadelesiyle seçim mücadelesinin “sıcak” (güncel) bağlantısının kurulması için çabaların önemi her zamankinden daha da artmıştır. Üstelik bu sefer önceki dönemde yapamadıklarımızın, atladığımız kimi görevlerin de önümüzdeki üç hafta içinde yapılması için gayretleri yoğunlaştırmak gerekmektedir. Çünkü; elbette halkçı ve demokratik yerel yönetimcilik ilkelerinin yaygınlaştırılması, rantsız bir belediyecilik, halkçı yönetimlerin halka neler kazandıracağının propagandası önemlidir ama; sistem partilerinden kopuş için halkla bu partileri karşı karşıya getiren taleplerin öne çıkarılması ve buna bağlı olarak da emek mücadelesinin güncel talepleriyle yerel seçim mücadelesinin birleştirilmesi hayati öneme sahiptir. Özelleştirmeye; Kamu Yönetimi Temel Yasası’na, hükümetin emekçilerin haklarını ortadan kaldırmak için giriştiği uygulamalara karşı bir hareketlilik içinde olan, sokaklara dökülen emekçi kesimlerin; başta AKP ve CHP olmak üzere sermaye partilerine karşı tutumlarla yerel seçimlerde demokratik ve halkçı yerel yönetimcilik fikrinden yana yer alıp emekçi adaylara oy kullanmaları, Güçbirliği’nin bir unsuru olarak seçim çalışmalarına aktif katılmalarının sağlanması; seçimlerde, sadece emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinde bir ilerleme, emekçilerin siyasete müdahalesi bakımından bir hamle için değil, oylarda gerçek bir artış, karşı tarafın zayıflatılması için de bir zorunluluktur.
Şu anda emek hareketinin sıcak gündemi açısından bakıldığında;
1-) AKP Hükümeti, Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısını meclisten geçirmiş, Yerel Yönetim Yasası’nı Meclis gündemine getirmeye hazırlanmaktadır. Ama, sendikalar, çeşitli kitle örgütleri, odalardan oluşan azımsanmayacak güçleri temsil eden bir platform, KYTK’nın yasalaşma sürecinin başarısızlığa uğratılması (Cumhurbaşkanı’ndan geri çevrilmesi, Anayasa Mahkemesi tarafından bozulması, ….) için hareket geçmiştir. Bu amaçla yurt sathında eylemler yapılmaktadır. Mart ayı boyunca da bu eylemlerin çeşitlenmesi ve büyümesi için pek çok neden vardır. (SES ve TTB’nin de bu süreçle bağlantılı ama daha somut bir eylem programının olduğunu hatırlamak gerekir.)
2-) Özelleştirmeye karşı mücadele, TÜPRAŞ-PETKİM işçilerinin öncülüğünde sürüyor. Bu mücadeleyle bağlantılı olarak, Aliağa’da tüm siyasi partilerin yerel örgütleri, kitle örgütleri, dernekler, odalar ile sendika şube ve temsilciliklerinin oluşturduğu bir mücadele platformu, özelleştirmeye karşı mücadelenin yeni bir ivme kazanmasına dayanak olacak gelişmelere işaret etmektedir. TEKEL’in yurt sathında yayılmış işletmelerinde yine özelleştirme merkezli olarak tepkiler sürmekte, sendikanın ihanetine rağmen işçiler eylemlere de başvurmaktadır.
3-) Cam işçilerin grevinin hükümet tarafından iki kez ertelenmesi cam işçilerin öfkesini artırmış, işletmelerde huzursuzluğu büyütmüştür. Bu gelişme, Trakya, Eskişehir, Darıca, Mersin gibi merkezlerde cam işçilerinin tepkileri etrafında işçilerin saflaşıp; sermaye ve hükümete karşı birleşmesine fırsat tanımaktadır.
4-) Hemen her il ve belli başlı tüm sanayi merkezlerinde; işçi kıyımı, özelleştirme, sendikasızlaştırma, işçi hakları gaspı vb. gibi uygulamalar, işçi tepkilerinin örgütlenerek sermaye partilerine karşı işçileri birleştirme imkânını sunmaktadır.
İlk bakışta; bu alanlardaki mücadelelerin kendi başına olduğu, sadece o işletmelerin işçileriyle muhatapları arasında sürdüğü düşünülse de; gerçekte, hem gelişmelerin kendisinin hem de toplam olarak emek mücadelesinin sorunlarının dolaysız bir biçimde hükümetle, sermaye  güçleri ve onların partilerinin hedef ve programlarıyla bağlantılı olduğu apaçıktır. Çünkü; hem yerel seçimler hem özelleştirmeye karşı mücadele hem Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı’nın geri çektirilmesi mücadelesi, hem de grevleri erteleyen (erteleten) güçlerle grevi ertelenenlerin mücadelesi; aynı emek ve demokrasi güçlerinin aynı sermeye güçlerine, aynı iktidara karşı mücadelesinin bileşenleridir. Bu yüzden yerel seçimler; emek ve demokrasi güçleri ile sermaye güçlerinin bir hesaplaşması ise, bu hesaplaşmanın “sıcak yanı”, kendisini; KYTK’na, özelleştirmeye karşı mücadele ve cam grevi (ve işçi ve emekçilerin sendikalaşma vb. hak mücadeleleri) olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu yüzdendir ki; yerel seçim mücadelesini, emek mücadelesinin bugünkü sıcak gündemiyle birleştirmek; mücadele içindeki işçiler ve kamu emekçileri başta olmak üzere binlerce, on binlerce ileri emekçiyi yerel seçim çalışmasının aktif unsurları olarak harekete geçirmek, onların sermaye partilerin toplantılarını “hesaplaşmaya” dönüştürmelerini, emeğin, demokrasinin, halkçı demokratik belediyeciliğin kararlı savunucuları olarak davranmalarını sağlamak sürecin ön önemli görevi olarak ortaya çıkmıştır. Çok uzağa gitmeye gerek yok; on binlerce PETKİM, TÜPRAŞ, Cam, TEKEL işçisi, on binlerce kamu emekçisi, her daldan mühendisler, sağlıkçılar, alanlara çıktıkları davanın devamı olarak, yerel seçimlerde halkçı demokratik yerel yönetimcilik safında yer alıp gidişata müdahale ederlerse, sadece yerel seçimlerin rengi ve ruhu değil, emek mücadelesine karşı hükümetin tutumu KYTKT’nın geleceği, özelleştirmeye karşı mücadelenin seyri değişir. Yapılması ve sınıfın partisinin başarması gereken tam da budur: adaylık vb. çekişmelerine takılıp kalmak ya da tüm çalışmasını belediye başkanlıkları ve encümenlikler kazanmaya endekslemiş genel bir “ortalık” çalışmasına hasretmek değil, ama, –seçim kazançlarını da garanti edecek olan– emek mücadelesinin sıcak ve somut gündemiyle seçim gündemi ve faaliyetini birleştirmek, kendi davalarını savunup mücadele eden işçi ve emekçilerin yerel seçimlere müdahil olarak katılmalarını, kendi bağımsız sınıf politikalarını yapar duruma gelmelerini sağlamak, emekçilerin, halkın devrimci bir temelde birleştirilmesinin mümkün olabilecek en ileri adımlarını atmak.
– Eğer bu güçler harekete geçerse sermaye partileri alanlara çıkamaz olurlar.
– Eğer bu güçler hareket geçerse, sermaye partilerinin toplantıları onların emeğe, halka düşmanlıklarının sergilendiği toplantılara dönüşür.
– Eğer bu güçler harekete geçerse, sermaye savunucusu partilerin politikacıları kahvelere giremez olurlar (çünkü buralarda kendilerine yöneltilecek sorulara verecek yanıt bulamazlar).
– Eğer bu güçler hareket geçerse, seçime katılan partilerin pozisyonu, emek mücadelesinin tuttuğu mevzi, dünle kıyaslanamayacak bir aşamaya gelir.
Bunu yapacak olan da; bugün hareketin başında olan sendikacılar, ileri işçi kesimleri ile zaten bu hareketin içinde önemli bir mevzi tutan emek ve demokrasiden yana partilerdir. Ve bu; önümüzdeki birkaç hafta içinde bile yapılabilir bir şeydir.
Öyleyse, seçim çalışmalarına, adaylık vb. çekişmelerinin, sosyal demokrasi vb. üzerine ayakları havada çeşitlemelerin, şovlara dayalı ortalık çalışmasının değil, ama emeğin güçlerinin, özellikle hareketli haldeki ileri işçi ve emekçilerin seçim sürecine müdahalesini örgütlemek, düzenden, bıçağın kemiğe dayandığı hak gasplarıyla tırmandırılan sermayenin saldırılarından, bu saldırılarda rol üstlenmiş partilerinden, hizmetlerin piyasalaştırılması ve rant paylaşımına dayalı belediyecilikten hoşnutsuzluk duyan işçi ve emekçileri, halkı taleplerini sahiplenmek ve kendi politikasını yapmak üzere birleştirmek için emekçi yığınları içinde yürütülecek –mümkün olan en geniş halk kesimlerini içine çekecek, işyeri, sokak, mahalle vb. komisyon ve komitelerinde örgütlenmelerini sağlayıcı, kurulu örgütleri sağlamlaştırıcı ve kitleselleştirici– çalışma damgasını vurmalıdır.

Dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun

Yine bir 8 Mart’ı karşılıyoruz. Ve yine kadın sorununa ilişkin farklı sınıf tutumlarıyla, günün anlamı da içinde olmak üzere, kadın hareketinin, kadın çalışmasının içeriği tartışma konusu. Aslında tartışma, bütün bir toplumsal ilişkiler sistemine ve karşısındaki tutuma ilişkin tartışmanın bir parçasını oluşturuyor. Aynılaştırmadan söylenecek olursa, hemen tüm konularda, örneğin küreselleşme olgusunun, toplumun demokratikleştirilmesi ya da hukuk sisteminin ele alınışında da varolan yaklaşım farklılıkları, ayırt edici belirli bir temelde ortaya çıkıyor: Yekpare bir kapitalist toplum mu, kapitalizmin sınırları içinde kalan tutumlar ve hareket mi yoksa onun uzlaşmaz karşıtlığı içinde kavranması, geçiciliği ve buna uygun tutumlar mı – sorun budur. Kadına, hakları ve kadın hareketine ilişkin olarak tek ve bölünmez bir bütün mü, işçisi, emekçisi ve fabrikatörü, rantçısıyla –burjuvazinin egemenliğinden soyutlanmış erkek egemenliği karşısında– birlik halinde kadın ve sistemi değil erkeği hedef alan kadın hareketi mi, yoksa tüm bir toplumsal ilerlemenin olduğu kadar kadının ilerleyişi ve kurtuluşunun dinamiği olarak emek mi, insanın kurtuluşunun, öyleyse emeğin kurtuluşunun bileşeni olarak kadının kurtuluşu mu? Bu ve çoğaltılabilecek sorular ve yanıtları kadına ve hareketine, yürütülmesi gereken kadın çalışmasına ilişkin farklılıkları belirlemektedir.
Neoliberal saldırılarla kadının durumu açısından tam tersi acı sonuçlar üretmesine karşın, burjuvaziyi pervasızca emeği üretken güç olarak bile inkar etme noktasına varmışken, yaygınlaştırmaya uğraştığı “işçi sınıfının dağıldığı”, “eski tarihsel rolünü yitirdiği” ve “alt kimliklerin, yeni sosyal hareketlerin başlıca özne olduğu” vb. türü görüşler küçük burjuvaziyi işçi sınıfıyla rekabetinde cesaretlendirmekte, kapitalizm çerçevesinde “iyileştirmelerin” savunusuna yönlendirmektedir. 8 Mart, tarihsel şekillenişine karşın, BM tarafından çoktan “emekçi kadınlar günü” olmaktan çıkarılmış, “kadın günü”ne dönüştürülmüştür. Haddini bilmez feminist çevreler “emekçi” sözcüğünden bile neredeyse nefret eder pozisyonlar almış, kadının 8 Mart kutlamalarında erkek işçi ve emekçilere karşı jandarmalık yapmasını dayatır tutumlara ve ruh haline “ilerlemiştir”. Kadın hareketi burjuva, küçük burjuva bir hareket olarak tasarlanmakta, işçi ve emekçi kadınlar arasında değil ama “ortalık çalışması” olarak orta sınıf içinde yürütülmekte ve hemen her çevre açısından kadın çalışmasında sözcüler küçük burjuva unsurlardan oluşmaktadır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuva neoliberal saldırganlıktan en olumsuz etkilenenlerin başında kadınlar gelirken, yoksulluk sınırı altında yaşayan dünya nüfusunun yüzde 70’i kadınken, esnek çalışma ve eve iş verme kadınları derinden pençesine almış, tekstil gibi kadın-yoğun işkolları ve ev-işinde işgünü 10 saatin çok üstüne çıkarılmış, kadınların aldığı ücret kendi düzeyindeki erkeklerin yüzde 68’inin altında kalır ve ucuzluğu nedeniyle kadın ve çocuk emeği sömürüsü yaygınlaşmışken, sendikalı ve sigortalı kadın işçi sayısı çok düşükken, devlet işletmelerinde bile kreş kalmamış ve birçok işletmede tuvalete gitmek bile yasaklanmışken, işe girerken hamile kalmama taahhüdü alınır ve bu işten atma nedeni sayılırken, kısacası, belirli yönlerini Engels’ten aktardığımız, 8 Mart’ı doğuran 1800’lü yılların kapitalizm koşullarına çoktan dönülmüşken; işçi kadınla burjuva kadını eşitlemek ve onu görmezden gelmek, kadın çalışmasının temel dayanağı yapmamak akıl alacak şey değildir.
8 Mart emekçi kadına kutlu olsun!

“İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”ndan

Lord Ashley’in, 15 Mart 1844’de Avam Kamarası’nda on saatlik çalışmaya ilişkin yasa tasarısını takdim ettiği konuşmasından bazı ifadeleri ele alalım. Lord Ashley burada, işçilerin cinsiyet ve yaş durumlarına ilişkin bazı bilgiler veriyor… 1839’da Britanya İmparatorluğu’ndaki fabrikalarda çalışan 419.590 işçinin 192.887’si ya da yaklaşık yarısı on sekiz yaşın altındaydı ve 242.296 kadın işçiden 112.192’si on sekizinden küçüktü. Böylece geriye on sekiz yaşın altında 80.695 erkek işçi ve 96.599 yetişkin erkek işçi kalıyor, yani toplam rakamın dörtte biri bile değil. Pamuk fabrikalarında çalışan tüm işçilerin yüzde 56.25’i; yün atölyelerindekilerin yüzde 69.5’i; ipek ve keten imalathanelerindekilerin yüzde 70.5’i kadındır. Bu rakamlar, yetişkin erkek işçilere yer kalmadığını doğruluyor. Bu gerçeği teyit etmek için sadece en yakın fabrikaya gitmeniz yeter. Onlara dayatılan tersine çevrilmiş toplumsal düzen sonucu ortaya çıkan zorunluluğun getirdikleri işçiler üzerinde oldukça yıkıcı etki yaptı. Kadınların çalışması aileyi parçalıyor; kadın her gün on iki ya da on üç saatini fabrikada geçirirken kocası da aynı süre içinde orada veya başka bir yerde çalıştığı zaman, çocukların hali ne olur? Yaban otları gibi büyüyorlar; haftada bir şilin ya da on sekiz peni karşılığında bakıcıya bırakılıyorlar ve nasıl muamele gördüklerini tahmin edebilirsiniz. Fabrika bölgelerinde küçük çocukların kurbanı olduğu kazalar, korkunç boyutlarda bir artış gösterdi. Sanayi şehri olmayan Liverpool’da on iki ay içinde ölümle sonuçlanmış 146 kaza meydana gelirken; Manchester’da sebebi bilinmeyen ölüm olaylarını inceleyen memurun kayıtlarına göre 9 ayın listesi şöyle: … toplam 215 ölümlü kaza vakası. (1842’de Manchester’da revire getirilen hastaların 189’u yanık vakasıydı. Ne kadarının ölümle sonuçlandığı belirtilmemiş). Her ikisinde de maden kazaları dahil edilmemiştir. … Manchester Guardian, hemen her sayısında, bir veya daha fazla yanarak ölüm haberi veriyor. Küçük çocukların ölüm oranının, annelerin çalışmasıyla arttığı apaçık ortadadır ve acı gerçekler bu konuda hiçbir şüpheye mahal vermiyor. Kadınlar çoğunlukla loğusalıklarının üç veya dördüncü gününde fabrikaya dönerler, tabii bebeklerini bırakarak. Akşam yemek saatinde eve dönüp çocuklarını yedirmek ve kendileri de alelacele bir şeyler yemek zorundalar ve bu koşullarda bebeklerini nasıl emzirdiklerini tahmin etmek hiç de zor değil. Lord Ashley, pek çok kadın işçinin sözlerini şöyle aktarıyor:
“Yirmi yaşındaki M.H.’nin iki çocuğu var; küçük bebeğe biraz daha büyük olan diğeri bakıyor. Anne sabah 5’i biraz geçe fabrikaya gidiyor ve akşam eve 8’de dönüyor; bütün gün göğüslerinden damlayan süt elbisesini ıslatıyor.” “H.W.’nin üç çocuğu var. İşe pazartesi sabah 5’de gidip cumartesi akşam dönüyor; çocuklar için yapılacak o kadar çok şey var ki sabah 3’den önce yatamıyor. Çoğunlukla iliklerine kadar ıslanmış oluyor ve bu durumda çalışmak zorunda kalıyor. Diyor ki:”Göğüslerim bana korkunç acı veriyor ve akan sütten sırılsıklam oluyorum.”
Bu rezil sistem, çocukların sakinleştirilmesi için uyuşturucu kullanımını teşvik ediyor ve bu durum fabrika bölgelerinde çok yaygın; Manchester’da baş müfettiş olan Dr. Johns’a göre, katılmalarla gelen ölüm olaylarının başlıca nedeni, bu alışkanlık. Kadının çalışması kaçınılmaz olarak aileyi çözüyor ve bu çözülme, aileye dayalı bugünkü toplumumuzda, çocuklar için olduğu kadar ana babalar için de moral bozucu sonuçlara yol açıyor. Çocuğuyla uğraşmaya, ona ilk yılında ihtiyacı olan şefkati göstermeye zamanı olmayan, çocuğunu çok az gören bir anne, onun için gerçek bir anne olamaz, kaçınılmaz bir biçimde çocuğuna karşı duygusuzlaşır, ona bir yabancı gibi sevgisiz davranır. Bu koşullarda büyüyen çocukların gelecekteki aile yaşamları da bozuk olur; hep yalnızlığa alıştıklarından kendi kurdukları ailede de bir yuva sıcaklığını hissedemez ve böylece genel olarak işçi ailesinde var olan çözülmeye katkıda bulunurlar. Benzer bir çözülme, çocukların çalışma yaşamına girmesi ile de ortaya çıkar. Çocuklar haftalık olarak, ailelerin kendileri için harcadığından daha fazlasını kazanmaya başladığında, ana babalarına barınma ve beslenme için bir miktar para vermeye ve kalanını kendileri için saklamaya başlarlar. Bu, genellikle on dört, on beş yaşlarından itibaren görülür. Sözün kısası, çocuklar kendilerini kurtarır ve baba ocağını ekseriya hoşlarına gitmediğinde değiştirdikleri bir pansiyon gibi kullanırlar.
Pek çok hadisede, kadının çalışması ile aile bütünüyle dağılmaz ama ilişkiler tersine döner. Kadın ailenin geçimini sağlar, koca ise evde oturur, çocuklara bakar, temizlik yapar ve yemek pişirir. Bu çok sık görülen bir durumdur: yalnız Manchester’da ev işlerine mahkum böyle yüzlerce erkekten söz edilebilir. Diğer toplumsal koşullar değişmeden kalırken, aile içindeki tüm ilişkilerin böyle tersine dönmesinin erkek işçiler arasında yarattığı öfkeyi tahmin etmek hiç de güç değil. Bir İngiliz erkek işçinin Oastler’a yazdığı mektup önümde duruyor: …
Bu işçi mektubunda, başka bir işçi arkadaşının avare avare dolaşırken, Lancashire’da St.Helens’e geldiğini ve orada eski bir arkadaşını aradığını anlatıyor. Onu sefil, nemli ve çok az eşyası olan bir bodrum katında buluyor:
“Zavallı arkadaşım içeri girdiğinde, zavallı Jack’i ateşin yanında otururken bulduğunda, Jack ne yapıyordu dersiniz? Oturmuş tığ ile karısının çoraplarını onarıyordu; eski arkadaşını kapıda görür görmez elindekileri gizlemeye çalıştı. Fakat Joe, bu benim arkadaşımın adı, onu görmüştü ve dedi ki: “Jack, sen ne yapıyorsun? Karın nerede? Bu senin işin mi?” Zavallı Jack utandı ve dedi ki:” Değil elbette. Bunun benim işim olmadığını biliyorum, fakat zavallı karım fabrikada; her sabah beşbuçukta evden çıkıyor ve akşam sekize kadar çalışıyor, eve geldiğinde öylesine bitkin oluyor ki bir şey yapacak hali kalmıyor; bu yüzden onun için elimden geleni yapmak zorundayım. Üç yılı aşkın bir zamandır işsizim ve yaşadığım sürece artık bir işim olmayacak.” Ve ardından göz yaşlarına boğuldu. Ardından şunları söyledi: “Buralarda kadınlar ve çocuklar için yeteri kadar iş var, fakat erkekler için yok. …”
Bu mektupta anlatılanlardan daha akıldışı bir durum hayal edilebilir mi? Erkeği cinsiyetsizleştiren ve kadını kadınlığından eden, ne kadını ne de erkeği karşı cinse gerçek bir kadınlık ve erkeklik sunamaz duruma getiren, her iki cinsi dolayısıyla da insanlığı en utanç verici biçimde alçaltan bu durum, o pek övgüye değer uygarlığımızın en son marifeti ve kendilerinin ve gelecek nesillerin durumunu düzeltmek için yüzlerce nesil tarafından verilen tüm çaba ve mücadelelerin en son başarısıdır. Ya tüm emeğimizin ve uğraşlarımızın böyle anlamsızca sonuçlandığına bakıp insanlıktan, onun amaç ve çabalarından ümidi keseceğiz; ya da insan toplumunun bugüne kadar kurtuluşu yanlış bir yönde aradığını kabul edeceğiz. Cinsiyetlerin konumlarının böyle tamamen tersine çevrilmesinin, cinsiyetlerin baştan yanlış konumlandırılmasından kaynaklandığın kabul etmemiz gerekir. Eğer fabrika sisteminin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı erkek üzerindeki kadın hakimiyeti insanlık dışıysa, o zaman önceki durum, yani kocanın kadın üzerindeki hakimiyeti de bir o kadar insanlık dışıdır. Kadın şu andaki hakimiyetini, evin ortak geçiminin büyük bir kısmını, hatta tümünü sağladığı gerçeğine dayandırıyorsa, buradan çıkacak zorunlu sonuç şudur; aile üyelerinden biri daha çok katkı sağladığı için tiksindirici bir şekilde övünüyorsa bu mülkiyet birliği, gerçek ve rasyonel bir birlik değildir. Bugünkü toplumumuzda aile böyle çözülüyorsa, bu çözülme, ailenin temelini oluşturan bağın aile sevgisi değil, mülkiyet birliği görüntüsü altında gizli gizli hüküm süren özel çıkarlar olduğunu gösterir . Aynı ilişki, beslenme giderlerine doğrudan katkıda bulunamayan işsiz ebeveynlerine destek olan çocukların bir kısmında da görülüyor. Zaten Dr. Hawkins, Fabrika İnceleme Komisyonu Raporu’nda, bu ilişkinin başta Manchester olmak üzere çok yaygın olduğunu ortaya koydu. Bu durumdaki çocuklar daha önce belirttiğimiz kadınlar gibi evin reisi pozisyonundalar. Lord Ashley konuşmasında bunun da bir örneğini veriyor: Adamın biri iki kızını meyhaneye gittikleri için azarlamış. Onlar da ona artık emir almaktan bıktıklarını söyleyip “Allah seni kahretsin, sana bakmak zorundayız” demişler. Kazandıklarını kendileri için saklamaya kararı veren çocuklar, baba evini terk etmişler ve ebeveynlerini kaderleriyle baş başa bırakmışlar.
Fabrikalarda büyüyen evlenmemiş kadınların durumunun, evli olanlardan daha iyi olduğu söylenemez. Zaten kimse dokuz yaşından beri fabrikada çalışan bir kız çocuğunun ev işlerinden anlamasını da bekleyemez. Kaldı ki kadın işçilerin durumu, ev kadını olarak tümüyle deneyimsiz olduklarını ve bu işe uygun olmadıklarını doğruluyor. Onlar ne örgü, dikiş, yemek ve çamaşır yıkamayı ne de ev kadınının en sıradan görevlerini biliyorlar. Bakmaları gereken küçük çocukları olduğunda ise, en ufak bir fikirleri bile olmuyor bu konuda. …
Ancak bu daha buzdağının su üstündeki kısmı. Kadınların fabrikalarda çalıştırılmasının ahlaki sonuçları çok daha kötü. Hem akli hem de ahlaki yönden eğitimsiz olan her iki cinsten ve her yaştan insanları tek bir odaya toplamak, küçücük bir yere tıkıştırmak ve kaçınılmaz temaslar, kadın karakterinin uygun  bir şekilde gelişmesini hesaba katmaz. Fabrikatör, tabii eğer ilgilenirse, olaylar skandal boyutuna vardığı zaman müdahale eder sadece; kötü karakterli kişilerin daha ahlaklı ve özellikle daha genç olanları nasıl da belli etmeden ama derinden etkilediğini göremez ve sonuç olarak da engelleyemez. Oysa bu etki, en zararlı olanıdır. 1833 raporundaki tanıklıklarda, fabrikalarda kullanılan dil “ahlaksız”, “kötü”, “iğrenç” vb. olarak nitelendiriliyor. Küçük işyerlerindeki ilişkiler, büyük şehirlerdeki büyük işyerlerinde tanık olduklarımızla aynı. Nüfusun belli bir noktada yoğunlaşması, ister küçük bir fabrikada, isterse de büyük bir şehirde olsun, aynı insanlar üzerinde aynı etkiyi yapar. Fabrika ne kadar küçükse insanlar o kadar balık istifi çalışır ve temas da bir o kadar kaçınılmaz olur; ortaya istenmeyen sonuçlar çıkar. Leicester’daki bir tanık, kızının fabrikada çalışmasındansa dilenmesini tercih edeceğini söyledi çünkü, kentteki fahişelerin bu durumlarını cehenneme açılan kapı diye tanımladığı fabrikada çalışmalarına borçlu olduğunu düşünüyor. Manchester’daki bir başkası ise “tereddütsüz bir şekilde on dört ile yirmi yaş arasındaki genç fabrika işçilerinin dörtte üçünün iffetsiz olduklarını ileri sürdü.”…
Bunun yanı sıra, işçinin fabrikada gördüğü hizmetin, patrona tanınan ilk gece hakkını da içermesi gayet doğal bir şeydir. Bu bakımdan işveren, kişiler ve işçilerinin cazibeleri üzerinde de egemenlik sahibidir. Kovulma tehdidi, yüzde doksan dokuz değilse bile olayların onda dokuzunda, iffet duygusu güçlü olmayan kızların direnç göstermemesi için yeterli bir nedendir. Eğer patron alçak biri ise, ki resmi raporlar pek çok böyle örnek veriyor, fabrika aynı zamanda onun haremidir ve bütün fabrikatörlerin bu güçlerini kullanmamaları kızların durumunu hiçbir biçimde değiştirmez. İmalat sanayiinin başlangıcında; hiçbir eğitim almadan ya da toplumun ikiyüzlülüğüne itibar etmeden birden zenginleşen işverenlerin çoğu, kazanılmış haklarını kullanmada hiçbir engel tanımadılar.
Fabrikadaki işçi kadınların loğusalık dönemini diğer kadınlardan daha zor geçirdiği ve çocuk düşürmeye daha müsait oldukları, pek çok ebe tarafından da doğrulanıyor. Üstelik bütün işçilerin ortak sorunu olan takatsizliği de onlar da yaşıyor ve hamileyken bile son ana kadar fabrikada çalışmaya devam ediyorlar. Aksi takdirde ücretlerini alamazlar ve de işi bırakırlarsa yerlerine bir başkasını almakla korkutulurlar. Kadınların bir gece işte olup ertesi sabah doğum yapmasına çok sık rastlanır ve fabrikada makineler arasında doğurmaları hiç de az görülen vakalardan değildir. Eğer burjuva beyefendiler bu durumda utanç verici bir şey görmüyorlarsa, belki karıları, hamile bir kadını, doğum yapacağı güne kadar, ayakta ve sık sık eğilerek, günde on iki on üç saat (eskiden daha uzundu) çalışmaya zorlamanın barbarca bir davranış ve gaddarlık olduğunu teslim edecektir. Fakat hepsi bu kadar değil. Eğer bu kadınlar iki hafta sonra işe dönmek zorunda bırakılmazlarsa müteşekkir olmalı ve kendilerini şanslı saymalıdırlar. Pek çoğu, sekiz hatta üç dört gün sonra tam gün çalışmak üzere fabrikaya dönerler. Vaktiyle bir fabrikatör ile usta başı arasında şöyle bir konuşmaya tanık  olmuştum: “Falanca henüz geri dönmedi mi?” “Hayır.” “Doğum yapalı ne kadar oldu?” “Bir hafta.” “Çok daha önce dönmüş olmalıydı. Bak şuradaki kadın üç gün sonra döndü.” Doğal olarak, işten atılma ve aç kalma korkusu, tüm güçsüzlüğüne ve acılarına rağmen onu fabrikaya döndürür. Fabrikatörün çıkarı, işçinin hastalık nedeniyle evde kalmasına izin vermez: işçiler hastalanmamalıdır; uzun bir süre loğusa yatmaya cüret etmemelidir, aksi takdirde patron makineleri durdurmak zorunda kalacak ya da yeni bir düzenleme nedeniyle başı ağrıyacaktır ki bunları yaşamaktansa o, hastalanan işçilerini işten atar. Dinleyin:
“Bir kız, işini yapamayacak kadar hasta hissediyor kendini. ‘Niçin eve gidip dinlenmek için izin istemiyorsun?’ ‘Bilirsiniz bayım, patron bu konuda çok serttir; eğer çeyrek gün çalışmamışsak, kovulmayı göze almamız gerekir’.”
Ya da Dr. Barry’yi dinleyin:
İşçi Thomas McDurt’ın biraz ateşi vardır. “İşini kaybetme korkusuyla dört günden fazla işe gelmemeyi göze alamıyor.”
Bu durum hemen hemen bütün fabrikalarda böyle sürüp gider. Genç kızların çalıştırılması, gelişme çağında çeşitli  bozukluklara yol açar. Özellikle daha iyi beslenenlerde, fabrikaların sıcaklığı bu süreci hızlandırır, öyle ki, 13 ve 14 yaşlarındaki kızlar tamamen olgunlaşırlar. … Böyle durumlarda fabrikadaki sıcaklık, tropik iklimle aynı etkiyi yapıyor ve bu iklimlerde olduğu gibi, anormal erken gelişme ve aynı oranda da erken yaşlanma ve takatsizlik görülüyor. Öte yandan, kadının fiziksel gelişiminde gecikmelere de rastlanıyor, göğüsler ya geç gelişiyor veya hiç gelişmiyor. 17 ya da 18 yaşlarında adet görüyorlar, bazen de 20 yaşında ve bu genellikle düzensiz oluyor. Herkesçe kabul edilen resmi sağlık raporlarına göre düzensiz adet, ağrılı cinsel ilişki, sayısız hastalıklar ve özellikle kansızlık çok sık görülüyor.

Bay Morrison’a cevap


Britanya İşçi Partisi hükümeti Dışişleri Bakanı’nın bildirgesine cevap olarak bu makale ilk olarak 1 Ağustos 1951 yılında ‘Pravda’da’ yayınlanmıştır. Eski SBKP dosya arşivleri, bu makalenin Stalin’in ‘Eserler’inden çıkarıldığını belirtmektedir. Bilindiği gibi bu serinin sadece 13 cildi yayınlanmıştı. 1956 yılında gerçekleşen SBKP 20. Kongresi’nden kısa bir süre önce 14. cildin basılması duyurulmuşken bu kongrede gerçekleşen anti-komünüst dönüş bu projenin tamamlanmasına son vermiştir. Aşağıdaki makale, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan arşivlerden edinilen Marksist klasikleri İngilizce okuyan okurlara ulaştırmak için çeviren ve yayınlayan bu derginin sürmekte olan çabalarının devamını teşkil etmektedir. Bu materyallerin bir çoğunun dünyadaki bir çok temel dillere özellikle komşu kıtada çoğunlukta konuşulan dillere çevrilip yayımlandığını ayrıca belirtmek memnun edicidir.

Vijay Singh

(Revolutionary Democracy, cilt IX, no.2, Eylül 2003)*

Bay Morrison iki sorun ortaya koydu: iç politikayı ilgilendiren sorunlar ve dış politikayı ilgilendiren sorunlar.

İç Politikalar
Bay Morrison, Sovyetler Birliği’nde ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ve bireysel özgürlüğün olmadığını iddia etmektedir.
Bay Morrison ciddi bir yanılgı içindedir. Hiçbir ülkede Sovyetler Birliği’nde olduğu kadar ifade özgürlüğü, basın ya da bireysel özgürlük; işçiler, köylüler ve aydınlar için örgütler olmamıştır. Sovyetler Birliği’nden başka hiçbir yerde işçiler ve köylüler için bu kadar çok kulüpler olmamış, özellikle onlar için bu kadar çok gazete yayınlanmamıştır. Sovyetler Birliği dışında hiçbir yerde işçi sınıfı bu kadar sistematik bir şekilde örgütlenmemiştir. SSCB’de, kelimenin tam anlamıyla tüm işçilerin sendikalarda, aynı şekilde köylülerin de kooperatiflerde örgütlendiği bir sır değildir.
Bay Morrison bunları biliyor mu? Belli ki hayır. Bunu öğrenmek diye bir isteğinin bile olmadığı görülüyor. Bilgisini, Sovyet halkının iradesi sonucu ülkeden atılan Rus kapitalistlerinin temsilcilerinin dile getirdiği şikayetlerden edinmeyi tercih ediyor.
Devrim yoluyla alaşağı edilen halk düşmanı toprak ağaları ve kapitalistler için SSCB’de ifade özgürlüğü, basın ve örgütlenme özgürlüğü yoktur. Aynı şekilde, ıslah olmaz hırsızlar, yurtdışına istihbarat görevleri için gönderilen sabotörler, teröristler, katiller ve Lenin’e ateş eden, Volodarski’yi, Uritski’yi, Kirov’u öldüren, Maxim Gorki’yi ve Kuibishev’i zehirleyenler için özgürlük yoktur. Tüm bu kriminaller, toprak ağaları ve kapitalistler başta olmak üzere teröristler, hırsızlar, katiller ve gizli çalışma yürütenler tek bir şeyi amaçlamaktadır: SSCB’de kapitalizmi geri getirmek, insanın insan tarafından sömürüsünü geri getirmek ve ülkeyi işçi ve köylülerin kanıyla boğmak. Hapishaneler ve çalışma kampları bu beyler için, sadece bu beyler için vardır.
Bay Morrison, bu şahıslar için mi ifade özgürlüğü, basın ve bireysel özgürlük elde etmeye çalışıyor? Bay Morrison SSCB halkının bu şahıslara ifade özgürlüğü, basın ve bireysel özgürlük, yani işçileri sömürme özgürlüğü vermek isteyeceğini gerçekten düşünüyor mu?
Bay Morrison ifade özgürlüğü, basın vb. özgürlüğünden daha derin anlam taşıyan diğer özgürlük konusunda sessiz kalmaktadır. Halkın sömürüye, ekonomik krizlere, işsizlik ve yoksulluğa karşı özgürlüğüne dair hiçbir şey söylemiyor. Belki de Bay Morrison bu özgürlüklerin SSCB’de uzun zamandan beri var olduğunun farkında değildir. Bu özgürlükler ki, diğer tüm özgürlüklerin temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden midir ki, Bay Morrison bu temel özgürlükler konusunda utangaç bir sessizlik içindedir? İngiltere’de İşçi Partisi son altı yıldır iktidarda olmasına rağmen, İngiliz işçileri hâlâ sömürücü kapitalistlerin boyunduruğu altında yaşamaya devam ettiği için, maalesef bu özgürlükler İngiltere’de olmadığı için.
Bay Morrison İşçi Partisi hükümetinin sosyalist olduğunu, böyle bir hükümetin kontrolü altında hazırlanan radyo programlarının Sovyetler tarafından herhangi bir engelle karşılaşmaması gerektiğini iddia etmektedir.
Ne yazık ki Bay Morrison’a katılamayız. İşçi Partisi iktidara ilk geldiğinde sosyalizm yolunu takip edeceği sanılabilirdi. Fakat daha sonra İşçi Partisi’nin diğer herhangi bir burjuva hükümetten çok az farkı olduğu görüldü. Onlar da kapitalist düzeni devam ettirmeyi ve kapitalistlere muazzam kârlar sunmayı amaçlamaktadırlar.
Gerçek şu ki, yıldan yıla İngiltere’deki kapitalistlerin kârları büyümektedir, fakat işçilerin gelirleri dondurulmuş durumdadır. Ayrıca, İşçi Partisi hükümeti, bu işçi düşmanı, sömürücü rejimi ne pahasına olursa olsun savunmakta, işçilere zulüm etmekte ve hatta tutuklamaktadır. Böyle bir hükümete sosyalist denilebilir mi?
İşçi Partisi hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, kitle tüketim maddelerinin fiyatlarının sistematik olarak indirilmesi için önlemler alınması ve işçilerin maddi durumunda hissedilir ölçüde bir iyileşme sağlanması beklenir. Bunun yerine, İngiltere’de kapitalistlerin kârları artmakta, işçilerin gelirleri dondurulmakta ve temel tüketim mallarının fiyatlarında artışa gidilmektedir. Hayır, biz bu tür politikalara sosyalist diyemeyiz. İngiltere’den Sovyetler Birliği’ne radyo yayınına gelince (BBC), bu yayınlar, bilindiği gibi, kapitalist sömürüyü geri getirmek için çaba gösteren Sovyet halkı düşmanlarını teşvik amaçlı yapılmaktadır. Sovyetlerin bu tür halk düşmanı propagandaları desteklemeyeceği anlaşılmalıdır, ki bunlar SSCB’nin içişlerine karışmakla aynı anlama gelmektedir. Bay Morrison SSCB’deki Sovyet iktidarının monolitik bir iktidar olduğunu, çünkü tek bir partinin iktidarını, Komünistlerin partisini  temsil ettiğini belirtmektedir. Anlayış buysa, biz de İşçi Partisi’nin monolitik bir hükümet olduğunu söyleyebiliriz, çünkü o da tek partinin iktidarını, İşçi Partisi’ni temsil etmektedir.
Fakat mesele bu değildir. Öncelikle, SSCB’deki Komünistler yalnız başına (izolasyon halinde) değil, parti üyesi olmayan yurttaşlarla bir blok halinde hareket etmektedirler. İkincisi, Komünistlerin partisi SSCB’nin tarihi gelişiminde halkçı, anti-kapitalist tek parti olduğunu ispatlamıştır.
Son elli yıl boyunca Sovyetler Birliği halkı Rusya’da var olan başlıca tüm partileri görmüştür; toprak sahipleri partisi (Kara Yüzler), kapitalistlerin partisi (Kadetler), Menşevik partisi (sağ ‘sosyalistler’), Sosyal Devrimcilerin partisi (kulakların savunucuları), Komünistlerin partisi. Devrimci gelişim süreci içinde halkımız tüm burjuva partilerini reddetti ve Komünistler lehine seçimini yaparken, toprak sahiplerine ve kapitalizme karşı olan tek parti olduğunu gözönünde bulundurdu. Bu tarihsel bir gerçektir ve SSCB halkının Komünist partiye, mücadelesinde tam destek verdiği görülmektedir.
Bay Morrison bu tarihsel gerçeğe nasıl karşı çıkabilir? Bay Morrison sırf şüpheli muhalefet oyunu adına tarihin çarkını geri çevirebileceğini ve ölmüş olan bu partileri tekrar canlandırabileceğini mı düşünüyor?

Dış politikalar
Bay Morrison, İşçi Partisi hükümetinin barışı savunduğunu, Sovyetler Birliği’ne hiçbir tehlike teşkil etmediğini, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın şiddet kullanmadan silahsızlandırmayı savunan bir pakt olduğunu, İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra silahlanma yarışına girmek zorunda kaldığını, çünkü Sovyetler Birliği’nin ordusunu yeterince küçültmediğini iddia etmektedir.
Bay Morrison’un tüm bu iddialarında bir damla bile gerçeklik payı yoktur.
İşçi Partisi hükümeti gerçekten barışı savunuyorsa, beş güçten oluşan Barış Paktı’ndan neden uzak duruyor, tüm büyük güçlerin silahlarını azaltması konusunda neden karşı görüş bildiriyor, nükleer silahların yasaklanmasına neden karşı çıkıyor, barış yolunda ilerleyen insanları neden tutukluyor, İngiltere’deki savaş propagandasına neden son vermiyor?
Bay Morrison sözlerine inanmamızı istiyor. Fakat Sovyet halkı, kim olursa olsun söze inanamaz, beyan değil pratik talep eder.
Aynı şekilde, Bay Morrison’un SSCB’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ordusunu yeterince küçültmediği yönündeki iddiaları hiç inandırıcı değildir. Sovyet hükümeti ordusunu küçülttüğünü beyan etmiştir ve şu andaki asker sayısı neredeyse İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki barış dönemindeki kadardır. Öte yandaysa İngiliz ordusu savaştan öncekinden iki kat daha büyüktür.  Buna rağmen, gürültü koparan ve gerçeğe dayanmayan beyanlarla bu çürütülmez gerçeklere itiraz edilmeye devam edilmektedir.
Belki de Bay Morrison SSCB’nin silahlanma ihtiyacı olmayan bir orduya sahip olmasını istemektedir. Aslında ordu hükümet bütçesinin oldukça büyük bir payını almaktadır, ve dışardan savaş tehditleri olmasa, Sovyet halkı memnuniyetle ordusunu sürekli silahsızlandırma yolunu seçecektir. Fakat 1918-1920 tecrübesi bize bunun tersini öğretti; İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar (Japonlarla birlikte) Sovyetler Birliği’ne saldırarak, Ukrayna, Kafkaslar, Orta Asya, Uzak Doğu ve Arkhangelski bölgesini almaya kalkıştılar ve üç sene boyunca işkence çektirdiler. Bu bize, SSCB’nin emperyalist saldırganlara karşı bağımsızlığını koruması için asgari düzenli ordusunu elde tutması gerektiğini öğretti. Tarihte Rusya’nın İngiltere topraklarını işgal ettiğine dair tek bir olay bile yoktur, fakat İngiltere’nin Rusya topraklarını işgal edip ele geçirdiği birçok duruma tarih tanık olmuştur.
Bay Morrison, Rusya’nın Almanya sorununda, Avrupa’nın restorasyonu sorununda İngiltere ile işbirliği yapmayı reddettiğini söylemektedir. Bu bir yalandır ve Bay Morrison söylediklerine kendisi bile inanmıyordur. Herkesin bildiği gerçek şudur ki, işbirliğini reddedenler Ruslar değil İngilizler ve Amerikalılardır. Ruslar Almanya’da faşizmin restore edilmesi, Batı Almanya’nın saldırı bölgesine dönüştürülmesi yoluna sapmamışlardır.
Avrupa’nın ekonomik restorasyonu konusunda işbirliğine gelince, SSCB işbirliğini reddetmemiş, tam tersine Avrupa ülkelerinde bağımsızlık ve eşitlik prensipleri temelinde, dışarıdan herhangi bir dikta olmaksızın, Amerika Birleşik Devletleri’nin diktası olmadan, programın hayata geçirilmesini SSCB’nin kendisi önermiştir.
Aynı şekilde, Bay Morrison’un komünistlerin halk demokrasisi ülkelerinde zorla yönetime geçtiği, Kominform’un baskıya dayalı propaganda çalışmaları yürüttüğü yönündeki beyanları asılsızdır. Komünistlere kara çalmak için gözünü budaktan sakınmayan insanlar ancak bu tür beyanlarda bulunabilir.
Aslında komünistler halk demokrasisi ülkelerinde genel seçim yoluyla yönetime gelmişlerdir. Bu ülkelerin halkları, sömürgeci ve yabancı gizli servis ajanlarını doğal olarak ülkelerinden atmışlardır. Bu halkın iradesidir. Halkın sesi hakkın sesidir.
Kominform’a gelince, Kominform’un baskıya dayalı propaganda çalışmaları yürüttüğünü ancak dengesizler söyleyebilir. Kominform dokümanları yayınlandı ve yayınlanmaya devam ediyor. Bu dokümanlar herkes tarafından biliniyor ve komünistlere karşı her türlü karalama ve zedeleme amaçlı söylemleri tamamen boşa çıkarmaktadır.
Zor kullanmanın komünistler tarafından kullanılan bir yöntem olmadığını burada özellikle belirtmek gerekir. Tam tersine, komünizm düşmanlarının ve diğer yabancı gizli servis ajanlarının bu tür zora dayanan yöntemler kullandığını tarih bize göstermiştir. Örnekleri için çok uzağa gitmeye gerek bile yok. Yakın tarihte İran’ın Başbakanı, aynı şekilde Lübnan’ın Başbakanı ve Trans-Ürdün Kralı öldürüldü. Tüm bu öldürme eylemlerinin tek amacı bu ülkelerdeki yönetimleri zor yoluyla değiştirmektir. Bu insanları kim öldürdü? Kömünistler mi, Kominform’u destekleyenler mi öldürdü? Böyle bir soruyu sormak bile komik kaçmaktadır. Belki, her şeyden daha iyi haberdar olan Bay Morrison bu sorunu çözmemizde bize yardımcı olur?
Bay Morrison, Kuzey-Atlantik Antlaşması’nın bir savunma paktı olduğunu belirtmektedir. Pakt’ın saldırı amaçlı olmadığını, tam tersine ona karşı kurulduğunu söylemektedir.
Bu doğruysa, bu paktın kurucuları Sovyetler Birliği’ni orada yer alması için neden davet etmediler? Neden Sovyetler Birliği’ni kordon içine aldılar? Neden SSCB’den gizli saklı anlaşmayı imzaladılar? Hitler ve Japonya saldırısına karşı mücadele ederek SSCB saldırıya karşı savaşabileceğini ve savaşmak istediğini ispatlamamış mıdır? Sovyetler Birliği’nin şiddete karşı mücadelesi Norveç’inkinden daha mı kötüydü de, Norveç paktı imzalayan ülkelerden birini oluşturuyor. Bu saçmalık nasıl açıklanabilir?
Kuzey-Atlantik Antlaşması bir savunma paktıysa, bu paktın dışişleri bakanlar konseyi düzeyinde tartışılması yönündeki Sovyet önerisini İngilizler ve Amerikalılar neden kabul etmediler? Bunun nedeni Kuzey-Atlantik Antlaşması’nda SSCB’ye karşı saldırı içeren maddeler olması ve paktın imzacılarının bunu toplumdan mümkün mertebe saklamaya kendilerini zorunlu hissetmesi değil midir? İşçi Partisi hükümetinin, Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ne saldırıda İngiltere’yi askeri ve hava üssü haline getirmeyi kabul ettiğinden dolayı değil midir?
Sovyet halkının, Kuzey-Atlantik Antlaşması’nın SSCB’yi hedefleyen, saldırı içeren bir anlaşma olduğunu tekrar etmesinin nedeni budur.
Kore’deki Anglo-Amerikan sağcı çevrelerin şiddet içeren tavırlarında bu daha net görülmektedir. Anglo-Amerikan güçleri, özgürlüğüne düşkün, barışsever Kore halkını iki yıldır parçalıyor, Kore köylerini ve şehirlerini yok ediyor, kadın, çocuk ve yaşlıları öldürüyor. Anglo-Amerikan güçlerinin bu kana susamış tavırlarına savunma denebilir mi? Kore’deki İngiliz güçlerinin İngiltere’yi Kore halkından koruduğu iddia edilebilir mi? Bunları askeri saldırı olarak nitelemek daha dürüstçe olmaz mı?
Bay Morrison, barışsever halka karşı silahını çeviren tek bir Sovyet askeri gösterebiliyorsa, göstersin. Böyle bir asker bulamaz. Bay Morrison İngiliz askerlerinin neden barışsever Kore halkını öldürdüğünü ikna edici şekilde açıklasın. Ve bir İngiliz askeri neden ülkesinden uzakta yabancı topraklarda ölüyor?
Bu nedenledir ki Sovyet halkı, günümüz Anglo-Amerikan politikalarının yeni bir dünya savaşını kışkırttığını düşünmektedir.

Stalin’in politik ve felsefi vasiyeti


21-23 Kasım 2003 tarihleri arasında, İtalya’nın Napoli kentinde ‘SSCB’de Sosyalizme Geçişin Sorunları’ başlıklı bir seminer düzenlendi. Seminere, Emeğin Partisi (EMEP) de davetliydi. Üç gün boyunca, çoğu sosyalist akademisyenler olan katılımcılar, kendi alanlarıyla ilgili dikkat çekici derinliğe sahip makaleler sundular, bilgi alışverişi yaptılar.
Seminerde; Stalin’in sosyalist inşadaki yerinden proletarya diktatörlüğüne, 1936 ve 1977 Sovyet anayasalarının mukayeseli incelemesinden Ribbentrop-Molotov anlaşmasına, SSCB’de aile ve kadın sorunlarından Sovyet bilimi ve sinemasına, Lenin’in ittifak politikalarından NEP dönemine, Stalin ‘in “Sosyalist Ekonominin Sorunları” kitabından SSCB’nin uluslararası politikasına dek pek çok konuyla ilgili tezler sunuldu. Bu tezler, bu yıl ortalarında bir kitap haline getirilecek.
Seminerin sonunda, katılımcılar, “SSCB ve diğer sosyalist ülkelerde inşa sorunları”nın araştırılacağı bir çalışma grubu kurma kararı aldılar. Böylece, sosyalist aydınların bu çabası bir süreklilik kazanmış oldu.
EMEP GYK üyesi İhsan Çaralan da, seminerde bir konuşma yaparak dünyanın içinde bulunduğu durumu değerlendirdi ve “sosyalizmin üzerindeki tortunun silinip atılması” çağrısı yaptı.
Tezlerinin okuyucumuzun ilgisini çekeceği düşüncesiyle Prof. Dr. Hanz Heinz Holz’un aşağıda çevirisini yayınladığımız makalesi, Napoli’de düzenlenen bu seminerde tebliğ olarak sunulmuştur.

Lenin, Marksizmin katı teoremlerden oluşan dogmatik bir sistem olmadığını, tersine teorik düşünüşünde gerçek koşulların değişimini takip ettiği ve buradan pratik için eyleme yönelik sonuçlar çıkardığını tekrar tekrar vurgulamıştır. Diyalektik, unsurlarının ve etmenlerinin değişkenliğinde zaman içerisinde dönüşen genel bağıntıyı, bunların yasalı seyrinin temeli olarak tarif eden bir teori biçimidir. Diyalektik materyalizm sürekli olarak, gerçeği genel varlıksal önkoşulları açısından yeniden tanımlama zorunluluğu ile karşı karşıyadır – her teori, olguların durumunun bir yorumu olduğu kadarıyla.
Olguların gerçek durumunun döneme uygun bir düşünülüşü anlamında, Stalin’in son yazılarından, 1950 ve 1952 yıllarına ait iki makaleyi görmek gerekir. Bu makaleler, yeni bir ekonomik toplumsal ve yeni bir tarih bilimsel-ideolojik durumu işlerler. Stalin iki buçuk yıl sonra, düşünceleri pratikte gerçekleşmeden önce öldüğü için, bu yazılar, deyim yerindeyse onun teorik vasiyetnamesini oluşturur. Kruçev’in karşıdevrimci Stalin-eleştirisinde ve bunu takip eden durgunluk  döneminde bu itkiler yok sayıldı, ve Marksist teori, gelişiminde etkisiz kaldı. Fakat ben, yıkıntı altında kalmış bir teori mirasının burada yeniden canlandırılması gerektiği düşüncesindeyim.
Bu sunumda konuyu, dilbiliminde Marksizmin sorunlarına bağlanan, bilimsel teorik ve ideolojik inisiyatifle sınırlı tutacağım.  Stalin’in fikir yürütmelerinin üç ayrı yönü bulunduğu düşüncesindeyim:
– Birincisi, varlık ve bilinç ilişkisinin yapısal tarifine kesinlik kazandırılmakta ve böylece Marksizmin ontolojisi genişletilmektedir;
– İkincisi, bir okulun çizgisinin, dilbiliminde Marr’cı okulun dogmatik baskınlığı kırılmakta ve fenomenlerin tartışması yeniden serbest bırakılmaktadır; yani, tartışma başlangıcı yaratılarak bilimsel araştırmaların geliştirilmesi için bir sinyal verilmektedir;
– Üçüncü olarak, bunun ötesinde, her yönetim sisteminin tehdidi altında olduğu bürokratik donukluğa saldırılmakta ve böylece devlet ve parti faaliyetinin örgütsel bir dönüşümü için ilk adım atılmaktadır.
Bu üç nokta bağlamında, Stalin’in, büyük anayurt savaşının zaferi ve savaş sonrası ilk sağlamlaştırma yıllarının ardından, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasında yeni bir dönem başlatmak niyetinde olduğu varsayımını haklı buluyorum. Onun ölümü, anlaşılan az sayıda insan tarafından kavranan bu yenilenme sürecine ket vurdu. SBKP’nin 20. Kongresi’nden sonra, Stalin’in eseri, Sovyetler Birliği’nin ideolojik önem taşıyan toplum bilimlerindeki teorik çözülmeyi önemli oranda tetikleyen bir sessizlik tabusunun altına gömüldü.
Şimdi, Marksizm ve dilbiliminin sorunları tartışmasının bu üç yönünü ayrı ayrı inceleyelim.
Varlık ve bilinç ilişkisinin temel motifi, Marksist felsefede altyapı ve üstyapı şemasıyla ifade edilir. “Toplumsal varlık, bilinci belirler” temel formülasyonu, tarihsel materyalist anlayışla, ekonomik ilişkilerin –insanın “doğayı özümsemesini” bireysel yaşamının ve türünün yeniden üretimi olarak gerçekleştirdiği üretim ilişkileri– altyapıyı oluşturduğu; onun biçim belirliliklerinin, üstyapının buna uygun biçimlerini –hukuk sistemini, dünya görüşü içeriğini, sanatı, ahlakı, dini vb.–, kendi açısından yine maddi yapılar (örneğin sanat eserleri) ve süreçler (örneğin bilimsel araştırmalar, spor müsabakaları gibi) halinde nesnelleşebilen düşünsel yansımalar olarak ortaya çıkardığı şeklinde yorumlanır. Bu yolla üstyapının dönüp altyapı üzerinde bir karşı etkisi de gerçekleşir. Altyapı tarafından belirlendiği için üstyapı, tarihsel aşamalarda ona göre ve ona bağımlı olarak değişir.
Bu şema bir ideoloji teorisini temellendirmek için yeterlidir ve büyük çeşitlilikteki tarihsel fenomenleri kapsayacak kadar ayrıştırılmaya müsaittir.  Ancak bilimin üretici güç olarak büyüyen önemi bağlamında, üstyapı etkinlikleri ve sık sık ideolojik tasavvurlarla meydana gelen, ama yine de altyapıların değişiminden bağımsız olarak geçerliliklerini koruyan bilinç içerik ve biçimlerinin –örneğin doğa bilgisi, matematiksel bağıntılar, mantıksal düşünme önkoşulları– sorun oluşturmaya başlaması kaçınılmazdı.
Mutlak gerçek, göreli gerçek ve ideoloji ilişkisi birçok durumda kesin sınırlarla belirlenemez. Özdeşlik teoremi gibi bir mantık ilkesinin, bir üçgendeki açıların toplamı gibi matematiksel bir yasanın, Uranyumun yarılama müddeti gibi bir doğa sabitesinin ontolojik statüsünün, materyalist bir sistem içerisinde açıklığa kavuşturulması gerekir. Altyapı-üstyapı şeması, tamamlanmış bir diyalektik materyalizm felsefesinin bütün bu sorunları için yetersiz kalır.
Bu üst üste yığılan sorunlar karşısında Stalin’in, paradigmatik bir meselede, altyapı-üstyapı şemasının tek düzenliliğini ve iki haneliliğini parçalaması, Marksizmin teori gelişiminde belirleyici bir adım olmuştur.
Dil, gerçekten de öncelikle toplumsal durumların tarihsel değişkenliği ve bağımlılığı tablosunu sunar. Sözcük dağarcığında, emek süreçlerindeki değişimleri veya teknik yenilenmeleri ya da sosyal yer değişikliklerini gösteren bir anlam farklılaşması vardır. Almancada örneğin “ağ” sözcüğünün anlamı, balıkçı ağından, telefon ağına, oradan da interaktif bilgi akışlarının oluşturduğu sistem ağlarına kadar yayılıyor; ya da “kadın” sözcüğünün “sahibe” (domina) anlamı daralarak “dişi kişi” (femina) haline gelebiliyor. Mesleklere ya da toplumsal kesimlere özgü argolar veya “özgül diller” vardır. Her dönemin çoğu zaman kısa ömürlü moda jargonu bulunur. Günlük dilin ve yöresel ağızların yanı sıra “yazı dili” vardır. Kısacası, üstyapıya ait sayabileceğimiz ve üretim ilişkilerinin spesifik gelişimlerine yorabileceğimiz büyük çeşitlilikte dil fenomenleri vardır. Marr’ın dilbilimsel okulunun dili üstyapının bir olgusu olarak kabul eden görüşü bu bulguya dayanıyordu.
Stalin’in altyapı-üstyapı şemasının yetersizliğini dil sorunu üzerinde kanıtlaması, işte tam da bu yüzden böylesine büyük ideolojik-teorik bir önem taşıyordu. Şu özlü saptamayı yapar:
“Her altyapının kendisine uygun düşen bir üstyapısı vardır. (…) Altyapı değişir ya da ortadan kalkarsa, bunun sonucunda, üstyapısı da değişir ya da ortadan kalkar. Yeni bir altyapı doğarsa, bunun sonucunda o altyapıya uygun düşen yeni bir üstyapı da doğar.” 
Ve bunu Rus dili örneği üzerinden açıklar:
“Değişen, belli ölçülerde, Rus dilinin sözcük dağarcığıdır; yeni, sosyalist üretimin gelişmesi, yeni devletin, yeni, sosyalist bir kültürün, yeni bir toplumsal yaşamın ve yeni bir ahlakın oluşmasıyla ve nihayet tekniğin ve bilimin gelişmesiyle bağlantılı olarak, önemli miktarda yeni sözcük ve kavramın dile katılması anlamında bir değişikliktir bu; bir dizi sözcük ve kavram yeni bir anlam kazanmış, belli eski sözcükler sözcük dağarcığından kaybolmuştur. Fakat dilin temelini oluşturan Rus dilinin temel sözcük dağarcığı ile gramer yapısına gelince, kapitalist altyapının ortadan kaldırılmasından sonra, sadece varlığını sürdürmekle, yerini yeni bir sözcük dağarcığına ve yeni bir gramer yapısına bırakmamakla kalmamış, bilakis bunlara hiç dokunulmamış ve herhangi ciddi bir değişikliğe uğramamışlardır; bunlar bugünkü Rus dilinin esasları olarak korunmuştur”  Ardından Stalin, dilin, onu üstyapı oluşumlarından ayıran dört özelliğini sayar:
– Temel sözcük dağarcığının ve gramer yapısının altyapıyı aşan sabitliği;
– dilin kaynağının bir altyapıda değil, tersine bir dil topluluğunun tarihinin tüm seyrinde bulunuşu;
– dilin iletişim aracı olarak sınıfları aşan işlevi;
– dilin üretimle doğrudan bağlantısı
Buradan çıkan sonuç, dil söz konusu olduğunda, yalnızca altyapı ve üstyapı karşısında bağımsız bir alanla uğraşmakla kalmadığımız; ayrıca bu alanın, mantıksal ve varlıksal açıdan, tarihsel olarak belirli ve tarihsel oluşum sürecinde değişmekte olan bir altyapının tamamlanmasının önkoşulu olduğudur.
“Düşünce alışverişi sürekli ve yaşamsal bir zorunluluktur. Çünkü bu olmaksızın, (…) toplumsal üretimin kendisi de olanaksız hale gelir. Dolayısıyla, toplum tarafından anlaşılan ve onun tüm üyeleri için ortak bir dil olmaksızın, o toplum üretim yapamaz, dağılır ve toplum olarak varlığını sürdüremez. (…) Dil, toplum var olduğu sürece etkili olan toplumsal fenomenlerden biridir.” 
Altyapı-üstyapı şeması toplumsal bağıntıların yapısal bir modelidir. Stalin, Marx, Engels ve Lenin ile fikir birliği halinde, alt ve üst şemasındaki mekansal olarak mecazi diziliminin  doğrudan bir ilişki –neden ve etkinin türüne göre örneğin– olarak anlaşılmaması gerektiğine, tersine karşılıklı etkileşimleri kapsadığına özellikle dikkat çekmiştir.
“Üstyapı, altyapının bir ürünüdür, ama bu, onun yalnızca altyapıyı yansıttığı, (…) anlamına gelmez. Tersine, bir kez oluştuktan sonra, üstyapı, altyapısının biçimlenip pekişmesine etkin bir biçimde yardımcı olan (…) son derece etkin bir güç haline gelir. Başka türlü de olamaz. Üstyapı, altyapı tarafından tam da kendisine hizmet etmesi, biçimlenip sağlamlaşmasına etkinlikle yardımcı olması, eski köhne altyapıyı eski üstyapısıyla birlikte yıkmak üzere etkinlikle savaşması için yaratılmıştır.”
Üstyapının altyapı üzerindeki aktif etkisinin saptanışındaki bu yalınlık, bu ifadenin beylik bir laf olduğu izlenimini veriyor. Ne var ki, üstyapının rolüne ilişkin çatışmalı tartışmaları bilen biri, burada şemanın özünün, tartışmadaki tüm karışıklıklar karşısına damıtılarak çıkarıldığını kabul edecektir. Kusursuz olan, kendiliğinden anlaşılan şeydir.
Fakat Stalin’in tezi bunun da ötesine gider: “Kısaca: Dil, ne altyapı ne de üstyapı sınıflamasına sokulabilir. Ne de altyapı ve üstyapı arasındaki ‘ara’ bir olgu sınıflamasına girer; çünkü böyle bir ‘ara’ olgu yoktur.”   Yani: Ne altyapı ne üstyapı ne de “ara” bir şey. Bu, mimarlık kökenli mecazi biçimle, kapsanamayan reel şeylerin var olduğundan başka bir anlama gelemez. İletişim aracı olarak dil, üretim araçlarıyla benzerlik taşımaktadır; toplumsal üretimin önkoşulu olarak, toplamında bir (düşünsel) üretici güçtür, üretici güç olarak bilime benzer; düşüncelerin taşıyıcısı olarak (“düşüncenin gerçekliği”) üstyapı olgularının bir aracıdır. Toplumsal varlığın tüm alanlarıyla bağlantılı olan dil, maddi ilişkilerin canlandığı düşünsel bir oluşumdur ve aynı zamanda maddi bir ilişkidir de, yani reel-genelin yapılanma sürecidir.  Dilin fonksiyonu tarifinde, Hegel’in “nesnel tin” olarak adlandırdığı gerçeklik “maddi ilişki” olarak kabul edilmekte ve mekanik materyalizm maddi etkinliğin (“nesnesel etkinliğin”) kaynağından çürütülmektedir. Dil açısından bakıldığında, diyalektiğin önemli bir yapılanma koşulu kendini göstermektedir.
Bu noktada, Gramsci’nin Buharin-eleştirisiyle bir yatay ilişki kurmak zorunlu oluyor. “Quaderni del Carcere”nin 11. sayısında “Saggio Popolare”ye (Herkesçe anlaşılır ders kitabı) ayrılmış bölüm, nedensel ilişkiler ve bağımlılıklar mekanikçiliğine karşı genel, çok yönlü hazırlanmış bir suçlamadır; gerçeğin tarihsel süreçler biçimi olarak diyalektikten yana bir savunmadır. Gramsci’nin ana sorusu şudur: “Come nasce il movimento storico sulla base della struttura?” (“altyapı temeli üzerinde tarihsel hareket nasıl doğar?” –ç.n)  Stalin, mekanik altyapı-üstyapı ilişkisini tam da bu anlamda dilin yaşamında çözerek, bu donuk şemayı (şemanın toplum inşasının açıklanmasındaki işlevine halel getirmeden) tarihsel harekete aktarır. Gramsci, Buharin’de “Saggio popolare”nin “manca una trattazione qualsiasi della dialettica”(diyalektiğin her tür ele alınışından yoksun)  olmasını eleştiriyor. Diyalektik, “in quanto supera (e superando ne include in sé gli elementi vitale) sia dell’idealismo che il materialism tradizionale espressioni delle vecchie società” (eski toplumun ifade biçimleri olan hem geleneksel idealizmi hem de geleneksel materyalizmi ortadan kaldırdığı (ve ortadan kaldırarak onların yaşamaya muktedir unsurlarını entegre ettiği ) ölçüde bir felsefedir.  Buna karşılık Buharin eski “metafizik” materyalizmini sürdürmüştür. Bana öyle geliyor ki, Stalin’in “Dilbiliminde Marksizm” makalesinde ortaya koyduğu görüşler, diğer köşe taşlarını Lenin’in “Hegel’in ‘Mantık Bilimi’nin Özeti” ve Gramsci’nin “İntroduzione alle Filosofia”sıyla bulan, materyalist diyalektiğin felsefi bir anlayışını hazırlayan o metinler bütünlüğüne uymaktadır.  İşte tam da bu –diyalektiğe mantığın istisnai bir durumu olarak değil, tersine bir dünya görüşünün yapısal ilkesi olarak yaklaşan makul bir diyalektik anlayışı–, Gramsci’nin haklı görüşüne göre, doğru politik eylemin teorik karşılığıdır; ve Stalin’in, “Leninizmin Sorunları”ndan başlayarak diyalektiğe ilişkin düşüncelerini de bu anlamda kavramak gerek.
Dil felsefesi sorunlarının ideolojik önemi bir kenara bırakıldığında, Stalin’in politik açıdan böylesine tali bir konuda otoritesini devreye sokmasına şaşılabilir. Gerçi meselesinin, yetkinliğinin de bulunmadığını söylediği dilbiliminin kendisi değil, tersine Marksizmin ilkesel sorunları olduğuna dikkat çekmiştir.
“Ben bir dil uzmanı değilim ve elbette yoldaşların isteklerini tam olarak yerine getiremem. Ancak diğer toplum bilimlerinde olduğu gibi, dilbilimde Marksizme gelince bu doğrudan doğruya benim alanıma girer.”
Felsefi sistematiğin geniş kapsamlı bağlantısı böylelikle ifade edilmiş bulunuyor. Ancak bu saptamayla, parti önderinin bilimsel bir tartışmaya sıra dışı müdahalesi henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş olmuyor. Stalin’in açıklamaları, gerçekten de yalnızca varlığa ilişkin sistematikle sınırlı değil, tersine Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel araştırma pratiğine ve toplumsal örgütlenmenin bununla bağlantılı sorunlarına doğrudan eleştiri yöneltmektedirler. Bu yüzden, dilbilimsel tartışmaya müdahalenin ardındaki niyet açısından, daha sonra yazılmış “Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adlı makalesi de dikkate alınmalıdır.
Stalin’e sorulan soruların (sorumlu resmi görevlerdeki kişilerle röportajlarda adet olduğu üzere) kendisinin bilgisi dahilinde formüle edildiğini varsaymakta herhalde bir sakınca yoktur. “Pravda”daki açık tartışmanın haklılığıyla ilgili soru, Stalin’e, şunu büyük bir keskinlikle açıklama fırsatını vermiştir:
“Bu tartışma, her şeyden önce, hem merkezdeki hem de cumhuriyetlerdeki dil kuruluşlarında bilime ve bilim adamlarına yabancı bir rejimin varlığını açığa çıkarmıştır. Sovyet dilbilimin içinde bulunduğu duruma yöneltilen en küçük bir eleştiri, dilbilimdeki sözüm ona “yeni öğreti”yi eleştirmek için gösterilen çekingen çaba bile önde gelen dilbilim çevrelerince eziliyor, bastırılıyordu. N.Y. Marr’ın mirasını eleştirdikleri ya da onun öğretilerine karşı küçük bir hoşnutsuzluk gösterdikleri için dilbilim alanındaki değerli incelemeci ve araştırmacılar görevlerinden alınıyor ya da daha alt görevlere atanıyorlardı. Dilbilim uzmanları yararlılıklarından ötürü değil, N.Y. Marr’ın teorilerini tartışmasız kabul ettiklerinden dolayı önemli görevlere getiriliyorlardı.
Hiçbir bilimin, düşünceler arasında mücadele ve düşünce özgürlüğü olmaksızın gelişip boy atamayacağı genellikle kabul edilir. (Altını ben çizdim. H.H.H.) Ama bu genellikle kabul edilen kural göz ardı edildi ve en kaba bir biçimde çiğnendi. Kendilerine yöneltilebilecek tüm eleştirilere karşı kendilerini sağlama alarak dediğim dedik diyen ve dilediklerini yapan bir grup kusursuz yönetici ortaya çıktı.” 
Stalin’in burada halka vermeye çalıştığı itkiyi görmek açısından, tüm uzunluğuna karşın, bu paragrafı buraya eksiksiz aktarmak gerekiyordu. Çünkü onun mahkum ettiği olumsuzluklar, yalnızca bilimsel bir disiplinin özgülünde değildi, tersine devlet ve parti faaliyetinin bürokratlaşma seyri tüm toplumsal alanlara nüfuz etmişti. Sosyalist ekonominin inşasının zaman baskısı altında ve merkezi olarak yürütülmesi özelliğinden dolayı, böyle bir bürokratlaşma süreci belli ölçüde kaçınılmazdı. Raydan çıkması, Sovyetler Birliği’ndeki bu inşanın içinde bulunduğu özel koşulların bir sonucudur; bununla ilgili sorunların bu sunum çerçevesinde açıklanması mümkün değildir, ama bunun analiz edilmesine ihtiyaç vardır.
Stalin’in konuya ilişkin düşüncelerini dile getirdiği keskinlik, sorunu acil gördüğünü ve değiştirmek üzere müdahale etme zamanının geldiğini düşündüğünü gösteriyor. Meselenin, yalnızca bilimsel okullar arasındaki bir tartışmanın ötesinde olduğu, Stalin’in sözcük seçiminden anlaşılıyor. “Arakçeyev-rejimi”nden  söz ediyordu. Arakçeyev, “Kutsal İttifak” döneminde, –Metternich’e benzer ve daha  da aşırı– zalim despotik bir polis ve askeri rejim kuran gerici bir Rus devlet adamıydı. Mesele yalnızca üniversite enstitülerindeki durumu ilgilendiriyor olsaydı, bu kişinin ismini sembol olarak kullanmak tam bir uygunsuzluk olacaktı. Bununla çok daha fazlası kastediliyordu.
Biraz provoke ederek daha sivriltilmiş, çelişkili ve güvenilir olmayan bir sözcükle karakterize etmek için: Stalin, –XX. Kongre’den beri yazınsal jargonda, kavram olarak hatalı ve hileli “Stalinsizleştirme” etiketiyle anılan– toplumsal bir değişim sürecinin başlatılması sinyalini veriyordu!
Ne var ki, örgütsel ve personel olarak sağlamlaşmış yapılara müdahale, Sovyetler Birliği’nin henüz istikrarsız savaş sonrası toplumunda derin sarsıntılar yaratma tehlikesini doğuracağı için, akılcı olan, sosyalizmin inşasının farklı bir aşamasına geçişi temkinli ve küçük adımlarla hazırlamaktı. Tartışmanın toplumsal politik marjinal bir bilim alanında yürütülmesi, düşünsel ve ruhsal açıdan bir davranış değişikliğini hazırlamak ve kolektif çalışmada yeni yaklaşımlara yol açmak için ilk tetiklemeyi sağlayabilirdi.
Bunun, eldeki kaynaklarca doğrulanamayacak bir varsayım olduğunun farkındayım. Çoğu tarihsel hipotezler böylesi bir ihtimal statüsüne sahiptirler. Fakat “Dilbiliminde Marksizm” makalesinin metnini, 1936 Anayasası’yla bağlantı içinde görmek pekala mümkündür. Böylece, savaş döneminin geriliminin ardından olağanüstü hal biçimlerinin tasfiyesine geçilmek istendiği; ve başlangıç için toplumsal çatışma düzeyi düşük bir alan arandığı varsayımı artık kabul edilmeyi talep edebilir.  Böyle bir yorum, söz konusu dönemin çelişkilerinin, şeffaf nedenlerden dolayı, yazın alanında alışılagelmiş siyah-beyaz tablo çiziminden daha farklı bir açıklamasına izin veriyor.
Son olarak, iki yıl sonra kaleme alınan ekonomik sorunlara dair makaleyle bir paralellik daha kuralım. Elbette bu karşılaştırmadaki meselem, politik ekonominin içeriği değildir; bu, başlı başına bir sunumun konusu olurdu. Ancak açık aleni tartışma ve kanaat oluşturmada yeni bir tarzın yürürlüğe girmekte olduğunun açık göstergeleri bulunuyor. Bir politik ekonomi ders kitabının kaleme alınması yalnızca ön plandaki konudur; nesnel olarak ise konu, teoremlerde ifade edilen ekonomik ve toplumsal politik anlayış ve stratejilerdir. Burada yapılması gereken, eleştirel yargıyı fazla sivriltme pahasına bile olsa , kurumsal olarak kemikleşmiş durağanlığın kırılması da değildir artık; yapılması gereken daha çok, sosyalist inşanın pratiği için teorik olarak doğru ve kavramsal olarak net bir taslak hazırlamaktır. Dilbilimi üzerine makalede zaman zaman baskınlık kazanan polemik havası ekonomi makalesinde hiç yoktur. Hatta Stalin, açıkça şöyle demektedir:
“Bazı yoldaşlar tartışma sırasında ders kitabı taslağını işgüzarca yerin dibine batırdılar, yazarlarını hatalar ve boşluklar nedeniyle eleştirdiler ve tasarının başarısız olduğunu iddia ettiler. Bu haksızlıktır. Elbette bu ders kitabında hatalar ve boşluklar vardır – hemen hemen bütün büyük eserlerde bunlar vardır.”
Yalnızca Yaroşenko’ya yanıtında Stalin sertleşip alaycı olur, ve onun Buharin’in hatalarını yeniden canlandırdığı suçlaması ağırdır. (Bu kısımları, tarihsel gelişmeleri göz önünde bulundurarak okuyan biri, Yaroşenko’ya haddinin bildirilmesinde, Kruşçev’e peşinen yöneltilmiş bir eleştirinin nüvelerini görebilir.) Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin sosyalizmde de saptanması, ayrışmaları sonuca bağlamanın önünün açılmasını kapsar– ve tartışma sırasında Stalin’e yönelik açıkça ifade edilen eleştiriler de olmuştur zaten. Fakat Stalin kesin bir biçimde şunu talep eder:
“Ders kitabı taslağını düzeltmek için sayısal olarak büyük olmayan bir komisyon oluşturulması gerektiğini düşünüyorum, bu komisyona yalnızca ders kitabının yazarları ve tartışmaya katılanlar arasında çoğunluğu oluşturanların yandaşları değil, bu çoğunluğun karşıtları da, ders kitabı taslağının şiddetli eleştirmenleri de dahil olmalıdır.”  Bilimsel sosyalizmin bilgi edinme süreçleriyle yönetilen bir toplum, bir çırpıda meydana gelmez; genelin çıkarlarıyla ilgili ve bilgili olarak kaderlerini kendi ellerine alabilmeleri için, insanların eğitim ve bilgi düzeylerini sürekli olarak yükseltmelerini şart koşar.
Buna ilişkin Stalin’in makalesinden son bir alıntı:
“Toplumun, tüm üyelerine bedensel ve düşünsel yeteneklerinin çok yönlü gelişimini garantileyen bir kültürel gelişimine ulaşmak zorunludur. (…)
“Toplum üyelerinin böylesine önemli bir kültürel gelişimine, emeğin mevcut konumunda ciddi değişiklikler yapmaksızın ulaşılabileceğine inanmak istemek yanlış olurdu. Bunun için öncelikle, işgününü en azından altı ve daha sonra beş saate kadar kısaltmak gereklidir. Bu, toplum üyelerinin, çok yönlü bir eğitim elde etmek üzere boş zamana sahip olmalarını sağlamak için gereklidir. Bunun için ayrıca, toplum üyelerinin mesleklerini özgürce seçebilmeleri ve yaşamları boyunca herhangi bir mesleğe bağlanıp kalmamaları için zorunlu genel politeknik eğitimi yürürlüğe sokmak gereklidir. Bunun için devamla, konut koşullarını temelden düzeltmek ve işçilerle görevlilerin gerçek ücretlerini, gerek ücretin doğrudan yükseltilmesi gerekse özellikle kitle ihtiyaç maddelerinin fiyatlarında sistematik bir indirimle, daha fazla değilse bile, en az iki kat artırmak gereklidir.
Komünizme geçişin hazırlığı için temel koşullar bunlardır.”
Bağrından komünizmin doğacağı gelişmiş sosyalist bir topluma bu bakış ile Stalin’in teorik eseri sonlanır. Bu mirasın parçalanmasına izin veremeyiz – özellikle, bu hedef uğruna mücadelenin mal olduğu ve olacağı masum kurbanları da andığımızda.
Napoli 22/23 Kasım 2003

Anadil sorunu

Ulus, kapitalizmin doğuşu ve egemen oluşuyla ilgili tarihsel bir kavram. Dil de, ulusu oluşturan en önemli ögelerden biri. Eğer çok uluslu bir devlet ve bu devlette bir ulusun egemenliği söz konusu ise, ulusal baskı denen gerçek gündeme geliyor. Ulusal baskının olduğu toplumlarda, bu baskının genellikle ilk görünüm biçimi, -bazı durumlarda toprak sorunu olsa da- ezilen ulusun dili üzerine getirilen baskı, bu dilin yok sayılması oluyor. Uluslaşmaya gecikerek giren, çeşitli etnik toplulukların yaşadığı toplumlarda, en gelişkin ulusun devlet mekanizmasını oluşturmasıyla ortaya çıkan ulusal baskı ve bu ulusal baskının çeşitli görünüm biçimleri, artık sadece tarihte kalmış bir olgu değil. Ulusal baskı günümüzde de sorun olmaya devam ediyor. Bu ulusal baskının en göze batan yönlerinden birisi de dil sorunu; yani baskı altındaki ulusun dilinin ya da dillerin yasaklanması, bu dillere kamu yaşamında yer verilmemesidir. Bu durum, zaman zaman ulusal sorunun ‘bir dil sorunu olduğu’ tartışmalarını beraberinde getirecek kadar güçlü ve canlıdır.
Burada dil sorunun neden bu kadar önemli olduğu, üzerinde neden bu kadar fırtına koparıldığı sorusu zihinlere takılabilir. Bunu kısaca şöyle yanıtlayabiliriz; dil, ulus olmak için tek ve yeterli koşul değilse de, her ulusun bir dilinin olması zorunluluktur. Bu, eğer bir etnik topluluğun dili varsa, bağımsız bir ulus olmasının –diğer koşullar da uygunsa– yolunun açık olması anlamına gelir. Dil sorununun kilit bir sorun olarak öne çıkması, üzerinde fırtınalar koparılması en çok işte bu nedenden dolayıdır. Ve yine bu nedenden dolayıdır ki, egemen devlet yöneticileri, her gerici ve şovenist, baskı altındaki dile tanınan her hakta bölünme kabusu görmekte, bu süreci olabildiğince engellemeye ve geciktirmeye çalışmaktadır.
Bugün de ülkemizde Kürt sorunu ile birlikte, Kürtçe sorunu tartışılmakta, Kürtçenin bağımsız, ayrı bir dil olduğunu inkar eden gerici, şoven yaklaşımlar görülebilmektedir. Ancak son yıllardaki gelişme ve tartışmalar, Kürtçenin ayrı ve bağımsız bir dil olmadığını ileri süren –hâlâ orada duran ve duracaklar kuşkusuz var– şoven çevreleri geriletmiş, onlar da, yeni mevzilerini bu dile kamu yaşamında geçit vermeme üzerine kurmaya yönelmişlerdir. Bunlar şimdilerde Kürtçeye çok sınırlı da olsa kamu yaşamında yer verilmesini, ülkenin bölünmesine giden yolda ilk durak olarak görmektedirler. Bu şoven çevrelere göre, örneğin “Kürtçe yayın, farklı lehçeleri konuşan Kürtlerde dil birliğini geliştirecek ve Kürtçenin bu gelişmesi ülkeyi eninde sonunda bölünmeye götürecektir” ve bu nedenden dolayıdır ki, “ha Kalaşnikov, ha Kürtçe televizyon” kullanılmış hiç farketmez! Ancak tarihsel örnekler ortaya koymaktadır ki, dil sorunu ile, bir ülkenin hangi koşullarda bölüneceği sorunu ayrı sorunlardır. Biz burada sorunun sadece dile ilişkin yanını, Kürtçe özelinde ele almaya çalışacağız. Bu yazıda dille ilgili sorunlar ele alınacak, ama sorunun diğer yanlarına, konunun dağılmaması nedeniyle zorunlu olmadıkça girilmeyecektir.

TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’de anadil sorunu dendiğinde, doğal olarak ilk gündeme gelen Kürtçenin durumudur. Kürtçe, gerici, şoven politikalar sonucu ayrı bir dil sayılmamış, böyle bir dilin varlığı inkar edilmiş, iş Türkçenin bir lehçesi olduğu iddialarına kadar götürülmüştür. Bugün hâlâ bu iddiada bulunan çevrelerin olduğu bilinmektedir. Ancak gerek Kürt halkının mücadelesi gerekse onlarla dayanışma içerisindeki Türk aydınları ve ileri emekçi kesimlerinin mücadelesi sonucu, bugün Kürtçenin ayrı bir dil olduğu, devlet tarafından zımnen kabul edilir olmuştur. Bugün Kürtçenin resmi devlet politikasındaki adı ”geleneksel dildir”. Ama bu kabul edişin, Kürtçenin bağımsız, ayrı, gelişkin bir dil olarak hakkının teslim edildiği, Kürtçenin artık kamusal alanda engelsiz kullanılabileceği, ona özgürlük tanındığı anlamına geldiği noktasında olduğu sanılmamalıdır. Kürtçe isimlerin konulması ve kullanılmasında x, q ve w harflerine konulan yasak, özel kursların sudan bahanelerle engellenmesi vb., bu konudaki tüm yanılsamaları dağıtacak cinstendir.
Kürtçe sorununa, Kürtçenin ayrı, bağımsız bir dil olup olmadığına ilişkin kısa bilgi ve hatırlatmalarla başlamak, Kürtçenin bir dil olarak yok sayıldığı, böyle bir dilin olmadığı iddialarının ileri sürüldüğü bir toplumda, boşuna bir çaba olarak görülmemelidir. Otoritesi tartışılmayacak dilbilimciler –Garzoni, Pallas, Colletti, Rödiger vb., burada, Kürt dilbilimcileri özellikle saymıyoruz– Kürtçe ve Kürt grameri üzerine çalışmalar yapmışlardır. Dilbilimciler Kürtçeyi Hint-Avrupa dil grubunun İran koluna ait bir dil olarak tanımlamaktadırlar. Kürtçe, yapı bakımından ise, –çekim sırasında fiil kökündeki ünlünün değiştiği– bükümlü bir dildir. Pek çok dilde olduğu gibi, Kürtçenin de lehçe ve ağızları bulunmaktadır. Bunların ve farklı lehçeleri konuşan Kürtlerin bulunması, Kürtçenin bir dil olmadığının kanıtı değil, yaygın bir coğrafyada kullanılıyor olmasının ve dilin üzerindeki tüm baskılara rağmen güçlü kalabildiğinin bir kanıtıdır. Tarihten günümüze yüzlerce Kürtçe yazılı eser gelmiş; Kürtçe, ciddi üniversitelerde Kürdoloji kürsülerince incelenen bir dil olarak, varlığını, herhangi bir tartışmaya meydan bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır.
Bugün artık sorun, Kürtçenin bir dil olup olmadığı tartışmasını geride bırakmış, Kürtçenin kamu yaşamında nasıl yer alacağı noktasına gelip düğümlenmiştir. Sorun artık şudur; sınırlı televizyon yayını, Kürtçe özel kurslar vb. ile yetinilecek mi, yoksa Kürtçe kamu yaşamında Türkçenin sahip olduğu tüm haklardan yararlanacak mı? Örneğin eğitimde, mahkemelerde, devlet kurumlarında vb. Türkçe gibi kullanılması  –anadilde eğitim, konuşulması ve yazılması, devlet belgelerinin Kürtçe de yayınlanması– olanaklı olacak mıdır? Bugünün temel sorunu işte budur. Bu soruya hiç duraklamadan ve dolambaca sapmadan olumlu bir yanıtın verilmesi gerekiyor. Şurası açık ki; bu ülkede yaşayan Kürt vatandaşlarının dillerini, üzerinde hiçbir kısıtlama olmadan, kamu yaşamının her gözeneğinde, Türkçe ile aynı haklara sahip olarak kullanabilmesi, bu dilin gelişme ve serpilme olanaklarının sağlanması, iki halkın eşitliğinin ve demokratik birliğinin temel bir kanıtı olacaktır. “Evet, Kürtçe bir dildir, ama kamu yaşamında bu kadar özgürleşmesi, ülkenin birliğini tehlikeye atar, bu nedenle kullanımı şu alanlarla sınırlı olmalıdır” türünde bir yaklaşımın, sadece Kürtçeye ambargo koymak anlamına değil, bir halkın geleceğine, kendi kaderini kendisinin belirlemesine konulmuş bir ambargo anlamına da geleceği çok açıktır. Milyonlarca insanın geleceğinin, dilinin engelsiz ve eşit haklarla serbest bırakılmasının, “ülkenin bölünüp, bölünmeyeceğine” endekslenemeyeceği, demokrasi adına, bilim adına, ülkeyi koruma adına buradan bir savunma yapılamayacağı artık anlaşılmak durumundadır.
Çünkü ülkelerin ve toplumların tarihi, bu konuda çok farklı şeyler söylemektedir. Aşağıda yaşanmış, yaşanan örneklerden kısa bir özet bulunuyor.

GÜNÜMÜZDEN VE GEÇMİŞTEN BAZI ÖRNEKLER
Gerek günümüzde gerekse de tarihte çok uluslu devletlerde aynı anda iki veya daha fazla dilde kamu yaşamının düzenlendiği örnekler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde bu sorun devletin iki veya daha fazla resmi dile sahip olması ile çözülmüşken, bazı devletlerde ise resmi dilin kaldırılmasıyla, yani herhangi bir dile imtiyaz tanımanın reddedilmesiyle, bu sorun, kendi koşulları içerisinde olabilecek en demokratik tarzda bir çözüme kavuşturulmuştur.
Birden fazla ulusal topluluğun bulunduğu ve dilin konuşulduğu ülkelerde, anadil sorunu, ulusal veya etnik topluluğun dilinin tanınması, diller arasında eşit ilişkiler ya da serbestlikle bir çözüme kavuşturulmuştur. Günümüzde bu ülkelerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: İsviçre, Belçika, Kanada vb.. Fransa ve İngiltere’de ise, yerel bölgeler statüsü altında farklı uygulamalar bulunmaktadır.
Öncelikle günümüzden bazı örneklere kısaca bir göz atalım: İsviçre çok bilinen bir örnektir. Üç ulusal dil, Almanca, Fransızca ve İtalyanca resmi dil olarak kullanılmakta, ayrıca çok küçük bir topluluğun kullandığı Greko-Romanca da resmi dil sayılmaktadır.
Belçika’da, esas olarak iki dil, Flaman ve Volan dilleri, kamu yaşamında, eğitimde, mahkemelerde vb. kullanılmaktadır. Kanada’da ise, İngilizce ve Fransızca resmi dil olarak kabul edilmektedir. Basklıların yasal partilerinin yasaklandığı İspanya’da bile, 1982’den itibaren BASK bölgesine özerklik tanınmış, Katalan, Bask ve Galler dilleri, konuşuldukları bölgelerin resmi dilleri olmuşlardır.
Geçmişte yaşanmış Sovyetler örneği ise, gerek yeni bir toplumun inşası gerekse de bu alanda uyguladığı demokratizmin içeriği ile tüm diğerlerinden ayrılmaktadır. Sovyetler Birliği, 15 cumhuriyetten oluşmuş, 130 dilin konuşulduğu –1000’e yakın yerel dil vardır!– 22 dilde eğitimin yapıldığı uluslar ve diller özgürlüğü ve eşitliğinin dev bir örneği durumundadır. Bu konuda güncel bir hatırlatma Prof. Dr. Büşra Ersanlı tarafından yapıldı. Geçtiğimiz yılın sonuna doğru Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından, Bilgi Üniversitesi’nde bir panel düzenlendi ve bu panelde; anadilin eğitim-öğretim ile kamusal alanda kullanımı ve dil haklarına ilişkin konular tartışıldı. Bu panelde Marmara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Büşra Ersanlı’nın konuşması son derece dikkat çekiciydi ve 29 Aralık tarihli Evrensel Gazetesi’nde Ersanlı ile Mukadder Ekrem tarafından yapılan bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide Ersanlı, “Sovyetler Birliği’nin büyük bir laboratuvar” olduğunu vurguluyor, uygulamalardan örnekler veriyordu. İrili ufaklı dillerin kullanılması, bu dillerde ileri ve canlı, sosyalist içerikte bir kültürün gelişmesi örneğinde görüldüğü gibi, Sovyetler pek çok ulusun, bu ulusların dillerinin eşitçe ve kardeşçe gelişebileceğinin canlı bir örneğini vermişti. Bu sayede pek çok dilde sadece anadilin öğretimi değil, bu dilin bazı temel bilimlerde kullanılması da olanaklı oldu. Sonuçta ilk sosyalizm deneyi kapitalizme geri dönülmesiyle sonuçlandı; ancak onun canlılık kazandırdığı uluslar ve diller, sosyalizmin kendilerine sunduğu geniş olanaktan yararlanarak geliştiler ve modern yaşam içerisindeki yerlerini aldılar.

SONUÇ
Sonuç olarak şuna yeniden vurgu yaparak yazıyı bitirmek gerekiyor. Ülke sınırları içerisinde Kürtçe de, Türkçe gibi, okunup yazılabilen, eğitim yapılabilen, resmi devlet kurumlarında yazışma için kullanılabilen, basın yayın araçlarında sınırsızca kullanılabilen, gelişip serpilmesi devlet tarafından da desteklenen bir dil olabilir ve olmalıdır. Kürtçe üzerindeki demirden cenderenin kırılması için, sadece mücadele eden halklara değil, bilim adamlarına, özellikle de dilbilimcilere büyük görevler düşüyor. Aydınlar ve bilim adamlarından beklenen, hiçbir kaygıya kapılmadan, Kürtçenin özgürlüğünü savunmaları, tarihin gördüğü en mazlum halklardan biri olan Kürt halkına, insanlık borçlarını hiç olmazsa bu biçimde ödemeye çalışmalarıdır. Eğer namuslu ve bilime bağlı –şimdilik sayıları fazla olmasa da, artık bunlarda çıkmaktadır– bir Türkolog, bir an için Kürtçenin yerine Türkçeyi koyar, dilin üzerindeki baskı ve engelleri, bunun yaratacağı sonuçları zihninde canlandırmayı deneyecek olursa, herhalde Kürtçenin hakkını savunmakta fazlaca zorlanmayacaktır.

Fabrika çalışmamızın bazı sorunları

Fabrikalardan ve bölgelerden gelen haber ve mektupların değerlendirilmesi; fabrika çalışmamızı, çeşitli yönleriyle, daha önceden yazılıp çizilmiş bazı meselelerin tekrarı pahasına, yeniden ele alma ve irdelemeyi zorunlu kılıyor.
Biliniyor ki; işçi sınıfı içinde çalışma, özel olarak da fabrika çalışması, partimiz için her dönemin temel meselesidir. Bu durum; partimizin, bir işçi partisi olması ile ve parti olarak varlık nedeniyle doğrudan bağlantılıdır. Fabrikalar ve işyerleri, özellikle de büyük fabrikalar, partimizin temel çalışma ve örgütlenme alanlarıdır. Dolayısıyla, fabrikalarda süren çalışmamızın ve örgütlenme faaliyetlerimizin, hem işçi hareketinde yaşanan gelişmeler hem de çalışmanın ilerletilmesi ve çalışmada ortaya çıkan sorunlar bağlamında yeniden ele alınıp işlenmesi, anlaşılır bir durumdur.
Sorun, parti çalýþmasýnýn þu veya bu yönüne iliþkin görüþ birliði deðil, görüþ ve irade birliðine uygun bir çalýþmanýn, tüm yönleriyle örgütlenmesi ve istikrarlý olarak yürütülmesidir. Ýþçi sýnýfý içinde çalýþma ve mevzilenme, kadrolarýn ve güçlerimizin belli baþlý büyük fabrika ve iþyerlerinde yoðunlaþtýrýlmasý, hareketin asýl gücünün yattýðý büyük fabrikalarda örgütlü bir güç haline gelme, iþçi ve emekçi hareketine fabrika ve iþyerlerindeki örgütlü güçlerimizle katýlma ve geliþtirme, mücadeleci ve güçlü bir sendikal hareketin, bu güce dayanarak geliþtirilmesi – tüm bu konularda, parti örgütlerimizde tam bir görüþ birliðine raðmen, buna uygun bir çalýþmanýn yürütülmesinde önemli sorunlarýmýz, eksiklik ve yetersizliklerimiz varolmaya ve bunlarýn aþýlmasý, çalýþmanýn güçlendirilmesi, önümüzde bir görev olarak durmaya devam ediyor.
Örgüt çalışmasında gerekli olan, herkesi yeteneğine, özelliklerine ve deneyimine uygun, yapabileceği bir parti işinde görevlendirmektir. Ancak bu, her partilinin her işte görevlendirilebileceği, her birim ya da alanda sorumlu kılınabileceği anlamına gelmez. Hele de belli bir yerel alanda öncelikli çalışma ve yoğunlaşma birimleri ve alanları söz konusu olduğunda, mevcut kadro olanakları içinde en gelişkin, en yetenekli ve tecrübeli kadroları görevlendirmek doğru olanıdır.
Partimizin, öteden beri, işçi sınıfı içindeki çalışmada, büyük fabrika ve işyerlerinde görevlendirme konusundaki tutumu ve özeni bilinmektedir. Buna rağmen, yerel örgütlerimizde yapılan bazı görevlendirmeler, yerel plandaki temel fabrikalar, yoğunlaşarak çalışacağımız büyük fabrika ve işletmeler belirlemesine ve aynı zamanda, bu fabrika ve işletmelerin, işçi hareketi içinde tuttuğu yer ve öneme de uygun değildir.
Hâlâ, şekli türden ya da “bu fabrikaya da birini görevlendirdik” diyebilmek için görevlendirmeler yapılabilmekte. Böylesi durumlarda, görevli ya da görevliler de, çoğunlukla zaten ilişkide olunan işçilerle, temsilcilerle görüşerek, onlara partiden aktarmalar yaparak, elbet de bir şeyler yapmaya çalışarak, “ne uzar ne kısalır” seyrinde “görevini yerine getiriyor”! Yönetici organlarımız ve ilgili alan sorumlularımız, düşünce planında böyle bir görevlendirme ve “görevi yerine getirme” tarzını, böyle bir çalışmayı, hele de böyle bir yoğunlaşmayı savunmasalar da, fiilen yürüyen, daha doğrusu yürümeyen çalışma, bu oluyor. Yani, partimizin bunca yıllık işçi sınıfı içinde, fabrika ve işyerlerinde çalışma (tüm olumlu ve olumsuz yanlarıyla) deney, tecrübe ve birikimine hiç de uygun olmayan ve hatta bu birikime yabancı bir çalışma…
Böylesi durumlarda, ilgili fabrika ve işletmedeki çalışmanın seyri, ilişki içinde olduğumuz işçilerin, partiden bekledikleri ve almaları gereken yardım ve desteği alamadan yapmaya çalıştıkları ve yapabildiklerine bağlanıyor, ve zaman içinde, umduğunu bulamama kaynaklı bıkkınlık belirtileri ve idare etme durumları ortaya çıkıyor. İşin kötüsü, bu ve benzer durumlar, sanki çok zor görülebilir durumlarmış gibi, sürüyor ve gerekli müdahale yapılarak, gerekli önlemlerin alınması ve doğru bir çalışma hattına girilmesi uzun zaman alabiliyor. Böyle bir  fabrika çalışması nasıl kabullenilebilir, neyle açıklanabilir?
Şu anlaşılabilir bir durumdur; mevcut kadro olanaklarımızla bugün onlarca fabrika ve işyerinde değil de, az sayıda büyük fabrikada çalışma yürütebiliriz, diğer fabrika ve işyerlerindeki çalışmayı da, bu fabrikalardaki çalışmaya, ama gerçek anlamda bir çalışmaya bağlı olarak ele alır ve böyle çalışabiliriz. Mümkün olan en uygun ve kısa zamanda ve çalıştığımız fabrikalardaki gelişmelere ve çalışmanın ilerlemesine bağlı olarak, yine önem sırasıyla, diğer fabrikaları gündemimize alır ve çalışma yürütürüz. Ama, temel çalışma alanı olarak belirlediğimiz bir fabrika ya da işletmede böyle bir görevlendirme, böyle bir çalışma ve böyle bir çalışmanın yönetici organlarca ve sorumlularca kabulü  ve böyle sürmesinin müdahalesiz izlenmesi, anlaşılabilir tutumlar değildir.
Mektup ve haberler de ortaya koymaktadır ki; “fabrika ve işletmelerde düzenli ve istikrarlı  olarak sürdürülen, örnek bir parti birim çalışması azdır.” Ve birçok büyük fabrika ve işletmede ve yanı sıra onlarca fabrikada rutin ve yüzeysel bir çalışma sürmektedir. Örgütleme ve hele de yoğunlaşarak çalışma belirlemesiyle, büyük bir fabrikada yürüttüğümüz çalışma; sadece “bizden” ya da birkaç partili işçiyle sürdürülen bir ilişki ve bunun olanak verdiği bir çalışma, bildiri, broşür, gazete dağıtımı ve zaman zaman yapılan sendika toplantılarına katılma ya da toplantı düzenlemeyle sınırlı bir çalışma olmamalıdır.
Doğru ve işe uygun bir görevlendirme yapılmalı, görevlendirilen kadro veya kadrolar, fabrika işçilerinin arasına girmeli, yaşamını, sorumluluğu gereği işçiler arasında kurmalı ve işçiler arasında yaşamalıdır. İşyeri, sendika, işçilerin oturdukları semt ve mahallelerde, kahvelerinde, evlerinde kısaca işçi yaşamının tüm alanlarında işçilerle birlikte olabilmelidir. İşçilerin tümünü tanımaya çalışan ve giderek tanıyan, aynı zamanda işçilerce de tanınan, hepsiyle oturup konuşan, sohbet edip, (sadece politik meseleleri değil, gündelik yaşamın tüm sorunlarını, geçim, çoluk-çocuk ve sorunları, eğitim, kültür, sinema, müzik, edebiyat vb.) tartışabilen, güven veren ilişkiler içinde olabilmelidir. Sorumlu olduğu aydınlatma çalışmasını, ilerleme, mücadeleye daha ileriden katılma eğilimi, isteği ve çabasında olan işçiye yardım etmeyi, onları partide örgütlemeyi ve partili işçiler olarak gelişmelerine destek olmayı da, ancak böyle bir ilişki ve çalışma tarzı ile yerine getirebilir.
Ancak, büyük il örgütlerimizin öncelikli çalışma alanları olarak belirledikleri sanayi havzalarındaki gerek büyük fabrika ve işletmelerde, gerekse de organize sanayi sitelerindeki fabrika ve işyerlerinde (ki; bu fabrika ve işyerlerinin çoğunluğu, uzun yıllardır öncelikli ve önemli, yani yoğunlaşarak çalıştığımız ya da böyle belirlediğimiz fabrikalardır) yürütülen çalışmaya baktığımızda, çalışmamızın birçok yönünde zayıflıklar görülmektedir. Birçok fabrikada uzun zamandır çalışma yürütüyor olmamıza rağmen, ilişkilerimiz, birçok fabrikada üçer-beşer partili işçi ve onların dar çevresiyle sınırlıdır. Bazı işyerlerinde, birkaç işçiyle tanışılmış, ama epeydir görüşülemiyordur! Hemen tüm bölgelerde fabrika çalışmasında görevlendirecek kadro sıkıntısı çekilmektedir. Öncelikle çalışma yürüttüğümüz fabrika ve işyerlerinde, günlük gazete okur sayısı, ya partili işçiler kadar ya da birkaç fazlası, bazı işyerlerinde ilişkide olduğumuz işçi sayısının bile gerisindedir. Partili, çalışmaya katılan ve çevremizdeki işçilerin eğitimi ve geliştirilmesi, ilerletilmesi sorunu yaşanmaktadır.
Bütün önlemlere ve değiştirme çabalarına rağmen, fabrika çalışmamızda, özellikle de öncelikli çalışma birimleri olarak belirlediğimiz fabrikalardaki çalışmamızda, yeterli ve gerekli yoğunlaşma ve derinleşmeyi sağlayabilmiş değiliz. Bu fabrikalardaki çalışmalar, büyük ölçüde görevlendirilmiş kadroların yetenek, tecrübe, sebat ve kararlılıklarına (bu elbette gerekli ve önemli, ama yeterli değil, mektuplardan da bu çıkıyor) bağlı olarak sürüyor. Özellikle fabrika çalışmasında yeni ve tecrübeden yoksun kadrolar açısından, bu, ciddi bir sorun oluşturuyor. Buralarda süren çalışmaya yönetici organların ve sorumluların katılımlarının zayıflığı da, önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Görevlilerimiz, çoğunlukla partili işçilerle ve sınırlı bir çevreyle ilişkiyi aşamıyor. İlişkilerin gelişimi ve yaygınlaşması; ilişkide olduğumuz işçilerin ya da partili işçilerin yeni işçiler tanıştırmasına (bu, elbette gereklidir ve olacaktır, ama sadece bu yolla ilişkilerin yeterince genişleyemeyeceği açıktır) kalıyor. Görevlilerimizin işçiler arasına katılımı, semt, mahalle, işçi kahveleri, işçi evleri, doğal işçi kümelenmelerine girebilme, buralarda yeni işçiler tanıma, tanıdıklarıyla ilişkilerini ilerletme, işçi yaşamını derinlemesine tanıma ve katılma düzeyi hâlâ yetersizdir. Ayrıca, hem gazetenin parti çalışmasının temel aracı haline gelmesi ve böyle bir araç olarak kullanılması, hem de içlerinde olduğu ve onlardan biri olarak yaşadığı işçiler arasından gazeteye, kendi çalışmasını da kolaylaştıracak ve geliştirecek haber, yazı ve röportajlar çıkarma, yazma, yani gazeteye ciddi bir katılım (burada vurgulanan, işçi mektupları ve işçilerin yazdığı haberler değil, parti görevlilerimizin gazeteye katılımıdır) da oldukça yetersizdir. 
Parti çalışmamız; hiçbir zaman olmadığı gibi, bugün de, sorunlar, zaaflar ve olumsuzluklar toplamından ibaret bir çalışma değildir. Partimiz, tüm parti üye ve militanları ve parti gençliği; işçi sınıfına ve emekçi halka sarsılmaz bir bağlılık, işçi sınıfı ve halkın çıkarlarını tüm gücü ve samimiyetle savunma konumundadır. Herkesçe bilinmektedir ki; partimizin içinde yer almadığı, tüm gücüyle desteklemediği bir işçi eylemi ve mücadelesi yoktur. Günlük işçi gazetesi; işçi sınıfı ve emekçilerin sesi, soluğu; tüm haklarının, eylem, direniş ve mücadelelerinin sesi ve savunucusu olmuştur. Ve işte bu niteliği ve özellikleri dolayısıyla partimiz; kendi hata ve zaaflarına karşı her zaman uzlaşmaz bir tutum içinde olmuştur.
Fabrika çalışmamızın yalnızca olumsuzluklardan ibaret olmadığını söyledik. Yoğunlaşarak çalıştığımız, önemli ölçüde ilerleme sağladığımız, düzenli işleyen parti birim örgütlerimizin kurulduğu ve çalıştığı, işçi çevremizin genişlediği, gazetenin daha çok işçiye ulaştığı ve bir aydınlatma ve örgütlenme aracı olarak kullanımında ileriye adımların atıldığı fabrika ve işyeri çalışmalarımızın olduğu da bir gerçektir. Gerek fabrika ve işyerleri gerekse de organize sanayi sitelerinde, yakın çevremizi aşan, birkaç yüz işçinin katıldığı, işçi sınıfı ve ülkenin çeşitli sorunlarının tartışıldığı (iş yasası değişikliği ve buna karşı mücadele, Irak’a saldırı, Amerikan işgali, Irak’a asker gönderme, demokratikleşme vb.), aydınların ve sendikacıların da katılımıyla toplantılar düzenleniyor.
Buralarda, daha canlı ve günlük bir ajitasyon ve aydınlatma çalışması; gazeteye haber, yazı ve röportajlar gönderme ve bunların çıktığı günlerde, daha yaygın olmak üzere, gazetenin dağıtımı daha düzenli ve daha yaygın yapılıyor. İşçi yaşamına katılma, işçiler arasında yaşama,doğal işçi kümelenmelerine girme, işçi semt ve mahallelerini, işçi evlerini ve işçilerin bir araya geldiği mekanları (kahveler, yöre dernekleri vb.) fabrika çalışmasının sürdürüldüğü, devam ettirildiği alanlar haline getirmede gözle görülür ilerlemeler yaşanıyor. Ayrıca, yönetici organlarımız ve üyelerinin çalışmaya ilgisi, takibi ve katılımı daha ileriden ve olumlu. Sürdürülen çalışma, daha yakından izleniyor, içinde olunuyor ve destekleniyor.
Bu alanlarda sürdürülen ve olumluluklarıyla öne çıkan çalışmayı –daha da geliştirip güçlendirerek–, tüm alanlarda sürdürdüğümüz çalışmanın özellikleri haline getirme görevi ve sorumluluğu önümüzde duruyor. Dolayısıyla, bu yazıda parti çalışmasında ortaya çıkan olumsuzlukların ve eksikliklerin irdelenmesi ve eleştirisi; ne olumlulukları görmeyen ne de çalışmalara samimiyetle katılan tek tek partili ve işçileri hedef alan eleştirilerdir, ama, gerek anlayış planında gerekse de pratik çalışmada yaşamaya devam eden sorunları ve zaafları, olumsuzluk ve eksiklikleri hedef almaktadır.
Daha net görülebilmesi için, değerlendirilen ve eleştirilen sorunları mektuplardan örneklemeye çalışalım. Aynı sektörden işyerlerinin bulunduğu büyük bir komplekste uzunca bir süredir çalışma yürütüyoruz. Son birkaç yıldır da yoğunlaşarak çalıştığımız ve çalışmada görülür bir ilerlemenin, işçi çevremizde genişlemenin yaşandığı bu birim örgütümüz, mektubunda “şimdiye kadar neredeydik” dedirtecek bir değerlendirmeyle; grup üyelerimizin tanıdığı, az çok samimi olduğu işçilerle, başta gazete aboneliği olmak üzere parti çalışmalarına katma hedefiyle, mahalle ve evlerinde ilişki kurmayı önüne görev olarak koyuyor. Bu durum; birim örgütümüzün çalışmasındaki olumlu gelişmelere rağmen, işyeri çalışmamızın işyeri dışındaki alanları olarak ele almamız gereken işçi mahalleleri ve işçi evleri, işçilerin toplanma yerleri (ki bu alanların, işe başlarken gündemimize girmesi gereklidir) gibi alanlarda çalışmayı, en azından şimdiye kadar önemsemediği ya da es geçtiğini gösteriyor. Ve parti görevlilerimizin işçi yaşamına katılma, onlar arasında yaşama konusundaki zayıflıklarına işaret ediyor. Çalışmanın bu yönünü geliştirmeli ve güçlendirmeliyiz.
Bir başka mektupta ise, “2000’in üzerinde işçi çalışıyor. Bölgenin en büyük fabrikası durumunda. Üç işçiyle düzensiz bağımız var, oturdukları mahalleleri biliyoruz. Fabrikanın bulunduğu bölgedeki semt çalışmasını genişleterek, (fabrika çalışmasını) sürdürmek gerekiyor.” değerlendirmesi yapılıyor. Memleketimizde iki bin işçinin çalıştığı kaç büyük fabrika var diye sorulsa, verilecek yanıt, açıktır ki, çok az olacaktır. Ve bu bölge, parti olarak, en az iki-üç yıl önceden yoğunlaşacağımız işçi havzalarından biri olarak belirlenmiştir. Gelinen yerde, yoğunlaşma alanlarımızdan birinde, bir işçi havzasında, bölgenin en büyük fabrikasında çalışmamızın düzeyi; “üç işçiyle düzensiz bir bağ” ve işe tersinden başlamayı öneren bir değerlendirme: “semt çalışmasını genişleterek sürdürmek”! İşte önümüzde uzunca bir zamandır sürdürülen, yoğunlaşarak sürdürülen fabrika çalışmasının sonuçları. Bu manzara kabul edilebilir mi? Alanda görevli ve sorumlu organımız görevini, sorumluluğunu yerine getirmedi, “düzensiz bağlarla” idare etti diyelim, bu alanın asli sorumlusu, yönetici organ ve üyeleri nerede? Bu durum karşısında ne yaptı, ne gibi önlemler aldı, bu fabrikadaki çalışmayı nasıl düzelteceğiz, nasıl örgütleneceğiz?
Baþka bir bölgeden gelen mektupta ise, o bölgede yoðunlaþarak çalýþma görevi belirlenmiþ büyük bir metal fabrikasýndan (yaný sýra, bazý fabrikalardan) hiç söz edilmiyor. Daha önceki bilgilerimizden, bu fabrikada tanýþýp görüþtüðümüz iþçiler vardý. Bu fabrika, iliþkide olduðumuz iþçilerde “beklenen” ilerleme görülemediði için gündemimizden düþtü mü? Ýþçi partisi olarak, büyüklüðü (iþçi sayýsý) ve iþçi hareketi içinde tuttuðu ya da tutabileceði yer nedeniyle, yönelmemiz ve sürekli bir çalýþma içinde olmamýz gereken yerde, yani büyük fabrikalardaki çalýþmayý örgütlemede kararlý ve ýsrarcý olacak mýyýz; yoksa iliþkide olduðumuz iþçilerin bize az çok daha yakýn ya da partili olduklarý iþyerleri ve fabrikalarda mý çalýþma yürüteceðiz? Ýþçi hareketinin ana gücünün yattýðý büyük fabrikalarda, zor ama iþçi hareketinin geliþimi açýsýndan önemli olaný mý, yoksa hemen çevremizdeki iþçilerin çalýþtýðý (elbette önemsiz deðil, ama ikincil olaný) bir anlamda elimizin altýndakini, kolay olaný mý seçeceðiz? Herhalde, her partilinin yanýtý, büyük fabrikalardaki çalýþma olacaktýr.
Yukarıda mektuplardan ve hergün gözlediğimiz çalışmanın tümünden sonuçlar çıkaracak olursak; öncelikle işçi sınıfının ve işçi hareketinin ana gücünü taşıyan büyük fabrika ve işletmelere yönelik çalışmayı esas alacak, örgütümüzü ve kadro potansiyelimizi buna uygun olarak mevzilendireceğiz. Büyük fabrika ve işletmelerde çalışma ve örgütlenmenin zorlukları nedeniyle, birkaç ay yönelip gazete, bildiri dağıtımı yaparak, birkaç işçiyle tanışıp kısa vadede beklediğimizi bulamayınca yüz-geri etmeye, yönelim ve çabanın rolantiye düşürülmesine, ilişkilerin “düzensiz bağa” dönüştürülmesine, kolaycı bir yaklaşımla  “bizimkilerden” bir çevrenin olduğu küçük  istikrasız işyerlerine “yoğunlaşılmasına” müsaade etmeyeceğiz.
Büyük fabrika ve işletmelere yönelik çalışmada; “en kararlı, en gelişkin, en yetenekli kadrolarla işçi sınıfına, büyük fabrika ve işletmelere” tutumuyla hareket ederek, doğru ve yerinde görevlendirmeler yapacağız. Ama kadroların, ancak çalışma içinde yetişecekleri ve yeteneklerini geliştirebileceklerinin bilincinde olarak; ilerleme istek ve çabasındaki her işçiyi, kararını vermiş işçi sınıfına ve mücadelesine bağlanma tutumu içindeki genç ve okumuş kesimlerden partilileri ve genç aydınları da (ileri, profesyonel kadrolarımızın yanında, yayın ve materyal dağıtımı, işçilerle okuma, onların politik eğitimlerine yardımcı olmak üzere mutlaka iş vermeliyiz) cesaret ve girişkenlikle görevlendirmekten kaçınmayacağız. Onlara çalışma içinde yakın durarak, işlerini tökezlemeden öğrenmelerine, yetenek ve becerilerinin gelişmesine ve politik ilerlemelerine yardımcı olacağız. Fabrika çalışmasında görevlendirecek  kadro sıkıntısını aşmanın başkaca bir yolu da yoktur.
Yönetici ve sorumlu organlar, sorumlu oldukları alanda, her gün hangi fabrikada ne olup ne bitiyor, hangi fabrikada ne gibi gelişmeler yaşanıyor, oradaki parti grubumuz ya da görevlimiz hangi tutumu aldı, yarın ne yapacağız, şu fabrikaya yönelik çalışmanın sorunları, zayıflıkları neler, nasıl giderebiliriz, hangi birimde gazete dağıtımı nasıl gidiyor, oradaki şu gelişme gazeteye yazılmalıydı, neden yazılmadı vb. ölçüsünde, yürüyen çalışmanın tüm yönlerine hakim olabilmelidir. Çalışmaya böyle derinlemesine bir hakim olma çabası, aynı zamanda alanda tüm birimlerde yürüyen çalışmaya en yakın olmaya doğru, ileri bir adım da olacaktır.  Ancak çalışmaya böyle bir hakimiyet ve yakınlık, iyi yapılmış, yoğunlaşacağı alan, fabrika ve işletmeleri belirlemiş yerel planları, plan düzeyinde kalmaktan kurtarabilir. Yönetici organlar, çalışmaya ancak, böyle bir hakimiyet ve yakınlıkla, gevşekliklerin, rehavetin olduğu gibi, zorluklar karşısında pes etmenin, çalışmayı ara sıra görüşme ilişkisine dönüştürmenin, kolaycılığın önüne geçebilir, gereken müdahaleyi gereken yerde ve zamanda yapabilir ve gerçek anlamda yönetici bir organ düzeyine yükselebilir. 
Bunun yanı sıra yönetici ve sorumlu organlar, görevli kadrolara çalışma içinde olabildiğince yakın olmaya çalışarak, yürüttüğü çalışmanın sorunlarını, gelişmeleri, ihtiyaçları, atılması gereken yeni adımları vb. yakından izleyip denetleyerek, çalışmanın değerlendirmesi ve eleştirisinden öğrenmesini destekleyerek, ileriye doğru teşvik etmekle yükümlüdür. İleriye doğru atılmış her adımı, her olumlu gelişmeyi teşvik edeceğiz. Ama yapılan iyi işlerden, olumlu gelişmelerden  dolayı kendinden memnuniyet duygusuna ve rehavete kapılmalarına, çabuk ilerleme kaydedememiş olmaktan, olumsuz gelişmelerden “bu iş olmuyor, beceremiyoruz” vb. duygulara  ve umutsuzluğa kapılmalarına müsaade etmeyecek; sabırlı, ısrarlı ve inatçı bir çalışmayı kavramalarına ve sürdürmelerine yardımcı olacağız. Ki; partimizin ihtiyacı olan gelişkin ve donanımlı parti militanları da, ancak böyle bir çalışma ve pratik günlük çalışmada görevlendirme, sorumlu kılma, işini yapmasına ve geliştirmesine, politik ve teorik eğitimlerine yardımcı ve destek olma ilişkisi içinden yetişecektir.
Profesyonel kadro azlığını tespit etmek yetmez, çalışmaya ve çalışma içindeki kadrolara bakmak, en ileri olanları, eğilim gösterenleri daha yakından desteklemek ve teşvik etmek gerekir. Parti çalışması içinde yakınen gözlenen ve çok yönlü gelişimi teşvik gören partili işçi genç ve militanları profesyonel çalışmaya hazırlamak, özellikle de işçi kökenli partilileri hazırlamak ve teşvik etmek, önemli bir görevimizdir.   
Mektuplarda, yerel sendikal platformlara ilişkin olarak, yeterince istikrarlı, etkili ve işlevli olmadıkları değerlendirmesi yapılıyor. Hareketin durumundan bağımsız olarak, böyle genel geçer bir tespit doğru değildir. Ve bunun yanı sıra, bazı samimi çabaları saymazsak, platformun bir araya getirdiği şubeler de, işçi sınıfı içinde, fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç durumunda değiller ve asıl zayıflıkları burada yatıyor. Her ne kadar, iyi niyetli ve mücadeleci istek ve eğilimlerle platformda bir araya gelmiş olsalar da, kendi zayıflıkları nedeniyle, aslında kendi zayıflıklarını aşmanın bir yolu olduğu halde, platformu mücadeleci bir sendikal mihrak haline getirecek kararlar almada ve adımlar atmada  güvensiz ve tereddütlü bir konumdadırlar. Ancak tüm bu zayıflıklarına rağmen, yerel  sendikal platformlar, geçmişte nasıl işçi hareketi içinde ileri, geliştirici ve konfederasyon merkezlerini de zorlayan bir rol oynamışlar ise, bugün de hareketin toparlanmasının ve ilerlemesinin gücü ve dayanaklarından biri olabilirler.
Sendikal platformların ve bir bütün olarak sendikal hareketin mücadeleci bir çıkış yapabilmesinin yolu; işyeri ve fabrikalarda özellikle de büyük fabrikalarda sınıfın sendikalarına, kendi öz örgütleri olarak sahip çıkmasından ve sendikalarını buna dayanarak yeniden örgütlemesinden ve yönetmesinden geçmektedir. Ayrıca bugün sendikasız işyerlerindeki güçlü sendikalaşma eğilim ve çabası da görülmeli ve teşvik edilmelidir. Mücadeleci sendikacıların, özel olarak da partili sendikacıların rolü ve çabası da bu yönde olmak ve bu güce dayanmak zorundadır. Ancak partimiz sendikal hareketin ve yerel platformların durumundan bağımsız olarak, büyük fabrika ve işletmelerde çalışma yürütmek ve örgütlenmek sorumluluğundadır. Sendikal hareketin ve yerel sendikal platformların güçlenmesi ve güçlendirilmesi de, partimizin bu temel sorumluluğunun bir parçası olarak ele alınmalıdır. Öte yandan son dönemlerde, öncekilerden farklı özellikler gösteren (Uşak‘taki sendikalaşma hareketi gibi) bir sendikalaşma dalgası gözleniyor. Bu sendikalaşma istek ve çabaları, sendikaların taze ve genç bir işçi kuşağıyla güçlenmesinin olanağı olarak, hem parti çalışması ile hem de mücadeleci sendika ve sendikacılarca desteklenmeli ve teşvik edilmelidir. Sonuç olarak; başta büyük fabrikalar olmak üzere fabrika ve işyerlerinde çalışma ve örgütlenmemizin sorunlarını aştığımız, çalışma ve örgütlenmeyi güçlendirdiğimiz ölçüde, mücadeleci bir sendikacılığın ve sendikal hareketin gelişiminin yolunu da açmış olacağız.

Gazetenin, günlük parti çalışmasının temel aracı olarak kavranması ve kullanılması, fabrika ve işyerlerindeki çalışmamızın da önemli yönlerinden biridir. Yani, gazetenin işçiler arasında düzenli ve genişleyen tarzda dağıtımı. İşçiler arasında okunmasının sağlanması, işçilerin gazete etrafında, gruplar halinde bir araya getirilmesi ve bunun üzerinden örgütlenmeleri. Parti üyelerinin, fabrika ve işyerlerindeki parti görevli ve sorumlularının işçiler arasından gazeteye, işçi yaşamının tüm yönleriyle (sadece eylemleri değil) ilgili haber, yazı, araştırma ve röportaj vb. (gibi değil, muhabir olarak) yazması, işçileri gazeteye, mektup, haber yazmaya teşvik etmesi. Gazetenin, fabrika çalışmamızın, canlı ve zengin bir aracı olarak kullanılması; ancak böyle mümkündür.
Gazetenin günlük çalışmanın temel aracı olarak kullanılması ve sorunları, partimizde sürekli (kampanya dönemi daha yoğun olarak) olarak ele alındı, konuşulup tartışıldı ve günlük çalışmada  kullanılma düzeyi geliştirilmeye çalışıldı. Doğaldır ki; gazete ve gazetenin parti çalışmasındaki yeri, ele alınışı ve kullanılışında, düne göre belli bir ilerleme kaydedilmiştir. Gazete daha geniş işçi ve emekçi kitlesine ulaşıyor, daha çok fabrika ve işyerine gazetemiz giriyor, işçiler gazeteyi, bir işçi gazetesi olarak benimsiyor ve kendi yaşam ve çalışma koşullarını, sorunlarını, eylemleri ve mücadelelerini gazeteye yazıyor, tartışıyor. Ancak bu görece ilerleme, gazeteyle ilgili (daha doğrusu çalışmayla ilgili. Çünkü gazete, doğrudan parti ve örgütsel çalışma sorunudur) sorunlarımızın tümüyle çözüldüğü anlamına gelmiyor ve bu açıdan, farklı görünümlerde olsa da, çeşitli sorunlar; önümüzde çözülmek üzere duruyor.
Bir başka bölgeden gelen bir mektupta ise, gazete ve kampanya değerlendirilerek, şu tespitler yapılıyor. “Gazeteyi  taşıdığı önem ve potansiyel biliniyor olmasına rağmen, gereği gibi kullanmadık. Kampanya dönemini dışta tutacak olursak,gazeteyi kitle içinde parti çalışmasının bir dayanağı haline getiremedik. Abonelik ve hafta sonu satışlarını iki bölge dışında istikrarlı bir biçimde yapamadık. Ancak önemli sayılması gereken bir gelişme yaşandığını söyleyebiliriz. Özellikle, üyelerin gazeteyi alıp okumalarını sağlamak, geri bir noktadan başlamak anlamına gelse bile, bir ‘iş’ sayılmalı. Bunun yanında, kampanya döneminde on beşin üzerinde haber ya da mektubun gazetede yayınlanması, okur toplantılarının örgütlenmesi ve özellikle A işyerindeki eylemlilik sürecinin bütün aşamalarının gazeteye yansıtılması ve gazetenin işçilere ulaştırılması, tartıştırılması, bundan sonra nasıl ele almamız (gazeteyi) gerektiğini pratik olarak gösterdi. Dar anlamda gazetenin parti örgütünün omurgası haline geldiğini söylemek mümkün, ancak daha da yayılması ve sahiplenilmesi gereği de ortada.”
Biliniyor olmasına rağmen kullanılmıyor, birkaç mahallede hemen ulaşılabilir az sayıda kişi abone yapılıyor, iki üç mahallede hafta sonu satışı yapılıyor, partililerin gazeteyi alıp okuması sağlanıyor, bu bir ‘iş‘ sayılıyor, okur toplantıları örgütleniyor ve tüm bunların sonucu olarak; gazete dar anlamda parti örgütünün omurgası haline geliyor. Karamsar  bir değerlendirmenin elbette gereği yok, ama kendi çalışmazlığımızı ve ataletimizi bu kadar rahat, hoşgörü ve iyimserlikle değerlendirmenin de alemi yok. Gazetenin parti örgütünün dar anlamda omurgası haline gelmesi ne demek? Gazete bir işçi ve halk gazetesi olarak, parti çalışmasının temel aracıdır, parti üyelerinin alıp okumasının aracı değil. Dolayısıyla üyelerin gazeteyi alıp okumalarını sağlamak; bir ‘iş’  sayılamaz, sayılmamalı.                
Kampanya döneminde örgütlediğimiz okur toplantıları; eğer kitleler içinde yürütülen çalışmaya dayanmıyor ve bu çalışma üzerinden gazete çevresinde bir araya getirilmiş, yeni okurların toplantısı (ki bu toplantıların, kampanya dönemlerini dışta tutarsak, çalışma yürüttüğümüz  birimler temelinde yapılması; doğru ve örgütleme faaliyeti açısından işlevli olanıdır) olarak yapılmıyorsa, bunlara okur toplantısı değil, olsa olsa üye toplantısı denilebilir. Üyelerin dışına taşan bir katılımla yapıldılarsa da, “her  yerde yapılıyor, biz de yapalım” yaklaşımıyla yapılmış toplantılar haline geliveriyor. Sadece ilgili bölge için değil, birçok il, ilçe ve bunların çalışma yürütülen bölgelerinden biliyoruz ki; kampanya adına, gazeteyi yaygınlaştırma, okur sayısını artırma, en önemlisi gazeteyi günlük parti çalışmasının bir aracı haline getirme adına pek bir şey yapılmadı, ama okur toplantıları yapılmadık memleket köşesi neredeyse kalmadı. Böyle bir yaklaşım ve ele alış; aslında faydalı olabilecek bir aracın (okur toplantıları) faydasızlaştırılması ve görsünler, desinler için yapılan işler haline getirilmesidir.
Aslında ilgili bölgede bir iyi iş yapılmış ve bir işyerindeki eylemler gazeteye yansıtılmış, eylemdeki işçilere gazete ulaştırılmış, ve bu çaba gazeteyi “bundan  sonra nasıl ele almamız gerektiğini pratik olarak gösterdi.” sonucuna varılmış. Eğer pratik iş yapma ve çalışmanın gösterdiğini gerçekten görebilmiş ve kavrayabilmişsek, işe buradan sarılmalı ve ilerlemeliyiz. Yani gazeteyi işyerinde, fabrikalarda ve diğer çalışma alanlarımızda günlük parti çalışmasının temeli, aydınlatmanın ve örgütlemenin temel aracı olarak kavramak ve kullanmak.
Bir başka bölgenin mektubunda da “…gazete-örgüt ilişkisini olması gereken temele oturtan bir çalışma içinde mevzilendiriliyor.” denilerek, muhabir olarak daha önceden görevlendirilmiş bir arkadaşın bölge organında görevlendirilmesi anlatılıyor, ve böylece, gazeteyle örgüt çalışması ilişkisinin daha iyi bir tarzda kurulacağı değerlendirmesi yapılıyor. Benzer bir yaklaşımla, çalışma birim ve alanlarımızdan, işçi ve emekçilerin yaşamının tüm yönleriyle ilgili olarak gazeteye (haber, yazı, araştırma ve röportajlar) yazılması sorununu çözmek üzere muhabir görevlendirmek, birçok bölgede başvurulan bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.
Gazetenin görevli muhabirlerinin olabildiğince çok  sayıda olması, mümkünse her bölgede bir muhabirin olmasının yararı tartışılmaz. Ama bir işçi emekçi gazetesi olarak gazetemizin parti çalışması ile ilgili asıl sorunu, muhabir eksikliği midir? Fabrika ve işyerlerinde, semtlerde günlük çalışma yürüten bir parti örgütünün görevlileri ve üyelerinin, bir görev ve sorumluluk olarak yazmalarının yerini tutabilir mi? Tüm parti üye ve militanlarının görevi olmasının yanında, esas olarak da, fabrika ve işletmelerde süren çalışmada görevli ve sorumluların, yönetici organ üyelerinin  görev ve sorumluluğunda olan bir işi muhabire yüklemek, ve bu görevi gereğince yerine getirebilmesini beklemek, ne kadar doğrudur?  
Gazeteye haber ve yazı yazma konusunda asıl sorunumuz, günlük parti çalışması içinden yazma sorunudur. Sorun; işçi sınıfı içinde, fabrika ve işyerlerinde çalışma yürüten, semtinde, mahallesinde, kahvesinde, evinde, işçi ve emekçiler arasında yaşayan, doğal işçi kümelerine girebilmiş, onlardan biri olabilmiş parti görevli ve sorumlularının, yönetici organ üyelerinin yazması sorunudur. Ayrıca, gazete ve parti çalışması, birbirinden ayrı yürüyen ve aralarında ilişki kurma sorunu olan iki ayrı çalışma değil, tek bir çalışmadır. Gazetenin gereği gibi kullanılmadığı bir çalışma, politikasız bir çalışma; parti çalışması olamaz, parti çalışması olarak adlandırılamaz. Günlük parti çalışmasında gazeteyi kullanmanın olmazsa olmaz bir yönü, unsuru ve bir ayağı olan; işçiler arasından gazeteye haber yazma olmaksızın, gazete, çalışmanın temel aracı olarak kullanılmış olamaz. Buradan çıkarılacak sonuç; parti örgütünün tümüyle gazetenin muhabirler ağı olması gerektiği, özellikle de, partinin yöneticilerinin, sorumlu ve ileri partililerin, işyeri ve fabrikalardaki görevlilerinin; aynı zamanda, gazetenin muhabirleri olduğudur.
Doğrudan parti çalışmasına bağlı ve oradan çözülebilecek bir sorunu, muhabir görevlendirerek çözemeyiz. Böyle bir “çözüm”, ayrıca doğru da değildir ve kendi sorumluluğumuzdan kolaycı bir sıyrılma ve sorumluluğumuzu bir başkasına yükleme anlamına gelecektir. Bu sorunu ancak, günlük çalışma içindeki, işçiler arasına girebilmiş, işçiler arasında yaşayan görevli ve sorumlu partililerin ve tüm parti üyelerinin gazeteyi günlük çalışmada temel bir araç olarak kullanmasının bir unsuru, bir yönü olarak kavrayıp, aynı zamanda, gazete muhabirleri, muhabirler ağının bir unsuru olarak, gazeteye (haber, yazı, araştırma yazıları, röportajlar) yazmasıyla çözebiliriz. 
Gazetenin işçi, emekçi, halkçı özelliklerini daha da geliştirebilmesinin ve günlük parti çalışmasına daha ileriden katkıda bulanabilmesinin yolu, bu sorunu çözmekten geçmektedir. Ayrıca, işçi ve emekçilerin gazeteyi benimsemelerini (ki gazete, ulaştığı ve ulaştırıldığı işçi ve emekçilerce benimsenmektedir. İşçi mektuplarının giderek artan sayısı ve mektuplarda dile getirilenler, bu benimsemenin bir kanıtıdır) geliştirecek olan da budur.
Fabrika ve bölgelerden gelen mektuplar vesilesiyle, parti çalışmasında, esas olarak da işçi sınıfı içinde çalışma, başta büyük fabrikalar olmak üzere, fabrika ve işyeri çalışmasında ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ve çözümü de doğrudan bu çalışmaya bağlanmış olan eksiklik ve olumsuzlukları konu ettik. Elbette ki; parti çalışmamız, sınıf içinde, fabrika ve işyerlerindeki çalışmamız, tümüyle olumsuzluk ve eksikliklerden ibaret değil ve böyle de olamaz. Ancak partimizin, örgütlerimizin ve kadrolarımızın, işçi sınıfı içinde, büyük fabrika ve işyerlerindeki çalışmamızdaki olumluluklar ve ileriye doğru gelişmelerden çıkaracağı sonuç; rehavete  kapılmak ve   oyalanmak değil, çalışmamızdaki olumluluk ve iyiye gelişmelerden güç alarak,  olumsuzluk ve zaaflarımızın üzerine gitmek, çalışmamızı bunlardan arındırarak daima ileriye doğru geliştirmek ve güçlendirmektir. Sorunlarımızı ve olumsuzluklarımızı eleştirmek, çözmek ve ilerlemek zorundayız.
Sözünü ettiğimiz sorunları, mektuplardan örneklemeye (sorunların daha net görülebilmesi için) çalışarak bitirelim. Aynı sektörden işyerlerinin bulunduğu, uzunca bir süredir çalışma yürüttüğümüz, son birkaç yıldır da yoğunlaştığımız ve çalışmada görülür bir ilerlemenin, işçi çevremizde bir genişlemenin yaşandığı büyük bir kompleksteki bir birimimizden gelen mektubun bir yerinde “grup üyeleri, …çalışan işçilerden, az çok samimi olduğu arkadaşların isim ve nerede oturduklarını tespit edecekler, (150 civarında isim çıkacağını tahmin ediyoruz) bu işçileri özel olarak ziyaret edeceğiz, başta gazete aboneliği olmak üzere parti çalışmalarına katmayı hedefleyeceğiz.” deniyor. Evet, doğru bir tespit ve yerinde bir çaba, üzerinde durulması, uğraşılması gerekiyor. Ve hedeflenen amaca, en azından işçilerin bir kesimi açısından ulaşılabilir. Ama bu doğru ve yerinde tespit için bu kadar beklememiz mi gerekiyordu? Bu tespit ve önümüze koyduğumuz görev, bunca zamandır sürdürmemiz ve çalışmamızın önemli bir yönü olması gereken bir iş değil miydi?

Gençlik içinde çalışma ve parti -3

Partinin gençlik karşısındaki pozisyonu ve parti örgütlerinin gençlik örgütleri karşısındaki sorumlulukları ile ilgili genel formülleri tartışmayacağız. Hem uzun süredir tartışılıyor olmaları, hem de önceki bölümlerdeki vurgulamalar nedeniyle, bu formüller ve gerekçelerinin bilindiği varsayımı ile hareket edeceğiz.

Ayrıca, önceki bölümlerde, parti örgütlerinin gençlik ve örgütleri karşısındaki görevlerinin büyük ölçüde ele alındı ve işlendi. O halde, bu son bölümün konusu; bu görevlerin neler olduğundan daha çok, bunların nasıl yerine getirilebileceği üzerinden şekillenecektir; mantıki ve anlaşılabilir olan da budur.
Öte yandan, gençliğin partinin bileşimi, yaşamı ve eylemindeki yeri ve rolü sorunu, ihmal edemeyeceğimiz bir sorun ve burada konumuz olacak. Bu sorunun, gençlik ve örgütleri ile ilgili sorunların dışında bırakılması; sadece parti örgütü açısından değil, işçi hareketi açısından da affedilmez bir ihmal olurdu.
Tekrar pahasına da olsa şunu belirtelim: bu bölümün konusu olarak ele alacağımız sorunlarla ilgili olarak, altı çizilecek noktalar, varılacak sonuçlar ve belirlenecek örgüt ve çalışma tarzı sorunları, önceki bölümlerle bütünlük içinde incelenmeli. Aksi takdirde, önerilen hareket tarzı ve belirlenen görevlerin biçimsel “önlemler”e indirgenmesi ciddi bir tehdit ve tehlike olarak kapıda belirecektir. Gerçekten ilerletici ve gerçekten devrimci bir çalışma yürütülecekse; yazının, bütünlüğü içinde ele alınması; “gazete, örgüt ve çalışma tarzı” ile ilgili belge ve materyallerin parçası olarak incelenmesi, gözardı edilemeyecek bir zorunluluktur.

PARTİ ÖRGÜTÜ, GENÇLİĞE İLGİ VE ÇALIŞMA TARZI
Daha önce, parti örgütünün gençlik için bir “yardım merkezi” olarak çalışmakta olduğunun altının çizilmiş olması, daha önemli olan şu olguyu gözden kaçırmamalı: Gençlik örgütlerinin, parti örgütlerinden yardım alabilmesi sorunu; öncelikle gençlik örgütlerinin (bu daha önce söylendi) değil, parti örgütlerinin bir sorumluluğu, dolayısıyla da onların çözmesi gereken bir sorundur. Ki bu sorunu, gençliği kötü bir şekilde etkileyen ve çözmedikleri sürece de, parti örgütlerinin gençlik alanında tek bir adım bile atamayacakları bir sorun olarak görmek de gerekiyor.
Örgütlerimizin bu bakımdan durumları için şunu söyleyebiliriz: çoğu parti örgütü ve gençlik görevlisinin; gençlik kitleleri ve parti gençliği örgütlerinin mücadele ve örgütlenmesinin sorumluluk ve görevleri karşısındaki tutumunun gözden geçirilmesi ve her yönden yenilenmesi zorunludur. Zira, onların gençlik ve gençlik örgütümüzün talepleri karşısındaki tutumları; genelde birçok yerde ve özelde de şu veya bu olayda görüleceği  gibi, baş aşağı ve tahrip eden bir tutumdur.
Öte yandan, parti örgütlerinin hata ve zaafları, salt parti gençliği örgütü ile ilişkilerde veya onlara yardım sorunlarında ortaya çıkan hata ve zaaflar olarak görülemez. Çok açık ki, onlar öncelikle; gençliği kitle olarak harekete geçirme, örgütleme perspektif ve iddiasında; gençlik sorunları karşısında gösterilmesi gereken geniş kapsamlı dikkat ve ilgide; genç kitlelerin yoğunlaştığı alanlarda yapılan çalışmanın girişkenlik, olgunluk, enerji ve kesintisizlikle yürütülmesinde yaşanmaktadır. Bu nedenle, öteki hata ve zaaflar, etkilerini daha da güçlendirmekte ve parti gençliği karşısındaki zaaf ve eksikliklerin gelişme zemini olağanüstü genişlemektedir.
Peki bunlardan çıkan nedir? Parti örgütlerinin işçisi ve öğrencisiyle genç kuşağa ve onun ana kitlesinin yaşamı ve eylemine karşı tutumunun baştan aşağı değişmesi zorunluluğu. Gençliğe ilginin azami artırılması; çalışmadaki girişim ruhu, enerji ve istikrarsızlık zaafları karşısında iddia, çalışkanlık ve sebat gösterilerek çalışılması.. Parti yönetici organ veya gençlik görevlilerinin; çalışmalarını planlarken, gençlik yığınlarının harekete geçirilmesi ve örgütlenmesinin görevlerini, gençlik örgütüyle ilgili görevlerin temeli yapmak üzere ele almaları; işlerini yürütürken ise, yetişkinliğin deneyimi ve olgunluğu  ile, gençliğin enerji ve girişkenliğini anlayış ve tutumlarında birleştirmeleri zorunludur. Gençlik içindeki çalışmanın bugünkü öncelikli sorunu budur; eğer gençlik örgütüne yardımın bir “kuruntu” olarak kalmasından kaçınılacaksa, gençlikle ilgili her şeyden önce anlaşılması gereken de budur.
Özet olarak söylersek: Parti yerel örgütleri ve gençlikle ilgili görevliler; işçisi, işsizi ve öğrencisiyle gençlik yığınlarını harekete geçirme ve örgütleme sorununu, parti gençliği aracılığı ile yürütülen “ikincil” bir sorun olarak görmemeliler. Gençlik kitlelerini harekete geçirme ve örgütleme görevini, (işçiler arasında çalışmanın yanında) hayati ve birincil önemde bir görev olarak ele almak ve bu ele alışın gereklerini yerine getirecek şekilde mevzilenmek, onlar için acil ve zorunludur. Gençlik örgütünün, gençlik yığınları içinde; onları aydınlatan, harekete geçiren, örgütleyen ve onlar içinde geniş ölçüde örgütlenen bir örgüt olarak çalışması, parti örgüt ve görevlilerinin, bu zorunluluğun gerekleri ve işlerini önde tutmalarıyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Soruna böyle yaklaşıldığında, önceki bölümde ortaya konulmuş olan platformun bir parçası olarak, şu aşağıdaki iki şey hayati derecede önem arzeder.   

1) Amaca uygun ve özgün özellikleri olan bir gençlik örgütü
Daha önce de belirtildiği gibi, parti gençlik örgütü, sınıf bilinçli işçi ve işçi sınıfı saflarına kendini gerçek bir bilinçle atmış öteki gençlerin örgütü olmakla sınırlı bir örgüt değildir. Söylemek isteğimiz şeyi başka bir yönden ifade edersek; işçi ve işçi sınıfına bağlanan bu tür gençlerle birlikte; komünist bir gençlik örgütü, işçilere, partiye ve Marksizme sempatiyle bakan, yakınlık gösteren ama, sözgelimi, geldikleri sınıfın sınıfsal özelliklerini henüz atmamış, bütünüyle reddetmemiş kentli ve köylü emekçi gençlerin, saflarında geniş ölçüde yer alacağı  ve bu yüzden de homojenlik bakımından partiden daha farklı bir kitle örgütüdür. Yani: Emek gençliği örgütünün, salt işçi gençliğin değil; aynı zamanda işçi sınıfı dışındaki (kır-kent emekçileri) emekçi sınıflardan (militan, militan eğilimli, kendiliğindene yakın kitlesinin) uyanan, uyanışını sosyalizme eğilimle gösteren gençliğin de örgütü olması işin doğası gereğidir. Bu, şu demektir ki, aynı amaca yönelseler ve mücadele etseler de; gençler arasındaki sınıf farkından ve taşıdıkları sınıfsal özelliklerden (ve militanlık tutumuyla, manevi destek ve basit işlerle katılma tutumları) ileri gelen uzlaşır nitelikte çelişkiler bu gençlik örgütü içinde her daim olacaktır. Bu çelişkilerin; komünist gençlik örgütünde zaaflara değil, dinamiklere işaret ettiği kolayca anlaşılabilir.
Bunun bir dinamik olduğu gerçekten anlaşılabilirdir; zira parti gençliği örgütünün, işçi sınıfı dışındaki emekçi sınıfların gençliğini de kapsayan ve içinde sözü edilen çelişkilere izin veren bir kitle örgütü olması; genç kuşaklardaki uyanışın sosyalizme yönelen bir uyanışa dönüşmesi ve gençliğin geniş kitlesinin işçi sınıfı ve hareketine bağlanmasının  en önemli olanaklarından biridir. Öte yandan, bu örgütü öteki kitle örgütlerinden ayırdeden şeyin, ifadesini; esas olarak, partinin belirlediği ideolojik-siyasal (amacı sosyalizm olan) bir çizgiye sahip olması ve ona katılan gençlerin, ne kadar bildiklerinden  bağımsız olarak; bu çizgi, çağrı ve kararlarıyla birlikte partiye uymayı baştan kabul etmelerinde bulduğu ise, açık bir olgudur.
Parti gençliği örgütünün bu özellikleri; onun ideolojik ve siyasal olarak partiye bağlı, ama örgütsel olarak bağımsız bir gençlik kitle örgütü olarak çalışmasını zorunlu kılar. İdeolojik ve siyasal bakımdan partiye bağlı ve onun karar ve çağrılarına uymakla yükümlü olması; bu örgütün örgütsel olarak bağımsız hareket etmesini engellemez, aksine ona devrimci ve sosyalist bir temel verir. Ve asıl olan şudur ki, parti gençliği örgütünün; hangi türden ve ne ile ilgili olursa (ister gençlikle ilgili gündelik çalışma, isterse partinin açtığı bir kampanya) olsun, işlerini kendi organlarına dayanarak ve kendi bağımsız girişimiyle planlaması, yürütmesi gerekmektedir. Bu zorunludur; böyle olmasaydı, gençliğin ayrı örgütlenmesinden beklenen yararın elde edilmesi ve belirlenen amaca ulaşılması olanaksız olurdu.
Öte yandan, gençlik örgütünün yukarıdaki paragraflarda verilen karakteri; onun, gene aynı paragraflar içinde yansıyan özelliklerinin yanında, şu iki şeyi daha doğrudan tayin eder: İlkin, örgütün iç yaşamı, demokrasi  ve disiplinini; ikinci olarak da, parti örgütü ile ilişkileri ve gençliğe yardım biçim ve yöntemlerini. Gençlik yığınları ile iç içe  geçmiş kitlesel bir mücadele örgütü olmasının yanında; gençlik örgütü, eğer genç militanların parti ruhu ile eğitim gördüğü, girişken, yaratıcı özellikleri ve güvenilir kişilikleriyle yetiştiği bir okul da olacaksa, bu örgütün iç yaşamı, disiplini ve parti örgütü ile ilişkileri bu özgün şekillenişe uygun olmalıdır. Aksi takdirde, gençliği harekete geçirmek ve ileri kitlesini parti çevresinde örgütlemek bir yana; “kafadan” partili olan gençler dışında herhangi bir kişiyi seferber etmek, örgüte kazanmak, az çok geliştirerek eğitmek dahi ulaşılamaz bir şey olur.
Buna karşın, parti örgütlerinin gençlikle ilişkilerinde geçmişte en fazla tahrip ettikleri şey, gençlik örgütünün özgünlükleri ve onlarla özgün ilişkiler oldu. Öteki şeyleri bir yana bırakarak ve biraz kabalaştırarak söylersek, durum şöyle idi: Ya gençlik örgütleri herhangi bir parti örgütü haline getirilerek, emir komuta (bu kuşkusuz, parti örgütlerinin yönetimi açısından da yanlıştır) ilişkisi içinde sözde yönetiliyordu. Ya da “gençlik bağımsız” denilerek, bütün sorumluluklardan kurtulunuyor ve sadece “gerektikçe” aranan çevreler olarak büsbütün terk ediliyordu. Bu her iki durumda da, bir parti gençliği örgütünden tabii ki söz bile edilemiyordu.
Bir süredir düzeltme gayretleri içinde olunsa ve birçok yerde iyi örnekler görülse de; parti örgütlerinin gençlik örgütleriyle ilişkilerine yön veren anlayış ve pratiğin, karakter olarak birçok yerde bugün de halen, bu yazı boyunca eleştirilen anlayış ve ilişkilere denk düştüğü, göze batan olaylar içinde görülmektedir.
Oysa, bu anlayış ve ilişkilerin halen yaşıyor olması; işçi ve gençlik hareketi ve parti ve gençlik örgütü nezdinde işlenen cinayetten de öte bir zarardır. Neyse ki, kalıntı da olsa, hâlâ tahribatlara yol açan bu anlayış ve ilişki biçimlerinden kurtulmanın acil bir hal aldığı, bugün artık çoğu kişi için daha açık ve daha anlaşılır.
Öte yandan, kurtulunması gereken anlayış ve biçimlerin yerini alacak olanların neler olacağı elbette bir sır değildir: Sorumlu parti organ ve görevlilerinin, sorumluluk alanlarındaki gençlik örgütleriyle, gençlik üst yöneticilerini de katarak düzenli (planlama) toplantılar yapmaları; gençlerin bağımsız inisiyatiflerini teşvik ve kendi iç yaşamlarını örgütleme, araç ve mekanizmalarını kullanmalarına yardım eden düzenli ilişkiler içinde çalışmaları; gençliğin sorumlu ve temel örgütleri içinde (ayrıcalık ve özel yetkileri olmayan, ama parti karşısında disiplinle yerine getirecekleri sorumlulukları olan) parti organları  kurma ve çalıştırmaları! Daha sonra işaret edeceğimiz çalışma tarzı anlayışı ve zorunluluklarını bir yana bırakarak söylersek; parti örgütlerinin, gençlik örgütleri karşısındaki sorumluluk ve görevlerini yerine getirmekte kullanacakları başlıca ilişki biçimleri bunlardır, diyebiliriz.
Bu düzenli toplantı, düzenli ve istikrarlı ilişkiler iyi ve doğru da, gençlik örgütü içinde parti örgütleri oluşturma işi de ne oluyor, denilebilir mi?  Bu, sanırız denilemez ve denilmemelidir de. Zira bu, bugüne kadar olduğu gibi, parti örgütlerinin gençliğe yardım olanaklarını yıkma olmasının yanında; partinin, gençlik örgütlerinden yetişen güçlerle beslenmesinin kaynaklarını kurutmak da olurdu.
Kaldı ki, gençlik örgütü çizgisinin, örgütü “partili” çevresine dönüştürerek çökmesi ve gençlikteki partili anlayışının bozuşmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu, gençlik içinde “parti örgütleri kurma” işinin unutulması olmuştur.
Oysa, onlara yardım amacıyla yapılan düzenli toplantılar ve sürdürülen düzenli ilişkilerin yanında; gençlik örgütü içinde kurulan parti örgütleri, çalışmanın profesyonelce özellikler kazanması ve kesintisiz olarak yürütülmesinin temelidir. Görünen şu ki; profesyonelce yürütülen çalışma  olmasaydı; gençliğin yüz binlerce ve milyonlarca kitlesinin örgütlenmesi, gençlik örgütlerinin bu kitleyi örgütleme yeteneğine sahip merkezler olarak hareket etmesi, ve gençliğin ileri kitlesinin sınıfın anlayışı ve Marksizm temelinde eğitilmesi, ulaşılması olanaksız bir hayal olurdu. 
Özetle söylemek gerekirse: Parti örgüt ve görevlileri, bir yandan işlerini yaratıcılık ve girişkenlikle yapmalarında gençlik örgütlerine düzenli şekilde (gerekli ilişki ve araçlara dayanarak) yardım edecekler, öte yandan gençlik içindeki dayanakları olan parti organlarını inşa çalışmasının görevlerini yürüteceklerdir. Gençlik örgütünün, özgün bir gençlik kitle örgütü özellikleri kazanması; yaşamı, mücadelesi ile ilgili devrimci ve özgün gelenekler oluşturması başka yoldan başarılamaz.
Parti örgütleri ve gençlik görevlileri, gençlik örgütüne gerçekten yardım edecek ve onların yardım alacakları gerçek birer “yardım merkezi” olacaklar mı? Sorumluluk alanlarındaki gençlik organ ve örgütleriyle (yoksa, gençliğin üst organlarını dahi beklemeden bunları kurarak) düzenli toplantılar, düzenli (yardım ve denetim) ilişkiler ve onlar arasında elde edilen başarıya dayanılarak kurulan parti organları.. Görevler başarılacak ve gençlik örgütü dönüştürülerek geniş bir örgüt haline getirilecekse, parti örgüt ve görevlilerinin izleyeceği çizginin öncelik biçimleri bunlardır.

2) Özgün bir çalışma tarzı anlayışı ve örgütleme yöntemi
Doğru ve özgün bir gençlik örgütü anlayışı, çizgisi ve doğru örgütsel biçimler, gençlik içindeki çalışmamızı ve gençlik örgütümüzün durumunu değiştirmek için yeterli mi? Bunun genelde ve özellikle verili koşullarda kendi başına yeterli olduğunu ve başarı getireceğini söylemek olanaksızdır. Örgütlerimizin durumunu değiştirmek için; öncül ve temelleri bakımından partinin çalışma ve birikimine dayanan ve gençlik içindeki çalışmada şekillenen özgün bir tarz da gerekir.
Daha önce birçok kez (nispeten yukarıda da) dikkat çekilmiş olsa da, aşağıdaki iki soruna burada da eğilmemiz gerekiyor. Gençlik örgütü ile ilgili eleştiriler karşısında şurada burada ortaya çıkan “üstüne almama” ve bir tür “transit istasyon” gibi çalışma, bu iki sorunu burada yeniden ele almamızı zorunlu kılmaktadır.

a- Gençliğin yaşamına ilgi, gençlikle ilgili gerçek bilgi ve mevzilenme.
Yaşamın somut, canlı bilgisi olmadan devrimci bir çalışma yapılamayacağı, örgütlerimizde herkes tarafından kabul edilen bir doğrudur. Buna karşın, az çok da olsa adım atılan yerler bir yana bırakılırsa; gençlik içindeki çalışma ve gençlere yardımda en fazla sıkıntısı çekilen şey, gene de canlı, somut, çok yönlü bilgidir.
Bu nedenledir ki, birçok yerde çalışma, ya kulaktan dolma ya da yarım yamalak, sınırlı, yüzeysel değerlendirmelerle edinilmiş bilgilere dayanmaktadır. Ne yapacağını bilmediği için, olanak olduğu halde hiç çalışma yürütülmeyen son derece önemli alanları bir yana bırakıyoruz; diyebiliriz ki, gençliğin ülkedeki ve ilgili yerdeki durumu ve sorunlarının gerçek bilgilerine sahip olunamadığından dolayı, parti örgütlerinin gençlik örgütlerine yardım vermediği alanlar hiç de az değildir.
Gözlem, inceleme ve deneye dayanan canlı bilgi; elbette ne yapacağını, hangi halkayı yakalayacağını, hangi sorunun üzerine gideceğini vb. bilmek içindir. Ve onu ancak, kitlelere ilgimizi yoğunlaştırarak; onlar arasında mevzilenerek ve orada çalışarak elde edeceğimizi, deneyimler ve yapılan eleştirilerden bilebiliriz. Dolayısıyla, “dışardan birileri” olmaktan kurtulma ve kitleler arasına katılmanın, gençlikteki çalışmanın en acil sorunu olduğunu yeniden keşfetmemiz gerekmiyor.
Burada çokça sayıp dökmemize gerek yok; üniversiteler, sanayi siteleri, semt ve mahallelerde gençlerin yaşamının dışında olunduğu sürece; gençliğin sorun ve isteklerini görmek, olup bitenleri anlamak olanaksız olacağı gibi, onlar arasında çalışan parti gençliği örgütlerine herhangi bir yardım vermek de olanaksızdır.
Bir süreden beri, birçok yerde örgüt ve görevlilerimizin gençliğe ilgilerinde bir artış olduğu ve gençler arasına katılmada bir ilerleme yaşandığı biliniyor. Anlaşılması gereken şudur: Bu konuda daha kararlı ve daha ileriden hareket etmek; kitleler arasında mevzilenme eğilimini örgütlerimizin bütününe yaymak, gençlik içindeki çalışmayı güçlendirmek ve yeni alanlara götürmek için zorunludur.
Şunu da belirtelim ki, gençliğe ilgiyi artırma, gençliği tanıma ve yardım etme sorunu, sadece gençlikle ilgili görevlilerin sorunu değildir; bu sorun aslında, bütünüyle il ve ilçe yönetici organlarının (aslında bütün örgüt ve üyelerin) ve onların sorumluluk bakımından en önde gelen ögelerinin de sorunudur. Gençliğin görevlileri ve gençlik örgütünün organlarıyla düzenli toplantılar yapma, ilişkileri düzenli sürdürme ve parti organlarını çalıştırma işleri kuşkusuz hayati işlerdir. Ancak, parti yönetici organlardaki en sorumlu, yetişkin ve yetkin ögelerin gençliğe ilgi göstermesi; gençlik görevlileriyle birlikte gençler içinde gezmesi , onları dinlemesi ve teşvik etmesi gibi görevlerin önemi de, hiçbir şekilde görmezden gelinemez.
Gerek gençlik görevlileri ve gençlik örgütlerinin gençlik kitleleri arasına gerçekten katılması, onlar içinde kalarak çalışması; gerekse parti il, ilçe vb. birinci dereceden sorumlu ve görevlilerinin gençler arasında düzenli olarak gezmesi – bu iki görev; üniversitelerde durum hangi alanda ne yönde gelişiyor; sanayi sitelerindeki sendikal istekler, genç işçilerin yenilenen yaşam zorlukları hangi eğilimleri uyandırıyor ve olayların seyri nerelere doğru ilerliyor; semtlerdeki işsiz genç kitleleri nasıl ve hangi duygular içinde yaşıyor, neleri ne gibi duygularla takip ediyor; gençlik, ülkenin ve olayların gidişatı hakkında nerelerde neleri düşünüyor, neleri konuşuyor; şu milliyetten, bu milliyetten kadını ve erkeği ile hangi kategorideki gençler hangi türden kültürel-siyasal-sosyal taleplerde bulunuyor vb. gibi bilgileri düzenli olarak edinmek ve takip etmek için elbette büyük önem arzediyor. Ayrıca bu iki görevin, ileri gençlerin nasıl çalıştıkları ve neler yaptıklarının takibi; hangilerinin ne gibi işlerde geliştikleri, hangilerinin ilerleyip hangilerinin yorgunluk belirtileri gösterdikleri, kime nasıl destek olmak, kimi nerede görevlendirmek ve kimi niçin, nasıl değiştirmek gerektiğinin doğru gözlemlenmesi; çalışmanın nerelerde yararlanılacak hangi imkan ve fırsatları sunduğu, neyi niçin, ne zaman, nasıl gündeme sürmenin doğru olacağı gibi çalışma ve örgüt bilgilerinin zamanında edinilebilmesi açısından taşıdığı önem ve hayatiyet de asla görmezden gelinemez.    
Gençliği örgütleme iddiası; gençliğe ve çalışan gençlerin sorunlarına ilgi, onlara canlı ve sürekli yenilenen bilgiye dayanan yardım; bütün bunları layıkıyla yerine getirebilmek için profesyonelce yol ve yöntemlerle çalışmaya izin veren ve her birimizi kitleler arasına katan yeni bir mevzilenme.. Ona yakınlığın ilk koşulu olan bu adım olmadan, gençliğe herhangi bir yardım düşüncede bile olanaksızdır.

b- Gençlere yardım ve sorunları çözme biçim ve yöntemleri
Bir parti görevlisi eğer gevşeklik ve liberallikten dolayı, gençlik örgütü organlarına “bildiğinizi yapın” anlamında “görevler” vermiyorsa, bu elbette iyidir. Ama gençlik organlarına yardım; gençlerin usulen dinlenmesi, “şunları şöyle yapmak zorunlu” denilerek “iş”lerin “planlanması” ve daha sonra da, eğer onları unutturacak yeni olaylar gündeme girmemişse, işlerin “planlanana uygun” yürüyüp yürümediğinin “denetlenmesi” biçiminde yapılsaydı, bu nasıl bir yardım olurdu? Bunun, yorgun liberalin yaptığından daha iyi bir “yardım” olduğu sanırız söylenemez.
Gençlik örgütüne yardım genelde gerçekten böyle mi yapılmaktadır, diye sorulabilir. Belirtelim ki, görevler birçok yerde kuşkusuz giderek amaca daha uygun şekilde yerine getiriliyor. Buna karşın, birçok yerde bu iki “yardım” yöntemi de hâlâ görülüyor ve bu tür yöntemlere baş vuranlar ne yazık ki az da sayılmazlar. Bu anlayış ve yöntemlerin, liberal piyasa ve bürokratik örgüt geleneğinin (halka yabancılık ve sekterlik) bir uzantısı olarak etkili oldukları, yazık ki bir vakıadır.
Gerçek şu ki, bu türden sorumsuz, kaba anlayış ve yöntemlerin en açık şekilde geri teptiği, tepeceği alan gençlik alanıdır. Zira buradaki sorun, salt bir “maletme” yöntemi yanlışlığı sorunu değil; aynı zamanda ve daha çok, gençliğin kendi usulüyle öğrenme, kendi özgün anlayış, yaklaşım ve üslubunu bulma, tarz ve yöntemini oluşturma güdülerinin bastırılması ve tahribi sorunudur. Ve bu, en masum tanımıyla, gençliği hiç bilmemek, onu hiçbir şekilde anlamamak demektir.
Altını çizelim ki, gençliğe ilgisizlikten kurtulmak; gençlik kitleleri arasına katılmak ve onlar arasında gezmek, görevleri onlar adına “planlamak” ve onlara “komutanlık” etmek değildir. Ama bu, tabii ki “bildiğinizi yapın” da olmamalıdır.
Yetişkin parti görevlileri ve gençlik sorumlularının gençlik kitleleri arasına ve gençlik örgütlerinin çalışmasına Marksizmin geniş görüş açısı, hareketin tarihi, aktüel bilgi ve deneyimiyle  katılmaları; müdahale etme ve gündem sunma yerine, hareketi değerlendirmeleri ve gündemlerini oluşturmalarına soru, anımsatma, dikkat çekme vb. yollarla yardım çizgisi izlemeleri zorunludur. Öyle ki, partinin açtığı kampanyalar da dahil olmak üzere; yapılan planlar, atılan sloganlar, çıkarılan basılı vb. materyaller olarak yürütülen tüm çalışmanın, ruh, üslup, yöntem, biçim vb. olarak tümüyle gençliğin damgasını taşıması gerekir. Bu asla atlanamaz; gençliğin doğası, algılama ve öğrenme anlayışı bunu zorunlu kılar.
Burada parti sorumlu ve görevlilerinin rolü, belirtilenlerin yanında; gençlerin olaylara ve gidişata, Marksizm ve parti anlayışı ve deneyim zenginliği ile yaklaşmaları; hareketin olanak ve dinamiklerini, birikmiş tecrübeden yararlanarak değerlendirmeleri; öteki akımların anlayış ve dilinden korunma, sınıfın anlayışı ve partinin dilini kendilerine özgü bir tarzda kavrayarak yetişmeleri gibi sorunların gözeticisi ve onların gelişkin devrimciler olarak ilerlemesinin teşvikçisi rolüdür. Ki bu rol, planlanan görevler ve gençliğin eyleminin örgütlenmesinin gençlik enerjisiyle üstlenilmesi ve yürütülmesinin güvenceye alınmasını da kuşkusuz içerecektir.
Demek ki, parti sorumluları ve gençlik görevlilerinin gençler arasına ilgi ve bilgi ile katılmaları ve oralarda mevzilenmeleri yetmemekte; onların, işlerini kendilerinin planlamaları, yürütmeleri, kendi tarz ve üsluplarını, kendine özgü öğrenme yöntemlerini oluşturmaları olgusunu görerek çalışmak da gerekmektedir. Aksi takdirde, gençlik örgütü ve gençliğe “bir gerek olmayacağı” kendiliğinden anlaşılır.
Gençlik örgütünün karakteri, parti örgütlerinin gençlik içindeki çalışmasının zorunluluk ve özgünlükleri vb. ile ilgili bu bölümün artık sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bütün bu sorunlarla ilgili olarak ileri sürülen (tabii yeni olmayan) görüşler, gençlikte liberalizme yol açmaz; gençliğin parti karar ve çağrılarına uymak zorunda olduğu düşüncesi ve iş disiplini, bu durumdan biraz zarar görmez mi?
Kestirmeden yanıtlayalım: Hayır, zarar görmez; burada ileri sürülenler, ne liberalliğe prim verir ne de “yardım bekleme”yi meşrulaştırır mahiyettedir. Örgütleri geniş tutup kitleler arasına ve hareketin merkezine yerleştirirken, geriden gelen ögeleri ilerletme ve ileri seviyelere götürme tutumuyla hareket etme; parti sorumlu ve görevlilerinin yardımlarından özen ve istekle yararlanırken, partinin çağrı ve kararlarını coşku ve kararlılıkla hayata geçirme, işlerini girişkenlik, yaratıcılık, adanmışlık ve disiplinle üstlenecek ve yerine getirecek bir anlayışla çalışma.. Parti gençliğinin çizgisi, özetle söylenirse işte budur ve burada ileri sürülen görüşler, gençliğimizin işlerini devrimci bir ruhla yürütmesinin en önemli güvencesidir.

PARTİ VE ÖRGÜTTE GENÇLİĞİN YERİ VE ROLÜ
Partimizin, işçi sınıfının gençliğinin partisi olduğu ölçüde gerçek bir sınıf partisi haline geleceğini bilen bir perspektife sahip olduğundan kuşku duyulamaz. Sınıfın gençliğine dayanma, onun perspektif ve çizgisinin bir zorunluluğudur.
Buna karşın, bu konuda da pratik hata ve zaaflar yaşandığı bir olgudur ve bunlara nispeten de olsa değinilecektir. Burada şimdi altı çizilmesi gereken şudur: Partimizin, gençliği önemle dikkate alan kadro politikasının verimlilikle uygulanması ve genç işçi ve devrimci kuşakların örgüt içinde gerekli yeri tutması ve rolünü oynamasının bazı somut koşulları vardır. Ki bunlar hesaba katılmaz ve gerekleri yerine getirilmezse, ne genç kadro yetiştirilebilir ne de örgüt genç tutulabilir.
Fazla ayrıntıya girmeden belirtirsek: Bu koşullardan ilki, işçi sınıfı ve üniversite gençliği hareketinin gelişmesi, çizgisi ve gerekli araçlarıyla (parti gençliği örgütü, parti basının yanında bağımsız gençlik basını gibi) birlikte, partinin  bu gençlik hareketine alternatif olacak bir çalışma içinde olması; ikincisi ise, genç kuşaklara dayanan bir kadro politikasının etkin şekilde var olmasıdır. Bunlar olmaksızın, işçi sınıfı ve işçi sınıfı gençliğinin devrimci bir partisi asla olunamaz.
Vurgulananlardan da görüleceği gibi, hesaba katılması gerekenler içinde nesnel nitelikte olan etkenler de vardır. Nesnel etkenler, genel çizginin dönemle ilgili biçimi olarak ortaya konulan aktüel politikanın zeminini oluşturan, uygulama ve verimlilik eğrisinin geneldeki sınırını çizecek derecede de etkili (genelde belirleyici) olan etkenlerdir. Eğer partinin sınıfın genç kuşağı ile ilgili çizgi ve tutumu hakkında bir fikre sahip olmak istiyorsak, geride kalan dönemi koşullandıran nesnel etkenlerin seyrini, “bir nebze” de olsa ihmal etmemek gerekmektedir.
12 Eylül darbesi, ardından gelen Gorbaçovculuk ve S. Birliği’nin çöküşü. İşçi sınıfı ve sosyalizmden kaçışa dayanan ve peş peşe gelen tasfiyeci dalgalar. Kürt gençliğinin ulusal harekete yönelmesi; soldaki liberalizmin şahlanışı, terörizmin tahribatının yanında, ülkede dinci ve milliyetçi akımların yükselişi.. Ama kuşkusuz, olgu ve gelişmeler bunlardan ibaret de değildi; işçi sınıfı hareketi, sözü edilen sürecin belli bir kesitinde de olsa, tarihindeki en yaygın dönemini yaşadı; işçi gençliğin, geri bir mevziden de olsa üniversite gençliğinin mücadelesi varlığını ve düşe kalka giden gelişmesini sürdürdü. Genel olarak ülkede, işçi, emekçi ve gençlik kitlelerinin, rejim partileri ve rejimden kopuşları görülmemiş bir düzey kazandı.
Partimizin birçok materyalinde ele alındı; dolayısıyla uzun ve ayrıntılı tahlillere gerek yok. Diyebiliriz ki, ülkedeki nesnel koşullar, geçtiğimiz dönem boyunca; partimiz ve örgütümüzün ve gençlik örgütümüzün güçlerini koruması bir yana, sistematik olarak gelişmesi; bugünküne göre daha büyük, çok daha geniş olmasının yanında, çok daha genç bir üye kitlesi oluşturması; dolayısıyla, en tepeden en tabana daha genç bir örgütsel aygıta  sahip olması için gerekli faktörleri sunmuştu. Öyleyse geriye, örgütün durumunu açıklayan tek bir neden kalıyor: Parti ve örgütlerimizin işçiler ve gençlik arasındaki çalışmasının taşıdığı zaaflar! Bu durumda, partimizin sınıfın gençliğine dayanması çabasının; kadro politikası ve örgütlerin tavır ve reflekslerinin aşınmadığını söylemek için bir neden olabilir mi?
Bütün bunları söylerken, ileri sürdüğümüz şey kuşkusuz, örgütün bir “felaket” yaşadığı ve “kötü” durumda olduğu değil. Söylenen şudur: Örgütümüz, işçi ve gençlik hareketi içinde bugün olduğundan çok daha ileride olabilirdi; genç işçi ve aydın kuşağı parti örgütünde çok daha geniş ölçüde yer alabilir ve örgütlerimiz hareketin talep ettiği çalışmayı layıkıyla yapacak büyüklükte örgütler haline gelebilirdi. Burada söylenenler bunlar ve kuşkusuz bunlar sadece bugün de söylenmiyor.
Konumuza dönecek olursak.. Genel olarak çalışmamızdaki zayıflıklar, özel olarak da gençlik içindeki çalışmamızın zayıflıkları; örgütlerimizin genç işçi ve emekçiler ve genç aydın kitlesi tarafından gereğince desteklenmesi ve nesnel koşulların elverdiği oranda büyümesini büyük ölçüde baltaladılar. Ve diyebiliriz ki, örgütlerimiz sadece olabileceklerinden daha az büyük değil; aynı zamanda, üye kitlesi ve fonksiyoner aygıtlarının yaş ortalaması bakımından da fazlaca olgundur.
Parti neden işçi sınıfının gençliğine dayanmalı ve onun partisi olmalıdır? Bu, bilinemez değildir. Hareketin duyduğu enerji ihtiyacını, genç aydın kuşakları da saflarında toplayan işçi sınıfı gençliği taşıdığı ve sağlayabileceği gibi; başta işçiler olmak üzere emekçi sınıfların saflarındaki çalışmanın talep ettiği enerji ve fedakarlık da gene bu kitlenin saflarındadır. Enerji, adanmışlık, yenilik ruhu ve özveri  olmadan; işçi sınıfı hareketinin gerçek bir parti olarak örgütlenmesine olanak yoktur. Başlıca bu nedenledir ki, işçi sınıfının partisi, onun gençliğinin partisi olmaya zorunludur.

1- Gençleşme sorunu, çözümü ve sorumlu organların görevleri
Partimizin saflarını genç kuşak işçi ve devrimcilerle yenileyip genişletebilmesi ve sınıfının genç kuşağının gerçek partisi olma yolunda ilerleyebilmesi (ve aynı zamanda örgütlerinin gereğince büyüyebilmesi) için, öncelik olarak iki koşulun yerine getirilmesi gerekmektedir: Bunlardan ilki, başta işçi ve üniversiteli gençlik olmak üzere, gençlik içindeki çalışma ve parti gençliği örgütlerinin çalışmasının bu yazı boyunca belirtilen çizgi üzerinden düzeltilmesi, güçlendirilmesi; ikincisi ise, fabrika ve işyerleri ve semt ve mahallelerdeki siyasi-örgütsel çalışmanın, kadını ve erkeği ile işçi ve emekçilerin genç kitlesi arasında yoğunlaştırılmasıdır.
Ama belirtelim ki; örgütümüzün girişken, dayanıklı, esnek, enerjik ve gereğince büyümüş bir örgüt olarak yenilenmesi ve gelişkinliğinin yanında dinamik bir aygıta ve kadro rezervine sahip olması için bu koşullar yetmez. Partinin kadro politikası; genç militanların yetiştirilmesi ve teşvikine özel bir önem de vermelidir. Ve gençliğe verilen bu önem; genç militanların teşviki, yetiştirilmesi, sorumluluk verilmesi ve gelişmelerini takiple ilgili bugüne kadar egemen olan anlayış ve pratiğin sonuçlarını, eleştirisini ve deneyimlerini; bütün bu alanlardaki uygulamanın her kademede pratik takip ve denetimini de içeren bir önem olmalıdır ki, sapmalara, genç işçi ve öğrenci ögeleri kırıp döken uygulamalara daha fazla izin verilmesin.
Hareketin genel tecrübesi ve öteki kanıtlar bir yana; bu yazı boyunca yapılan eleştiriler ve yenilenen planlama da göstermektedir ki, amaca, elde edilebilir ve planlanan hedefe ulaşmak için doğru çizgi, doğru politika yetmez; çizginin uygulanmasını güvenceye alacak örgütsel çalışma, takip ve denetim de gerekir. Konumuzla ilgili olarak söylersek: bu gerçeği, parti örgütlerinin gençlik içindeki çalışması ve gençlik örgütünün gençlik yığınları arasındaki çalışmanın yanı sıra; genç (işçi ve öğrenci) militan yetiştirme anlayış ve temeline dayanan parti ve örgütünü yeniden inşa etme faaliyetinin gösterdiği sapma, zaaf ve zayıflıklar da kanıtlamıştır.
Lafazanlık ve iş kaçkınlığının revaçta olduğu dönemin bireyci kavgalarının, genç kuşaklar içinde bozuşma ve çürümeye yol açan olaylarına değinmeyeceğiz. Zira, partimizin sekiz on yıllık yaşamı, doğru olmasına ve partimiz içtenlikle istemesine karşın; genç kadro yetiştirme, görevlendirme ve takip konularında örgütlerimizdeki pek çok yanlış uygulama ve tahribat olaylarına çokça tanık oldu. Görevlendirme ve sorumluluk adına genç devrimcilerin ezilmeleri ve geri düşmelerine neden olma; “hazır değil, ezilir” gerekçesiyle geri itilme ve enerji israfına yol açma; partiyi gençleştirme ve gençlik örgütünü yenileme adına toplu “atama”lara  baş vurma gibi olaylar, en azından ders verici yönleriyle kamuoyumuz tarafından biliniyor.
Bugüne gelerek devam edersek, önem taşıyan şudur: Geçmişte yaşanan yanlışlar ve tahribatlardan dolayı, cesaretimizi kaybetmememiz; aksine çalışmamızı iyileştirme ve parti üye kitlesini genişletmenin yanında, genç işçi ve aydın kadrolar yetiştirmeye ve parti aygıt ve örgütlerini, bu genç kadrolarla yenileme ve yeniden inşa etmeye daha büyük bir önem vermemiz gerekmektedir. Burada önemli olan; daha deneyimli, daha özenli hareket etmek ve titizliği asla elden bırakmamaktır.
Gençlik içindeki çalışmayı ve işçilerin genç kitleleri arasındaki faaliyeti düzeltme, genişletme ve yoğunlaştırma, yeni genç kadrolar yetiştirmenin temelidir. Buna karşın burada konumuz, geneldeki çalışmanın sorunları; inşa çalışması ve kadro politikasının bütün alanları değil. Sadece, genç kadro yetiştirmenin bazı ilk sorunlarından söz etmekle yetineceğiz ve bu açıdan şunlar son derece önemlidir:
İlkin, il ve ilçe yönetici organları ve çeşitli alanların sorumlu ve görevlileri bilmeliler ki, işçi ve halk hareketini örgütleme ve yönetmenin en önemli görevlerinden biri; bu hareketi örgütleyecek ve yön almasını pratik olarak güvenceye alacak olan genç işçi ve aydın kadroların yetiştirilmesi ve bir aygıt olarak örgütlenmesidir. Ve kadrolar bilineceği gibi, başka herhangi bir yerde değil; işçiler ve genç kuşaklar arasında çalışma ve hareketi örgütleme içinde yetişmektedirler. Bu nedenledir ki, yöneticiler işlerini planlar ve yürütürken; genç militanlar bulma, görevlendirme, eğitimlerini izleme ve çalışmalarını takip etme görevlerini asla ihmal edemezler. Hareketin güvencesi, enerjik ve kararlı kadroların varlığı ile sıkı sıkıya bağlıdır.
İkincisi, orta ve yeni kuşak genç militanları her alanda tespit ve tasnif etmek; onları yaşamları, ilişkileri, yaptıkları işler, işçilere ilgileri, kendilerini yetiştirme çabaları bakımından tanıyacak bir yakınlık içinde çalışmak; sorunlarıyla yakından ilgilenmek, partiyi ileriden tanımalarını temin etmek; eğilim ve başarılarına bağlı olarak görev alanlarını genişletmek, çeşitlendirmek; çalışmanın daha ileri biçimlerine doğru ilerlemeleri ve kolaylaştırıcı görevlendirmeler yoluyla profesyonel hayata geçmelerini teşvik edecek yardımlarda bulunmak vb.. Genç militanları tanıma, hareket ve partinin kadroları olarak yetiştirme ve görevlendirmenin ilk olanaklarının bulunacağı ve ilk adımlarının atılacağı işler bunlardır ve örgütün ve gençliğin yönetici organ ve sorumlularının işleri aslında bunlarla başlar. Adama iş bulma gibi anlayış ve geleneklerden kaçınma; işin eğiticiliğine, işe adam görevlendirme anlayışına dayanma; gerçek devrimci karakter ve kişiliğin bu anlayış ve tutumdan çıkacağını bilme ve sorumluluk üstlenme başarının temelidir.
Üçüncü olarak, ister işçi, isterse öğrenci olsun; militanların temel eğitim gördüğü ve bütün yaşamları boyunca eğitimin temel zemini olacak alan, parti karşısında sorumlu oldukları ve yürüttükleri görev ve işleri alanıdır. Bütün örgüt ve üyelerin olduğu gibi, genç militanların eğitimi de bu temele oturur. Kuşkusuz bu kesimlerin önüne sadece kendi görevlerini değil, bölgedeki örgütün ve genelde partinin görev ve işlerini de koymak ve eğitimlerini bu alana genişletmek gerekir. Marksizmi ve onun temelleri olan diyalektik ve tarihsel materyalizmi incelemek ve olabildiğince ileriden öğrenmek , genç parti militanları ve profesyonel kadro adayları için en önemli görevlerden biridir. Nedeni niçini üzerinde durmanın burada bir yararı yok; özellikle genç işçi militanlar için materyalist diyalektik ve Marksizm eğitiminin ve öğrencilikten gelme olanlar için sınıf anlayışı ve işçi tavrını özümlemenin taşıdığı önemin tartışılacak bir yanı da yok; örgütlerimiz, “törene” boğmadan ve “gürültülü işler” kategorisine sokmadan bu görevi üstlenmelidir. Burada önemli olan; piyasacı anlayış ve dilden; cılkı çıkmış “aydın”ın yüzeysel akademizminden; esnaflaşmış eski işçi ve sendikacının demagojik geleneğinden korunma ve canlı yaşamdan, partinin anlayış ve dilinden kopmamayı başarmaktır. Eğitim olmadan, siyasal yeteneksizliğe de neden olan formasyon zaafları tam olarak aşılamaz.
Burada yetişkin kuşaktan sorumlu ve görevlilerin, genç kadro yetiştirmekle ilgili işlerini başarmaları için son derece önemli olan bir soruna daha değinmeliyiz. Gençlik ve genç işçi ve öğrenci kadro adayı militanlar karşısındaki istek ve içtenlik hayati bir değere sahiptir. Gençliğin örgütte güçlenmesi, genç işçi ve devrimci yeni kadroların yetişmesi, partide ileri görevlere doğru ilerlemesi; hangi kademede olursa olsun, hele de ona katkıda bulunmuş bir parti yöneticisi, sorumlu ve görevlisi için bir tatmin ve coşku kaynağıdır. Genç partili kitlesinin genişlemesi ve ileri genç kitlesinin devrimci şekilde ilerlemesi karşısında yetişkin kuşaklarca duyulan sevgi ve coşku , partinin en önemli dinamiklerinden biri ve onun bir hasletidir. Partinin yetişkin kuşakları ve eski kuşaktan sorumlu ve görevlilerin hasletlerinden kuşku duyulamaz ve kuşkusuz genç militanlar bundan da öğrenerek ilerleyeceklerdir.
Parti örgütlerinin genç kadro sorunları ile ilgili görevlerinin ilk adımdaki üç sorunu bunlardır, diyebiliriz. Belki de temel önemde olan şey şu ki, kadro seçimi, yetiştirme ve görevlendirmede karakter sağlamlığı, güvenirlik diğer her şeyin önündedir. İşçilere, partiye, kendine ve yoldaşlarına güven; paylaşma, iddia, azim, dürüstlük ve yiğitlik.. Bilgi ve yeteneğe anlam ve içerik verenler esasta bunlardır. Bu sorunlarda ortak anlayış, ciddiyet ve girişkenlikle hareket ettiğimiz ve ilk adımı attığımızda, daha ileri kadro görevlerinin de önümüze geleceğine kuşku yoktur.

2- Kadro olarak ilerleme ve genç militanların sorumlulukları 
Parti il ve ilçe organları ve öteki görevlilerin genç kadrolar bulma, yetiştirme ve görevlendirme ile ilgili ilk adımdaki görevleri böyle. Peki, işçisi ve öğrencisi, Türkü ve Kürdü, kadını ve erkeği ile genç militanlar kitlesinin sorumlulukları yok mudur; varsa, bu sorumlulukların hiç olmazsa asgari olanları hangileridir?
Şunu özellikle vurgulayalım; kuşku yok, partimiz işçi sınıfı gençliğinin partisi olacaktır. Ama herkes bilir ki, işçi sınıfı gençliğinin partisi olmak demek; parti ve örgütünün, parti yönetici aygıt ve örgütlerinin genç ve yetişkin kuşakların bir toplamı; ağırlıkta gençlik olmak üzere, bu kuşakların bir bileşkesi olması demektir. Eğer parti, devrim yapmaya muktedir bir parti olacaksa, başka türlü de olamaz.
Genç kuşakların enerjisi, yeniyi arama ruhu ve girişkenliği ile, yetişkin kuşakların deneyimi, uzak görüşlülüğü ve sağduyusu olmadan, bir partiden söz edilemez. Aksi olsaydı fosilleşme, uçma veya savrulma kaçınılmaz olurdu.
Öte yandan, parti ve örgütünde kuşaklar, karşılıklı duran kesimler olarak kalmazlar; aksine parti yönetici aygıt ve örgütlerinde ve temel örgütlerde bölünmez bir kitle olarak çalışan bir organizmanın asli unsurları olarak kaynaşmışlardır.
Bütün bunlardan çıkan nedir? Yetişkin kuşakların, tepeden tabana genç kuşak militanları teşvik etmesi, gelişmeleri için desteklemesi, ilerlemesine yardım vermesi; genç kuşak partili ve militanların ise, yetişkin kuşaktan partili ve militanların yanında, parti işlerine canla başla, girişkenlik ve enerjiyle sarılması, işini yaparken, yaptığı işlerden, yetişkin işçi ve devrimci militanların deneyiminden ve partinin kuşaklar boyu birikmiş tecrübesinden öğrenerek olgunlaşması, yetkinleşmesi. Yukarıda vurgulananlardan çıkanlar bunlardır ve bunlar aslında, özellikle genç kuşak militan için parti ruhu ve parti bilincinin esasını ifade etmektedir. Genç kuşağın, piyasaya karşın, sunulan bu olanağa sıkıca sarılacağı tahmin edilebilir.
Gerek gençliğin çalışmasıyla ilgili olarak ortaya konulan çizgide; gerekse parti örgütlerinin genç kadroların yetişmesi ile ilgili görevlerinin ele alındığı yukarıdaki bölümde açık olarak görülmesine karışın, burada genç kuşaktan militanların sorumluluklarıyla ilgili bir iki şeye daha değinmek sanırız bir gerekliliktir.
İlkin, adına hareket edilmesi değil, harekete geçirilmesi ve kaderini eline alması amacıyla bağlandığımız işçi ve gençlik kitleleri içine gitmek, ister gençlik örgütünde, isterse başka bir alanda çalışsın genç militanlar için hayati önemdedir. Türkiye sol geleneğinin en zayıf yönlerinden biri, işçi ve emekçi kitlelerden kopukluğu, onlara güvenmemesi, tanımaması, küçümsemesidir. Sol hareketteki karakter zaafları ve yıkıntıların bu kadar ağır olmasının en önemli nedenlerinden biri budur. Genç militanlar kendilerini, kitlelere duydukları sevgi, güven ve onlarla yaşamaktan aldıkları zevkle de sınayacak ve eğiteceklerdir. Kitleler ve kitlelerin katıldığımız zahmetli yaşamı; onlarla derin bağ, öğrenme ve politik olarak olgulaşmanın en önemli kaynaklarından biridir. Özellikle işçi sınıfı dışından harekete katılan genç kişiler için, deneyim ve öğrenmenin en temel dinamiklerinden biri kitlelerdir. Kitleleri deneyimle tanımadan, onlara güvenmeden, onlara tutkuyla bağlanmadan ve onlardan öğrenmeye önem vermeden proleter ve devrimci olunamaz. Genç kuşak devrimciler ve gençlik örgütünün militan kitlesi; partinin, kitlelerin kurtuluşunun bir aracı olduğunu, harekete ve partiye katılmanın öncelikle kitlelere katılmak ve onlara bağlanmaktan geçtiğini bilecekler, davranış çizgilerini bu anlayışla çizeceklerdir. Aksi takdirde, proleter-devrimci olarak yetişme olanağı baştan kaybedilmiş olur.  
İkinci olarak, işçi ve emekçiler arasındaki (egemenliğe karşı) halk dayanışması ve kuşaktan kuşağa yerleşmiş sorumluluk ve paylaşma duygusu; bilinçli Marksist bir temele oturarak partimizde ve gençlik örgütümüzde organlar ve yoldaşlar arasındaki bağ ve ilişkileri şekillendirmiş ve partinin halka bağlanması ve sermayeye karşı mücadelesinin en temel silahlarından biri haline gelmiştir. Liberal dalganın; bireycilik, yabancılaşma ve sorumsuzluğu kışkırtması bir rastlantı değildir. Bireycilik, rekabet, özeleştiriden kaçınma, mevki hırsı, yoldaşları tahkir, onlara güvenmeme, istismar etme, kariyer kavgaları, sorumsuzluk vb.; bunlar, işçi sınıfına, halka ve partimize yabancı burjuva davranış ve “değerler” sistemidir; genç militanların, piyasada egemen olan bu “değerler”den korunmaları da gerekmektedir.  Gençlik örgütümüzdeki “kamuoyu”nun bu tür yabancı anlayış, ilişki ve eylemlerden korunması ve partinin manevi-moral-örgütsel değerler sisteminin gençliğimizde köklü bir şekilde yerleştirilmesi, bu gerekliliğin en önemli görevlerinden biridir. Ve bunlar ancak, kitlelere içtenlikle bağlanıldığı; manevi-moral değerler sistemimizin sorumlulukla korunduğu ve yaşama geçirildiği oranda başarılabilir. Genç militan kuşağımız ve gençlik örgütümüz bu görevlerin de üstesinden gelmek zorundadır. Aksi takdirde, genç militanların; kitleler ve kitle hareketi karşısındaki görevlerini yerine getirmeleri ve kendilerini kadrolar olarak ilerletebilmeleri olanaksızdır.
Üçüncü olarak, ne kadar önem verirse versin; partinin merkezi ve yerel eğitim plan ve çabaları, eğitim çalışmasının örgütte gelişmesini kendi başına sağlayamaz. Bunun için; işçisi ve öğrencisi ile genç militanların ve gençlik örgütünün yönetici kitlesinin özel gayret göstermesi de gerekir. Gençlik örgütünün, partinin yürüttüğü eğitim çabalarına; kendi usul ve yöntemleriyle birlikte, enerjik bir şekilde, kesintiye uğratmadan katılması ve desteklemesi zorunludur. Aynı şekilde, genellikle gözden kaçan önemli bir olanağı atlamamak da gerekir: Kişilerin kendini yetiştirme çabası, bu çabanın partinin plan ve çabalarıyla birleşmesi!  Genç kişilerin kendini yetiştirme çabasının eğitimin en önemli olanağı olduğu açıktır. Gençlik örgütünün ve her organının partinin genel eğitim planı çerçevesinde yürüteceği eğitim çalışması; genç militanların zihinsel durgunluk ve tembelliğe karşı kendi yaşamlarında ve çalıştıkları alanlarda açacağı savaşın sağlayacağı olanaklar; bunlar, parti ve yoldaşlardan öğrenme ve partinin birikimini özümseme tutumuyla birleştiğinde; ortada, genç kuşakların kendini eğitme yolunda gelişmesi, işlerini verimlilikle yürütmesi ve ilerlemesini engelleyen herhangi bir neden kalmaz. “Entel” kabalığına, bulaşıklığı ve sorumsuzluğuna düşmeden ileri kültürü özümsemek, eleştirmek, kapasite kazanmak, Marksizmi ilerden öğrenmek, uygulamak ve savunmak– genç militan kuşağımızın bunu başarması hem olanaklı, hem de zorunludur. Dar deneycilikten kurtulmanın; sermayeye karşı yolunu şaşırmadan, olanakları kullanarak ve her şeyden yararlanmasını bilerek gelişmenin başka bir olanağı yoktur.
İşçisi ve öğrencisiyle genç militan kitlesinin kendini yetiştirmesi ve ilerlemesi ile ilgili olarak; gençlik ve parti çalışması içinde yüklenilecek öteki görevlerin yanında, özenle yaklaşacağı üç özel alandaki sorumlulukları bunlardır. Kuşku yok ki; genç militanlar, yetişkin parti kuşakları ve parti yönetim organlarıyla iş, duygu birliği ve uyum içinde görevlerini üstlenecek; partimiz, bir yandan daha büyük ve kitlesel bir parti haline gelecek; öte yandan ise, kitlesi ve yönetici örgütleriyle birlikte tüm aygıtı, daha genç, daha enerjik ve daha gelişkin bir aygıt olarak yükselecektir.
Partimizin büyümesi ve gençleşmesi; genç kuşaklarımızın parti ve örgütteki rolünün güçlenmesi ve örgüt ve aygıtlarımızın gençlikle birlikte yenilenmesi ile ilgili bölümün sonuna gelmiş bulunuyoruz. Belirtelim ki, partimizin belli başlı illerdeki örgütleri; ilgi ve enerjilerini kuşkusuz işçi sınıfının genç kitlesine yoğunlaştıracak ve toplumun genç tabakaları içinde daha ileri bir girişkenlikle çalışacaklardır. Genç kuşak militan kitlemiz, ilerleyebilmek için; parti ve örgütlerimizin girişimlerinin sunduğu olanakları verimlilikle değerlendirmek zorundadır. Gençliğimizin, olanakları girişkenlik ve verimlilikle kullanacağından kuşku duymaya bir neden yoktur.

SONUÇ: TAYİN EDECEK OLAN PRATİK ÇALIŞMA
Son noktayı koymadan önce şunu belirtelim: Üç ayrı kısımdan (bir yanıyla üç ayrı yazı) oluşan makalemiz; sadece çalışmayı eleştirmiyor, aynı zamanda, çalışmamızı birçok yönden yenilememizi (ki bu yenilenme epeydir süren bir yenilenmedir) öngören bir plan da sunuyor. Ve önümüzdeki yakın dönem, özellikle gençlik açısından (tabii ki parti açısından da); çalışmasını değerlendirme ve girişimlerini yenileme, her alana yayma bakımından önemli olanaklar sağlamaktadır. Bu yazıdaki eleştiri ve sunulan planın; özellikle gündelik mücadele içinde denendiği ve bir işe yaradığı ölçüde bir anlamı olacaktır. Geride kalan dönemlerdeki olaylar göstermiştir ki, hayata geçmeyen, pratik bir rol oynamayan her materyal anlamsızdır.
Gazete ile örgütsel değişim kampanyası, yaklaşan yerel seçimlerle ilgili kampanya ile iç içe sürmektedir. Hemen ardından ise, Haziran ortalarında ülkemizde yapılacak NATO toplantısı ile ilgili tartışmaların büyük ölçüde etkisi altında olacak olan 1 Mayıs kampanyası başlayacaktır. Yani, şu anda sendikal talepler üzerinde düşüp kalkan ve kamuoyuna özelleştirme dışında pek de giremeyen işçi hareketinin, geleneksel günü vesilesiyle de olsa (şu durgunluk içinde) kendinden söz ettireceği bir dönem olacaktır. Öte yandan gerek ABD, gerekse NATO karşıtı tarihi ve aktüel halk ve gençlik duyguları dikkate alındığında, üniversite ve gençlik hareketinin canlanması ve bir “bahar hareketi” yaratması da olanak dahilindedir.
Ayrıca, Mayıs ayı ülkemizde üniversite ve liseli gençliğin uyanmış-ileri kesimlerinin ilgisinin kendi tarihine yöneldiği bir ay ve harekette nispi bir canlılık her zaman oluyor. Bu, ne var ki, çoğunlukla ve mevcut durumuyla; genellikle gençliğin ileri kesiminin ana kitleden ayrılması; kendi geçmişine nispeten yanması, nispeten de öfkeyle gericiliğe sövmesi (hınç boşaltma) gibi bir tören sınırında kalıyor.
Bu bir kaç ay; yani Mart-Haziran ayları arasındaki mücadele ve olaylar, 6-18-30 Mayıs günlerinin geleneksel ele alınışını değiştirebilir ve o günlerin tarihi geçmişi, anti-Amerikan gençlik ve halk hareketine önemli bir teşvik dayanağı olabilir. Anti-Amerikan bir gençlik hareketi gündemde olduğu gibi; bu hareketin epeydir uzaklaştığı işçi hareketiyle birleşmesinde (1 Mayıs) bir dönemeç de olanaklıdır.
Uzatmayalım: yerel seçimler, parti çalışması bakımından da, gençliğin çalışması bakımından da son derece önemli. Yok şu resmiyeti beklemek, yok bunun açıklığa kavuşmasını izlemek vb..– bunlar, hareketi ve halkın ilan edilmiş platform üzerinde örgütlenmesini baltalıyor ve örgütlerimizin imkanlarını heba ediyor. Hiç olmazsa sonrası için daha büyük bir enerji ve daha geniş bir görüş açısıyla çalışmak, kampanyadan, hem ittifakın hem de partinin başarısıyla çıkmak gerekir. Kısa bir dönem kalmış olsa da; parti ve gençlik örgütünün yeni güçlerle buluşması, saflarını bunlarla genişletmesi ve daha geniş kesimleri seferber etmesi olanaklıdır.
Seçim kampanyasının kalan dönemi, kuşkusuz aynı zamanda, sonrası (1 Mayıs ve anti-Amerikan) kampanyalar için güç toplama ve güçleri yeniden mevzilendirme ve hareketin etki alanının genişletilmesi çalışmaları dönemi de olmalıdır. Çalışmadan yorgunlukla değil de, coşku ve yeni hedeflerle çıkıldığında; sonraki dönemdeki fırsat ve olanakların çok daha geniş olacağını unutmamak gerekir.
Burada sorunumuz kampanya planlamak veya değerlendirmek değil. Şunu söylemek istiyoruz: Kitle hareketi ve kitle çalışması, örgütlerin mücadele ve örgütleme yeteneklerinin denendiği temel alandır; neyin doğru neyin yanlış olduğu, neyin atılması neyin korunması ve geliştirilmesi gerektiği orada somut olarak görünür.
Şimdi gençlik örgütlerimizin önüne gençlik kitle hareketinin yeni ve muhtemelen ilginçliklerle dolu olacak bir dönemi geliyor. NATO sorunundan yukarıda söz ettik. Sendikalaşma hareketinin, işçiler ve genç işçiler arasında giderek genişleyen bir eğilim ve eyleme dönüşmekte olduğu ise, yadsınamaz bir olgu. Öte yandan, işçilerin genç kitlesinin saflarında; anti-Amerikancılığın kısa bir zamanda bir cereyan haline gelmeyeceğini de kimse kuşkusuz söyleyemez. Ayrıca, ABD emperyalizmine karşı mücadele içinde; halk ve gençliğin dindar tabakalarının slogan, çağrı ve çalışmamıza göstereceği ilgi, vereceği tepki hakkında karamsar olmamak gerekir.
Dememiz aynı zamanda şu ki, ister parti, isterse gençlik örgütü olsun, kitle hareketi ve kitle çalışması içinde örgütler; sadece yeni katılımlarla büyümek ve genişlemekle kalmazlar; aynı zamanda, o mücadele ve çalışmanın dinamiklerine, kazançlarına dayanarak ayıklanır ve yenilenirler de. Parti ve gençlik örgütlerimiz, yetişkin ve genç kuşak sorumlu ve görevlilerimiz; önümüzdeki dönemin mücadele ve çalışmasına bu gözle de bakmak zorundadırlar. Eleştiriler ve planlar; kitle mücadelesine bu anlayışla girildiği ve ona sıkıca bağlanıldığı oranda anlamlı olur.
Partimiz ve gençlik örgütümüz; elinde gazete gibi bir silah olduğunun ve hata, eksiklik ve zayıflıklarını ancak, kitle mücadelesi içinde yenebileceğinin bilinciyle çalışmak ve olandan çok daha büyük bir iddia ile hareket etmek zorundadır.

“Avrupa solu partisi” ve “Avrupa anti-kapitalist sol” : al birini vur ötekine!

Geçtiğimiz Ocak ayında Berlin’de 17 ülkeden 19 sol parti bir araya gelip, “Avrupa Solu Partisi”nin (“Party of the European Left” – EL) temellerini attı. Almanya’dan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS)’in ev sahipliği yaptığı konferansta, 11 partinin altına imza attığı bir kuruluş çağrısı da onaylandı. İmzalayan ve dolayısıyla böyle bir uluslararası partinin kuruluş sürecine aktif katılacağını açıklayan bu partiler şunlardı: Estonya’dan Sosyal Demokratik İşçi Partisi; Fransız Komünist Partisi (FKP); Yunanistan’dan SYNASPİSMOS (“Solcuların, Hareketlerin ve Ekolojinin Koalisyonu”); İtalya’dan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi (PRC); Lüksemburg’dan Solcular; Avusturya Komünist Partisi (AKP); Slovakya Komünist Partisi; İspanya’dan Birleşik Sol; Çek Cumhuriyeti’nden Bohemya ve Moravya Komünist Partisi; yine Çek Cumhuriyeti’nden Demokratik Sosyalizm Partisi ve Almanya’dan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS).
Konferansa katılan ancak çağrıya imza atmayıp gözlemci statüsünde kalmayı tercih eden partiler ise şunlardı: Finlandiya’dan Sol Birlik; İtalyan Komünistlerinin Partisi (1998’de Armando Cossutta’nın önderliğinde PRC’den çıkan sağcı bir hizip); Letonya’dan Eşit Haklar Partisi; Hollanda’dan Sosyalist Parti; Norveç’ten Sosyalist Sol Parti; Polonya Sosyalist Partisi; Portekiz Komünist Partisi (PKP); Kıbrıs’tan Emekçi Halkın Partisi (AKEL).
Berlin’de düzenlenen “tarihi konferans”, tarihi bir mekanda (“milletvekilleri binası”) gerçekleşmişti. Nitekim, bundan tam 86 yıl önce, 1918 yılında, Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg, zamanın Prusya meclisinin odalarında Almanya Komünist Partisi (KPD)’nin kuruluş kongresine öncülük etmişlerdi. Şimdi aynı mekanda, Avrupa’nın dört bir tarafından 19 “sol parti” bir araya gelmiş ve yeni bir “uluslararası parti”yi kurma kararını almışlardı!
Şükür ki, PDS’nin dış politika sözcüsü Wolfgang Gehrcke, Frankfurter Rundschau gazetesi muhabirinin sorusundaki derin kaygıyı hissederek, kamuoyunu sakinleştirmede gecikmemişti: “Hayır, hayır; yeni bir Komintern, yeni bir otoriter ya da merkezci bir kadro örgütü kurulmuyor burada”!  Ama, “ikinci bir Sosyalist Enternasyonal de kurulmuyor”du; bunu da Gehrcke, özürü kabahatinden büyük bir “çünkü”yle açıklıyordu: “çünkü; Sosyalist Enternasyonal Willy Brandt ya da Olof Palme’nin geleneklerinden uzaklaşmış ve artık neoliberalizmin bir projesine dönüşmüştür”!
Basına dağıttıkları çağrıda, kendilerini “başka bir politika talep eden hareketin bir parçası” olarak değerlendiren partiler, şuna inandıklarını açıklıyorlardı: “Başka bir dünya, başka bir Avrupa mümkündür: demokratik, sosyal, ekolojik, feminist, barışçıl; kısacası dayanışmanın Avrupası mümkündür.” Bunun için; “Avrupa Solu Partisi’ni kurmanın zamanı gelmiştir. Bu partiyi, Avrupa 2004 seçimlerinden önce kurmak istiyoruz.”
Avrupa’dan 29 parti davet edilmesine rağmen, ancak 19’unun katıldığı konferansta karar altına alınan diğer bir husus da, EL’nin kuruluş kongresinin önümüzdeki Nisan ayında yapılması (Avrupa parlamentosu seçimleri Haziran’da!) ve bu süre zarfında da partinin tüzüğü üzerinde anlaşılmasıydı.
İşin espirisi açık olsa gerek: Sürece katılan her parti, bir “Avrupa Partisi”nin her bir partiye kazandıracağı politik ve finansal avantajlardan faydalanmak istiyor. Nitekim bu seferki Avrupa parlamentosu seçimlerinde bir “ilk” gerçekleşecek; Avrupa Birliği (AB) bütçesinden “Avrupa partileri”ne (en azından 6 ülkede temsil edilen partilere yani) toplam 8,2 milyon euro dağıtılacak. EL’e katılacak ve barajı geçecek olan partiler açısından bu, parti başına en azından 200 bin euronun elde edilmesi demektir. Başka bir deyişle, özellikle Almanya’dan PDS gibi, ülkesinde durumu kritik olan partilerin bu “açık proje”nin (PDS Başkanı Lothar Bisky’nin tanımı) ilerletilmesinde gayrete gelmesi “anlayışla” karşılanabilecek bir durum!
Ne var ki, “proje”nin ideolojik-politik boyutu pürüzlüymüş gibi gözüküyor. Komintern değil de, “açık bir proje”  ile karşı karşıya olduklarını anlayan basın mensupları, “projenin heterojen yapısı”nın çıkaracağı sorunlara dikkat çeken sorular yöneltip durdular. Bileşimden de anlaşılacağı gibi, bazı partiler, (AKEL gibi) iktidarda ya da iktidar ortağı; bazılarıysa parlamento dışı muhalefeti esas alıyor; başkaları (davet edilen İsveç “Sol Parti” gibi) AB’ni reddederken, diğerleri (Yunan SYNASPİSMOS gibi) “Avrupai entegrasyona” önem veriyorlar. EL, öncelikle “barış partisi” olmak istediğini söylerken, süreçte yer alan İspanyol “İzquierda Unida” örgütü “ABD karşısında bir karşıt kutup olarak Avrupa askeri gücün oluşması”ndan dem vuruyor. Doğu Avrupa’dan eski “devlet partileri”, “sol sosyalist” partiler, “komünist” adını taşıyan partiler, “sol Yeşiller” vb. vb.. Bunun, “politik ve programatik ortaklığı nerede?”
Belli ki, özellikle Almanya’dan PDS, İtalya’dan PRC ve Yunanistan’dan SYNASPİSMOS acele ediyorlardı (ülkelerinde pek güçlü olmayan PDS ve SYNASPİSMOS’un gayretkeşliği anlaşılmaz değil; PRC ise, aşağıda da göreceğimiz gibi, daha büyük “projeler” peşinde). Buna karşın bazı partiler de, süreçten kopmamak üzere oradaydılar, ama ihtiyatlıydılar da. Örneğin bir “Avrupa partisi”ni kurmanın zamanının uygun olup olmadığından emin olmayan Hollanda Sosyalist Partisi’nin temsilcisi senatör Tiny Kox, böyle bir partinin “doğru argümanlara, doğru temellere ve nihayet tek tek ülkelerde güçlü sol partilere ihtiyaç duyduğuna” dikkat çekiyordu. Belirttiğine göre, partisi son on yılda durmaksızın gelişmiş, üye sayısını 43 bine ulaştırmış; bugün ise, Hollanda parlamentosunda dördüncü büyük fraksiyonu oluşturuyormuş. “Biz” diyordu, “ne tanrıdan, ne de herhangi başka bir partiden bir mucize bekliyoruz”.
Gelgelelim, “mucize, en sevdiği çocuğudur inancın”! “Avrupa Partisi” umudunun; durumu zayıf olanların gözlerini ne kadar kamaştırdığını FKP’nin konferanstaki temsilcisi Jose Cordon’un değerlendirmesi ortaya koyuyordu. Yapının dikkat çeken “heterojenliği çok abartılmamalı” diyen Cordon “sorunu” şöyle çözüyordu: “Farklılıkları ve ayrılıkları inkar etmeyeceğiz, aksine bunları verimli bir yönde değerlendireceğiz”; zira “açık bir proje” olarak EL, Avrupa’nın “tüm dönüşümcü sol güçleriyle işbirliğini” arayacaktır!
Bu hoş ama “boş” formülasyonu bir kez daha tekrarlamak gerekir: “Dönüşümcü sol güçler”;  buyrun işte size “politik ve programatik ortaklık”! “Proje” sahiplerinin bu sorun olmayan sorunla ilgili yaptıkları açıklamaları inandırıcı bulur ya da bulmazsınız, ama her şeyden önce şu olguyu bir kere saptamak gerekir ki; 11 partinin “biz varız!” demiş olması, AB paralarının, bu partilerin “ortak bir kimlik bulma süreçleri”nin güvenilir bir “garantörü” olduğunu kanıtlamaktadır. Demek ki, bu bakımdan da “kaygılanacak” bir durum yokmuş!
“Heterojen yapı”nın ideolojik ve politik bakımdan ne tür bir “homojenlik” içerdiğini anlamak için ise, PDS Parti Başkanı Lothar Bisky’nin konferansta yaptığı konuşmaya biraz kulak kabartmamız gerekiyor:
– Kurmak istediğimiz partinin bir örneği yoktur, diyordu Bisky: “Yeni bir alana adım atıyoruz ve eski düşünce tarzlarını yıkmak durumundayız.” Bununla birlikte, “tarihsiz bir mekanda durmuyoruz.” “Saflarımızda; faşizme karşı mücadelenin, Resistance’ın, partizan hareketlerinin canlı tecrübesi var. Düşünce tarihimizde; aydınlanma, işçi hareketi, Marx ve Engels, Antonio Gramsci; İspanya Cumhuriyeti; Yunanistan’da darbeci albayların, Portekiz’de Salazar’ın, İspanya’da Franco’nun alaşağı edilmesi bulunmaktadır.” (Bu adam için, koca 20. yüzyılı şekillendiren Büyük Ekim Devrimi, Sosyalist Sovyetler Birliği vb. yaşanmamıştır! Bu açıdan onun için sadece, “komünizm adına yapılan hatalar, yanlışlıklar ve işlenen suçlar” söz konusu olmuştur! Ey dalkavukluk, ne güçlüsün, ne büyüksün, etkin ne kadar geniş!!)
– Bu “yeni proje” ile; “eyleme geçme özelliğine” sahip, “bir tüzük ve programı olan politik bir birlik” hedeflenmekte.
– Bu “proje”; “Avrupa’nın sosyal demokrat, muhafazakar veya liberal güçlerinin sahip olduğu gevşek çatı örgütü gibi” olmayacak, tersine: “sosyalist, komünist ve diğer sol reformcu partilerin yeni tipte bir ortak çalışması projesi” olarak düşünülmelidir. Yeni yapının bir Genel Başkanı, bir Yönetim Kurulu (üye partilerin iki temsilcisinin yer aldığı) ve bir bürosu olmalı (bu konular nisanda kararlaştırılacak).
– “Dört ana noktası olacak:
1. Savaş karşıtı partisi;
2. Sosyal adalet partisi;
3. Dünyaya açıklığın ve ABD karşısında Avrupa’nın emansipasyonunun partisi;
4. Cinsiyet eşitliğinin partisi.”
– Seçimlerde, herkes, “yeni kardeşlerin desteğini de arkasında hissederek”, “kendi ulusal kürsüsünde” güreşecek.
– Avrupa parlamentosundaki mevcut “sol fraksiyon”, özellikle Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Kıbrıs’tan yeni katılımlarla güçleneceğini umuyor. Bu proje, şimdiye kadarki işbirliği biçimlerine (Avrupa parlamentosundaki Birleşik Sol Fraksiyonu ve Yeni Avrupa Solu Forumu -NELF- gibi) alternatif olmayacak, bunlar korunacak…
Bisky’nin burada çizdiği çerçeve üç aşağı beş yukarı konferans kararlarında da ifadesini buldu. Dört ana noktaya seçimler açısından bakıldığında, EL “ilkelerinin” işlevi net görülüyor: Seçimlerde, kapitalizmin mevcut gidişatından hoşnut olmayan en geniş kesimler yönünden seçilebilir olmak!
Oluşturulan platformun ideolojik-politik bakımdan “çoğulcu” ve “kucaklayıcı” olmayı hedeflediği, her bir katılımcı partinin kendi kurullarında ele alıp onaylaması şartıyla kararlaştırılan “Avrupa Solu Partisi’nin Programı”ndan da anlaşılıyor. Ana noktalarına bir göz atacak olursak:
– “Bizim için Avrupa, uluslararası politikada başka bir toplum için mücadelenin yeniden başlatılmasının bir mekanıdır. Bu mücadelenin hedefi barış ve mevcut kapitalist ilişkilerin dönüşümüdür. Kapitalist ve ataerkil mantığı aşan bir toplumu hedeflemekteyiz.”
– Program, Avrupa’daki solun rolü ve görevi olarak, “politikanın radikal değişimi için geniş bir sosyal ve politik ittifakın kurulmasına katkıda bulunmayı” görmekte; bunu da “mevcut kapitalist toplumların zorunlu dönüşümü için somut alternatif ve önerileri geliştirme” suretiyle yapmayı öngörmektedir.
– “Yeni sosyal hareketler”, bu “dönüşüm politikasına yeni güç” katmaktadırlar.
– Son yıllara damgasını vuran saldırılar sıralanıp; yaşam koşullarının kötüleşmesi, artan gericilik vb. gelişmeye işaret edildikten sonra: “Sosyal demokrasinin ‘Üçüncü Yol’ konsepti Avrupa’da iflas etmiştir, çünkü bu gelişmenin karşısına dikilmemiş ve böylelikle de aslında teşvik etmiştir. Bu durum, yeni olanaklar sağlamaktadır ve aynı zamanda günümüz dünyasını değiştirmek isteyen solun da sorumluluklarını artırmıştır.”
– Program, bugünkü Avrupa solunun “20. yüzyılın geleneksel yoluna geri dönemeyeceğini” vurguluyor (zira bu yol, “devrimci düşüncelere sahip güçlere büyük başarılar sağladığı gibi, büyük yenilgiler ve trajediler de yaşattırmıştır”!).
– “Yeni dönemin Avrupa’da şimdi talep ettiği; alternatif, radikal, ekolojik ve feminist bir solun yaratılmasıdır.”
– “Başka bir Avrupa’nın taslağını sunmak ve AB’ne başka bir içerik vermek istiyoruz: ABD’nin hegemonyasından bağımsız; güney yerküresine açık; kapitalizme alternatif sosyal ve politik bir model; artan militaristleşmeye ve savaşa karşı aktif; sosyal ve ekonomik alanlardaki haklar da dahil olmak üzere insan haklarına saygılı.”
– “DTÖ ve IMF’nin anti-demokratik ve neoliberal politikalarından kurtulmuş; NATO’yu, yabancı askeri üsleri, ve orduların rekabetini ve dünyadaki silahlanmayı daha da kızıştıran Avrupa Savunma Ordusu’nun her tür modelini reddeden bir Avrupa istiyoruz.”
– Avrupa Solu Partisi ile, “yeni bir politik öznenin yaratılmasına çabalıyoruz”.
– Program, “Avrupa’nın sosyal ve demokratik yönden derin bir dönüşümünün zorunluluğunu” vurguluyor ve bu bakımdan da “serbest rekabetçi pazar ekonomisinin kutsallığı dogmasına, mali piyasaların ve çok uluslu tekellerin gücüne karşı mücadelenin güçlendirilmesinin zamanının geldiğine” işaret ediyor.
– Program, AB’nin emperyalist bir kurum ve örgütlenme olarak varlığını hiçbir şekilde sorgulamıyor. Bunun yerine, “istikrar paktı ve Avrupa Merkez Bankası’nın yönelimleri”ni tartışma konusu ediyor; “başka sosyal ve ekonomi politikalarının izlenmesi gerektiği”ni belirtiyor; “tam istihdam ve meslek eğitimi için”, “kamu hizmetleri için” “sosyal önceliklerden”, “cesur yatırımlardan”, “sermaye hareketlerin vergilendirilmesi”nden söz ediyor. Kısacası, AB’nde “paranın değil de, insanın önde durduğu öncelikler” egemen kılınmalıdır deniliyor.
– Bununla birlikte program, Avrupa’daki gidişatta da değişiklikler saptıyor: “Sosyal hareketlerin, sendikaların, işçilerin ve yurttaşların savaşa karşı büyük mücadeleleri durumu değiştiriyor.” EL, “sosyal dönüşümün politik güçleri olarak, neoliberal politikaya karşı yönelen bu yeni dinamiğe katkıda bulunmak istiyor”.
– Program şöyle bitiyor: “Birlikte yeni bir toplum için, savaş ve sömürünün olmadığı bir dünya için mücadele edelim. Bugün şunu söylüyoruz: Başka bir dünya mümkündür. Gelecek buradadır. Tarihin sonu yoktur.”
Kuşkusuz, burada bu programı detaylı tartışacak değiliz, buna gerek de yok zaten. Fakat şu hemen baştan anlaşılıyor: Seçim ittifakı sorunun bir yönü, diğer yönü ise, orta vadede sosyal demokrasiden boşalan yeri doldurma hedefidir. Bununla birlikte bu programı karakterize eden diğer bir husus da, onda günümüz sosyal reformizmini (buna “sosyal hareketler” de dahildir) yönlendiren fikirlerin genel hatlarıyla formüle edilmiş olmasıdır.
Dikkat edilirse, “tarihin sonu yoktur” tespitini yapan bu programın bir tarihsel vizyonu yoktur. “Yeni bir toplum” ya da “savaş ve sömürünün olmadığı bir dünya” derken kasıtlı olarak sıfatsızdır. Bu sıfatsızlığı kendi içinde mantıklıdır da, çünkü kapitalizmi bir toplumsal ve tarihsel sistem olarak mahkum etmemektedir. Bu durumda ama, programdaki “yeni toplum”; iç bağıntısı ve yasaları olan tarihin gelişmesinin zorunlu kıldığı bir aşama değildir. Yani programın mantığı vardır, ancak bu mantık irrasyoneldir. Oysa, programın eleştiri konusu yaptığı tüm toplumsal olgu ve sonuçların rasyonel ve tarihsel çözümü; işçi sınıfının örgütlenmesi, onun önderliğinde bir devrimle kapitalist düzenin yıkılması ve sosyalizmin inşasıdır. İşte nedenleri anlaşılmaz olmasa da, günümüzün ideolojik yapılanmasının orijinalitesi budur: sosyalizmsiz sosyalistler! 
Denilebilir ki, bu “anormal” durumu “normal” kılan, ideolojik alanda, tabiri caizse eğer, bir tür “fetret dönemi”nden geçiyor olmamızdır. Günümüz sosyal reformizmi de, bu “fetret dönemi”nin beraberinde getirdiği “boşluğu” ideolojik bir nitelik düzeyine çıkarmakta, “ideolojisizliği” ideoloji haline getirmektedir. Örneğin “sosyal hareketler” tanımını ele alalım. Bu tanımda, kasıtlı olarak, “sosyal” olanla “politik” olan arasında bir ayrıma gidilmektedir. Kapitalizmin genel krizine tepki vardır (“sosyal hareket”), ancak bu “krizin bilinci” (ideolojik-politik hareket) yoktur. “Sosyal hareketler”de politik bilincin kasıtlı olarak dışta tutulması çabasının gerçek anlamı ve tüm espirisi, işçi sınıfının dünya görüşünü dışta tutmaktır. Daha özlü söyleyecek olursak; “sosyal” ile “politik” olanın ayrılması, “sınıf” ile “bilincin” ayrılması, hareket içinde sınıf bilincinin oluşmasının engellenmesi demektir.
Bu durum, aynı zamanda; ufuksuz, daha doğrusu tarihsel olarak daha ileriye açılamayan bir hayalciliği de beslemektedir.  Kapitalizm “kötüleşmiş”tir, yerine “iyi”, “insancıl”, “barışçıl”, “adaletli” bir kapitalizm vaat ediliyor; işte bu programın ve günümüz reformist-muhalif “solu” ve “sosyalistleri”nin bütün ufku ve vizyonu bundan ibarettir.
Şüphesiz, karşı karşıya bulunduğumuz sosyal reformizm, ideolojik ve politik bakımdan son şeklini almış bir akım değildir. Bugün muğlak olan sınırları ve ayrım çizgileri, işçi ve emekçi hareketinin gelişimine ve tabii ki devrimci ve komünist parti ve güçlerin kazanacakları mevzilere göre değişkenlik gösterecektir. Dün olduğu gibi, bugün de, reformizmin radikallik derecesini devrimci işçi ve komünist hareketinin (devrimin gücünün) gelişme derecesi tayin edecektir.
Şu saptamayı yaparak bu konuyu noktalayabiliriz: Bugün iki ideolojik akım, giderek daha artan ve etkin çabalarla kendine yol açmaya çalışıyor. “Avrupa Solu Partisi” ile salt Avrupa ölçeğindeki girişim ve politik biçimlenişini ele aldığımız bu akımlardan birisi ve şimdilik en güçlü olanı günümüz sosyal reformizmidir. Diğeri ise, son atraksiyonlarını aşağıda ele alacağımız Troçkizmdir.

“AVRUPA ANTİ-KAPİTALİST SOL” (EAL)
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünü ve onu izleyen “küreselleşme” kampanyasını kendi teorisinin (tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı ve devrimin ancak uluslararası planda gerçekleşebileceği tezleri) doğrulanması olarak propaganda edegelen; ve bu arada kendine özgü “işçi iktidarı” hayalinin propagandasını, burjuva ideolojisinin sosyalizm hakkında yaydığı önyargı ve şüpheleri teyit ederek sürdüren Troçkizmin, uzun bir süreden beri çok yoğun ve çok yönlü bir faaliyet içinde olduğu aşikardır. Bu bakımdan nispeten yeni bir yönelim olarak değerlendirilebilecek gelişme ise, Troçkizmin, uluslararası planda “klasik” çevresinden sayılamayacak çevrelere de yönelmesi ve buralarda da etkili olmaya başlamasıdır. Bu gelişmenin tek olmasa da çarpıcı bir örneğini, Troçkist olanlarla olmayanların (hatta eskiden anti-troçkist olarak bilinenlerin) bir araya geldiği “Avrupa Anti-kapitalist Sol” (EAL) diye adlandıran uluslararası girişim teşkil etmektedir.
Yazımızın başında İtalya’dan PRC’nin daha büyük “proje”lerin peşinde olduğunu belirtmiştik. Ve nitekim; “sevdasız gezginci şövalye olmaz” misali, PRC, iki ayrı düğünde damat olarak karşımıza çıkmaktadır! PRC’nin; daha çok Troçkist parti ve akımların etkin olduğu EAL içinde de yer almasının iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi ve en önemlisi, PRC’nin, Avrupa’nın en büyük “komünist” partilerinden biri olarak, Avrupa’daki tüm sol ve sosyal hareketlerin birleştirilmesi “projesi”ne sahip olması; ikincisi ise, parti içindeki (azınlıktaki) Troçkist fraksiyonun da PRC’nin uluslararası ilişkilerinde Troçkist cenahın güçlenmesi doğrultusunda çalışmasıdır. (PRC’yi bir fraksiyonlar partisi olarak görmek daha doğru olacaktır.)
PRC’deki egemen görüşe göre, örneğin mevcut “sosyal hareketler, hareketlerin hareketidir”. Dolayısıyla, Avrupa çapında yeni bir işçi hareketi çıkacaksa da, bunun içinden çıkacaktır. Önderlik rolü, “harekete” devredilmelidir; PRC burada, “eşit olanlarla eşit konumda” olacaktır. Gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda “yeni bir politik özne” yaratılmalı ve bunun için de tüm solu, “çoğulcu sol bir formasyon içinde” bir araya getirmek gerekmektedir. (Dikkat edilirse, EL, “sosyal hareketler” açısından da Avrupa çapındaki en uygun “yeni politik özne” olmayı gözeten bir yapılanmaya gitmektedir.) PRC Başkanı Fausto Bertinotti bu konudaki düşüncelerini üç yıl önce yapılan bir röportajda şöyle dile getirmişti: “Düşünceme göre, solcuların yeniden yapılanmasıyla ilgili üç temel aşamadan söz edilebilir: Komünist bir kitle partisinin yeniden kuruluşu ve gerçekçelendirilişi. Bu komünist partisinin de bir parçası olacağı, ama ondan daha geniş olan antagonist, alternatif ve anti-kapitalist bir solun yeniden inşası. Ve nihayet, sözünü ettiğim alternatif solcular ile ılımlı solculardan (anti-kapitalist bir pozisyonu olmayan solcuları kastediyorum) meydana gelen çoğulcu bir solun kuruluşu.” (3.2.2001 tarihli “il manifesto” gazetesinden)
Anlaşılabileceği gibi, Bertinotti aradan geçen süre içinde “solcuların yeniden yapılanması”yla ilgili çalışmalarını istikrarlı bir şekilde sürdürmüştür. EL ve EAL bu planın uluslararası boyutunu oluşturuyorlar. Ve yine anlaşılabileceği gibi, bu planın, bir komünist partisinin geniş halk kitlelerini birleştirmek, geniş ittifaklar kurmak, güç birliğini oluşturmak vb. gibi, politik bakımdan doğru ve zorunlu adımlarıyla da bir ilgisi yoktur. Zira burada söz konusu olan; işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin ve hareketinin politik bağımsızlığının reddi ve gereksizliği düşüncesidir.
Aynı potansiyeli ve gücü taşımasa da, kendince iddia sahibi olan ve PRC gibi iki ayrı düğünde damatlık yapmaya çalışan diğer bir örgüt de, SYNASPİSMOS’tur (1990’lı yıllarının başında Yunanistan Komünist Partisi -KKE-‘den çıkan sağ-oportünist-“Gorbaçovcu” bir hizip). Tayin edici olmasalar da, Yunan Troçkistleri bu örgüt içinde de çalışmaktadırlar. SYNASPİSMOS’un her iki ipte oynamasının temel nedeni, kıyasıya mücadele ettiği KKE karşısında uluslararası cephede de örgütlenmek ve güç toplamaktır. Kısacası, EL ve EAL içinde olup da sözünü etmeye değer iki örgüt bunlardır.
Peki, EAL hangi örgütlerden meydana gelmektedir? Bu sorunun yanıtını EAL’nin 9-10 Haziran 2003 tarihlerinde Atina’da gerçekleşen 6. Konferansı’nın katılımcılar listesine bakarak öğrenebiliriz: Danimarka’dan “Red Green Alliance” (çeşitli politik güçlerden meydana gelen bir ittifak), İngiltere’den “Socialist Alliance” ve “Socialist Workers Party” (ikisi de Troçkist), İskoçya’dan “Scottish Socialist Party”, Fransa’dan “Ligue Communiste Revolutionnaire” (LCR; Troçkist), Portekiz’den “Bloco de Esquerda” (Troçkist), İspanya’dan “Espacio Alternativo”, İtalya’dan PRC, İsviçre’den “solidariteS”, Türkiye’den ÖDP, İrlanda’dan “Socialist Party”, İngiltere’den “Socialist Party”, İspanya’dan “Esquerra Unida i Alternativa”, Almanya’dan DKP (Batı Almanya’nın eski revizyonist partisi) ve Yunanistan’dan SYNASPİSMOS.  
Adından da anlaşılabileceği üzere, EAL, EL’den farklı olarak “anti-kapitalist”tir. EAL’nin katılım kriterleri arasında esas olarak şunlar yer almaktadır: “Anti-kapitalizm; solcuların çoğulculuğu ve birliğinin benimsenmesi; katılan partilerin asgari bir temsil gücüne sahip olması.” EL gibi EAL mensupları da, “sosyal demokrasinin sağa kayışı, sol güçler için bir alan yaratmıştır” tespitini yapmaktadırlar. Doğrudur: sınıf mücadelesi boşluk kaldırmaz, o halde bu boşluğu soldan doldurmak gerekir! EAL’in terminolojisinde bu şöyle ifade ediliyor: Avrupa’daki “sosyal solun bir parçası” olarak EAL, “sosyal hareketi ortaklaşa inşa etmek ve güçlendirmek için; radikal, birliğe dönük ve çoğulcu bir temelde ortak çalışmak istemektedir.” 
EAL’in ilk konferansı 2000 yılında Lizbon’da gerçekleşmiş, en sonuncusu olan 7. Konferansı ise geçtiğimiz Aralık ayında Paris’te düzenlenmişti. Bu konferansta, Avrupa partisi olarak örgütlenme sorununun çözümü için zamanın henüz erken olduğu sonucuna varıldı. EAL, tek tek ülkelerdeki ulusal koşullara göre, “Avrupa parlamentosu seçimlerine çeşitli biçimlerde müdahale edecek”tir.
Bertinotti, “büyük projeleri”nin bir gereği olarak EAL bileşenlerine EL içinde yer alma çağrısını yapmaktadır (amaç, aslında Troçkist cenahı da EL gemisine almaktır). Ne var ki, Troçkistler, Bertinotti’den az yaman değiller! Şimdilik, EL’nin gelişimini ve seçim sınavını gözlemeyi yeğliyorlar. Örneğin, Avrupa’nın en güçlü Troçkist partileri arasında yer alan Fransız LCR ile LO (Lutte Ouvriere), yaptıkları seçim ittifakına da güvenerek, Avrupa seçimlerinde FKP’ye darbe indirecek bir çıkış yapmayı umuyorlar. Kısacası, Troçkistler seçimin sunacağı politik tabloya göre, EL ile birleşme (bu durumda da daha etkin bir konumdan) veya EAL aracılığıyla daha aktif olmaya karar vereceklerdir.
Atina konferansına Almanya’dan DKP katılmakla birlikte, EAL sürecine Almanya’dan iştirak edenler DKP ile sınırlı değil. Nitekim, 10 Mayıs 2003 tarihinde “Avrupa Anti-kapitalist Sol’un Almanya dostları” adlı bir girişim oluşturuldu. (EAL’nin EL’i nasıl yakından gözlemlediği şu “raslantı”dan da anlaşılabilir: EL’nin yukarda sözünü ettiğimiz “tarihi konferansı”nın gerçekleştiği aynı günlerde Berlin’de EAL’in “Almanya dostları”nın da bir toplantısı düzenlenmişti!)  EAL’in Troçkist kimliğini “Almanya dostları”nın bileşiminden de net görebiliyoruz: PDS’in Gera kenti örgütünden Geralı Solcu Diyalog, DKP, Sosyalist Alternatif İleri (SAV), Linksruck, Uluslararası Sosyalist Sol (ISL), Devrimci Sosyalist Birlik (RSB), Marksist Forum, SoZ-Redaksiyonu (“Dostların” toplantılarına zaman zaman gözlemci başka “dostlar” da katılıyor tabii. Fakat genel olarak şu söylenebilir: İlk iki örgütün dışında, hepsi Troçkist ya da bu zihniyetin etkisi altında olan örgütlerdir.)
DKP’nin haftalık yayın organı UZ’in “Almanya dostları”nın Berlin toplantısıyla ilgili haberinde, adeta Troçkizmle yatanın şaşı kalktığını kanıtlayan bir saptama yapılmıştı. EAL süreci kastedilerek, şu söyleniyordu: “Kim ki bu canlı sürece ciddi bir şekilde dahil oluyorsa, o, kendisinin de bu süreçte değişebileceğinin bilincinde olmalı.” Ve gerçekten de DKP’nin birkaç yıldır geçirdiği ve kuşkusuz birçok nedeni olan “serüveni”, Troçkist akımlarla “dost meclisleri”nde koyulaşan muhabbetlerle birlikte, önemli bir dönemece yaklaşmış görünüyor. 89-91 dönemecinde ağır darbeler yiyen bir zamanların 40 bin üyelik partisi, tüm toparlanma çabalarına rağmen, belini doğrultamayarak, şimdi bir “yol ayrımına” gelmiş bulunuyor. Parti yönetiminde çoğunluğu oluşturan sağ kanatın “ideolojik açılımlar”ıyla; Kautsky’ci, Negri’ci ve kısmen Troçkist tezler arasındaki özdeşlik giderek belirginleşiyor. DKP’nin hep gündeminde olmasına karşın yıllardır yeni bir program üzerine anlaşamaması, göründüğü gibi partideki krizin nedeni değil, bir sonucu sayılmalıdır.
Programın da içeriğini etkileyen bu “açılımları” şöyle özetleyebiliriz: Emperyalizm tahlili-sınıf tahlili-parti tahlili. Açıktır ki, farklı bir emperyalizm tahlilinden, farklı bir sınıf tahliline ve buradan da farklı bir parti anlayışına varılabilir. Örneğin sağ kanat gibi, “kolektif emperyalizm” tahlili yapıyorsanız, yani “bugünkü kapitalizmin yapısını belirleyen sermaye ilişkisi olarak, ulus üstü tekelci sermayenin ortak sınıf çıkarları”nı görüyorsanız; o zaman “küreselleşmiş” ve ulusal kimlik bakımdan sıfatsız bu emperyalizme karşı “direnişin de küresel” olması gerektiği; çeşitli insanları ve katmanları etkileyen bu “ulus üstü” emperyalizmin “aşılmasının” da “çeşitli politik, ideolojik ve sosyal güçlerin” ortak ve “global mücadelesi”nin bir eseri olabileceği; dolayısıyla asıl devrimci özne olarak, bu geniş kesimlerle ittifak içinde olan işçi sınıfı değil , aksine bu öznenin; işçi sınıfının da içinde yer alması gereken “geniş ittifakın” kendisi olduğu sonucuna varırsınız. Haliyle, bu durumda, “işçi sınıfının partisi” ilkesinin de bir anlamı kalmamaktadır. (Zaten “kolektif emperyalizm” teorisini savunanlara göre, “global hareketin bir parçası olması gereken” komünistler, “en geç şimdi öncü düşüncelerinden vazgeçmeli”dirler!)
DKP’nin Ruhr-Vestfalya örgütü başkanı Patrik Köbele, parti yönetim kurulu toplantısında, DKP yönetimini, EAL girişimleri hakkında partiyi çok sınırlı ve tek yönlü bildirmekle eleştirdiği konuşmasında, bu gidişatın vardığı noktayı şöyle özetliyordu: “Düşünceme göre, partimizdeki sorunların kaynağı, partimiz içinde bilinçli olarak ya da olmayarak farklı parti konseptlerinin oluşmaya başlamış olmasıdır.” “Kollektif emperyalizm” teorisi yanlılarının başında gelen parti yönetim kurulu üyesi Leo Mayer’in “EAL projesi”yle ilgili yaptığı açıklama, Köbele’nin değerlendirmesini doğruluyor: “Bu projemiz” diyordu Mayer, “seçimlerden öteye gidiyor. Zira, stratejik karakteri olan bir projedir.”
DKP’deki gidişatın neyle sonuçlanacağı bilinmez; ancak Troçkizmin “radikal solcu” söylemli EAL aracılığıyla nispeten daha geniş bir alana el attığı ve bu sayede hem örgütsel ve hem de ideolojik olarak etkin bir mevziyi tutabildiği, DKP içindeki tartışmaların giderek bir yol ayrımını gündeme getirmesinden de anlaşılıyor.
Tabii ki, burada, neden ile sonucu birbirine karıştırmamak gerekir. DKP örneğimizden açıklayacak olursak: DKP’yi içinde bulunduğu sürece iten Troçkizm değildir. Troçkizm; bu süreçten faydalanan, dönemin sunduğu olanaklardan yararlanan akımdır. Nitekim, yukarda “fetret dönemi” diye tanımladığımız dönem; bir yandan “sosyalizmin yenilgisi” olgusu, diğer yandan “emperyalizmin yeni bir aşamasına girildiği” (“küreselleşme”, sınıfların ve kapitalizmin “yapısal değişimi”, “ulus üstü tekelci sermayenin ortak sınıf çıkarları” vb.) tezleri üzerinde yükselmektedir. Bu olgu ve tezlerle Troçkist teoriler arasındaki simetrik ilişki kolaylıkla görülebilmektedir.
Bu dönem öte yandan, çeşitli ideolojik akımlar arasındaki ayrım çizgilerinin “anlamsızlığı” düşüncesine de yol vermiştir. Öyle ya: “sosyalizm yenilmişse”; “emperyalizmin yeni aşaması”yla birlikte, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi yasası “geçersiz”leşip tek ülkede devrim bir “çıkmaz sokak”sa ve emperyalist kapitalizmin geçirdiği “yapısal değişim nedeniyle” işçi sınıfı artık “o tarihsel devrimci özne değil”se; “anti-kapitalist sol” arasındaki ideolojik ayrımlarının da “bir anlamı kalmamış”tır demektir!
Kısacası, içinde bulunduğumuz dönem; bir yönüyle ideolojik birlikten yoksunluk, diğer yönüyle yeni bir ideolojik biçimlenmeyle karakterize olmaktadır. Yani, deformasyonla formasyonun iç içe geçtiği bir dönem. EL ve EAL, diğer bir yönüyle, aynı zamanda bu gelişmenin Avrupa çapındaki görüngü biçimleridir. Bu süreçten yeni bir formasyonun doğuşunun mu, yoksa mevcut deformasyonun daha da derinleşmesinin mi çıkacağı, burada açıklamasına girişemeyeceğimiz pek çok faktör ve gelişmeye bağlıdır. Bununla birlikte, en azından EAL ve DKP’nin onunla ilişkisi için şu söylenebilir: Büyük oranda, kendi aralarında bile birlikten yoksun olan Troçkistlerden meydana gelen EAL’in geleceğinin olmadığı ve burada birlik yerine bölünme ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu belirtmek gerekir.  Zira, her şey bira yana; Troçkizmin eski mayasına istediğiniz kadar erdem çalın, “kolay değişmez cibiliyeti”! EAL’in bu “yapısal sorunu”nun yanı sıra, DKP’nin içinde de ayrıca bu gidişata tepkili olan ve nispeten devrimci bir mevzi tutan bir kesimin de var olduğunu unutmamak gerekir…
Fakat şurası kesindir: Günümüz Marksist-Leninistleri kendilerini bu tür serüvenlere kaptırmayacaklardır. Zira onlar; ne “ideolojik gettoculuk”, ne de “saplantı”yla hareket ederler; aksine tarihsel ve diyalektik materyalizmle yeniden donanmış olarak şunun bilincindedirler: İşçi sınıfı günümüzün de tayin edici tarihsel devrimci öznesidir. Dolayısıyla parti, işçi sınıfının partisi olmak zorundadır. İşçi hareketinin parti olarak örgütlenmesi ve ideolojik-politik bağımsızlığını koruması, geniş sosyal ve politik ittifakların engeli değildir. Aksine bu, geniş halk tabaka ve kitlelerinin de davalarının başarıya ulaşmasının güvencesidir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑