Geçtiğimiz Ocak ayında Berlin’de 17 ülkeden 19 sol parti bir araya gelip, “Avrupa Solu Partisi”nin (“Party of the European Left” – EL) temellerini attı. Almanya’dan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS)’in ev sahipliği yaptığı konferansta, 11 partinin altına imza attığı bir kuruluş çağrısı da onaylandı. İmzalayan ve dolayısıyla böyle bir uluslararası partinin kuruluş sürecine aktif katılacağını açıklayan bu partiler şunlardı: Estonya’dan Sosyal Demokratik İşçi Partisi; Fransız Komünist Partisi (FKP); Yunanistan’dan SYNASPİSMOS (“Solcuların, Hareketlerin ve Ekolojinin Koalisyonu”); İtalya’dan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi (PRC); Lüksemburg’dan Solcular; Avusturya Komünist Partisi (AKP); Slovakya Komünist Partisi; İspanya’dan Birleşik Sol; Çek Cumhuriyeti’nden Bohemya ve Moravya Komünist Partisi; yine Çek Cumhuriyeti’nden Demokratik Sosyalizm Partisi ve Almanya’dan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS).
Konferansa katılan ancak çağrıya imza atmayıp gözlemci statüsünde kalmayı tercih eden partiler ise şunlardı: Finlandiya’dan Sol Birlik; İtalyan Komünistlerinin Partisi (1998’de Armando Cossutta’nın önderliğinde PRC’den çıkan sağcı bir hizip); Letonya’dan Eşit Haklar Partisi; Hollanda’dan Sosyalist Parti; Norveç’ten Sosyalist Sol Parti; Polonya Sosyalist Partisi; Portekiz Komünist Partisi (PKP); Kıbrıs’tan Emekçi Halkın Partisi (AKEL).
Berlin’de düzenlenen “tarihi konferans”, tarihi bir mekanda (“milletvekilleri binası”) gerçekleşmişti. Nitekim, bundan tam 86 yıl önce, 1918 yılında, Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg, zamanın Prusya meclisinin odalarında Almanya Komünist Partisi (KPD)’nin kuruluş kongresine öncülük etmişlerdi. Şimdi aynı mekanda, Avrupa’nın dört bir tarafından 19 “sol parti” bir araya gelmiş ve yeni bir “uluslararası parti”yi kurma kararını almışlardı!
Şükür ki, PDS’nin dış politika sözcüsü Wolfgang Gehrcke, Frankfurter Rundschau gazetesi muhabirinin sorusundaki derin kaygıyı hissederek, kamuoyunu sakinleştirmede gecikmemişti: “Hayır, hayır; yeni bir Komintern, yeni bir otoriter ya da merkezci bir kadro örgütü kurulmuyor burada”! Ama, “ikinci bir Sosyalist Enternasyonal de kurulmuyor”du; bunu da Gehrcke, özürü kabahatinden büyük bir “çünkü”yle açıklıyordu: “çünkü; Sosyalist Enternasyonal Willy Brandt ya da Olof Palme’nin geleneklerinden uzaklaşmış ve artık neoliberalizmin bir projesine dönüşmüştür”!
Basına dağıttıkları çağrıda, kendilerini “başka bir politika talep eden hareketin bir parçası” olarak değerlendiren partiler, şuna inandıklarını açıklıyorlardı: “Başka bir dünya, başka bir Avrupa mümkündür: demokratik, sosyal, ekolojik, feminist, barışçıl; kısacası dayanışmanın Avrupası mümkündür.” Bunun için; “Avrupa Solu Partisi’ni kurmanın zamanı gelmiştir. Bu partiyi, Avrupa 2004 seçimlerinden önce kurmak istiyoruz.”
Avrupa’dan 29 parti davet edilmesine rağmen, ancak 19’unun katıldığı konferansta karar altına alınan diğer bir husus da, EL’nin kuruluş kongresinin önümüzdeki Nisan ayında yapılması (Avrupa parlamentosu seçimleri Haziran’da!) ve bu süre zarfında da partinin tüzüğü üzerinde anlaşılmasıydı.
İşin espirisi açık olsa gerek: Sürece katılan her parti, bir “Avrupa Partisi”nin her bir partiye kazandıracağı politik ve finansal avantajlardan faydalanmak istiyor. Nitekim bu seferki Avrupa parlamentosu seçimlerinde bir “ilk” gerçekleşecek; Avrupa Birliği (AB) bütçesinden “Avrupa partileri”ne (en azından 6 ülkede temsil edilen partilere yani) toplam 8,2 milyon euro dağıtılacak. EL’e katılacak ve barajı geçecek olan partiler açısından bu, parti başına en azından 200 bin euronun elde edilmesi demektir. Başka bir deyişle, özellikle Almanya’dan PDS gibi, ülkesinde durumu kritik olan partilerin bu “açık proje”nin (PDS Başkanı Lothar Bisky’nin tanımı) ilerletilmesinde gayrete gelmesi “anlayışla” karşılanabilecek bir durum!
Ne var ki, “proje”nin ideolojik-politik boyutu pürüzlüymüş gibi gözüküyor. Komintern değil de, “açık bir proje” ile karşı karşıya olduklarını anlayan basın mensupları, “projenin heterojen yapısı”nın çıkaracağı sorunlara dikkat çeken sorular yöneltip durdular. Bileşimden de anlaşılacağı gibi, bazı partiler, (AKEL gibi) iktidarda ya da iktidar ortağı; bazılarıysa parlamento dışı muhalefeti esas alıyor; başkaları (davet edilen İsveç “Sol Parti” gibi) AB’ni reddederken, diğerleri (Yunan SYNASPİSMOS gibi) “Avrupai entegrasyona” önem veriyorlar. EL, öncelikle “barış partisi” olmak istediğini söylerken, süreçte yer alan İspanyol “İzquierda Unida” örgütü “ABD karşısında bir karşıt kutup olarak Avrupa askeri gücün oluşması”ndan dem vuruyor. Doğu Avrupa’dan eski “devlet partileri”, “sol sosyalist” partiler, “komünist” adını taşıyan partiler, “sol Yeşiller” vb. vb.. Bunun, “politik ve programatik ortaklığı nerede?”
Belli ki, özellikle Almanya’dan PDS, İtalya’dan PRC ve Yunanistan’dan SYNASPİSMOS acele ediyorlardı (ülkelerinde pek güçlü olmayan PDS ve SYNASPİSMOS’un gayretkeşliği anlaşılmaz değil; PRC ise, aşağıda da göreceğimiz gibi, daha büyük “projeler” peşinde). Buna karşın bazı partiler de, süreçten kopmamak üzere oradaydılar, ama ihtiyatlıydılar da. Örneğin bir “Avrupa partisi”ni kurmanın zamanının uygun olup olmadığından emin olmayan Hollanda Sosyalist Partisi’nin temsilcisi senatör Tiny Kox, böyle bir partinin “doğru argümanlara, doğru temellere ve nihayet tek tek ülkelerde güçlü sol partilere ihtiyaç duyduğuna” dikkat çekiyordu. Belirttiğine göre, partisi son on yılda durmaksızın gelişmiş, üye sayısını 43 bine ulaştırmış; bugün ise, Hollanda parlamentosunda dördüncü büyük fraksiyonu oluşturuyormuş. “Biz” diyordu, “ne tanrıdan, ne de herhangi başka bir partiden bir mucize bekliyoruz”.
Gelgelelim, “mucize, en sevdiği çocuğudur inancın”! “Avrupa Partisi” umudunun; durumu zayıf olanların gözlerini ne kadar kamaştırdığını FKP’nin konferanstaki temsilcisi Jose Cordon’un değerlendirmesi ortaya koyuyordu. Yapının dikkat çeken “heterojenliği çok abartılmamalı” diyen Cordon “sorunu” şöyle çözüyordu: “Farklılıkları ve ayrılıkları inkar etmeyeceğiz, aksine bunları verimli bir yönde değerlendireceğiz”; zira “açık bir proje” olarak EL, Avrupa’nın “tüm dönüşümcü sol güçleriyle işbirliğini” arayacaktır!
Bu hoş ama “boş” formülasyonu bir kez daha tekrarlamak gerekir: “Dönüşümcü sol güçler”; buyrun işte size “politik ve programatik ortaklık”! “Proje” sahiplerinin bu sorun olmayan sorunla ilgili yaptıkları açıklamaları inandırıcı bulur ya da bulmazsınız, ama her şeyden önce şu olguyu bir kere saptamak gerekir ki; 11 partinin “biz varız!” demiş olması, AB paralarının, bu partilerin “ortak bir kimlik bulma süreçleri”nin güvenilir bir “garantörü” olduğunu kanıtlamaktadır. Demek ki, bu bakımdan da “kaygılanacak” bir durum yokmuş!
“Heterojen yapı”nın ideolojik ve politik bakımdan ne tür bir “homojenlik” içerdiğini anlamak için ise, PDS Parti Başkanı Lothar Bisky’nin konferansta yaptığı konuşmaya biraz kulak kabartmamız gerekiyor:
– Kurmak istediğimiz partinin bir örneği yoktur, diyordu Bisky: “Yeni bir alana adım atıyoruz ve eski düşünce tarzlarını yıkmak durumundayız.” Bununla birlikte, “tarihsiz bir mekanda durmuyoruz.” “Saflarımızda; faşizme karşı mücadelenin, Resistance’ın, partizan hareketlerinin canlı tecrübesi var. Düşünce tarihimizde; aydınlanma, işçi hareketi, Marx ve Engels, Antonio Gramsci; İspanya Cumhuriyeti; Yunanistan’da darbeci albayların, Portekiz’de Salazar’ın, İspanya’da Franco’nun alaşağı edilmesi bulunmaktadır.” (Bu adam için, koca 20. yüzyılı şekillendiren Büyük Ekim Devrimi, Sosyalist Sovyetler Birliği vb. yaşanmamıştır! Bu açıdan onun için sadece, “komünizm adına yapılan hatalar, yanlışlıklar ve işlenen suçlar” söz konusu olmuştur! Ey dalkavukluk, ne güçlüsün, ne büyüksün, etkin ne kadar geniş!!)
– Bu “yeni proje” ile; “eyleme geçme özelliğine” sahip, “bir tüzük ve programı olan politik bir birlik” hedeflenmekte.
– Bu “proje”; “Avrupa’nın sosyal demokrat, muhafazakar veya liberal güçlerinin sahip olduğu gevşek çatı örgütü gibi” olmayacak, tersine: “sosyalist, komünist ve diğer sol reformcu partilerin yeni tipte bir ortak çalışması projesi” olarak düşünülmelidir. Yeni yapının bir Genel Başkanı, bir Yönetim Kurulu (üye partilerin iki temsilcisinin yer aldığı) ve bir bürosu olmalı (bu konular nisanda kararlaştırılacak).
– “Dört ana noktası olacak:
1. Savaş karşıtı partisi;
2. Sosyal adalet partisi;
3. Dünyaya açıklığın ve ABD karşısında Avrupa’nın emansipasyonunun partisi;
4. Cinsiyet eşitliğinin partisi.”
– Seçimlerde, herkes, “yeni kardeşlerin desteğini de arkasında hissederek”, “kendi ulusal kürsüsünde” güreşecek.
– Avrupa parlamentosundaki mevcut “sol fraksiyon”, özellikle Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Kıbrıs’tan yeni katılımlarla güçleneceğini umuyor. Bu proje, şimdiye kadarki işbirliği biçimlerine (Avrupa parlamentosundaki Birleşik Sol Fraksiyonu ve Yeni Avrupa Solu Forumu -NELF- gibi) alternatif olmayacak, bunlar korunacak…
Bisky’nin burada çizdiği çerçeve üç aşağı beş yukarı konferans kararlarında da ifadesini buldu. Dört ana noktaya seçimler açısından bakıldığında, EL “ilkelerinin” işlevi net görülüyor: Seçimlerde, kapitalizmin mevcut gidişatından hoşnut olmayan en geniş kesimler yönünden seçilebilir olmak!
Oluşturulan platformun ideolojik-politik bakımdan “çoğulcu” ve “kucaklayıcı” olmayı hedeflediği, her bir katılımcı partinin kendi kurullarında ele alıp onaylaması şartıyla kararlaştırılan “Avrupa Solu Partisi’nin Programı”ndan da anlaşılıyor. Ana noktalarına bir göz atacak olursak:
– “Bizim için Avrupa, uluslararası politikada başka bir toplum için mücadelenin yeniden başlatılmasının bir mekanıdır. Bu mücadelenin hedefi barış ve mevcut kapitalist ilişkilerin dönüşümüdür. Kapitalist ve ataerkil mantığı aşan bir toplumu hedeflemekteyiz.”
– Program, Avrupa’daki solun rolü ve görevi olarak, “politikanın radikal değişimi için geniş bir sosyal ve politik ittifakın kurulmasına katkıda bulunmayı” görmekte; bunu da “mevcut kapitalist toplumların zorunlu dönüşümü için somut alternatif ve önerileri geliştirme” suretiyle yapmayı öngörmektedir.
– “Yeni sosyal hareketler”, bu “dönüşüm politikasına yeni güç” katmaktadırlar.
– Son yıllara damgasını vuran saldırılar sıralanıp; yaşam koşullarının kötüleşmesi, artan gericilik vb. gelişmeye işaret edildikten sonra: “Sosyal demokrasinin ‘Üçüncü Yol’ konsepti Avrupa’da iflas etmiştir, çünkü bu gelişmenin karşısına dikilmemiş ve böylelikle de aslında teşvik etmiştir. Bu durum, yeni olanaklar sağlamaktadır ve aynı zamanda günümüz dünyasını değiştirmek isteyen solun da sorumluluklarını artırmıştır.”
– Program, bugünkü Avrupa solunun “20. yüzyılın geleneksel yoluna geri dönemeyeceğini” vurguluyor (zira bu yol, “devrimci düşüncelere sahip güçlere büyük başarılar sağladığı gibi, büyük yenilgiler ve trajediler de yaşattırmıştır”!).
– “Yeni dönemin Avrupa’da şimdi talep ettiği; alternatif, radikal, ekolojik ve feminist bir solun yaratılmasıdır.”
– “Başka bir Avrupa’nın taslağını sunmak ve AB’ne başka bir içerik vermek istiyoruz: ABD’nin hegemonyasından bağımsız; güney yerküresine açık; kapitalizme alternatif sosyal ve politik bir model; artan militaristleşmeye ve savaşa karşı aktif; sosyal ve ekonomik alanlardaki haklar da dahil olmak üzere insan haklarına saygılı.”
– “DTÖ ve IMF’nin anti-demokratik ve neoliberal politikalarından kurtulmuş; NATO’yu, yabancı askeri üsleri, ve orduların rekabetini ve dünyadaki silahlanmayı daha da kızıştıran Avrupa Savunma Ordusu’nun her tür modelini reddeden bir Avrupa istiyoruz.”
– Avrupa Solu Partisi ile, “yeni bir politik öznenin yaratılmasına çabalıyoruz”.
– Program, “Avrupa’nın sosyal ve demokratik yönden derin bir dönüşümünün zorunluluğunu” vurguluyor ve bu bakımdan da “serbest rekabetçi pazar ekonomisinin kutsallığı dogmasına, mali piyasaların ve çok uluslu tekellerin gücüne karşı mücadelenin güçlendirilmesinin zamanının geldiğine” işaret ediyor.
– Program, AB’nin emperyalist bir kurum ve örgütlenme olarak varlığını hiçbir şekilde sorgulamıyor. Bunun yerine, “istikrar paktı ve Avrupa Merkez Bankası’nın yönelimleri”ni tartışma konusu ediyor; “başka sosyal ve ekonomi politikalarının izlenmesi gerektiği”ni belirtiyor; “tam istihdam ve meslek eğitimi için”, “kamu hizmetleri için” “sosyal önceliklerden”, “cesur yatırımlardan”, “sermaye hareketlerin vergilendirilmesi”nden söz ediyor. Kısacası, AB’nde “paranın değil de, insanın önde durduğu öncelikler” egemen kılınmalıdır deniliyor.
– Bununla birlikte program, Avrupa’daki gidişatta da değişiklikler saptıyor: “Sosyal hareketlerin, sendikaların, işçilerin ve yurttaşların savaşa karşı büyük mücadeleleri durumu değiştiriyor.” EL, “sosyal dönüşümün politik güçleri olarak, neoliberal politikaya karşı yönelen bu yeni dinamiğe katkıda bulunmak istiyor”.
– Program şöyle bitiyor: “Birlikte yeni bir toplum için, savaş ve sömürünün olmadığı bir dünya için mücadele edelim. Bugün şunu söylüyoruz: Başka bir dünya mümkündür. Gelecek buradadır. Tarihin sonu yoktur.”
Kuşkusuz, burada bu programı detaylı tartışacak değiliz, buna gerek de yok zaten. Fakat şu hemen baştan anlaşılıyor: Seçim ittifakı sorunun bir yönü, diğer yönü ise, orta vadede sosyal demokrasiden boşalan yeri doldurma hedefidir. Bununla birlikte bu programı karakterize eden diğer bir husus da, onda günümüz sosyal reformizmini (buna “sosyal hareketler” de dahildir) yönlendiren fikirlerin genel hatlarıyla formüle edilmiş olmasıdır.
Dikkat edilirse, “tarihin sonu yoktur” tespitini yapan bu programın bir tarihsel vizyonu yoktur. “Yeni bir toplum” ya da “savaş ve sömürünün olmadığı bir dünya” derken kasıtlı olarak sıfatsızdır. Bu sıfatsızlığı kendi içinde mantıklıdır da, çünkü kapitalizmi bir toplumsal ve tarihsel sistem olarak mahkum etmemektedir. Bu durumda ama, programdaki “yeni toplum”; iç bağıntısı ve yasaları olan tarihin gelişmesinin zorunlu kıldığı bir aşama değildir. Yani programın mantığı vardır, ancak bu mantık irrasyoneldir. Oysa, programın eleştiri konusu yaptığı tüm toplumsal olgu ve sonuçların rasyonel ve tarihsel çözümü; işçi sınıfının örgütlenmesi, onun önderliğinde bir devrimle kapitalist düzenin yıkılması ve sosyalizmin inşasıdır. İşte nedenleri anlaşılmaz olmasa da, günümüzün ideolojik yapılanmasının orijinalitesi budur: sosyalizmsiz sosyalistler!
Denilebilir ki, bu “anormal” durumu “normal” kılan, ideolojik alanda, tabiri caizse eğer, bir tür “fetret dönemi”nden geçiyor olmamızdır. Günümüz sosyal reformizmi de, bu “fetret dönemi”nin beraberinde getirdiği “boşluğu” ideolojik bir nitelik düzeyine çıkarmakta, “ideolojisizliği” ideoloji haline getirmektedir. Örneğin “sosyal hareketler” tanımını ele alalım. Bu tanımda, kasıtlı olarak, “sosyal” olanla “politik” olan arasında bir ayrıma gidilmektedir. Kapitalizmin genel krizine tepki vardır (“sosyal hareket”), ancak bu “krizin bilinci” (ideolojik-politik hareket) yoktur. “Sosyal hareketler”de politik bilincin kasıtlı olarak dışta tutulması çabasının gerçek anlamı ve tüm espirisi, işçi sınıfının dünya görüşünü dışta tutmaktır. Daha özlü söyleyecek olursak; “sosyal” ile “politik” olanın ayrılması, “sınıf” ile “bilincin” ayrılması, hareket içinde sınıf bilincinin oluşmasının engellenmesi demektir.
Bu durum, aynı zamanda; ufuksuz, daha doğrusu tarihsel olarak daha ileriye açılamayan bir hayalciliği de beslemektedir. Kapitalizm “kötüleşmiş”tir, yerine “iyi”, “insancıl”, “barışçıl”, “adaletli” bir kapitalizm vaat ediliyor; işte bu programın ve günümüz reformist-muhalif “solu” ve “sosyalistleri”nin bütün ufku ve vizyonu bundan ibarettir.
Şüphesiz, karşı karşıya bulunduğumuz sosyal reformizm, ideolojik ve politik bakımdan son şeklini almış bir akım değildir. Bugün muğlak olan sınırları ve ayrım çizgileri, işçi ve emekçi hareketinin gelişimine ve tabii ki devrimci ve komünist parti ve güçlerin kazanacakları mevzilere göre değişkenlik gösterecektir. Dün olduğu gibi, bugün de, reformizmin radikallik derecesini devrimci işçi ve komünist hareketinin (devrimin gücünün) gelişme derecesi tayin edecektir.
Şu saptamayı yaparak bu konuyu noktalayabiliriz: Bugün iki ideolojik akım, giderek daha artan ve etkin çabalarla kendine yol açmaya çalışıyor. “Avrupa Solu Partisi” ile salt Avrupa ölçeğindeki girişim ve politik biçimlenişini ele aldığımız bu akımlardan birisi ve şimdilik en güçlü olanı günümüz sosyal reformizmidir. Diğeri ise, son atraksiyonlarını aşağıda ele alacağımız Troçkizmdir.
“AVRUPA ANTİ-KAPİTALİST SOL” (EAL)
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünü ve onu izleyen “küreselleşme” kampanyasını kendi teorisinin (tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı ve devrimin ancak uluslararası planda gerçekleşebileceği tezleri) doğrulanması olarak propaganda edegelen; ve bu arada kendine özgü “işçi iktidarı” hayalinin propagandasını, burjuva ideolojisinin sosyalizm hakkında yaydığı önyargı ve şüpheleri teyit ederek sürdüren Troçkizmin, uzun bir süreden beri çok yoğun ve çok yönlü bir faaliyet içinde olduğu aşikardır. Bu bakımdan nispeten yeni bir yönelim olarak değerlendirilebilecek gelişme ise, Troçkizmin, uluslararası planda “klasik” çevresinden sayılamayacak çevrelere de yönelmesi ve buralarda da etkili olmaya başlamasıdır. Bu gelişmenin tek olmasa da çarpıcı bir örneğini, Troçkist olanlarla olmayanların (hatta eskiden anti-troçkist olarak bilinenlerin) bir araya geldiği “Avrupa Anti-kapitalist Sol” (EAL) diye adlandıran uluslararası girişim teşkil etmektedir.
Yazımızın başında İtalya’dan PRC’nin daha büyük “proje”lerin peşinde olduğunu belirtmiştik. Ve nitekim; “sevdasız gezginci şövalye olmaz” misali, PRC, iki ayrı düğünde damat olarak karşımıza çıkmaktadır! PRC’nin; daha çok Troçkist parti ve akımların etkin olduğu EAL içinde de yer almasının iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi ve en önemlisi, PRC’nin, Avrupa’nın en büyük “komünist” partilerinden biri olarak, Avrupa’daki tüm sol ve sosyal hareketlerin birleştirilmesi “projesi”ne sahip olması; ikincisi ise, parti içindeki (azınlıktaki) Troçkist fraksiyonun da PRC’nin uluslararası ilişkilerinde Troçkist cenahın güçlenmesi doğrultusunda çalışmasıdır. (PRC’yi bir fraksiyonlar partisi olarak görmek daha doğru olacaktır.)
PRC’deki egemen görüşe göre, örneğin mevcut “sosyal hareketler, hareketlerin hareketidir”. Dolayısıyla, Avrupa çapında yeni bir işçi hareketi çıkacaksa da, bunun içinden çıkacaktır. Önderlik rolü, “harekete” devredilmelidir; PRC burada, “eşit olanlarla eşit konumda” olacaktır. Gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda “yeni bir politik özne” yaratılmalı ve bunun için de tüm solu, “çoğulcu sol bir formasyon içinde” bir araya getirmek gerekmektedir. (Dikkat edilirse, EL, “sosyal hareketler” açısından da Avrupa çapındaki en uygun “yeni politik özne” olmayı gözeten bir yapılanmaya gitmektedir.) PRC Başkanı Fausto Bertinotti bu konudaki düşüncelerini üç yıl önce yapılan bir röportajda şöyle dile getirmişti: “Düşünceme göre, solcuların yeniden yapılanmasıyla ilgili üç temel aşamadan söz edilebilir: Komünist bir kitle partisinin yeniden kuruluşu ve gerçekçelendirilişi. Bu komünist partisinin de bir parçası olacağı, ama ondan daha geniş olan antagonist, alternatif ve anti-kapitalist bir solun yeniden inşası. Ve nihayet, sözünü ettiğim alternatif solcular ile ılımlı solculardan (anti-kapitalist bir pozisyonu olmayan solcuları kastediyorum) meydana gelen çoğulcu bir solun kuruluşu.” (3.2.2001 tarihli “il manifesto” gazetesinden)
Anlaşılabileceği gibi, Bertinotti aradan geçen süre içinde “solcuların yeniden yapılanması”yla ilgili çalışmalarını istikrarlı bir şekilde sürdürmüştür. EL ve EAL bu planın uluslararası boyutunu oluşturuyorlar. Ve yine anlaşılabileceği gibi, bu planın, bir komünist partisinin geniş halk kitlelerini birleştirmek, geniş ittifaklar kurmak, güç birliğini oluşturmak vb. gibi, politik bakımdan doğru ve zorunlu adımlarıyla da bir ilgisi yoktur. Zira burada söz konusu olan; işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin ve hareketinin politik bağımsızlığının reddi ve gereksizliği düşüncesidir.
Aynı potansiyeli ve gücü taşımasa da, kendince iddia sahibi olan ve PRC gibi iki ayrı düğünde damatlık yapmaya çalışan diğer bir örgüt de, SYNASPİSMOS’tur (1990’lı yıllarının başında Yunanistan Komünist Partisi -KKE-‘den çıkan sağ-oportünist-“Gorbaçovcu” bir hizip). Tayin edici olmasalar da, Yunan Troçkistleri bu örgüt içinde de çalışmaktadırlar. SYNASPİSMOS’un her iki ipte oynamasının temel nedeni, kıyasıya mücadele ettiği KKE karşısında uluslararası cephede de örgütlenmek ve güç toplamaktır. Kısacası, EL ve EAL içinde olup da sözünü etmeye değer iki örgüt bunlardır.
Peki, EAL hangi örgütlerden meydana gelmektedir? Bu sorunun yanıtını EAL’nin 9-10 Haziran 2003 tarihlerinde Atina’da gerçekleşen 6. Konferansı’nın katılımcılar listesine bakarak öğrenebiliriz: Danimarka’dan “Red Green Alliance” (çeşitli politik güçlerden meydana gelen bir ittifak), İngiltere’den “Socialist Alliance” ve “Socialist Workers Party” (ikisi de Troçkist), İskoçya’dan “Scottish Socialist Party”, Fransa’dan “Ligue Communiste Revolutionnaire” (LCR; Troçkist), Portekiz’den “Bloco de Esquerda” (Troçkist), İspanya’dan “Espacio Alternativo”, İtalya’dan PRC, İsviçre’den “solidariteS”, Türkiye’den ÖDP, İrlanda’dan “Socialist Party”, İngiltere’den “Socialist Party”, İspanya’dan “Esquerra Unida i Alternativa”, Almanya’dan DKP (Batı Almanya’nın eski revizyonist partisi) ve Yunanistan’dan SYNASPİSMOS.
Adından da anlaşılabileceği üzere, EAL, EL’den farklı olarak “anti-kapitalist”tir. EAL’nin katılım kriterleri arasında esas olarak şunlar yer almaktadır: “Anti-kapitalizm; solcuların çoğulculuğu ve birliğinin benimsenmesi; katılan partilerin asgari bir temsil gücüne sahip olması.” EL gibi EAL mensupları da, “sosyal demokrasinin sağa kayışı, sol güçler için bir alan yaratmıştır” tespitini yapmaktadırlar. Doğrudur: sınıf mücadelesi boşluk kaldırmaz, o halde bu boşluğu soldan doldurmak gerekir! EAL’in terminolojisinde bu şöyle ifade ediliyor: Avrupa’daki “sosyal solun bir parçası” olarak EAL, “sosyal hareketi ortaklaşa inşa etmek ve güçlendirmek için; radikal, birliğe dönük ve çoğulcu bir temelde ortak çalışmak istemektedir.”
EAL’in ilk konferansı 2000 yılında Lizbon’da gerçekleşmiş, en sonuncusu olan 7. Konferansı ise geçtiğimiz Aralık ayında Paris’te düzenlenmişti. Bu konferansta, Avrupa partisi olarak örgütlenme sorununun çözümü için zamanın henüz erken olduğu sonucuna varıldı. EAL, tek tek ülkelerdeki ulusal koşullara göre, “Avrupa parlamentosu seçimlerine çeşitli biçimlerde müdahale edecek”tir.
Bertinotti, “büyük projeleri”nin bir gereği olarak EAL bileşenlerine EL içinde yer alma çağrısını yapmaktadır (amaç, aslında Troçkist cenahı da EL gemisine almaktır). Ne var ki, Troçkistler, Bertinotti’den az yaman değiller! Şimdilik, EL’nin gelişimini ve seçim sınavını gözlemeyi yeğliyorlar. Örneğin, Avrupa’nın en güçlü Troçkist partileri arasında yer alan Fransız LCR ile LO (Lutte Ouvriere), yaptıkları seçim ittifakına da güvenerek, Avrupa seçimlerinde FKP’ye darbe indirecek bir çıkış yapmayı umuyorlar. Kısacası, Troçkistler seçimin sunacağı politik tabloya göre, EL ile birleşme (bu durumda da daha etkin bir konumdan) veya EAL aracılığıyla daha aktif olmaya karar vereceklerdir.
Atina konferansına Almanya’dan DKP katılmakla birlikte, EAL sürecine Almanya’dan iştirak edenler DKP ile sınırlı değil. Nitekim, 10 Mayıs 2003 tarihinde “Avrupa Anti-kapitalist Sol’un Almanya dostları” adlı bir girişim oluşturuldu. (EAL’nin EL’i nasıl yakından gözlemlediği şu “raslantı”dan da anlaşılabilir: EL’nin yukarda sözünü ettiğimiz “tarihi konferansı”nın gerçekleştiği aynı günlerde Berlin’de EAL’in “Almanya dostları”nın da bir toplantısı düzenlenmişti!) EAL’in Troçkist kimliğini “Almanya dostları”nın bileşiminden de net görebiliyoruz: PDS’in Gera kenti örgütünden Geralı Solcu Diyalog, DKP, Sosyalist Alternatif İleri (SAV), Linksruck, Uluslararası Sosyalist Sol (ISL), Devrimci Sosyalist Birlik (RSB), Marksist Forum, SoZ-Redaksiyonu (“Dostların” toplantılarına zaman zaman gözlemci başka “dostlar” da katılıyor tabii. Fakat genel olarak şu söylenebilir: İlk iki örgütün dışında, hepsi Troçkist ya da bu zihniyetin etkisi altında olan örgütlerdir.)
DKP’nin haftalık yayın organı UZ’in “Almanya dostları”nın Berlin toplantısıyla ilgili haberinde, adeta Troçkizmle yatanın şaşı kalktığını kanıtlayan bir saptama yapılmıştı. EAL süreci kastedilerek, şu söyleniyordu: “Kim ki bu canlı sürece ciddi bir şekilde dahil oluyorsa, o, kendisinin de bu süreçte değişebileceğinin bilincinde olmalı.” Ve gerçekten de DKP’nin birkaç yıldır geçirdiği ve kuşkusuz birçok nedeni olan “serüveni”, Troçkist akımlarla “dost meclisleri”nde koyulaşan muhabbetlerle birlikte, önemli bir dönemece yaklaşmış görünüyor. 89-91 dönemecinde ağır darbeler yiyen bir zamanların 40 bin üyelik partisi, tüm toparlanma çabalarına rağmen, belini doğrultamayarak, şimdi bir “yol ayrımına” gelmiş bulunuyor. Parti yönetiminde çoğunluğu oluşturan sağ kanatın “ideolojik açılımlar”ıyla; Kautsky’ci, Negri’ci ve kısmen Troçkist tezler arasındaki özdeşlik giderek belirginleşiyor. DKP’nin hep gündeminde olmasına karşın yıllardır yeni bir program üzerine anlaşamaması, göründüğü gibi partideki krizin nedeni değil, bir sonucu sayılmalıdır.
Programın da içeriğini etkileyen bu “açılımları” şöyle özetleyebiliriz: Emperyalizm tahlili-sınıf tahlili-parti tahlili. Açıktır ki, farklı bir emperyalizm tahlilinden, farklı bir sınıf tahliline ve buradan da farklı bir parti anlayışına varılabilir. Örneğin sağ kanat gibi, “kolektif emperyalizm” tahlili yapıyorsanız, yani “bugünkü kapitalizmin yapısını belirleyen sermaye ilişkisi olarak, ulus üstü tekelci sermayenin ortak sınıf çıkarları”nı görüyorsanız; o zaman “küreselleşmiş” ve ulusal kimlik bakımdan sıfatsız bu emperyalizme karşı “direnişin de küresel” olması gerektiği; çeşitli insanları ve katmanları etkileyen bu “ulus üstü” emperyalizmin “aşılmasının” da “çeşitli politik, ideolojik ve sosyal güçlerin” ortak ve “global mücadelesi”nin bir eseri olabileceği; dolayısıyla asıl devrimci özne olarak, bu geniş kesimlerle ittifak içinde olan işçi sınıfı değil , aksine bu öznenin; işçi sınıfının da içinde yer alması gereken “geniş ittifakın” kendisi olduğu sonucuna varırsınız. Haliyle, bu durumda, “işçi sınıfının partisi” ilkesinin de bir anlamı kalmamaktadır. (Zaten “kolektif emperyalizm” teorisini savunanlara göre, “global hareketin bir parçası olması gereken” komünistler, “en geç şimdi öncü düşüncelerinden vazgeçmeli”dirler!)
DKP’nin Ruhr-Vestfalya örgütü başkanı Patrik Köbele, parti yönetim kurulu toplantısında, DKP yönetimini, EAL girişimleri hakkında partiyi çok sınırlı ve tek yönlü bildirmekle eleştirdiği konuşmasında, bu gidişatın vardığı noktayı şöyle özetliyordu: “Düşünceme göre, partimizdeki sorunların kaynağı, partimiz içinde bilinçli olarak ya da olmayarak farklı parti konseptlerinin oluşmaya başlamış olmasıdır.” “Kollektif emperyalizm” teorisi yanlılarının başında gelen parti yönetim kurulu üyesi Leo Mayer’in “EAL projesi”yle ilgili yaptığı açıklama, Köbele’nin değerlendirmesini doğruluyor: “Bu projemiz” diyordu Mayer, “seçimlerden öteye gidiyor. Zira, stratejik karakteri olan bir projedir.”
DKP’deki gidişatın neyle sonuçlanacağı bilinmez; ancak Troçkizmin “radikal solcu” söylemli EAL aracılığıyla nispeten daha geniş bir alana el attığı ve bu sayede hem örgütsel ve hem de ideolojik olarak etkin bir mevziyi tutabildiği, DKP içindeki tartışmaların giderek bir yol ayrımını gündeme getirmesinden de anlaşılıyor.
Tabii ki, burada, neden ile sonucu birbirine karıştırmamak gerekir. DKP örneğimizden açıklayacak olursak: DKP’yi içinde bulunduğu sürece iten Troçkizm değildir. Troçkizm; bu süreçten faydalanan, dönemin sunduğu olanaklardan yararlanan akımdır. Nitekim, yukarda “fetret dönemi” diye tanımladığımız dönem; bir yandan “sosyalizmin yenilgisi” olgusu, diğer yandan “emperyalizmin yeni bir aşamasına girildiği” (“küreselleşme”, sınıfların ve kapitalizmin “yapısal değişimi”, “ulus üstü tekelci sermayenin ortak sınıf çıkarları” vb.) tezleri üzerinde yükselmektedir. Bu olgu ve tezlerle Troçkist teoriler arasındaki simetrik ilişki kolaylıkla görülebilmektedir.
Bu dönem öte yandan, çeşitli ideolojik akımlar arasındaki ayrım çizgilerinin “anlamsızlığı” düşüncesine de yol vermiştir. Öyle ya: “sosyalizm yenilmişse”; “emperyalizmin yeni aşaması”yla birlikte, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi yasası “geçersiz”leşip tek ülkede devrim bir “çıkmaz sokak”sa ve emperyalist kapitalizmin geçirdiği “yapısal değişim nedeniyle” işçi sınıfı artık “o tarihsel devrimci özne değil”se; “anti-kapitalist sol” arasındaki ideolojik ayrımlarının da “bir anlamı kalmamış”tır demektir!
Kısacası, içinde bulunduğumuz dönem; bir yönüyle ideolojik birlikten yoksunluk, diğer yönüyle yeni bir ideolojik biçimlenmeyle karakterize olmaktadır. Yani, deformasyonla formasyonun iç içe geçtiği bir dönem. EL ve EAL, diğer bir yönüyle, aynı zamanda bu gelişmenin Avrupa çapındaki görüngü biçimleridir. Bu süreçten yeni bir formasyonun doğuşunun mu, yoksa mevcut deformasyonun daha da derinleşmesinin mi çıkacağı, burada açıklamasına girişemeyeceğimiz pek çok faktör ve gelişmeye bağlıdır. Bununla birlikte, en azından EAL ve DKP’nin onunla ilişkisi için şu söylenebilir: Büyük oranda, kendi aralarında bile birlikten yoksun olan Troçkistlerden meydana gelen EAL’in geleceğinin olmadığı ve burada birlik yerine bölünme ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu belirtmek gerekir. Zira, her şey bira yana; Troçkizmin eski mayasına istediğiniz kadar erdem çalın, “kolay değişmez cibiliyeti”! EAL’in bu “yapısal sorunu”nun yanı sıra, DKP’nin içinde de ayrıca bu gidişata tepkili olan ve nispeten devrimci bir mevzi tutan bir kesimin de var olduğunu unutmamak gerekir…
Fakat şurası kesindir: Günümüz Marksist-Leninistleri kendilerini bu tür serüvenlere kaptırmayacaklardır. Zira onlar; ne “ideolojik gettoculuk”, ne de “saplantı”yla hareket ederler; aksine tarihsel ve diyalektik materyalizmle yeniden donanmış olarak şunun bilincindedirler: İşçi sınıfı günümüzün de tayin edici tarihsel devrimci öznesidir. Dolayısıyla parti, işçi sınıfının partisi olmak zorundadır. İşçi hareketinin parti olarak örgütlenmesi ve ideolojik-politik bağımsızlığını koruması, geniş sosyal ve politik ittifakların engeli değildir. Aksine bu, geniş halk tabaka ve kitlelerinin de davalarının başarıya ulaşmasının güvencesidir.