Dünyada İlk Bayram Günü

1889 yılında Paris’te toplanan 2. Enternasyonal’in Kuruluş Kongresi, 8 saatlik işgünü ve enternasyonal proleter dayanışmayı sağlamak amacıyla bütün ülkelerde ve şehirlerde aynı zamanda “büyük bir enternasyonal Manifesto”nun yayınlanmasına karar verir. Bunun için, 1 Mayıs 1886’da 8 saatlik işgünü için mücadele eden Amerikan işçilerinin anısına 1 Mayıs 1890 tarihi öngörülür. Almanya’da yaklaşık 200 bin işçi işi bırakır. 1891 yılında 2. Enternasyonal’in Brüksel Kongresi, 1 Mayıs’ın, her yıl “Bütün ülkelerin işçilerinin, ortak taleplerini ve dayanışmalarını dile getirecekleri bir işçi bayramı” olarak kutlanmasına karar verir.

1847-1925 yılları arasında yaşamış olan ve Alman işçi sınıfının mücadeleci isimlerinden tekstil işçisi Ottilie Baader, Almanya’da 1890 yılında kutlanan ilk 1 Mayıs İşçi Bayramı’na katılır. Almanya’da ilk 1 Mayıs kutlaması, “Anti-Sosyalist Yasa”nın iptal edildiği tarihtir aynı zamanda.

 

Kendimi yavaş yavaş babamın baskısından da kurtarmak isterdim. Bu çok kolay değildi. Okuyarak, kendi düşüncemi olgunlaştırmasını öğrenmiştim. Ancak tek başıma bir toplantıya gidemiyordum. Bu durum zamanla hoşuma gitmemeye başladı. Bir gün deri işleme işçilerinin Aleksander Sokak’ta bir avluda toplantı yapacaklarını duydum. Birden enerjik bir anım oldu ve “bu akşam işçilerin toplantısına gidiyorum” dedim. Bu enerjik çıkışım babamı tamamiyle etkilemiş olmalı. Sustu ve toplantıya tek başıma gitmeme ses çıkarmadı.

Bu toplantıda ilk kez konuştum. Konuşmacı olarak Hirş-Dunkerşen Sendikası’ndan bir temsilci çıktı, pozisyonu açıkcası farklı bakış açılarının ortasındaydı. Adam, ne balıktı, ne de bir kuş ve konuşması ne birilerinin ne de diğerlerinin hoşuna gitti. (….)

Deri işleme işçilerinin sözünü ettiğim örgütüyle ilk 1 Mayıs kutlamasını yaşadım. 1 Mayıs 1890 tarihi, Perşembe gününe denk gelmişti. Sabahın erken saatlerinde bayramlık elbiselerini giymiş işçi ailesi kümelerinin dışarı çıktıkları görülüyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Proleter yığınları, bir işgününde çalışmayarak, işverenlerin kârını düşürmeye mi cesaret etmişlerdi? Devletin ya da kilisenin bayram günü olarak tespit etmediği bir günü kutlamaya mı yeltelenmişlerdi?

Evet, tam da böyle! İşçiler, kendi iradeleriyle bir bayram günü yaratmışlardı ve sadece Berlin’li işçiler değil, bütün dünyanın işçileri bu cüreti göstermişti. Temmuz 1889’da Paris’te toplanan Sosyalist Enternasyonal’in Kongresi’nde, büyük Fransız Devrimi’nin Yüzüncü Yıldönümü vesilesiyle, 1 Mayıs bütün dünya işçilerinin bayram günü olarak kararlaştırılmıştı.

Bu bayram günü, bütün dünyadaki proleterlerin aynı duygu ve düşüncede birleşmesi için yaratılmıştı. Paris Kongresi’nde varılan sonuç, yer kürenin her yerinde, proleteryanın, değişik ölçülerde, ancak her yerde aynı şekilde baskı altına alındığı ve haksız, hukuksuz sömürüldüğüydü. Bu nedenle, bütün ülkelerde, hükümetlere ve yasal kurumlara işçi haklarının savunulması amacıyla taleplerin sunulmasına ve bunların arkasında azimle durulmasına karar verildi. İş saatleri kısaltılmalı, çocuk emeği yasaklanmalıydı. Ancak o zaman işçiler aileleriyle uğraşabilecek ve ancak o zaman nihayet kendi entelektüel eğitimi için zaman bulabilecekti. Ek olarak, bu bayram günü, bütün dünyada gittikçe güçlenen militarizme karşı bir cephenin yaratılmasına hizmet edecekti.

Bütün dünyada sömürülenlerin ve baskı altındakilerin, bu günde manen birbirine bağlandığını ve yasal araçlarla taleplerini yönetenlere bildirdiğini bilmek, bu ne kadar olağanüstü bir düşünce.

Dünya çapındaki bu ilk bayramın hakim sınıflara nasıl bir korku saldığını, ordunun bugün kışlada gerektiğinde müdahale etmek üzere hazır tutulması gerçeği gösteriyor. Bir çok tren istasyonu da askeri güçlerce “emniyet altına” alındı. Bazı aklı başında istasyon şefleri, askeriyenin istemini geri çevirdi. Çünkü onlar hiçbir tehlike görmüyorlar ve işçilere güveniyorlardı.

Almanya’nın işçi halkı, bugünü Sosyalistler Yasası’nın baskısından kurtularak sevinçle karşıladı. Ve gökyüzü bile onlarla işbirliği yapmıştı. Zira böylesine parlak bir Mayıs’ı, o günden sonra bir daha görmedik. Sıcak güneş ışınları, açık bulutsuz bir gökyüzü, ağaçlardaki ve çalılıklardaki Mayısın filizi yeşili, yaşama kabaran tomurcuklar, hareketlenen tohumlar, kuş cıvıltıları… Kısacası, yaşam gibi güç ve güzellik veren doğa, insanlara da, yeni yaşam şevki ve gücü veriyordu; ve onlara, dünyanın güzelliklerini kendileri ve diğerleri için kazanmak uğruna her tür fedakarlığın yapılması gerektiğini öğretiyordu.

Mayıs’ın bu ilk günü, sevgili insanların çemberinden Grünau’ya doğru giderken, armonika kutusundan hepimizin sevdiği Marsilya marşının yükseldiğini duymak herkesi heyecanlandırdı. Bahşişler dolgunca aktı ve armonika kutusunun kolunu çeviren adam sevinerek, yaşlı hayat arkadaşına döndü ve “haklı olduğumu görüyor musun annecik” dedi. O, Marsilya marşını bugünler için armonika kutusuna kaydettirmişti.

Sosyalistler Yasası’nın kaldırılmasına kadar şarkılarımızın yasak olduğunu ve şarkı kitaplarımızı ya da şarkıların basıldığı tek tek kağıtları saklayarak dolaştırdığımızı bilen birisi ancak, armonika kutusunun sahibinin çaldığı müziğe ne kadar sevindiğimizi anlayabilirdi.

Belirlenen yere vardığımızda gönlümüzün çektiği her işçi türküsünü hem profesyonel şarkıcılarla hem de bilmeyenlerle birlikte söyledik. Heinrich Heine’den, Freiligrath’dan devrimci şiirler okundu. Kuşkusuz bizimle mücadele etmeye yeminli herkes, insanlığın yoksulluktan ve baskıdan kurtuluşuna hizmet etmeyi, yaşamını büyük yüce davamızın kazanımına sunmayı şimdiye kadar olmadığı kadar canla başla arzu etti. Bütün ülkede, evet bütün dünyada, bu ilk dünya bayram günümüz bir kurtuluş gibi etki yaptı ve mücadele cesareti ve kararlılığı uyandırdı.

Çeviren: Zahide Yentür

Kaynak: “Almanya’da ikinci kültürün oluşumunda otobiyografik dökümasyonlar/ 1914’lü yılların başına kadar“, rowohlt Yayınevi, sayfa: 352

Türkiye Karanlık Bir Maceraya Sürükleniyor

Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl ve olağan bir genel seçim için bile bir buçuk yıldan az bir zaman kalması, egemen sınıfların güç odakları arasındaki iktidarda daha büyük pay sahibi olma mücadelesini iyice sertleştirdi. Bu yüzden de; Kürt sorunundan eğitim sorununa, Kıbrıs sorunu ve AB’ye girişten emek mücadelesinin sorunlarına, IMF ile ilişiklerden savcıların hazırladığı iddianamelere kadar her konu, egemen klikler arasındaki mücadelenin bir alanı olmaktan da öte, bir “hesaplaşama” vesilesi olarak değerlendirilmektedir.

Irak’ta Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasındaki mücadele hız kaybetmemekte; bir anayasa “kabul edilmiş”, “başarılı” olduğu ilan edilen bir seçim yapılmış ve aradan dört ay geçmiş olmasına karşın bir hükümet kurulamamış olması bir yana, ülkeyi iç savaşa doğru sürükleyen çatışmaların “uzlaşma”yla sonuçlanma ihtimali giderek daha da azalmaktadır. Bu durum, her şeyin daha da kötüye gittiğine, bir iç savaş ihtimalinin her gün daha büyüdüğüne işaret etmektedir. Nisan başında Bağdat’a ani bir ziyaret yapan İngiltere Dışişleri Bakanı Straw ve ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın taraflarla görüşmeleri de, işbirlikçi klikler arasında bir uzlaşmaya varılmasına yetmedi.

Irak’ta güçlükler arttıkça ve işgalci hükümetlerin ülkelerindeki muhalefet büyüdükçe, hükümetler, bölgedeki “başka tehditleri” de öne çıkarak, Irak işgalinin nedeninin sadece Irak rejimi olmadığını; başka ve daha büyük tehditler için bölgeye geldiklerini göstermeye çalışıyorlar. Bu da, ABD ve İngiltere’nin (İsrail’in de katkısıyla) İran’a yönelik diplomatik zorlamalarının yanı sıra, askeri operasyonlar da gündeme getirilerek, bölgedeki gerginliğin artmasına katkıda bulunmaktadır. ABD ve İngiltere yönetimleri, böylece hem kendi ülkelerinin halklarını hem de diğer ülkeleri ve halklarını kendi stratejilerine yedeklemeyi amaçlıyorlar. Bu amaçla, ABD-İngiltere-İsrail bloğu; yalan istihbarat ve medyayı kullanarak; İran’ın nükleer silah üretecek bir aşamada bulunduğunu (burada, İran Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, İran yönetiminin de ABD ve onun yönlendirdiği BM yetkililerine hayli yardımcı oldukları bir gerçektir), İran yapımı silahların (füzelerin) Türkiye başta olmak üzere tüm bölge ülkelerini tehdit edecek niteliklere sahip olduğunu ve İran’ın Batı ülkelerinde de El Kaide tipi terörist saldırılar yapamaya hazırlandığı propagandasıyla bir kampanya başlatmış bulunmaktadır.

Bölgedeki gerilimler büyüdükçe, bu gerilim, Türkiye’nin iç politikasına yansımakta; iç politikada yeni mevziler kazanmak isteyen güç odaklarının birbirine karşı giriştikleri mücadeleler, ABD’nin iç politikaya da müdahale edip onu yönlendirmesini kolaylaştırmaktadır.

ABD, bu müdahalesini gizli kapaklı yapmamaktadır. Nitekim ABD yönetimi, Türkiye’yi, İran üstünden yeni bir sınava soktuğunu açıklamaktan da çekinmiyor. Tersine; Irak’ın işgali öncesinde olduğu gibi, “Yeni 1 Mart Kararnameleri sürpriziyle karşılaşmamak için işleri sıkı tuttuklarını” söylemekten çekinmeyen ABD yönetiminin temsilci ve sözcüleri, işbirlikçileri ve uşaklarını her bakımdan yeniden mevzilendirmek için etkinliğini artırmış bulunmaktadır. ABD’nin baskısı; bir yandan diplomatik kanallardan Türkiye’nin İran’a yönelik suçlamalarını artırır ve onu İran yönetimine karşı Batılı ülkelerin sözcüsü olarak davranmaya iterken, öte yandan da, ABD’nin, Irak’ın işgali sırasında ortaya attığı, Karadeniz ve İskenderun’da, GOP kapsamında yeni üsler kurması da gündeme yeniden gelmiş bulunuyor.

Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, ABD-Türkiye ilişkilerinde 2006’nın başlarından itibaren, Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkileyecek yeni bazı unsurların öne çıktığını görüyoruz. Bunların en başında da; AKP’nin iktidar olmasından beri; “Ilımlı İslam” ve AKP’nin iktidar olma mücadelesindeki zaaflarından da yararlanarak, ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan hükümetle sürdüren ABD yönetimi; yılın başından beri, hükümetle ilişki ve görüşmelerini rutine bağlarken, Genelkurmay’la ve özellikle “askerden askere” olan ilişkilerini ise olağan sayılamayacak bir biçimde de sıkılaştırmış; bu ilişkileri, FBI ve CİA başkanlarının Türkiye’ye gelip “meslektaşlarıyla” doğrudan ilişki kurmalarına kadar ilerletmiştir. ABD’nin Genelkurmay Başkanı ve üst düzey askerlerinin ziyaretleri ise, neredeyse “günlük” hale gelmiştir. Bu arada, gelen “sivil heyetler” de, çeşitli vesileler yaratarak, asker ziyaretlerini ihmal etmemişlerdir. Ancak bütün bu ziyaretler içinde en belirleyici olanı, bugünün Kara Kuvvetleri Komutanı ve 4 ay sonrasının Genelkurmay Başkanı olacak olan Orgeneral Büyükanıt’ın ABD’ye yaptığı ziyarettir.

2006’nın başında ABD’ye uzun bir ziyarete yapan Büyükanıt’ın, geleneksel kamplaşma içinde, AKP ile çatışan güç odaklarının en sivrilmiş ismi olduğu göz önüne alındığında, sonraki gelişmelerde bu ziyaretin etkilerini görmek önemlidir. Aslına bakılırsa; Büyükanıt’ın ziyareti, ABD’nin askerlerle ilişkilerde; “1 Mart Kararnamesi” ve Irak’ın işgali sırasında Genelkurmay’a olan “güvenlerinin sarsılması”ndan sonra*, “Sorun yok, biz 50 yıllık silah arkadaşıyız” türünden bazı açıklamalar yapılsa da, karşılıklı bir “güvensizlik” hali, ilişkilerin asıl yönünü oluşturmuştur. Ancak son bir yıldır, Genelkurmay merkezli açıklamalarda ABD’ye yönelik eleştirilerin dozu iyice azalmış; hatta sivillerden, hükümet ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen “ABD’nin PKK’ye karşı bir askeri operasyona yönelmekte gönülsüz davranması” suçlamalarına karşı, askerler, “ABD’nin üstüne düşeni yaptığı, PKK’ye askeri bir harekatın zaman alacağını” öne sürerek, ABD’yi savunan bir tutum almışlardır.

Büyükanıt’ın ziyareti ve sonrası gelişmelere bakıldığında; “ABD’nin askerlerle arasını düzelttiği” anlaşılmaktadır. Dahası, son aylarda, ABD’de, AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın Beyaz Saray’a yakın basın organlarında, “İslamo faşist”, “Takiyyeci”, “Sözü başka yaptıkları başka, güvenilmez” gibi aşağılayıcı nitelemeler kullanılarak eleştirilmesi bir rastlantı değildir.

Son günlerdeki gelişmelerden anlaşılmaktadır ki, AKP de, olup bitenin, ABD’nin artık kendisine eski önemi vermediği ve kendisinden başka güç odaklarıyla “işleri pişirmeye” başladığının farkında olduğu için, ABD’ye en yakın olan önemli adamlarından Cüneyt Zapsu ve Şaban Dişli’yi ABD’ye göndermiştir. Zapsu’nun; malum gerekçeler öne sürerek, ABD yönetimine; Tayyip Erdoğan’ı kastederek, “Delikten aşağı süpürmek yerine bu adamı kullanın” demesi, AKP’nin ABD karşısında nasıl “irtifa” ve “itibar” yitimine uğradığını göstermektedir.

Askeri cenahın ABD ile arasını düzeltmesi ve AKP ile girdiği güç mücadelesinde ABD’nin desteğini alması, askerleri, kuşkusuz ki, iç politikada güçlendirmiştir. Bu, bir bakıma; askerlerin, AKP’nin iktidara geldiğinde yaptığı, ABD’yi geleneksel iktidar güçleriyle (askerler, sivil kimi siyasi odaklar, YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, kendisine Kemalist diyen çeşitli güç odakları…) girdiği iç hesaplaşmada arkasına alma hamlesini boşa çıkarması anlamına da gelmektedir. Bu sürecin, AKP Hükümeti’nin, TÜSİAD ve kimi sermaye çevreleriyle çelişmeye düşmesi ve İsrail-Türkiye ilişkilerinde, İsrail’in istemediği Hamas’la görüşme gibi kimi diplomatik girişimlere yönelmesiyle birleşmesi, kuşkusuz ki, son derece uyumluluk göstermektedir.

ABD’nin, Irak’ta sürüklendiği açmaz ve Suriye ile İran’ı baskılayarak manevra yapmaya girişmesi, Ortadoğu’da Kürtlerin rolü ve nihayet GOP’ta Türkiye’ye biçtiği rolü oynaması için giriştiği baskılar, Türkiye’nin iç politikasına da, egemen güç odakları arasındaki hesaplaşmanın sertleşmesi olarak yansımaktadır. Gelişmeler ise, özellikle de Amerika’nın desteğini yeniden arkasına aldığını düşünen asker ve sivil güç odaklarının, yeni hamlelerini, Kürt sorunu üstünden yapacaklarını göstermektedir. 2005 Newroz’undaki “bayrak provokasyonu” ve arkasından gelişen olaylardan sonra Şemdinli’de olanlar; JİTEM ve öteki karanlık güçlerin giriştiği saldırılar, Newroz’da bekledikleri fırsatın çıkmamasından sonra, ortamın karıştırılması için, Diyarbakır’da cenazeler bahane edilerek ve cenaze törenine katılanlar provoke edilerek, “güç gösterisi” ve ezmek için “erken bir patlama”ya yolaçmak üzere gösterilerin yaygınlaşmasının kışkırtılması ve nihayet Diyarbakır ve bölge illerinde 4’ü çocuk 14 kişin ölmesi, yüzlerce kişin göz altına alınması ve tutuklanması; yurt sathında Kürtler ve Türkler arasında gerginliklerin kışkırtılması için, basın ve öteki propaganda merkezleri ile emniyet ve sivil yetkililerin, bütün olanları Kürt hareketi, siyasi çevreleri ve Kürt gençlerinin üstüne yıkan bir kampanya başlatmaları; şoven milliyetçi odakların karanlık odaklarla bağlantılı olarak yeniden sahneye çıkmaları, Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesi için girişimlerin başlatılması, Türkiye siyasi ortamını yeniden 1990’lı yıllara götürecek yolları açmayı isteyenlerin hamleleri olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Eğer Diyarbakır’da olanlar ve arkasından diğer illere yayılan gelişmeler; sadece Kürt gençlerinin bir protestosu ve protestonun provoke edilmesinden ibaret olsaydı; bölgede olup bitenlerle kıyaslandığında basit bir vaka olarak kalırdı. Ancak gerçek çok farklıdır. Çünkü; olup bitenler, kendi başına bir olay değil; yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi; ABD’nin bölgedeki amaçlarıyla da birleşen egemen güç odakları arasındaki hesaplaşma üzerinden, Kürt sorununun çözümünde, en gerici güçlerin bir hamlesi olarak ortaya çıkmıştır. Dahası, bugün olanlar, 2005 Newrozu öncesinden biriken ve 2005 Newrozu’ndaki “bayrak provokasyonu”yla açıkça sahnelenmeye başlanan ve bir Kürt-Türk çatışması sınırına kadar getirilen saldırıların, şoven milliyetçi azgınlıkların yıl içinde geri püskürtülmesiyle duraksar gibi görünen saldırganlığın yeniden hortlatılmasıdır.

Gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında; Diyarbakır’da olanlar; 2005 Newrozu’nda başlatılan süreci, “Bahar harekatı”nı, Şemdinli’de, Yüksekova’da olanları dayatanların, bölgedeki karanlık güçleri yeniden harekete geçirme gayretlerinin; “Kürt sorunu vardır” diyenleri püskürtüp; “Kürt sorunu değil, terör sorunu vardır” diyenlerin, çözümsüzlüğünü çözüm olarak dayatan güçlerin politikasıdır. Daha da önemlisi, bu sefer, bu süreç, –kuşkusuz hala ayrı çıkar ve hesapları olan, ancak bugün konjenktürel olarak belirli bir tutum izlemekte olan– ABD’nin Kürt sorununa yaklaşımıyla birleşmekte; arkasına Amerika’yı da alan ırkçı şoven güç odakları tarafından, kendilerine karşı tüm güçlerle hesaplaşmanın bir vesilesi olarak değerlendirilmektedir.

Çünkü, bugünkü durum, ABD için; bu aşamaya kadar, Irak’ta Kürtlere geniş bir özerklik tanıyarak, bütün bölge ülkelerindeki Kürtlere bir “ufuk açmış” olan ABD’nin stratejisine, öteki ülkelerdeki Kürtlere göre, en mesafeli konumda bulunan Türkiye Kürtlerini kazanması bakımından bulunmaz bir fırsattır. Çünkü, ABD’ye en çok karşı görünen Kızılelmacı, milliyetçi, ırkçı, şoven kesimlerin Kürt politikası, “tersine” dönüp; demokratik bir çözümden umudunu kesen Kürt yığınlarının, Barzanicilik üstünden Amerikan stratejisine bağlanmalarının yolun açmaktadır.

Bugün ırkçı şoven güç odakları, özellikle de askeri kanat, onlarla ortak hedeflere sahip sivil güçler ve siyasi çevrelerin Kürt sorununun çözülmesi doğrultusundaki girişimleri “bölücülük”,”teröristlerle işbirliği”, “teröristlere yardımcı olmak” olarak göstermesi ve bu doğrultuda yoğunlaştırılan propaganda, ırkçı şoven güçlerin “ezerek çözme” “çözümü”nden ayrılan bütün yönelişleri “lanetli” hale getirmek için yoğunlaştırılmaktadır. Bu ise, Kürtleri de, ABD’nin (Barzaniciliğin güçlenmesi üstünden) kucağına iten bir politikaya dönüşmüştür. Çünkü açıktır ki; “inkarcılık” ve “asimilasyonculuk” yolu olan bu yöneliş; sorunun demokratik çözümünden umut kestirilerek, Kürt halk yığınlarının, ABD’nin çağrılarına daha çok kulak asacakları bir pozisyona itilmeleri demektir. Gerçekte de, özellikle 2005 Newrozu sonrası gelişmeler içinde, Kürt yığınlarının, “demokratik çözüm”den umut kesmeye başladığını; bu yığınlar içinde “nereden incelirse oradan kopsun” eğiliminin güç kazandığını söylemek bir kehanet değildir. Diyarbakır olayları ve sonrası gelişmelerin ise; bu eğilimi daha da kışkırtan bir etki yaratacağı pek açıktır. Devlete verilen raporlarda da bu saptamaların belirtildiği bilinmektedir. Nitekim bölgede, uzun yıllar hiçbir etki yaratamamış olan Barzaniciliğin güç kazandığı yönündeki tespitler artık sıkça gündeme gelmektedir.

 

***

Bir yıl öncesinden başlayan, ama son birkaç ayda açıkça görülür hale gelen gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında, şu tespitleri yapabiliriz:

 

1-) Bugün Türkiye’nin iç ve dış politikası iki etken tarafından biçimlendirilmektedir. Bunlardan birincisi, ABD’nin İran’a yönelik kuşatması ve GOP’taki amaçları için Türkiye’ye biçtiği rolün ve Türkiye’den isteklerinin belirginleşmesidir. İkincisi ise; 2007 İlkbaharı’nda yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2007 Sonbaharı’nda yapılacak bir olağan genel seçimde kimin mevzi kazanacağıdır. Çünkü bu “iki seçim”, yıllardır iktidar mücadelesi içinde olan ve karşılıklı hamleler yapan geleneksel iktidar odaklarıyla AKP ve onun arkasındaki güçlerin hesaplaşmasında bir “eşik” olma mahiyeti taşımaktadır. Bu iki etkeni yönlendiren güçlerin, amaçlarına varmak üzere giriştikleri hamleler ve ellerindeki her silahı kullanmaya yönelmeleri, Türkiye’nin politik ortamını sertleştirmekte ve her tür provokasyona açık hale getirmektedir. Türkiye’nin egemen sınıfları; “teröristlere karşı mücadele ediyoruz” paravanası arkasında, bütün Kürtleri, hatta Türk ve bütün öteki millyetlerden halkı hedef alan bir baskı ve şiddeti yeniden organize etmek üzere harekete geçmişlerdir. Terörle Mücadele Yasası’nda yapılmak istenen değişikliklerden de anlaşılmaktadır ki; egemenler, Türkiye’yi “terörle mücadele yasasıyla yönetmek” istemektedir ve Kürtler baştadır, ama hiçbir milliyet, hiçbir mezhep ve hiçbir emekçi kesim, bu baskının hedefinin dışında değildir.

 

2-) İktidara geldiği andan itibaren AKP ile yakın ilişki kurarak, Türkiye’deki hegemonyasını yenilemek isteyen ABD’nin, son bir yıl içinde “at değiştirdiği”ni, AKP’yi dışlarken, askerlerin öne çıktığı güç odaklarının arkasında yer aldığını görüyoruz. Bu değişim, Türkiye’nin iç politikasında, egemen güç odakları arasındaki çatışma ve hesaplaşmayı da sertleştirmiştir. İç politikadaki son gelişmelerin, ABD’nin pozisyon değiştirmesinin belirginleşmesiyle de ilgili olduğu bir gerçektir. Elbette, ABD’nin AKP’nin arkasından çekilmesi, onu bütünüyle “sildiği” anlamına gelmemektedir. Sözü edilen öyle bir “arkadan çekilme” değildir. Tersine ABD, her zaman, bir zaman kullandığını hep yedekte tutar ve tutarken de yeniden biçimlendirir. Hele kullandığı güç, “bir ucundan” da olsa iktidardaysa, onu tutmaya, kullanmaya devam eder. Bu yüzden de, AKP’nin, bundan sonra daha ABD’ci olmasına, giderek ABD’nin gözüne girmek için, ABD’den gelecek isteklere daha duyarlı davranmasına tanık olacağımız bilinmelidir. Hele de, Amerkancılıkta kendisiyle yarışan başka güç odakları varsa. Ve dahası, ABD’nin, yarın yeniden AKP’yi “gözde dostu” olarak görmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

 

3-) AKP “iktidara geldiği”nde ya da daha doğrusu hükümet olduğunda; Türkiye’nin başlıca sorunlarıyla ilgili olarak, bu sorunları, kendince çözümler getirerek, çözmeye yöneleceği izlenimi uyandırmıştır. Kıbrıs, AB-Türkiye ilişkileri, Kürt sorunu, IMF dayatmaları gibi konularda adımlar atacağı iddiasını öne çıkaran AKP’nin, bazı hamlelerden sonra, her üç konuda da eski geleneksel hatta geri döndüğüne ve IMF’nin Türkiye’yi sokmak istediği yolda da gelmiş geçmiş en hevesli hükümet olduğuna tanık olundu. Kıbrıs konusunda Denktaş-Ecevit-Demirel çizgisine, AB ile ilişkilerde ayak sürüme politikasına gerilemiş; Kürt sorununda da, bir iki ileri çıkıştan sonra, şimdi, DTP’yi bile terörist ve DTP’nin önde gelen kadrolarını PKK’nin önde gelen kadroları sayacak ölçüde geriye düşmüştür. Ve nihayet, bir yıl önce, asker ve sivil inkarcı, asimilasyoncu çevreler tarafından gündeme getirilen ve hükümetin reddettiği Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesi ve Başbakanlık’a bağlı bir “özel birim” kurulmasını, bugün kabul ederek, Kürt sorununda da inkarcı politikalara rücu etmiştir. Başka bir söyleyişle, AKP, üç yıl önce uyandırdığı “özgün bir parti”, “Türkiye’nin sorunlarına özgün çözümlere sahip bir parti” iddiasını yitirmiştir. Tersine, iktidar geldiğinden üç buçuk yıl sonra, AKP; takiyyeci, din üstünden politika yapan, her vesileyle Şeriatçı odaklara göz kırpan, halkın acılarını hissetmeyen, ama zenginlerin her isteğine koşan, IMF’ci, özelleştirmeci, piyasacı, “özgünlük” beklenen konularda bile ve geleneksel güç odaklarına teslim olmuş bir partidir. Üstelik AKP; AB ve ABD’nin gözünde de itibarını yitirmiş bir parti durumuna gelmiştir. Öte yandan AKP, emeğe ve emeğin kazınılmış haklarına saldırmada bütün düzen partilerinin önüne geçen bir parti olarak, sınıfın ileri kesimleriyle olduğu kadar, işçi ve emekçi sınıfların ana kitlesiyle de karşı karşıya gelmiştir, ve geniş yığınların, AKP’den uzaklaşmasının yolunun taşlarını hızla döşemektedir. Bu süreç, aynı zamanda, AKP’nin geniş işçi ve emekçi yığınlar indinde de itibar yitiminin hızla arttığı bir döneme işaret ektmektedir. CHP’nin, ana muhalefet olarak, AKP’yle sermaye yanlılığında ve IMF’cilikte yarışması, sınıf partisinin bu büyük boşluğu doldurmaya “yetmemesi” gibi etkenler, AKP’ye, hala en büyük parti olarak kalma imkanını tanımaktadır. Ama artık süreç, AKP’nin halk yığınları nezdindeki itibarının hızla aşağı düştüğü bir süreçtir.

 

4-) Askerlerin merkezinde bulunduğu ve genellikle kendilerine Kemalist denmesinden hoşlanan milliyetçi, ırkçı, Kızılelmacı güç odakları ise, birkaç yıl öncesine kadar Kuzey Irak ve bölgeye yönelik belirledikleri “kırmızı çizgileri”, ABD’nin Irak’a girmesiyle oluşan yeni durumla bağlantılı olarak terk edip, Amerika’nın bölge stratejisine uygun bir pozisyona çekilerek, önce kendilerini ve ardından Amerika’yı, “ABD ile en uyumlu çalışacak güç” olduklarına ikna etmeyi hedeflemişlerdir. Öyle anlaşılmaktadır ki, son dönemde bu hedeflerine ulaşmışlar; ABD’nin Türkiye-ABD ilişkilerinde kendilerini tercih eder bir tutum almasını sağlamayı başarmışlardır. Böylece AKP ile girişikleri hesaplaşmada, yeni ve önemli bir dayanak kazanmışlardır. Kürt sorununda inkarcılığı yeniden öne çıkarmaları ve bu alanda bir Türk-Kürt çatışmasını bile göze alan bir gözü karalıkla davranmalarının bir nedeni de, kuşkusuz ABD ile ulaştıkları bu yeni “uyum”la bağlantı olarak görülmelidir. Bu odak; Kürt sorunu üstünden hesaplaşarak, kaybettiklerini yeniden kazanmak üzere; ırkçı milliyetçiliği kışkırtarak hükümeti kuşatırken, aynı zamanda, bütün diğer başlıca ülke sorunlarında da (Kıbrıs, AB ve ABD ile ilişkiler, Irak, İran politikaları, GOP ve iç ve dış politikaya dair diğer önemli sorunlar) ipleri ele almayı hesaplamaktadır.

 

5-) Son bir yılı kapsayan gelişmeler içinde diğer önemli bir yan da, inkarcı, milliyetçi-şoven güçlerin, Kürtlerle birlikte olmayı, düne göre daha çok “zora”, “ezerek çözme”ye bağlamış olmalarıdır. Bu yüzden de, bir Kürt-Türk bölünmüşlüğünü ve herkesin, Türklerin ayrıcalığının, bilincinde olunacak bir gerçeklik olduğunu kabul etmesini dayatmaktadırlar. Bu güçler, aynı zamanda Kürtleri de, “PKK’den yana olanlar ve olmayanlar” olarak bölerek; PKK’den yana olmayanlarla anlaşabilecekleri imajını vermektedirler. Nitekim başbakan; bir yandan DTP’yi PKK’nin uzantısı, legal yüzü olarak suçlarken, öte yandan, “PKK’yi terörist ilan edin gelin konuşalım” demektedir.

 

Son bir yıldaki gelişmeler göz önüne alındığında;

 

a-) Bölge halkının, sorunun barışçı, demokratik çözümü konusunda düne göre daha umutsuz olduğunu ve “Ne olacaksa olsun” fikrinin giderek daha çok yayıldığını gösteren belirtiler giderek daha çok belirginleşmektedir. Bu eğilimin güçlenmesinin nedeni, her şeyden önce, Özal’dan beri (İnönü, Demirel, Mesut Yılmaz, Tayyip Erdoğan) hükümet olan ya da buna aday olan tüm sermaye partisi liderlerinin Kürtlere “barış ve demokrasi” vaadinde bulundukları halde, bu konuda inkarcı, asimilasyoncu çizgiden bir adım ileri gitmemeleridir. Dahası, bölgeden uzatılan kardeşlik elinin her defasında çeşitli nedenlere geri itilmesidir. Bu durum, bölgede Barzaniciliğin yayılması için de önemli bir dayanak oluşturmuştur. Bu tutum, daha önceki yıllarda bölgede hiçbir etkisi olmayan Barzaniciliğin güç kazanması için de bir dayanak oluşturmaktadır. Bu yüzden, ilerleyen günlerde, bölgede Barzaniciliğin gözle görülecek biçimde güçlenmesi bir sürpriz olmayacaktır.

 

b-) Baskılar ve baskılara karşı gösterilen tepkiler, bir yandan bölgede eylemlerin radikalleşmesini getirirken, öte yandan da, orta vadede eylemlerin geniş kitlelerden tecridine, giderek marjinalleşmesine götürecek belirtiler de ortaya çıkmıştır. Özellikle Kürt orta sınıflarının hem Barzaniciliğe yakın, hem de hükümet ve sermaye partileriyle uzlaşmaya hazır olmaları; mücadeleden ve demokrasinin ilerletilmesinden yana olan kesimlerle, Kürt işçi ve emekçileriyle, onların talepleri üzerinden çatışmaya düşmeleri ihtimalini de giderek güçlendirecektir. Kısacası, olup bitenlerin, bölgede bundan sonraki gelişmeler açısından sınıfsal eğilimlerin daha belirleyici olacağı bir sürece de işaret ettiğini söylemek, gerçeğin bir başka boyutu olacaktır. En son ortaya çıkan Şemdinli ve Diyarbakır olayları ile öteki kentlerdeki yansımaları karşısındaki güvelik güçleri ve hükümetin tutumu; Kürt ulusal hareketinin önderlerine yönelik bir tasfiye hareketi olarak geliştirilmek istenmektedir. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması için başlatılan soruşturmalar, kitle önderi olarak ortaya çıkan gençlerin, legal parti önderlerinin tutuklanması ya da onları legal mücadele alanından çekilmeye ve bulundukları alanları terk etmeye zorlayan baskılar, mücadeleci Kürt kesimlerinin bölünmesi ve sindirilmesine yöneliktir. OHAL ilan etmeden, “terör artıyor” gerekçesi arkasında bölgede OHAL koşulları yaratma, Terörle Mücadele Yasası sertleştirilerek baskı ve şiddetin artırılması, bu amaca hizmet etmek üzere de kullanılmak istenmektedir. Ancak şu da bir gereçektir ki; bölgede her “sertleşme”, Türkiye’nin genelinde de sertleşmeyi ve egemenlerin genel olarak baskı ve şiddet araçlarına başvurmalarını artıracaktır. Çünkü Kürt sorununun çözümü, aynı zamanda, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur da. Bu gerçek, her gün daha çok kendisini hissettrmektedir, hissettirecektir de.

Egemen güçlerin bölge politikasında, giderek en gerici, en baskıcı güçlerin egemen hale geldiği bir gerçektir. Bu durum ise, kırlarda ve kentlerde baskı ve şiddetin yoğunlaşması, karanlık güç odakların yeniden sahneyi çıkması biçiminde kendisini göstermektedir. Ve şiddetin giderek bölgeyi pençesine almasına paralel olarak; Batı illerinde de demokrasi ve emek talepleriyle mücadele eden güçlere, halka karşı da baskı artırılmakta; ırkçı şoven saldırganlık, illerin nüfus ve siyasi şekillenmesiyle de birleşerek, ilden ile değişse de, genelde de yaygınlaşmaktadır.

Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesi, bu genel anti demokratik yönelişle bağlantılıdır. Ve bu nedenle, dün Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesine karşı çıkanlar, hatta bu yasaya tümden karşı olan çevreler bile, şimdi Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesini “bölücülüğe ve teröre karşı bir seçenek” olarak görmektedirler.

Ancak; gelişmeler elbette bundan ibaret değildir. Giderek daha da kararan bu tablo, aynı zamanda, çeşitli yanlardan gelen “ışık huzmeleri”yle aydınlanmaktadır.

– Kulp kırsalında iki yıl kadar önce ortaya çıkan “toplu mezar”da bulanan 11 cesedin, 12 yıl önce “kaybedilen” köylülere ait olduğu kanıtlanmıştır. Olayı saptırma çabalarına karşın, gerçek önemli ölçüde ortaya çıkmış; sorumluları hakkında soruşturma yapılması için savcılık girişimleri başlatılmıştır. Bu, aynı zamanda bölgedeki faili meçhullerin faillerin bulunması için atılan ilk adım olacak, bölgede görev yapan yüksek rütbeli kişilerin sorgulanmasının da yolunun açacak gelişmeleri tetikleyecek mahiyette bir gelişmedir.

– Silopi’de kaymakamlığa bomba koymaktan yakalanan itirafçılar ve korucuların, “JİTEM elemanı”, yani “askeri kişiler” oldukları gerekçesiyle savcılık tarafından askeri mahkemeye sevk edilmesi; “yoktur” denilen JİTEM’in savcılık belgelerine geçmesi, yine önemli bir gelişmedir.

– Bölgede, 1990’lı yıllarda gerçekleştirilen 25 kadar “faili meçhul’ün failleri olarak yakalanan 27 kişinin hakkında dava açılması, yine faili meçhullerin açığa çıkması için bir adım olma niteliğindedir ve “faili meçhul”lerle düzenleyicisi odakların açığa çıkarılması imkanını sunmaktadır.

– Şemdinli’de yapılan “suçüstü” ve Van Ağır Ceza Mahkemesi Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianamede kontra eylemlerin ucunun en üst düzeyde yetkililere kadar gittiğinin açıklanması, bugüne kadar dokunulmazlığı olan mevki ve makamlardaki kişiler hakkında ilk kez suç duyurusunda bulunulmuş olması, karanlık tabloya tutulan güçlü bir ışık huzmesi gibi etki uyandırmıştır. İddianamenin “Yüksek rütbeli komutanlara bir komplo” olduğu iddiasıyla, bölgedeki olumlu gelişmelere karşı bir saldırıya dönüştürülmüş olması bile, bu gerçeği karatmaya yetmeyecektir. Çünkü gerçekler gizlenemeyecek kadar büyümüştür.

– Bütün bu gelişmler, sorunun gündeme getirilmesini ve gerçeklerin işçiler ve emekçi yığınlar arasında tartışılmasını kolaylaştırmıştır. “Kürt sorunu” demenin “bölücülük” olarak damgalandığı günler geride kalmıştır. Şimdi başbakanından valisine, savcısından emniyet görevlisine, yetkililer, “Kürt sorunu” demek zorunda kalarak, emekçi yığınlar arasında tartışmanın meşrulaştırılmasına, istemeden de olsa, katkı yapmışlardır. Burada sorun; ortam böylesi elverişliyken, sınıf içindeki çalışmada, önyargıların yıkılması açısından, sorunu bütün boyutlarıyla her ortam ve her platformda açma tutumu izlenerek, şoven milliyetçi kesimlerin işçileri, emekçileri zehirleme alanlarının daraltılmasında gösterilen cesaretsizliktir. Oysa; sorunun, üstünün örtülerek aşılamayacağı gerçeği göz önüne alındığında, sendikalar ve işçi yığınlarının, Kürt sorununun kardeşlik temelinde çözümüne ikna edilmesi ve sınıfın birliğinin bu temelde de gerçekleştirilmesinin önemi apaçıktır. İşçilerin bilincinin bu temel üstünde ilerletilmesi ve sınıfın sorunun çözümünde taraf olması için adım atıldığı ölçüde, sınıfın ve sendikalarının çoğunluğunun bulunduğu şoven milliyetçi çizgiyi terk etmek zorunda kalacağı da ortadadır. Bugün, onca zorluk içinde, sorunun en geniş yığınlar arasında tartışmaya açılması ve bu tartışmanın doğru bir biçimde yönlendirilmesi için imkanların son derece genişlediği de bir gerçektir.

 

***

Kürt sorununun çözümünü dayatmış olması, daha önce kolayca üstü örtülen gerçekleri artık saklanamaz duruma getirmiştir. Bu nedenle de, “her şeyin üstü örtülmüştür” denildiği bir noktada, yeni bir gerçek patlak vermekte, adeta komplocuların, karanlık güçlerin elleri ayakları birbirine dolanmaktadır. Onun içindir ki, baskı ve şiddet bir türlü kılıfına uydurulamamaktadır.

Bölgede baskı ve şiddetin artması, ırkçılığın, şovenizmin tırmandırılması, elbette ki; hem bölgede hem de Batı illerinde yığınların aydınlatılması ve mücadelenin ilerletilmesi için yapılan öteki faaliyetleri zorlaştırmıştır, daha da zorlaştıracaktır. Bu zorluklar; idare ve güvenlik güçlerinin baskılarının artırmasının yanı sıra, özellikle dün soruna daha liberal bir açıdan yaklaşan aydın çevrelerin önemli bir kesiminin, “devletin bekası” kaygısıyla, hükümet ve ırkçı-milliyetçi odaklarla uzlaşma çizgisine yönelmesi, halk yığınlarının milliyetçi propagandaya karşı “duyarlılaşması” olarak kendisini ortaya koymaktadır. Ama aynı zamanda bu gelişmeler, çalışmanın imkanlarını da artırmıştır. Özellikle de Kürt sorununun çözümünün nasıl olması gerektiği ve çözümsüzlüğün neye mal olacağının, ırkçılığın, şovenizmin Türkiye’yi nereye sürüklediğinin tartışılmasını kolaylaştırdığı gibi; olup bitenlerin açıklanması için imkanları sınırsız bir biçimde artırmaktadır.

Hükümetin ve şoven-milliyetçi güç odaklarının, demokrasi mücadelesini ve demokrasi talebiyle, Kürt sorunun demokratik çözümünü savunan güçleri tecrit etme taktiğini boşa çıkarmak, bugün öteki demokratik imkanların ve emek mücadelesinin ilerleme imkanlarının genişlemesinin de ön koşulu olarak ortaya çıkmıştır. Her şey bir yana, Kürt ve Türk işçilerin işletmelerde, sendikalarda birliğinin sağlanması için bile, sendikalar, Kürt sorununun işçilerin birliği temelinde çözümüne özel bir önem vermek zorundadırlar. Bunun yolu da; işyerlerinde; üretim ve hizmet birimleri başta olmak üzere (semtler, mahalleler, kahveler, dernekler,…), kitlelerin bulunduğu her yerde, Kürt sorununun tartışmaya açılmasının, milliyetçi, gerici propagandayı etkisizleştirmenin ve Türk-Kürt kardeşliğini geliştirmenin tek yolu olduğunu görmek gerekir.

Burada; geri adım atmamak son derece önemlidir. Çünkü her ciddi sorunda olduğu gibi, Kürt sorununda da, sadece kimi tezler öne sürmek, ama onları, bu tezlerin gerektirdiği ciddiyet ve karlılıkla savunmamak, tezleri zayıflattığı gibi, karşı tarafa da kolayca saldırı yapma imkanı verir. Bugün Kürt sorununda ırkçı çevreleri şımartan ve onlara pespaye görüşlerini yayma cesareti veren de, emek ve demokrasi güçlerinin kendi tezlerini her platformda yeterince kararlılıkla savunmamalarıdır.

Elbette ki; Kürt sorununun demokratik çözümüne dair öne sürülen; “Genel ve ayrımsız bir siyasi af”tan “Seçim barajının kaldırılması”na, “Köye dönüşlerin teşvik edilmesi”nden “Bölgede yoksulluğun ve işsizliğin azaltılması”na dair taleplere kadar, çeşitli talepler etrafında mücadele, bugün de ısrarla sürdürülmek durumundadır. Ama son aylardaki gelişmeler; bu taleplere yenilerini eklerken, sorunu Kürt-Türk kardeşliği üstünden, demokratik bir biçimde çözmek isteyen güçlere de yeni yükümlülükler getirmiştir. Bunun en başında da; bölgeyi yeniden OHAL koşullarına sürüklemek isteyen güçlere karşı mücadele gelmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirerek ve fiiliyatta alınacak önlemlerle bölgeyi yeniden OHAL dönemindeki uygulamaların alanı yapmak isteyenlerin önünü kesmek, bugün, hem bölgede, hem de Batı illerindeki çalışmada (Batı illerinde bu çalışma çok daha önemli) son derece önem kazanmıştır.

 

Bunun için;

– Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesini önlemek için mücadele,

– Seçim barajının kaldırılması talebinin öne çıkarılması,

-Seçilmiş belediye başkanları ve yöneticilerin baskı altına alınması ve görevden alınmasına karşı mücadele edilmesi,

– Legal parti yöneticilerinin ve yerel önderlerin sindirilmesi ve onların illegal hale gelmesi için yapılan baskılara karşı mücadele,

– Bölge gençliğinin “vurucu kırıcı bir güruh”; hırsızlık, kap-kaç, çeteleşmelerin asli faili gibi gösterilmesine karşı propaganda, önümüzdeki dönem bakımından son derece önem kazanmıştır.

Bir yandan ABD’nin İran’a yönelik bir operasyon ve –operasyon olmasa bile– onun yaratacağı baskı üzerinden bölgedeki işbirlikçilerini yeniden biçimlendirmek istemesi, öte yandan da Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde kendi mevzilerini güçlendirmeyi amaçlayan “iç güç odakları”nın baskısıyla biçimlenen politik ortam, giderek sertleşecek görünmektedir.

Ancak egemenlerin amaçları, ülkenin karanlık bir mecraya sürüklenmesi, bir kaçınılmazlık, bir kader değildir ve püskürtülerek, gidişatın yönü, halkın, ülkenin ve bölge halklarının çıkarları doğrultusuna çevrilebilir. Çünkü gelişen olaylar, bu olayları besleyen etkenler, doğru bir pozisyon alındığında; güçler doğru seferber edildiğinde, Türkiye işçi sınıfının kendi rolünü oynamak üzere adımlar atmasına, emek ve demokrasi güçlerine de halk yığınlarını aydınlatmak, ülkenin sorunlarının çözümünde etkin bir güç oluşturmak için sayısız fırsatlar sunacak özellikler de taşımaktadır. Burada önemli ve mücadelenin geleceğinde belirleyici olan da, bu güçlerin ve ortaya çıkan imkanların yeterince değerlendirilebilmesidir. Bunda en önemli sorumluluk, sınıfın ileri unsur ve devrimci güçlerine, en başta sınıf partisine düşmektedir.

 


* 1 Mart Kararnamesi’nin reddinden sonra, ABD’li yetkililer, Genelkurmayı, Meclis’e ve siyasetçilere “liderlik yapmamak”la suçlamışlardır. Buna, Kuzey Irak’ta askerin başına çuval geçirilmesi olayının doğrudan Genelkurmayı hedef aldığı da eklenmelidir.

Burjuvazinin Yeni Silahı “Terörle Mücadele”

Başbakan Tayyip Erdoğan, 2005 yazında, “aydınlar heyeti” ile yaptığı görüşmede ve daha sonra Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, Kürt sorununun var olduğunu ve bu sorunun demokrasi içinde çözüleceğini söyledi. Başbakan’ın sözleri pek çok insanda umut yarattı. AKP ve Erdoğan’ın sözlerini yerine getirmesini, adım atmasını bekleyenler, karşılarında, iki yüz binden fazla askerle başlatılan bir operasyon ve Terörle Mücadele Yasası Değişiklik Taslağı’nı buldular. Başbakan Erdoğan da, kendinden önceki başbakanlar gibi, Kürt sorunu ve demokrasinin sözünü etmiş, ama askeri operasyonları ve özgürlüklerin daha da kısıtlanmasını tercih etmişti. Demirel ve Çiller gibi, Mesut Yılmaz gibi, Erdoğan da, devletin klasik pozisyonunu almıştı.

Askerler, emniyet yetkilileri ve Adalet Bakanlığı bürokratları, burjuva politikacıları, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi istek ve çabalarına sürekli ve ısrarlı bir biçimde karşı çıktılar. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, adil yargılanma, sanık ve savunma hakları, onları hep rahatsız etti.

Baskıcı yasalarda en küçük bir değişiklik karşısında, “Terörle mücadelede yetkilerimiz elimizden alınıyor. Sürekli şehit vermeye başladık” gibi yakınmalar ve “Terörist sadece dağdaki silah kullanan adam değildir”, “Bir kişinin terörist sayılması için bomba koymasına gerek yoktur. Terörü desteklemek, teröristleri alkışlamak da terörist olmak için yeterlidir”, “İngiliz terörle mücadele yasasının aynısı bizde olsun, bize yeter” vb. sözler, açıktan ya da dolaylı olarak, bu çevrelerce daha çok dile getirilmeye başlandı.

Demirel’in aktif politika yaptığı dönemlerde sık sık tekrarladığı “Polisimizin elini soğutmayın” sözü, değişik biçimlerde daha sık edilir oldu. “Suçlu olduğu bilindiği halde yakalananların kendisini sokakta bulması birkaç saati bulmuyor. Terör örgütleri ellerini kollarını sallayarak sokaklarda gösteriler yapıyorlar, terör liderlerini öven sloganlar atıyorlar ve güvenlik güçleri sadece olayları görüntülemek zorunda bırakılıyor” denilerek, asker ve polis, ellerindeki yetkilerin daraltılmasına karşı çıkıyor ve yeni yetkiler istiyordu. Onlar da, en azından İngiliz polisi kadar yetkili olmak istiyordu. “Suçsuz bir elektrikçiyi şüphe üzerine yere yatırıp kafasından beş kurşunla vuran İngiliz polisinin arkasında duran yasaları, medyayı ve siyasetçileri gördükçe, kendisinin karşı karşıya bırakıldığı durumu anlayamıyor”du. Örnek gösterilen, özenilen İngiliz terör yasaları ise, “terör şüphelileri”nin gözaltı süresinin üç aya kadar uzatılması, “terör eylemleri”ni teşvik eden ve öven ifadelerin yasaklanması, “radikal” bulunan kişilerin sınır dışı edilmesi gibi uygulamaları içeriyordu.

AKP hükümeti, nihayet Terörle Mücadele Yasası’nda Değişiklik Taslağı’nı TBMM’ne getirdi. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, TV programlarında yasa tasarısını savunurken, “güvenlik mi özgürlük mü?” sorusunu sıradan cümlelerle geçiştirdikten sonra, şu anlama gelen sözler söyledi: “Daha bugün bir askerimiz şehit edildi. Onun için artık ne düşünce özgürlüğü var, ne de diğer özgürlükler.” Adalet Bakanı’nın ağzından, AKP hükümeti, artık söyleminde “demokrasi ve özgürlük”ün yerine, “şehitlerimizin hesabının sorulması”nı geçiriyordu. Kendilerini her durumda AKP’yi savunmakla görevli sayanlar, AKP’nin söylemini değiştirmesini bir erken seçim manevrası olarak değerlendirip satmaya çalışırken, bu söylemin somut bir ifadesi olarak TMY değişikliği, Meclis gündemine getirilmişti.

TBMM gündemine getirilen Değişiklik Taslağı ile, 12 Nisan 1991 tarihinde yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın bazı maddelerine ekler ve değişiklikler yapılıyor. Mevcut TMY’de “terör” tanımı çok geniş ve hakimin takdir ve yorumuna açık yapılmıştı. Değişiklik tasarısı ile “terörist ve terör” tanımı daha da genişletiliyor. Artık, asker ve polislerin isteği yerine getiriliyor, İngiliz TMY’sinde olduğu gibi, “terör örgütü ile aynı amaç için mücadele etmek”, “Terör örgütünün ya da teröristin amacını övmek”, “Terör örgütünü ya da teröristi desteklemek” de terör suçu kabul ediliyor. Sadece terörün tanımı genişletilmiyor, “terör suçu” sayısı da arttırılıyor. Kasten öldürme ve yaralama suçları, cebir ve şiddet içeren suçlar ile göçmen kaçakçılığı, ölüm orucuna ya da intihar eylemine teşvik etmek, savunmak, övmek vd., tehdit, kişi hürriyetinden yoksun kılma, eğitim ve öğrenimin engellenmesi, kamu kurumu ya da kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarının faaliyetinin engellenmesi, siyasi hakların kullanılmasının engellenmesi, inanç düşünce ve kanaat özgürlüğünün engellenmesi, konut dokunulmazlığının ihlali, iş ve çalışma hürriyetinin ihlali, sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi, nitelikli hırsızlık, gasp (yağma), mala zarar verme, genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, radyasyon yayma, atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, çevrenin kasten kirletilmesi, zehirli madde katma, kişilerin hayatını ve sağlığını tehlikeye sokacak biçimde ilâç yapma veya satma, parada sahtecilik, kıymetli damgada sahtecilik, para ve kıymetli damgaları yapmaya yarayan araçlar yapmak, mühürde sahtecilik, resmî belgede sahtecilik, özel belgede sahtecilik, halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonulması, bilişim sistemine girme, sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme, banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması, görevi yaptırmamak için direnme, hükümlü veya tutuklunun kaçması, devletin egemenlik alametlerini aşağılama, silâh sağlama, askerî komutanlıkların gaspı, halkı askerlikten soğutma, askerleri itaatsizliğe teşvik , Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan suçlar, Orman Kanunu’ndaki suçlar, Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’ndaki suçlar, olağanüstü hâlin ilanına neden olan olaylara ilişkin suçlar, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ndaki suçlar vb. “terör amacı ile işlenmiş ise” terör suçu sayılıyor.

Değişiklik Tasarısı’na göre, öyle suçlar “terör suçu” kapsamına dahil ediliyor ki, komikliğini ve vehametini göstermek açısından birkaçını sıralamalı: Çocukların cinsel istismarı, kıt’a sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgedeki sabit platformların işgali , fuhuş, ihaleye fesat karıştırma, kıymetli damgada sahtecilik, çevrenin kirletilmesi, banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması vs.. Böyle “terör suçu” olur mu? “Terör suçu” sayısı öylesine artırılıyor ki, neredeyse TCK’daki suçların hepsi “terör suçu” sayılacak. Tabii, “terör suçları”, DGM’lerin adı değiştirilerek tesis edilen “özel yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”nde yargılandığı için, bu Tasarı yasalaşırsa, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (DGM) sayısı artacak, bütün ceza mahkemeleri DGM’ye dönüşecek.

 

“Terör suçu”nun sayısını böylesine arttırmanın amacı ne olabilir?

“Terör suçu kapsamına giren suçlarda ceza yarı oranında arttırılıyor. Bu artırma cezanın üst sınırını aşabiliyor.” Ve, “Terör suçları”na Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (DGM) bakıyor. Tek neden bu. Cezaları arttırmak ve DGM’leri genel mahkeme haline getirmek.

AKP ve Adalet Bakanı, bütün yargı sistemini “DGM yargısı sistemi”ne dönüştürüyor. Sıkıyönetim’e dönüştürüyor. 12 Eylül hukuku, genel hukuk sistemi oluyor.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in yapmak istediğini Kenan Evren bile yapamadı. Cemil Çiçek ve AKP’nin “demokrasiseverliği” işte böyle.

“Terörle Mücadele Yasası Tasarısı” da, daha önce “terörle mücadele” amacıyla yapılmış bütün yasal düzenlemelerde olduğu gibi, öncelikle basın ve düşünce özgürlüğüne kısıtlama getiriyor. Yıllar boyunca yürütülen mücadelelerle kaldırılan gazete ve dergi yazıişleri müdürlerine hapis cezası uygulaması yeniden geri geliyor. Hapis cezası yerine para cezası uygulamasını kaldırılıyor. 3713 sayılı TM Kanunu’nun 6. ncı maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarında geçen “beş milyon liradan on milyon liraya kadar ağır para” ibaresi, “bir yıldan üç yıla kadar hapis” olarak değiştiriliyor. Yani, bu yasa tasarısı yasalaştığında, yine, eskisi gibi, çok sayıda gazeteci cezaevlerine tıkılacak.

Para cezaları da arttırılıyor. Bir aylık tiraj çarpı birim gazete/dergi fiyatının yüzde doksanı yerine ,“Yukarıdaki fıkralarda belirtilen fiillerin basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, basın ve yayın organlarının sahipleri hakkında da bin günden on bin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. Sorumlu müdürleri hakkında, bu cezanın üst sınırı beşbin gündür.” deniyor. Yani, bir aylık yayın gelirinin yüzde doksanı yerine, üç seneden otuz seneye kadar hapis cezasının karşılığı para cezası öngörülüyor.

3713 sayılı Yasa ve 12 Eylül döneminin Basın Kanunu’na göre, hakim kararı ile bir yazının “üç günden otuz güne kadar” yayınlanması durdurulabiliyordu. Ve, hiçbir zaman, hiçbir yayına otuz gün kapatma cezası verilmedi. Yeni tasarıda, “Terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde suç işlemeye alenen teşvik, işlenmiş olan suçları ve suçlularını övme veya terör örgütünün propagandası niteliğinde olan içeriğe sahip süreli yayınlar hâkim kararı ile; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de Cumhuriyet savcısının emriyle tedbir olarak onbeş günden bir aya kadar durdurulabilir. Cumhuriyet savcısı, bu kararını en geç yirmidört saat içinde hâkime bildirir. Hâkim kırk sekiz saat içinde onaylamazsa, durdurma kararı hükümsüz sayılır.” deniyor. Üstelik, fark edileceği üzere, kapatma kararı, sadece hakim (mahkeme) tarafından değil, savcı tarafından da verilebiliyor. 12 Eylül hukukundan bile ne kadar geri gidildiği, buradan da net olarak görülebilir.

3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, “terör örgütü” tanımı yaparken, silahsız “terör örgütü”nden söz ediyordu. Çünkü, silahlı terör örgütü 765 sayılı TCK’nun 168. maddesinde tarif edilmişti. Yeni yasa tasarısı, “terör örgütü”nde silahlı-silahsız ayrımını kaldırıyor. Tasarıda, “1 nci maddede belirtilen amaçlara yönelik suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.” hükmü getiriliyor. TCK 314 madde, eski TCK’nun 168. maddesine karşılık olarak getirilen madde. Sözü edilen örgüt hiç silah kullanmamış olsa da, örgütün amacına göre, yani mevcut sistemi değiştirmeyi amaçlıyorsa, “silahlı örgüt” gibi kabul ediliyor. Cezası da bu örgüte göre düzenleniyor.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’na göre: “Terör örgütü”nün propagandasını yapanlar ise, bir yıl hapis ve elli milyon lira para cezasına mahkum edilirken, yeni kanun tasarısında: “Terör örgütünün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır. Ayrıca, basın veya yayın organlarının sahipleri hakkında da bin günden on bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Sorumlu müdürleri hakkında, bu cezanın üst sınırı beşbin gündür” denilerek ceza miktarı ve kapsamı arttırılıyor. Ayrıca, propadandadan başka fiiller de cezalandırılma kapsamına dahil ediliyor: “a) Örgütün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde, örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması veya bu işaret ve amblemlerin üzerinde bulunduğu üniformayı andırır giysiler giyilmesi veya toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün, tamamen veya kısmen kapatılması, b) Örgütün amacına yönelik afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçlerin taşınması veya bu nitelikte slogan atılması veya ses cihazları ile yayınlanması, c) Örgüte üye kazandırmaya yönelik faaliyetlerde bulunulması…” ve bu fiillerin, “dernek, vakıf, siyasî parti, işçi ve meslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına ait bina, lokal, büro veya eklentilerinde veya öğretim kurumlarında veya öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde işlenmesi halinde… cezanın iki katı hükmolunur.” denilerek suç kapsamı genişletiliyor ve ceza miktarı arttırılıyor.

3713 sayılı Kanun’un 8. maddesi çok bilinen bir madde. “Bölücülük propagandası” yapma suçu. Bu madde, bir süre çok yoğun olarak uygulandı. Hapishaneler gazeteci, yazar, aydınlarla doldu. Daha sonra, hapis cezası para cezasına çevrildi. En nihayetinde de, 8. madde tümüyle kaldırıldı. Gerçi, 8. maddenin yerine hemen TCK 312. madde uygulanmaya başlatılıp, cezaevlerinin boş kalması önlendi. Ama, 8. maddenin kaldırılması, demokrasi mücadelesi açısından önemli bir kazanımdı. Şimdi, eski 8. madde, yeniden ve adeta nispet yaparcasına, aynı isimle, yine 8. madde olarak, Terörle Mücadele Yasası’na konuyor.

Terörün finansmanı” başlığı ile getirilen 8. maddede: “Her kim tümüyle veya kısmen terör suçlarının işlenmesinde kullanılacağını bilerek ve isteyerek doğrudan veya dolaylı olarak fon sağlar veya toplarsa, hakkında bir yıldan beş yıla kadar hapis ve yüzelli günden bin beş yüz güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Fon, kullanılmamış olsa dahi fail aynı şekilde cezalandırılır.

Bu maddenin birinci fıkrasında geçen fon; para veya değeri para ile temsil edilebilen her türlü mal, hak, alacak, gelir ve menfaat ile bunların birbirine dönüştürülmesinden hasıl olan menfaat ve değeri ifade eder.

Getirilen düzenlemede maksat anlaşılmıştır sanırım. 3713 sayılı kanun ile getirilen sınırlamalar, yazarların ve yazıişleri müdürlerinin cezaevlerine girmesi, yurt dışına çıkmak zorunda kalması ile çözülüyordu. Şimdi, her şeye rağmen, yayıncılık sona erdirilmek isteniyor. Artık, yazıişleri müdürü ve yazar ile uğraşılmayıp, doğrudan gazete veya dergiyi yayınlayan şirket ile uğraşılıyor ve şirketin kapatılması ve mal varlığına el konulması düzenleniyor..

Türkiye’de ceza yargılaması, işkenceli sorgu sistemine dayanır. İşkence ile sanığın itirafı ve ifadesi alınamazsa, çoğu zaman dosyaya başka bir delil konamaz. Bu nedenle, sanığın sorgusunda bir avukatın bulunması, gözaltı süresinin kısıtlanması, yasak sorgu yöntemlerinin hükme esas alınmaması vb. uygulamalar, başta polis ve savcılar olmak üzere, yargı sistemini çok rahatsız etmiştir.

Polis, işkenceyi kısıtlayan her yeni düzenleme yürürlüğe girdiğinde, yüksek sesle itirazının yanı sıra, gerekli tedbirleri de almıştır: Polis sorgusuna avukatın çağrılmaması için icat edilen bahaneler, “para ile avukat tutup”, yani işkenceyi hoş gören avukat bulup pişmanlık içeren ifadeler alma, sanığın baskı ve işkence ile ifadesini aldıktan sonra avukatı çağırma ve sanığı ifadesini değiştirmemesi için tehdit etme, işini yapan avukatları “terör örgütünün avukatı” ilan etme, avukatlara gözdağı ve baskı vs. vs.

Yeni tasarı ile polis, “sıkıntılarından kurtarılıyor”! Gözaltına alınanın sadece bir yakınına (muhtemelen bulunamayan, ulaşılamayan) yakınına haber veriliyor. Böylece, şüphelinin yakınları ve avukatlarının müdahil olmasını önleyerek, polisin işini (yasak sorgu yöntemlerini uygulamasını) kolaylaştırıyor. Sadece, bir avukatın hukuki yardımda bulunmasına izin veriliyor. O avukata ulaşılamazsa, avukatın başka işi olursa, ya da gece saat ikide aranırsa, şüpheli avukat yardımından mahrum kalabilir. Ama, şeriatın kestiği parmak acımaz. Üstelik, savcının istemi ile hakim, avukat yardımından şüphelinin yararlanmasını 24 saat erteleyebiliyor. İşkence ve baskı için 24 saat de az süre sayılmaz.

Yeni düzenlemede, yine 12 Eylül’deki gibi, soruşturmayı yürüten polislerin ismi gizleniyor. Polisler, tutanaklara sadece sicil numaralarını yazmakla yetiniyorlar. Demek ki, gizlenmelerini gerektirecek durumlar olacak.

Şüphelinin müdafii (müdafiiler diyemiyoruz, çünkü bir avukatla sınırlanıyor), soruşturma dosyasını savcının önerisi ve hakimin kararı ile incelemek ve belge almaktan men edilebiliyor. Yukarıdan aşağıya görüldüğü gibi, şüphelinin avukat yardımından yararlanması adım adım ortadan kaldırılıyor.

Bu kadarla da yetinilmiyor. Eğer, şüphelinin avukatının, terör örgütü ile haberleşme konusunda yardımcı olduğundan şüpheleniliyorsa (ki, polisler her ağızlarını açtıklarında avukatların da terör örgütü mensubu olduğunu söylüyorlar), şüpheli ile avukatının görüşmesini dinlemek üzere bir görevli tayin ediliyor, şüphelinin ve avukatının birbirlerine verdikleri belgeler inceleniyor vs. Şüphelenmenin bir kriteri olmadığına gore, pekala polisle işbirliği yapmayan bütün avukatlardan şüphelenilebilir!

12 Eylül günlerinde bir fıkra dilden dile dolaşırdı: Bir sanık işkencededir. Filistin askısına alınmış, sorgulanmaktadır. Sanık “Avukatımı istiyorum” diye bağırır. Ertesi gün, sanığın yanında, Filistin askısında biri daha vardır. Sanığın avukatı. Sanığın isteği yerine getirilmiştir.

Tıpkı böyle. Yeni Terörle Mücadele Kanunu, şüphelinin avukatını, şüphelinin yanına getiriyor. Terör örgütü üyesi olarak.

Tabii, tahmin edilebileceği üzere, yeni Terörle Mücadele Yasa Tasarısı işkenceciyi de koruyor. İşkence vb. nedenlerle yargılanmak zorunda kalan polis, istihbaratçı (önceki yasal düzenlemelerde istihbaratçı yoktu) için üç avukatın parasını devlet ödüyor. 3713 sayılı terörle Mücadele Yasa’nda da böyle bir düzenleme vardı. İşkencecinin avukatının parasını neden devlet ödüyor itirazları üzerine, avukat ve avukat parası düzenlemesi kaldırılmıştı. Demek ki, işkenceciler mağdur olmuş! Hem, devlet için işkence yap, hem yargılan, hem de avukat parası ver. İşkencecilere hak verilmiş demek ki!

Yine, işkencecileri ve suç işleyen asker ve polisleri, “terörle mücadelede görev yapanları” korumak üzere, bu kişilerin tutuksuz yargılanabileceği düzenlenmiş yeni yasa tasarısında. Bu tasarı yasalaştığı gün, Şemdinli Olayı sanıkları tahliye edilecek. “İyi çocuklar için” de böyle düzenlemeler yapılmalı herhalde!

Tasarı ile 12 Mart Cuntası’ndan bu yana tartışılan “muhbirlik” işi (!) de bir çözüme kovuşuyor. Türkiye tarihinde ilk kez muhbirlere para ödülü veriliyor. Hoş geldin muhbir vatandaş!

Muhbirlik tabii ki, tanık koruma programsız olmaz. Ama, yeni ylasa tasarısına göre, tanık koruma programına alınanlar, muhbir ve tanıklar değil. Polisler, istihbaratçılar, askerler, hakimler, savcılar, cezaevi müdürleri vd. Bu yasa engellenemezse, Türkiye, dünyada yüzünü estetik ameliyatla değiştirecek ilk hakim ve savcılara tanık olacak önümüzdeki günlerde.

Ve, son olarak, Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiş bir hüküm yeniden yasalaştırılmak isteniyor Terörle Mücadele Yasa Tasarı’sında : “Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda ‘teslim ol’ emrine itaat edilmeyerek silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde, kolluk görevlileri, tehlikeyi etkisiz kılabilecek ölçü ve orantıda, duraksamadan hedefe karşı silah kullanmaya yetkilidirler” hükmü ile, genel silah kullanma yetkisi aşılarak, yeni bir tanım getiriliyor. “Teslim ol” emrine itaat etmeyeni vurmak mübahtır! Canlı yakalamaya çalışmak yok, beklemek yok, ikna etmeye çalışmak yok, başka yollarla (bayıltıcı gaz, zaman içinde yorma vs.) teslim almaya çalışmak yok. Polis, “teröristi” vuracak, “teslim ol dedim” olmadı diyecek. “Teslim ol” demediyse de, bunu kim söyleyecek?

“EN DEMOKRATİK” BİLİNEN ÜLKELERDE DE..

AKP’nin Terörle Mücadele Yasası adı altında özgürlükleri kısıtlama ve toplumun bir kısmını, muhalifleri “terörist” ilan etme programını, emperyalist burjuvazi çeşitli ülkelerde uygulamaya çalışıyor. ABD, İngiltere başta olmak üzere, emperyalist ülkeler birer birer “Terör Yasaları” hazırlıyor. Pek çok emperyalist devlet için, “Terör Yasaları”nda olmasa da, göçmenler, Asya ve Afrikalılar, Müslümanlar, solcular, sendikacılar, komünistler “potansiyel terörist”tir. Bu türden olanlar, hiçbir yasa hükmüne dayanılmadan, Guantanama gibi işkence evlerinde senelerce tutuluyorl, CIA işkence uçaklarında ve üslerinde sorgulanıyor, sınırdışı ediliyorlar, vize bile alamıyorlar.

SSCB’nin ve Doğu Avrupa devletlerinin varlığı koşullarında emperyalist burjuvazinin ilan ettiği düşman, kapitalist sistemin düşmanı komünizm idi. Ve komünizme, “totaliter rejime” karşı, emperyalist burjuvazinin silahı, “insan hakları”, “demokrasi” ve “özgürlük” idi. Elbette, burjuvazi, bu saydığımız kavramların içine boşaltıyor, onları tahrif ediyor ve burjuva sistemde olan ile tarif ediyordu. Son on beş yılda, özellikle 11 Eylül olayından sonra ise, düşman, “terörizm”, “haydut devletler”, “terörizmi besleyen ve destekleyen devletler” olarak ilan edilip değiştirildi.

“Terörle mücadele” gerekçesi ile emperyalist burjuvazi, bir taraftan işçi sınıfını zapturap altında tutacak yeni yasal saldırılar düzenlerken, diğer taraftan dünyanın her tarafına, “terörü önlemek”, “önleyici savaş” vb. adlar altında ordularını göndermeye başladı.

6 Ekim 2001 tarihinde Taliban ve El Kaide’yi Afganistan atmak bahanesiyle Enduring Freedom operasyonunu başlattığını ilan eden ABD, NATO’nun Akdeniz hazır kuvvetini kullandı. Daha sonra, ABD kuvvetleri, bütün Akdeniz’i kontrol altına aldı. Active Endeavour adını alan operasyon, NATO Sözleşmesi’nin 5. maddesini “terörizmi önlemek” amacıyla kullanma kararı alınarak, genişletildi. NATO Sözleşmesi’nin 5. maddesini kullanan ABD, uçak gemileri ve donanmasının diğer gemileri ile “terörü önleme” gerekçesi ile denizleri kontrol etmeye başladı. NATO güçlerinin ABD hegemonyası için kullanılması sağlandı. Nisan 2003’te, ABD askerleri, Akdeniz’de durdurduğu gemileri aramaya başladı. İki sene içinde, ABD askerleri 60.000 kadar gemiyi durdurdu ve 95 gemiyi aradı. Cebelitarık Boğazın’dan geçen 488 sivil gemiyi takip etti. ABD, bugün Akdeniz’i kontrol eden donanmasının Karadeniz’i de kontrol etmesi için, Türkiye’ye baskı yapmaktadır.

ABD, 11 Eylül saldırısının ardından, “Yurtseverlik Yasası” adını verdiği “terörle mücadele” yasası çıkardı. 26 Ekim 2001 tarihli yasaya göre, şüphelilerin evlerine onların bilgisi dışında girip arama yapma, haberleşmesini kontrol etme (telefonlarını dinleme, mektuplarını okuma, e-postalarını izleme vb). mümkün olabilecekti. ABD’de “terör sanıklarına” işkence yapılabileceğine dair yasa çıkarılması, hukuk profesörleri tarafından tartışıldı.

Birincisinin ardından, ABD Adalet Bakanı John Ashcroft’un önerisiyle hazırlanan ve “Patriot Act II” adını taşıyan yeni bir yasa teklifi gündeme gelmekte gecikmedi. Ashcroft, “yurtseverlik yasası” adı altında, tüm şüphelilerin tutuklanabilmesine, hapse atılmasına, postaların takip edilmesine, internet iletişimlerinin izlenmesine, telefon konuşmalarının dinlenmesine, mahkeme kararı olmaksızın evlerin aranmasına izin veren bir “terörle mücadele” yasasını yürürlüğe koydu. Yasaların yürürlüğe konulmasıyla birlikte, tutuklulara ve yakınlarına herhangi bir kanıt sunulmadan, 1200 kadar yabancı uyruklu kişi tutuklanmış ve 600 kadarı hakim karşısına çıkarılmadan ve kendilerine savunma imkânı tanınmadan, hapse atılmıştır. Sıradan Amerikan mahkemeleri tam yetkili oldukları halde, George W. Bush, 13 Kasım 2001’de, “terörizm”le suçlanan yabancıları yargılamak için, özel yetkilerle donatılmış askeri mahkemeler kurma kararı almıştır. Bu mahkemeler, savaş gemilerinde ya da askeri üslerde kurulabilecek, mahkeme kararları subaylardan oluşan bir komisyon tarafından ilan edilecek, sanığı ölüme mahkûm edebilmek için oybirliği gerekmeyecek, karar kesin olacak, sanığın avukatıyla yaptığı görüşmeler izinsiz dinlenebilecek, mahkemelerin işleyişi gizli tutulacak ve davanın ayrıntıları onlarca yıl sonra kamuoyuna açılabilecek. “Terörist” ya da “savaş suçlusu” ilan edilenler, gizli kanıtlar ve tanıklarla tutuklanıp yargılanabilecek, cezaları infaz edilebilecek. Sanıklar, ölüm cezasına çarptırılsalar bile, bir üst mahkemeye başvuramayacaklar. Ceza ve yetkilerin arttırılmasını, gözaltı sürecinde yargı haklarının azaltılmasını, hatta ortadan kaldırılmasını, gizli tutuklama yapılabilmesini, sadece şüpheli olsa dahi, herhangi bir kişinin DNA bilgilerini de içerecek şekilde fişlenebilmesini, yeni ölüm cezalarını ve politik bir grubun yandaşı olduğu için kişinin vatandaşlıktan atılabilmesini öngören bu anti-terör yasası, ilkini mumla aratacak özellikler taşıyordu. Devlet isterse, bir Amerikalı’yı vatandaşlıktan atabilecek! Bugüne kadar bir Amerikan vatandaşı ancak kendi özgür iradesiyle vatandaşlıktan çıkmak istediğini söylerse vatandaşlıktan çıkabiliyordu. Artık şüpheli kişi, eğer hükümet tarafından “terörist” olduğu kabul edilen bir grubun üyesiyse ya da bu grubu desteklediğini gösteren bir belge varsa, kolayca vatandaşlıktan atılabilecek. Yani Patriot Act II’ye göre, kişi suç işlemese dahi, sadece Adalet Bakanlığı böyle bir sonuca vardı diye, politik tercihi ya da yandaşı olduğu gruba bağışta bulunduğu gerekçesiyle, ABD vatandaşlığından çıkarılabilecek. Yasayla, “terörist” olduğu şüphesiyle gözaltında tutulanlarla ilgili dışarı bilgi vermek yasaklandı. Yasa maddesine göre, hükümet “terörizm” suçu işleyenlerin kimliğini hüküm verilene kadar açıklamak zorunda değil. Aslında 11 Eylül’den sonra, “terörist” olduğu şüphesiyle gözaltına alınan pek çok kişi uzun süre ailelerine haber verememiş, bir avukat tutamamıştı. Ta ki, uzun süren baskılar sonucu, bilgi verilmesine ilişkin örnek bir karar alınana dek. Ancak Ashcroft’un “anti-terör” yasası, bu mahkeme kararını da geçersiz kılıp, “terör”le ilgili olarak gözaltında olan kişiler hakkında bilgi vermeyi yasaklıyor. Bu yasayla birlikte, artık Amerika da “gözaltında kayıplar”la tanışacak görünüyor!

“Terör” şüphelileri için bir DNA bilgi bankası oluşturulacak. “Terörist” olarak kabul edilen ya da şüpheli görülen gruplarla ilişki içinde oldukları düşünülenlerin ve ABD vatandaşı olmayanların DNA’ları, salt şüphelenildikleri için, DNA bilgi bankasına kaydedilebilecek.

FBI yetkilileri işi öyle bir boyuta getirmiş durumdalar ki, bazı sanıklar, yerel polis tarafından “kesin ve etkili” yöntemler kullanılarak sorgulanabilmeleri için, “diktatörlükle yönetilen” bazı “ABD dostu” ülkelere gönderilebilecekler. Burjuvazinin sözcüleri medyada her fırsatta şunu işliyorlar: “İşkence iyi bir şey değildir. Ama terör daha da kötüdür. Bazı durumlarda işkence, terörden daha az kötüdür.

ABD ve pek çok Avrupa ülkesinde kimlik kartı taşımak, sokakların kameralarla gözetlenmesi, uydudan gözetleme gibi yöntemlere başvurulmaya başlanmıştır.

AB, 11 Olayları’nı bahane ederek, “terörle mücadele” konusunda bazı düzenlemeler yapmıştır. 2002 yılında, “Terörizmle Mücadeleye İlişkin Konsey Çerçeve kararı” kabul edilmiştir. Bu kararın amacı, “terörizme” karşı üye ülkelerin mevzuatlarını yakınlaştırmak ve bunun sonucunda ortak bir konsept ve mevzuat ortaya çıkarmaktır. Karar, AB kurumlarına, üye devletlere, üçüncü devletlere ve diğer uluslararası kuruluşlara yapılan saldırıları kapsamaktadır. Kararda, yapılan “terör” tanımı, “bir ülkenin halkını ciddi şekilde korkutmak veya sindirmek, bir hükümeti ya da bir uluslararası kuruluşu bir şey yapmaya veya yapmamaya zorlamak ve bir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun politik, sosyal, ekonomik, anayasal temel yapısını yıkmak veya işlemez hale getirmek” biçimindedir. Kararda, örgüt yerine “terörist grup” ifadesi yer almaktadır. “Terörist grup”ise, “ikiden fazla kişiden oluşan, belirli suçları işlemek amacıyla hareket eden grup”tur. AB ülkelerinde bir “terörist örgütü” yönetmek, “terörist” bir örgütü desteklemek, finance etmek, bilgi ve materyal kaynakları temin etmeye katkıda bulunmak veya bu örgüt içerisinde yer almak Çerçeve Karar’a göre cezalandırılır.

Görüldüğü gibi, Türkiye’de gündeme gelen “Terörle Mücadele” yasaları; ABD ve AB’dekilerle benzerdir. Burjuvazi, yeni dünya düzeninde “Terörle Mücadele” yasalarını dünyanın her yerine yaymak amacındadır.

Emperyalist burjuvazi, sosyalizmin geçici yenilgisinden sonra, sadece işçi sınıfının sosyal ve ekonomik haklarını iğdiş etmekle kalmıyor, en temel hukuki ve siyasi hakları bile geri almaya çalışıyor. Burjuva devriminin bayrağında yer alan hakları silmeye çalışıyor. Bu nedenle, bugün burjuva hakları bile savunmak ve gaspedilenleri yeniden kazanmak işçi sınıfı ve müttefiklerine düşüyor.

Sosyal Adalet Tartışmalarında Manipülasyon ve Gerçekler

Rakamların, istatistiklerin ideolojinin esiri olmadığını, gerçekleri ifade ettiğini düşünenler, sosyal olayları matematikle konuşmayı tercih ederler. Bu düşüncenin sahiplerine göre, üretim, bölüşüm, tüketim meseleleriyle ilgilenen iktisat bilimine matematik ne kadar nüfuz ederse, ideoloji bu bilim dalından o kadar uzaklaşır. Böyle düşünenler için rakamlar, istatistikler, ispatlanabilirlik kutsal bir öneme sahiptir.

Oysa rakamlar, istatistikler ideolojik içeriğe de sahiptirler. Gösterdikleri kadar saklarlar da… “Objektif” kuralları olduğu iddia edilen rakamlar, düşünce süreçlerini rahatlıkla tutsak alabilirler. Liberal iktisatçıların, ideolojilerden arınmış, tamamen objektif bilim yaptıklarını iddia etmeleri ya da öyle sanmalarına rağmen son derece ideolojik bir yaklaşım sergilemeleri de bundandır.

Rakamların tek gerçek olduğu yutturmacasına hükümet yetkilileri sık sık başvuruyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ulusa sesleniş konuşmalarında, partisinin kongrelerinde, demeçlerinde rakamlarla güzel tablolar çizme örneklerine rastlanıyor. Söz konusu yönteme son başvuran, 17 Nisan 2006 tarihinde makro ekonomik gelişmeler konusunda Hazine Müsteşarlığı’nda basın toplantısı düzenleyen Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan oldu. İşin gerçeklerinin göstergelerde gizli olduğunu söyleyen Babacan şunları söyledi: “Türkiye ekonomisindeki bunca iyi gelişmeye rağmen, ardı arkasına rekor rakamlar açıklanırken, kendi yatırımcımız Türkiye’ye rekor seviyede yatırım yaparken, dünyanın dev firmaları gelip, Türkiye’yi yatırım yeri olarak belirlerken, habire olumsuzluk pompalayanlar, habire ‘bir şeyler kötü gidiyor, bir şeyler olacak’ diyenler, bunu yaparken de adeta temsil ettikleri kitlelerin sözcüsüymüş gibi konuları sunanlar, Türkiye’ye kötülük yapıyorlar.

Rakamlara göre, ülke ekonomisinin durumu oldukça iyi. Hemen şu soruları sormak gerekir: Bu rakamlar kimin için iyi? Ekonomiyi Borsa’dan, faizden, döviz kurundan ibaret sayanlar için iyi olan bu göstergeler emekçiler için de iyi mi? Borsa, faiz, döviz kuru temelde ideolojik kavramlardır. Sınıfsal içerikleri vardır. İşleyişleriyle de sınıfsal bir işlevi yerine getirirler. Sınıfsal işlevlerini yerine getirirken emekçileri ne hale getiriyorlar acaba?

Bu sorulara cevaplar bazı ekonomi yazarlarınca verildi. Yazılarda, emekçiler için de işlerin iyi gittiği iddiaları ortaya atıldı. İddianın sahiplerine göre, gelir eşitsizliği azalıyor, orta sınıflar canlanıyor. Gelir eşitsizliğini ölçen Gini* katsayısı düşüyormuş, söz konusu düşme, gelir eşitsizliğinin azalması anlamına geliyormuş. Gelir eşitsizliğinin düzelme yönünde olmasını da şöyle özetliyorlar: “AKP döneminde düşen enflasyon, düşen reel faizler ve yüksek büyüme gibi gelişmelerin gelir eşitsizliğini azaltıcı etki yapmış olması ihtimal dahilinde. Buna karşılık, eşitsizliği doğrudan azaltan sosyal politikaları da hatırlatmakta yarar var. Son iki yılda emekli maaşlarında ve asgari ücrette yaklaşık yüzde 30 reel artış gerçekleşti. Ayni yardımlarda belirgin artışlar oldu. Keza Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’ndan, Dünya Bankası’nın katkılarıyla, 2004’te yaklaşık bir milyon kişiye çeşitli nakdi yardımlar yapıldı. Anketlerde AKP oy desteğinin yüzde 35’in altına düşmemesini şaşırtıcı bulanlar var. Gelir eşitsizliğindeki iyileşmeler dikkate alınırsa, anket tahminlerinin pek de o kadar şaşırtıcı olmayabileceği söylenebilir.

Gelir dağılımında bir düzelme, sosyal adalette bir iyileşme olduğu iddiaları doğru mudur? Sermayenin “rekabet ve verimlilik” söylemleriyle emek sömürüsünü yoğunlaştırdığı, işçileri, tarım kesimini, hatta küçük sermaye çevrelerini baskıladığı, “Türkiye’nin kendi Çin’ini yaratması gerektiği”nin vurgulandığı bir dönemde mi gerçekleşti sosyal adalet! Türkiye’de yaşananlara ilişkin “inandırıcı” gelmeyen iddiaların dayandığı matematik temele yakından bakılmalı.

 

GELİR DAĞILIMI DÜZELİYOR MU?

Gelir dağılımının düzeldiğini iddia edenlerin yöntemi şöyle: Hane gelirini, haneyi oluşturan fert sayısına bölüyorlar. Haneler arası kıyaslama yapıyorlar. Örneğin 800 birim gelir elde eden 4 kişilik ailenin fert başına geliri 200 birim. Bu bölmede bir sorun var. Örneğin 100 birim gelir elde eden iki kişilik ve 150 birim gelir elde eden üç kişilik iki hane olsun. Her iki hanenin fert başına düşen geliri 50 birim. Oysa, üç kişilik hanenin gerçek geliri diğerine kıyasla daha yüksektir. Çünkü, konut, elektrik, ısınma gibi ortak tüketim harcamaları hane büyüklüğü ile aynı oranda artmazlar. Örneğin bir oturma salonunu aydınlatan ampul, 3 kişi de, 5 kişi de olsa aynı elektriği yakıyor. Buzdolabı, televizyon gibi eşyaların yaktığı elektrik, kişi sayısına göre değişmiyor. Dolayısıyla bireysel gelirleri, hane büyüklüğüne göre düzeltmek gerekir. Ya da çocuklar, yetişkinlere göre daha az tüketirler. Bu nedenle, hanelerin yetişkin-çocuk bileşimlerine göre de, düzeltme yapmak gerekir.

Nitekim hesaplarda bireysel gelirler, istatistiksel tekniklerle, yukarıda saydığımız sorunlardan arındırılıyorlar. Birçok iktisatçı, en adil, en gerçekçi hesaplamanın bu olduğunu düşünüyor. Bu yönteme Gini hesabı adı veriliyor. Bakılınca, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, iyi bir hesap izlenimi veriyor.

Sözde adaletli ölçümün “traji-komik” örnekleri var. Bu hesaba göre, ekonominin kriz yaşanan dönemlerde, dünyada hemen her ülkede gelir dağılımının düzeldiği görülüyor. Yani kriz dönemlerinde üretim azaldığı, insanlar işsiz kaldığı ve perişan olduğu halde, pasta küçüldüğü için, paylaşım daha eşit oluyor. Bu hesapla, 2002 yılında, nüfusun yüzde 90’ının üzerinden silindir gibi geçen ekonomik kriz sonrası, yüzbinlerce insan işsiz kalırken, onbinlerce esnaf kepenk kapatırken, büyük çoğunluk fakirlik ortak paydasında buluştuğu için, gelir dağılımındaki eşitsizlik azaldı. Nasıl hesap ama!

Türkiye ekonomisinin yarısından fazlası (yüzde 52) kayıt dışı. Hükümetin ekonomiden sorumlu bakanları, Meclis’te bu gerçeği dillendiriyorlar. Kayıt dışı ekonominin bu kadar büyük olduğu bir ülkede, ne dar gelirlinin ne de orta-üst sınıfların gerçek durumunu kayıtlara dayanılarak oluşturan istatistiklerden anlamak olanaklıdır. Bu istatistiklere ve matematik verilere bakarak sosyal durum tespiti yapamayız. Gini’yle ancak kandırılabiliriz. Dahası, kavramların ideolojik içeriğine en iyi örnek ‘Gini katsayısı’nda bulunabilir.

 

RAKAMLARDAKİ ÇİFTÇİ, ESNAF, MEMUR

“Büyüme, enflasyon, ihracat gibi makro ekonomik göstergeler iyileşiyor, ama halka bunlar yansımıyor” eleştirilerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan yanıt geldi. Başbakan, 24 Şubat 2001 krizinin 5. yıldönümünde yaptığı “Ulusa Sesleniş”** konuşmasında, iddialı bir çıkış yaptı: “Bu dönemde sadece makro ekonomik rakamlarda değil, çiftçimizin, işçimizin, esnafımızın durumunda da gözle görünür iyileşmeler olmuştur.

Başbakan, işçinin, memurun, esnafın alım gücünün arttığını rakamlarla bir bir ortaya koyuyor.

Göreve geldiğimiz günden itibaren, çalışanlarımızı enflasyona ezdirmemek için, maaşlarında enflasyon oranının üzerinde artışlar gerçekleştirerek, alım güçlerinde önemli iyileştirmeler sağladık. Üç yıl içinde en düşük maaşlı memurumuzun maaşında yüzde 85, kamu işçimizin maaşında ise yüzde 55 oranında artış kaydedilmiştir. 14. derecenin 2. kademesindeki bir memurumuz, maaşıyla 2002 yılı sonunda 100 kg beyaz peynir, 128 litre ayçiçek yağı, 17 adet mutfak tüpü alabiliyordu. 2005 sonu itibariyle aynı memurumuz maaşıyla 120 kg beyaz peynir, 200 litre ayçiçek yağı, 21 adet mutfak tüpü alabiliyor.

Beyaz peynirin fiyatı, en önemli girdisi olan sütün fiyatı düşük tutulmuş, işçi ücretleri baskılanmışsa elbetteki düşer. Ziraat Odaları, ziraat mühendisleri ve üretici sendikasının hesabına göre maliyeti 600 bin lirayı bulan ayçiçeği, 485 bin liradan satıldı. Ayçiçek yağının fiyatı, hammaddesi olan ayçiçeğini, üretici iki yıl önceki fiyattan satamıyorsa, tabii ki geriler. Başbakan’ın alım gücünü artırdık diye övündüğü durum, tarım kesimine ve işçilere ödettirilen faturanın sonucudur. Bu, Başbakan Erdoğan’ın övünebileceği bir sonuç değildir.

Seçilen ürüne göre yanılsama yaratılabilir. Emekçilerin durumunu anlamak için, başka bir noktadan bakmak gerekir. 2001 krizinde dibe vuran Türkiye ekonomisiyle ilgili birçok gösterge, izleyen yıllarda, kriz öncesinin oldukça üzerinde bir noktaya yükseldi. Reel ücretler ise, hâlâ kriz öncesinin ve kriz yılının altında kalmaya devam ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun, ücretlerin 1987 yılındaki düzeyini 100 kabul ederek oluşturduğu imalat sanayii reel ücret endeksi, 2000 yılında 111.3 düzeyinde bulunuyordu. Yani yaklaşık yüzde 11 artmış görünüyordu. 2001 yılında 95.1’e geriledikten sonra, düşmeye devam eden reel ücret düzeyi, 2002 yılında 90’a, 2003 yılında ise 88.3’e kadar indi. 2004 yılında nispi bir toparlanmayla 90.4’e yükselen reel ücret endeksi geçen yıl ile 92.3 oldu. Son iki yıldaki toparlanmaya rağmen, reel ücretler, 2001 yılındaki düzeyine bile ulaşamadı. Yani imalat sanayi sektöründe çalışan işçilerin 2005 yılındaki reel ücretleri, 2000 yılındaki düzeyinin yüzde 17 altında seyrediyor.

Başbakan hiç bahsetmese de, aynı dönemde sömürü kat be arttı. Reel ücretlerin eridiği 2000-2005 yılları arasında, imalat sanayi sektöründe çalışan başına verimlilik, yaklaşık yüzde 35 arttı. 2000-2005 yılları arasında, imalat sanayiinde çalışanların sayısı yüzde 5 azaldı. İşçi sayısındaki azalmaya rağmen, üretimde yüzde 27’lik bir artış oldu. İhracat ise, yüzde 130 büyüdü. Böyle bir tablo karşısında, adaletli bir sosyal iyileşmeden bahsedebilmek mümkün değil.

Yukarıda verdiğimiz imalat sanayii verileri, sadece özel sektör ele alındığında, çok daha kötü bir hal alıyor. Özel sektör işçilerinin reel ücretlerindeki azalma eğilimi devam ediyor. İstatistik Kurumu’nun son açıklamalarına göre, geçen yılın dördüncü üç aylık döneminde, özel sektördeki işçilerin reel ücretleri yüzde 0.1 azaldı. Resmi rakamlara gerek yok aslında. Taşeron uygulamasının hızla yaygınlaştığı üretim sisteminde reel ücretlerin azalması doğaldır! Taşeronluk esir tüccarlığa dönüştü. Sendikalı işçi çalıştırmak istemeyen, işçinin ek ödeme “yükünden”, kıdem tazminatından kurtulmak isteyen işyeri, taşeron kullanıyor.

Çünkü taşeron, sigortasız işçi çalıştırıyor. Taşeron, istediğinde, işçiyi kapının önüne koyuyor. Yok pahasına, karın tokluğuna işçi çalıştırabiliyor. Çalışanların yüzde 49.8’inin kayıt dışı olduğunu herhalde Başbakan da biliyordur.

Başbakan övünüyor: “2002 yılında 184 milyon TL olan asgari ücret, bugün yüzde 107 oranında bir artışla 380 milyon TL’ye, yani 380 YTL’ye yükselmiştir. Ortalama net asgari ücretle 2002 yılında bunun mukayesesini özellikle hanım kardeşlerimin yapmasını çok önemsiyorum… Burada somut bazı örnekler vermek istiyorum ve nereden nereye geldiğimizi görme bakımından bunlar çok önemli. Bakınız, 2002’nin asgari ücreti ile 187 kg ekmek, 172 kg makarna, 69 kg tavuk eti, 1.445 tane yumurta, 126 kg toz şeker, 29 kg çay alınabiliyordu. Bugün asgari ücret sahibi vatandaşlarımız ellerine geçen parayla 320 kg ekmek, 337 kg makarna, 144 kg tavuk eti, 3.459 tane yumurta, 185 kg toz şeker, ve 47 kg çay alabilmektedirler.

Başbakan’a “…ekmek fiyatları son yıllarda hiç artmadı, tavuk eti kıyaslaması yaptığınız dönemde tavuk gribi dolayısıyla fiyatlar düşüktü. Şimdi veriler değişti” filan denebilir. Fakat bu yöntem, meseleyi, Başbakan’ın çektiği, tek tek ürünler üzerinden tartışma zeminine götürür. Zemin yanlıştır. Temel gıda maddelerinin tümü değerlendirmeye alınmalıdır. Açlık ve yoksulluk sınırı verilerinden hareket edilirse, temel gıda maddeleri dikkate alınmış olur. Çünkü asgari gıda harcaması (Açlık Sınırı), 4 kişilik bir ailenin asgari mutfak giderlerini kapsamaktadır. Açlık sınırı, çalışan, eşi, (0-6) ve (6-15) yaş gruplarından iki çocuğun Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği asgari kalori miktarı dikkate alınarak yapacakları beslenme harcamalarıyla tespit edilir.

Türk-İş Araştırma Merkezi, düzenli olarak her ay açlık ve yoksulluk sınırını açıklıyor. 4 kişilik bir aile için, Türk-İş Nisan 2002 açlık sınırı 325 milyon, yoksulluk sınırı 987 milyondur. Türk-İş Araştırma Merkezi’ne göre, geçtiğimiz Mart ayında, 4 kişilik ailenin açlık sınırı 569, yoksulluk sınırı ise bin 854 YTL’ye çıktı. Başbakanın ‘asgari ücreti çok iyi artırdık’ diye övündüğü dönemde, açlık ve yoksulluk sınırının da, asgari ücrete yakın bir oranda arttığı görülüyor. Kısaca, dar ve sabit gelirlinin geçim koşullarında kalıcı bir iyileşme yaşanmadığı gibi, açlık ve yoksulluk kalıcı hala gelmiş.

Başbakan, çiftçinin de iyi durumda olduğunu iddia ediyor. Oysa, işsizlik rakamlarının büyük çıkması karşısında, bazı kesimler şu açıklamayı getirmişti: “Türkiye hızlı bir büyüme içinde. Büyümeye rağmen istihdamda yeterli derecede artış sağlayamıyor. Çünkü, ekonomik büyümeyle beraber tarım sektörünün milli gelir içindeki payı küçülüyor. Tarımdan kopan işgücü fazlası tarım-dışı sektörlere akıyor. Ancak sanayi yüksek işgücü arzı nedeniyle tarımdan kopanlara istihdam yaratmıyor. İşsizlik de azalmıyor.

Yapılan tespitin “tarımdan kopuş olduğu” kısmına neredeyse herkes katılıyor. İşsizliğin sebebinin bu kopuş olduğu tespitine ise, katılmak mümkün değil. Çünkü ülke sanayisi, ithalata bağımlılığının hızla artması, uluslararası tekellerin taşeronu durumuna düşmesi yönünde bir dönüşüm yaşıyor. Böylesi bir dönüşüm içinde, ülke sanayisinin gerekli istihdamı sağlaması imkansız. Hal böyle olunca, işsizlik de, ister istemez kronik bir hal alıyor. Tarımdan kopuşla ilgili değil.

Tarımdaki duruma gelince… Milli gelirin ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen kişi başı gelire bakalım. 1998 yılında kişi başına geliri 100.0 varsayarsak, 8 yıl boyunca, 2 yıl küçülme ve 6 yıl büyüme sonucu, 2005 yılı sonunda, kişi başı gelir 110.3 oldu. Yani 8 yılda ülke insanının kişi başı geliri, sadece yüzde 10.3 oranında artabildi. Bu, yıllık kişi başı gelirde ortalama yüzde 1.3 oranında artış demek. 1998’den bu yana tarımdaki büyüme ve küçülmeleri alt alta koyduğumuzda, durum çok daha vahim. 8 yıllık toplam, tarım kesiminin kişi başı gelirinin hiç büyümemiş olduğunu gösteriyor. Sonuç ortada: Üreticiler daha da yoksullaşıyor. Enflasyon tek haneli rakamlara inerken, tarım kesimi girdi fiyatları, yüzde 20 ile 60 arasında arttı. Ürün fiyatları ise, 2004’e oranla düştü. Kırsal kesimdeki aileler daha da yoksullaştı. Kırsal kesimde en alt dilimde olan yüzde 20’lik nüfusun toplam gelirden aldığı pay, yüzde 6.3’e geriledi. Gerçek budur.

SAAT MİSALİ BEYAZ EŞYA…

Başbakan ekonominin iyiye gittiğini açıklamak için sık sık beyaz eşya satış ve fiyatlarına ilişkin bilgi vermeye başladı: “Geçen üç yıl içinde hem beyaz eşya satışları arttı, hem de fiyatlar önemli ölçüde azaldı. Yani bu buzdolabında var, bu çamaşır makinesinde var vs. Aynı şekilde televizyonlara geliyoruz. Televizyon fiyatlarında ciddi manada fiyatların düştüğünü görüyoruz. Bunlar da çok önemli, bu insanımızın ekonomiye olan güveninin arttığının açık bir ifadesi ve satışlar da bu derece artarken ortaya bir farklı gerçek daha çıkıyor. O da nedir? O da şudur. Demek ki benim vatandaşım imkan olarak şu anda daha iyi imkanlara sahip, ya evindeki bu tür beyaz eşyaları değiştiriyor, ya televizyonları değiştiriyor veyahutta evlenenlerin sayısı artıyor ve evlenenlerin sayısı ile birlikte de beyaz eşya satışları artıyor, televizyon satışları artıyor.

Başbakan burada doğru söylüyor. Beyaz eşya fiyatları, dövizin ucuzluğuna bağlı olarak, düşüyor. Sadece dışarıdan gelen malzemelerin düşüklüğü ile ilgili değil tabii ki… Beko’da, Vestel’de, Arçelik’te vb. işçi ücretleri de bir hayli düştü. Söz konusu düşüş, elbette, beyaz eşya fiyatlarına da yansıyor. Kredi kartlarına 24 aya varan taksitler de, elbette beyaz eşya tüketimini körüklüyor. Kredi kartlarının yanı sıra verilen tüketici kredileriyle birlikte, toplum borç batağına saplanmış durumda. 2002 Mart’ı sonunda, bankaların kullandırdığı tüketici kredileri ve kredi kartları, 50 milyar YTL’yi buldu. Merkez Bankası verilerine göre, tüketicilerin kredi kartı borçları, 18 milyar YTL. Bu kapsamdaki taksitli kredi kartı borçları 6.5 milyar YTL, taksitsiz borçlar ise, 12 milyar YTL. Bankaların, kredi kartlarından kaynaklanan batık alacakları hızla büyümeye devam ediyor. Bankaların batık kredi kartı alacaklarının toplamı, 31 Mart itibariyle, 1 milyar 505 milyon YTL’ye yükseldi. Böylece her 100 liralık kredi kartı alacağının 8.6 liralık kısmı da batık durumuna geldi. Yılın ilk iki aylık döneminde, 56 bin borcunu hiç ödemeyen, 2 bini gecikmeli olarak ödeyen, toplam 58 bin isim kara listeye alındı. Kredi kartı borcunu ödemediği ya da gecikmeli olarak ödediği gerekçesiyle kara listede bulunan isim sayısı ise, 707 bine kadar çıktı. Bankaların kara listesinde bulunan 700 bin insan. Hiç de iç açıcı değil. Beyaz eşyadaki kullanım oranının artması da iyi bir örnek değil. Bir dönem, saat, en lüks tüketim malıydı. Ama şimdi herkesin kolunda mevcut…

 

İNSANDAN SAYILMAYANLAR

Başbakan, ağır kriz şartlarının yükünü en fazla hisseden dar gelirli vatandaşları, hükümet olarak koruduklarını iddia ediyor. Kömür vb. sosyal yardım uygulamalarını da, iddiasının kanıtı olarak sunuyor. Başbakan’ın yoksullara yaklaşımında, AKP’nin gelenek ve mantığına uygun olan ianeci anlayış kendini gösteriyor: Yoksullara bütçeden pay ayırmak yerine, sorunu, ortaçağ yaklaşımıyla, zekat ve yardımla çözmeye çalışmak…

İktisatçı Mustafa Sönmez’in araştırmasına göre, sayıları 18 milyon olarak açıklanan yoksul nüfusa, 2005 bütçesinden, sadece yüzde 1’lik pay ayrılmış. Sönmez, yoksullara düşen yardımın, kişi başına ayda 10 YTL olduğunu hesapladı. Günde 4 doların altında gelirle gıda ve gıda dışı harcamalarını karşılamaya çalışan, Türkiye nüfusunun yüzde 26’sını oluşturan 18 milyon kişiye 10 YTL’yi reva gören AKP, bütçeden, milletvekillerine, 2005 yılında 53.3 milyon YTL’lik ödeme yaptı. Bu, sayıları 550 olan milletvekili başına, yılda, 100 bin YTL’ye yakın bir ödeme anlamına geliyor. Başbakan, yukarıda sıraladığımız “başarılarının”(!) temelini şöyle özetliyor: “Merkezine insanı alan, üretim, istihdam, yatırım, ihracat gibi bu kavramlara odaklanmış ekonomi politikalarımız…” Başbakan’ın “insanı merkezine alan” söylemi, liberal ideologların sıkça kullandığı, fakat kapitalizm koşullarında hayat bul(a)mayan bir temenninin ötesine geçmiyor. Düşünün! İşsizlik verileri hazırlanırken, 2 milyon insan, insan yerine konmuyor. Evet, 2 milyon insan, çalışabilecek durumda olmasına rağmen, ‘iş bulamam’ diye düşünüp iş aramadığı için, Türkiye İstatistik Kurumu’nun istatistiklerinde ‘işsiz’ kabul edilmeyerek, ‘umudu kırıklar’ grubunda değerlendiriliyor. Oysa, işten umudun kesilmesi, bir tercih değil, bir sonuç. Acı sonucun doğmasına yol açan kapitalist sistem, sonucun “kurbanları”nı insandan saymıyor.

İşsizlik hızla artıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun son üç aylık dönemini kapsayan Ocak ayı işsizlik anketine göre, işsizlik oranı, yüzde 11.8’e yükseldi. Aynı dönemde (2005 Aralık-Ocak-Şubat) 102 bin kişi işsiz kaldı. Türkiye genelinde genç nüfus arasındaki işsizlik oranı ise, yüzde 22’yi buldu. 2005 Temmuzu’ndan beri, işsizlik, her ay istikrarlı bir şekilde artıyor. Hâlâ 10 milyon kişi kayıt dışında çalışıyor. İnsandan sayılmayan 2 milyon kişi ile, geçici işe sahip olduğu halde, işin niteliği gereği, bu dönem çalışmayanlar da eklenince, işsizlik oranı, 20,5’e çıkıyor…

 

NEYİN SONUCUNDA NASIL BİR TABLO!

Bir yandan dışa açılıp küresel sermayeyle birleşme, diğer yandan, sermayeler arası kıyasıya bir rekabet yaşanıyor. Rekabetin faturası işçi ücretlerine yansıtılıyor. Ücretler, çekilebilecek en alt sınıra çekilmeye çalışılıyor. Verimlilik artışını sağlamak için, en az işçiye en çok işi yaptırmanın tüm yolları deneniyor. Ucuz dövizin ithal girdi fiyatını ucuzlatması sonucu, ithal girdiye yönelen sanayiin “dışa” bağımlılığı gittikçe artıyor. İşçisi yoksul, dışa bağımlı, istihdam yaratamayan sanayi! Otomotivden beyaz eşyaya, tekstilden gıdaya, sanayiin birçok kolunda satışlar rekor kırıyor. Buna rağmen, birçok firma kapanma noktasına gelmiş durumda. Acımasız rekabet küçükleri vuruyor. Büyüme ve satış rekorlarına rağmen, sermaye, vergiden enerjiye, maliyetlerin düşürülmesini istiyor. Büyükler, daha iyi rekabet edebilmek, orta ve küçük sermaye temsilcileri ise, ayakta kalabilmek için…

Acımasız rekabet, küçük sermaye gruplarından emekçi sınıflara uzanan bir yelpazedekilerin ensesinde boza pişiriyor. Geride kalan bir avuç sermayedar ise, ancak, daha büyük olanlarla, uluslararası mali sermayeyle birleşerek yoluna devam edebiliyor. Süreç, daha olumluya değil, “Türkiye’nin kendi Çin’ini yaratması” tartışmalarına gidiyor. Süreç, tüm dünyada, acımasız rekabetin azaldığına değil, artığına işaret ediyor. Vahşi kapitalizmin acımasız rekabet çarkına düşmüş bir ülkede, Başbakan’ın “iyi tablo yaratma” çabası boşunadır. Rakamlar iyiye giderken, feryat edenlerin sayısı artıyor.

Piyasa kuralları bir fetiş haline getirildi. Objektif olduğu, genel geçerliliği olduğu iddia ediliyor. Piyasa kurallarının her topluma her zaman uygulanması tavsiye ediliyor. Eşitsiz gelişme yasalarına sahip kapitalist sistem içerisinde, her toplumda aynı sonucu doğuracak ekonomik kurallar mümkün müdür? “Kapitalizmin ne olduğu, nereden çıktığı, ne anlama geldiği ve nereye gittiği” sorularına cevap aramadan, sadece rakamlara bakarak, iyi ve kötü yorumu yapmak, yanılsamaya yol açar. Ve birçok kapitalist sistem savunucusu ekonomistin iddia ettiği gibi, objektif olduğu iddia edilen piyasanın, kendi işleyişi içinde, fakiri, güçsüzü, ezileni koruyacağı da yoktur. Korumak bir yana, tamamen tersi sonuçlar doğurur; piyasanın objektif işleyişi ve kuralları, emekçi sınıfları daha da ezer. “Piyasa kurallarının tam oturması ve zorunlu teknik olanlar dışında fazla müdahalede bulunmadan işletilmesi halinde uzun vadede zenginliğin oluşacağı, büyümenin sağlanacağı ve emekçi sınıfların durumunun da iyileşeceği” savı, umutları ötelemenin dışında işlev görmez ve tam bir aldatmaca olduğu pratikte kanıtlanmıştır.

Sonuç olarak, objektif olduğu iddia edilen bütün kavramlar, rakamlar, dengeler, istatistikler sadece bir araçtır. Sermaye, bu araçları kendi doğrultusunda kullanırken, Başbakan da halkı ikna etmeye çalışıyor.

 

—————-

DİPNOT

 

* Gini: Günümüzde gelir eşitsizliği, bireysel gelirler arasındaki farklardan yola çıkılarak ölçülüyor. Bu nedenle, hane düzeyinde toplanan gelirler, bireysel gelirlere dönüştürülmek zorunda. Bunun basit yolu, toplam hane gelirini, haneyi oluşturan fert sayısına bölmektir. Yani aile 5 kişilikse, ailenin geliri 5’e bölünerek, bireysel gelir bulunur. Ancak bu basit yöntemle yapılan ölçüm, yazı içerisinde değinildiği gibi, bazı sorunlar içeriyor. Bu nedenle, bireysel gelirler, “bireysel eşdeğer gelir ölçeği” tabir edilen istatistik tekniklerle “düzeltilmiş” gelirlere dönüştürülür. Hesaplar, bu düzeltilmiş gelirler üzerinden yapılır. Gini sıfır ise, mutlak adalet, Gini 1 değerini almışsa da, mutlak adaletsizlik olduğu varsayılır. Ölçümlerde 0 ile 1 arasında bir değer çıkar. Gini katsayısı 0.6 ise, bu, Gini’si 0.3 değerli bir dağılıma göre, iki misli adaletsizlik anlamına gelir. Marksist iktisatçıların dışında kalan iktisatçıların en çok kullandığı ölçüt, Gini ölçütüdür.

 

** Başbakan’ın yazıda alıntı yapılan konuşmasının tamamı “www.bbm.gov.tr” adresli Başbakanlık Basın Merkezi Resmi İnternet Sitesi’nde yer almaktadır.

Emek Gençliği 4. Konferansının Gösterdikleri

Emek Gençliği’nin Şubat ayı ortasında başlayan 4. Genel Konferans süreci, 1-2 Nisan 2006 tarihlerinde toplanan Merkezi Konferans ile tamamlandı. Konferans süreci boyunca Emek Gençliği örgütleri, Türk ve Kürt milliyetinden işçi, işsiz, öğrenci, köylü gençlik kesimleri içerisinde yürüttüğü çalışmanın ilerleyen yönlerini, zayıflıklarını ve eksikliklerini değerlendirdi. 3. Genel Konferans’tan bugüne gelen dönem boyunca süren mücadele ve örgütlenmesini, Türk ve Kürt gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarını, sunduğu olanaklara ve bu olanakları ne kadar değerlendirebildiğine bağlı olarak gözden geçirdi ve bu üç yıllık sürecin muhasebesini yaptı. Her düzeydeki yönetici komitelerini demokratik bir tarzda, seçimler yaparak yeniledi. Emek Gençliği, Konferans sürecindeki tartışmaları, bir günlük Bölge Konferansı ve iki gün süren Genel Konferans’ın değerlendirme ve kararlarını, çerçevesini yeniden çizdiği görev ve sorumluluklarını bir sonuç bildirgesi ile bütün Türk ve Kürt gençliğinin bilgisine sundu.

Bu yazıda, Emek Gençliği 4. Genel Konferans sürecinin ortaya çıkardığı sonuçları çeşitli yönleriyle ele alıp, işçi sınıfı ve emekçiler açısından olduğu gibi, gençliğin de önderi olan işçi sınıfının devrimci partisinin belli başlı sorumluluklarına dikkat çekeceğiz.

 

CANLI BİR KONFERANS SÜRECİ VE TALEPLER İÇİN MÜCADELENİN ÖNEMİ

Daha önceki Emek Gençliği Konferans süreçlerinde olduğu gibi, 4. Genel Konferans süreci de, genel olarak, Emek Gençliği’nin bütün gençlik kesimleri içerisinde sürdürdüğü çalışmada bir canlanma, derlenip toparlanma yaratmıştır. Konferans sürecinin, dünya ve Türkiye gündeminde yer alan sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelerle birlikte, gençlik kesimlerinin somut talepleri etrafında yürütülen günlük çalışmanın bir parçası olarak ele alınması, gençlik kitlelerine yapılan Konferans’a katılım çağrısının kapsayıcılığı vb. açılardan ortaya konan pratik tutum, bunda belirleyici olmuştur.

“Kurtlar Vadisi Irak” filminin vizyona girmesiyle canlanan Irak’ın işgali ve ABD karşıtı mücadeleye ilişkin tartışmalar, Türk ve Kürt gençliğinin anti emperyalist mücadele birikimi ve bunun günümüz gençliği tarafından doğru temelde kavranmasına yönelik bir çalışma, genç işçilerin hak alma ve sendikalaşma mücadeleleri, 2006 Newroz etkinlikleri öncesi başlayan ve sonrasında Diyarbakır’da çocukların öldürülmesine kadar varan milliyetçi-şoven kışkırtma ve provokasyonlara karşı tutum alma, Fransa gençliğinin yeni iş yasası düzenlemelerine karşı sürdürdüğü mücadele ve direnişinden öğrenme, gençlik kitlelerinin dikkatini buna çekme vb. iç ve dış gelişmeler, Konferans sürecinin gündemini tayin eden olay ve olgular arasında başta gelenleridir.

Bütün bu yaşananlar ve tek tek çeşitli gençlik kesimlerinin yerel düzeydeki sorunlarına ve taleplerine ilişkin bir kitle çalışması, mücadele ve örgütlenmesi perspektifi ile Konferans çalışmalarının sürdürülmesinin önemi, Konferans sürecinin başında bir kez daha vurgulanmıştır. Bu anlayışla, gençlik yığınlarına güncel politik gelişmeler, acil ve somut talepleri temel alarak seslenen, gençlik kitleleri içerisinde güvenle ve kararlılıkla düşüncelerini dile getiren, açık çağrılarla gençliği birleşmeye ve mücadeleye davet eden, kendisinin de gençliğin ana gövdesinin bir parçası olduğunu bilerek, çevresinde etkin olan bir tarzın çalışmaya hakim kılınması için, dünden daha ileri bir çaba sergilenmiştir.

Konferans sürecinin bu anlayışla ele alınması; dar, kısır ve gençlik yığınlarının gündeminden kopuk, verimsiz bir iç tartışmanın değil; canlı bir çalışmanın içerisinde konferansların yapılmasının belirleyici tarafıdır. Bu çalışmanın özellikle orta öğrenim gençliği içerisinde canlı bir karşılık bulması, Emek Gençliği Konferansları’nda, orta öğrenim gençliğinin dikkat çekmesini de beraberinde getirmiştir.

Başta ortaöğrenim gençliği içerisindeki Emek Gençliği grupları olmak üzere, Konferans sürecini EMEP (Emek Partisi)’in ortaya koyduğu anlayışla ele alıp, çağrılarını buna uygun yapan ve pratik tutumuyla bu anlayışa uygun hareket eden Emek Gençliği grupları, işçi, işsiz ve öğrenci gençlik kesimleri içerisindeki mücadele ve örgütlülüklerini ilerleterek, bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. Kimi illerde, bir lisede 100’ün üzerinde gençle konferansını yapan, ilk defa çağrı yapılan bir mahallede 40 gençle bir araya gelip örgüt kuran, çeşitli sektörlerden 30-40 işçi gençle Konferans toplantıları yapan Emek Gençliği gruplarının varlığı, bunun örneklerini oluşturmuştur. Bu alanlardan seçilmiş delegelerin, il Konferansları’nda ve Merkezi Konferans’ta yaptıkları değerlendirmeler, kararlılık ve heyecanları olumlu olduğu kadar, yukarıda ortaya konan tarzın çalışmaya hakim olduğu koşullarda nasıl bir ilerleme sağlanacağının somut olarak görülmesi açısından da öğreticidir.

Yine bu sürecin, örgütsel bir kapsayıcılıkla birleşmesi ve “Kimler Emek Genci’dir” sorusuna, “Emek Gençliği’nin çağrılarına yanıt veren ve çalışmalara katılıp, mücadeleye atılan her genç Emek Gençliği üyesidir” şeklindeki temel yaklaşımla yanıt verilmesi, bu yaklaşımın bütün parti ve gençlik örgütlerine hakim olması için ısrar edilmesi, altı çizilmesi gereken bir diğer önemli noktadır. Konferans sürecinde yaşanan tartışmalarda bir kez daha görüldüğü gibi, birçok genç, kimlerin Emek Gençliği’ne üye olabileceği konusunda, sadece kendi dar deneyleri ile sınırlı yanıt vermektedir. Dahası, bu durum, parti yöneticileri arasında da görülebilmektedir. Emek Gençliği’ne kimlerin üye olabileceği (katılabileceği), tek tek kişi veya gençlik gruplarının öznel değerlendirmeleriyle değil, partinin, dünya ve Türkiye gençliğinin mücadele ve örgüt birikimi ışığında ortaya koyduğu bu nesnel kritere göre şekillenmelidir. Bugünün ihtiyacı, bu kriterlerin yeniden tartışılması değil, gereğinin yapılması ve bütün bir çalışma ve örgütlenmenin bu anlayışla sürdürülmesidir. Emek Gençliği 4. Genel Konferansı’nın bu açıdan da öğretici sonuçları olmuştur.

EMEP’in ve Emek Gençliği’nin, Türk, Kürt gençlik yığınları içerisindeki çalışma ve örgütlenmeyi bu kritere uygun olarak sürdürmeleri, gençliğin mücadelesi açısından ilerletici olacaktır. Bunun esas sorumluluğunun ise, partinin her düzeydeki örgütlerinin omuzlarında olduğu, bu anlayışın gençlik çalışmasında hakim bir tarz haline gelmesini parti örgütlerinin sağlayacağı ve bunun, gençliğe önderlik etmenin vazgeçilmez bir parçası olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

 

KİTLE ÇALIŞMASI, KİTLE ÖRGÜTLERİNE YAKLAŞIM, İSTİKRAR VE ISRAR

Konferans süreci, öncesi ile de birlikte ele alındığında, Emek Gençliği örgütlerinin, özellikle ortaöğrenim ve üniversite gençliği içerisinde belirli bir yaygınlığa sahip olan kitle örgütlerinde çalışma, bu örgütlerin faaliyetlerine yön verme, buralarda mevzi edinme ve buraların gençliğin mücadelesini ilerletecek bir işleve sahip olmasını sağlama konusunda olumlu bir yönelime girdiğini göstermiştir. Bu olumlu gelişimi devam ettirmek, kalıcı ve yaygın hale getirmek açısından, belli başlı noktalara dikkat çekmek bir ihtiyaç durumundadır.

 

1 – Üniversite gençliği içerisinde çalışma yürüten Emek Gençliği gruplarında, Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK)’ne ilişkin küçümseyici, “ÖTK’lardan mücadele örgütü olur mu?”, “Konseyler anti demokratik seçiliyor, bizim çok fazla müdahale etme şansımız yok” vb. şikayetlenen, yakınmacı ve öğrenci örgütlerinin önemini kavramaktan uzak eğilimler ortaya çıkabilmektedir. Benzer eğilimleri kol, kulüp, topluluk vb. “özel ilgi alanlarına” hitap eden öğrenci örgütleri açısından da görmek mümkündür. Ancak, konferans süreci göstermiştir ki, Emek Gençliği bu tür eğilimlere prim vermeyecek ve bu öğrenci örgütlerinin, üniversite gençliğinin mücadelesini ilerletecek dinamikler olmasını sağlayacak bir birikime de sahiptir. Henüz bugün istenilen düzeyde olmasa ve mevcut olanaklara denk düşmese de, çeşitli üniversitelerde azımsanmayacak sayıda ÖTK temsilcisi gencin Emek Gençliği saflarında mücadele ettiği bilinmektedir.

Bu açıdan yaşanan darlıkları, sekter ve özgüvenden yoksun tutum ve anlayışları, hangi pratik gerekçeyi öne sürerek ortaya çıkarsa çıksın, değiştirmek ve doğru bir yaklaşımla bu öğrenci örgütleri içerisinde çalışmak, Emek Gençliği’nin temel ve vazgeçilmez bir ilkesidir. ÖTK’ların bir öğrenci örgütü olarak etkin hale gelmesi, yükseköğrenim gençliğinin taleplerine sahip çıkması, üniversite yönetimlerine katılarak, demokratik bir işleyişe sahip olması, dünya ve Türkiye’de yaşanan gelişmelere, gençliğin çıkarlarına uygun, halktan, toplumdan yana bir tavır koyması; “o tarafa-bu tarafa” yalpalayarak değil, cesaretle ve kararlılıkla bu örgütlerde yer alıp, üzerine düşeni yapmakla mümkün olacaktır. Bunun için de, üniversiteye gelen her yeni “kuşağın” ÖTK’lara ilişkin Emek Gençliği’nin tutumunu yeniden ve yeniden tartışmaya, “test etmeye” ihtiyacı yoktur. Yapılması gereken, Emek Gençliği’nin mücadele birikimine uygun olarak, kendi eyleminden öğrenmek ve bu örgütlenmelerde yer alarak, başarılı olmak için sabırla çalışmaktır. Her tür burjuva, gerici, milliyetçi akımın bu örgütler üzerindeki etkisini ve binlerce gence yönelmiş propagandasını boşa çıkarmak için çok yönlü ve militan bir çalışma yürütmektir.

Kol, kulüp, topluluk vb. “özel ilgi alanlarına” dayalı öğrenci örgütleri için de bu yaklaşım esas olmalıdır. Bu tür öğrenci örgütlerinin onlarcasının olduğu üniversitelerde, 5-10 genç bir araya gelerek yeni bir oluşuma gitmek yerine, etkin ve ilgi odağı olan, azımsanamayacak sayıda üyesi bulunanlarından başlayarak, içlerine girip çalışmak, temel perspektif olmalıdır. Olmayan yerlerde, açık çağrılar ve kapsayıcı bir pratik tutumla bu tür örgütlerin kurulmasını sağlamak, bir bütün olarak bu örgütler üzerindeki yönetim baskısına karşı mücadele etmek, bunun için pratik etkinlikleri fiilen yapabilir bir kararlılıkla hareket etmek, Emek Gençliği’nin devrimci karakterinin bir gereğidir.

Bu açıdan Emek Gençliği Konferansları’nda, yapılan pratik etkinlere dair verilen örneklerin çarpıcılığı, yakın tarihte yükseköğrenim gençliğinin gençlik mücadelesini ilerletici çıkışlarında bu öğrenci örgütlerinin (en başta da ÖTK’ların) üstlendiği işlev (Savaş karşıtı eylemler, eğitim fakültelerinde formasyon uygulamasına karşı verilen mücadele, dönem sonu şenlikleri, yarışmalar gibi organizasyonlar vb.) yeterince somut veriyi gözler önüne sermektedir. Dahası, 4. Genel Konferans’ın kararları bu yönüyle açık ve nettir. Parti ve gençlik örgütleri, bu kararların uygulanması için özen ve dikkati elden bırakmamalıdır.

 

2 – Yükseköğrenim gençliği içerisindeki öğrenci örgütlerinin benzerleri, kendine has özgünlükleriyle birlikte, ortaöğrenim gençliği içerisinde de mevcuttur. Bunlara, Okul Aile Birlikleri, eğitsel kol faaliyetleri, öğrenci-veli dernekleri vb. oluşumlar da eklenebilir. Ortaöğrenim gençliğinin konferans sürecindeki canlı ve coşkulu katılımı düşünüldüğünde, bu tür örgütlenmelerde Emek Gençliği’nin etkisinin düzeyi/yetersizliği bir çelişki oluşturmaktadır. Bu çelişkiyi giderecek bir tutumla dönem sonuna kadar çalışmaların sürdürülmesi ve yeni dönemde bu öğrenci örgütlerinin çalışmalarının güçlendirilip yaygınlaştırılması, ortaöğrenim gençliği içerisinde gözlemlenen politikleşme eğiliminin kalıcı ve istikrarlı bir mücadele geleneği oluşturması açısından ihmal edilemez. 4. Genel Konferans’ın kararları, bu açıdan da, önemle takip edilmesi gereken durumdadır.

Burada, özellikle bir gerçeğin altını çizmekte fayda var. Ortaöğrenim gençliğinin mücadelesinde teknik-meslek liselerinin yeri ve önemi, konferanslarda dikkat çekilmiş olsa da, sürekli gündemde olmalıdır. Özellikle EMEP örgütleri, bu alandaki partililer, teknik-meslek liselerindeki gençliğin kazanılmasını Emek Gençliği örgütlerine bırakamazlar. Maalesef bugünkü tablo, büyük oranda buna işaret etmektedir. Bu liselerin önemi, bunun nedenleri birçok yönüyle ve çeşitli vesilelerle defalarca vurgulanmıştır. İlerlemek için gerekli olan tutum değişikliği, esas olarak, parti örgütlerinden başlamalıdır.

 

3 – Gençliğin kitle örgütleri açısından önemli bir deneyim de, mahalle-semt gençliğinin örgütlenmesi açısından gündeme gelen “Gençlik Evleri” örgütlenmesidir. Yakın geçmişte “her derde deva” bir örgütlenme gibi algılanan, gençlik yığınlarının mücadeleye çekilmesinde esas olanın taleplerin ve çalışmanın zenginliği değil de, örgüt biçimleriymiş gibi algılanmasına yol açan bu deneyimleri de unutmamak gerekir. Mahalle-semt gençliği içerisinde yaygın olan, spor kulüpleri, yöre dernekleri vb. ile birlikte düşünüldüğünde, bu tür örgütlenmeler içerisinde Emek Gençliği’nin etkin olması, buralarda bir araya gelen gençlerin, talepleri için mücadeleye seferber edilmesi, aynı zamanda, bu gençlik kesimleri içerisinde dayanışma, birlik, paylaşma duygularının ilerletilmesi ve çok yönlü bir aydınlanmanın teşvik edilmesi, elbette ki, Emek Gençliği’nin sorumlulukları arasındadır.

Ancak, mahallerde gençlerinin kendi girişimleri ve çabalarıyla oluşmayan veya bu tür oluşumlar çeşitli geri yönlerine rağmen mevcutken, belli sayıdaki Emek Genci’nin çıkıp kendilerinin bu tür örgütler kurmaya yönelmeleri, bu tür örgütlerin Emek Gençliği’nin yerine geçirilmesi vb. eğilim ve tutumların bir kazanım sağlamadığı, Konferans sürecinde yapılan değerlendirmelerle de bir kez daha görülmüştür.

 

4 – Bir süredir, genç işçi yığınları içerisindeki çalışmanın zayıflıklarına dikkat çekilerek, bu alandaki çalışmaların güçlendirilmesi için Konferansın çalışmalarının bir fırsat olarak değerlendirilmesi tutumu, kısa sürede belirli yönleriyle olumlu sonuçlar vermiştir. Özellikle büyük kentlerde, tekstil, ağaç, metal yan sanayi, tarım vb. sektörlerde genç işçilerin örgütlenmesine yönelik sürdürülen çalışmalarda, Konferans süreciyle birlikte belirli bir canlanma yaşanmıştır. Buralarda yapılan konferans toplantılarından seçilen delegelerin, il Konferansları ve Genel Konferans’ta dünden daha ileri düzeyde temsil edilmeleri, çalışmaların istikrara kavuşması ve ilerletilmesi açısından önemli bir dayanaktır.

Gençlik dergisinin genç işçilerin sorunları, ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçları, mücadele ve örgütlenme çabalarına daha fazla yer vermesi, bunun için bütün Emek Gençliği örgütlerinin daha ileri bir sorumluluk bilinciyle hareket etmesi vb. yönleriyle, genç işçi delegelerin dikkat çektiği konular, ilerlemenin diğer dayanaklarına işaret etmektedir. İşçi gençlik çalışması açısından, 4. Genel Konferans’ın ortaya koyduğu kararlılığı sürdürmek ve seferberlik çağrısının gereğini yerine getirmek, sadece gençlik örgütlerinin değil, parti örgütlerinin de temel dikkat noktası olmalıdır. Sınıfın partisinin, sınıfın gençliğini kazanmasının, parti çalışmasının ilerleyip, güçlenmesinin vazgeçilmez parçası olacağı gerçeği, EMEP’in 4. Kongre kararları arasında yer almaktadır.

Genç işçilerin, derneklerde, genç işçi birliklerinde örgütlenmesine ilişkin yapılan değerlendirmelerde geçmişin birikiminin gösterdiği şu gerçeği asla gözardı etmemek gerekir: Sanayi sitelerinde, atölyelerin yoğun olduğu bölgelerde yürütülen çalışmaların asıl dikkat noktası, talepler etrafında yaygın bir aydınlatma faaliyeti ve örgütlenmedir. Bu çalışma etrafında birleşen uyanış içerisindeki bilinçli genç işçilerin çeşitli örgütlenme araçlarını gündeme getirmeleri doğaldır. Bu durumda, uzun uzadıya “şu mu olmalı, bu mu olmalı” tartışmaları yapmanın bir faydası yoktur. Karar, Emek Gençliği’nin değil, mücadeleye yönelmiş genç işçilerin kararı olmalıdır. İşin ciddiyet ve kararlılığını, kapsayıcılığını gözeterek hareket etmek, genç işçilerin örgüt kurma olgunluğunun yakalandığı her alanda, dernek, birlik vb. örgütlerinin kurulmasını teşvik etmek, bunun için her tür yardımı ve katkıyı sunmak ise, Emek Gençliği’nin sorumluluğudur.

 

5 – 4. Genel Konferans süreci, aynı zamanda Bölge Gençlik Örgütü’nün Konferansı’nı gerçekleştirdiği bir süreç oldu. Bölge Gençlik Konferansı, illerden demokratik seçimlerle belirlenen delegelerin katılımıyla, Genel Konferans’tan bir hafta önce gerçekleştirildi. Yukarıda ve bu yazı boyunca ortaya konulan değerlendirmeler, Bölge gençlik çalışmamız bakımından da geçerli olmak üzere, Kürt gençliğinin kitlesel politik örgütü olma yolunda daha ileri adımlar atan Bölge Emek Gençliği Örgütü, hem perspektif bakımından, hem de pratik adımların atılması bakımından yenilendi, genişledi ve güçlendi.

Üniversiteler ve liselerdeki öğrenci gençlik, işçi, işsiz, semt ve köylü gençlik içindeki çalışmanın ele alındığı Konferans’ta, Bölge’de süren ulusal baskıya karşı mücadele ve olanakları değerlendirildi. Bölge gençliğinin, Kürt gençliğinin ulusal demokratik taleplerinin kazanılması, dil, kültür, kimlik ve siyasal hakların her koşulda savunulması ve kazanılması için mücadeleyi hedefine koyan Bölge Gençlik Örgütü, mücadele araçlarının zenginleştirilmesi, Kürt ulusal hareketi gençliği ile güç ve eylem birliği içinde olmak, saldırıların püskürtülmesi için kitlesel gençlik hareketinin yaratılması gibi bir çok sorunu değerlendirdi, sonuçlar çıkardı ve kararlar aldı.

Bölge Konferansı ve 4. Genel Konferans sürecinde, Emek Gençliği’nin, Kürt sorunu, Kürt gençliğinin örgütlenmesi, Kürt, Türk gençliğinin ortak mücadelesi, Türk gençlerinin, Kürt gençlerinin altında ezildiği ulusal baskı, inkar ve şiddetten kurtuluş için sürdürdüğü mücadeleye destek verme ve mücadeleyi ortaklaştırma gibi alanlarda dünden daha ileri bir noktada olduğu görüldü. Emek Gençliği, her ulustan gençliğin kitlesel politik örgütü olma yolunda daha ileri adımlar attığını, birikim ve olgunluk düzeyi bakımından önemli bir mesafe kat ettiğini gösterdi.

Daha önce gerçekleştirilen ODTÜ-Dicle Üniversitesi buluşmasının benzerlerinin örgütlenmesi, Konferans kararları arasında yer alıyordu. Konferansın hemen ardından bu karar hayata geçirildi. İstanbul ve Ankara üniversitelerinden öğrencilerin Diyarbakır’a yaptıkları ziyaret, 23 Nisan vesilesi ile, Türk anne ve çocukların Diyarbakır’da yaşamını kaybeden çocukların ailelerini ziyaret etmesi vb. etkinlikler, Türk ve Kürt gençliği ve iki halk arasında enternasyonal duyguların güçlenmesine hizmet eden somut adımlar oldu. Bu tür etkinlikleri zenginleştirmek ve çoğaltmak, özellikle Türk gençliğine yönelik, milliyetçi, şoven propaganda ve kışkırtmalara karşı cesaretle mücadele etmek, Türk ve Kürt gençliğinin anti emperyalist mücadelesi açısından ilerletici olacağı açıktır.

 

6 – Bir bütün olarak ele alındığında, gençlik yığınları içerisinde bugün için ağırlıklı olarak yerel düzeylerde örgütlenmiş ve farklı birçok ilgi alanı veya ihtiyaçtan kaynaklı olarak ortaya çıkmış, mesleki, kültürel, sportif, akademik nitelikler taşıyan çeşitli örgütler vardır. Bunlar, çoğunlukla çeşitli renklerden burjuva ideolojik-politik akımların şu veya bu düzeyde etkilediği büyük bir gençlik kitlesini içinde barındırmaktadır. Ancak bu gençlik kitlesi, mevcut bu tür örgütlenmelerde bir arayışın, yaşamın zorlukları karşısında bir paylaşım ve dayanışmanın, bir şeyler öğrenerek kendisini geliştirme ihtiyacının ürünü olarak da bir araya gelmektedir. Dolayısıyla buralara girip, cesaretle, inisiyatifli, istikrarlı, ısrarlı ve zengin/yaratıcı bir anlayışla çalışmalara katılmak; çalışma içerisinde egemen politik etkiyi kırmak ve değiştirmek, burada bir süreklilik ve birikim yaratmak, kitle çalışmasında ve gençlerin oluşturduğu örgütlere yaklaşımda vazgeçilmez bir tarz olmalıdır.

İhtiyaç olan yerlerde ise, bu türden yeni örgütlenmeleri, en küçük birimlerde (mahalle, okul, bölüm, sanayi sitesi vb.) gençliğin mücadeleye atılan kesimlerinin, kendilerinin sorumluluk alarak kurmalarını teşvik etmek gerekir. Bunun için gerekli maddi olanakların oluşturulmasında özellikle muhtarlıklardan belediyelere kadar, her düzeydeki yerel yönetim birimlerinden talepte bulunmak, zorlamak ve daha kurulurken, bir mücadele, dayanışma ve etkin bir yapı olarak doğması için çalışmak gerekir. Kimi istisnaların varlığının bu gerçeği değiştirmeyeceğini unutmamak gerekir. Ancak böyle bir anlayış ve pratik tutumla, gençliğin kitlesel mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesinin sağlanabileceği, akıldan çıkarılmamalıdır. Ötesi, her yerel alanın kendi özgün koşullarını görüp, gözeterek atılacak pratik adımların belirlenmesi ve bu adımların kararlı, istikrarlı, ısrarlı bir çalışmanın adımları olarak atılmasının sağlanmasıdır.

ÇALIŞMANIN ZENGİNLİĞİ VE GENÇLİĞİN EĞİTİMİ

Konferans sürecinden parti örgütlerinin çıkarması gereken önemli sonuçlardan birisi de; gençlik çalışmasının zenginliğinin ve gençliğin çalışma içerisinde eğitiminin öneminin hâlâ göz ardı edilebildiği gerçeğidir.

Egemen sınıflar, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel birçok yönden gençliği kuşatma altında tutmak, enerjisini ve yaratıcılığını bir yandan sistemin ihtiyaçlarına uygun şekilde kullanırken, bir yandan da bozuşma ve yozlaşmaya sürükleyerek edilgen hale getirmek için çok yönlü bir çaba içerisindedir. Bunun için, gençliğin her tür yaratıcı ve üretken çabasını, şu veya bu renkten burjuva ideolojisi veya akımı içerisinde öğütmek; bireyciliği, çıkarcılığı, rekabeti, piyasanın değer yargılarını ve kurallarını tek geçerlilik olarak sunmak için, akla gelen her türlü aracı kullanmaktadır. Dahası, burjuvazinin gençliği içine sürüklediği yaşam tarzı ve değerler sisteminin kötülüklerini ve yıkıcılığını saymakla bitiremeyiz.

Ancak, Konferans süreci bir kez daha göstermiştir ki, parti örgütlerinin gençliğe önderliği ve yardımı, gençliğin, burjuvazi tarafından bu kuşatılmışlığı içerisinde, somut taleplerinden ve gelecek arayışına bağlı olarak içine girdiği uğraşlardan kalkarak; yaşadığı sistemi, kaynaklarını, bugününü ve geleceğini doğru yorumlaması, içine itildiği durumun gerçek nedenlerini görüp, doğru neden-sonuç ilişkileri kurması, gelecek arayışının gerçekçi temellerini görebilmesini sağlayacak bir zenginlik ve eğiticilikten henüz uzaktır. Dahası gençlik çalışmasına ilgi, çoğunlukla dar pratikçi, sadece parti çalışmasının şu veya bu alandaki pratik ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlıdır.

Parti örgütleri, gençliğe önderlik ve yardımın bu olamayacağını, gençliği kazanacak bir çalışmanın zengin ve çok yönlü bir çalışma olduğunu sadece genel olarak bilmek ve dile getirmekle yetinemezler. Dolayısıyla bugünkü dar, sınırlı tutumla, egemen sınıfların ve onlara bağlı güç odaklarının gençlik yığınlarının yaşam ve düşüncesinde yarattığı tahribat ve yıkımı ortadan kaldırmak mümkün değildir.

İşçi, işsiz, öğrenci, köylü bütün kesimlerden Türk ve Kürt gençliğinin bulunduğu alanlardaki durumunu yakından bilmek, eğilim ve duygularını görmek, anlamak ve gençliğin bugün ve geleceğine dair arayışının sunduğu olanakları görmekte ustalık ve hakimiyet hayati önemdedir. Bu konuda yetkinleşmek; hem Emek Gençliği’ne güç ve cesaret verecek doğru bir pratik önderlik yapabilmek açısından, hem de gençliği kazanmanın esas sorumluluğunun partiye ait olduğu gerçeğinin gereğini yerine getirmek açısından bir zorunluluktur. Bu, aynı zamanda, gençliğin eğitiminin de temel halkasıdır.

Emek Gençliği 4. Genel Konferans süreci, çarpıcı bir şekilde bir kez daha göstermiştir ki; gençlik örgütünün “parti bizi eğitsin”, parti örgütlerinin de “gençler, daha fazla okumalısınız” tutumlarıyla, gençliğin eğitim ihtiyacına yanıt vermek imkansızdır. Bir yandan yukarıda vurgulandığı gibi, gençlik çalışmasına zengin ve çok yönlü bir pratik önderlik ve yardım yapılırken, öte yandan organlar ve birim grupları temelinde gençliğin ideolojik-politik eğitimi için planlı ve hedefli bir eğitim çalışması bir tarz halini almalıdır. Sınıfın devrimci partisinin, her zamankinden daha fazla ısrarla üzerinde durduğu sosyalizmin tarihsel ve bilimsel birikiminin Emek Gençliği kuşakları tarafından öğrenilmesi, ancak böyle bir anlayış ve pratik tutumla mümkün olacaktır.

Bu noktada, bir dönem önce, özellikle üniversite gençliği içerisinde, genç aydın kuşaklarının kazanılmasında Emek Gençliği’nin bir “fikir hareketi olması” konusunda yaşanan tartışma ve ortaya çıkan tabloya dair birkaç önemli hususu da vurgulamak gerekir.

Yükseköğrenim gençliği başta olmak üzere, gençlik yığınları içerisinde ideolojik mücadelenin ve çalışmanın bilimsel niteliğinin ilerletilmesinin önemine dikkat çekmek amacıyla sivriltilen “fikir hareketi olma” konusu, başlangıçta çokça lafı edilen ancak pratik çalışma açısından somut adım atılmayan, bu anlamıyla da neyin kastedildiğinin çok da anlaşılamadığı bir konu olmuştur.

“Fikir hareketi olmak”tan kastedilen yaklaşımı; gençlik yığınlarının acil ve somut talepleri etrafında bir çalışma sürdürülürken, bu çalışmanın, gençliğin içine itildiği durumun burjuva ideolojik temellerinin gençlik tarafından kavranmasıyla birleştirmek, dünyada ve Türkiye’de olup bitenlerin, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün, diyalektik ve tarihsel materyalizmin birikimi ışığında anlaşılır hale gelmesini sağlamak, bilimin bütün alanlarında bilimsel sosyalizmi savunmak ve bu açılardan özellikle üniversite gençliği içerisindeki çalışmanın niteliğini yükseltmek olarak özetleyebiliriz.

Bugün üniversitelerdeki çalışmanın bu konuda hâlâ önemli zayıflıklar içerdiği, Konferans sürecinin de gösterdiği bir durumdur. Ancak dünden farklı olarak, üniversite çalışmasının, bilimsel-akademik tartışmalara, etkinliklere ve organizasyonlara daha fazla ağırlık verdiğini de söylemek gerekir. Üniversitelerde düzenlenen bilim kongreleri, bilim şenlikleri kapsamında düzenlenen etkinlikler, akademik ve mesleki tartışmalara ilgi, bugün gelinen noktada dünden daha ileri durumdadır. İktisat, sosyoloji, eğitim, felsefe vb. alanlardaki kongrelere katılım, nükleer enerji ve çevre sorunlarından, dış politika alanındaki gelişmelere ilişkin tartışmalara ilgi, meslek odaları ve birliklerinin etkinliklerinden, akademik forumlara, “Bilim ve Düşünce Kitabı” etrafında seminer ve tartışmalar örgütlemeye verilen önem vb. bunun bir göstergesidir. Yine kimi illerde, sayıları az olsa da, öğretim üyelerinin ve özelikle genç akademisyenlerin Konferans toplantılarına katılmaları, olumlu ve ilerletilmesi gereken bir yöndür. Dolayısıyla, lafını etmek değil, somut adım atmak açısından, düne göre daha ileri bir tutum olduğunu söylemek, abartı olmayacaktır.

Yakın dönemin ve Konferans sürecinin gösterdiği tablonun bu olması, elbette, maksadın hasıl olduğu anlamına gelmiyor. Dahası, üniversite çalışmasının ihtiyacı ve olanaklar düşünüldüğünde, yetersiz ve henüz cılız bir düzeyde olunduğu açıktır.

Burjuvazinin üniversiteleri içine ittiği tabloyu kısaca da olsa hatırlamak, durumun anlaşılması açısından yararlı olacaktır. ’90’ların başında TÜSİAD’ın formüle ettiği “Üniversite Reformu” bugün bütün yönleriyle, çarpıklıkları ve çarpıcılığıyla birlikte ortadadır. “Elit-seçkin üniversite ve kitle üniversitesi” ayrımı somut olarak gerçekleşmiştir. 18 ilde kurulması planlanan yeni devlet üniversiteleri ile, özel üniversitelerdeki yaygınlık ve teşvik, bu ayrımı daha da belirginleştirmektedir. Devlet üniversitelerindeki altyapı sorunları, nicelik ve nitelik olarak öğretim üyelerinin durumu, egemen güç odaklarının kadrolaşma ve etkinlik mücadelesi, akademik takvim, müfredatın içeriği ve bir bütün olarak uygulanan eğitim sistemi, bu ayrımı derinleştirmektedir. Bir yandan devlet üniversiteleri ve özel üniversiteler arasındaki ayrım-uçurum keskinleşirken, öte yandan az sayıdaki devlet üniversite ile diğerleri arasında da ayrım belirginleşmiş durumdadır. Bu tabloya, ilerici, bilimden yana akademik kadroların azlığı, üzerlerindeki baskı ve durumun değişmesi konusundaki umutsuzluğunu da eklediğimizde, avantajlar ve dezavantajlardan oluşan durumu özetlemiş oluruz. Bu özet tablo bile, üniversite çalışmasında, çeşitli acil ve somut talepler için mücadele ile bilimsel, demokratik üniversite mücadelesinin nasıl iç içe geçtiğinin somut ve çarpıcı bir göstergesi durumundadır.

Dolayısıyla, girilen yolda ilerlemek, işi sadece Emek Gençliği’nin omuzlarına bırakmamak ve EMEP’in her düzeydeki örgütünün bir sorumluluğu olarak yaratıcı ve üretken bir çalışma içerisinde olmak, bugünün ve yarının temel bir görevi olmaya devam etmektedir. Dahası, 4. Genel Konferans sürecinden EMEP örgütlerinin çıkarması gereken temel sonuçlardan birisi de, yukarıda altı çizilen konularda çalışmanın zenginliği ve gençliğin eğitiminin sorumluluğunu pratikte parti olarak dünden daha ileri düzeyde omuzlamanın zorunlu olduğu gerçeğidir.

Emek Gençliği’nin ve Türk ve Kürt gençliğinin mücadelesinin anti emperyalist ve bilimsel sosyalizm temelinde ilerlemesi, bu tutuma her zamankinden daha fazla bağlıdır.

 

EMEK GENÇLİĞİ İÇERİSİNDE PARTİLİ GENÇLİĞİN ÖRGÜTLENMESİ

EMEP’in 4. Kongre sürecinde ve sonrasında, Emek Gençliği Konferans sürecinde, üzerinde en çok durulan konulardan birisi de, Emek Gençliği içerisinde partili gençliğin örgütlenmesidir.

Sınıfın devrimci partisi, gençliğe önderlik ve yardım sorumluluğunu yerine getirirken, bir parti okulu olarak, Emek Gençliği içerisinden genç parti kadrolarının devrim ve sosyalizm bilinciyle eğitilip, kazanılmasını da bu sorumluluğun bir parçası olarak ele almalıdır. Bu konuda, anlayış olarak değilse bile, pratik olarak bir zayıflığın varlığı açıktır.

 

Emek Gençliği’nin komite ve birim gruplarının sürdürdüğü çalışma içerisinde öne çıkan gençleri partili mücadeleye kazanmak, tutum, alışkanlık ve niteliklerini ilerletip, bu gençleri gençlik örgütü içerisinde parti organlarında örgütlemek, dahası yetişmiş genç parti kadroları olarak, bir anlamda “okuldan mezun ederek” parti çalışmasının çeşitli alanlarında görevlendirmek, hem gençlik örgütünün çalışmasının istikrarı, hem de parti örgüt çalışmasının yeni kadrolarla beslenmesi açısından hayati önemdedir. Zaman zaman, parti çalışmasına kadro aktarmak adına, gençlik örgütünün deneyimli, yetişmiş kadrolarını toptancı bir anlayışla gençlik çalışmasından alarak, gençlik örgütünü zayıflatan tutumların yaşandığı bilinmektedir. Şüphesiz sınıf partisinin örgütleri bu sorumluluğu yerine getirirken, gençlik örgütünün istikrarını, zayıflamamasını en ileri düzeyde gözeterek yerine getirecektir. Emek Gençliği’nin parti okulu olması ve partili genç kadroların yetiştirilmesi ve parti örgütlerinin bu genç kadrolarla güçlendirilmesi sorumluluğu doğru kavrandığında, bu tip yanlışlıklar da yaşanmayacaktır.

Sonuç olarak, Emek Gençliği 4. Genel Konferansı; sadece Emek Gençliği’nin çalışmaları, mücadele ve örgütlenmesi açısından sonuçlar ve sorumluluklar ortaya çıkarmamıştır. En az bir o kadar da, işçi sınıfının ve onun devrimci partisinin gençliği kazanması için yapması gerekenleri hatırlatmış, görev ve sorumluluklarını yenilemiş ve artırmıştır.

İşçi sınıfının ve onun devrimci partisinin gençliği kazanmadan geleceği kazanmayı ve iktidar olmayı başaramayacağının bilinciyle bu görev ve sorumluluklar yerine getirmelidir.

 

Sosyalizmin “Özgürlükçü”sü

ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu “Özgürlükçü Sosyalizm Üzerine Tezler”ini yazdı. On bir tezden oluşuyor. Bir öykünme, bir atıfta bulunma var tabii. 11.’si açık anıştırma.

Ama “tezler”e şöyle bir bakıldığında, akla hiç de Marx ve 11 tezi gelmiyor. Belki Dühring geliyor. Ancak Dühring’den sonra, bu kadar yaşananların üstüne ileri sürülen “tezler”, onunkileri bile geride bırakıyor. Dühring, sonuçta, henüz Marksizmin teorik zaferini sağlamamış olduğu bir dönemin “bilimcisi”ydi. Marksizmle “dışından” ilişkiliydi. “Bilimci” olarak Kozanoğlu ise, tartışılır olsa bile, en azından kendince “içinden” ilişkili Marksizmle. Ve “tezler”ini, Marksizmin teorik zaferini kazanmakla kalmayıp yaşama uygulandığı, olağanüstü kazanımlara kaldıraçlık etmesinin yanında, uygulama içinde bir yandan doğrulandığı, bir yandan da gelişip zenginleştiği koca bir dönemin ardından yazmıştı. Ancak, belirtmek gerek ki, “tezler”in yazılış koşulları, Marksizm zafer koşulları değil; Marksizm üzerine tartışmaları kışkırtan, işçi hareketi ve sosyalizmin yenilgi koşullarıydı.

“Tezler”e göz atılırken, öncelikle yanlış aramaya yöneltici yenilgi koşullarının önemi anlaşılmalıdır. Özellikle tarihin düz mekanik kavranışı ve sınıflar mücadelesinin ürünü olarak anlaşılmayışının problem yaratıcı olduğu bilinmelidir. Aralarındaki karşıtlık ve tarihsel mücadeleyi, nitelik farkını, dayanağı olan proletarya-burjuvazi karşıtlığını görmeden, Lenin, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’u, tümünü, “kiminin hatası az kiminin çok” diye düşünerek, Marksizmin savunucu, geliştirici ve uygulayıcılarından sayarsanız, tümünün bir arada sosyalistliğine ve sosyalizmi hayata geçirdiklerine iman etmişseniz, işiniz zordur. Çöküş ve yenilginin ardından, “problem”i, Marksizm’de görecek ve sosyalizmi sorgulamaya, “nasıl bir sosyalizm”e ihtiyaç olduğunu araştırmaya başlayarak, “yeni sosyalist tezler” yazmaya koyulacaksınız demektir. Ama burada bir başka “problem” oluşmaktadır: Bu “yeni sosyalist tezler” yazılmamakta, aslında okunmaktadır. Siz sınıf karşıtlığını ve sınıflar mücadelesini görüp dikkate almasanız bile, o, kendisini size dayatır. Siz proletaryaya dayanmada, onun çıkarlarını savunmada ve burjuvaziyle hesaplaşmada ısrarlı davranmazsanız, burjuvazinin “yazdıklarını okuyacaksınız” demektir.

***

Ikra bismirebbikellezi” diye buyrulmuştu.

Tek tanrılı dinlere ve kitaplarına, bu cümleyle başlayan Kur’an’la son verilmişti: “Her şeyi benim adımla oku”! İslam “son hak dini”ydi ve artık “Mehdi” gelecek olsa bile, yeni bir din ve kitap gelmeyecekti.

“Son”, kuşkusuz dinin ve kitabın sonu değildi. Etkileri sürdü, sürüyor. Henüz “din savaşları” bile bitmedi. Ancak etkilerinin hala sürmesi bir yana, idealizmin bu türünün sınırlarına gelindiği de açık. Dinsel olanıyla içiçe geçmiş olsa da, birkaç yüzyıldır, Platon’dan beri gelen bir başka idealizm türü öne çıkıp yayılıyor. Hume’dan Kant’a, Hegel’e gelip dayanan, sonra Berkeley ve zamandaş olanları kucaklayan idealizmin bu türü; başlangıçta sadece uç veren, ama sonra tüm düşünsel biçimleri de etkileyip belirleyerek gelişen moderniteye de daha uygundu.

Bu tür idealizmin, felsefi akım ve ideolojik bir biçimleniş olarak, politikada yalnızca “sağ”a ve “sağcılık”a temel sağladığı, ama “sol” ve “solculuk”un bu etkiden tümüyle azade kaldığı kuşkusuz ileri sürülemez. Hele SB’nin çöküşüyle hegemonyasını pekiştiren neoliberal dalganın, hem dayanaklarını sağlamlaştırmak üzere, hem de sosyalizm karşıtlığıyla yetinmeyerek ve emeğe ve ezilen halklara, tüm dinsel biçimleri de kapsayarak, zamana uydurulmuş hurafecilik, dualizm, ruhçuluğun, yeniden yüceltilen falcılık, para-psikoloji vb.nin yanı sıra, bilinemezcilik, postmodernizm, “akıllı tasarımcılık”, Newton ve Einstein’in ya da tümüyle Newton mekaniği ve görecelilik kuramının karşısına konmuş “Kuantumculuk” vb. yeni biçimleriyle, tüm akılcılığıyla Aydınlanma ve Aydınlanmacılığı hedefe koyarak, dayatılan idealizm, günümüzde geçer akçe ve sağ-“sol” dinlemeyen etkisi küçümsenir gibi değil.

Neoliberaller, SB’nin çöküşüyle kazandıkları “zafer”in üzerinden, işi, “tarihin sonu”nu ilan etmeye kadar vardırmışlardı. “Ezelden beri” değilse bile “ebediyete kadar”dılar! Hem değişiklik olmayacaktı. Hem de nasıl derseler öyleydi! Bu tez ya da saptama, sonradan ortaya atıcısının bizzat kendisi tarafından dahi tartışılır ilan edilse de, “biz söyledik, doğrudur”, “ne dersek öyle” mantığı değişmeden kaldı. Tüm Aydınlanma kazanımları yanlıştı. Ya da açıktan “yanlış” denmeden, sağından solundan tırtıklanmaya, bilimin ve insanlığın kazanımlarıyla çelişen ne varsa, üstelik bilim adına ortaya atılıp, kanıta gerek görülmeden “doğru” sayılıp tartışmasız benimsenmeye başlandı. Hatta “suç” ve “suçluluk” geni bile bulundu. En büyük iktisadi-siyasi-askeri güç olan ABD’nin başkanı G.W. Bush, dünyanın “siyasal patronu” olarak, –kuşkusuz tanrı tarafından– “seçilmişliği”ni açıkladı. İncil’den alıntılarla buyurur ve ABD’yi yönetir ve dünyayı yönetmeye yeltenir oldu.

Dünya, “belirsizlikler” dünyasıydı ya da “aralık”ı bulunursa, içinden çıkılabilecek bir “kaos” halindeydi. Bütün sorun, “doğru seçimi” yapmaktı! Bunu, yarım yüzyıl önce “varoluşçuluk” öngörmüştü. Şimdiyse kaos kuramcıları, daha genel olarak postmodernistler öngörmekteydi. Tüm üretilmiş zenginlikleriyle bugünkü dünyayı yaratan işçi ve emekçiler için, tutunacak, bilinebilir ve gerçek bir “dal” yoktu. Aslında bilimin konusunu teşkil edecek gelişme yasaları olan gerçek karşıtlıklarıyla –ve öyleyse değişebilir– gerçek bir dünya da yoktu. Akılla tasarlanmış, kurgulanmıştı ya da “olmuş bitmiş”ti. “Yazılmıştı”! Ve “yazılmaktaydı”! “Oku”yacaktık. Emeğiyle üretenler, onlar da varsalar eğer, ki olmadıkları, ancak “tüketici” oldukları ve yalnızca sermayenin ürettiği söylenip yazılıyordu, yalnızca “sürü” gibi okuyacaklardı! İsa Mesih, “sürü”nün başında “çoban” olarak gelmemiş miydi zaten!

Öyleyse: “Ikra bismirebbikellezi”! İşçi ve emekçilere düşen sadece buydu. Başlangıçta “Allahın adıyla” okunuyordu. Artık yanı sıra, tekellerin ve emperyalistlerin adıyla, ve asıl, onlar adına okunacaktı. Onların çıkarlarına göre, onların düzeninin selameti için düşünülecek ve davranılacaktı. Eskiden “kadiri mutlak” olan Tanrı’ydı. Şimdi yanı sıra, bir “seçilmiş” olan baş “siyasal patronları” Bush başlarında olmak üzere, tekeller ve emperyalistler “kadiri mutlak”tılar. Onlara şart koşulmazdı. Yenilmezlerdi. Sadece çıkarlarının gerekleri ve söyledikleri yapılırdı! Örnek mi? “Demokrasi”, onların dediğince, dedikleri kadar ve çıkarlarına göreydi. Zaten ancak onlar, “kurar” ve “götürürler”di. “Barış” da öyle: Ancak “Pax Americana” olanaklıydı. Onlarınkinden başka “medeniyet” var sayılmazdı. Geri kalanlarla çatışılacak, tek medeniyet kalacaktı. “Özgürlük” mü? Onlardan daha “özgürlükçü” yoktu! Bütün bombalamaları, yakıp yıkmaları, işgalleri, her türden dayatmaları, “demokrasi”nin yanı sıra “tiranlara karşı” “özgürlük” götürmek içindi! İstenirse, istedikleri gibi ve istedikleri türden “oku”nmasındı, ya onlardan olunurdu ya da karşılarında.

***

“Sosyalizmin çöküşü” ile birleşen ve onun üzerinden yoğunlaşan bu baskı, sadece neoliberalizm ve neoliberal saldırganlıkta ifadesini bulmakla kalmadı. Bütün gerici ideoloji ve politik eğilimleri kendisine bağlamanın yanı sıra ve ötesinde, kuşkusuz “sol” üzerinde de etkili oldu. Geçici olsa da kapitalizmin kazandığı bu zafer –ya da tersten söyleyişle, sosyalizmin aldığı yenilgi–, bu zaferin nesnel temel ve dayanaklarıyla sonuçları, “sol” üzerinde yıkıcı etkiler oluşturdu. Söz konusu olan, göğüslenemediğinde, kararlılığı törpüleyici, kendine güveni zedeleyici, moral çöküntüye götürücü yönleriyle birlikte, dünya görüşüne varıncaya kadar, düşünsel, politik, kültürel vb. öznelliklerin “solcular”ca gözden geçirilmesini dayatıcı bir baskıydı.

Kapitalizm galip gelmişti. İşçi ve komünist hareket kapitalist emperyalizm tarafından püskürtülmüştü. Yenilginin nesnel koşullarının yanı sıra, yenilgi ruh halinin de oluşmasından kaçınmak kolay değildi. Kruşçev modern revizyonizmiyle birlikte örgütsüzleşmeye, örgütleri yozlaşmaya, dağılmaya sevkedilmiş, birikimleri heder edilmiş, kapitalizmle uzlamaya zorlanmış, ileri işçilerden, militanlarından başlayarak yığınsal olarak bilinci bulandırılıp eylemi baltalanmış olan, son aldığı darbeyle de tamamen püskürtülen işçi ve emek hareketi, iyice geriye çekilmiş durumdaydı. Dağınıklık ve durgunluk içindeydi, hatta dibe vurmuştu.

Asıl sorun ise, toparlayıcı, örgütleyici rol oynaması öngörülecek, ama revizyonizme, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine savrulmuş komünist, sosyalist partiler ve onların etkili oldukları sendika yönetimlerindeydi.

İşçi ve emek hareketine yabancılaşma sürecinde ileri mesafeler almış olan bu örgüt ve yönetimlerinin çoğu, sınıfa ihanetlerini tescillediler. Örneğin modern revizyonist TKP kendisini parti olarak feshetti. Önemli bir bölümü, tamamen burjuva partilerine, sosyal demokrat partilere dönüştüler. İkinci Dünya Savaşı koşullarında burjuvazinin izlediği “sosyal devletçi” politikalar çerçevesinde “ücret sendikacılığı”nı benimsemiş sendika yönetimleri, bütünüyle bürokratlaştılar.

Zaten dağınıklığa ve durgunluğa sürüklenmiş işçi hareketi üzerinde, örgütsüzlük ve kafa karıştırıcılığa, yozlaştırıcılığa dönüşmüş bu “örgüt ve bilinç etkeni”nin de katkısıyla, işçi sınıfı (ve emekçiler) ve hareketinin dağınıklık ve eylemsizliği pekişti. Bu durum, neoliberal saldırılar karşısında savunmasız kalmaya, hazırlıksız yakalanmaya ve gerilemeye neden oldu.

Yenilgi ve kapitalizmin zafer sarhoşluğuyla pervasızlaşmasının yarattığı baskı sirayet ediciydi. Teslim alıcı, yozlaştırıcı etkisi, yenilgiden temelden etkilenip, yenilgi ve gerilemenin dolaysız bir etkenine dönüşen, münfesih ya da burjuvaziye tamamen iltihak etmiş “sol”, “sosyalist”, “komünist” partilerle sınırlı kalmadı.

Tarihsel olarak modern revizyonist cephede şekillenmiş ya da revizyonizmle ciddi bağlara sahip olmuş “sol”, “sosyalist”, “komünist” parti ve örgütler, kendilerini bu baskının oluşturduğu olumsuz etkiden koruyamadılar ya da bunda çok zorlandılar. Modern revizyonizm koşullarında örneğin “Avrupa komünizmi”nde karar kılmış İtalyan ve Fransız komünist partileri, bugün, sahip oldukları bütün ilerici değer ve görüşlerini yitirmişlerdir. FKP, bir burjuva partisine dönüşmüş, İKP, tıpkı İspanyol Komünist Partisi gibi, varlığını koruyamamıştır. –Ortak teorik köklerine karşın– tarihsel olarak farklı bir kaynaktan gelen, sonradan modern revizyonizmle birleşmiş iktidardaki Küba Komünist Partisi, bugün anti-emperyalist bir çizgi tutturmayı başarmış haliyle, yine de olumlu bir noktadadır. Benzer durum, anti-emperyalizmi ve sınıfın talepleri ve mücadelesini sahiplenme pozisyonu almış Yunanistan ve Portekiz Komünist Partileri açısından geçerlidir. Ancak geri kalanlar içinde, işçi sınıfı, talepleri ve mücadelesi karşısında az-çok tutarlı bir örgüt bulmak zordur. Bunlara, ülkemizde, eski TKP’nin adını almış, eskiden revizyonist kamp içinde küçük bir grup olan yeni parti de dahildir.

Ancak bundan ibaret değildir. Tarihsel süreçte modern revizyonizmle belirli farklılıklar ve mesafeye, ama dirsek temasına ve ideolojik-politik bağlara sahip parti ve örgütler üzerinde de, sözü edilen baskı ve yenilgi ruh halinin tahribatı önemli olmuştur. Eskinin “orta yolcu”su bu parti ve örgütler, orta yolculuklarının ceremesini çekme durumunda kalmışlardır.

Revizyonizmin çöküşüyle birlikte ilan edilen “tarihin sonu”na, bu sonuncu kategoriden örgütler, genellikle tamamıyla inanıp kapılmamışlardır. Tamamen karşı safa iltihak edip, tam ihanet yoluna girmemişlerdir. Ama onlar da, belirli bir “son” fikrini doğru bulmuş, tamamen olmasa bile, kısmen bir “son”a ikna olmuşlardır: Bundan sonra eskisi gibi olmayacaktır! Karşı safa, tam geçmeseler de, adımlarını atmışlardır.

Çerçeveyi neoliberal “patronlar”, kapitalist emperyalist ideologlar çizmekte ve “benim adımla oku” demektedirler. Kimisi noktası, virgülüne kadar, mutlak uyumla okuma pozisyonu almıştır. Bunlar arasından, örneğin Doğu Avrupa ülkelerinin ismini değiştiren eski Komünist partilerinin eski yöneticileri, partileriyle birlikte, adı da değişen ülkelerini yönetmişlerdir, yönetmektedirler. Kimisiyse, esnek uyumlanma “stratejisi” uygulamıştır. Hala “sol” ve “sosyalizm” söylemini kullanmaya devam etmiştir, etmektedir. Ancak genel çerçeveye uyum tamdır! Örnek, ÖDP’dir: “Sosyalizm”e evet demektedir, ama “özgürlükçü” olacaktır! ÖDP’nin yeni programına yazdığı “özgürlük” ve “özgürlükçülük”ün, ABD’nin Irak ya da başka “tiranlıklar”a götüreceğini ilan ettiği ve götürmekte olduğu “özgürlük” ve “özgürlükçülük” ile aynı karakterde olduğu bilinmelidir. Sınıf karşıtlığı yok olmuş/yok edilmiş türden soyut bir “özgürlükçülük”tür savunulan. Öyleyese burjuva “özgürlükçülük”tür.

“Oku” denmiştir. Okunmaktadır. Yazdıkları konseptlerdir. Temel, değişmeyeceği öngörülen kapitalizmdir, “liberal düzen”dir! Bu değişmez “değişken”, fikri sabit oluşturmakta, fikri sabite temel teşkil etmektedir. Bir kez okuduktan sonra, artık, ÖDP ve benzerlerinin emekçilerin okuması için “yazdıkları”, “yeni yeni” projeler olmaktadır. Sosyalist olmasına hala “sosyalist”tirler; ama “sosyalizm”i getirip dayadıkları yer, “ütopyaları”dır! Proje üretimidir, projeciliktir!

Nitekim, kısa olarak ele alacağımız ÖDP Başkanı H. Kozanoğlu’nun “Özgürlükçü Sosyalizm Üzerine Tezler”inin 4.’sü, “liberalizmin bir tasarım” olduğuna ve 7.’siyse “ütopyamız”a dairdir. Oysa Marx’tan bu yana, liberalizmin bir “tasarım” ve sosyalizmin de bir “ütopya”dan ibaret olmadığı, entelektüellerle sınırlı olmadan, milyonlar ve on milyonlar tarafından sadece bilinip öğrenilmekle kalmamış, hayat tecrübesi oluşturmak üzere, yaşanmıştır. Kozanoğlu’nun şöyle düşündüğü ortadadır: “Yaşanmıştır, ama sonuna da gelinmiştir.” Söylendiği gibidir; bu kategoriden olanlar, “son”u kısmen kabullenmektedirler. Kısmen”lik, “dil”de hala “sosyalizm”in kalışındadır. Ötesinde “son”, sondur, kabul edilmektedir. Eskiden olan, artık geçersiz sayılmaktadır. Bildiğimiz ve milyonların yaşamına girmiş sosyalizm geçersizdir! Yeni projelere gerek duyulmaktadır. “Yeni sosyalist” projeler üretilmektedir!

Devam etmeden, bir konuya değinmekte yarar var ki, bu ÖDP’nin verdiği görüntü ile ilgilidir. Bir yandan “sol” ve “sosyalist” söylemi sürdüren ÖDP’nin, diğer yandan kapitalist “çerçeve”ye “uyum tamlığı” ya da “özgürlükçülük”ünün kapitalist-burjuva içeriği, yalnızca bizim gibi Marksizm-Leninizmi hareket noktası edinenlerin değil, ama burjuva cephede yer aldıklarını ilan etmiş olanların da dikkatini çekmektedir. Görüşleri ve eyleminin içeriğinden yansıyan ÖDP’nin görüntüsü, sosyal-demokrat nitelikli görüş, yaklaşım ve tutum sahipleri açısından davetkar niteliklidir. Nitekim, DİSK’in açtığı “sol ve iktidar” tartışmaları üzerinden gündeme getirilen “yeni sol parti” girişimcilerinin başında yer alanlardan Prof. Burhan Şenatalar, tanımladığı kolektivizmi reddeden, piyasa ekonomisine sahip çıkan bir sol parti örgütlenmesi içinde ÖDP’ye de yer açmakta, onu tasarımlarına aykırı görmemektedir. ÖDP Başkanı olarak H. Kozanoğlu’nun, Şenatalar’a yanıt verip, ÖDP’nin onun sandığı türden bir parti olmadığını anlatmaya çalışması acı vericidir, ancak bu “tartışma”nın kendisi de kuşkusuz bir anlam yüklüdür.

***

“Yeni sosyalist projeler” üretme tezler yazma ya da aynı anlama gelmek üzere “adıyla okuma” ihtiyacına dönersek…

“Eski” sosyalizm, Troçkistlere göre “bürokratik”tir, SSCB, bir “bürokratik işçi devleti” olmaktan öteye gidememiştir! “Eski” sosyalizm; Kruşçev ve ardından gelenlerin revizyonizmiyle ayırdedilmeden ve revizyonizmin şahsında, pratiğinin, Marksist öğretiyle, Leninist teoriyle uyuşturulamaz ve açıklanamaz temel aykırıklıklarının farkında olan revizyonistler tarafından ise, “reel sosyalizm” olarak tanımlanmıştır!

“Bürokratizm” ve “bürokratik sosyalizm”, “bürokratik işçi devleti” suçlaması eskidir. Kökü, Troçkizmle tartışmanın yapıldığı ’20’li, ’30’lu yıllara gider. Bir çarpıtma olmasının yanında yine suçlayıcı içerikli olan “reel sosyalizm” kavramı ise, daha yenidir.

Birincisinin teorik ve pratik hasmı Stalin’dir. Troçki ve peşinden gidenler, Stalin’i suçlamışlar, onun adıyla anılan yaklaşım ve politikaların yanlışlığını ileri sürmüşler; ancak sosyalizmi ve sosyalist devletin “işçi” niteliğini yok sayamamışlardır. Böylelikle ortaya, hem “bürokratik” hem “sosyalist” olan bir garabet çıkarmışlardır. Burjuva karakterde olmayan, tersine işçi karakterli, öyleyse burjuva diktatörlüğü değil, bir proletarya diktatörlüğü devleti, ama “bürokrat” bir devlet icad etmek de, onların şanı olmuştur.

İkincisi olan “reel sosyalizm” tezinin de başlangıçtaki hasmı, teori ve pratik bakımdan Stalin olmuştur. Gariptir, ama böyledir. Kruşçev ve Brejnev dönemlerinin, ardından gelen çöküşün örgütlenmesi olan Gorbaçov döneminin sosyalizmle bir ilgisi kurulamayan yaklaşım, politika ve uygulamalarından hareketle, bunlar, doğrudan ya da sonuçlar olarak kendisine mal edilerek, Stalin suçlanmıştır. İlk başta, Kruşçev tarafından yanlışları düzeltilmeye çalışılıyor düşüncesiyle ve sonra, Kruşçev’in yaklaşım ve uygulamaları açıklanamaz oldukça böyle olmadığı anlaşılsa da, girilen yoldan dönülmeyerek/dönülemeyerek, gerek eleştirel biçimde, Kruşçev’i deviren Brejnev’e teorik ve pratik temel sağladığı için, gerekse tersten, Brejnev’in sosyalizmle açıklanamaz politika ve uygulamalarını aklamak üzere, suçlanan, Stalin olmuştur. Bunda, “Soğuk Savaş” olarak yoğunlaştırılan kapitalist emperyalist saldırının, ideolojik ve politik olarak, “mızrağın sivri ucu”nu Stalin’e yöneltmesinin, “daraltılmış hedef”ine Stalin’i oturtmasının kuşkusuz ciddi payı olmuştur. Kısacası, başından beri “adıyla oku”nmaktadır! Stalin’le Kruşçev ve Brejnev’in –kuşkusuz Gorboçov’un da– teori ve pratiğinin uyuşmazlık ve karşıtlığı, birbirine düşman sınıf karakterleri ayırdedilmediğinde, hatta Brejnev örneğin “Stalinist”likle eleştirildiğinde, varılacak nokta, tarihi yapmak olamaz, ama yazılanları okumak olabilirdi. Bu yaklaşımla, ancak sosyalizmde hata aranmakla başlanıp, öncelikle eleştirilmesine girişilen uygulamasından ve ardından da yolgösterici öğretisinden, Marksizmden kopmak kaçınılmazlaşırdı.

Başlangıçtaki iddia, Stalin’in yaklaşım ve uygulamalarının Marksist teori ile bağdaşmadığı, Marx’ın teoride öngörüp Lenin’in geliştirdikleriyle Stalin’in pratiği ve bu pratiğe yön veren politikaların uyuşmazlık halinde olduğuydu. Teori Marx’ındı. Onun teorisiyle uyuşmadığı ileri sürülen, ancak buna karşın “sosyalist” içeriği reddedilmeyip benimsenen uygulamaya ise, pratikte “varolan”, “yaşanan”, “gerçek” anlamına gelmek üzere “reel sosyalizm” dendi. Sosyalizm üzerine yeni tezler geliştirilmesi girişimlerinin kaynağı, işte bu garabet “reel sosyalizm” tanımı oldu. Kruşçev’den sonra kullanılmaya başlanan bu kavram, Brejnev ve sonrasında da kullanılmaya devam edildi. Ancak tarihsel gelişme serüveni, “ne kuş ne deve” olan ve bir açmazı ifade eden bu kavramın gerçek içeriğini ele vericiydi: Stalin’i hedefe koyarak yola koyulan “reel sosyalizm” tanımlamasının geliştirici ve yandaşları, bu noktada kararlı duramadılar. Emperyalist kapitalistler ve varlıkları onlara bağlanan revizyonistler, ileri adımlar atıp mevziler tuttukça, ilerledikçe, tanımlarını da içerik olarak ilerlettiler. Hedeflerini Stalin’e daraltmakla yetinmez oldular ve ilk elde Lenin ve Leninizmi kapsamak üzere, genişlettiler. Bir kez “adıyla okuma”ya girişmişlerdi. Devam ettiler. Örneğin yazımızın konusunu oluşturan ÖDP’nin kuruluş dönemi, “çöküş”ün ertesine denk geliyordu ve o yıllara kadar, oldukça ilerlenmişti. ÖDP, daha kurulurken tartıştığı bu sorunu “çözümleyerek”, “kuruluş”unu, anti-Stalinizm’e dayandırdı. “Buyurgan” “kumanda ekonomisi”ni eleştiriyor, “bürokratizm”e, “bürokratik devletçilik”e veryansın ediyordu. Ama bununla kalmadığını herkes biliyor. ÖDP’nin parti olarak varlığı, aynı zamanda Leninizm eleştirisiydi: ÖDP, “Leninist parti” olmadığı gibi, “Leninist parti modeli”ni eleştiriyordu. Leninizmle tam karşıtlık halinde olan politik çoğulculuğu ve demokratizmi savunduğu kadar, çok-kanatlı, hizipli bir parti olarak örgütlenmişti ve parti-içi gruplara özgürlük savunucusuydu. ÖDP, “reel sosyalizm” hareket noktasından, Stalin karşıtı olmakla kalınamadığı/kalınamayacağı, ama Lenin karşıtlığına ilerlemenin kaçınılmazlığının örneğiydi. ÖDP, M. A. Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizmi”ne kadar ilerlemişti! Zaten “özgürlükçü sosyalizm” nüanslar bir yana, bundan başkası değildi.

Bu “ilerleyiş” ya da gerileme, kimilerince Marx karşıtlığına kadar vardırıldı. Stalin’e hiç gösterilmeyen, Lenin’e azçok gösterilen “hoşgörü” alanı, Marx’a daha geniş tutuluyor; örneğin açıktan inkarcılıktan kaçınılarak, Marksist teori, “genç Marx”-“olgun Marx” türü ayrımlar üzerinden sağından-solundan çekiştirilip tırtıklanıyor, Lenin’in dediği gibi, Marx, “zararsız bir ikon” haline dönüştürülürken, öğretileri ve asıl olarak da Marksisit öğretinin devrimci özü “müzelik” sayılıyordu. Buradan, örneğin “proletarya diktatörlüğü” öğretisini sanki hiç geliştirip savunmamış bir “sivil toplumcu” Marx bile türetildi ki, ÖDP’nin de bundan tümüyle muaf olmadığı söylenmelidir.

“Özgürlükçü sosyalizm” üzerine tezler yazma ya da zaten yazılmış olanları “okuma” ihtiyacının çerçevesi ve kapsamı, buradan, belirlenmektedir. Ayırdedici ve belirleyici olan, revizyonist içerikli “reel sosyalizm” tezi ve varsaydığı tanımlamanın benimsenmesidir.

***

Somut olarak “tezler”e gelirsek…

Tez 1: Günümüzün emperyalizmi bir siyasi egemenlik biçimidir. (Topraklar üzerinde doğrudan denetim, piyasaların denetimi; borçlandırma mekanizmaları, enerji kaynaklarının kontrolu, bilimsel ve teknolojik egemenlik, kültürel hegemonya karşısında ikinci planda kalır.)[Birgün, 01.01.2006, abç.]

Burada bir tez mi yazılmaktadır? Yoksa okunmakta mıdır? Bu, “Lexus ve Zeytin Dalı” isimli kitabında Friedman’ın ileri sürdüğü başlıca görüş değil midir? “Kültürel çok kimliklilik” sorununu da çözen emperyalizmin artık sorunsuzluğu üzerinde dururken, Freidman, anlaşılmaktadır ki, “emperyalizme karşıt” tezlere de hayat suyu olmuştur!

Üstelik, bu “okuma”, aynı türden başka bir okumadan derlendiği için “yeni” de değildir. Benzeri okumayı yapan ilk okuyuculardan en tanınmışı Kautsky’dir. Lenin’in bir kitabına ismini koyduran* Kautsky, “siyasi egemenlik” tezini ileri sürerek, sunduğu yasal, parlamenter vb. olanaklarla tüm türdeşleriyle birlikte Kautsky’i de kuşatıp teslim alan, kendi çıkarlarını ve mevcut kapitalist düzenin önünde diz çöktürücü içeriğiyle çizdiği çerçeveyi dayatan kapitalist emperyalist burjuvazinin yazdıklarını okumaktan başka ne yapmıştı ki, şimdi aynı tezi “yeni tez” olarak ortaya atan Kozanoğlu, farklı davranıyor olsun? Birinci “tezi”yle Kozanoğlu, Kautskist “emperyalizm teorisi”ni tekrarlamakta ve pratik olarak da hızla onun pozisyonuna savrulmaktadır.

Kautsky’nin tanımı şöyleydi: “Emperyalizm, büyük ölçüde gelişmiş sınai kapitalizmin ürünüdür. Onu, sanayileşmiş her kapitalist ulusun, gittikçe daha geniş tarım bölgelerini, bu bölgelerde hangi uluslar oturursa otursun, ilhak etmek ya da egemenliği altına almak olarak da tanımlayabiliriz.” [Kautsky, Die Neue Zeit; Aktaran Lenin, Emperyalizm, sf. 109] Şimdi enerji ve geçiş yolları üzerinde egemenlik kurmanın, enerji bölgelerini siyasal egemenlik altına almanın, eskiden olduğu gibi tarım bölgelerini egemenlik altına almaktan çok daha fazla önem kazandığı koşullarda, H. Kozanoğlu’na göre, Kautsky’nin tanımının tek değişmesi gereken yönü, herhalde “tarım bölgeleri”ne ilişkin bölümüdür! Kautsky’nin de, Kozanoğlu’nun da “emperyalizmi”, “bir siyasi egemenlik biçimi”! Karşılarındaysa, Lenin, “asıl olan şu ki, Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali sermayeci ‘tercih edilmiş’ bir politika olduğunu ileri sürmekte; ve bu politikanın karışısına, güya olanaklı görünen ve gene mali sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikasını çıkarmaktadır.” [Emperyalizm, sf. 112] demektedir.

Her şey çok somuttur. Kimse kendisini “en akıllı” sanmamalıdır. “Yeni” olduğu ileri sürüldüğünde, herhangi şey yeni olmamaktadır! “Tez” ne yenidir ne de orijinaldir. Ve daha ilk “özgürlükçü” tezde, yazma değil, ama okuma durumunda olunduğu olanca açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Ve “yeni” ya da eski olması bir yana, bu nasıl mantıktır? Bu nasıl Marksistliktir? Marksizmin iktisatla siyaset, altyapı ile üst yapı arasındaki ilişkiye yaklaşımı bilinmez değilken, nasıl “kültürel hegamonya” birincil ilan edilebilir? Ya da Marksizmin madde ile bilinç arasındaki ilişkiye yaklaşımı nasıl bunca tersine çevrilebilir? Bilinç mi birincil veridir? Daha ilk adım ya da “tez”de, Marksizmin en temel tezlerine rahmet okunduğu bellidir. “Yeni sosyalizm” arayışının hiç hayırlı olmadığı açıktır.

Ama bu “tez” gerekli olmuştur. Bu “tez”le, “siyasi egemenlik” olarak tanımlanan emperyalizme karşı, salt siyasal itirazların yeterli görüleceği ve örneğin kuru bir demokratizmin savunulmasıyla yetinileceği; tekellere, mali sermaye ve egemenliğine, iktisadi dikte ve elkoymalara, “piyasa”nın teslim alıcılığı ve egemenliğine karşı çıkmanın öneminden kaybedeceği kolaylıkla anlaşılır. Bu “tez”, zaten bu nedenle gerekli sayılmış ve üretilmiş ya da okunmuştur: Başka türlü, tekelci egemenliğe ses çıkarmadan, “Tekellerin Avrupası”na “Emeğin Avrupası” adına sözde müdahil olma, gerçekteyse iltihak etme ve bir yer edinme çabası nasıl açıklanacak ve meşrulaşacaktır? Lenin, emperyalizmi siyasete, siyasal egemenlik biçimine indirgeyen Kautsky’ninki türünden “çıkış noktasında, çağdaş kapitalizmini temel özelliğini, yani tekelleri görmezden gelmekte”olan görüş ve yaklaşımların “kötülüğü maskelemeye” yaradığını ve “daima emperyalizmin savunusu olmak eğilimini taşımakta” [Age, sf.101] olduğunu çok önceden belirtmiştir.

***

Aslında devam etmek bizce artık gerekli değildir. Ama –bir tezde dil sürtçmüş olabilir türünden gerekçelerle– en azından haksızlık edildiği düşüncesi oluşmaması bakımından herhalde eleştiriyi sürdürmeliyiz.

Tez 2: Irak işgali ABD’nin eşit sömürme özgürlüğüne müdahalesidir. (Askeri gücüyle AB’nin ve Japonya’nın önünde bulunan ABD artık liberal enternasyonalizmle yetinmemekte, ‘eşitler arasında birinci’ olduğunu ilan etmekte sakınca görmemektedir.)” [Agy.]

Bu ikinci “tez”, birinci “tez”in devamıdır ve onunla aynı içeriğe sahiptir. Atılmış adım sürdürülmektedir. Karşı çıkılıp eleştiri konusu edilen, “siyasal zor”, “müdahale” ya da Kautsky’ninki türünden “ilhak eğilimi”dir, emperyalizmin “siyasal egemenlik biçimi”dir! Kozanoğlu, örneğin Negri ile de aynı platformda konuşmakta ya da okumaktadır: “İmparatorluk”a varılmıştır; emeğin, emek süreçlerinin, işçi sınıfının vb. niteliğinin değişmesi türünden tartışmaları bir yana, emperyalizmin niteliği değişmiştir! Emperyalizmin niteliğine ilişkin değişiklik “tezleri”yle Negri’den, nerede ayrılmaktadır Kozanoğlu? “Anayasal” çözümler önererek, emperyalizm savunuculuğu zemininde belirli bir “demokratik” eleştirellik düzeyi tutturma uğraşındaki Habermas gibi, Negri de, demokratizm yanlısıdır. Ama işte ikisi de, bize, emperyalizmi savunmakta ve “kabul edilebilir” “demokratik biçimleri” ile emperyalizmi kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Kozanoğlu? Onun farkı nerededir?

“Eşit sömürme özgürlüğü” gibi orijinal ifadeler kullanmaktadır. Irak işgali, emperyalistler arası “eşitlik”e karşıymış! Ne demekse, “liberal enternasyonalizm”le yetinmeyen ABD, önceden değil, ama işgalle –Kautsky’nin ilhak eğilimi üzerine oturttuğu tanım ve tutumu hatırlansın– “eşitler arasında birinci” olduğunu ilan etmişmiş! Yanisi şöyle: Irak işgali öncesi emperyalistler birbirleriyle “eşit”tirler, “eşit sömürme özgürlükleri”ne saygılıdırlar, aralarındaki ilişkiler herhalde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilişkisi olmalıdır! ABD; silahı çekince, halklarla arasının bozulmasının ötesinde, emperyalistlerin de arası bozulmuştur… “Şiddete, silahlı faaliyete, işgal ve ilhaka yönelmeyen emperyalizm iyidir” okuması yapılıp yapılmadığı tartışması bir yana, bu ikinci “tez” ile, işgal öncesi emperyalistler arası ilişkilerin “eşitlik” ilişkisi olduğu açıkça ileri sürülmektedir.

Kautsky, gelecekte “ultra-emperyalizm”i olanaklı görüyordu. Bu, “uluslararası ölçüde birleşmiş mali sermayeyle ‘yeryüzünün hep birlikte, ortaklaşa sömürüleceği’ bir evre” olacaktı. [Emperyalizm, sf.113]

Peki bu ikinci “tez” farklı bir şey mi söylüyor? Tamamen dayanıklı çıkmasa bile, “ultra-emperyalizm”in, Irak işgaline kadar yaşam bulduğunu ileri sürmemekte midir bu “tez”? Başlangıç tarihi verilmemektedir, ama her halde bir “tez”den bu kadar dört başı mamur olması beklenmemelidir. Herhalde İkinci dünya Savaşı sonrası başlamış olmalıdır! Ya da buna yakın bir tarihte!

Zamanlamaya dair “spekülasyonu” bir yana bırakalım. İçerik nedir? Irak işgaliyle başlayan nedir? Emperyalistler arası “eşit”liğin bozulması.. ABD’nin bu “eşitlik”i bozma yönünde müdahalesinin ortadan kaldırdığı, eski “eşitler arası” ilişkidir. Bu, birinci “tez”le “siyasal egemenlik biçimi” ilan edilerek temel özelliğinin anlaşılamamış olduğu ortaya konan emperyalizmin niteliğinin, hiç kavranamadığının ilanı olmaktadır.

Emperyalizm, eşitlik fikri ve pratiğiyle bağdaşır bir kategori değildir. Bundan tamamen kopuştur. Piyasa da eşitlik tanımazdı, ancak piyasa yine de “fırsat eşitliği” demekti. Ama emperyalizm, her şeyden önce ve temel özelliği itibariyle tekellerdir, tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Bu, salt bir siyasal egemenlik olmadığı gibi, emperyalist siyasete de yön veren iktisadi temel, tekeldir. Ama tekel “eşitlik” ile tümden çelişir. Tekel dikte etme, dayatma, zorla kabul ettirme demektir. Bu, yalnızca tekellerle halk arasındaki ilişki bakımından değil, ama tekeller arasındaki ilişki bakımından da geçerlidir. Tekeller arasındaki ilişkinin tek belirleyeni, tek ölçütü vardır: Güç. Ancak bu “güç”ün, ikinci “tez”in yaptığı gibi, “askeri güç” olarak anlaşılması; bir yandan içeriği atlayıp biçime önem vererek, ikincil sorunları yüceltmek ve değerlendirmenin temeli yapmak, diğer yandan da “barışçı” olan iktisadi gücü, sermayenin gücünü ve dolayısıyla sermayeyi, tekeller ve mali sermayeyi güçten saymamak ya da “eşitlik”in dayanağı varsaymak anlamına gelecektir.

Tekeller arasındaki ilişki hasımlık ve rekabet ilişkisidir. Rakip tekeller, fabrika ve işletmeleri, giderek işkollarını, hammadde kaynaklarını ve pazarları, ülkeleri… paylaşırlar. Dünyayı paylaşırlar. Güce dayalı olarak paylaşırlar. “Eşit” paylaşım yoktur. “Eşit sömürü özgürlüğü” yoktur. Bu paylaşım, bazan barışçı yöntemlerle, bazan da işgalleri, savaşı vb. kapsayan askeri yöntemlerin de gündeme alınmasıyla sürer, süreklidir. İster askeri, ister barışçı olsun, paylaşım, güce dayalıdır ve asıl olan budur. Birbirine güç dayatılır. Ve zaten “savaş, politikanın başka araçlarla devamı”ndan başka şey değildir.

Kozanoğlu, o denli Kautsky ve benzerlerinden miras bir metin okumaktadır ya da bugün okunması istenip dayatılan, o denli Kautskist mirasla çakışmaktadır (sürekli yeni icadlarda bulunmak zorun ötesinde olanaksızdır) ki, Lenin’in yazdıkları sanki Kozanoğlu’na karşı yazılmış gibidir:

Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin varolduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi sözkonusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi , yoksa ekonomik-olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin piçbir temel kanıyı değiştiremeyecek ikincil bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için yine barışçı olmayacak) biçimileri sorununu koymak, bir sofist gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” [Age, sf. 90-91]

Irak’a barış, özgürlük, demokrasi ve uygarlık götürdükleri iddiası emperyalistlerindir. Ve bir böyle “okuyanlar” vardır. Ertuğrul Özkök örneğin, bu tür bir okuyucudur. Bir de Habermas ve Kozanoğlu türü “okuyucular” vardır. Barışçı paylaşıma ağıt yakarlar, bu tür demokratizm yandaşlarıdırlar. Bu “öykü”nün yazarı da emperyalistlerdir.

***

Bütünlüğü gözeterek, “3. Tez”i sonraya bırakıp, 4.’süne bakıyoruz:

Tez 4: Neo-liberalizm her türlü eşitsizliği yeniden üreten bir tasarımdır. (Neo-liberalizmin tüm kurgusu, uluslararası sermayenin hayrına, insanlığın zararına düşük büyüme, yaygın işsizlik ve toplumsal dışlanma, sosyal devletin gerilemesi ve sıklaşan krizlerle her türlü eşitsizliğe kapı aralar.)”

Bu 4. “tez”, 1. ve 2. “tezler”in tamamen devamı niteliğindedir. “1. Tez”in “siyaset”çi tutumu ve “2. Tez”in “işgal öncesi eşitlikçilik”inden iktidadi-sosyal alana geçtiğinde, Kozanoğlu, tekeller ve tekelciliğin, ama barışçı tekelciliğin kabullenicisi tutumunu sürdürmektedir. “Kötülükler”in, bir “tasarım” olmaya indirgediği neo-liberalizme özgü olduğu düşüncesindedir ya da böyle okumaktadır. Kapitalizmin olumsuz sonuçları ve yol arkadaşlarının, yalnızca neo-liberalizme mal edilmesinin herhalde başka açıklaması yoktur. “Her türlü eşitsizliği yeniden üreten”, bizim bildiğimiz, kapitalizmdir. Örneğin yaygın işsizlik ya da “yedek işçi ordusu”, kapitalizme özgü diye bilinir ve Marx tarafından da öyle açıklanmıştır. Ya da “toplumsal dışlanma”.. Marx’ın yabancılaşma eleştirisi neydi ki? Yine kapitalizmin krizlerinin sıklaşması, daha Marx tarafından saptanmıştır. Bilinen, eşitsizliği üretenin kapitalizm olduğudur. Tekeller ve mali sermaye egemenliği, ancak eşitsizliği derinleştirici rol oynamaktadır, oynamıştır. Neoliberalizmin rolü ya da eşitlik ve eşitsizlik ile ilişkisi de, eşitsizliğin daha da derinleştiricisi olmaktır. Eşitsizliğin kaynağı, kesinlikle “neoliberal tasarım” değildir, ama kapitalizmdir. Eşitsizliği üreten kapitalizm, eşitsizlik üzerine kuruludur. “4. Tez” bir felakettir: “..her türlü eşitsizliğe kapı aralayan”ın neoliberalizm olduğu fikri, bu eğilimden arındırıldığında, kapitalizmin olduğu kadar tekelci kapitalizmin, tekeller ve mali sermaye egemenliğinin savunulması ile eş anlamlıdır. Okumacılık, ancak neoliberalizm karşıtlığına izin vermektedir!

1. ve 2. “Tez” ile bu 4.’nün ilişikisi, “hedef daraltma” ortak paydası yanında, projeci kavrayıştadır. “Tezler”, hareket noktası olarak nesneli almamaktadır, siyasal zemine eğilim göstermekte; nesnellikten koparılmış siyaset ise, kurguculuktan ve çözümü projelerde aramaktan başkası olamamaktadır. Nesnel olan kapitalizmdir. Neoliberal uygulamaların kendisi de nesneldir. Ancak “tez”, neoliberalizme, uygulamalara yön veren politika düzeyinde yaklaşmakta ve zaten “bir tasarım”dan söz etmektedir. Karşı tarafta nesnel olan kalmamaktadır: Emperyalizm, siyasal egemenlik biçimidir; işgal, siyasal-askeri süreç olarak, eşitsizlik gidericidir; ve son olarak, neoliberal tasarım/politika kötü ve eşitsizliğe kapı açıcıdır! Öyleyse ilk üç “tez”den, “bizim” tarafın da, nesnelliği olmayan, siyasal aktörlerden oluşacağını çıkarmak mümkündür. Yapılması gerekenin de, bu aktörlerin eline ideal bir “proje” vermek olduğu anlaşılacaktır! Buraya kadar ileri sürülmüş olanlardan, “tezler”in ayırdedici ortak yanının; salt siyasal zemine kayış ve asıl karşıtlık zeminini kaybetme ya da örtme olduğu söylenmelidir. Bu güncel “okuma”nın temel bir içeriği durumundadır: Sırtını, nesnel sınıfsal olana dönme, sınıf mücadelesinden, işçi sınıfından uzak durma.

***

“3. Tez” tahmin edileceği türdendir:

Tez 3: Alternatif Küreselleşme 21. Yüzyıl sistem karşıtı direnişlerin en önemli dinamiğidir. (Kapitalist küreselleşmeye karşı, bir yandan evrensel barış adına savaşlara karşı çıkan, öte yandan kaynakların adil paylaşımı halinde ‘başka bir dünyanın’ mümkün olduğuna inanan güçlerin direnişi önümüzdeki döneme de damgasını vuracaktır.)

“Ütopya” sahibi ve “ütopik sosyalistler”den çok, Dühring türünden kurgucu okumacılık, işte, “4. Tez” eleştirilirken son söylenen noktadadır: Zerrece nesnelliğe dayanmamakta ve zerrece ondan güç almaya yönelmemektedir. Siyasal güçler ve onların “yüzer-gezer” olduğu ya da “uçuştuğu” bir “düzlem”dedir.

“Küreselleşme”ye, ne olup olmadığına bu yazıda girecek değiliz. Ama “küreselleşme” ile yetinmeyen “tez” yazar ya da okuyucuları, “altarnatif küreselleşme”yi de çoktan ilan etmişlerdir; hem de, açıklaması parantez içinde verilen, nesnellikle ilgisiz “yüzer-gezer” “güçler”inin, “sistem karşıtı direnişlerin en önemli dinamiği” olduğu iddiasında bulunarak!

Ne demektir “alternatif küreselleşme”? Nesnelliği var mıdır? Hayır! Kapitalizmin bilinen ve üzerine kurulu olduğu, sürekli çatışan güçleri; nesnel kapitalizmin nesnel sınıfsal güç ve karşıtlıkları yoktur! Ya da “vardır” da “inananlar”dan falan biridirler, ama asıl dinamik değildirler. Zaten karar verici mücadele, sınıf mücadelesi olmaktan çıkmıştır; tarih, sınıf mücadeleleri tarihi değildir artık!

“Kapitalist küreselleşmeye karşı” güçler.. “Küreselleşme karşıtları”.. Ama işte bu söylem, zeminin kaydığının, kaydırıldığının resmidir!

Yani kimler? “Savaşlara karşı çıkan” ve “başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan güçler”… Bunlar, nesnel sınıf güçleri değildir; “inanan”, “karşı çıkan” vb. “bilinçli” ya da politik olarak ifade edilebilecek, “projelendirilmiş” güçlerdir. Ancak “sistem karşıtlığı” “küreselleşme karşıtlığı”na indirgenemeyeceği gibi; “sistem”, “küreselleşme” varsayılamaz ve sistem karşıtı güçler, politikleşmesi zorunlu, ancak politika alanına sığmayacak, nesnel sınıfsal güçler dışında aranamaz. Arandığında ve bulunduğu sanıldığında, bu güçlerle, sistem karşıtlığı yapılamaz. Ama zaten bütün bu çaba, bütün bu okuma, “sestem karşıtlığı”ndan kurtulmak içindir. Neden açıkça kapitalist sisitemin emek-sermaye, burjuvazi-proletarya karşıtlığı üzerine kurulu olmadığı söylenmez?! Bu açıklık kuşkusuz zordur!

Yine de, belki de, en çok bu “3. Tez”de, Negri ve “çokluk”uyla özdeşlik, tüm “İmparatorluk” okuyucularınca onaylanacak açıklıkta kurulmaktadır. İşçi sınıfı değil, diğer emekçi sınıf ve tabakalar değil, karşılarında burjuvazi de değil.. Karşıda “küreselleşme”. Ve karşısında “alternatif küreselleşmeciler”. Çok kültürlü, çok kimlikli, şöyle inanan, böyle savunan, belirli fabrika ve işletmelerde, köy ya da mahallelerde yerleşik ve örgütlü olmayan, sendikalar vb. türü örgütlere de sahip olmayan, kendi başlarına ve değişik ve değişken “aidiyetli” “güçler”! İşte bunlar, tam da “yüzer-gezer” güçlerdir! İstikrarlı değillerdir, çünkü kapitalizmin dayattığı örgütlülükten de yoksundurlar, kapitalizm karşıtı olarak örgütlenme imkanları da reddedilmektedir! “Tez”in yaptığı, kurguculuk ve bilinçleri çarpıtılmaya çalışılan “bilinçli azınlık”ı asıl güç diye ileriye sürmektedir.

Bu “tez”de, kapitalizmin de reddi vardır, işçi sınıfı ve mücadelesinin temel edinilmesinin de ve “bilinçli azınlık”ın, işçi sınıfının bir parçası olan ileri unsurlarının partisi olarak örgütlenmesinin de. “Tez”, ne kapitalist nesnellik üzerinden ileri sürülmüştür, ne nesnel gerçeklik olan sınıf mücadelesine dayanmaktadır, ne de Leninist parti öğretisinden haberdar davranmakta ve bu öğretiyi savunmaktadır. Tüm bu nedenlerle, yazılmamıştır, ama okunmaktadır!

***

Tez 5: Küresel kapitalizmin karşı kutbu ulusalcılık değil, enternasyonalizmdir. (Sermayenin küreselleşmesinden yaşamı ve çıkarı zarar görenlerin bunu devletine yönelik bir komplo değil, yeryüzünde yaşanan süreçlerin kendi coğrafyasına yansıması şeklinde algılaması ve emperyalizme karşı tüm dünya ezilenleriyle ortak bir ruhla, enternasyonalist ve kapitalizm karşıtı bir perspektifle direnmesi gerekir.)” (Abç.)

“Küreselleşme” ve “küreselcilik”, ulus, ulus-devlet, ulusallık ve enternasyonalizm üzerinde Özgürlük Dünyası sayı ve sayfalarında çok duruldu. İlk elde, eski ÖDP başkanı Ufuk Uras’ın “Emeğin Avrupası” üzerine “tezler”inin eleştirildiği 154. sayıdaki “Avrupa ve sol” başlıkla makaleye bakılabilir. Burada tekrar etmek gerekmiyor.

Ancak yine de bir-iki şey söylenmelidir. Kapitalizmi kendi nesnelliğiyle ele almaktan, kapitalizme karşı mücadeleden, sınıf mücadelesinden, işçi sınıfından laf düzeyinde bile bunca uzak durulup, ardından “kapitalizm karşıtı bir perspektif”ten söz edilmesi garip kaçmaktadır! Ama bu “kapitalizm karşıtlığı”nın da, neoliberalizm karşıtlığıyla sınırlı olduğunu, yoksa, tekeller ve emperyalistlerin bile “eşitlik” zemininde bulunduklarını, ancak işgale kalkışıldığında kötülüklerin başladığını vb., şimdiye kadarki “tezler”den görüp öğrenmiş durumdayız. Yine zaten bu “kapitalizm karşıtlığı”, kendisinden ve “enternasyonalizm”den söz edildiği pasajda bile, işçi sınıfı ile ilişkilendirilmemekte ve “dünya ezilenleri”nden söz açılmakla yetinilmektedir.

Nesnel sınıf güçleri söz konusu olmayacaksa, enternasyonalizm ve ulusallık sorunu tartışılamaz bile. Örneğin, davası içerikte enternasyonal biçimdeyse ulusal olan, işçi sınıfıdır. Oysa “öteki”lerle ilgilenen bir “proje”nin, “küreselleşme karşıtı”, barışçı “inanç” ve “duygu” vb. sahiplerinin “ütopyası”nın “ulusal” ya da “enternasyonal” oluşunun belirleyici bir önemi olamaz.

Ve zaten “küresel kapitalizm” denilen, herhalde emperyalist kapitalizmin “karşı kutbu”, “ulusalcılık” ve “enternasyonalizm” arasında bir seçimde değildir. Kapitalizmin karşıtı sosyalizmdir. Sosyalizm ve sosyalist mücadele için, sınıfsal dayanağı olan işçi sınıfı ve mücadelesi için, hem ulusallığın hem de uluslararasılığın önemi ve bir yeri vardır. Her şeyden önce, söylendiği gibi, işçi sınıfının mücadelesi, sosyalist eylem, biçimiyle ulusal, içeriğiyle uluslararasıdır ve bir yönü diğerinin karşısına konamaz. Herhalde Gotha Programı’nın eleştirisinde (Alman İşçi Partisi Programı’nın kenar Notları’nda) Marx, sorunu, “yeni tezler” yazılması ya da okunmasını gerektirmeyecek açıklıkta ortaya koymuştur:

Besbelli ki, işçi sınıfı, mücadele edebilmek için sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve her ülke, ayrı ayrı bu sınıf mücadelesinin sahnesidir. İşte işçi sınıfının mücadelesi, bu anlamda ulusal nitelik taşır, içeriği bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, ‘biçimi bakımından’ ulusal. Ama ‘bugünkü ulusal devlet çerçevesinin’, örneğin Alman İmparatorluğunun kendisi de, iktisadi bakımdan, dünya pazarının ‘çerçevesi içine’ girer. Her tüccar bilir ki, Alman ticareti, aynı zamanda, dış ticarettir ve Bay Bismarck’ın büyüklüğü de uluslararası politikasının niteliğinden ötürüdür.” (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf. 34, a.ç.Marx)

Herhalde yeterlidir. ÖDP’de olmayan da budur: İşçi sınıfının, sınıf olarak, biçimde ulusal olan uluslararası hareketi. “Küresellik” ya da “uluslararasılaşma”, “uluslararasılık” ve ulusallık tartışmaları yeni değildir. Tıpkı, hem ulusal hem uluslararası eğilimi, birlikte, kendi içinde barındıran kapitalizm gibi. Kuşkusuz kapitalizm, sadece emperyalizm döneminde uluslarasılaşmamıştır. Daha önceden dünya pazarını keşfe çıkmış ve keşfetmiştir de. Onun en ileri ürünü olan işçi sınıfının da uluslararası bir sınıf oluşturduğu, ama Marx’ın sözleriyle “sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenme” durumunda olduğu ve mücadelesinin ulusal bir nitelik taşıyacağı bilinmelidir. İşçi sınıfı, sınıf olarak, ülkesizliği, örgütlenme ve mücadelesinin zemini olarak seçemez; bu “yüzer-gezer” ütopyacı projecilerin işi olabilir! İşçi sınıfı, “Emeğin Avrupası”nı da mücadele ve örgütlenme başlıca zemini edinemez. “Emeğin Avrupası” diyerek, emperyalizme iltihak yanlısı olamaz, ulusal değerleri gerici burjuvazinin fraksiyonlarına terkedemez. Hala ülkeler, hala sınırlar, hala ayrı devletler vardır. İşçi sınıfı, uluslararası bir sınıf olarak, tek tek ülkeleri mücadele zemini edinecek, emperyalizme karşı ulusal değerleri sahiplenecek ve uluslararası içeriğiyle örgütlenecektir. Sahtecilik, biçim ve içeriğini karşı karşıya koyarak, işçi sınıfı ve mücadelesini “kim vurduya getirme”dedir. İşçi sınıfı ve kapitalizm karşıtlığından söz edilmemekte ve savunulmamaktadır ki, mücadelesi, ulusal mı olsun uluslararası mı tartışması yürütülsün!

***

Tez 6: Özgürlükçü sosyalizmin temel amacı, insanın özgürlüğüdür. (Sınıfsız sömürüsüz bir dünya arayışı, eksenine tüm insanların her türlü baskı, sömürü ve dışlanmadan özgürleşmesini koymalıdır. İnsanların ihtiyaçlarını karşılayıp zorunluluklar dünyasından yaratıcılıklarını ön plana çıkaracakları boş zamanlar dünyasına geçişleri de ancak böyle gerçekleşir.)” (Abç.)

Herhalde “tezler”in en yoğun ve en felsefi olanı, bu 6.’sıdır. “Tezler”e genel adını veren “Özgürlükçü Sosyalizm” de bu “tez”de dile getirilmiştir. “Yeni sosyalizm”in temel amacı burada tanımlanmıştır; “insanın özgürlüğü”. Parantez içinde altı çizilmektedir: Tüm insanların…

Sonal amaç, doğrudur, insandır, insanın özgürlüğüdür. Ama kim ki, burada bırakır ve bunun ileri sürülmesiyle yetinir, iflah olmaz bir burjuvadır.

“Reel sosyalizm”den çıkarılan ders, baştan beri gördüklerimiz üzerinden gelip buraya dayanmaktadır: İşçi yok, işçi sınıfının çıkarı ve davası yok, sınıf mücadelesi yok, Marx’ın “başlıca katkım” dediği, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürmesinin onaylanması yok! İnsan ve insanın özgürlüğü.. Evet ama nasıl? Kritik soru bu? Nasıl? İnsanın özgürlüğüne nereden gidilecek? İşçi sınıfının kurtuluşu için mücadele üzerinden mi, başka bir yerden mi? Ve devam: İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesi ve öyleyse proletarya diktatörlüğü mü, yoksa asıl ders bu mu: Hayır, “kötü” olan ve “yenilgiye götüren” bunlar mı? Bunun için mi “tezler”in herhangi bir yerinde “işçi sınıfı” yazmıyor? “Özgürlükçülük” ve “özgürlükçü sosyalizm”, proletarya diktatörlüğü karşıtlığı mı? Evet, tam da öyle.

Yanıt, parantez içinde verilmektedir. “Sınıfsız sömürüsüz dünya ‘arayışı’ (neden mücadelesi değil de arayışıysa!)” işçi sınıfının değil, burası net, tüm insanların özgürleşmesini “eksenine koyacak”! “Eksen” nedir? Üzerinde hareket ettiren akstır. Marksizmin bütün bilgisi açıklıkla ortadadır, Marx’ın onlarca eseri ortadadır ki, kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracak olan ve tüm ezilenleri, tüm insanlığı kurtarmadan kendisini kurtaramayacak olan, proletaryadır. 6. “Tez” bunun reddidir.

İnsanlığın parçalanmışlığı sosyalistlerin, Marksistlerin işi ya da kusuru değildir. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihi olarak şekillenmiştir, çünkü toplumlar sınıflara bölünmüşlerdir. Çünkü ürünler tüm insanlığa yetmemiştir önce ve sınıflar oluşmamıştır; ama ilk artıkla, ilk topluma yetecek olandan fazlasıyla artık-ürün oluşmaya başlamış ve eksik üretim, kaynak ve kaynakların dağılımı sorununa yol açarak, “herkesin ihtiyacı kadar alabileceği” koşulların yaratılmasını önlemiş, sömürenlerle sömürülenlerin birliği ve mücadelesi olarak, sömürücü toplumlar kaçınılmaz olmuştur. Ama işte son sömürücü toplum olan kapitalizm ve onun ileri ürünü proletarya ile birlikte, yalnızca kapitalizmin değil, ama sömürücü toplumların, özel mülkiyetin zıttına dönüşmesinin koşulları oluşmuş ve sömürü ve baskıya, sömürücü ve baskıcı toplumsal örgütlenmeye son vermeye, proletarya, tarihsel nesnellikle çağrılmıştır. Artık üretici güçlerin gelişimi, yani emeğin ve üretimin toplumsallaşması özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını olanaklı hale getirdiğinden, sömürücü toplumların sonuncusu olmaya yazgılı kapitalizm, burjuvazi-proletarya karşıtlığı üzerine, emek-sermaye karşıtlığı üzerine kurulu olduğundan, sömürü ilişkileri ve sömürücü toplum, zorunlu olarak, proletarya tarafından kaldırılacaktır. Ancak bu, proletaryanın, bu işi tek başına yapabileceği anlamına gelmez. Proletarya, bu mücadeleyi, müttefiklerinin başında başarıya ulaştıracaktır ve her haksızlığa uğrayanın uğradığı haksızlığa karşı çıkmadan, proletarya, tarihsel olarak yükümlendirildiği “görevi”ni başaramayacaktır.

Söylenmelidir ki, insanlığın kurtuluşu, evet ama, bu, zorunlu olarak, proletaryanın kurtuluş mücadelesi ekseni üzerinden olanaklı olabilir. Ve işte insanlığın özgürleşmesi ancak böylelikle gerçekleşebilecektir: Proletarya diktatörlüğü sürecinden geçerek. “Özgürlükçü sosyalizm” denen şeyse, tam da, bunun inkarıdır! Bütün insanlığın özgürleşmesi eksenli “arayış”, aranıp bulunamayacak türdendir. Anarşizandır. Sınıflı toplumda herkes için özgürlük yoktur. Sınıfsız topluma geçiş olan proletarya diktatörlüğünde de olmayacaktır. Herkes için özgürlükten söz edilebildiğinde ise, devlet, “taş baltanın yanına” müzeye kalkmış demektir. O halde, sömürücü toplumda mümkün olmayan “herkes için özgürlük”ün sosyalizm için “dava” edinilmesi ve herkese eşit mesafede duracak bir “sosyalizm”in savunulması, sosyalizmden vazgeçmekle eş anlamlıdır. Tam özgürlüğe, devletin sönümlenmesiyle ulaşılabilir, ancak o zaman da özgürlük, hem ihtiyaç olmaktan çıkacak, hem de özgürlüğün karşısında ileri sürülüp savunulacağı kimse kalmayacaktır.

Bildiğimiz, proletarya diktatörlüğü olarak, komünizme geçiş dönemi olan sosyalizm ise, üstelik, başına “özgürlükçü” sıfatının eklenmesini gereksinmeyecek denli özgürlükçüdür: Büyük çoğunluğun küçük bir azınlık üzerindeki diktatörlüğü olarak, sosyalizm, tarihin gördüğü en özgürlükçü, en demokratik toplum ve devlet biçimi olmuştur.

“Tezler”, “reel sosyalizm”e eleştiriyi yanlış yerden yapmaktadır. Ama bir kez okumakta karar kalmış olanın bu yanlışı yapmaktan kaçınabilmesi imkanı kalmamış demektir. Bu çabadır ki, “zorunluluklar dünyası”nın karşısına, dergimize de adını vermiş olan “özgürlük dünyasını” değil, ama tembelliğin “boş zamanlar dünyası”*nı koyar.

“Özgürlükçü” okuma, iflah olmaz düzeye yükselmiş haldedir. Bu “özgürlükçü sosyalist” okumanın adı, ÖDP övgüsü yapılan 10. “Tez”de, bir de “21. yüzyıl sosyalizmi” takılmaktadır! Gerçek ve devrimci işçi sınıfı sosyalizminden iyice ayrıştırmak için, araya koca bir asır sokulmaktadır. Kozanoğlu’na göre, “eski”si, “değiştirilmesi gerekeni”, gerçekteyse, tarih yazmış olanı, “20. yy. sosyalizmi” olmaktadır; okumaya dayananı ise, “21. yy. sosyalizmi”!

Makalenin dergi sayfalarını zorladığını göz önünde bulundurarak, son dört “tez”i, eğer gerekirse yazılacak, bir başka makaleye bırakabiliriz. Maksat asıl olarak hasıl olmuş, “tezler” vuzuha kuvuşmuştur. Ancak en sonuncusu olan ve “Zaten dünyayı yorumlamakla yetinmediğimiz, değiştirmeyi amaçladığımız için yola çıkmadık mı?” diye soran “11. Tez” için bir şey söylemeliyiz: Evet, ama, yola böyle bir değişiklik için çıkılmadı. Yazılanları okuyarak yapılacak bir değişiklik yoktur, böyle değiştirici olunamaz. Ancak AKP hükümetinin “karşı-reformları” türünden karşı-değişikliklere alet olunur!

 


* Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky

* Burada, “boş zamanlar” üzerine spekülasyon yapılabilir ki, yapılmaktadır. Evet, sınıfsız toplum yürüyüşünde boş zamanlar artacak ve insanlık bunu kendisini çok yönlü olarak geliştirmek için kullanacaktır. Ama “tembellik hakkı”nın savunulmasına kadar “yavşatılan” boş zamancılık, sosyalizmin gevşetilmesi girişiminden başka şey değildir.

AB, Enerji ve Yeniden Paylaşım

Dünyanın belli başlı ülkelerinde, son bir kaç yıldır, bu yüzyılın ilk yarısında enerji ihtiyacının hangi seviyeye çıkacağı ve bunun nasıl karşılanacağı üzerine raporlar yayınlanıyor. Raporların neredeyse tümünde, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısından bu yana insanlığın en önemli enerji kaynaklarının başında gelen petrolün giderek azalmakta olduğu, petrolün yerini ise, doğalgazın alacağı belirtiliyor.

Bilim ve teknikteki gelişmeler, doğalgazın sıvı olarak bir bölgeden başka bir bölgeye boru hatlarıyla nakledilmesini olanaklı kılıyor, ve bu da, petrole göre daha ucuz ve temiz olan doğalgazın bir enerji kaynağı olarak kullanılmasının önemini artırıyor.

“Soğuk Savaş” yıllarının bitmesiyle birlikte, dünyanın emperyalist devletler tarafından yeniden paylaşılmak istendiği, ABD’nin konumunu koruma ya da daha güçlendirme, diğer emperyalist güçlerin de kendi hesaplarına çalışarak, bu süreçten güçlü çıkmak istedikleri biliniyor.

Bu yeniden paylaşım sürecinin önemli ayaklarından birisini eskiden SSCB’nin etki alanında bulunan ülke ve bölgelerin kimler tarafından denetim altına alınacağı oluştururken; enerji, hammadde ve stratejik bakımından önem taşıyan ülkeler ve bölgelerin elde edilmesi için daha ayrıntılı stratejiler hazırlandı. Bu temelde Afganistan ve Irak işgal edildi.

Yeniden paylaşım sürecinde bizzat emperyalist ülkelerin ekonomilerinin ayakta durabilmesi, en önemlisi de, hayatın sürebilmesi için tayin edici öneme sahip enerjinin nasıl kesintisiz halde sağlanabileceği, son bir kaç yıldır üzerinde durulan başlıca konulardan birisi. 2020, 2030, 2050… yıllarında ülkelerin enerji ihtiyaçlarının hangi düzeye ulaşacağı ve bunun nasıl karşılanacağı üzerinden hazırlanan raporlar, içinde bulunduğumuz yüzyılda paylaşımın en önemli konularından birini enerji kaynakları ve transit yollarının oluşturacağına da işaret etmektedir.*

Analizlerin çoğunda, dünyanın ihtiyacını karşılayacak petrol ve doğalgaz kaynaklarının önemli bir bölümünün Ortadoğu ve Kafkasya’da olduğu belirtiliyor. Buna bağlı olarak, Ortadoğu’da merkezileşen petrol yataklarının ne zamana kadar dünyanın ihtiyacını karşılayabileceği büyük bir soru işareti. ABD, Japonya ve Avrupa’dan sonra Çin’in de dünya ekonomisinde önemli bir güç olmaya başlamasıyla birlikte, petrol rezervlerinin tahmin edilenden de kısa bir sürede tükenebileceği yaygın bir kanı.

1951’den bu yana, dünyanın en büyük petrol yatağı olan Suudi Arabistan’daki Gavar yataklarından günde beş milyon varil ham petrol dünya piyasasına sürülüyor. Suudi Arabistan, dünya piyasasına şu anda günde 10 milyon varil petrol veriyor.

“Yapılan tahminlere göre, petrol ihtiyacının bugünkü seyriyle sürmesi durumunda, Suudi Arabistan’ın 2025 yılında dünya petrol ihtiyacını karşılamak için şimdikinin iki katı kadar petrolü dünya piyasasına sürmesi gerekiyor. Suudi Aramco petrol şirketinin eski üretim şefi Sadad el-Hüseyini, bunun mümkün olmadığını söylüyor.” (Der Spiegel, 14/06)

Merkezi Paris’te bulunan “Uluslararası Enerji Ajansı”nın verilerine göre, geçen yıl dünyada günde 83 milyar varil petrol tüketilmiş. Bu miktarın 2010 yılında 90, 2030 yılında 115 milyar varile çıkması bekleniyor.

2004 yılında ABD’nin günlük petrol tüketimi 20 milyon varil idi. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in aynı yıl içerisindeki petrol tüketimi ise, 6.5 milyon varil idi. Ancak, son yıllarda otomobillerin artmasıyla birlikte bu ihtiyacın hızla artması bekleniyor.

Bu tablo, ABD’nin, özellikle petrol kaynaklarını elinde tutmak için, neden Irak, İran gibi ülkeleri sudan gerekçelerle işgal ettiği ya da etmek istediğini de açıklıyor.

Dünya petrol rezervlerinin yüzde 21’i Suudi Arabistan, yüzde 9’u Irak, yüzde 8’i Kuveyt, yine yüzde 8’i Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunuyor. ABD’nin denetiminde olmayan İran’da dünya rezervlerinin 10’u, Venezüella’da ise yüzde 6’sı bulunuyor. Petrol rezervlerinin yüzde 5’i ise, Rusya’da.

Der Spiegel’de (14/06) yer alan yazıda, dünyanın 48 petrol üreticisi ülkesinden 33’ünde, üretimin zirveye çıktıktan sonra gerileme aşamasına girdiği ifade edilirken, buna örnek olarak, Kuzey Denizi’nde petrol çıkaran İngiltere ile Norveç’in üretiminin geçen yıl yüzde 20 azalması örnek gösteriliyor. Aynı şekilde OPEC üyesi Endonezya ve Umman’da da üretim gerilemeye başlamış durumda. Zengin petrol yataklarının olduğu Kuveyt’te de üretim azalmaya başlamış. Devlet tekeli Kuveyt Oil’in, Burgan yataklarında, günlük 2 milyon varillik kapasiteyi artık tutturamadığı ileri sürülüyor. Kuveyt petrolünün yarısı Burgan’dan çıkarılıyor. Burgan, Gavar’dan sonra dünyanın ikinci büyük petrol yatağı.

 

‘ALTERNATİF’ YENİ KAYNAK: DOĞALGAZ

Eldeki veriler, yerküre üzerinde son 50 yıldır dünyanın en büyük petrol rezervini barındıran yataklardaki petrolün yavaş yavaş azalma eğiliminde olduğunu, yeni petrol yataklarının ise açılmadığını gösteriyor. Bundan ötürü de, son bir kaç yıldır, petrolün yerinin doğalgaz tarafından doldurulacağı yönündeki görüşler giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Doğalgazın ucuz ve petrole göre daha temiz olması da, ayrı bir olumlu özellik olarak sıralanıyor.

Ancak, emperyalist ülkeleri bu yeni enerji kaynağına yönelten tek faktörün petrol kaynaklarındaki bu azalmanın olmadığını, başından itibaren söylememiz gerekiyor.

Dünyanın yeni “enerji kaynağı” olmaya aday görünen doğalgazın zengin rezervlerinin yüzde 27’si Rusya’da, yüzde 16’sı İran’da, yüzde 15’i Katar’da bulunuyor.

Bu veriler, Rusya’nın, yeni enerji kaynakları açısından dünya siyasetinde stratejik güç ve önem kazandığını gösterirken, İran’ın önemini de artıyor. Petrol rezervlerinin yüzde 10’una, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 16’sına sahip başka bir ülke şu anda yerküre üzerinde bulunmazken, her iki önemli enerji kaynağına birden sahip İran, bulundurduğu zengin enerji kaynaklarından ötürü, bu yüzyılda, emperyalist paylaşımın önemli çatışma koordinatlarından birisi olmaya aday görünüyor. Bu bakımdan, İran’ın emperyalist devletler tarafından yeniden hedefe konması ve üzerinde paylaşım hesaplarının yapılması tesadüf değil. İran üzerinde tek başına egemenlik kuracak emperyalist devletin, diğerlerine göre, enerji kaynakları açısından avantajlı konuma geçeceği açıktır.

Dünya enerji tüketiminin giderek doğalgaza kayması, ABD’nin işini daha da zorlaştırıyor. “Boru hattı dışında ancak -162 Celcius derecesinde dondurulduğu taktirde nakledilebilen doğalgaz için ABD’nin şu anda alternatifi bulunmuyor. Planlar ve gaz tankerleri ve bu tankerlerin yanaşabileceği limanların yapılması konusunda çalışmalar sürüyor. ABD Enerji Düzenleme Dairesi (FERC)’in verilerine göre, ABD’nin doğu sahillerinde birkaç gaz terminali bulunuyor. 2005’in başında FERC’in onayıyla bir gaz limanı yapılmaya başlandı. (Herman Werle, Junge Welt, 18.01.2005)

 

ENERJİ HARİTASI NEYİ GÖSTERİYOR?

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte eski gücünü önemli oranda kaybeden Rusya’nın, askeri gücünü korumakla birlikte, içine girdiği ekonomik sıkıntılardan ötürü, uzunca bir süre dünya siyasetinde önemli bir aktör olamayacağı düşünülmekteydi. Ancak, Putin’in devlet başkanlığı koltuğuna oturmasıyla birlikte, kendi çıkarlarına göre ve daha bağımsız bir politika izlemeyle başlayan Rusya, Irak işgali sırasında Almanya, Fransa ve Çin ile birlikte davranarak, ABD-İngiliz ittifakına açıktan cephe aldı. Putin bununla da kalmayarak, Rusya’nın etki alanını koruyup genişletmek üzere, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da olduğu gibi, Batı’ya daha açıktan tavır aldı.

2000 yılında Hazar Havzası’nda büyük petrol ve doğal gaz yataklarının bulunmasıyla birlikte, dünyanın bütün enerji kaynaklarının üzerine konmayı kendisine hedef olarak koyan ABD, bu kez gözünü bu ülkedeki enerji kaynaklarına dikti. Gürcistan’da Şavardneze’nin devrilerek yerine Amerikan yetiştirmesi Şakaşvili’nin getirilmesi, ABD’nin Rusya’ya yönelik önemli hamlelerinden biri olarak sayılabilir. ABD’nin Rusya’nın etki alanını daraltma politikasının bir parçası olarak, Ukrayna’daki Amerikancı “turuncu devrimi” anımsamak gerekiyor. Rusya’nın etrafını sarma, etki alanını daraltma stratejisi izleyen Bush ve çetesi, sık sık bu ülkede demokrasi ve insan haklarının olmadığını söyleyerek, Putin yönetimini açıktan eleştiriyor.

Ne var ki; Rusya ile Batı Avrupa arasında önemli bir enerji koridoru olan Ukrayna’da Amerikan yanlıların işbaşına gelmesine Putin’in yanıtı çok fazla geç kalmadı.

Bu yılın hemen başında, 1 Ocak’ta, Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan “doğalgaz krizi”, aynı zamanda, Putin’in, elindeki doğalgazı, ülkesinin çıkarları için gerektiğinde silah gibi kullandığını da gösterdi.

Putin, stratejik bir hamleyle, 1 Ocak’tan itibaren “transit geçiş” ayrıcalığını kaldırarak, 1000 metre küp için alınan 50 Dolar uygulamasına son vererek, Ukrayna’nın da, diğer müşteriler gibi, 1000 metre küp başına 220 Dolar ödemesini talep etti.

Rusya, Batı Avrupa ülkelerine sattığı doğalgazın yüzde 80’ini Ukrayna’dan geçen hatları üzerinden satıyor. Rusya, bu hamle ile, açıkça, “turuncu devrim”in birinci yılında, Yuşçenko ve ekibine, dahası onların arkasındaki Batılı güçlere “hodri meydan” diyerek, doğalgaz vanalarını kesmiş; Mart ayında Ukrayna’da yapılan genel seçimler öncesinde, ülkede dengeleri etkileyen bir tutum göstermiştir. Seçimlerden, Rusya yanlısı Bölgeler Partisi birinci çıkmayı başardı, ancak hükümeti yine Batı yanlıları kurdu.

Şu anda, Rusya’dan Batı Avrupa’ya doğal gaz taşıyan ve Ukrayna topraklarından geçmeyen, bir tek doğalgaz hattı var. O da, Beyaz Rusya ve Polonya’dan geçerek Almanya’ya ulaşıyor.

Rusya’nın doğalgaz hatları, Avrupa sanayii için adeta birer atardamar. Bunlar olmadan, Avrupa’da sanayi ve yaşam çok zor olacak. Rusya da bunun bilincinde. Elinde bulundurduğu zengin doğalgaz kaynaklarını, egemenlik sahasını genişletmek ya da elinde tutmak için bir silah gibi kullanıyor.

1 Ocak’ta ilk kez G8’lerin dönem başkanı olan Rusya, dünya siyasetinde bir zamanlar oynadığı belirleyici rolü yeniden sergileme, ağırlığını hissettirme niyetinde.

Rusya ile yakın komşu olduğu için sanayi ve ticareti bu ülkeye bağlı olan Ukrayna gibi bir ülkede, Rusya karşıtı bir rejimin suni teneffüsle yaşaması zor görünüyor. Yuşçenko ve ekibi, politik açıdan, desteğiyle işbaşına geldiği ABD’ye uşaklık yaparken, pek çok açıdan Rusya’ya bağımlı olduğu noktalara çözüm getirememişti.

Zira Ukrayna’nın da, Rusya açısından stratejik ve ekonomik önemi çok büyük. Her şeyden önce, 48 milyonluk bu ülkenin yüzde 17.3 Rus asıllı. Çoğunluğu Karadeniz kıyısında yaşayan bu kesim, “turuncu devrim”e karşı olduğunu, gerektiğinde Ukrayna’dan ayrılabileceğini gündeme getirmişti. Ülkenin altı büyük petrol rafinerisinden beşi, Rus tekelleri Lukoil ve TNK’nın denetiminde. Tüketim malların üçte ikisi Rusya’dan geliyor.

Ukrayna gibi diğer Doğu Avrupa ülkeleri de, başta enerji olmak üzere, birçok alanda Rusya’ya bağımlı. AB’nin en büyük ülkesi Almanya doğalgaz ihtiyacının yüzde 40’ını Rusya’dan karşılarken, pek çok Doğu Avrupa ülkesi, ihtiyaç duyduğu doğal gaz ihtiyacının yüzde 90’ını Rusya’dan sağlıyor.

Kuzey Denizi petrol yataklarındaki azalma da bunda önemli bir rol oynuyor.

 

ÇİN VE JAPONYA’YA ENERJİ

Avrupa Birliği’nin en önemli enerji sağlayıcısı konumuna gelen ve bu konumunu her geçen gün güçlendiren Rusya, Çin ve Japonya gibi ülkelerin de en önemli enerji kaynağı olmaya doğru ilerliyor. Önümüzdeki yaz aylarında temeli atılacak 4200 km’lik petrol boru hattı ile, başta Çin olmak üzere, Pasifik ülkelerinin ihtiyaç duyduğu petrol, Sibirya’dan pompalanacak. 2008’de bitmesi planlanan boru hattının 12 milyar Euro’ya mal olacağı tahmin ediliyor. Yılda 80 milyon ton petrol, bu hat üzerinden, Çin, Japonya, Güney Kore, Endonezya ve Avustralya’ya pompalanacak. Boru hattının maliyetinin önemli bir bölümünü Japonya üstlenmek istediğini duyurdu.

Böylece, Asya’da ABD’nin en önemli müttefikleri sayılan bazı ülkeler de, enerji bakımından, giderek Rusya’ya bağımlı hale gelecekler. (Junge Welt, 7.01.06)

Çin, ayrıca, ABD’ye petrol satan Venezüella ve Kanada ile de önemli anlaşmalar yaptı.

Dünyanın bütün büyük ülkeleriyle enerji ilişkilerini sürdürmeye özen gösteren Rusya, bu yolla, bir taraftan dünya siyasetindeki ağırlığını artırırken, diğer taraftan ise, onları kendine bağımlı hale getiriyor. Bu bakımdan, Rusya’nın enerji politikası, daha çok stratejik bir karakter kazanmış bulunuyor.

Önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Suudi Arabistan, Kuveyt ve önceden Venezüella gibi ülkeler, daha çok, ABD emperyalizminin denetimde olan dünyanın “enerji tankerleri”ydi. ABD de, bu “enerji tankerleri”ni denetimi altında tutarak, diğer emperyalist devletlere karşı önemli bir avantaj elde ediyordu. Yanı sıra, şimdi Rusya, büyük enerji rezervlerine sahip bir güç olarak, dünya siyasetine ağırlığını koymanın adımlarını atıyor. Bu bakımdan, ABD’nin işi, şimdi, pek çok şeyin yanı sıra, çok daha zorlaşmıştır.

 

AB’NİN ENERJİ HESAPLARI

ABD’nin doğalgaz konusunda pek çok dezavantajı bulunurken, dünya siyasetinin bir diğer aktörü olan AB’nin ise, pek çok avantajı söz konusu. Her şeyden önce, Batı Avrupa, Hollanda’nın Goringen bölgesinde 1950’li yılların sonunda doğalgaz bulunmasından bu yana, konuyla ilgili. Ama en önemlisi de, 1970 yılların başından bu yana, SSCB ile doğalgaz anlaşmalarına sahip.

Almanya ile SSCB arasında 1 Şubat 1970’te imzalanan anlaşma kapsamında, 1973-93 yılları arasında, yılda 3 milyar metre küp doğal gaz nakli yapıldı. Buna karşılık, Almanya da, Mannesmann tekeli aracılığıyla, Rusya’ya 1.2 milyon tonluk doğal gaz boru satışını, hem de o dönem ABD’nin karşı çıkmasına rağmen gerçekleştirdi.

Federal Ekonomi Bakanlığı tarafından 2002 yılında çıkarılan ve Almanya’nın enerji ihtiyacını tespit etmek üzere hazırlanan bir broşürde, dünya enerji tüketiminin doğal gaza doğru kayacağı belirtilerek, şunlar ifade ediliyor: “Doğalgaz, yüzde 24 ile petrol ve kömürden sonra şu anda en önemli enerji kaynağı. Doğalgazın kullanımı, yenilenebilir enerjiler dışında, son yıllarda giderek artıyor ve bu eğilim böyle devam edecek. (Reserven, Ressourcen und verfügbarkeit von Energierohstoffen 2002)

Dünyada başlayan enerji hesaplamaları ve stratejileri çerçevesinde, Avrupa Birliği (AB), bu yılın Mart ayında yayınladığı “Yeşil Kitapçık/Grünbuch”ta temel sorunları ve çözümleri sıraladı. 2020 yılına kadar AB’nin enerji ihtiyacının hesaplanması üzerinden hazırlanan 23 sayfalık kitapçık, şu temel saptamalar ile başlıyor:

– Acil olarak enerji sektörüne yatırım yapılması gerekiyor. Sadece Avrupa önümüzdeki 20 yıl içerisinde enerji sorununu çözmek ve eski alt yapıyı değiştirmek için milyarlarca Euro’luk bütçe ayırmalı.

– İthalat bağımlılığımız artıyor. Eğer kendi enerji kaynaklarımızı rekabete açık bir şekilde yenilemezsek, AB’nin şu anda yüzde 50 dışarıdan karşıladığı enerji ihtiyacı 20-30 yıl sonra yüzde 70’e çıkacak. Enerjinin alındığı bazı bölgelerde güvensiz ilişkiler tehdidi var.

– Enerji rezervleri sadece bir kaç ülkede yoğunlaşmış durumda. Şu anda AB’nin doğalgaz ihtiyacının yarısı üç ülkeden (Rusya, Norveç ve Cezayir) karşılanıyor. Güncel trend devam ettiği taktirde doğalgaz ihtiyacı 25 yıl sonra yüzde 80 artacak.

– Enerjinin yarattığı sorunlar da dünya çapında artıyor. Dünya çapındaki enerji sorunları ve CO2 2030 yılına kadar tahminen yüzde 30 artacak. Dünya çapında petrol ihtiyacı 1994’ten bu yana yüzde 20 arttı. Göstergeler yıllık petrol ihtiyacının yüzde 1.6 arttığını gösteriyor.

– Petrol ve doğalgaz fiyatları artıyor. AB’de son iki yıl içerisinde fiyatlar iki katına çıktı, elektrik fiyatları bunu takip ediyor.

– İklim ısınıyor. Bu yüzyılın sonuna kadar iklim sıcaklıkları 1.4-5.8 derece artacak.

– Avrupa halen tam anlamıyla enerji iç pazarını rekabete açılabilmiş değil. Böyle bir alan olduğunda vatandaşlar ve işverenler daha ucuz enerji tüketebilecekler. (Grünbuch, sf. 3-4)

AB’nin bu şekilde özetlenen 21. yüzyıldaki enerji durumundan çıkarılan sonuç, uzun vadeli olarak, “AB enerji stratejisinin” geliştirilmesi önerisidir. Sorunlar arasında sayılan “enerjideki liberalleşme”, önümüzdeki yılın başında, AB çapında yürürlüğe giriyor. AB vatandaşlarının hangi enerji tekelinden elektrik almak istediği konusunda tercih hakkı olacak. Buna göre, tekeller arasında elektrik fiyatlarını düşürme konusunda bir rekabetin olacağı ileri sürülüyor. Ancak bu sürecin yaratacağı en önemli olgulardan birisi, AB’deki enerji tekelleri arasında piyasada kalmak için kıyasıya bir rekabet ve yutmaların yaşanacağı yönünde. Güçlü olanlar yaşamaya devam edecek, küçükler ise büyükler tarafından yutulacak.

Bütün üye ülkelerin, bu yılın sonuna kadar, AB Komisyonu tarafından hazırlanan “Elektrik ve Gaz Yönergesi”ni onaylaması gerekiyor.

Ortak bir enerji politikasının yaratılması konusunda ise farklılıklar sürüyor. Geçtiğimiz Mart ayında toplanan AB Zirvesi’nde önerilen “Avrupa Enerji Ajansı”, bazı üye ülkeler tarafından kabul edilmedi. Ajansın başlıca görevi, AB’nin enerji ihtiyacı ve politikalarını tek elden yönetmek olarak belirleniyor.

“Yeşil Kitapçık”ta, AB’nin enerji sorununu güvenceye almak için üzerinde en çok durulan çözümlerin başında “enerji dış politikası”nın oluşturulması bulunuyor: “İlk adım olarak birlik düzeyinde hangi hedefle bir enerji dış politikası izleneceği ve tek tek ülkeler düzeyinde hangi önlemlerin başarılı olacağı belirlenmeli” (sf. 16) deniyor.

Ayrıca, AB’nin enerji güvenliğini sağlamak için, “komşu ülkeler” olarak tanımlanan Güneydoğu Avrupa ve Magrib ülkeleriyle ikili anlaşmaların yapılmasından söz ediliyor. Türkiye ve Ukrayna’dan, “komşu ülkelerle enerji ortaklığı” çerçevesinde ilişkilerin güvence altına alınmasından bahsediliyor.

AB’nin enerji ihtiyacını karşılayacak başlıca ülkelerden birisinin Rusya olduğu biliniyor. Bundan ötürü de, AB ile Rusya arasında başlayan “stratejik partnerlik”in” temelinde aynı zamanda AB’nin enerji ihtiyacı bulunuyor.

Ama AB, seçeneklerini sadece Rusya ile sınırlamayarak, Kuzey Afrika ülkeleri Tunus ve Cezayir başta olmak üzere, Afrika kıtasına yönelik yeni bir strateji hazırlanması gerektiğini de ifade ediyor. Bu kapsamda, “Avrupa’nın komşusu” konumundaki ülkelere karşı bundan sonra “özel bir siyaset” izlenecek. Yine bu kapsamda, Cezayir ile özel bir ilişkinin kurulmasından söz ediliyor. Aynı kapsamda, AB’ye en çok doğalgaz satan, ancak AB üyesi olmayan Norveç ile de güçlü bağların kurulması öneriliyor.

AB Komisyonu tarafından yapılan tahminlerde, 450 milyon nüfuslu Birlik’in 20-30 yıl içerisinde ihtiyaç duyduğu enerjinin yüzde 70’ı dışarıdan karşılanacak.

 

ALMANYA MERKEZ ÜLKE OLUYOR

AB’nin enerji ihtiyacının karşılanması için bu planlar yapılırken, birliğin en büyük ülkesi konumundaki Almanya, Rusya ile kurduğu stratejik işbirliği sayesinde, Rus doğalgazının dağıtımında giderek kıta çapında merkez ülke konumunda geliyor.

Almanya eski Başbakanı Gerhard Schröder’in Denetleme Kurulu Başkanlığı’na getirildiği Rus-Alman enerji konsorsiyumu Kuzey Avrupa Doğal Gaz Hattı (NEGP), Rusya ile Almanya arasında doğrudan bağlantıyı kuracak önemli bir hat olacak. Yüzde 51’i Rus Gazprom’a, yüzde 49’u Alman enerji tekelleri BASF AG ve E.ON’a ait olan NEGP’in hayata geçirilmesinde, Schröder ile Putin arasındaki özel ilişkinin büyük payı olduğu söylenebilir. Bundan ötürü de, Schröder’in bu tekelde göreve başlaması, iç politikada geniş tartışmalara neden oldu.

1200 km’lik Kuzey Avrupa Doğal Gaz Hattı, St. Petersburg’dan başlayarak, Baltık Denizi’nin altından, hiçbir komşu ülkenin topraklarına girmeden, Almanya’nın Greiswald kentine ulaşıyor.

2010 yılında bu hattın faaliyete geçmesiyle birlikte, şu an AB/Almanya’ya Rusya gazı taşıyan Polonya ve Ukrayna’dan geçen doğalgaz boru hatları stratejik önemini büyük ölçüde yitirecek. Yani NEGP, Almanya ve Rusya’yı dolaysız birbirine bağlayan ilk ve tek doğal gaz hattı olması bakımından, yeni ve stratejik bir özellik taşıyor. Bu, aynı zamanda, başta Ukrayna ve Polonya olmak üzere, Doğu Avrupa ülkelerinde meydana gelecek muhtemel gelişmelerden, Rusya-Almanya enerji ticaretini bağımsızlaştırma hamlesi anlamına geliyor.

NEGP hattının maliyeti, Baltık Denizi’nin altından yapıldığı için, 2-2.4 milyar Euro artmış. Hattın toplam maliyeti 4 milyar Euro. (Süddeutsche Zeitung, 10/11.12)

2010 yılına kadar bitmesi planlanan hattan, ilk etapta, yılda 27.5 milyar metre küp gaz nakledilecek, ve kapasitesi, aşamalı olarak, 55 milyar metre küpe kadar çıkabilecek. Bu durumda, İngiltere’nin de içinde olduğu Kuzey Avrupa ülkeleri, bu hat üzerinden doğalgaz temin edebilecekler. Almanya da, bu hat sayesinde, Rus doğalgazının Kuzey Avrupa’ya dağıtımında kilit ülke konumuna gelecek ve stratejik bir avantaj elde edecek.

Almanya’nın şu anki yıllık ortalama doğal gaz ihtiyacı 85 milyar metre küp ve bunun 35 milyar metre küpünü (yüzde 40) Rusya’dan alıyor. Yapılan bir analize göre, 2001 yılında “AB-15”in ihtiyaç duyduğu yıllık doğal gaz miktarı 418 milyar metre küp idi. Bunun 90 milyar metre küpünü Almanya tüketmiş.

Bütün bunlar, Almanya için, son yıllardaki en büyük enerji atılımlarından biri olan NEGP’nin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Rusya ile enerji ihtiyacı ve dünyanın yeniden biçimlendirilmesi üzerinden “özel ilişki”, Almanya’nın dünya siyasetindeki ağırlığını da artırıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi olmadığı için, ekonomik ağırlığını siyaseten hissettiremeyen Almanya, bunu, AB içerisindeki “stratejik müttefiki” Fransa ve Rusya ile dengelemeye çalışıyor. İran konusunda süren tartışmalarda Almanya’nın da görüşmelere katılması, müdahil olması, bu ilişkiler sayesinde kazandığı ağırlığı bir parça da olsa gösteriyor.

Almanya, ayrıca, ABD’nin “potansiyel rakip” olarak gördüğü Çin ile ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştiriyor. Büyüyen ekonomisinden ötürü enerji ihtiyacı da artan Çin ile Almanya’nın enerji ihtiyacının en önemli kaynaklarını Rusya ve İran oluşturuyor. Kısa bir süre önce bu rekabetin yaratacağı sorunların ilk işaretleri gelmeye de başladı. Rus enerji tekeli Gazprom’un AB dışında yeni müşteriler bulmak istediğini açıklaması, Avrupa’da tepki topladı. Gazprom Yönetim Kurulu Başkanı Alexei Miller, şirketin yeni pazarlara genişleme isteğine Avrupa’nın karşı çıkmamasını isteyerek, Kuzey Amerika ve Çin gibi yeni pazarlara girebileceğini ifade ederek, “Hiçbir AB ülkesi Gasprom’un AB’ye bağımlı olduğu gibi bir yanılgıya düşmemeli. Şirketimizin özellikle Çin ve Latin Amerika pazarlarına daha yeni yöneldiğini biliyorsunuz. Belli konularda anlaşamadığımız durumda, AB’ye yönelik doğalgaz naklini, çok rahat Çin’e veya dünyanın bir başka bölgesine yönlendirebiliriz.” dedi. Miller, özellikle İngiltere’nin tutumunu eleştirirken, “Enerji alanında bize karşı politika yapma yönelimleri, bu politikaları yapanlar için iyi sonuç doğurmaz.” dedi.

İngiliz Hükümeti, Gasprom’un İngiliz doğalgaz şirketi Centrica’yı yutmasına izin vermeyeceklerini açıklamıştı.

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, Miller’in bu açıklamasının, AB’nin enerji konusunda yabancı kaynaklara olan bağımlılığına ilişkin korkusunu doğruladığını açıkladı. Komisyon’un enerjiden sorumlu üyesi Andris Piebalgs’in sözcüsü Ferran Tarradellas Espuny, açıklamanın, “Enerji kaynaklarının ve yollarının çeşitlendirilmesi gerekliliğini ve yabancı kaynaklara ilişkin endişesini doğruladığını” söyledi.

Bu tablo, AB’nin enerji kaynağı açısından bir tek Rusya’ya bağlı kalmak istemediğini gösteriyor. Ancak, çok fazla da seçeneği bulunmuyor. Almanya Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan altı sayfalık “Alman dış politikası açısından enerji güvenliği için tezler”de de, “Enerji paylaşım çatışmaları”nın hızlanacağına dikkat çekiliyor: “Enerji paylaşımı çatışmaları devletler arasındaki kargaşaya kaynaklık edecek. Bundan ötürü de, enerji güvenliği konusu, Almanya’nın dış politikası ve güvenliğiyle ilgili bütün forumlarda ele alınmak zorunda.” deniliyor ve Alman dış politikasının, enerji ihtiyacına bağlı olarak, yeniden düzenlenmesine öncelik verilmesi isteniyor. (Der Spiegel, 9/2006)

Aynı raporda, Almanya’nın, enerji konusunda bir tek Rusya ile kendisini sınırlandırmaması, bunun için de, İran, Mısır ve Suriye doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledecek “Nabucco” doğalgaz boru hattına da önem vermesi isteniyor.

Nisan ayının ilk haftasında Berlin’de yapılan “Enerji Zirvesi”nde, hükümet ve enerji tekelleri, bu sektöre 70 milyon Euro’luk yatırımda bulunması konusunda görüş birliğine vardılar. Önümüzdeki yıl içinde, 2020 yılına kadar Almanya’nın enerji ihtiyacını belirlemek üzere bir rapor yayınlanacak.

 

ALMAN ENERJİ TEKELLERİ PAZARI KAPIYOR

Almanya’ya Rus doğalgazının “transit koridor” kullanılmadan nakledilmesi, önümüzdeki yıllarda Alman enerji tekellerine, diğer ülkelerin enerji tekelleriyle rekabet etmede bir üstünlük getirebilecek. Keza, Alman enerji tekelleri E.on ve Ruhrgaz, Doğu Avrupa ülkelerindeki –tekel durumundaki– enerji şirketlerini de son bir kaç yıl içerisinde yutarak, AB’nin genişlemesinin yarattığı nimetlerden yararlandılar. E.on tekeli, Slovakya’nın SPP, Romanya’nın Distrigaz Nord ve Macaristan’ın MOL tekellerini yutarak, Doğu Avrupa’daki pazar alanını genişletti.

Macaristan şirketini almakla Balkanlar’daki doğalgaz boru hatlarına da ortak olan E.on, 2007’de AB’ye üye olacak Romanya ve Bulgaristan pazarına girmek için de sabırsızlıkla bekliyor. Yine Wintershall adındaki Alman tekelin yan firması, Rusya ve Libya’da doğalgaz pazarına girdi.

Bütün bunlarla birlikte, Alman enerji tekelleri, AB’nin diğer ülkelerindeki enerji tekellerini de yutmak için büyük bir çaba harcıyor. Beş yıl önce Alman elektrik ve gaz piyasasına atılan E.on, geçtiğimiz Şubat ayında, İspanya’nın en büyük enerji tekeli Endesa’ya talip olduğu resmen ilan etti. Ancak İspanya Başbakanı Zapatero, ulusal bakımdan stratejik öneme sahip Endesa’nın E.on tarafından yutulmasına onay vermek istemediğini açıkladı.

İspanya ve Portekiz’deki elektrik piyasasının yüzde 45’ini elinde bulunduran Endesa’nın, Fransa ve İtalya’da da yatırımları var. En önemlisi de, başta Şili, Brezilya ve Arjantin olmak üzere, Latin Amerika’nın birçok ülkesinde en büyük elektrik dağıtımcısı. E.on’un bu ülkelerde bir tek müşterisi yok. Dolayısıyla Endesa, E.on için, Latin Amerika kapılarının açılması, yeni pazar alanlarına ulaşma anlamına geliyor.

Yabancı tekellerin Endesa’yı “düşmanca yutabileceği”nin farkına önceden varan İspanya, geçen yıl ülkenin büyük bankalarını da arkasına alan, Endesa’dan küçük kamu tekeli Gas Natural üzerinden kamulaştırmayı deniyor. Ancak Endesa teklifi yeterli bulmayarak reddediyor. Şubat başında, Almanya ile İspanya arasında yaşanan bu kısa “enerji gerginliği”ne, aynı günlerde, bir de İtalya ile Fransa arasındaki gerginlik eklendi. İtalyan enerji tekeli Enel, yüzde 98.6’sı Fransız Suez’e ait Belçika’daki enerji tekeli Electrabal’ı yutmak istediğini duyurdu. Fransa Başbakanı Villepin de, tıpkı Zapatero gibi, satışa karşı çıkarak, ülkenin iki büyük enerji tekeli Gaz de France (GDF) ile Suez’in, yabancı tekelerce yutulmaması için özel bir yasayla birleştirileceğini açıkladı. Kurulacak GDF/Suez tekeli, E.on’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük enerji tekeli olacak. Şu anda GDP ikinci, Suez beşinci sırada.

AB’nin başka bir ülkesi İngiltere’de de, iki büyük enerji tekeli Scottish Power ve Scottish and Southern Energy’nin birleştirilmesi yeniden gündeme getirildi. E.on, geçen yıl Scottish Power’i yutmak için 16.5 milyar Euro teklifte bulunmuş, ancak kabul edilmemişti.

AB’nin değişik ülkelerine ait enerji tekellerinin rakiplerini yutmak için yaptığı girişimler, “kapitalist küreselleşme” mantığı içerisinde normal görülebilir. Anormal görünen ise, siyasilerin ya da doğru deyişle “ulusal devlet”in “küreselleşme gerçeğine” aykırı davranarak, kendi “ulusal” tekellerini “stratejik önem” gerekçesiyle korumasıdır.

“Ortak bir gelecek” kurma iddiasıyla AB çatısı altında bir araya gelen Avrupa devletlerinin, kendi tekelleri ve mali sermayeleri için, yeri geldiğinde, gerçekten “stratejik öneme” sahip alanlarda korumacılık yaptıkları, her şeyleriyle başka bir devletin denetimi altına girmek istemediklerini açıkça dışa vurdukları bir dönemden geçiyoruz.

Enerji alanındaki gelişmeler, özellikle emperyalist devletlerin, stratejik öneme sahip enerji gibi alanlarda egemenliklerini kısa bir süre içerisinde bir yana bırakmayacağını gösteriyor. En önemlisi de, bu temeldeki çelişkiler, AB içerisinde önümüzdeki dönemde daha da derinleşecek gibi görünüyor.

Bu, aynı zamanda, AB’de, enerji alanında yeniden merkezileşme dalgasının görüleceğini de gösteriyor. Dünya çapında enerji kaynakları ve koridorları üzerinden sürdürülen paylaşım mücadelesinin bir boyutu da, AB içerisindeki enerji tekelleri arasında yaşanacak.

Enerji ihtiyacının merkezinde olduğu “yeniden paylaşım”ın söz konusu olduğu günümüzde, Avrupalı enerji tekelleri arasında yaşananlar, himayeciliğin, önceki döneme göre çok daha belirgin olarak ortaya çıktığını da gösteriyor. Bu bakımdan, emperyalist devletlerin kendi tekellerini himaye etmeye bundan sonra daha sık başvuracağı anlaşılıyor.

 

ENERJİ KAYNAĞI OLARAK İRAN

Yapılan tahminlere göre, AB’nin doğalgaz ihtiyacı, 2000-2020 yılları arasında yüzde 80 artacak. Bu önemli ihtiyacın nasıl karşılanacağı konusunda ise, değişik hesaplar yapılıyor.

Ancak, bütün hesaplamaların gelip dayandığı kaynakların başında Rusya geliyor. Ne var ki, AB, bir tek Rusya seçeneği ile de kendisini sınırlandırmak istemiyor. Şu sıralar Batı tarafından hedef tahtasına konulan İran’a da, AB’nin enerji ihtiyacının karşılanması bakımından önemli görevler biçiliyor. Rusya’dan sonra yüzde 16 ile ikinci büyük doğalgaz rezervlerine sahip İran, aynı zamanda petrol bakımından da dünyanın üçüncü büyük (yüzde 10) rezervlerine sahip. Jeo-stratejik bakımdan da önemli bir noktada bulunan İran’ın dış ticaret hacminin yüzde 40’nın AB ile olması, ayrıca önem kazanıyor. Bu ticaretin önemli bir kısmı ise Almanya ile yapılıyor. Halen 2 bin Alman firması İran’da iş yapıyor. 5 bin Alman firması da İran ile çeşitli ticari ilişkiler sürdürüyor.

İran’ın en büyük doğalgaz yatakları Fransız Total tekeli tarafından işletiliyor. 2004’te ise İngiliz Shell Oil ve İspanyol Repsol tekelleriyle doğalgaz yataklarının işletilmesi için ‘tarihsel öneme sahip’ anlaşmalar imzalandı. Shell Oil, iki doğalgaz platformuna toplam 3.3 milyar Euro yatırımda bulunacak. Bu platformlardan, 2010’dan itibaren ise, Avrupa ve Asya ülkelerine sıvı gaz akıtılmaya başlanacak. (Herman Werle, Junge Welt, 18.01.2005)

Asya’nın yükselen bir diğer gücü olan Hindistan da, enerji bakımından İran’a bağımlı. Indian Oil Comporation (IOC), İran’daki doğalgaz yataklarına bir milyar Dolar’a kadar yatırım yapmayı planladı.

Çin’e gelince, halen petrol ihtiyacının yüzde 13’ünü İran’dan karşılıyor ve Çin’in İran ile yapılmış 100 milyar Dolar’lık enerji anlaşmaları var.

Enerji planları üzerinden bakıldığında, İran’a yönelik tehditlerin ne kadar önemli olduğu görülüyor. Bütün emperyalist ülkeler, petrol ve doğalgaz yatakları bakımından önemli bir yere sahip İran’ı elde etmek için elinden gelen çabayı gösteriyor. İran’ı işgal edecek bir emperyalist gücün, diğer emperyalist güçlere karşı önemli bir üstünlük kazanacağı açıktır. Hele bu güç ABD olursa, bu üstünlük, AB ve Çin’i kendisine bağımlı hale getirmeyi de içerecektir.

 

TÜRKİYE ENERJİ KORİDORU OLUYOR

AB Komisyonu tarafından yayınlanan “Yeşil Kitapçık”ta, enerji ihtiyacının Rusya ve İran üzerinden karşılanmasının planlanması üzerine, “transit ülke olarak” Türkiye’nin önemi bir kez daha öne çıkıyor. Dünyanın yeni enerji haritasında, Türkiye önemli kavşaklardan biri olmaya aday görünüyor.

İran gazıyla, Türkiye üzerinden, Yunanistan ve İtalya’nın doğalgaz ihtiyacını karşılanması öngörülmekte; Güney Avrupa Gaz Ringi Projesi ve Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya Hattı (Nabbucoo) ve 17 Mart 2004’te imzalanan Türkiye-Mısır Doğalgaz Boru Hattı’ndan AB’ye doğalgaz satışı amaçlanmaktadır.

Rus Doğal Gazı’nı, Ukrayna ve diğer Doğu Avrupa sınırlarından geçmeden, Karadeniz altından doğrudan Türkiye’ye ulaştırmayı hedefleyen Mavi Akım, bu özelliği ile, Almanya-Rusya arasında kurulan NEPG’ye benziyor. Mavi Akım’ın tam kapasiteyle çalışmaya başlamasıyla birlikte, Türkiye, doğalgazının yüzde 60’tan fazlasını Rusya’dan sağlamaya başlayacak. Türkiye’nin petrolünün yüzde 20’sini de sağlayan Rusya ile enerji alanında gerçekleştirilen bu işbirliği, özellikle Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığını artırıyor. ABD, daha önce Mavi Akım’dan rahatsız olduğunu açık bir şekilde ifade etmişti.

Hazar Havzası’ndaki petrolü ABD’ye taşımak üzere temeli atılan Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı, dünyanın en büyük petrol boru hattı projesi. 3.6 milyar Dolar’a mal olması beklenen Azerbaycan çıkışlı bu hat, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaşıyor. 2010 yılında devreye girmesi planlanan hattan yılda 50 milyon ton petrol taşınması öngörülüyor. Hatla, ilk aşamada günde 300 bin varil petrol taşınması, 2008’de de, bu rakamın 1 milyon varile çıkarılması hedefleniyor.

Projenin hedefi, başta Azeri petrolü olmak üzere, bölgede üretilecek yıllık yaklaşık 50 milyon ton ham petrolün, Ceyhan üzerinden tankerlerle dünya pazarlarına ulaştırılması.

Türkiye üzerinden geçen en eski petrol boru hattı olan Kerkük-Yumurtalık Hattı, Kuzey Irak petrolünün dünya pazarına sunulmasında önemli. Bu hattan, yılda 70 milyon ton petrol taşınıyor.

Türkiye üzerinden enerji taşıyan bu hatlar, halen tasarım aşamasında olan Samsun-Ceyhan ve Trans-Trakya hatlarıyla birlikte hesaba katıldığında, Türkiye üzerinden, yılda 280-300 milyon ton petrolün dünya piyasasına sürülmesi öngörülüyor.

Eğer, Samsun-Ceyhan Boru Hattı gerçekleşirse, Rusya petrolü, Karadeniz’den tankerlerle Samsun’a taşınacak ve Samsun’dan boru hattı ile Ceyhan’a gönderilecek.

Bu hatlarla taşınanlara, boğazlardan tankerlerle taşınan petrolü de eklediğimizde, miktar, tahmin edilenin çok daha üzerine çıkıyor.

Üzerinden geçen ve/veya geçmesi tasarlanın enerji hatlarıyla bölgesinde önemli bir enerji koridoru olmaya aday görünen Türkiye, yeniden paylaşım sürecinde, bu özelliğiyle oldukça dikkat çekiyor. Yapılan tahminlere göre, 2010 yılına kadar, dünya piyasasına sürülen petrolün yüzde 7’sinin Türkiye üzerinden geçmesi öngörülüyor. Bir petrol ülkesi olmayan Türkiye üzerinden bu kadar petrolün dünya piyasasına sürülmesi oldukça önemli. Ayrı durum, doğalgaz için de geçerli.

Bundan ötürü de, 6 Ekim 2004’te açıklanan İlerleme raporunda, AB Komisyonu, “Enerji bakımından Türkiye’nin AB’ye üyeliği önemli bir jeostratejik boyut haline gelmiştir. Türkiye doğalgaz nakli konusunda AB ile Hazar Havzası arasında önemli bir transit ülkedir. Bu Ortadoğu’dan petrol nakli için de geçerli. Bu bakımdan AB’nin enerji ihtiyacının karşılanmasında Türkiye’nin rolü oldukça artıyor.” vurgusu yapılıyordu. Bundan kastedilen, AB’nin sınırlarının, zengin enerji kaynaklarına yakın bir noktaya kadar gelişmesinden başka bir şey değil.

MÜSİD tarafından bu yılın başında çıkarılan “Enerji Ekonomisi ve Petrolün Geleceği” başlıklı raporda da, bu durum, şu şekilde ifade ediliyor: “Avrupa’nın enerji köprüsü Türkiye, önümüzdeki 10 yıllık süre içerisinde tamamlanması planlanan boru hatları devreye girdiğinde, AB’nin, özellikle doğalgaz için terminali konumuna gelebilir. Gerçekten de Türkiye, petrol ve gaz transit ülke konumunu güçlendirmeyi planlamaktadır. Yapılan projeksiyonlara göre, 2010 yılında dünyada piyasaya sürülecek petrolün yüzde 7’si, yani her 18 varil petrolden 1 varil Türkiye’den geçecektir. Doğalgaz boru hatları ile AB’nin Rusya’nın tekelinde kurtulma kaygısı da, Türkiye’nin geçiş ülkesi olarak önemini ve şansını artıran başka bir faktör olarak belirginleşmektedir.” (MÜSİAD Raporu, sf. 26)

Doğalgaz ve petrol bakımından AB ve ABD için önemli bir transit ülke olmaya başlayan Türkiye, bu konumuyla, her iki güç açısından da “stratejik önem” kazanıyor. Bu, uzun yıllardan beri AB ile ABD arasındaki çatışma koordinatında bulunan Türkiye üzerindeki egemenlik mücadelesinin, bundan sonra çok daha keskinleşeceği anlamına geliyor. AB, şimdilik, AB üyeliği süreciyle Türkiye üzerindeki “stratejik çıkarlarını” hayata geçirmeye çalışıyor. Ancak, dünyadaki paylaşım sürecinin sertleşmesi ve daha net bir cepheleşmeyle birlikte, Türkiye’nin tutum ve konumunun nasıl olacağı önem arz ediyor.

Farklı emperyalist güçlerin, Türkiye üzerinden, enerjiye bağlı olarak kurdukları stratejik hesaplar ortadayken, bu güçlerin, aynı zamanda, Türkiye içerisindeki dengeleri kendi lehlerine çevirme konusunda boş durmayacakları söylenebilir.

Kısacası Doğu’nun enerjisini Batı’ya aktarmada önemli bir geçiş ülkesi haline gelen Türkiye üzerinde emperyalist çelişki ve çatışmaların bundan sonra daha da derinleşmesi, buna bağlı olarak Türkiye’nin iç siyası dengelerinin sarsılması, enerji politikalarına paralel olarak, önümüzdeki yılların önemli bir sorunu olacaktır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’nin köklü sorunlarını kaşıma, buradan hareketle, Türkiye üzerinde egemenliği pekiştirmenin de koşullarını yaratıyor. Özetle, enerji mimarisindeki yeni tablo, Türkiye üzerindeki emperyalist rekabeti daha da sertleştirecektir.

 

SONUÇ

Analizler, raporlar, açıklamalar ve eldeki veriler, içinde bulunduğumuz yüzyılda, enerji politikalarına bağlı olarak önemli gelişmelerin yaşanacağına işaret ediyor. Geride bıraktığımız yüzyılın en önemli enerji kaynağı olan petrolün en büyük yataklarda bile azalma eğilimi göstermesi ve doğalgazın hızla kullanılan enerji kaynağına dönüşmesinin, hem sanayileşmeye hem de uluslararası ilişkilere önemli yansımaları olacaktır. Başka bir deyişle, enerji ihtiyacındaki değişim eğilimi, dünya siyasetine derinlemesine yön verecek gibi görünüyor. Pek çok açıdan, petrole göre daha ucuz ve temiz olan doğalgazı işleyen ve işleten ülkelerin, ekonomilerini avantajlı duruma geçirebileceği söylenebilir.

Çünkü, kapitalist ekonomilerin gelişimi ve buna bağlı olarak rekabetin giderek artması, doğada var olan geleneksel enerji rezervlerinin azalmasına yol açıyor. Tarih, zengin enerji rezervlerini denetim altına almayı başaran emperyalist güçlerin, paylaşım savaşında diğerlerine göre önemli bir avantaja sahip olduğunu/olacağını, enerjiye sahip olmayan emperyalist güçlerin ise, enerjiye sahip olan emperyalist güçlere bağımlı kaldığını/kalacağını gösteriyor. Bundan ötürü, AB, ABD, Çin, Japonya gibi güçler, zengin enerji rezervlerinin olduğu ülkeleri ve transit ülkeleri denetimlerine alma politikasını bundan sonra da sürdüreceklerdir.

Günümüzün yükselen enerji kaynağı doğalgaz bakımından dünyanın en zengin ülkesi görünen Rusya ise, sahip olduğu devasa enerji kaynaklarının da etkisiyle, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünya siyasetinin en önemli aktörlerden biri olmaya aday görünüyor. Enerji kaynakları üzerindeki emperyalist cepheleşmenin merkezinde AB ve Çin’in yanı sıra ve asıl olarak Rusya ve ABD’nin yer aldığını söylemek abartı olmazsa gerek. ABD, dünyanın en büyük enerji rezervlerinin bulunduğu Suudi Arabistan, Irak, Katar, Kuveyt gibi ülkeler üzerinde kurduğu nüfuz ile dünyanın enerji ihtiyacına yön vermeye çalışırken; Rusya, sahip olduğu enerjiyi bir silah olarak kullanmanın avantajına sahip. AB, Çin, Japonya ve diğer Pasifik ülkelerinin enerjide giderek Rusya’ya bağımlı hale gelmesi, dünya siyasetinde dengelerin değişmesinde önemli rol oynayabilir.

Petrol ve doğalgaz rezervleri toplamı bakımından Rusya kadar önemli olan İran’ın, hangi emperyalist güç ya da güçler tarafından denetim altına alınacağı ya da alınamayacağı ise, dünya siyasetindeki dengeler açısından önemli bir değişken durumunda. Bu bakımdan, enerji politikalarına bağlı olarak, İran üzerinden yapılan hesaplar, aynı zamanda içinde bulunduğumuz yüzyılda belirleyici bir karakter taşıyor.

Hızla artan petrol fiyatları ve talebi, ABD için en büyük açmaz olarak görünüyor. Dünyanın sayılı petrol ülkeleri olan İran, Irak, Venezüella ve Nijerya’daki siyasi gelişmeler, ABD’yi oldukça tedirgin ediyor. Dolayısıyla, enerji rezervlerinin olduğu ülkelerle ABD arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, petrole muhtaç ABD ekonomisinin, önümüzdeki on yıllar içerisinde büyük sıkıntılar yaşayabileceği de söylenebilir.

Dünya siyasetinde önemli bir aktör olmak isteyen AB ise, enerji ihtiyacını Rusya ile kurduğu “stratejik işbirliği”ne dayanarak gidermeyi amaçlıyor. Bunu yaparken, kendi içinde ortak bir “enerji politikası” belirlemede ise sıkıntılar yaşıyor. Enerji politikalarının da büyük katkısıyla hızla keskinleşme eğilimi içerisine girmesi beklenen emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çatışmalar dikkate alınırsa, tek tek AB ülkelerinin dünya enerji siyasetine yön vermesi ise beklenmiyor. Bu bakımdan da, özelikle büyük ülkelerin etkisiyle, ortak bir enerji dış politikasının oluşturulması dayatılıyor. Bu politikanın kapsamında, aynı zamanda ulusal enerji pazarlarına hakim olma da bulunduğu için, çelişkilerin öyle kolay giderilmesi beklenmiyor. Kendi içerisinde tam olarak bir birlik olamamanın da etkisiyle, AB’nin, tek başına dünya siyasetine yön vermesi zor görünüyor.

Gelişmeler, enerjiye bağlı olarak yeniden şekillenme sürecinde olan uluslararası ilişkilerde Türkiye’ye yeni bir rol biçildiğini gösteriyor. Jeo-stratejik bakımdan zengin enerji kaynaklarının olduğu ülkelere yakın olmasına bağlı olarak, Türkiye, hızla dünyanın önemli “enerji koridorları”ndan biri haline geliyor. Bu da, Türkiye üzerindeki emperyalist çelişki ve çatışmaların daha da sertleşeceği ve ülkenin bağımsızlığının savunulmasının öneminin artacağı anlamına geliyor.

 


* Bu yazıda emperyalist devletler arasında petrol ve doğalgaza bağlı olarak yaşanan çatışma ve paylaşım hesapları ele alınıyor. Emperyalist devletlerin enerji ihtiyacını karşılamak için, nükleer ve yenilenebilir enerji konusunda birbirleriyle yaptıkları rekabet bu yazının dışında tutulmuştur.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑