ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu “Özgürlükçü Sosyalizm Üzerine Tezler”ini yazdı. On bir tezden oluşuyor. Bir öykünme, bir atıfta bulunma var tabii. 11.’si açık anıştırma.
Ama “tezler”e şöyle bir bakıldığında, akla hiç de Marx ve 11 tezi gelmiyor. Belki Dühring geliyor. Ancak Dühring’den sonra, bu kadar yaşananların üstüne ileri sürülen “tezler”, onunkileri bile geride bırakıyor. Dühring, sonuçta, henüz Marksizmin teorik zaferini sağlamamış olduğu bir dönemin “bilimcisi”ydi. Marksizmle “dışından” ilişkiliydi. “Bilimci” olarak Kozanoğlu ise, tartışılır olsa bile, en azından kendince “içinden” ilişkili Marksizmle. Ve “tezler”ini, Marksizmin teorik zaferini kazanmakla kalmayıp yaşama uygulandığı, olağanüstü kazanımlara kaldıraçlık etmesinin yanında, uygulama içinde bir yandan doğrulandığı, bir yandan da gelişip zenginleştiği koca bir dönemin ardından yazmıştı. Ancak, belirtmek gerek ki, “tezler”in yazılış koşulları, Marksizm zafer koşulları değil; Marksizm üzerine tartışmaları kışkırtan, işçi hareketi ve sosyalizmin yenilgi koşullarıydı.
“Tezler”e göz atılırken, öncelikle yanlış aramaya yöneltici yenilgi koşullarının önemi anlaşılmalıdır. Özellikle tarihin düz mekanik kavranışı ve sınıflar mücadelesinin ürünü olarak anlaşılmayışının problem yaratıcı olduğu bilinmelidir. Aralarındaki karşıtlık ve tarihsel mücadeleyi, nitelik farkını, dayanağı olan proletarya-burjuvazi karşıtlığını görmeden, Lenin, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’u, tümünü, “kiminin hatası az kiminin çok” diye düşünerek, Marksizmin savunucu, geliştirici ve uygulayıcılarından sayarsanız, tümünün bir arada sosyalistliğine ve sosyalizmi hayata geçirdiklerine iman etmişseniz, işiniz zordur. Çöküş ve yenilginin ardından, “problem”i, Marksizm’de görecek ve sosyalizmi sorgulamaya, “nasıl bir sosyalizm”e ihtiyaç olduğunu araştırmaya başlayarak, “yeni sosyalist tezler” yazmaya koyulacaksınız demektir. Ama burada bir başka “problem” oluşmaktadır: Bu “yeni sosyalist tezler” yazılmamakta, aslında okunmaktadır. Siz sınıf karşıtlığını ve sınıflar mücadelesini görüp dikkate almasanız bile, o, kendisini size dayatır. Siz proletaryaya dayanmada, onun çıkarlarını savunmada ve burjuvaziyle hesaplaşmada ısrarlı davranmazsanız, burjuvazinin “yazdıklarını okuyacaksınız” demektir.
***
“Ikra bismirebbikellezi” diye buyrulmuştu.
Tek tanrılı dinlere ve kitaplarına, bu cümleyle başlayan Kur’an’la son verilmişti: “Her şeyi benim adımla oku”! İslam “son hak dini”ydi ve artık “Mehdi” gelecek olsa bile, yeni bir din ve kitap gelmeyecekti.
“Son”, kuşkusuz dinin ve kitabın sonu değildi. Etkileri sürdü, sürüyor. Henüz “din savaşları” bile bitmedi. Ancak etkilerinin hala sürmesi bir yana, idealizmin bu türünün sınırlarına gelindiği de açık. Dinsel olanıyla içiçe geçmiş olsa da, birkaç yüzyıldır, Platon’dan beri gelen bir başka idealizm türü öne çıkıp yayılıyor. Hume’dan Kant’a, Hegel’e gelip dayanan, sonra Berkeley ve zamandaş olanları kucaklayan idealizmin bu türü; başlangıçta sadece uç veren, ama sonra tüm düşünsel biçimleri de etkileyip belirleyerek gelişen moderniteye de daha uygundu.
Bu tür idealizmin, felsefi akım ve ideolojik bir biçimleniş olarak, politikada yalnızca “sağ”a ve “sağcılık”a temel sağladığı, ama “sol” ve “solculuk”un bu etkiden tümüyle azade kaldığı kuşkusuz ileri sürülemez. Hele SB’nin çöküşüyle hegemonyasını pekiştiren neoliberal dalganın, hem dayanaklarını sağlamlaştırmak üzere, hem de sosyalizm karşıtlığıyla yetinmeyerek ve emeğe ve ezilen halklara, tüm dinsel biçimleri de kapsayarak, zamana uydurulmuş hurafecilik, dualizm, ruhçuluğun, yeniden yüceltilen falcılık, para-psikoloji vb.nin yanı sıra, bilinemezcilik, postmodernizm, “akıllı tasarımcılık”, Newton ve Einstein’in ya da tümüyle Newton mekaniği ve görecelilik kuramının karşısına konmuş “Kuantumculuk” vb. yeni biçimleriyle, tüm akılcılığıyla Aydınlanma ve Aydınlanmacılığı hedefe koyarak, dayatılan idealizm, günümüzde geçer akçe ve sağ-“sol” dinlemeyen etkisi küçümsenir gibi değil.
Neoliberaller, SB’nin çöküşüyle kazandıkları “zafer”in üzerinden, işi, “tarihin sonu”nu ilan etmeye kadar vardırmışlardı. “Ezelden beri” değilse bile “ebediyete kadar”dılar! Hem değişiklik olmayacaktı. Hem de nasıl derseler öyleydi! Bu tez ya da saptama, sonradan ortaya atıcısının bizzat kendisi tarafından dahi tartışılır ilan edilse de, “biz söyledik, doğrudur”, “ne dersek öyle” mantığı değişmeden kaldı. Tüm Aydınlanma kazanımları yanlıştı. Ya da açıktan “yanlış” denmeden, sağından solundan tırtıklanmaya, bilimin ve insanlığın kazanımlarıyla çelişen ne varsa, üstelik bilim adına ortaya atılıp, kanıta gerek görülmeden “doğru” sayılıp tartışmasız benimsenmeye başlandı. Hatta “suç” ve “suçluluk” geni bile bulundu. En büyük iktisadi-siyasi-askeri güç olan ABD’nin başkanı G.W. Bush, dünyanın “siyasal patronu” olarak, –kuşkusuz tanrı tarafından– “seçilmişliği”ni açıkladı. İncil’den alıntılarla buyurur ve ABD’yi yönetir ve dünyayı yönetmeye yeltenir oldu.
Dünya, “belirsizlikler” dünyasıydı ya da “aralık”ı bulunursa, içinden çıkılabilecek bir “kaos” halindeydi. Bütün sorun, “doğru seçimi” yapmaktı! Bunu, yarım yüzyıl önce “varoluşçuluk” öngörmüştü. Şimdiyse kaos kuramcıları, daha genel olarak postmodernistler öngörmekteydi. Tüm üretilmiş zenginlikleriyle bugünkü dünyayı yaratan işçi ve emekçiler için, tutunacak, bilinebilir ve gerçek bir “dal” yoktu. Aslında bilimin konusunu teşkil edecek gelişme yasaları olan gerçek karşıtlıklarıyla –ve öyleyse değişebilir– gerçek bir dünya da yoktu. Akılla tasarlanmış, kurgulanmıştı ya da “olmuş bitmiş”ti. “Yazılmıştı”! Ve “yazılmaktaydı”! “Oku”yacaktık. Emeğiyle üretenler, onlar da varsalar eğer, ki olmadıkları, ancak “tüketici” oldukları ve yalnızca sermayenin ürettiği söylenip yazılıyordu, yalnızca “sürü” gibi okuyacaklardı! İsa Mesih, “sürü”nün başında “çoban” olarak gelmemiş miydi zaten!
Öyleyse: “Ikra bismirebbikellezi”! İşçi ve emekçilere düşen sadece buydu. Başlangıçta “Allahın adıyla” okunuyordu. Artık yanı sıra, tekellerin ve emperyalistlerin adıyla, ve asıl, onlar adına okunacaktı. Onların çıkarlarına göre, onların düzeninin selameti için düşünülecek ve davranılacaktı. Eskiden “kadiri mutlak” olan Tanrı’ydı. Şimdi yanı sıra, bir “seçilmiş” olan baş “siyasal patronları” Bush başlarında olmak üzere, tekeller ve emperyalistler “kadiri mutlak”tılar. Onlara şart koşulmazdı. Yenilmezlerdi. Sadece çıkarlarının gerekleri ve söyledikleri yapılırdı! Örnek mi? “Demokrasi”, onların dediğince, dedikleri kadar ve çıkarlarına göreydi. Zaten ancak onlar, “kurar” ve “götürürler”di. “Barış” da öyle: Ancak “Pax Americana” olanaklıydı. Onlarınkinden başka “medeniyet” var sayılmazdı. Geri kalanlarla çatışılacak, tek medeniyet kalacaktı. “Özgürlük” mü? Onlardan daha “özgürlükçü” yoktu! Bütün bombalamaları, yakıp yıkmaları, işgalleri, her türden dayatmaları, “demokrasi”nin yanı sıra “tiranlara karşı” “özgürlük” götürmek içindi! İstenirse, istedikleri gibi ve istedikleri türden “oku”nmasındı, ya onlardan olunurdu ya da karşılarında.
***
“Sosyalizmin çöküşü” ile birleşen ve onun üzerinden yoğunlaşan bu baskı, sadece neoliberalizm ve neoliberal saldırganlıkta ifadesini bulmakla kalmadı. Bütün gerici ideoloji ve politik eğilimleri kendisine bağlamanın yanı sıra ve ötesinde, kuşkusuz “sol” üzerinde de etkili oldu. Geçici olsa da kapitalizmin kazandığı bu zafer –ya da tersten söyleyişle, sosyalizmin aldığı yenilgi–, bu zaferin nesnel temel ve dayanaklarıyla sonuçları, “sol” üzerinde yıkıcı etkiler oluşturdu. Söz konusu olan, göğüslenemediğinde, kararlılığı törpüleyici, kendine güveni zedeleyici, moral çöküntüye götürücü yönleriyle birlikte, dünya görüşüne varıncaya kadar, düşünsel, politik, kültürel vb. öznelliklerin “solcular”ca gözden geçirilmesini dayatıcı bir baskıydı.
Kapitalizm galip gelmişti. İşçi ve komünist hareket kapitalist emperyalizm tarafından püskürtülmüştü. Yenilginin nesnel koşullarının yanı sıra, yenilgi ruh halinin de oluşmasından kaçınmak kolay değildi. Kruşçev modern revizyonizmiyle birlikte örgütsüzleşmeye, örgütleri yozlaşmaya, dağılmaya sevkedilmiş, birikimleri heder edilmiş, kapitalizmle uzlamaya zorlanmış, ileri işçilerden, militanlarından başlayarak yığınsal olarak bilinci bulandırılıp eylemi baltalanmış olan, son aldığı darbeyle de tamamen püskürtülen işçi ve emek hareketi, iyice geriye çekilmiş durumdaydı. Dağınıklık ve durgunluk içindeydi, hatta dibe vurmuştu.
Asıl sorun ise, toparlayıcı, örgütleyici rol oynaması öngörülecek, ama revizyonizme, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine savrulmuş komünist, sosyalist partiler ve onların etkili oldukları sendika yönetimlerindeydi.
İşçi ve emek hareketine yabancılaşma sürecinde ileri mesafeler almış olan bu örgüt ve yönetimlerinin çoğu, sınıfa ihanetlerini tescillediler. Örneğin modern revizyonist TKP kendisini parti olarak feshetti. Önemli bir bölümü, tamamen burjuva partilerine, sosyal demokrat partilere dönüştüler. İkinci Dünya Savaşı koşullarında burjuvazinin izlediği “sosyal devletçi” politikalar çerçevesinde “ücret sendikacılığı”nı benimsemiş sendika yönetimleri, bütünüyle bürokratlaştılar.
Zaten dağınıklığa ve durgunluğa sürüklenmiş işçi hareketi üzerinde, örgütsüzlük ve kafa karıştırıcılığa, yozlaştırıcılığa dönüşmüş bu “örgüt ve bilinç etkeni”nin de katkısıyla, işçi sınıfı (ve emekçiler) ve hareketinin dağınıklık ve eylemsizliği pekişti. Bu durum, neoliberal saldırılar karşısında savunmasız kalmaya, hazırlıksız yakalanmaya ve gerilemeye neden oldu.
Yenilgi ve kapitalizmin zafer sarhoşluğuyla pervasızlaşmasının yarattığı baskı sirayet ediciydi. Teslim alıcı, yozlaştırıcı etkisi, yenilgiden temelden etkilenip, yenilgi ve gerilemenin dolaysız bir etkenine dönüşen, münfesih ya da burjuvaziye tamamen iltihak etmiş “sol”, “sosyalist”, “komünist” partilerle sınırlı kalmadı.
Tarihsel olarak modern revizyonist cephede şekillenmiş ya da revizyonizmle ciddi bağlara sahip olmuş “sol”, “sosyalist”, “komünist” parti ve örgütler, kendilerini bu baskının oluşturduğu olumsuz etkiden koruyamadılar ya da bunda çok zorlandılar. Modern revizyonizm koşullarında örneğin “Avrupa komünizmi”nde karar kılmış İtalyan ve Fransız komünist partileri, bugün, sahip oldukları bütün ilerici değer ve görüşlerini yitirmişlerdir. FKP, bir burjuva partisine dönüşmüş, İKP, tıpkı İspanyol Komünist Partisi gibi, varlığını koruyamamıştır. –Ortak teorik köklerine karşın– tarihsel olarak farklı bir kaynaktan gelen, sonradan modern revizyonizmle birleşmiş iktidardaki Küba Komünist Partisi, bugün anti-emperyalist bir çizgi tutturmayı başarmış haliyle, yine de olumlu bir noktadadır. Benzer durum, anti-emperyalizmi ve sınıfın talepleri ve mücadelesini sahiplenme pozisyonu almış Yunanistan ve Portekiz Komünist Partileri açısından geçerlidir. Ancak geri kalanlar içinde, işçi sınıfı, talepleri ve mücadelesi karşısında az-çok tutarlı bir örgüt bulmak zordur. Bunlara, ülkemizde, eski TKP’nin adını almış, eskiden revizyonist kamp içinde küçük bir grup olan yeni parti de dahildir.
Ancak bundan ibaret değildir. Tarihsel süreçte modern revizyonizmle belirli farklılıklar ve mesafeye, ama dirsek temasına ve ideolojik-politik bağlara sahip parti ve örgütler üzerinde de, sözü edilen baskı ve yenilgi ruh halinin tahribatı önemli olmuştur. Eskinin “orta yolcu”su bu parti ve örgütler, orta yolculuklarının ceremesini çekme durumunda kalmışlardır.
Revizyonizmin çöküşüyle birlikte ilan edilen “tarihin sonu”na, bu sonuncu kategoriden örgütler, genellikle tamamıyla inanıp kapılmamışlardır. Tamamen karşı safa iltihak edip, tam ihanet yoluna girmemişlerdir. Ama onlar da, belirli bir “son” fikrini doğru bulmuş, tamamen olmasa bile, kısmen bir “son”a ikna olmuşlardır: Bundan sonra eskisi gibi olmayacaktır! Karşı safa, tam geçmeseler de, adımlarını atmışlardır.
Çerçeveyi neoliberal “patronlar”, kapitalist emperyalist ideologlar çizmekte ve “benim adımla oku” demektedirler. Kimisi noktası, virgülüne kadar, mutlak uyumla okuma pozisyonu almıştır. Bunlar arasından, örneğin Doğu Avrupa ülkelerinin ismini değiştiren eski Komünist partilerinin eski yöneticileri, partileriyle birlikte, adı da değişen ülkelerini yönetmişlerdir, yönetmektedirler. Kimisiyse, esnek uyumlanma “stratejisi” uygulamıştır. Hala “sol” ve “sosyalizm” söylemini kullanmaya devam etmiştir, etmektedir. Ancak genel çerçeveye uyum tamdır! Örnek, ÖDP’dir: “Sosyalizm”e evet demektedir, ama “özgürlükçü” olacaktır! ÖDP’nin yeni programına yazdığı “özgürlük” ve “özgürlükçülük”ün, ABD’nin Irak ya da başka “tiranlıklar”a götüreceğini ilan ettiği ve götürmekte olduğu “özgürlük” ve “özgürlükçülük” ile aynı karakterde olduğu bilinmelidir. Sınıf karşıtlığı yok olmuş/yok edilmiş türden soyut bir “özgürlükçülük”tür savunulan. Öyleyese burjuva “özgürlükçülük”tür.
“Oku” denmiştir. Okunmaktadır. Yazdıkları konseptlerdir. Temel, değişmeyeceği öngörülen kapitalizmdir, “liberal düzen”dir! Bu değişmez “değişken”, fikri sabit oluşturmakta, fikri sabite temel teşkil etmektedir. Bir kez okuduktan sonra, artık, ÖDP ve benzerlerinin emekçilerin okuması için “yazdıkları”, “yeni yeni” projeler olmaktadır. Sosyalist olmasına hala “sosyalist”tirler; ama “sosyalizm”i getirip dayadıkları yer, “ütopyaları”dır! Proje üretimidir, projeciliktir!
Nitekim, kısa olarak ele alacağımız ÖDP Başkanı H. Kozanoğlu’nun “Özgürlükçü Sosyalizm Üzerine Tezler”inin 4.’sü, “liberalizmin bir tasarım” olduğuna ve 7.’siyse “ütopyamız”a dairdir. Oysa Marx’tan bu yana, liberalizmin bir “tasarım” ve sosyalizmin de bir “ütopya”dan ibaret olmadığı, entelektüellerle sınırlı olmadan, milyonlar ve on milyonlar tarafından sadece bilinip öğrenilmekle kalmamış, hayat tecrübesi oluşturmak üzere, yaşanmıştır. Kozanoğlu’nun şöyle düşündüğü ortadadır: “Yaşanmıştır, ama sonuna da gelinmiştir.” Söylendiği gibidir; bu kategoriden olanlar, “son”u kısmen kabullenmektedirler. Kısmen”lik, “dil”de hala “sosyalizm”in kalışındadır. Ötesinde “son”, sondur, kabul edilmektedir. Eskiden olan, artık geçersiz sayılmaktadır. Bildiğimiz ve milyonların yaşamına girmiş sosyalizm geçersizdir! Yeni projelere gerek duyulmaktadır. “Yeni sosyalist” projeler üretilmektedir!
Devam etmeden, bir konuya değinmekte yarar var ki, bu ÖDP’nin verdiği görüntü ile ilgilidir. Bir yandan “sol” ve “sosyalist” söylemi sürdüren ÖDP’nin, diğer yandan kapitalist “çerçeve”ye “uyum tamlığı” ya da “özgürlükçülük”ünün kapitalist-burjuva içeriği, yalnızca bizim gibi Marksizm-Leninizmi hareket noktası edinenlerin değil, ama burjuva cephede yer aldıklarını ilan etmiş olanların da dikkatini çekmektedir. Görüşleri ve eyleminin içeriğinden yansıyan ÖDP’nin görüntüsü, sosyal-demokrat nitelikli görüş, yaklaşım ve tutum sahipleri açısından davetkar niteliklidir. Nitekim, DİSK’in açtığı “sol ve iktidar” tartışmaları üzerinden gündeme getirilen “yeni sol parti” girişimcilerinin başında yer alanlardan Prof. Burhan Şenatalar, tanımladığı “kolektivizmi reddeden, piyasa ekonomisine sahip çıkan” bir sol parti örgütlenmesi içinde ÖDP’ye de yer açmakta, onu tasarımlarına aykırı görmemektedir. ÖDP Başkanı olarak H. Kozanoğlu’nun, Şenatalar’a yanıt verip, ÖDP’nin onun sandığı türden bir parti olmadığını anlatmaya çalışması acı vericidir, ancak bu “tartışma”nın kendisi de kuşkusuz bir anlam yüklüdür.
***
“Yeni sosyalist projeler” üretme tezler yazma ya da aynı anlama gelmek üzere “adıyla okuma” ihtiyacına dönersek…
“Eski” sosyalizm, Troçkistlere göre “bürokratik”tir, SSCB, bir “bürokratik işçi devleti” olmaktan öteye gidememiştir! “Eski” sosyalizm; Kruşçev ve ardından gelenlerin revizyonizmiyle ayırdedilmeden ve revizyonizmin şahsında, pratiğinin, Marksist öğretiyle, Leninist teoriyle uyuşturulamaz ve açıklanamaz temel aykırıklıklarının farkında olan revizyonistler tarafından ise, “reel sosyalizm” olarak tanımlanmıştır!
“Bürokratizm” ve “bürokratik sosyalizm”, “bürokratik işçi devleti” suçlaması eskidir. Kökü, Troçkizmle tartışmanın yapıldığı ’20’li, ’30’lu yıllara gider. Bir çarpıtma olmasının yanında yine suçlayıcı içerikli olan “reel sosyalizm” kavramı ise, daha yenidir.
Birincisinin teorik ve pratik hasmı Stalin’dir. Troçki ve peşinden gidenler, Stalin’i suçlamışlar, onun adıyla anılan yaklaşım ve politikaların yanlışlığını ileri sürmüşler; ancak sosyalizmi ve sosyalist devletin “işçi” niteliğini yok sayamamışlardır. Böylelikle ortaya, hem “bürokratik” hem “sosyalist” olan bir garabet çıkarmışlardır. Burjuva karakterde olmayan, tersine işçi karakterli, öyleyse burjuva diktatörlüğü değil, bir proletarya diktatörlüğü devleti, ama “bürokrat” bir devlet icad etmek de, onların şanı olmuştur.
İkincisi olan “reel sosyalizm” tezinin de başlangıçtaki hasmı, teori ve pratik bakımdan Stalin olmuştur. Gariptir, ama böyledir. Kruşçev ve Brejnev dönemlerinin, ardından gelen çöküşün örgütlenmesi olan Gorbaçov döneminin sosyalizmle bir ilgisi kurulamayan yaklaşım, politika ve uygulamalarından hareketle, bunlar, doğrudan ya da sonuçlar olarak kendisine mal edilerek, Stalin suçlanmıştır. İlk başta, Kruşçev tarafından yanlışları düzeltilmeye çalışılıyor düşüncesiyle ve sonra, Kruşçev’in yaklaşım ve uygulamaları açıklanamaz oldukça böyle olmadığı anlaşılsa da, girilen yoldan dönülmeyerek/dönülemeyerek, gerek eleştirel biçimde, Kruşçev’i deviren Brejnev’e teorik ve pratik temel sağladığı için, gerekse tersten, Brejnev’in sosyalizmle açıklanamaz politika ve uygulamalarını aklamak üzere, suçlanan, Stalin olmuştur. Bunda, “Soğuk Savaş” olarak yoğunlaştırılan kapitalist emperyalist saldırının, ideolojik ve politik olarak, “mızrağın sivri ucu”nu Stalin’e yöneltmesinin, “daraltılmış hedef”ine Stalin’i oturtmasının kuşkusuz ciddi payı olmuştur. Kısacası, başından beri “adıyla oku”nmaktadır! Stalin’le Kruşçev ve Brejnev’in –kuşkusuz Gorboçov’un da– teori ve pratiğinin uyuşmazlık ve karşıtlığı, birbirine düşman sınıf karakterleri ayırdedilmediğinde, hatta Brejnev örneğin “Stalinist”likle eleştirildiğinde, varılacak nokta, tarihi yapmak olamaz, ama yazılanları okumak olabilirdi. Bu yaklaşımla, ancak sosyalizmde hata aranmakla başlanıp, öncelikle eleştirilmesine girişilen uygulamasından ve ardından da yolgösterici öğretisinden, Marksizmden kopmak kaçınılmazlaşırdı.
Başlangıçtaki iddia, Stalin’in yaklaşım ve uygulamalarının Marksist teori ile bağdaşmadığı, Marx’ın teoride öngörüp Lenin’in geliştirdikleriyle Stalin’in pratiği ve bu pratiğe yön veren politikaların uyuşmazlık halinde olduğuydu. Teori Marx’ındı. Onun teorisiyle uyuşmadığı ileri sürülen, ancak buna karşın “sosyalist” içeriği reddedilmeyip benimsenen uygulamaya ise, pratikte “varolan”, “yaşanan”, “gerçek” anlamına gelmek üzere “reel sosyalizm” dendi. Sosyalizm üzerine yeni tezler geliştirilmesi girişimlerinin kaynağı, işte bu garabet “reel sosyalizm” tanımı oldu. Kruşçev’den sonra kullanılmaya başlanan bu kavram, Brejnev ve sonrasında da kullanılmaya devam edildi. Ancak tarihsel gelişme serüveni, “ne kuş ne deve” olan ve bir açmazı ifade eden bu kavramın gerçek içeriğini ele vericiydi: Stalin’i hedefe koyarak yola koyulan “reel sosyalizm” tanımlamasının geliştirici ve yandaşları, bu noktada kararlı duramadılar. Emperyalist kapitalistler ve varlıkları onlara bağlanan revizyonistler, ileri adımlar atıp mevziler tuttukça, ilerledikçe, tanımlarını da içerik olarak ilerlettiler. Hedeflerini Stalin’e daraltmakla yetinmez oldular ve ilk elde Lenin ve Leninizmi kapsamak üzere, genişlettiler. Bir kez “adıyla okuma”ya girişmişlerdi. Devam ettiler. Örneğin yazımızın konusunu oluşturan ÖDP’nin kuruluş dönemi, “çöküş”ün ertesine denk geliyordu ve o yıllara kadar, oldukça ilerlenmişti. ÖDP, daha kurulurken tartıştığı bu sorunu “çözümleyerek”, “kuruluş”unu, anti-Stalinizm’e dayandırdı. “Buyurgan” “kumanda ekonomisi”ni eleştiriyor, “bürokratizm”e, “bürokratik devletçilik”e veryansın ediyordu. Ama bununla kalmadığını herkes biliyor. ÖDP’nin parti olarak varlığı, aynı zamanda Leninizm eleştirisiydi: ÖDP, “Leninist parti” olmadığı gibi, “Leninist parti modeli”ni eleştiriyordu. Leninizmle tam karşıtlık halinde olan politik çoğulculuğu ve demokratizmi savunduğu kadar, çok-kanatlı, hizipli bir parti olarak örgütlenmişti ve parti-içi gruplara özgürlük savunucusuydu. ÖDP, “reel sosyalizm” hareket noktasından, Stalin karşıtı olmakla kalınamadığı/kalınamayacağı, ama Lenin karşıtlığına ilerlemenin kaçınılmazlığının örneğiydi. ÖDP, M. A. Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizmi”ne kadar ilerlemişti! Zaten “özgürlükçü sosyalizm” nüanslar bir yana, bundan başkası değildi.
Bu “ilerleyiş” ya da gerileme, kimilerince Marx karşıtlığına kadar vardırıldı. Stalin’e hiç gösterilmeyen, Lenin’e azçok gösterilen “hoşgörü” alanı, Marx’a daha geniş tutuluyor; örneğin açıktan inkarcılıktan kaçınılarak, Marksist teori, “genç Marx”-“olgun Marx” türü ayrımlar üzerinden sağından-solundan çekiştirilip tırtıklanıyor, Lenin’in dediği gibi, Marx, “zararsız bir ikon” haline dönüştürülürken, öğretileri ve asıl olarak da Marksisit öğretinin devrimci özü “müzelik” sayılıyordu. Buradan, örneğin “proletarya diktatörlüğü” öğretisini sanki hiç geliştirip savunmamış bir “sivil toplumcu” Marx bile türetildi ki, ÖDP’nin de bundan tümüyle muaf olmadığı söylenmelidir.
“Özgürlükçü sosyalizm” üzerine tezler yazma ya da zaten yazılmış olanları “okuma” ihtiyacının çerçevesi ve kapsamı, buradan, belirlenmektedir. Ayırdedici ve belirleyici olan, revizyonist içerikli “reel sosyalizm” tezi ve varsaydığı tanımlamanın benimsenmesidir.
***
Somut olarak “tezler”e gelirsek…
“Tez 1: Günümüzün emperyalizmi bir siyasi egemenlik biçimidir. (Topraklar üzerinde doğrudan denetim, piyasaların denetimi; borçlandırma mekanizmaları, enerji kaynaklarının kontrolu, bilimsel ve teknolojik egemenlik, kültürel hegemonya karşısında ikinci planda kalır.)” [Birgün, 01.01.2006, abç.]
Burada bir tez mi yazılmaktadır? Yoksa okunmakta mıdır? Bu, “Lexus ve Zeytin Dalı” isimli kitabında Friedman’ın ileri sürdüğü başlıca görüş değil midir? “Kültürel çok kimliklilik” sorununu da çözen emperyalizmin artık sorunsuzluğu üzerinde dururken, Freidman, anlaşılmaktadır ki, “emperyalizme karşıt” tezlere de hayat suyu olmuştur!
Üstelik, bu “okuma”, aynı türden başka bir okumadan derlendiği için “yeni” de değildir. Benzeri okumayı yapan ilk okuyuculardan en tanınmışı Kautsky’dir. Lenin’in bir kitabına ismini koyduran Kautsky, “siyasi egemenlik” tezini ileri sürerek, sunduğu yasal, parlamenter vb. olanaklarla tüm türdeşleriyle birlikte Kautsky’i de kuşatıp teslim alan, kendi çıkarlarını ve mevcut kapitalist düzenin önünde diz çöktürücü içeriğiyle çizdiği çerçeveyi dayatan kapitalist emperyalist burjuvazinin yazdıklarını okumaktan başka ne yapmıştı ki, şimdi aynı tezi “yeni tez” olarak ortaya atan Kozanoğlu, farklı davranıyor olsun? Birinci “tezi”yle Kozanoğlu, Kautskist “emperyalizm teorisi”ni tekrarlamakta ve pratik olarak da hızla onun pozisyonuna savrulmaktadır.
Kautsky’nin tanımı şöyleydi: “Emperyalizm, büyük ölçüde gelişmiş sınai kapitalizmin ürünüdür. Onu, sanayileşmiş her kapitalist ulusun, gittikçe daha geniş tarım bölgelerini, bu bölgelerde hangi uluslar oturursa otursun, ilhak etmek ya da egemenliği altına almak olarak da tanımlayabiliriz.” [Kautsky, Die Neue Zeit; Aktaran Lenin, Emperyalizm, sf. 109] Şimdi enerji ve geçiş yolları üzerinde egemenlik kurmanın, enerji bölgelerini siyasal egemenlik altına almanın, eskiden olduğu gibi tarım bölgelerini egemenlik altına almaktan çok daha fazla önem kazandığı koşullarda, H. Kozanoğlu’na göre, Kautsky’nin tanımının tek değişmesi gereken yönü, herhalde “tarım bölgeleri”ne ilişkin bölümüdür! Kautsky’nin de, Kozanoğlu’nun da “emperyalizmi”, “bir siyasi egemenlik biçimi”! Karşılarındaysa, Lenin, “asıl olan şu ki, Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali sermayeci ‘tercih edilmiş’ bir politika olduğunu ileri sürmekte; ve bu politikanın karışısına, güya olanaklı görünen ve gene mali sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikasını çıkarmaktadır.” [Emperyalizm, sf. 112] demektedir.
Her şey çok somuttur. Kimse kendisini “en akıllı” sanmamalıdır. “Yeni” olduğu ileri sürüldüğünde, herhangi şey yeni olmamaktadır! “Tez” ne yenidir ne de orijinaldir. Ve daha ilk “özgürlükçü” tezde, yazma değil, ama okuma durumunda olunduğu olanca açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Ve “yeni” ya da eski olması bir yana, bu nasıl mantıktır? Bu nasıl Marksistliktir? Marksizmin iktisatla siyaset, altyapı ile üst yapı arasındaki ilişkiye yaklaşımı bilinmez değilken, nasıl “kültürel hegamonya” birincil ilan edilebilir? Ya da Marksizmin madde ile bilinç arasındaki ilişkiye yaklaşımı nasıl bunca tersine çevrilebilir? Bilinç mi birincil veridir? Daha ilk adım ya da “tez”de, Marksizmin en temel tezlerine rahmet okunduğu bellidir. “Yeni sosyalizm” arayışının hiç hayırlı olmadığı açıktır.
Ama bu “tez” gerekli olmuştur. Bu “tez”le, “siyasi egemenlik” olarak tanımlanan emperyalizme karşı, salt siyasal itirazların yeterli görüleceği ve örneğin kuru bir demokratizmin savunulmasıyla yetinileceği; tekellere, mali sermaye ve egemenliğine, iktisadi dikte ve elkoymalara, “piyasa”nın teslim alıcılığı ve egemenliğine karşı çıkmanın öneminden kaybedeceği kolaylıkla anlaşılır. Bu “tez”, zaten bu nedenle gerekli sayılmış ve üretilmiş ya da okunmuştur: Başka türlü, tekelci egemenliğe ses çıkarmadan, “Tekellerin Avrupası”na “Emeğin Avrupası” adına sözde müdahil olma, gerçekteyse iltihak etme ve bir yer edinme çabası nasıl açıklanacak ve meşrulaşacaktır? Lenin, emperyalizmi siyasete, siyasal egemenlik biçimine indirgeyen Kautsky’ninki türünden “çıkış noktasında, çağdaş kapitalizmini temel özelliğini, yani tekelleri görmezden gelmekte”olan görüş ve yaklaşımların “kötülüğü maskelemeye” yaradığını ve “daima emperyalizmin savunusu olmak eğilimini taşımakta” [Age, sf.101] olduğunu çok önceden belirtmiştir.
***
Aslında devam etmek bizce artık gerekli değildir. Ama –bir tezde dil sürtçmüş olabilir türünden gerekçelerle– en azından haksızlık edildiği düşüncesi oluşmaması bakımından herhalde eleştiriyi sürdürmeliyiz.
“Tez 2: Irak işgali ABD’nin eşit sömürme özgürlüğüne müdahalesidir. (Askeri gücüyle AB’nin ve Japonya’nın önünde bulunan ABD artık liberal enternasyonalizmle yetinmemekte, ‘eşitler arasında birinci’ olduğunu ilan etmekte sakınca görmemektedir.)” [Agy.]
Bu ikinci “tez”, birinci “tez”in devamıdır ve onunla aynı içeriğe sahiptir. Atılmış adım sürdürülmektedir. Karşı çıkılıp eleştiri konusu edilen, “siyasal zor”, “müdahale” ya da Kautsky’ninki türünden “ilhak eğilimi”dir, emperyalizmin “siyasal egemenlik biçimi”dir! Kozanoğlu, örneğin Negri ile de aynı platformda konuşmakta ya da okumaktadır: “İmparatorluk”a varılmıştır; emeğin, emek süreçlerinin, işçi sınıfının vb. niteliğinin değişmesi türünden tartışmaları bir yana, emperyalizmin niteliği değişmiştir! Emperyalizmin niteliğine ilişkin değişiklik “tezleri”yle Negri’den, nerede ayrılmaktadır Kozanoğlu? “Anayasal” çözümler önererek, emperyalizm savunuculuğu zemininde belirli bir “demokratik” eleştirellik düzeyi tutturma uğraşındaki Habermas gibi, Negri de, demokratizm yanlısıdır. Ama işte ikisi de, bize, emperyalizmi savunmakta ve “kabul edilebilir” “demokratik biçimleri” ile emperyalizmi kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Kozanoğlu? Onun farkı nerededir?
“Eşit sömürme özgürlüğü” gibi orijinal ifadeler kullanmaktadır. Irak işgali, emperyalistler arası “eşitlik”e karşıymış! Ne demekse, “liberal enternasyonalizm”le yetinmeyen ABD, önceden değil, ama işgalle –Kautsky’nin ilhak eğilimi üzerine oturttuğu tanım ve tutumu hatırlansın– “eşitler arasında birinci” olduğunu ilan etmişmiş! Yanisi şöyle: Irak işgali öncesi emperyalistler birbirleriyle “eşit”tirler, “eşit sömürme özgürlükleri”ne saygılıdırlar, aralarındaki ilişkiler herhalde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilişkisi olmalıdır! ABD; silahı çekince, halklarla arasının bozulmasının ötesinde, emperyalistlerin de arası bozulmuştur… “Şiddete, silahlı faaliyete, işgal ve ilhaka yönelmeyen emperyalizm iyidir” okuması yapılıp yapılmadığı tartışması bir yana, bu ikinci “tez” ile, işgal öncesi emperyalistler arası ilişkilerin “eşitlik” ilişkisi olduğu açıkça ileri sürülmektedir.
Kautsky, gelecekte “ultra-emperyalizm”i olanaklı görüyordu. Bu, “uluslararası ölçüde birleşmiş mali sermayeyle ‘yeryüzünün hep birlikte, ortaklaşa sömürüleceği’ bir evre” olacaktı. [Emperyalizm, sf.113]
Peki bu ikinci “tez” farklı bir şey mi söylüyor? Tamamen dayanıklı çıkmasa bile, “ultra-emperyalizm”in, Irak işgaline kadar yaşam bulduğunu ileri sürmemekte midir bu “tez”? Başlangıç tarihi verilmemektedir, ama her halde bir “tez”den bu kadar dört başı mamur olması beklenmemelidir. Herhalde İkinci dünya Savaşı sonrası başlamış olmalıdır! Ya da buna yakın bir tarihte!
Zamanlamaya dair “spekülasyonu” bir yana bırakalım. İçerik nedir? Irak işgaliyle başlayan nedir? Emperyalistler arası “eşit”liğin bozulması.. ABD’nin bu “eşitlik”i bozma yönünde müdahalesinin ortadan kaldırdığı, eski “eşitler arası” ilişkidir. Bu, birinci “tez”le “siyasal egemenlik biçimi” ilan edilerek temel özelliğinin anlaşılamamış olduğu ortaya konan emperyalizmin niteliğinin, hiç kavranamadığının ilanı olmaktadır.
Emperyalizm, eşitlik fikri ve pratiğiyle bağdaşır bir kategori değildir. Bundan tamamen kopuştur. Piyasa da eşitlik tanımazdı, ancak piyasa yine de “fırsat eşitliği” demekti. Ama emperyalizm, her şeyden önce ve temel özelliği itibariyle tekellerdir, tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Bu, salt bir siyasal egemenlik olmadığı gibi, emperyalist siyasete de yön veren iktisadi temel, tekeldir. Ama tekel “eşitlik” ile tümden çelişir. Tekel dikte etme, dayatma, zorla kabul ettirme demektir. Bu, yalnızca tekellerle halk arasındaki ilişki bakımından değil, ama tekeller arasındaki ilişki bakımından da geçerlidir. Tekeller arasındaki ilişkinin tek belirleyeni, tek ölçütü vardır: Güç. Ancak bu “güç”ün, ikinci “tez”in yaptığı gibi, “askeri güç” olarak anlaşılması; bir yandan içeriği atlayıp biçime önem vererek, ikincil sorunları yüceltmek ve değerlendirmenin temeli yapmak, diğer yandan da “barışçı” olan iktisadi gücü, sermayenin gücünü ve dolayısıyla sermayeyi, tekeller ve mali sermayeyi güçten saymamak ya da “eşitlik”in dayanağı varsaymak anlamına gelecektir.
Tekeller arasındaki ilişki hasımlık ve rekabet ilişkisidir. Rakip tekeller, fabrika ve işletmeleri, giderek işkollarını, hammadde kaynaklarını ve pazarları, ülkeleri… paylaşırlar. Dünyayı paylaşırlar. Güce dayalı olarak paylaşırlar. “Eşit” paylaşım yoktur. “Eşit sömürü özgürlüğü” yoktur. Bu paylaşım, bazan barışçı yöntemlerle, bazan da işgalleri, savaşı vb. kapsayan askeri yöntemlerin de gündeme alınmasıyla sürer, süreklidir. İster askeri, ister barışçı olsun, paylaşım, güce dayalıdır ve asıl olan budur. Birbirine güç dayatılır. Ve zaten “savaş, politikanın başka araçlarla devamı”ndan başka şey değildir.
Kozanoğlu, o denli Kautsky ve benzerlerinden miras bir metin okumaktadır ya da bugün okunması istenip dayatılan, o denli Kautskist mirasla çakışmaktadır (sürekli yeni icadlarda bulunmak zorun ötesinde olanaksızdır) ki, Lenin’in yazdıkları sanki Kozanoğlu’na karşı yazılmış gibidir:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin varolduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi sözkonusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi , yoksa ekonomik-olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin piçbir temel kanıyı değiştiremeyecek ikincil bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için yine barışçı olmayacak) biçimileri sorununu koymak, bir sofist gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” [Age, sf. 90-91]
Irak’a barış, özgürlük, demokrasi ve uygarlık götürdükleri iddiası emperyalistlerindir. Ve bir böyle “okuyanlar” vardır. Ertuğrul Özkök örneğin, bu tür bir okuyucudur. Bir de Habermas ve Kozanoğlu türü “okuyucular” vardır. Barışçı paylaşıma ağıt yakarlar, bu tür demokratizm yandaşlarıdırlar. Bu “öykü”nün yazarı da emperyalistlerdir.
***
Bütünlüğü gözeterek, “3. Tez”i sonraya bırakıp, 4.’süne bakıyoruz:
“Tez 4: Neo-liberalizm her türlü eşitsizliği yeniden üreten bir tasarımdır. (Neo-liberalizmin tüm kurgusu, uluslararası sermayenin hayrına, insanlığın zararına düşük büyüme, yaygın işsizlik ve toplumsal dışlanma, sosyal devletin gerilemesi ve sıklaşan krizlerle her türlü eşitsizliğe kapı aralar.)”
Bu 4. “tez”, 1. ve 2. “tezler”in tamamen devamı niteliğindedir. “1. Tez”in “siyaset”çi tutumu ve “2. Tez”in “işgal öncesi eşitlikçilik”inden iktidadi-sosyal alana geçtiğinde, Kozanoğlu, tekeller ve tekelciliğin, ama barışçı tekelciliğin kabullenicisi tutumunu sürdürmektedir. “Kötülükler”in, bir “tasarım” olmaya indirgediği neo-liberalizme özgü olduğu düşüncesindedir ya da böyle okumaktadır. Kapitalizmin olumsuz sonuçları ve yol arkadaşlarının, yalnızca neo-liberalizme mal edilmesinin herhalde başka açıklaması yoktur. “Her türlü eşitsizliği yeniden üreten”, bizim bildiğimiz, kapitalizmdir. Örneğin yaygın işsizlik ya da “yedek işçi ordusu”, kapitalizme özgü diye bilinir ve Marx tarafından da öyle açıklanmıştır. Ya da “toplumsal dışlanma”.. Marx’ın yabancılaşma eleştirisi neydi ki? Yine kapitalizmin krizlerinin sıklaşması, daha Marx tarafından saptanmıştır. Bilinen, eşitsizliği üretenin kapitalizm olduğudur. Tekeller ve mali sermaye egemenliği, ancak eşitsizliği derinleştirici rol oynamaktadır, oynamıştır. Neoliberalizmin rolü ya da eşitlik ve eşitsizlik ile ilişkisi de, eşitsizliğin daha da derinleştiricisi olmaktır. Eşitsizliğin kaynağı, kesinlikle “neoliberal tasarım” değildir, ama kapitalizmdir. Eşitsizliği üreten kapitalizm, eşitsizlik üzerine kuruludur. “4. Tez” bir felakettir: “..her türlü eşitsizliğe kapı aralayan”ın neoliberalizm olduğu fikri, bu eğilimden arındırıldığında, kapitalizmin olduğu kadar tekelci kapitalizmin, tekeller ve mali sermaye egemenliğinin savunulması ile eş anlamlıdır. Okumacılık, ancak neoliberalizm karşıtlığına izin vermektedir!
1. ve 2. “Tez” ile bu 4.’nün ilişikisi, “hedef daraltma” ortak paydası yanında, projeci kavrayıştadır. “Tezler”, hareket noktası olarak nesneli almamaktadır, siyasal zemine eğilim göstermekte; nesnellikten koparılmış siyaset ise, kurguculuktan ve çözümü projelerde aramaktan başkası olamamaktadır. Nesnel olan kapitalizmdir. Neoliberal uygulamaların kendisi de nesneldir. Ancak “tez”, neoliberalizme, uygulamalara yön veren politika düzeyinde yaklaşmakta ve zaten “bir tasarım”dan söz etmektedir. Karşı tarafta nesnel olan kalmamaktadır: Emperyalizm, siyasal egemenlik biçimidir; işgal, siyasal-askeri süreç olarak, eşitsizlik gidericidir; ve son olarak, neoliberal tasarım/politika kötü ve eşitsizliğe kapı açıcıdır! Öyleyse ilk üç “tez”den, “bizim” tarafın da, nesnelliği olmayan, siyasal aktörlerden oluşacağını çıkarmak mümkündür. Yapılması gerekenin de, bu aktörlerin eline ideal bir “proje” vermek olduğu anlaşılacaktır! Buraya kadar ileri sürülmüş olanlardan, “tezler”in ayırdedici ortak yanının; salt siyasal zemine kayış ve asıl karşıtlık zeminini kaybetme ya da örtme olduğu söylenmelidir. Bu güncel “okuma”nın temel bir içeriği durumundadır: Sırtını, nesnel sınıfsal olana dönme, sınıf mücadelesinden, işçi sınıfından uzak durma.
***
“3. Tez” tahmin edileceği türdendir:
“Tez 3: Alternatif Küreselleşme 21. Yüzyıl sistem karşıtı direnişlerin en önemli dinamiğidir. (Kapitalist küreselleşmeye karşı, bir yandan evrensel barış adına savaşlara karşı çıkan, öte yandan kaynakların adil paylaşımı halinde ‘başka bir dünyanın’ mümkün olduğuna inanan güçlerin direnişi önümüzdeki döneme de damgasını vuracaktır.)”
“Ütopya” sahibi ve “ütopik sosyalistler”den çok, Dühring türünden kurgucu okumacılık, işte, “4. Tez” eleştirilirken son söylenen noktadadır: Zerrece nesnelliğe dayanmamakta ve zerrece ondan güç almaya yönelmemektedir. Siyasal güçler ve onların “yüzer-gezer” olduğu ya da “uçuştuğu” bir “düzlem”dedir.
“Küreselleşme”ye, ne olup olmadığına bu yazıda girecek değiliz. Ama “küreselleşme” ile yetinmeyen “tez” yazar ya da okuyucuları, “altarnatif küreselleşme”yi de çoktan ilan etmişlerdir; hem de, açıklaması parantez içinde verilen, nesnellikle ilgisiz “yüzer-gezer” “güçler”inin, “sistem karşıtı direnişlerin en önemli dinamiği” olduğu iddiasında bulunarak!
Ne demektir “alternatif küreselleşme”? Nesnelliği var mıdır? Hayır! Kapitalizmin bilinen ve üzerine kurulu olduğu, sürekli çatışan güçleri; nesnel kapitalizmin nesnel sınıfsal güç ve karşıtlıkları yoktur! Ya da “vardır” da “inananlar”dan falan biridirler, ama asıl dinamik değildirler. Zaten karar verici mücadele, sınıf mücadelesi olmaktan çıkmıştır; tarih, sınıf mücadeleleri tarihi değildir artık!
“Kapitalist küreselleşmeye karşı” güçler.. “Küreselleşme karşıtları”.. Ama işte bu söylem, zeminin kaydığının, kaydırıldığının resmidir!
Yani kimler? “Savaşlara karşı çıkan” ve “başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan güçler”… Bunlar, nesnel sınıf güçleri değildir; “inanan”, “karşı çıkan” vb. “bilinçli” ya da politik olarak ifade edilebilecek, “projelendirilmiş” güçlerdir. Ancak “sistem karşıtlığı” “küreselleşme karşıtlığı”na indirgenemeyeceği gibi; “sistem”, “küreselleşme” varsayılamaz ve sistem karşıtı güçler, politikleşmesi zorunlu, ancak politika alanına sığmayacak, nesnel sınıfsal güçler dışında aranamaz. Arandığında ve bulunduğu sanıldığında, bu güçlerle, sistem karşıtlığı yapılamaz. Ama zaten bütün bu çaba, bütün bu okuma, “sestem karşıtlığı”ndan kurtulmak içindir. Neden açıkça kapitalist sisitemin emek-sermaye, burjuvazi-proletarya karşıtlığı üzerine kurulu olmadığı söylenmez?! Bu açıklık kuşkusuz zordur!
Yine de, belki de, en çok bu “3. Tez”de, Negri ve “çokluk”uyla özdeşlik, tüm “İmparatorluk” okuyucularınca onaylanacak açıklıkta kurulmaktadır. İşçi sınıfı değil, diğer emekçi sınıf ve tabakalar değil, karşılarında burjuvazi de değil.. Karşıda “küreselleşme”. Ve karşısında “alternatif küreselleşmeciler”. Çok kültürlü, çok kimlikli, şöyle inanan, böyle savunan, belirli fabrika ve işletmelerde, köy ya da mahallelerde yerleşik ve örgütlü olmayan, sendikalar vb. türü örgütlere de sahip olmayan, kendi başlarına ve değişik ve değişken “aidiyetli” “güçler”! İşte bunlar, tam da “yüzer-gezer” güçlerdir! İstikrarlı değillerdir, çünkü kapitalizmin dayattığı örgütlülükten de yoksundurlar, kapitalizm karşıtı olarak örgütlenme imkanları da reddedilmektedir! “Tez”in yaptığı, kurguculuk ve bilinçleri çarpıtılmaya çalışılan “bilinçli azınlık”ı asıl güç diye ileriye sürmektedir.
Bu “tez”de, kapitalizmin de reddi vardır, işçi sınıfı ve mücadelesinin temel edinilmesinin de ve “bilinçli azınlık”ın, işçi sınıfının bir parçası olan ileri unsurlarının partisi olarak örgütlenmesinin de. “Tez”, ne kapitalist nesnellik üzerinden ileri sürülmüştür, ne nesnel gerçeklik olan sınıf mücadelesine dayanmaktadır, ne de Leninist parti öğretisinden haberdar davranmakta ve bu öğretiyi savunmaktadır. Tüm bu nedenlerle, yazılmamıştır, ama okunmaktadır!
***
“Tez 5: Küresel kapitalizmin karşı kutbu ulusalcılık değil, enternasyonalizmdir. (Sermayenin küreselleşmesinden yaşamı ve çıkarı zarar görenlerin bunu devletine yönelik bir komplo değil, yeryüzünde yaşanan süreçlerin kendi coğrafyasına yansıması şeklinde algılaması ve emperyalizme karşı tüm dünya ezilenleriyle ortak bir ruhla, enternasyonalist ve kapitalizm karşıtı bir perspektifle direnmesi gerekir.)” (Abç.)
“Küreselleşme” ve “küreselcilik”, ulus, ulus-devlet, ulusallık ve enternasyonalizm üzerinde Özgürlük Dünyası sayı ve sayfalarında çok duruldu. İlk elde, eski ÖDP başkanı Ufuk Uras’ın “Emeğin Avrupası” üzerine “tezler”inin eleştirildiği 154. sayıdaki “Avrupa ve sol” başlıkla makaleye bakılabilir. Burada tekrar etmek gerekmiyor.
Ancak yine de bir-iki şey söylenmelidir. Kapitalizmi kendi nesnelliğiyle ele almaktan, kapitalizme karşı mücadeleden, sınıf mücadelesinden, işçi sınıfından laf düzeyinde bile bunca uzak durulup, ardından “kapitalizm karşıtı bir perspektif”ten söz edilmesi garip kaçmaktadır! Ama bu “kapitalizm karşıtlığı”nın da, neoliberalizm karşıtlığıyla sınırlı olduğunu, yoksa, tekeller ve emperyalistlerin bile “eşitlik” zemininde bulunduklarını, ancak işgale kalkışıldığında kötülüklerin başladığını vb., şimdiye kadarki “tezler”den görüp öğrenmiş durumdayız. Yine zaten bu “kapitalizm karşıtlığı”, kendisinden ve “enternasyonalizm”den söz edildiği pasajda bile, işçi sınıfı ile ilişkilendirilmemekte ve “dünya ezilenleri”nden söz açılmakla yetinilmektedir.
Nesnel sınıf güçleri söz konusu olmayacaksa, enternasyonalizm ve ulusallık sorunu tartışılamaz bile. Örneğin, davası içerikte enternasyonal biçimdeyse ulusal olan, işçi sınıfıdır. Oysa “öteki”lerle ilgilenen bir “proje”nin, “küreselleşme karşıtı”, barışçı “inanç” ve “duygu” vb. sahiplerinin “ütopyası”nın “ulusal” ya da “enternasyonal” oluşunun belirleyici bir önemi olamaz.
Ve zaten “küresel kapitalizm” denilen, herhalde emperyalist kapitalizmin “karşı kutbu”, “ulusalcılık” ve “enternasyonalizm” arasında bir seçimde değildir. Kapitalizmin karşıtı sosyalizmdir. Sosyalizm ve sosyalist mücadele için, sınıfsal dayanağı olan işçi sınıfı ve mücadelesi için, hem ulusallığın hem de uluslararasılığın önemi ve bir yeri vardır. Her şeyden önce, söylendiği gibi, işçi sınıfının mücadelesi, sosyalist eylem, biçimiyle ulusal, içeriğiyle uluslararasıdır ve bir yönü diğerinin karşısına konamaz. Herhalde Gotha Programı’nın eleştirisinde (Alman İşçi Partisi Programı’nın kenar Notları’nda) Marx, sorunu, “yeni tezler” yazılması ya da okunmasını gerektirmeyecek açıklıkta ortaya koymuştur:
“Besbelli ki, işçi sınıfı, mücadele edebilmek için sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve her ülke, ayrı ayrı bu sınıf mücadelesinin sahnesidir. İşte işçi sınıfının mücadelesi, bu anlamda ulusal nitelik taşır, içeriği bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, ‘biçimi bakımından’ ulusal. Ama ‘bugünkü ulusal devlet çerçevesinin’, örneğin Alman İmparatorluğunun kendisi de, iktisadi bakımdan, dünya pazarının ‘çerçevesi içine’ girer. Her tüccar bilir ki, Alman ticareti, aynı zamanda, dış ticarettir ve Bay Bismarck’ın büyüklüğü de uluslararası politikasının niteliğinden ötürüdür.” (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf. 34, a.ç.Marx)
Herhalde yeterlidir. ÖDP’de olmayan da budur: İşçi sınıfının, sınıf olarak, biçimde ulusal olan uluslararası hareketi. “Küresellik” ya da “uluslararasılaşma”, “uluslararasılık” ve ulusallık tartışmaları yeni değildir. Tıpkı, hem ulusal hem uluslararası eğilimi, birlikte, kendi içinde barındıran kapitalizm gibi. Kuşkusuz kapitalizm, sadece emperyalizm döneminde uluslarasılaşmamıştır. Daha önceden dünya pazarını keşfe çıkmış ve keşfetmiştir de. Onun en ileri ürünü olan işçi sınıfının da uluslararası bir sınıf oluşturduğu, ama Marx’ın sözleriyle “sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenme” durumunda olduğu ve mücadelesinin ulusal bir nitelik taşıyacağı bilinmelidir. İşçi sınıfı, sınıf olarak, ülkesizliği, örgütlenme ve mücadelesinin zemini olarak seçemez; bu “yüzer-gezer” ütopyacı projecilerin işi olabilir! İşçi sınıfı, “Emeğin Avrupası”nı da mücadele ve örgütlenme başlıca zemini edinemez. “Emeğin Avrupası” diyerek, emperyalizme iltihak yanlısı olamaz, ulusal değerleri gerici burjuvazinin fraksiyonlarına terkedemez. Hala ülkeler, hala sınırlar, hala ayrı devletler vardır. İşçi sınıfı, uluslararası bir sınıf olarak, tek tek ülkeleri mücadele zemini edinecek, emperyalizme karşı ulusal değerleri sahiplenecek ve uluslararası içeriğiyle örgütlenecektir. Sahtecilik, biçim ve içeriğini karşı karşıya koyarak, işçi sınıfı ve mücadelesini “kim vurduya getirme”dedir. İşçi sınıfı ve kapitalizm karşıtlığından söz edilmemekte ve savunulmamaktadır ki, mücadelesi, ulusal mı olsun uluslararası mı tartışması yürütülsün!
***
“Tez 6: Özgürlükçü sosyalizmin temel amacı, insanın özgürlüğüdür. (Sınıfsız sömürüsüz bir dünya arayışı, eksenine tüm insanların her türlü baskı, sömürü ve dışlanmadan özgürleşmesini koymalıdır. İnsanların ihtiyaçlarını karşılayıp zorunluluklar dünyasından yaratıcılıklarını ön plana çıkaracakları boş zamanlar dünyasına geçişleri de ancak böyle gerçekleşir.)” (Abç.)
Herhalde “tezler”in en yoğun ve en felsefi olanı, bu 6.’sıdır. “Tezler”e genel adını veren “Özgürlükçü Sosyalizm” de bu “tez”de dile getirilmiştir. “Yeni sosyalizm”in temel amacı burada tanımlanmıştır; “insanın özgürlüğü”. Parantez içinde altı çizilmektedir: Tüm insanların…
Sonal amaç, doğrudur, insandır, insanın özgürlüğüdür. Ama kim ki, burada bırakır ve bunun ileri sürülmesiyle yetinir, iflah olmaz bir burjuvadır.
“Reel sosyalizm”den çıkarılan ders, baştan beri gördüklerimiz üzerinden gelip buraya dayanmaktadır: İşçi yok, işçi sınıfının çıkarı ve davası yok, sınıf mücadelesi yok, Marx’ın “başlıca katkım” dediği, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürmesinin onaylanması yok! İnsan ve insanın özgürlüğü.. Evet ama nasıl? Kritik soru bu? Nasıl? İnsanın özgürlüğüne nereden gidilecek? İşçi sınıfının kurtuluşu için mücadele üzerinden mi, başka bir yerden mi? Ve devam: İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesi ve öyleyse proletarya diktatörlüğü mü, yoksa asıl ders bu mu: Hayır, “kötü” olan ve “yenilgiye götüren” bunlar mı? Bunun için mi “tezler”in herhangi bir yerinde “işçi sınıfı” yazmıyor? “Özgürlükçülük” ve “özgürlükçü sosyalizm”, proletarya diktatörlüğü karşıtlığı mı? Evet, tam da öyle.
Yanıt, parantez içinde verilmektedir. “Sınıfsız sömürüsüz dünya ‘arayışı’ (neden mücadelesi değil de arayışıysa!)” işçi sınıfının değil, burası net, tüm insanların özgürleşmesini “eksenine koyacak”! “Eksen” nedir? Üzerinde hareket ettiren akstır. Marksizmin bütün bilgisi açıklıkla ortadadır, Marx’ın onlarca eseri ortadadır ki, kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracak olan ve tüm ezilenleri, tüm insanlığı kurtarmadan kendisini kurtaramayacak olan, proletaryadır. 6. “Tez” bunun reddidir.
İnsanlığın parçalanmışlığı sosyalistlerin, Marksistlerin işi ya da kusuru değildir. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihi olarak şekillenmiştir, çünkü toplumlar sınıflara bölünmüşlerdir. Çünkü ürünler tüm insanlığa yetmemiştir önce ve sınıflar oluşmamıştır; ama ilk artıkla, ilk topluma yetecek olandan fazlasıyla artık-ürün oluşmaya başlamış ve eksik üretim, kaynak ve kaynakların dağılımı sorununa yol açarak, “herkesin ihtiyacı kadar alabileceği” koşulların yaratılmasını önlemiş, sömürenlerle sömürülenlerin birliği ve mücadelesi olarak, sömürücü toplumlar kaçınılmaz olmuştur. Ama işte son sömürücü toplum olan kapitalizm ve onun ileri ürünü proletarya ile birlikte, yalnızca kapitalizmin değil, ama sömürücü toplumların, özel mülkiyetin zıttına dönüşmesinin koşulları oluşmuş ve sömürü ve baskıya, sömürücü ve baskıcı toplumsal örgütlenmeye son vermeye, proletarya, tarihsel nesnellikle çağrılmıştır. Artık üretici güçlerin gelişimi, yani emeğin ve üretimin toplumsallaşması özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını olanaklı hale getirdiğinden, sömürücü toplumların sonuncusu olmaya yazgılı kapitalizm, burjuvazi-proletarya karşıtlığı üzerine, emek-sermaye karşıtlığı üzerine kurulu olduğundan, sömürü ilişkileri ve sömürücü toplum, zorunlu olarak, proletarya tarafından kaldırılacaktır. Ancak bu, proletaryanın, bu işi tek başına yapabileceği anlamına gelmez. Proletarya, bu mücadeleyi, müttefiklerinin başında başarıya ulaştıracaktır ve her haksızlığa uğrayanın uğradığı haksızlığa karşı çıkmadan, proletarya, tarihsel olarak yükümlendirildiği “görevi”ni başaramayacaktır.
Söylenmelidir ki, insanlığın kurtuluşu, evet ama, bu, zorunlu olarak, proletaryanın kurtuluş mücadelesi ekseni üzerinden olanaklı olabilir. Ve işte insanlığın özgürleşmesi ancak böylelikle gerçekleşebilecektir: Proletarya diktatörlüğü sürecinden geçerek. “Özgürlükçü sosyalizm” denen şeyse, tam da, bunun inkarıdır! Bütün insanlığın özgürleşmesi eksenli “arayış”, aranıp bulunamayacak türdendir. Anarşizandır. Sınıflı toplumda herkes için özgürlük yoktur. Sınıfsız topluma geçiş olan proletarya diktatörlüğünde de olmayacaktır. Herkes için özgürlükten söz edilebildiğinde ise, devlet, “taş baltanın yanına” müzeye kalkmış demektir. O halde, sömürücü toplumda mümkün olmayan “herkes için özgürlük”ün sosyalizm için “dava” edinilmesi ve herkese eşit mesafede duracak bir “sosyalizm”in savunulması, sosyalizmden vazgeçmekle eş anlamlıdır. Tam özgürlüğe, devletin sönümlenmesiyle ulaşılabilir, ancak o zaman da özgürlük, hem ihtiyaç olmaktan çıkacak, hem de özgürlüğün karşısında ileri sürülüp savunulacağı kimse kalmayacaktır.
Bildiğimiz, proletarya diktatörlüğü olarak, komünizme geçiş dönemi olan sosyalizm ise, üstelik, başına “özgürlükçü” sıfatının eklenmesini gereksinmeyecek denli özgürlükçüdür: Büyük çoğunluğun küçük bir azınlık üzerindeki diktatörlüğü olarak, sosyalizm, tarihin gördüğü en özgürlükçü, en demokratik toplum ve devlet biçimi olmuştur.
“Tezler”, “reel sosyalizm”e eleştiriyi yanlış yerden yapmaktadır. Ama bir kez okumakta karar kalmış olanın bu yanlışı yapmaktan kaçınabilmesi imkanı kalmamış demektir. Bu çabadır ki, “zorunluluklar dünyası”nın karşısına, dergimize de adını vermiş olan “özgürlük dünyasını” değil, ama tembelliğin “boş zamanlar dünyası”nı koyar.
“Özgürlükçü” okuma, iflah olmaz düzeye yükselmiş haldedir. Bu “özgürlükçü sosyalist” okumanın adı, ÖDP övgüsü yapılan 10. “Tez”de, bir de “21. yüzyıl sosyalizmi” takılmaktadır! Gerçek ve devrimci işçi sınıfı sosyalizminden iyice ayrıştırmak için, araya koca bir asır sokulmaktadır. Kozanoğlu’na göre, “eski”si, “değiştirilmesi gerekeni”, gerçekteyse, tarih yazmış olanı, “20. yy. sosyalizmi” olmaktadır; okumaya dayananı ise, “21. yy. sosyalizmi”!
Makalenin dergi sayfalarını zorladığını göz önünde bulundurarak, son dört “tez”i, eğer gerekirse yazılacak, bir başka makaleye bırakabiliriz. Maksat asıl olarak hasıl olmuş, “tezler” vuzuha kuvuşmuştur. Ancak en sonuncusu olan ve “Zaten dünyayı yorumlamakla yetinmediğimiz, değiştirmeyi amaçladığımız için yola çıkmadık mı?” diye soran “11. Tez” için bir şey söylemeliyiz: Evet, ama, yola böyle bir değişiklik için çıkılmadı. Yazılanları okuyarak yapılacak bir değişiklik yoktur, böyle değiştirici olunamaz. Ancak AKP hükümetinin “karşı-reformları” türünden karşı-değişikliklere alet olunur!