Kriz Üzerine

ABD ekonomisinin bir krize girip girmediğine, dünya ekonomisinin bundan etkilenme derecesine ilişkin yapılan tartışmalar ve ileri sürülen görüşler, kriz tanımının tartışılmasını, bugün yaşananların bir kriz olup olmadığını tanımlamayı zorunlu kılacak boyuta erişti. Öyle ki, bazı ekonomistler durgunluktan, bazıları bir finans krizinden, bazıları ise doğrudan krizden söz ediyorlar. Bu arada “ABD ekonomisinde ufak tefek sorunlar olmakla birlikte, herhangi bir krizin, durgunluğun söz konusu olmadığı”na –Deniz Gökçe gibi–, bunun pek mümkün olamayacağına iman edenler de oldu. Yani kafa karışıklığı, yanıltma ve ABD’yi aleni savunma arasında sallanan bir yığın tahlil ve tespit yapıldı. Kriz tanımı bu kadar zor bir tanım mı ve krizin herkese göre değişen kriterleri mi var?

Herhalde öyle olmaması gerekir. Örneğin 1929 Krizi konusunda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır. Bütün ekonomistler, politikacılar ve tarihçiler vb. 1929 krizinin çok ağır bir kriz olduğunda ve büyük bir çöküşün yaşandığında aynı fikirdedirler. Öyle ki, artık kapitalizmin ne zaman bütünüyle ortadan kalkacağı, bütün dünyanın ne zaman sosyalist olacağı –Sovyetler gelişmekte ve ilerlemektedir– ciddi ciddi tartışılır olmuştur. “Liberalizm” edebiyatı bir tarafa bırakılarak, kapitalist devletin işin içine girmesi, devletçi ve Keynesci politikaların uygulanması kapitalist ekonomiyi kısmen toparlamış; ancak bu büyük kriz, dünya ölçeğinde yeni bir kapışmanın –II. Dünya Savaşı– ön haberini vermişti. Açıkçası 1929’un, başta ABD olmak üzere, tüm kapitalist emperyalist dünyayı etkileyen –sosyalist Sovyetler Birliği dışında–, bunalımın çöküş olarak kendini açığa vuran bir kriz olduğu konusunda herhangi bir kuşku ve tartışma yoktur. 1997 yılında Asya’da başlayan kriz ve bunun bölgesel etkisi konusunda da pek bir tartışma yoktur.

1929 krizi konusunda herhangi bir tartışmanın olmamasının nedeni kuşkusuz büyük bir çöküştür ve bu çöküş hiçbir biçimde inkâr edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Hisse senetleri değersiz paçavralara dönmüş, dolar aşırı değersizleşmiş, üretim durmuş, üretim araçları hurda yığınlarına dönmüş, dev tekeller –bugün henüz başlangıç dönemindeyiz ve buna tek tük rastlanmaktadır– birbiri ardına iflas etmişlerdir. Yani gerçekler kimsenin inkâr edemeyeceği kadar ortadadır. Bugün tartışmanın sürmesine neden olan ise, açıkça bir çöküşün yaşanmamış olmasıdır. Eğer genel bir çöküş gerçekleşirse zaten kimsenin bir itirazı kalmayacaktır! Bu durum, kapitalist ekonomilerde krizin izlediği yolun tartışılması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Kapitalizmin krizini inceyen ekonomi ile ilgili pek çok uzman kriz üzerine çeşitli tanımlamalarda bulunmuştur. Ancak kuşkusuz bu konuda açıklayıcı ve ikna edici tanım ve tahlil, kapitalizmi tüm çıplaklığı ile anlamamızı sağlayan Marksizmin kurucularından gelmiştir. Engels geçmiş bunalımlara atıfta bulunurken, ütopik sosyalistlerden olan Fourier’den şu sözü aktarmaktadır, “Fourier daha ilkini: …aşırı bolluk krizi, diye nitelemekle hepsinin adını koymuştur.” (Ütopyadan Bilime Sosyalizm, Evrensel Basım Yayın) Demek ki, kapitalizmin krizleri konusunda genel bir tanımda bulunulacaksa, krizlerin aşırı-üretimden kaynaklandığını tanımlamak gerekiyor. Peki, ama aşırı bolluk –yani aşırı üretim– nereden çıkmaktadır? Yeryüzünde milyarlarca insan açlık ve yoksulluk içinde yaşarken, aşırı üretim, bolluk nasıl oluyor da krize yol açıyor?

Bütün bunları anlamak için kapitalizmin temel çelişkisine bakmak gerekir. Bu çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Tek bir metanın bir üreticiler yığını –işçiler– tarafından üretilmesi, ama tek bir kişi tarafından –kapitalist– mülk edinilmesi, kapitalizmin bunalıma varan çelişkilerinin de temelidir. Yani meta üretiminde ve dolaşımında potansiyel olarak krizin nedenleri bulunmaktadır. Kapitalist, bilinmeyen bir pazar için durmadan üretim yapar. Bu durum, kendisini zaman zaman devrevi bunalımlar olarak açığa vurur.

Sonunda, kriz, aşırı üretim biçiminde ortaya çıkar. Her taraf tıkabasa mal doludur, ancak bunlar tüketilemez, çünkü kitlelerin alım gücü yoktur. Bu, üretim fazlasıdır ve bunalım başlamıştır. Aşırı üretimi tetikleyen neden ise, kapitalist üretimin anarşik yapısıdır. Kapitalistler bilinmeyen bir pazar için, sonucunu kestiremedikleri bir rekabet içinde, aşırı kârları elde etmek için üretim yaparlar. Bunun sonucu, vurgulandığı gibi, aşırı üretimdir ve kriz artık kapıdadır. Kapitalizmde üretimin genişlemesi dengesiz bir özelliğe sahiptir. Üretim dalları arasındaki, sektörler arasındaki eski oranlar sürekli bozulur ve sermayenin bir daldan diğerine doğru akışkanlığı sürekli bir hal alır. Üretim plansız, programsız yapılır. Bütün bunların anlamı üretim anarşisidir.

Kapitalistler ve tekeller aşırı kâr hırsıyla üretimi sürekli genişletir, yeni teknikleri, makineleri mükemmelleştirirler, bunun kapitalist sistem açısından bir sonucu aşırı üretimken, işçi açısından sonucu aşırı sömürüdür. Ama kapitalistlerin sürekli olarak üretim araçlarını mükemmelleştirmek zorunda olması (rekabetin keskinliği onları buna zorlar), sermayenin organik bileşiminin (sabit sermayenin oranının yükselmesi, asıl artı-değeri sağlayan değişen sermaye oranının düşmesi) büyümesi anlamına gelir; bu ise, kapitalizmde ortalama kâr oranının düşmesi eğilimi anlamına gelir. Kapitalistler üretimi sürekli genişleterek, tekel durumunu sağlamlaştırarak, sömürüyü yoğunlaştırıp, ücretleri düşürerek vb. bu eğilimi durdurmaya çalışırlar. Ama bunun kesin çözümü yoktur.

Bazı kapitalizm eleştirmenleri, krize “tüketim eksikliği”nin yol açtığını ileri sürmektedirler. Oysa “eksik tüketim” kapitalizmin genel karakteridir ve kapitalizmin herkesi doyurmak, giydirmek, barındırmak gibi bir derdi yoktur. Bu nedenle, milyarlarca aç ve yoksul insanın kaderi kapitalistleri (kapitalist için onlar zaten tüketici değildir!) ilgilendirmez. Yani eksik tüketim her zaman vardır ve bu bunalımlara yol açmaz. Üretim fazlasından kasıt ise, göreli bir fazlanın olduğu ve geçmişte bunları tüketebilir durumda olanların artık tüketemez duruma gelmeleridir. Toplumsal üretimin toplumsal tüketime dönüşememesinin bunalımıdır bu. Kapitalizmin bunalımlarının temeli işte burada yatar. Sosyalizm işte bu temel çelişkinin çözümüdür; üretim de, tüketim de toplumsallaşır. Kriz ebediyen tarihe karışır.

Kapitalizmin tekelci kapitalizme –emperyalizme– dönüşmesi, kapitalizmin çelişkilerini derinleştirdi ve keskinleştirdi. Eşitsiz ve sıçramalı gelişme, kapitalist büyük tekeller ve devletler arasındaki çelişkileri aşırı ölçüde keskinleştirdi. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı işte bunun sonucu ortaya çıktı. Emperyalist devletler, pazarları paylaşma, bunalımı diğerinin üzerine yıkma mücadelesine girdiler ve sonuçta genel savaş patlak verdi. Bu, aynı zamanda, savaşla kriz arasında doğrudan bir ilişkinin bulunduğunun da kanıtıdır.

I. Dünya Savaşı, aynı zamanda kapitalizmin genel bunalımının başladığının ilanı oldu. Burada şu hatırlatmayı yapmak gerekir ki, kapitalizmin genel bunalımı ile kastedilen, sadece devrevi bir ekonomik kriz değildir. Genel bunalımdan kasıt, kapitalist emperyalist sistemin ekonomisini ve politikasını da kapsayan sistemin genel bunalımıdır. Toplumsal kültürel yaşam buradan nasibini yeterince almaktadır. Kapitalizmin çürümüşlüğünün, asalaklığının ve sorunlar karşısındaki çözümsüzlüğünün toplumdaki keskin yansımasıdır bu. Tekelci kapitalizm kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişimini hızlandırmış, bu durum çelişkilerin keskinleşmesine neden olmuştur. Geriden gelen emperyalist bir ülke öndekini geçebilir, daha fazla pazar ve hegemonya peşinde koşabilir. Bu durum savaşlara varan çatışmalara yol açmaktadır. Geçmişte, kapitalizmin genel bunalımının temel etkenlerinden birisi, kapitalist dünya pazarının bölünmesi, sosyalist dünyanın bu pazarın dışına çıkması, bunun da kapitalist büyük devlet ve tekeller arasındaki rekabeti ve çelişkileri daha da şiddetlendirmesiydi. Bugün pazar birleşmiştir, ancak üretimin geldiği dev boyut, tekellerin devasa gücü, bu çelişkilerin hafiflemek şöyle dursun daha da keskinleştiğini ortaya koymaktadır. Yani pazar sorunu daha büyük bir sorun haline gelmiştir. Dünyanın genel durumu, I. Dünya Savaşı öncesi koşullara –tam ve aynı olmadığını hatırda tutmak kaydı ile!– bazı bakımlardan benzemektedir.

Kapitalizmin ekonomik krizleri, genel bunalımın bu zemini üzerinde patlamakta ve yaşanmaktadır. Kapitalizmin bazı eleştirmenleri, kapitalizmin genel bunalımını, “sürekli kriz” teorileri ile değiş tokuş etmişler, buradan epeyce yanlış –“sürekli bunalım”, “sürekli devrim” vb.– teoriler üretmişlerdir. “Sürekli kriz” teorisyenleri, böylece, genel bunalımı devrevi ekonomik krizlere indirgemişler, bunun da sürekli bir hal aldığını iddia etmişlerdir. Yaşanan gerçeklerin de defalarca kanıtladığı gibi, bu, son derece yanlış bir teoridir. Deneylerden ve yaşananlardan biliyoruz ki, kapitalizm gelişme ve refah dönemleri de yaşamaktadır. “Sürekli kriz” tespiti bu gerçeklere uymamaktadır.

Kapitalist ekonominin incelenmesi, bir ekonomik krizin dört evreden oluştuğunu göstermiştir. Bu evreler; bunalım, durgunluk, canlanma ve kalkınmadır. Bir krizden diğer krize kadar olan evre ise, “devre” olarak tanımlanmaktadır. Bunalım, krizin en yıkıcı anıdır. Kriz esnasında üretici güçler tahrip olmakta, toplum fazla üretmekten dolayı yeniden üretemez ve tüketemez duruma gelmektedir. Bu, bir yanıyla kapitalizmin iflasının da açık bir kanıtıdır. Kapitalist sınıfın yönetemediğinin ve sorunlara çözüm bulamadığının açık kanıtıdır, bu durum. Bunalım anı, bütün çelişkilerin ve sorunların yıkıcı bir biçimde ortaya çıktığı andır. Üretim neredeyse bütünüyle tahrip olmuş, hisse senetleri değersizleşmiş, borsa çökmüş, enflasyon dolu dizgin gitmeye başlamıştır vb. Bunalımın ardından, önce durgunluk, ardından canlanma ve kalkınma dönemleri gelir ve bu kısır döngü yeni baştan kendini tekrar eder.

Marx, “bunalımlar, var olan çelişkilerin sadece anlık, zora dayanan çözümüdür, bozulan dengeyi o an için yeniden kuran zora dayanan patlamalardır” (Kapital, cilt. 3) demektedir. Kapitalizmin bazı ideologları, bunalımları geçici, arizi bir durum olarak görürken, bazıları da bu durumu “yaratıcı yıkıcılık” (Schumputer) olarak adlandırmakta, dahası, krizlerin biriken sorunların çözümü için yararlı olduğunu savunmakta, kapitalizmin bunalım dönemleriyle krizini atlatabileceğini ileri sürmektedirler.

Bütün bu söylenenlerden sonra, bugünkü “kriz” durumuna bakabiliriz.

DÜNYA EKONOMİSİ NE DURUMDA?

Genel bir kriz olup olmadığını anlamanın ilk koşulu, dünya ekonomisinin bugün içerisinde bulunduğu durumun net bir tablosunu ortaya koymaktan geçmektedir. Bu tablo, bize, genel bir krizin mi var olduğunu, yoksa tek tek ülkelerde ya da tek tek sektörlerde mi bir krizin olduğunu, eğer varsa, bu krizin genel bir krize dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda az çok bir fikir verebilir.

Öncelikle büyüme rakamlarına bakmak gerekiyor:

Dünya ekonomisi 2006 yılında yüzde 5, 2007 yılında yüzde 4.9 büyüdü. 2008 için tahmin edilen büyüme 3.7 ve 2009 için bu rakam 3.8. Ancak ortaya çıkan her ekonomik gelişme, ekonomideki tablonun daha net ortaya çıkmaya başlaması gibi durumların gelecek yıllara ilişkin büyüme tahminlerini geri çektiğini tespit etmek gerekiyor. Dünya ekomomisinin lokomotifi sayılan ABD ekonomisi için 2006, 07, 08 ve –tahmini– 09 için bu rakamlar 2.9, 2.2, 0.5 ve 0.6’dır. AB’nin bölgesi olan ve “Euro bölgesi” diye adlandırılan bölge için bu büyüme rakamları ve tahminler şöyledir: 2006’dan başlayarak, yıllara göre, 2.8, 2.6, 1.4 ve 1.2. Gerek genel olarak dünya ekonomisi, gerekse ABD ve AB için verilen bu rakamlar, büyümenin giderek hız kestiğini ve düştüğünü açıkça göstermektedir. Dünya ekonomisi yavaşlamakta ve durgunluk belirtileri ortaya çıkmaya başlamaktadır. Bu rakamlarda, dünya ekonomisinin nereye doğru gitmekte olduğunun güçlü kanıtları bulunmaktadır.

Kuşkusuz bu düşme, sadece emperyalist kapitalist büyük merkezlerle sınırlı değildir. Benzer düşüşler, bu kadar keskin olmasa da, Çin, Hindistan, Brezilya gibi hızlı gelişen ve dünya ekonomisine canlılık katması beklenen ülkeler için de söz konusudur. Zaten bu ülkelerin gelişmelerden etkilenmemesi beklenemez. Bu, hem genel olarak tek tek ülke ekonomilerinin dünya ekonomisi zincirinin halkaları olmaları nedeniyle, hem de bu ülkelerin özel olarak ABD gibi ülkelerle girdiği çok yakın ilişkiler ve “iç içelik” nedeniyle böyledir. Örneğin Çin Borsası son aylarda sürekli değer kaybetti ve bu alanda İstanbul Borsası’nı bile geride bıraktı.

ABD EKONOMİSİNİN DURUMU

ABD ekonomisinin bir krize girip girmediği, yaşananların bir durgunluğa işaret edip etmediği çok tartışılmaktadır. Yukarıda aktarılan veriler, ABD ekonomisinin bir durgunluğa doğru gittiğini açıkça kanıtlamaktadır. Elbette veriler sadece bu gidişi değil, bazı başka gerçekleri de kanıtlamaktadır. Bu veriler, inşaat ve finans sektöründe, tüketim malları pazarında, işsizlik rakamlarında ve hepsinden önemlisi üretimde açıkça görülmektedir. Enflasyondaki hareketlenme de dikkat çekiyor; enflasyon oranı, yine Mart sonu itibarıyla ve 12 aylık bazda, yüzde 3.1’dir.

Yeni inşaat sayısı, Mart’ta, yıllık ortalama olarak, 1,035 bin adet. Bu miktar, geçen yıl 1,344 bin, 2006’da 1,812 bin, 2005’te 2,073 bin idi. Yani ABD için önemli göstergelerden birisi olan yeni konut inşaatı sayısında düşüş hızla devam ediyor. Konut imalâtındaki daralma da, geçen dönem yüzde 25.2 ile rekor kırmış durumda. Bu dönem ise durum daha da kötü. Aslında buna çöküş de denebilir; daralma yüzde 26.6 olmuş! Ama konut üretimi, bu daralmaya rağmen sürüyor! Yani stoğa çalışılıyor. Başka bir ifade ile konutta üretim fazlası var. Bu gerçeklere dayanarak, ABD’de inşaat sektöründe krizin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Konut böyle de, diğer alanlar farklı mı? ABD açısından önemli sayılan göstergelerden bir başkası, otomobil ve kamyonet satışlarıdır. Bu sektörde de satışlar düşmektedir. Mart ayı itibarıyla yıllık ortalama satış toplamı 15.3 milyon adettir. Bu rakam tek başına bir şey ifade etmiyor, ancak önceki yılların satışı ile karşılaştırıldığında, ortaya çıkan şudur ki; satışlar geçen yıl 16.2 milyon adet, önceki yıl ise 16.5 milyon adetti. Yani üç yılda 16.5 milyon adetten, 15.3 milyon adete düşme söz konusudur. Son günlerde GM’nin (General Motor) Kanada’daki üç fabrikasını kapattığı haberleri basında yer aldı. GM “petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle satışların düşmesi” açıklaması yapsa da, düşme eğiliminin daha önceki yıllara dayandığı açıkça görülmektedir. Görülüyor ki, bu alanda da üretim fazlası bulunmaktadır.

Bu genel düşüş, perakende satışlara da yansımıştır. Parekende satışların artış oranı, Mart ayında, yıllık ortalama olarak yüzde 0.7’dir. Geçen yıl bu oran yüzde 3.4, önceki yıl yüzde 5.9 idi. ABD’de, sanayi üretimi de genel olarak düşmeye devam etmektedir. ABD’de sanayi üretiminin Nisan’da yüzde 0.7 düşüşle “beklentilerden fazla gerilediği” ve kapasite kullanımının ise yüzde 79.7 olduğu açıklandı. Oysa ekonomistler, ABD sanayi üretiminin yüzde 0.3 düşmesini, kapasite kullanımının ise yüzde 80.1 olmasını bekliyorlardı. Bunların sonucu, Mart ayı verileri itibarıyla, ABD’de işsizlik yüzde 5.1’e yükselmiş durumdadır. Son açıklanan rakamlar ise 5.5’i geçiyor; bu oran giderek artma eğilimi gösteriyor ve bu oranın son yılların en yüksek oranı olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Üstelik istihdam edilenlerin sayısında da azalma var.

Üretimin bu durumu yatırımları da doğrudan etkilemektedir; ABD’de yatırımlar yüzde 2.5 daralmıştır. Üstelik yatırımlar, geçen yılın son çeyreğinde yüzde 6 artmıştı. Yatırım binalarında geçen 3 ay yüzde 12,4’lük bir artış varken,  bu dönem yüzde 6.2’lik bir azalışın olduğu gözlenmektedir.

ABD ekonomisinin bir diğer alandaki –tüketiciler–(!) görünümü şudur: Eldeki verilere göre, 2000 yılında, ABD’li tüketicilerin toplam kredi borcu 6.5 trilyon dolar seviyesinde bulunuyordu. Ancak 2006 yılına gelindiğinde, bu rakam, yalnızca 6 yıl içerisinde ikiye katlanarak, 13 trilyon dolara yükselmiş durumdadır. ABD’nin gayri safi milli hasılası, halen 14 trilyon dolar civarındadır. Diğer taraftan, durgunluğu aşmak için, “tüketicilere”, alışveriş için hükümet tarafından yüzlerce dolar gönderilmektedir. Aşırı üretimin tüketilmesine, piyasanın canlandırılmasına yönelik bir çabadır bu. ABD’li ekonomistler “tüketicilerin” borçlarını ödeyemez duruma gelmeleri halinde neler olacağını düşünmek bile istememektedirler. Oysa yaşananlara bakıldığında, bunun fantazi olmadığı rahatlıkla görülebilmektedir. Mortgage krizinde, ev sahiplerinin evlerini geri vererek borçtan kurtulduklarını hatırlamak, nelerin olabileceğini anlamaya yeterlidir.

Bütün bunlardan genel bir sonuç çıkaracak olursak; ABD ekonomisi, inşaat sektöründe kesinlikle bir krizin yaşandığı, finans sektörünün de bundan etkilendiği, büyümenin hızla yavaşladığı, durgunluk belirtilerinin ortaya çıktığı, ama henüz bunun genel bir krize –bunalıma– dönüşmediği (ancak gidişat bu yöndedir) bir görünüm vermektedir.

AVRUPA NE DURUMDA?

IMF, son tahminlerinde, Avrupa için büyüme beklentisini düşürmüş, enflasyon beklentilerini ise daha olumsuz olarak tahmin etmiştir. Avrupa Komisyonu’ysa, 6 aylık tahminlerini, bir süre önce açıkladı. Buna göre, AB’nin 2008 yılında yüzde 2, 2009 yılında yüzde 1.8 büyümesi bekleniyor. Bir önceki tahminler daha iyimserdi! Bir önceki tahminlere göre, 2008 yılı için 0.4, 2009 yılı için 0.6 puanlık düşüşler söz konusu. AB’nin büyüme oranı, hatırlanacağı gibi, 2007 yılında yüzde 2.8, 2006 yılında yüzde 3.1 olarak gerçekleşmişti. İşsizlik oranı tahminleri, her iki yıl için yüzde 6.8 olarak belirlenmiş durumda. 2006 yılında yüzde 2.3 ve 2007 yılında yüzde 2.4 olan enflasyon oranı, ekonomiyi takip eden kurumlarca, 2008 için yüzde 3.6 olarak tahmin ediliyor. Ekonomide ortaya çıkacak olan yavaşlamaya paralel olarak, 2009 yılında, enflasyonun da yüzde 2.4’e geri gideceği tahmin ediliyor. Öte yandan, 2007 yılında yüzde 0.9 açık veren AB bütçe dengesinin, bu yıl yüzde 1.2 ve gelecek yıl yüzde 1.3 açık vermesi bekleniyor.

ABD’de konut kredilerinde başlayan ve finans sektörünü de vuran kriz, Avrupa bankalarını da etkiledi. Kriz nedeniyle 37 milyar dolarlık zarar açıklayan İsviçreli UBS, sermaye bulabilmek için, hisselerini değerinin yüzde 31 altında satacak. Zararlar nedeniyle bir İngiliz bankası devletleştirildi. Alman bankalarından zarar açıklayanlar giderek çoğalıyor ve bilanço giderek daha fazla netleşiyor.

Geçtiğimiz günlerde konuşan İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, İngiltere’nin son 20 yılın en çetin ekonomik güçlükleriyle karşı karşıya olduğu uyarısında bulunarak, enflasyonun artma eğiliminde bulunduğunu belirti. Buna karşılık, büyüme ve ev fiyatlarında ise büyük düşüşler beklendiğine dikkat çekti. “Önümüzdeki dönem kolay olmayacak” diyen Mervyn King, özellikle bazı aileleri ekonomik açıdan son derece zor günlerin beklediğini de belirtti.

Dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü olan Japon ekonomisi ise, neredeyse son on yıldır yaşadığı sıkıntılı –küçülme ve durgunlukdönemi atlatabilmiş değil. 2007’de küçülme yaşandı. Bugün küçük oranlarda büyüme rakamlarına sahip ve devletin tüm desteğine ve müdahalesine rağmen ekonomi bir türlü eski canlılığına kavuşamıyor.

BUGÜN KRİZE GİDİŞİN BAZI ÖZELLİKLERİ

Burada, bütün bu söylenenlerden sonra, genel bazı tespitlerde bulunmak gerekiyor. Öncelikle şu sorunun yanıtını vermek gerekiyor: Yazıda şimdiye kadar özetlenmeye çalışılan ekonomik olaylara genel bir ekonomik kriz denilebilir mi? Eğer kriz tanımını, ekonominin geneli için ve çöküşü tanımlamak için (ki başka türlüsü yanlış olur) kullanacak olursak, bu anlamda henüz krizden söz edilemez. Ancak, tek tek sektörleri içine çekmekte olan kısmi bir krizden söz edebiliriz. ABD’de, inşaat sektöründe bu kriz çok belirgindir. Finans sektörü de bu krizden ciddi bir biçimde etkilenmiş durumdadır. Bir kapitalist ekonomide doğal olan, tek bir sektörde ya da “lokomotif” bir ülkede başlayan krizin dalga dalga tüm sektörlere ve ülkelere yayılmasıdır. Bu nedenle, bugünkü kısmi kriz durumunun diğer sektörlere de yayılıp, genel bir kriz haline dönüşmesi için koşullar giderek olgunlaşmaktadır. Bu durumun ne kadar sürede gerçekleşeceğinin öngörülmesi pek olanaklı değildir. Bu, genellikle bir ya da iki yıllık bir süre alabilmektedir. Öngörülebilen ise, bunun kaçınılmaz olduğudur.

Finans sektöründe krizin başlaması ve kökeninde spekülasyon ve aşırı kâr yatması, iflasları ve “devletleştirmeleri” beraberinde getirmiş, kriz doğrudan üretimde başlamadığı için –şimdilik üretimle ilgisi epeyce dolaylı– yayılması ve etkisi hızlı olmamış, ancak ekonomileri içten içe kemirmeye devam etmiştir. Böyle olduğu içindir ki, emperyalist kapitalist sistemin sözcüleri, “bir köpük vardı, atıldı” tespitlerini iyimserlik yaymak için kullanmaktadır. Ancak “köpük” nedensiz değildir ve altında, kapitalist sistemin derin çelişkileri ve çıkmazları yatmaktadır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, finans sektörünün genel durumuna bakıldığında, atılmakta olanın, bir “köpük”ün değil, âdeta kalın bir kaymak tabakasının olduğu görülmektedir. Finans ve borsa oyunları ve hareketi, koca ekonomileri sarsabilecek etkiler yaratabilmektedir. Burada Derviş’in şu aktarımı durumu özetlemektedir: “Süper bankerler, hedge fonların yöneticileri ve özel yatırım şirketleri, 21’inci yüzyıl kapitalizminin yeni baronları oldu. İnanılır gibi değil: ABD’de son birkaç yılda toplam şirket kârlarının yüzde 40’ı, finansal sektörde elde edildi.” Aslında bu durum, tekelci kapitalizmin ulaştığı asalaklık ve çürüme düzeyinin itiraf edilmesinden başka bir şey değildir. Aynı şey değil ama, Türkiye’de, 2001 krizi öncesinde, işbirlikçi tekellerin “faaliyet kârları”nın neredeyse yüzde 80’i, üretim dışı alanlardan, finans oyunlarından gelmişti. Sonrasında, çöküş sert ve kesin olmuştu.

Tekelci kapitalizmin çelişkileri bu boyutlara geldiğinden dolayıdır ki, ekonomilerin toparlanması için kesin ve kalıcı çözümler üretilememektedir. Yapay önlemlerle ertelenen kriz, sorunları büyüterek ve olanakları tüketerek kapıyı çalmaktadır. Öncelikle kendisini finans sektöründe gösteren krizin üretimle bağı şuradadır ki; bugün piyasalarda, “reel ekonomi”nin, yani üretimin ve bunun sonucu gerçekleştirilen tüketimin ve yeni yatırımların ememeyeceği miktarda para bolluğu –“sıcak para” olarak tabir edilen, trilyon dolarları bulduğu ileri sürülen para– bulunmaktadır. Örnek olsun diye bir oran vermek gerekirse, piyasaya sürülen bir birim metaya karşılık, bunun on katı değerinde bir para piyasada dolaşmaktadır! Ortalıkta para bolluğu vardır, ama bu para, yatırıma ve üretim araçlarına ve tüketime gitmemektedir. Kendini en çabuk genişleteceği borsa, hisse senetleri, tahviller vb. gibi alanlara gitmektedir. Paranın da bir meta olduğunu –metaları eşitleyen eşdeğer bir meta– ve dolaşım ve kredi aracı olarak kullanıldığını düşündüğümüzde, bugün piyasalarda para bolluğunun –aşırı üretim!– olduğunu –senetleri, tahviller vb.ni de eklemek gerek–, ama bu bolluğun yatırıma ve üretime dönüşmediğini –kapitalist emperyalizmin çürümesinin kanıtıdır bu–, ama üretilen malların satışını teşvik için bol bol kredi açıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu, aynı zamanda, finans krizi olarak görünen şeyin üretimle ilgisinin olduğunun da bir kanıtıdır.

Bugünkü krizin ilk elde finans sektöründe ortaya çıkmasının, bir finans krizi olarak görünmesinin, tekelci kapitalizmin işleyişi açısından olağandışı bir yanı yoktur. Finans sektörü, borsa da içinde olmak kaydıyla, kapitalizmin en fazla çürümüş ve en asalak sektörüdür ve aşırı kârların, spekülasyonların ve vurgunların en uç noktadan görüldüğü sektördür. Başka bir ifade ile söylersek, verdiği kredilerle aşırı üretimi teşvik eder, krizi hazırlar. Bu nedenle, finans sektöründeki şişmenin –âdeta bir saadet zinciri kurmuştur ve halkalardan birinin kopması çöküşü beraberinde getirir–, dönüp, kendi maddi temelini –üretimi– tahrip etmesi kaçınılmazdır.

Kemal Derviş dahil, bazı emperyalizm ideologlarının, “merkez bankaları bir miktar enflasyona izin vermeli” çağrıları, bu zemin üzerinde yapılmaktadır. Dünya ekonomisi yavaşlamakta, durgunluk belirtileri çoğalmakta; kapitalizmin ideologları, enflasyonu, “piyasaları ve ekonomileri” canlandırmanın aracı olarak görmektedirler. Mortgage krizi nedeniyle suçlanan ABD Merkez Bankası eski başkanı Greenspan’in, “bu durumun deflasyondan –paranın değerinin aşırı yükselmesi– daha iyi olduğu, yoksa durumun daha da kötüleşeceği” yönündeki açıklamaları mevcut durumu özetlemektedir. Greenspan, ayrıca, “Piyasalarda bir krizin yaşanması kaçınılmazdı. Sıkıntılar konut sektörü olmasa bir başka alanda olacaktı. Bir geçiş dönemi içerisindeyiz. Fiyatların uzun süre düşük seyrettiği bir dönemin sonuna gelmiş bulunmaktayız” diyerek, âdeta denizin bittiğini ilan etmektedir.

Kriz dönemine girilmesini yavaşlatan diğer etken ise şudur: Emperyalist kapitalist ekonominin bugünkü işleyiş özelliklerinden kaynaklanan ve geçmiş krizlerden çıkarılan tecrübelerden dolayı, krizi önlemeye çalışma ya da olabilecek en hafif biçimi ile yaşama yönünde devletlerin –birer kolektif kapitalist olarak– aşırı bir iradi çabaları bulunmaktadır. Sektörlerdeki genel çöküntüyü önlemeye çalışma –İngiltere banka devletleştirdi!–, bağımlı ülkeleri kriz çöplüğü olarak kullanma, zararları “ortaklaştırma” –ABD’deki mortgage krizinden Almanya, İsviçre, İngiltere bankalarının da etkilenmesi, büyük zararlar etmesi gibi–, finans ve borsa hareketleri ile sıkıntıyı hafifletmeye çalışma vb. gibi yol ve yöntemler etkin bir biçimde kullanılmaktadır.

Tekelci kapitalizmin ideologlarının, uzunca bir süredir, “esnek çalışma, stoksuz çalışma” yönünde çağrıları oldu ve bu çağrılar karşılıksız kalmadı. Bu yöntemler üretimde bolca kullanıldı. Kapitalizmin ideologları, böylece, kapitalizmin krizini –fazla üretimden kaynaklanan temel krizi– çözebileceklerini ileri sürdüler. Ama bu durum ek sorunları beraberinde getirdi ve bazı sektörleri geçmişte olmadığı kadar öne –örneğin taşımacılık ve ulaşım– çıkardı. Bu sektörler, çoğu durumda, üretim sürecinin doğrudan halkaları haline geldiler ve bu sektörlerdeki sorunlar –örneğin grevler– doğrudan üretimi de etkiledi. Bazı kapitalizm eleştirmenlerinin, bu sektörlerin “kilit sektörler” olduğu şeklindeki yanlış tespitlerin zemini, işte bu durumdur.

Tekelci kapitalizmin neredeyse son 20 yılına bir göz atıldığında, göze çarpan en belirgin özelliklerinden birisinin, özelleştirme, sosyal haklara ve fonlara el koyma, sosyal sigorta sistemlerinden sermayeye kaynak aktarma vb. olduğu görülür. Hükümetlerin uyguladıkları bu programlar, sermayeye yeni kaynak aktarma, kapitalizmi derinleştirme, toplumun tüm hücrelerine yayma yoluyla, hem sermayeye yeni kaynak aktarma, hem de kapitalizmin çözümsüzlüklerine çare bulma iddiasıyla uygulandı. Ama bugün bu yöntemlerin de sonuna gelindiğini görmekteyiz. Hem yağmalanacak alanın oldukça daralması anlamında, hem de yükselen emekçi mücadelesi nedeniyle.

Bütün bu yöntemler yaklaşmakta olan bir çöküntüyü önleyebilir mi? Alınan önlemlerin çöküntüyü geciktirebileceğini, ancak önleyemeyeceğini söylemek gerekir. Çünkü kapitalist ekonominin işleyiş yasaları vardır ve bu yasalar iradi çabalarla değiştirilemez, etkileri ortadan kaldırılamaz, önünde sonunda etkisini göstermekte, hükümlerini sürdürmektedirler. Şu söylenebilir ki, geciktirilmiş bir kriz, ağırlaşmış ve daha gürültülü çöküşe kapıyı aralamış bir kriz olarak yaşanacaktır. Bu durumun büyük emperyalist devletler arasındaki ilişkileri daha gerilimli hale getirdiği, kutuplaşma eğilimlerini hızlandırdığını, rekabeti keskinleştirdiğini görmek gerekir. Burada, krizle savaş arasındaki ilişkinin yeniden ve sertçe yaşanacağını öngörmek gerekir. Krizin derinleşmesi ve genelleşmesi demek, bölgesel ve genel savaşların gündeme gelmesi demektir. Bölgesel savaş ve işgaller zaten yaşanmakta, yaşananlara yenileri eklenmek üzeredir. Bu, krizin kimin sırtına yıkılacağının mücadelesinin, savaşlar dahil, sert biçimler alarak süreceğinin işaretidir.

IMF Başkanı Rodrigo Rato, “finans piyasalarındaki çalkantının dünya ekonomisi üzerine etkisinin, krizin ne kadar süreceğine bağlı olduğunu söylemekte ve “Yakında biraz istikrar geri gelse de, ayarlanma süreci ve finans piyasası dalgalanmasının etkileri muhtemelen devam edecek ve eşit bir şekilde dağılmayacak” demektedir. Bu sözler, gelecekte yaşanacak olanları da haber vermektedir. Burada sorun, bu “eşit dağılmama”dan kimin ne kadar etkileneceğidir ve bu, aynı zamanda keskin bir mücadelenin de konusudur.

Bitirirken özetle söyleyebiliriz ki; bugün ABD ve dünya ekonomisi için genel bir krizin varlığından söz edilemez. Ancak bazı sektörlerde –finans, konut yapımı vb.– bir krizin varlığından sınırlı olarak söz edilebilir. Bu krizin genel bir krize dönüşme ihtimali güçlüdür, ama bunun için, daha da derinleşmesi, zincirleme etkinin daha güçlü hale gelmesi gerekir. Bu ise, süresi şimdiden kestirilemeyecek bir zaman alacaktır. Genel olarak enflasyonun yükselmesi, buna rağmen durgunluk eğiliminin güçlenmesi gibi etkenler, mevcut kısmi krizin genel bir krize dönüşme sürecinin hızlandığının güçlü kanıtları durumundadır. Üretim rakamlarındaki değişmeler durumun daha net anlaşılmasını sağlayacak, kriz tablosunu netleştirecektir.

Türkiye’de de durum çok faklı değildir. Türkiye, dünya ekonomi zincirinin bir halkasıdır ve emperyalizme bağımlılıktan dolayı daha sık ve ağır krizlere düşmektedir. Ancak bugün ekonomide ortaya çıkan gerileme ve sorunlara bakarak bir kriz tespiti yapılması, doğru olmayacaktır. Ama gidişat bu yöndedir ve istikrasızlıklar ve sonu krize varacak daha büyük sorunlar kapıdadır. Cari açık hızla artmakta, enflasyon yükselmekte, büyüme hızı düşmektedir vb.. Türkiye, bunlara ek olarak, finans krizlerine açık bir ülkedir. Birkaç milyar dolarlık ani finans hareketleri bile ekonominin dengesini bozmakta, onu âdeta bıçak sırtı haline getirmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında, Türkiye ekonomisinin krize düşme olasılığının oldukça yüksek olduğu görülür.

Elbette kriz dendiğinde, fatura kime çıkacak sorusu hemen peşinden gelmektedir. Sermaye açısından bakıldığında faturayı ödeyecekler bellidir; uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halklar. Ancak halkların mücadelesinde bir genişleme ve ilerleme olduğunu da görmek gerekir. Tek tek ülkelerde ve Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçi yığınlar krizin yükünü sırtlanmayı reddedecek bir yola girebilirlerse, emperyalizm ve işbirlikçileri için kâbus dolu günler başlayacaktır.

Biyoyakıtlar: Kurtarıcı mı Yok Edici mi?

Haiti’nin başkenti Port au Prince’de hayat pahalılığını ve gıda fiyatlarındaki artışı protesto eden insanlar kent merkezindeki birçok cadde ile çevresini, otomobil lastikleri yığarak ve büyük ateşler yakarak denetim altına aldılar. Başkanlık sarayına yaklaşmak isteyen göstericileri ise, Haiti’deki BM’ye bağlı askerler göz yaşartıcı gaz kullanarak ve havaya ateş açarak durdurdular. Amerika Kıtası’nın en yoksul ülkesi olan 8.5 milyon nüfuslu Haiti’de yaşanan şiddet olaylarında en az 6 kişi ateşli silahlarla öldürüldü, 40 kadar kişi de yaralandı.

HAİTİ’DE NE OLDU?

Peki, 30 yıl önce neredeyse tüm pirinç ihtiyacını kendisi karşılayan Haiti, nasıl oldu da bugün pirinç kıtlığı ile karşı karşıya kaldı? Aslında Haiti’de yaşananlar, Türkiye’de tarım alanında yaşanmakta olanlardan çok da farklı değil. Tarihleri ve isimleri değiştirdiğimizde, Haiti’de yaşananların bize yabancı olmadığı açıkça görülmektedir.

1986 yılında, diktatör Jean Claude, iktidarı ele geçirmesinin ardından IMF’den 24.6 milyon dolar borç aldı. Ancak IMF, bu borcun karşılığında, pirinç üreticilerine verilen desteği azaltması ve Haiti pazarını diğer ülkelere açmasını şart koştu. Bu durum sonucunda, Haitili üreticiler, Miami pirinci olarak adlandırdıkları ithal pirinçle (pirincin büyük kısmı ABD’den ithal ediliyordu) rekabet edemez duruma geldiler. Bir kısmı “gıda yardımı” olarak ülkeye giren ithal pirinç, bir süre sonra Haiti pazarını tamamen ele geçirdi.

İthal edilen pirinç, Haiti’de üretilenden çok daha ucuza mal oluyordu. Üretici köylüler hızla işlerini kaybetmeye başladılar. İşlerini kaybeden köylüler şehirlere göç etmeye başladı. Bu yıkım yetmiyormuş gibi, 1994 yılında ABD, IMF ve Dünya Bankası (DB), Haiti’nin pazarı tamamen ithal gıda maddelerini açması yönünde baskı yaptı. Sonuç, “pirinç savaşları” ve kaybedilen hayatlar oldu.

Bugün Haiti, dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alıyor. Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın raporuna göre, kişi başı yıllık gelir ortalama 400 dolar. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre ise, Haiti’de yaşam süresi 59 yıl. Halkın yüzde 78’inden fazlası günde 2 dolardan, yarıdan fazlası ise 1 dolardan daha az kazanıyor.

 

HAİTİ YALNIZ DEĞİL

Türkiye’de de, 2000 yılında uygulamaya giren tarım politikasıyla üretim kısılmaya başlandı. Yine IMF ve DB önerisiyle, Türkiye’de, gübre, yem üreten, süt ve et işleyen KİT’ler özelleştirildi. Bu politikalar sonucu Türkiye gıda maddelerini ithal etmeye başladı. Mısır, Filipinler, Kuzey Kore, Senegal gibi ülkelerde de gıda krizine karşı sinyaller verilmekte ve olası bir kıtlığa karşı halklar uyarılmaktadır. Bir anda patlak veren krizin nedenleri arasında kaynak sorunu gösterilmektedir. Dünyanın yarısından fazlasının tarım ülkesi olduğunu göz önünde tutarsak, kaynak sorunu olmadığını anlayabiliriz. Birleşmiş Milletler Gıda Ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre, son yıllarda kişi başına gıda üretimi artmış durumda. Buna rağmen dünyanın pek çok yerinde açlık görülmesinin nedeni ise, bütün ülkelerdeki yoksulların gelirinin düşüklüğüdür. Yani sorun, bir kaynak sorunu değil, bir eşitsizlik sorunudur. BM Çevre Programı Başkanı Achim Steiner bile, bugün gezegenimizdeki herkes için yeterli gıdaya sahip olduğumuzu, ama insanların gıdaya ulaşmak konusunda sıkıntı yaşadığını itiraf etmek durumunda kaldı.

Dünyada 1 dolardan daha düşük günlük kazançla yaşamak zorunda kalan insanlar da sadece Haitililer değil. The Economist dergisinin raporuna göre, dünya çapında bir milyar insan günde 1 dolardan az kazanıyor. 850 milyondan fazlası da açlıkla karşı karşıya. Bütün dünyayı etkisi altına alan “gıda krizi”, ekonomistler tarafından “sessiz tsunami” olarak adlandırılıyor. Geçtiğimiz yıl, buğday fiyatları yüzde 77 ve pirinç fiyatları yüzde 16 artarken, Ocak ayından bu yana pirince yüzde 141 zam geldi.

DB Başkanı Robert Zoellick, 33 ülkenin, artan gıda fiyatları nedeniyle “toplumsal ayaklanma” tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyledi. Bu ülkelerde hükümetlerin ellerinden geldiğince duruma hakim olmaya çalıştıklarını söyleyen Zoellick, buna karşın, daha geniş tabanlı sosyal patlamaların yaşanabileceği uyarısında bulundu. FAO’nun Genel Müdürü Jacques Diouf da, ailelerin gelirlerinin yarısından fazlasını gıdaya harcadığı yoksul ülkelerde toplumsal istikrarsızlığın büyümesi riski bulunduğunu söyledi. Diouf, “Fiyatların yükselmesi yüzünden tüm dünyada durum çok ciddi bir hal aldı. Mısır, Kamerun, Haiti ve Burkina Faso’da isyanlar baş gösterdi” dedi. Diouf, “Gelirlerinin yüzde 50 ila 60’ını gıdaya harcayan ülkelerde bu kargaşanın yayılması riski var” diye uyarıda bulundu. Bu “uyarılar” karşısında hükümetler de gereken “önlemleri” almakta gecikmediler: Hükümetler genel olarak ithalatı sınırlandırmaya yönelirken, Pakistan ve Filipinler gibi kimi ülkelerin hükümetleri ise gıda güvenliği konusunda “askeri” önlem aldılar. Pakistan tahıl ambarlarını korumak için güvenlik güçlerini görevlendirirken; Filipinler’de Devlet Başkanı Gloria Macapagal Arroyo sübvanse edilmiş tahıl satışlarının yönetimini M-16 tüfekli birliklere devretti ve stokçuları ömür boyu hapisle cezalandırmakla tehdit etti. Aynı zamanda dünyanın en büyük pirinç ithalatçısı olan Filipinler, dünyanın en büyük ihracatçısı Vietnam’dan stokları garanti etmesini istedi. Çin, Vietnam, Hindistan, Pakistan ve Kamboçya pirinç ithalatını frenledi. Ekmek fiyatlarının bir kerede yüzde 35 arttığı Mısır’da, orduya ait fırınlarda özel sübvanse edilmiş un ile ekmek üretimine geçildi; Peru’da buğday ve mısır alınamadığı için patatesten ekmek yapılmaya başlandı. Hindistan ve Vietnam dışarıya pirinç satımını durdurdular. Filipinlerde hükümet lokantalarda yemeklerin yanında verilen pilavın yarım porsiyona düşürülmesini önerdi.

Ancak tüm “uyarı” ve “önlemlere” rağmen, Haiti’nin yanı sıra Burkina Faso, Kamerun, Mısır, Gine, Meksika, Fas, Senegal, Özbekistan ve Yemen’in de aralarında bulunduğu çok sayıda ülkede artan gıda fiyatları ve hayat pahalılığına karşı halk sokaklara döküldü.

 

Krizin sebepleri neler?(Büyük Harf)

Her ne kadar ABD Başkanı George W. Bush gıda krizinin nedenini Hindistan ve Çin gibi ülkelerde yaşayan insanların daha fazla pirinç yemeye başlaması olduğunu söylese de, gerçekler ve bilim insanları bu görüşte değil. Krizin asıl nedenlerinden ilki, aşırı kâr amaçlı kapitalist üretim nedeniyle başlayan iklimsel değişim. Birçok bölgede yaşanan seller ve ciddi kuraklıklar nedeniyle hasatlarda önemli düşüş gerçekleşiyor. İki, hatta üç kez yapılan pirinç ekimi, son yıllarda birçok bölgede bir, en fazla iki kez yapılabildi. İkincisi ise, büyük gıda ve tarım tekellerinin iklim değişimi nedeniyle hasılatın düşeceği ve fiyatların artacağı üzerinden yaptıkları spekülasyonlar. Üçüncüsü, değişik tarım bitkilerinin DNA belirlenmesiyle birlikte tohumlar üzerine yapılan patent başvuruları ve bunun üzerine dönen spekülasyonlar. Yüz milyonlarca orta ve küçük üretici ekecek tohum bile bulamaz hale getirildiler. Dördüncüsü ise, mısır gibi temel gıda maddelerinden etanol ve biyodizel gibi akaryakıt elde edilmesi için yapılan planlar ve bunun üzerinden yapılan ek spekülasyonlar. 1998 yılında değişik mali sermaye kuruluşları gıda sektörüne yönelik spekülasyonlar için 10 milyar dolar ayırırken, bu miktar, “Money Week” dergisinin haberine göre, 2007 yılında 148 milyar dolara yükseldi.

Sadece ABD, bir yıl içinde, 300 milyon tondan fazla mısırdan etanol üretmeyi hedefliyor. Değişik Avrupa ülkelerinde ise, mısırın yanı sıra buğdaydan da akaryakıt yapılması için çalışmalar devam ediyor. Bu ise, her yıl yüz milyonlarca ton mısır ve buğday gibi temel gıda maddelerinin piyasalardan çekileceği anlamına geliyor. Mısır veya buğday ekilecek alanlar sınırsız olmadığı için, enerji tekelleri tarafından piyasalardan çekilen mısır ve buğday, tarımda krize neden olarak sayılan diğer etkenlerle birlikte insanlığın nasıl bir geleceğe doğru ilerlediğini gösteriyor; bu, milyonlarca hatta milyarlarca insanın aç kalmasına neden olacaktır.

 

Tahıl için enerjiden enerji için tahıla(Büyük Harf)

Gıda krizine neden olan faktörleri yukarıda kısaca sıraladık. Ancak bu yazı çerçevesinde, son ayların en çok tartışılan konularından biri olan biyoyakıtlar üzerinde duracağız. Konunun boyutlarını ortaya koymak için birkaç istatistik daha verelim: Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5.75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD, yılda 35 milyar galon biyoyakıt üretimi hedefliyor. Bu hedefler, kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamını etanol ve biyoyakıta dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini alt üst eder. Bu nedenle, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri, ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar.

Endonezya ve Malezya, Avrupa biyoyakıt pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da, daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Lüksembourg’un toplam alanına eşit; hükümet, şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi, 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.

Biyolojik yakıt alanına seferber edilen sermaye ve ilgi de hızla artıyor, yayılıyor. Son üç yılda, bu alandaki risk-sermaye yatırımları sekiz katına çıktı. BP’nin California Üniversitesi’ne yaptığı yarım milyar dolarlık sübvansiyonun yanı sıra, büyük petrol şirketleri, tahıl ve otomobil üreticileri, genetik mühendisliği ile güçlü ortaklık anlaşmaları yapıyor: Archer Daniels Midland Company (ADM) ve Monsanto ortaklığı, Chevron ve Volkswagen, BP, Dupont ve Toyota gibi…

 

AB çark ediyor(Büyük Harf)

8 Şubat 2006 Çarşamba günü, Avrupa Komisyonu tarafından yapılan çağrıda, “sera gazı emisyonları ve petrol ve gaz ithalatına olan bağımlılığı azaltmanın yanı sıra yeni istihdam yaratılmasına yardımcı olmak amacıyla” biyoyakıt kullanım ve üretimini teşvik edici tedbirler öneriliyordu. Fakat başta iklimsel değişim ve petrol krizi gibi hayati konularda kurtarıcı olduğu iddia edilen biyoyakıtlar, ne oldu da, BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler’in, dünyada büyük miktarda biyoyakıt üretiminin “insanlığa karşı işlenen suç” olduğu yorumu yapmasına neden oldu?

AB, Komisyonu’nun çevreden sorumlu üyesi Stravros Dimas, neden “Biyoyakıt özendirme politikasının yol açacağı sorunları öngöremedik” diyor ve Meksika örneğini vererek, gıda fiyatlarının artacağına ve yağmur ormanlarının tahrip edileceğine dair kaygılardan bahsediyordu?

İngiltere Başbakanı Gordon Brown da benzer bir açıklama yaparak, “politikalarımızı gözden geçireceğiz” dedi ve ekledi: “İngiltere’nin yanı sıra başta ABD olmak üzere bütün ülkeler biyoyakıtlar konusunda bir gözden geçirme yapmak zorunda. Eğer bunu yapmazlarsa, gıda fiyatları yükselmeye devam edecek.” Uluslararası Enerji Ajansı’nın Baş Ekonomisti ve Ekonomik Analiz Bölümü Başkanı olan Fatih Birol, gelinen noktayı “at arabası” örneği ile açıklıyor. “Eskiden tarımda verimliliği artırmak için enerji kullanırdı, şimdi enerji için tarım yapılıyor. Böyle tersine bir durum var ama öncelikle önemli olan, insanların karnının doyması. O nedenle atı arabanın önüne koşmak lazım, arkasına değil.

 

Biyoyakıt çevreye faydalı mı?(Büyük Harf)

Biyoyakıt üretimi ile yaşanan gıda krizi arasındaki ilişkiyi ele almadan önce, biyoyakıtların teşvik edilmesinde temel faktörlerden biri olan biyoyakıt-çevre ilişkisine bakalım. Biyoyakıtlar gerçekten iklimsel değişimi durdurabilme yeteneğine sahip mi acaba? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, AB, karbon salınımlarını azaltmak için ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının 2020’ye kadar yüzde 10’a çıkarılması kararı almıştı. Ancak bilimsel raporlar, bazı biyoyakıtların karbon emisyonlarını neredeyse hiç azaltmadığı uyarısında bulunmuştu. Raporlarda, bazı biyoyakıtların yağmur ormanlarının tahrip edilmesine ve gıda fiyatlarının yükselmesine yol açabildiği de vurgulanmıştı.

Bilim insanları, biyoyakıtların, sera etkisine yol açan gaz salınımlarının daha az olduğunu belirtiyor, ancak ekliyorlar: Biyoçeşitliliğe ve tarım alanına verdikleri zararın faturası çok daha yüksek. İsviçre’de bir enstitünün araştırmasında, yakıt olarak kullanılan 26 farklı biyoyakıttan 21’inin ürettiği sera gazlarının, benzine kıyasla, yüzde 30’dan daha fazla azaldığı gözlendi. Fakat, en az 12 biyoyakıt, çevreye fosil yakıtlardan daha fazla zarar verdi. Bunlar arasında, ekonomik açıdan dikkat çeken ABD’deki mısır etanolü ve Brezilya’daki şeker kamışından üretilen yakıt da bulunuyor.

 

Sera gazını azaltmıyor(Büyük Harf)

İngiltere Parlamentosu’nun Çevre Denetim Komisyonu da, biyoyakıtların sera gazlarının salınımını azaltmak üzerinde bir etkisi olmadığını, pahalı olduğunu ve çevreye zarar verdiğini savundu. Komisyon, otomobillerden salınan gazların çok daha ucuza ve çevreye maliyeti çok daha düşük olacak şekilde azaltılabileceğini belirtti.

Oxfam adlı uluslararası yardım kuruluşunun biyoyakıt politika danışmanı Rob Bailey, AB’nin geçtiğimiz yıllarda almış olduğu, ulaşımda kullanılan yakıtların yüzde 10’unu “yenilenebilir” enerji kaynaklarından karşılama hedefinin tehlikelerine dikkat çekiyor. Bailey, bu hedef çerçevesinde toprakların kullanımında gerçekleşecek değişim nedeniyle 2020 yılında karbon salınımının yüzde 70 artacağını vurguluyor. Zengin ülkelerin biyoyakıt üretiminde kullanılan tarım ürünlerindeki vergileri azaltması ve destek vermesini de eleştiren Bailey, bir ürünün gıda değerinde daha değerli bir karşılığı bulunması halinde o ürünün artık gıda olarak kullanılamayacağını söylüyor. Yani zengin ülkeler, hem iklimsel değişimi daha kötü bir boyuta taşıyorlar, hem de tahıl ürünlerini ve tarım alanlarını gıda üretiminden kopararak, fakirlerin ekmeğini çalıyorlar.

Biyoyakıtların çevreye olan etkilerinde birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

-1. Biyoyakıt üretimi nedeniyle yok edilen ormanlardan kaynaklanan yangınlar, nemli, verimli toprakların çoraklaşması, topraktaki karbon kaybı…

. Her bir ton palmiye yağı en az petrol kadar karbon gazı yayıyor.

. Tropikal ormanlarda tarıma açılan alanlarda yetiştirilen şeker kamışından üretilen etanol, aynı miktarda benzinin üretimi ve kullanımından bir buçuk kat daha fazla sera gazı salıyor.

. Greenpeace’in bilim sorumlusu Doug Parr, yeryüzündeki karbon dengesiyle ilgili şunları söylüyor: “Hâlâ mevcut olan ilkel ormanları yok ederek, yalnızca yüzde 5 oranında biyoyakıt üretirsek, karbon kazanımının tamamını kaybederiz.

. Yakıta yönelik endüstriyel tarım, petrol kökenli gübrelerin büyük ölçüde yayılmasını gerektiriyor. Bu gübrelerin yıllık tüketimi (şu an yaklaşık 45 milyon ton), dünyadaki biyolojik azot miktarını iki kat artırdı. Bu durum da, küresel ısınma açısından, karbondioksitten 300 kez daha tehlikeli bir sera gazı olan nitrat oksidin yayılmasına yol açtı.

. Yakında biyoyakıtların büyük bir bölümünü sağlayacak olan tropikal bölgelerde, kimyasal gübrelerin küresel ısınmaya etkisi, dünyanın diğer bölgelerine oranla on ilâ yüz kat daha fazla olacak.

. Bir litrelik etanol üretimi 3 ila 5 litre temiz su gerektiriyor ve 13 litre kirli su üretiyor. Bu kirli suyu kullanabilir hale getirmek için 113 litreye tekabül eden doğal gaz enerjisi gerekiyor. Bu yüzden, bu sular, çoğunlukla olduğu gibi nehirlere akıtılarak çevre kirliliği yaratıyor.

. Yakıta yönelik tarımın hızla artmasının bir sonucu da, özellikle soya üretiminde –Arjantin ile Brezilya’da yılda hektar başına 12 ton, ABD’de 6.5 ton– erozyon vakalarının giderek ciddi bir tehdit haline gelmesine yol açıyor.

. 1998 yılında kimya alanında Nobel ödülü alan Alman bilim adamı Hartmut Michel, biyoyakıtın da yarı yarıya fosil enerji barındırdığı için karbondioksit salınımına neden olduğunu savunuyor. Michel buna örnek olarak etanol üretiminde gübreleme, ulaşım ve alkol damlatması için fosil yatırımına ihtiyaç duyulmasını ve bunun da benzinle çalışan otomobillerin ürettiği kadar karbondioksit salınımına neden olmasını gösteriyor.

.

. Biyoyakıtı savunanlar ne diyor?(Büyük Harf)

Biyoyakıtları savunanlara göre, ekolojik açıdan kötü durumdaki topraklarda gerçekleştirilen üretim, çevrenin korunmasına destek oluyor. Ancak 200 milyon hektarlık tropikal orman, otlak ve bataklık alanlarını “kötü durumdaki topraklar” olarak tanımlayan Brezilya hükümeti de böyle düşünüyor galiba. Halbuki söz konusu alanlar, yerliler, fakir köylüler ve büyük baş hayvan yetiştiricilerinin yaşadığı, çok zengin bir biyolojik çeşitliliği olan ekosisteme sahip topraklar. Zaten Topraksız Köylü Hareketi (MST) de Brezilya’daki biyoyakıt üretiminin durdurulması için mücadele ediyor. MST’nin Beşinci Ulusal Kongresi’nde 18 bin delege, “köylüler ve tarım emekçilerinin çevrenin korunması ve enerji alanında egemenliğin korunması amacıyla tarımsal yakıt üretimine karşı savaşılması” kararı aldı. 
Brezilya’nın biyoyakıtlarının yüzde 40’ı soya üretiminden sağlanıyor. NASA’ya göre, soya fiyatları yükseldikçe, Amazon’un yağmur ormanlarının yok oluşu da hızlanıyor. Endonezya’da biyoyakıt üretiminde kullanılan palmiye ağacı ekiminin giderek artması, bölgedeki orman kaybının temel sebebi. 2020 yılında bu alan 16.5 milyon hektara ulaşarak üç katına çıkacak ve orman alanlarının yüzde 98’inin kaybolmasına yol açacak. Endonezya’nın komşusu Malezya (dünyada birinci palmiye yağı üreticisi), şu ana kadar tropikal ormanlarının yüzde 87’sini kaybetti ve yılda yüzde 7’lik bir oranla ormanlarını tarıma açmayı sürdürüyor.

Bir diğer görüş de, biyoyakıt üretiminin tarımsal kesimin kalkınmasını sağlayacağı yönünde. İddia şöyle: “Tropikal bölgelerde, ailesel tarım yapılan 100 hektarlık bir alan 35 kişi için bir iş imkânı demektir. Aynı alanda palmiye veya şeker kamışı ekimi on, okaliptüs iki, soya ise bir buçuk kişi için iş yaratıyor.” Yakın zamana kadar, biyoyakıtlar, yalnızca yerel pazarlara gönderiliyordu. ABD’de bile, etanol üreten nispeten ufak fabrikaların büyük çoğunluğu çiftçilere aitti. Yani yukarıdaki iddianın gerçeklik payı olabilirdi. Fakat günümüzde yaşanan hızlı artışla büyük sanayi şirketleri devreye girdi ve üretimi merkezileştiren devasa bir yeni ekonomi yarattı. Bugün, petrol ve tahıl şirketleriyle, genetiği değiştirilmiş (GM) tarımsal ürün üreticileri, biyoyakıtların fiyatlarının belirlenmesinde gittikçe büyüyen bir rol oynuyor. Cargill ve ADM dünya tahıl pazarının yüzde 65’ini elinde tutuyor, GM ürünlerin pazarınıysa, Monsanto ve Sygenta kontrol ediyor. Yerel biyoyakıt üreticileri, bütün girdi ve hizmetlerde, giderek daha fazla örgütlü büyük şirket ittifaklarına bağımlı olacak. Muhtemelen küçük tarım üreticileri, pazardan ve topraklarından çıkmaya zorlanacak. Yüz binlerce çiftçi, şimdiden Brezilya’nın güneyi, kuzey Arjantin, Paraguay ve Bolivya’nın doğusundaki 50 milyon hektarlık “soya imparatorluğuna” kaydırıldı.

 

Çözüm tartışmaları(Büyük Harf)

Birleşmiş Milletler’e (BM) bağlı Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) ev sahipliğinde, 3 Haziran’da, İtalya’nın başkenti Roma’da bir araya gelen devlet başkanları, küresel gıda krizine “çözüm” ararken, temel tartışma konusu, yine biyoyakıtlardı. Bu konuda, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, ABD’ye, biyoyakıt üretimine yönelik destekleri kaldırma çağrısı yaptı. Zirve öncesinde bir konuşma yapan Ban, “Bugün kelimenin tam anlamıyla faturayı ödüyoruz. Eğer bu sorunu tüm yönleriyle ele almazsak, ekonomik büyümenin, sosyal gelişimin ve hatta politik güvenliğin etkilenmesi gibi dünya çapında bir dizi krize neden olabilir” dedi.

BM’nin gıda krizi zirvesinde, biyoyakıtların krizin sorumluları arasında gösterilmesi olasılığı ise, biyoyakıt üretimi yapan uluslararası şirketleri tedirgin etti. Zirvenin başlamasından bir gün önce, FAO Başkanı Jacques Diouf’a bir mektup gönderen ABD, Kanada ve Avrupalı biyoyakıt şirketleri, “biyoyakıtlar hakkında dünya liderlerinin acele bir kınama mesajı yayınlamamaları” çağrısında bulundular. Brezilya ise, zirve boyunca şeker kamışından ürettiği biyoyakıtların küresel ısınmaya karşı iyi bir silah olduğunu öne sürdü. Mısır kaynaklı biyoyakıt üreten ABD de, üretimin durdurulması çağrılarına karşı koydu. Böylece sonuç bildirgesinde, sadece “biyoyakıtların ortaya koyduğu fırsatlar ve zorlukların araştırılması” çağrısına yer verildi. AB’nin tarım arazilerinde biyoyakıt üretiminin gıda fiyatlarını yükseltmesini, gıda üretimini kaydırmasını, çiftçileri diğer tarımsal faaliyetleri yerine biyoyakıt üretimine yönlendirmesini engellemek için ne tür adımlar atacağı bilinmiyor. Yani çözüm yine bir başka bahara kaldı: Dünya işçilerileri ve halklarının sonuç alıcı mücadelelerine…

İstihdam Paketi ve Sendikalarla İlgili Yasa Tasarılarının İşçi Hareketine Etkileri

Tarihsel süreç içinde sınıf mücadelesinin gelişim süreci, kimi zaman grevlerle, kimi zaman büyük kitle eylemleriyle, kimi zaman da hakların yasal güvenceye alınması talebi üzerinden geçekleştirildi. Üretici güçlerin yanı sıra birlik, güç ve mücadelesinin gelişimi oranında işçi sınıfının mücadele alanları arttı, gelişti ve zenginleşti. Yıllarca süren sınıf mücadeleleri, mücadeleler üzerinden elde edilen kazanımların kalıcılaşması için hakların yasa haline getirilerek güvence altına alınması sağlandı.

Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde işçi sınıfının hak kazanımları yasa haline gelip genişlerken, sınıf mücadelesi gerilemeye başladığı dönemlerde ise kazanılmış haklar teker teker kaybedilme noktasına geldi. Sermaye, bir güç olarak tarih sahnesinde ağırlığını koymaya başladığından bu yana, işçi sınıfını, sosyal bir varlık olarak değil, basit bir makine olarak gördü. İşçinin yararına olacak düzenlemelere karşı her zaman doğal bir direnç gösterdi. Her fırsatını bulduğunda, işçileri daha çok yıkıma uğratacak, mevcut haklarını bile kullanmalarını engelleyecek düzenlemeler yaptı, fiili uygulamaları hayata geçirdi.

Tarih boyunca işçiler ve mücadele eden sendikalar kuşkusuz çok sayıda güçlükle, engellerle karşı karşıya kaldılar. Kimi zaman işçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, örgütlenmesi çeşitli yollarla engellendi. İşçi hareketi ve sendikalar kimi zaman yasal düzenlemelerle, kimi zaman fiili baskılarla etkisiz hale getirilmeye, zayıflatılmaya çalışıldı.

Sermayenin saldırganlığının dünyada ve Türkiye’de ciddi boyutlara ulaştığı bir dönem yaşanıyor. Dünyanın her yerinde demokratik, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar, sermaye hükümetlerinin öncelikli gündemleri arasında. Sermaye güçleri ve onların çıkarlarının koruyucusu olan hükümetler, işçi sınıfının uzun süren mücadelesi ile kazandığı haklarını yeni saldırılarla geri almak, var olanları ortadan kaldırmak için karşılarına çıkan fırsatları sonuna kadar değerlendiriyorlar.

İŞ YASASININ DEĞİŞMESİ VE SONRASI

Öncesi bir tarafa, Türkiye’de, 2003 yılında 4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları yasal düzenlemeler ve fiili saldırıların tehdidi altında kaldı. 4857 Sayılı İş Yasası ile esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri daha da arttı ve yaygınlaştı. İş yasasının sağladığı kolaylıklarla ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, bir taraftan sürekli artan işsizlikten beslenip sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün büyümesini sağlarken, diğer taraftan esnek üretim ve esnek çalışma biçimleri hızla yaygınlaştırıldı.

4857 Sayılı İş Yasası çıkarılmadan önce sigortalı, izin süreleri ve mesai saatleri belirli, fazla mesai oranları, sosyal hakları yasalarla güvence altına alınmış, sendikalı işçilerin sahip olduğu haklar hedef olarak belirlenmiş ve bu durumun kapitalizmin “serbest rekabet” anlayışına ters olduğu iddia edilmişti. Düzenli ve kurallı çalışmanın olmadığı, kayıt dışı olarak faaliyet yürüten işletmelerde işçilerin sırtından elde edilen artı-değer oranları inanılmaz boyutlardayken, çoğunlukla kayıtlı çalışan işletmelerin aynı artı-değeri elde edememelerinin sermayenin iç bütünlüğünü ve hiyerarşisini bozduğu, bu durumun “haksız rekabete” neden olduğu iddia edilmişti. Koşulların eşitlenmesi için atılması gereken ilk adım olarak patronların “elini kolunu bağlayan” yasaların değişmesi, esnekleşmesi gerekiyordu. Böylece kayıtlı işgücünün sahip olduğu çok sayıda hak ve kazanım, “piyasanın” ve “rekabetin” çıkarlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenebilecekti.

2003’ten bu yana esnek üretim ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma biçimleri, yapılan yasal düzenlemeler üzerinden yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı. Buradaki hedeflerden birisi, kâr oranlarının artışını ve sermaye birikimi istikrarını tehdit eden tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmek, istihdam biçimlerinde tam anlamıyla bir esneklik sağlamaktı.

Sendikaların örgütlemeye çalıştığı hedef kitlesi genellikle düzenli, güvenceli ve tam zamanlı çalışan işçiler olduğu için, 4857 Sayılı İş Yasası sendikal örgütlenmeyi de olumsuz etkiledi. Nitekim iş yasasının değişmesi ile birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaştı. Tüm bunlara, bir de artan taşeronlaştırma uygulamaları eklenince, sendikaların hedef örgütlenme alanı giderek daralmaya başladı. Tüm bunların yanı sıra, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki paylarının giderek artması sermayeye büyük bir tercih kolaylığı sağlarken, sendikaların işini daha da zorlaştırdı.

YENİ SALDIRILAR GECİKMEDİ

İşçi ve emekçilere yönelik saldırılar, dur durak bilmeden her geçen gün artarak devam ediyor. Çıkarılmaya çalışılan kimi yasalarla sermaye “sınırsız sömürü” olanaklarını genişletirken, işçilere güvencesizlik, kuralsızlık ve örgütsüzleştirme dayatılıyor. Sermaye güçlerinin aralarında birleşerek başlattığı saldırılara karşı emek cephesinde ortak bir duruş gerçekleştirilemediği için, yaşanan saldırıları geri püskürtmek bir yana, ortalama düzeyde bir karşı koyuş bile gerçekleştirilemiyor.

Bir yandan kapatma davasıyla uğraşan AKP hükümeti, diğer yandan sermayenin desteğini kaybetmemek için, işçi ve emekçilere yönelik sosyal yıkım saldırılarına yenilerini ekledi. Önce SSGSS yasası ile sağlık ve sosyal güvenlik alanını piyasalaştırıp, özel sigorta şirketleri ve özel sağlık hizmetlerinin önünü açtı. Sosyal güvenlik sisteminde kamudan özel emeklilik şirketlerine doğru kayışı hızlandırmak için emeklilik yaşını 65’e, prim ödeme gün sayısını 7200’e yükseltti.

SSGSS ile işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarında büyük bir geriye gidişe neden olması yetmezmiş gibi, şimdi de TBMM’den geçen “istihdam paketi” ile sermayeye “hep destek, tam destek” uygulamasının hayata geçirilmesi amaçlanıyor. Açıklanan “istihdam paketi”nin istihdamı ne kadar arttıracağı bilinmez, ama, getirilen kolaylıkların sermayeye bir süre daha nefes aldıracağını şimdiden söylemek mümkün.

İSTİHDAM PAKETİ NE GETİRİYOR?

AKP Hükümeti, “işsizliği önleme” bahanesiyle gündeme getirdiği “İş Kanunu ve Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ya da sık kullanılan adıyla “istihdam paketi”ni hızla TBMM’den geçirdi. Patronların istihdam ettikleri işçilerin maliyetinin bir kısmının devlet tarafından karşılanmasını ve kendi yükümlülüklerinin kayıt dışı bir işyerinin seviyesine indirilmesini sağlayan düzenleme, özellikle genç işçilere yeni istihdam alanları açılmasından çok, bu bahaneyle patronların üzerindeki “yükleri” hafifletmeyi amaçlıyor.

Sosyal Güvenlik yasasından sonra AKP’nin emekçilere yönelik ikinci büyük saldırı paketi olarak yasalaşan istihdam paketi, büyük ölçüde Dünya Bankası’nın “Yatırım Ortamının İyileştirilmesi” çalışmalarına paralel bir içerikte hazırlanmıştır. Yasada yer alan düzenlemeler uluslararası tekelci sermayenin uzun süredir benimsediği talepleriyle örtüşmesi bakımından önemlidir. Dünya Bankası raporunun konu başlıklarına bakınca “istihdam paketi”nin kaynağını görmek mümkündür:

 

¬     İstihdamla ilgili yüklerin azaltılması;

 

¬     İş Kanununa esnek sözleşme seçeneklerinin eklenmesi;

 

¬     Yeni kıdem tazminatı kurallarının belirlenmesi ve kıdem tazminatı fonunun kurulması;

 

¬     İşsizlik sigortasının ve aktif istihdam politikalarının güçlendirilmesi;

 

¬     Bireysel ve toplu iş anlaşmazlıklarının çözümü için özel tahkim uygulanması.

 

AKP hükümeti, kıdem tazminatlarını ortadan kaldıracak düzenlemeyi yasaya yönelik tepkileri azaltmak için İstihdam Paketi’nin içine almamış, bunu ayrı bir düzenlemeyle çıkarmak için bir süre ertelemiştir.

Yıllarca, kazanılma şartları çok zor olan ve işsiz kalan işçilere ödenen miktarın arttırılması ve işsizlik ödeneğinden yararlanma koşullarının kolaylaştırılması istenen İşsizlik Sigortası Fonu’nun, sermayenin iştahını kabartacak derecede ciddi bir büyüklüğe ulaştığı dönem dönem dile getirilmişti. Sermayenin talebi ile fon birikimlerini gözüne kestiren AKP, fon kaynaklarını sermayeye kaynak olarak açmak için “istihdam paketi” kılıfını kullanmakta gecikmemiştir. İstihdam paketinin içeriği kısaca şöyledir:

¬     İşe yeni alınan kadınlar ile 18-29 yaş arasındaki genç işsizlerin SSK primleri, 5 yıl boyunca İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak. Buna göre, kadınlar ve gençlerin, işverene ait sigorta priminin; 1. yıl için yüzde 100’ü, 2. yıl için yüzde 80’ini, 3. yıl için yüzde 60’ı, 4. yıl için yüzde 40’ı, 5. yıl için yüzde 20’si İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacaktır.

¬            Sigortalıların, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primlerinden, işverenin ödeyeceği 5 puan Hazine tarafından ödenecektir.

¬     İş Kanunundaki özürlü, eski hükümlü ve terör mağdurlarının çalıştırılma zorunluluğuna yeni düzenleme getirilerek, zorunlu istihdam kaldırılmıştır.

¬     Özel sektörde daha önce işçi sayısının yüzde 6 oranında özürlü çalıştırma şartı, yüzde 3’e indirilmiştir. Özel sektörün çalıştırmakta zorunlu olduğu yüzde 3’lük özürlü kontenjanında istihdam edilenlerin primleri, işveren adına Hazine tarafından ödenecektir.

¬            İşverenler, işyeri sağlık ve güvenlik birimi ile işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğünden kurtulmuştur.

¬     Kreş kurma zorunluluğu bulunan işletmeler, bu hizmeti dışarıdan satın alabilecektir.

¬     Ağır ve tehlikeli işlerde çalışacak işçiler için mesleki eğitim şartı getirilirken, mesleki eğitimin nasıl yapılacağına yönelik herhangi bir açıklamanın olmaması dikkat çekicidir.

– İşçilerin işsiz kalma riskine karşı bir güvence oluşturmak amacıyla oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu, işsizlerin yerine GAP’a yatırım yapacak patronlara aktarılacaktır.

İşsizlik Sigortası Fonu’nun amaç dışı kullanılmasının ve 18-29 yaş arasındakiler ile yaş şartı aranmaksızın kadınların sigorta primlerindeki işveren hisselerinin İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmasının ülkedeki istihdam dengesini 29 yaş üstü çalışanların aleyhine bozacak nitelikte olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu paketin uygulanmaya başlamasıyla birlikte Türkiye’nin genç işsizlik sorununa, bir de 29 yaş üstü işsizliğin ekleneceği söylenebilir.

Genç ve kadın istihdamını sağlamak için, işverenin SSK primi ödeme zorunluluğu kademeli olarak Hazine’ye devredilirken, kreş ve emzirme odası açma yükümlülüğü kaldırılmış, hizmetin dışarıdan alınması şeklinde düzenlenmiştir. Ancak uygulama, sistemde gereksiz aracılar yaratacak ve maliyeti yükseltecek niteliktedir. İşverenin kreş ve emzirme odası hizmetlerinden kurtulması anlamına gelen bu durumda, dışarıdan alınacak hizmetin niteliği ve işyerine yakınlığı konusunda hiçbir düzenleme yoktur. Bu değişiklik, kadın istihdamını işveren için daha ucuz hale getirirken, çalışma hayatını kadınlar için daha zorlaştıracaktır.

Düzenlemeyle, 4857 Sayılı İş Yasası’nın 2. maddesinin sonunda belirtilen “İşletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl iş bölünerek alt işverenlere verilemez” hükmü, asıl işveren ve alt işveren arasında “sözleşme yükümlülüğü” olarak değiştirilmiş ve böylece yasa eliyle taşeronlaştırma pekiştirilerek, asıl işverenin sorumluluktan kurtulması sağlanmıştır. Yasa ile iş güvenliği mühendisi, işyeri hekimi, sağlık memuru ve hemşireleri kapsayan “İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları”nın oluşumu engellenerek, “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri”nin kurulması ve bu hizmetin dışarıdan alınıp piyasalaştırılması amaçlanmıştır.

“İstihdam Paketi”nin içeriğine bakıldığında, işçilerin mevcut haklarını ellerinden almak ve patronların yükümlülüklerini büyük oranda hafifletmek için yapılan bir düzenleme olduğunu anlamak zor değildir. Bu haliyle “istihdam paketi”nin, iddia edildiği gibi istihdamı arttırıcı değil, daraltıcı, patronları her yönden kollayan, esnek istihdamı yaygınlaştıran ve mevcut eşitsizlikleri daha da arttıran bir içerikte olduğu söylenebilir. “Az insanla çok iş yapma” ve patronların üzerindeki zorunlu istihdam yüklerinin hafifletilmesini hedeflediği her yönünden belli olan “istihdam paketi” ile, iddia edildiği gibi işsizliğin önlenmesi, istihdamı artırıcı yatırımların çoğalması, yeni iş alanlarının yaratılması, aktif istihdam politikaları ve kayıt dışı istihdamın azaltılmasının sağlanması mümkün değildir.

“İstihdam paketi”ni bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, bu paketten en kârlı çıkanın sermayedarlar olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Devletin patronlar adına yüklendiği maliyetin nasıl karşılanacağı henüz belli olmasa da, bu maliyetin sağlık, eğitim vb. alanlardaki kamu harcamalarının kısıtlanması, dolaylı vergilerin artışı ve yeni zamlarla karşılanacağını tahmin etmek zor değildir.

Sermaye cephesinin lehine bu tür düzenlemeler yapılırken, işçi sınıfının örgütlü gücünü oluşturan sendikaları ve sendikal hakları “yeni” dönemin koşullarına uydurmak adına 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda yapılması düşünülen değişiklikler için düğmeye basılmıştır.

2821 VE 2822 SAYILI YASALARDA DEĞİŞİKLİK HAZIRLIKLARI

Türkiye’de sendikalar ve sendikal haklarla ilgili yasalar, genelde tepeden inmeci, baskıcı devlet zihniyetinin bir ürünü olarak, sendikaların iç işleyişlerine kadar müdahale eden bir içerikte oluşturulmuştur. Dolayısıyla sendikalarla ilgili yasalar, sendikal örgütlüğü mümkün olduğunca engelleyici, sendikaları devlet güdümlü, bürokratik birer kurum haline getirme mantığı üzerinden inşa edilmiştir.

12 Eylül 1980 öncesinde sendikaların sınıf hareketi içindeki etkinliğine ve gücüne doğrudan bir tepki olarak yeniden düzenlenen 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK), dönemin neoliberal ekonomi politikalarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenmiş ve 1983 yılında yürürlüğe girmiştir. 2821 ve 2822 sayılı yasalarla amaçlanan, sendikal faaliyetlerinin sadece çalışma yaşamı ile sınırlı, az sayıda, denetlenebilir ve her yönden zayıf bir sendikal yapı oluşturmaktır. Çünkü o dönem kabul edilen ve “liberal ekonomiye geçiş”in miladı olarak kabul edilen 24 Ocak 1980 kararlarının sorunsuz ve engelsiz uygulanabilmesi için sendikaların zayıf olması gerekmiştir. Dolayısıyla, 1980 sonrasının sendikacılık anlayışı, zayıf, uzlaşmacı, patronların rekabet gücünü tehdit etmeyen, dolayısıyla “işgücü maliyetlerini” arttırmayan ve egemen sistemle “ters düşmeyen” bir sendikacılık anlayışıdır.

2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nda, sadece işkolu sendikaları ve üst kademede sadece konfederasyonların kurulacağı öngörülmektedir. İşyeri sendikaları ve federasyonlar kurmak, 1980 öncesinin deneyimlerinden hareketle yasaklanmıştır. 12 Eylül öncesinde yürürlükte olan 274 sayılı yasa, işyeri esasına göre örgütlenme konusunda bir sınırlama getirmediği için, tek bir işyerindeki işçileri örgütleyen bir sendika işyerinde yetkili sendika olabilmekte ve toplusözleşme yapabilmektedir. Bu durumun olumsuz yanı, tek tek işyerlerinde örgütlü olan yüzlerce küçük sendikanın ortaya çıkmasına yol açması ve mücadeleci sınıf sendikalarını işyerinden uzak tutabilmek için patronlar tarafından kurdurulan sarı sendikaların yaratılması olmuştur.* (Alta dipnot: *Kuşkusuz tek yanı olumsuzluk değildir ya da sorun tek yanlı değildir. İşyeri sendikalarının kurulabilir olması, patronlara kendi güdümünde küçük sarı sendikalar oluşturma imkanı sağladığı gibi, özellikle işçilerin birlik ve mücadele eğilimlerinin gelişkin olduğu ve işyerlerinde birliklerini gerçekleştirdikleri koşullarda, mücadelelerini ileriye taşıyabilmelerinin zemini olarak işlev görecek işyeri düzeyinde sınıf sendikalarının kurulabilmesi imkanı bulunması anlamına da gelmektedir.)

1983 yılında yürürlüğe giren sendikal yasalar, işyeri sendikacılığına izin vermemesi ve ülke çapında %10 örgütlülük barajı getirmesinin geçmişte yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldıracağı, sendikal örgütlülükteki çok parçalılığı gidereceği ve daha güçlü sendikaların oluşmasına olanak tanıyacağı gerekçesiyle o dönemdeki sendikacıların çoğu tarafından olumlu karşılanmıştır. Ancak o günden bu yana aradan geçen süre içinde sendikal örgütlülüğün ciddi ölçüde düşmesi, mücadeleci birçok sendikanın bu sınırlamalar yüzünden yetki alamama tehlikesiyle karşı karşıya kalması, dolayısıyla işçi sınıfının örgütsüzlüğe terk edilmesinin örnekleri fazlasıyla yaşanmıştır.  Üstelik çok sayıda işyerinden oluşan işletmelerde, yetki alabilmek için sadece işyeri değil işletme çapında çoğunluk elde etme zorunluluğunun getirilmesi, sendikalaşma mücadelelerine büyük darbeler vurmuştur. 12 Eylülcülerden emek yanlısı olumlu tutum ve yaklaşımlar beklenmesinin anlamsızlığının kısa süre içinde görülmesinin ardındansa, bu kez “bu yasalarla örgütlenilemez, grev yapılamaz” noktasına gelinmiştir ki; iki yaklaşımın da temel zaafı, işçi ve emekçileri, onların birliği ve gücünü değil, burjuvazi ve gericiliği, yasaları hareket noktası edinmeleridir.

Gündemdeki Değişiklikler(Büyük harf)

AKP Hükümeti, 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasaları AB ve ILO standartlarına uygunluk iddiasıyla gözden geçirmeye ve yeni yasa taslakları hazırlamaya başlamıştır. Bu durum, yasa tekliflerinin gerekçesinde şu şekilde ifade edilmiştir: “Bu yasanın başlıca amacı, Uluslararası Çalışma Örgütü ve Avrupa Birliği normlarına uyum sağlamak, uygulamada karşılaşılan sorunları daha sağlıklı çözümlere kavuşturmaktır.

2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nun getirdiği önemli değişikliklerden birisi, bazı işkollarının birleştirilmesidir. Taslak, 28 olan işkolu sayısının 19’a indirmiştir. İşkollarının birleştirilmiş hali şu şekildedir; 1- Gıda, avcılık ve balıkçılık, tarım ve ormancılık, 2- Madencilik ve taş ocakları, 3-Petrol, kimya, lastik, plastik ve ilaç, 4- Dokuma, konfeksiyon ve deri, 5- Ağaç ve kâğıt, 6- İletişim, 7- Basın-yayın ve gazetecilik, 8- Mali aracılık, 9- Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar, 10- Çimento, toprak ve cam, 11- Metal, 12- Gemi, 13- İnşaat, 14- Enerji, 15- Taşımacılık, ardiye ve antrepoculuk, 16- Sağlık, sosyal hizmetler, 17- Konaklama ve eğlence işleri, 18- Savunma, 19- Genel işler.

Yeni düzenleme ile bazı işkollarındaki ayrılıklar ortadan kaldırılırken, bazı işkolları ilgisiz başka işkolları ile birleştirilmiştir. Örneğin, gıda işkolunun avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkollarıyla birleştirilmek istenmesi dikkat çekicidir.

Sendikaların işleyişinde bazı yönlerden kolaylıklar getiren (özellikle sendikalara üyelik ve istifalarda noter şartının kaldırılması gibi) düzenlemeler olmasına karşın, sendikal hakların kullanılması konusunda “yasakçı” tutum sürdürülmektedir. Örneğin sendikaların en çok yakındığı yüzde 10 işkolu barajı kaldırılırken, % 50+1 işyeri ve işletme barajının korunması bu yasakçı uygulamaya önemli bir örnektir. İşyeri sendikacılığının yasaklanması ile birlikte işkolu düzeyinde örgütlenmiş olan, ancak aynı zamanda bir veya birden fazla işyerinde işçilerin yarısından fazlasını üye kaydetmek zorunda olan sendikalar, aksi durumda toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine sahip olamayacak, dolayısıyla toplu pazarlık hakkından yararlanamayacaklardır.

Yüzde 10 işkolu barajı yerine getirilen düzenleme, bırakalım sendikal özgürlükleri sağlamayı, en az 12 Eylül darbecilerinin yasaları kadar kısıtlayıcıdır. Sadece Ekonomik Sosyal Konsey’de temsil edilen konfederasyonlara bağlı sendikalara TİS imzalama hakkı tanınıyor olması, bu yasakçılığın en somut ispatıdır. Yapılması düşünülen değişikliklerle, sendikalara sınıf uzlaşmacılığını dayatan bir düzenlemeye gidilmektedir. Bu durumla ilgili 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nun 12. maddesi şöyledir:

Ekonomik ve Sosyal Konseyde temsil edilen işçi konfederasyonlarından herhangi birinin üyesi olan ve kurulu bulunduğu iş kolunda ülke çapında faaliyet gösteren, birden çok işyeri veya işletmede örgütlenmiş bulunan veya en az 80 bin üyeye sahip işçi konfederasyonu üyesi olan işçi sendikası, toplu iş sözleşmesinin kapsamına girecek işyeri veya işyerlerinin her birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının kendi üyesi bulunması halinde bu işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir. İşletme Sözleşmeleri için işyerleri bir bütün olarak nazara alınır ve yarıdan fazla çoğunluk buna göre hesaplanır.

Bu maddenin gerekçesinde, “Böylece Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 98 Sayılı sözleşmesine uygunluk sağlanmıştır” ifadesinin kullanılması trajiktir. Bu, 98 Sayılı “Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkının Korunması” sözleşmesine uygun olmak bir yana, ona temelden aykırıdır. Örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını sınırlayan ve katı kurallara bağlayan bir düzenlemenin “özgürlük” olarak yansıtılması, AKP’nin benzer konulardaki tutumlarıyla paraleldir.

Sendika hakkı ve toplu pazarlık konusunda istenildiği kadar düzenleme yapılsın, yukarıda belirtildiği gibi bir düzenleme olduğu sürece, yapılması düşünülen değişikliklerin sendikal faaliyetleri kolaylaştıracağını düşünmek tam bir hayal olacaktır. Örgütlenmede sadece işkolu sendikacılığını benimseyerek, üye sayısı 80 binden fazla olan konfederasyonlara üye olan sendikalara toplu pazarlık hakkını tanıyan bu düzenlemeyle, AKP Hükümeti, yasalar aracılığıyla, az sayıda merkezi sendikalar yaratma isteğinden vazgeçmediğini göstermektedir. Böylece, denetlenemeyen, çalışma hayatında sürekli rekabete ve çatışmalara yol açan, merkezi olarak yönlendirilmesi ve denetim altında tutulması zor mücadeleci sendikalar yerine, daha kolay kontrol altına alınabilecek az sayıda sendika ile örgütlü işçi hareketinin denetim altına alınması, mücadele yerine “uzlaşma” ve “diyalog” sendikacılığı yaratılması hedeflenmektedir.

Bakanlar Kurulu’nun grev erteleme yetkisi aynen devam etmektedir. Bu konuda 2822 Sayılı TİSGLK’nın 33 üncü maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

Bakanlar Kurulu; Yüksek Hakem Kurulu’ndan istişari mütalaa aldıktan sonra, karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev veya lokavtı genel sağlığı veya ulusal güvenliği bozucu nitelikte olduğu gerekçesiyle, altmış gün süreyle erteleyebilir. Yüksek Hakem Kurulu, bu konudaki görüşünü altı işgünü içinde bildirir. Erteleme süresi, Bakanlar Kurulu kararnamesinin yayımı tarihinde işlemeye başlar.

Yasa taslağının grev hakkıyla ilgili düzenlemelerinde de esaslı bir değişiklik sağlanmayıp, grev yasakları ve erteleme düzenlemeleri korunmaktadır. Bu düzenlemeyle, işçilerin grev hakkının hükümet tarafından “genel sağlık” ve “ulusal güvenlik” gibi son derece “esnek” gerekçeler gösterilerek askıya alınabilmesi sağlanmaktadır. Bu anlamda, yasadaki düzenlemeden farkı yoktur. Ayrıca örgütlenme, grev ve toplusözleşme haklarına konulan yasak ve sınırlamalar, yeni yasal düzenlemelerde büyük ölçüde korunmaktadır. İşçilerin greve çıkması için aşılması zorunlu olan uzun prosedürler aynen korunmuş, genel grev, dayanışma grevi gibi haklar tanınmamıştır.

2822 Sayılı TİSGLK’nın 29. maddesinde yapılan değişikliklere göre, grev ve lokavt yapılması yasak olan işler şunlardır: “Can ve mal kurtarma işleri, cenaze ve tekfin işleri, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye hizmetleri, noterlik hizmetleri, su, elektrik, doğal gaz ve petrol sondajı üretimi, tasfiyesi ve dağıtımı işleri.” Ayrıca, “bankacılık sektöründe sözleşmeleri gereği taahhüt edilen hizmetlerin grev ve lokavt uygulanması sırasında verilmesine devam olunur” denilerek, mali sermayeye bir anlamda garanti verilmektedir.

Patronlarla yapılan toplu iş sözleşmelerinde işçiler adına taraf olan örgütler, sendikalardır. Bu nedenle, emek ile sermaye arasındaki mücadelede, toplu pazarlığın tarafı olacak sendikanın belirlenme süreci önemlidir. Türkiye gibi sendika çokluğuna dayanan sistemlerde, toplu pazarlığın taraflarını belirlemek önemli sorunlara yol açabilirken (Türkiye’deki sendikaların yetki tespiti sürecinde olduğu gibi), daha merkezileşmiş sendikal yapıların olduğu sistemlerde toplu pazarlığa taraf olacak sendikanın tespiti daha kolaydır ve yetki uyuşmazlıkları, Türkiye’deki uygulamaların aksine, bu ülkelerde önemli sorunlar yaratmamaktadır.

Emek ile sermaye arasındaki çıkar çatışması ve mücadelenin en önemli alanlardan birisi olduğu için sendika ve toplu pazarlık hakkını, devletler, piyasanın ve sermayenin çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde düzenlemek isterler. 2821 ve 2822 sayılı yasalarda yapılmak istenen değişiklikleri, bu açıdan değerlendirmek gerekir. AKP Hükümeti, bu değişikliklerle, mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaya, mücadeleci sendikaları saf dışı bırakmaya çalışmaktadır.

Sendikaları sisteme böylesine bağımlı hale getiren ve sistemin olumsuzluklarını meşrulaştırmaya zorlayan bir düzenlemenin sonucunda, sendikacılığın, sermayenin ve iktidarın çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işlevi kalmayacaktır ya da hedeflenen budur. Böyle bir ortamda, emekçiler ve toplumun sendikalara yönelik güveninin tamamen ortadan kalkması ve sendikaların birer devlet kurumu gibi davranması kaçınılmazdır.

Gerek 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu, gerekse 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik yapmayı amaçlayan yasa tasarıları, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun içeriğine ve ruhuna uygun olarak, esneklik uygulamalarını toplu iş hukukuna taşımakta, her iki yasadaki sendikal özgürlüklerle çelişen pek çok maddeyi korumaktadır. Söz konusu tasarılar, emek ile sermaye arasındaki mücadelede emek cephesini daha etkisiz ve güçsüz hale getirirken, sermaye birikimi istikrarını esas alan ve emek sömürüsü önündeki engelleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir içerikte oluşturulmuştur. Kısacası taslaklar, sendikal hak ve özgürlükler üzerindeki yasak ve sınırlamaları esas olarak korumakta, sendikal hak ve özgürlükler açısından esaslı bir değişiklik öngörmemektedir.

ILO ve Avrupa Birliği normlarına uyum” adı altında yapılmış olan kimi olumlu düzenlemelerin pek çoğunun pratikte hiçbir anlamı yoktur. Bunun da ötesinde, yeni düzenlemeler, sendikasızlaştırmayı teşvik etmekte, buna bağlı olarak da, toplu pazarlık hakkının kapsamını daraltmaktadır. Bu yazıda ana hatlarıyla belirtilen özellikleri ile 2821 ve 2822 Sayılı yasalarla yapılmak istenen değişikliklerin, doğrudan doğruya sermayeden yana, sermayenin güncel ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde oluşturulduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Sonuç (Büyük Harf)

Sınıf hareketinin sermaye karşısında nispeten güçsüz olduğu, örgütsüz ve dağınık bulunduğu günümüz koşullarında, hükümetten daha farklı bir yasa tasarısı beklemek hayalden öte bir şey değildir. Son dönemde yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler, bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Tek başına yasalar üzerinden işçi sınıfı lehine düzenlemelerin yapılabilmesi yeterli olmadığı gibi, eğer olacaksa, bunun da, işçi sınıfının birleşik ve örgütlü mücadelesi ile mümkün olabileceğini tarih defalarca göstermiştir. Tüm bunların ötesinde, bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesinin mümkün olamayacağını, aksine mevcut sınırlı hakların bile geri alınmak istendiğini görmek gerekir.

Sınıflar arasındaki güç mücadelesinin bir sonuç belgesi olan yasaların içeriği, elbette tek başına işçi hareketinin sınırlarını çizemez. Çünkü sendikalar, mücadelelerini, ilk ortaya çıktıkları günden bu yana, fiili durum üzerinden, meşruiyet temelinde sürdürmüşlerdir.

Sendikaların özgürlük alanı daraldıkça, sermayenin karşısındaki gücü ve etkisi de zayıflayacaktır. Bu anlamda sendikaların örgütlenme ve faaliyet özgürlüğü, en az işçi sınıfı kadar, sermaye sınıfını da ilgilendirir. İşte bu nedenle, kapitalist sistemde, sermaye iktidarları sendika yasalarını yaparken, sendikal mücadeleyi güçlendirecek değil, onu zayıflatacak ve kendi denetimi altına sokacak düzenlemeler yapmaya çalışırlar. Bu şekilde, işçi sınıfının gücünü kırarak, onların çeşitli düzeylerdeki mücadelelerini engellemeyi amaçlarlar.

İşçi sınıfının başta kıdem tazminatı olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını da tasfiyeye yönelik olarak hazırlanan “istihdam paketi” ve sendikalarla ilgili yasa tasarıları, 2003’te yarım kalan ve hayata geçirilemeyen saldırıların devamı olmaları nedeniyle, işçi hareketinin geleceği için önemli tehditler içermektedir. Bu nedenle, sadece bu yasalara ya da yasa değişikliklerine karşı değil, başta kıdem tazminatı olmak üzere, birçok kazanılmış hakkı gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, tüm işçi ve emekçiler için, bu değişikliklerden doğrudan etkilenecek sendikalar için bir zorunluluktur. Bu nedenle, sürekli yeniden cilalanıp gündeme getirilen yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalara karşı cepheden birleşik ve örgütlü bir tutum almak, işçi ve emekçilerin sadece bugünlerine değil, yarınlarına ve geleceklerine sahip çıkmaları açısından da hayati önemdedir.

Son yıllarda giderek artan ve sömürüyü sınırlayan engellerin ortadan kalkmasını, işçi sınıfının kazanılmış haklarının geri alınmasını amaçlayan yasal düzenlemeler, tüm işçi, emekçi kitlelerini ve dolayısıyla sendikaları derinden etkilemiştir. Ancak, ülkemizde emek harekenin temel sorunu, aynı saldırıların hedefi olan kesimlerin, yaşanan ve yaşanması muhtemel olan saldırılara karşı birleşik mücadelesinin yeterince örgütlenememesidir.

Sendikalar meşruiyetini ve mücadelesini, ilk yıllarında olduğu gibi, yasalardan değil, emekçilerden ve haklarından, sınıf mücadelesinin birikim ve deneyimlerinden alırsa, kendi varlığını hedef alan saldırılara karşı güçlü karşı koyuşlar gerçekleştirebilirler. Aksi halde, uzun olmayan bir süre sonra, bugün az çok kitleselliği olan birkaç mücadeleci sendika, hem üye sayısı bakımından, hem de emek hareketi içindeki etkileri bakımından daha da zayıflamış olacaktır.

Gerek “istihdam paketi”, gerekse 2821 ve 2822 sayılı yasalardaki değişikliklerin olumlu sonuçlar ortaya çıkaracağına inanmak, bu yasaların sendikal örgütlülüğü ve mücadeleyi güçlendireceğini sanmak, en büyük yanılgı olacaktır. Anlatılanlardan hareketle, sendikal hak ve özgürlükleri sınırlayan, mevcut hakların alanını daraltan her türlü yasal düzenleme ve fiili uygulamaları geri püskürtebilmek için, işçi sınıfının, onların örgütlü gücü sendikaların olabilen en güçlü ve yaygın birliğinin sağlanması, hareketin önünde duran öncelikli görevdir.

Uluslararası Sendikal Birlik Kazanma Etkenidir

Yoldaşlar, divandaki arkadaşlarımız

Uluslararası sendikal hareketin militan anlayışına sahip olan kişilerin bir araya geldiği bu tarihsel anda, burada bulunan herkese merhaba. Ben, Hindistan’dan, Yeni Sendikal İnisiyatif’ten geliyorum. Aynı zamanda Hindistan’daki çeşitli sendikalarla yoğun ilişkilerimiz var ve onların da size sıcak selamlarını getiriyorum. Bu kadar önemli bir buluşmanın bir parçası olmaktan büyük bir onur duyuyorum. Çünkü burada, çeşitli sektörlerden küresel, daha doğrusu uluslararası sendikal hareketin çeşitli sektörlerinden çeşitli sendikaların en militan unsurları bulunuyor ve ben de bu sürecin bir parçası olmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Son on yıl içerisinde çeşitli sorunlar, çeşitli saldırılar söz konusu oldu. Ben de farkındayım ki, buradaki arkadaşlarımız uzun bir mücadele tarihine sahipler. Hapislere atıldılar, işkence gördüler ve sermayenin çeşitli saldırılarına maruz kalmış insanlar burada. Ben kendi sendikam adına konuşurken, aynı zamanda uluslararası sendikal hareket tarafından gösterilmiş dayanışma düzeyinden de bahsetmek istiyorum. Ben Hindistan’dan geldim, biliyorsunuz ve yakın zamanda Bush, bizim çok fazla yemek yediğimizi, çok fazla pirinç tükettiğimizi söyledi. Ama biz hiç de o kadar yemek yiyebilir durumda değiliz. Benim ülkemde, nüfusun yüzde 75’i yetersiz beslenme ile karşı karşıya. Ben öyle bir ülkeden, öyle bir bölgeden geliyorum ki, küresel anlamda, uluslararası düzeyde çalışmakta olan, ama yine de yoksulluk durumunda olan nüfusun yüzde 33’ü, dünya çapında nüfusun yüzde 33’ü benim ülkemde 10-12 iş saati çalışıyorlar; yine de kendilerine karınlarını doyurabilecek kadar bir yemek almaları mümkün değil. Yüzde 60’ından fazlası tarlalarda, sanayide, çeşitli iş kollarında çalışıyor. Son derece kötü koşullarda çalışıyorlar.

Bir buçuk gündür burada faaliyetlerden bahsettik. Üretimden, imalattan bahsettik. Ama şu çok önemli ve bizim mutlaka anlamamız gerekir ki, emperyalizmin yeni yüzlerinden, yeni aşamalarından bir tanesi; emperyalizm, en çok, en yüksek düzeyde sömürünün gerçekleştiği bölgelere gidiyor. Oradaki ekonomileri revize etmek, madenlerini çıkartmak, o ülkenin kendi zenginliklerini ellerine geçmek için bunu gerçekleştiriyorlar. Dolayısıyla uluslararası sendikal hareket üzerine düşündüğünüzde, buradaki yoldaşların, aynı zamanda, dünyanın o bölgesinde, o kısmında neler oluyor, bununla ilgili kafa yormasını, bununla ilgili de düşüncelerini yansıtmasını istiyorum. Şunu da söylemek istiyorum; emperyalizmin bugünkü çağında, bugünkü aşamasında, bütün dünyadaki işgücü piyasalarını, emek piyasalarını entegre etmeye çalışıyor. Ama bu, o bölgedeki halkların gerçekten bir takım kazanımları olduğu, bir takım şeyler kazandıkları anlamına gelmiyor. Hindistan’da, Endonezya’da tarımsal alandan, kırsal alandan şehirlere, imalat sektörüne bir geçiş yapmak zorunda kalıyorlar. Ama bu insanlar zenginleşmiyorlar, gelirleri yükselmiyor. Halk, bu zenginleşmeden, bu gelişmeden hiçbir şekilde faydalanamıyor. Onun için, burada var olan, burada toplanan bütün sendikalardan ve sendika temsilcilerinden, bu kalkınma ve gelişmişlik üzerine kafa yormalarını rica ediyorum. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki ürünleri sömürüyor ve bütün bu zenginlikleri üretenler sözleşme yapamıyorlar 1990’larda, hatırlıyorum, 1970’lerde daha doğrusu, uluslararası sendikal hareket belirli bir zirveye ulaşmıştı aslında. Ne yazık ki, o aşama artık geçti. O dönem çöktü, ama hala uluslararası sendikal hareketin kapitalistlerin üstünde bir baskı oluşturması gibi bir hedefimiz duruyor; bu görev hala bizim.

Toplu sözleşme ve her bir arz-talep, her bir tedarik içerisinde mutlaka bu hakkın elde edilmesi, dernek kurma hakkının elde edilmesi, örgütlenme hakkının elde edilmesi için çalışılması gerekiyor. Uluslararası sendikal birliğin, mutlaka, toplu sözleşme hakkı ve dernek kurma, örgüt kurma, örgütlenme hakkı ile birleşmesi ve bunlar üzerinden kurulması büyük bir önem taşıyor. Ben buradaki toplumun bir parçası olmaktan çok memnunum, çok onur duyuyorum. Ama görüyorum ki, buradaki katılımcılardan büyük bir bölümü metal işçileri. Benim açımdan, çeşitli uluslararası örgütler ve uluslararası çaptaki örgütlerin, sendikaların ortak bir stratejiyi mutlaka ortaya koymaları gerekiyor. Bütün militanlar, buradaki bütün delegeler, biz bu zincirde, bu tedarik ve arz zinciri içerisinde bir kırılma yaratabilirsek, birlikte büyük bir iş başarmış olacağız. Bu bağlamda, Hindistan’da toplumun işçi sınıfının tüm kesimleriyle birleşmesi için çalıştık ve burada temel çelişki, temel sorunumuz şu ki, dünya çapındaki üretim yayıldı, genişledi; ama Türkiye’deki işçiler, Avrupa’daki işçiler, Hindistan, Pakistan’daki işçilerin mücadelesi, herkesin yaşanabilecek bir ücrete sahip olması için. Benim için en önemli konulardan bir tanesi bu. Mutlaka genel anlamda, genelleşmiş bir yaşam koşulu, genelleşmiş bir mücadele konusu etrafında nasıl birleşebiliriz, nasıl ortak bir strateji uygulayabiliriz, bunların üzerine kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Ben buna inanıyorum ve sizleri de teşvik etmek istiyorum bu konuda. Tekstil sektöründen gelen kardeşimiz vardı, burada o konuştu örneğin. Hindistan’da da benzer bir durum var; çünkü küresel emperyalizmin gerçekliklerinden bir tanesi şu ki, bir kayma oldu, artık yeniden yerleştirme gibi bir süreç gerçekleştiriliyor. Hindistan’daki tekstil atölyeleri Avrupa’daki giysileri üretiyor belki. Avrupa belki Türkiye’de, özellikle Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ürettiriyor; işçilerin mutlaka sözleşme hakkını, sözleşme gücünü bulabilmeleri lazım, bunları edinmeleri lazım. Ben Asya’dan geliyorum ve dünyada tüketilen giysilerin yüzde 60’ı Asya’da üretiliyor. Asya’da dört tane ülke, dört tane sendika yan yana gelirse, dünyanın giysisini üreten bu sendikalar, bu işçiler ellerini sözleşme masasında güçlendirebilirler. Bence özellikle tekstil sektörünün zemin olması ve temelini Asyalıların oluşturması gerekiyor. Neden bunu söylüyorum? Çünkü özellikle Güneydoğu Asya, küresel piyasanın en altındaki koşullar açısından en alt, en düşük noktayı simgeliyor. Ve bu bizim açımızdan da tarihsel görev, büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Böylesi bir örgütlenmeyi inşa etmek bizim hepimizin birlikte olduğumuzu gösterecektir ve dünya çapındaki bu süreçte en alttaki işçiler olan bizler bu sorumluluğu almalıyız.

Son bir konu olarak göç konusu, benim açımdan çok önemli. Ben elbette ulusa saygı gösteren bir gelenekten geliyorum, ancak benim görüşüme göre, eğer ulusal meseleyi ele almazsanız, bir komünist olmanız, bir militan olmanız mümkün değildir. Ben buna inanıyorum ve bugün göç konusu en temel konulardan bir tanesi. Bu, tarihsel bir sorumluluk. Göçmen işçiler ve uluslararası düzeydeki göç eden işçiler ve göç konusunu mutlaka ve mutlaka üstlenmemiz ve sendikalar olarak bu konuya eğilmemiz gerekiyor. AB’deki göçmen işçiler örneğin. Biz onlarla bir araya gelebilir olmalıyız. Almanya’daki bir Türkiyeli yoldaşla, İngiltereli bir yoldaşla. Eğer Avrupa Birliği ülkelerindeki bir sendika Türkiye’ye saygı göstermezse, burada çalışan göçmen işçiler, Türkiye kökenli göçmen işçiler asla saygı görmeyeceklerdir o ülke tarafından. Onun için de, benim açımdan, bu ulusal mücadelenin bir parçası olmanın, uluslararası düzeyde her bir Hint, her bir Asyalı, her bir üçüncü dünya ülkesi işçisinin hak ettiği, dünyanın her hangi bir yerinde bütün işçilerin hak ettiği saygıyı elde ettiğini, o saygıyı kazandığını görmenin, o saygıyı gördüğünü görmenin benim en önemli görevlerimden birisi olduğunu düşünüyorum. Ve bu konuyu ileriye taşıyabilmemiz için olanaklar var ve ben, gerçekten sizlerle birlikte bir parçası olacağım bu mücadelenin içinde bulunacak olmaktan büyük bir gurur duyuyorum. Teşekkür ederim yoldaşlar.

Kentin Değişimi

ATİLLA GÖKTÜRK[1]

M. SERTAÇ TÜMTAŞ[2]

 

DEVLETİN DEĞİŞİMİ

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle Batı Avrupa’da, 1970’li yıllara kadar uzanan bir süreçte, kapitalizmin o dönemki öncelikleri doğrultusunda “sosyal devlet” uygulamaları oldukça yaygın bir biçimde etkili olmuştur. Bu süreçte devlet, ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte, öncelikle istihdam, konut, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim vb. alanlarda yurttaşlarına yönelik düzenlemeler yapıp önlemler alarak, göreli bir “refah” yükseltme uğraşı içinde olmuştur. 1970’lerde yaşanan petrol krizi sonrasında, özellikle 1980’lerde görülen ekonomik durgunluk, gerileme ve artan bütçe açıkları, yeni sağ liberal ideolojinin yükselmesine ve tüm dünyada “sosyal devlet” uygulamalarından geri dönüşe yol açmıştır. 1980’lerde ve 1990’larda devletin sosyal politikalarında büyük bir değişim yaşanmış, birçok ülkede devletin yeniden yapılanmasını hedefleyen düzenlemeler gündeme gelmiştir.

1970’li yıllardan sonra kapitalist sistemin içine girdiği krizden çıkmak için bulduğu çözüm olan küreselleşme, ülkelerin sosyal, ekonomik, kültürel, hukuksal, yönetsel vb. yapılarını dönüştürme sürecine girmiştir. Bu süreç günümüzde de soluksuz bir şekilde devam etmekte olup, bu dönüşümde devlet mekanizmasının önemli bir rolü olmaktadır. Devletin rolünün, işlevlerinin, çalışma yöntemlerinin neo-liberal ilkeler çerçevesinde yeniden belirlendiği günümüzde, kamu yönetimlerinin, devletteki dönüşümün gereksinmelerine göre yeniden yapılandırılması söz konusudur. Dünün “sosyal refah” devletinden, düzenleyici ve/veya girişimci devlete dönüşümü içeren bu yeniden yapılanmada, yönetsel aygıtın devletin yeni işlevine göre uyarlanması, neo-liberalizmin beklentilerini karşılayabilir hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Küreselleşme, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırlar dışına taşarak dünya geneline yayılması olarak değerlendirilmektedir. Kavram, bazen dünya toplumlarının birbirine benzeme süreçlerini, buna bağlı olarak tek bir küresel kültürün ortaya çıkmasını; bazen de toplulukların ve kimliklerin kendi farklılıklarını ifade etme ve tanımlama sürecini sunacak biçimde kullanılabilmektedir (Köse, 2003:5). Her iki durumda da, oluşan yeni dokunun ulus devlet yapısı ile bire bir örtüşmediği izlenebilmektedir. Kapitalizmin topluma yönelik harcamalarını keserek krizini aşma doğrultusunda bulunan çözüm olarak karşımıza çıkan küreselleşme, iki kutuplu dünyanın son bulması, yani Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çökmesinin yanı sıra teknoloji ve bilişim alanlardaki gelişmelerin sağladığı olanaklardan faydalanarak kendi zeminini oluşturmuştur. Bu doğrultuda, küresel sermaye, hareket serbestisini arttırmak için, ulus devletlerin ekonomik, yönetsel, toplumsal, siyasal, hukuksal ve kültürel yapılarında yeni düzenlemelere gitmiştir. Nitekim, Hosbawm (1997:23-32), günümüzde ulus/milletin eski fonksiyonlarını kaybettiğini, bu dönemde yerelin/bölgelerin önem kazandığını ve bölgesel ekonomilerin, küresel ekonomi içersine çekildiğini belirtmektedir. Günümüzde, sermaye birikim süreçleri ve teknolojide ortaya çıkan gelişmelere paralel olarak, geçmişte kendisini ulusal ve hatta yerel ölçekte tanımlayan sermayenin giderek ulusal sınırlamaları aşma kaygısı ön plana çıkmış, bu eğilim de bir anlamda geçmişteki ulus devlet modelinin aşınmasının arkasındaki temel neden haline gelmiş bulunmaktadır (Şengül, 2000:127). Temellerini yeni kamu işletmeciliği yaklaşımının oluşturduğu yeni düzenlemeler, devlette reform olarak sunulmakta ve bu “reform” dalgasının hemen her ülkeyi farklı düzeylerde de olsa etkisi altına aldığı görünmektedir. Bu nedenle, küresel ölçekte bir düzenleme eyleminden söz edilmekte ve ulusal düzenlemelerin küresel düzenlemelere uyumlu hale getirilmesi, başka bir ifade ile devletin kural koyucu rolünün küresel ölçekten aktarılan kuralları alma doğrultusunda kullanıldığı belirlenmektedir. Tek tek ülkelerde benzer içerikler taşıyan “reform” uygulamaları, ülkelere göre göreli de olsa farklı sonuçlar üretebilmektedir.

Önerilen yeni modelin temel işlevi olarak sunulan devletin düzenleyici düzeyde kalması, genel olarak kamunun hizmet üretiminin sınırlanması ve devlet eliyle yürütülmekte olan kamu hizmetlerinin de özel sektör tarafından gerçekleştirilmesi anlayışını dayatmaktadır. Başka bir ifade ile, dünün “sosyal devlet” yaklaşımının yerini alacak bu yeni modelde, piyasalara (düzenleyici boyutta) müdahaleci, ama toplumsal yaşama ilişkin işlevlerini terk etmiş bir devlet öngörülmektedir. Bununla beraber, bu süreçle birlikte; insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi temel değerler üzerine söylemler ön plana çıkmış, buna paralel olarak da devlet düzeyinde; demokratikleşme, yerelleşme, saydamlık, katılım, esneklik, hesap verebilirlik vb. tanımlamalar, yeniden biçimlendirilmenin aracı olarak ileri sürülür olmuştur. Küreselleşme, bir yandan “yönetişim” kavramı ile katılımı tercih eden bir görüntü sunarken, diğer taraftan da yerel yapılara önem veren ademi merkeziyetçiliğe daha fazla vurgu yapan bir doku ile yerelleşmeyi savunan bir çizgi oluşturmuştur. Bu yolla siyasal gücün tek elde toplanmasının önleneceği ve böylece demokrasinin yerel düzeyden başlayarak güçlendireceği kanısı hâkim kılınmaya çalışılmıştır.

Temsili demokrasinin bütün kurumlarının sorgulandığı bu süreçte, yerel yönetimlerde, “katılımcı demokrasi” ve birlikte düzenleme veya birlikte yönetme olarak sunulan “yönetişim” kavramı ile kamu ve özel sektörün ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde bir araya gelmesi temelinde bir yönetim modeli savunulmaktadır.

Ülkemizde bu yöndeki neo-liberal uygulamalar 1980’li yılların başında Özal döneminde kendini göstermeye başlamış,1980 sonrasında deregülasyon ve özelleştirme gibi yöntemler aracılığıyla küçültülen devlet, kamu hizmetlerinin sunum ve finansmanında özel sektörün yer almasına ilişkin düzenlemeleri gerçekleştirmiştir.

21. yüzyılın ilk yılları, Türkiye’de, küreselleşmenin beklentileri doğrultusunda yapılan düzenlemelerin, merkezi ve yerel yönetimlerle ilgili yeni yasaların neo-liberal anlayış çerçevesinde hayata geçirildiği yıllar olmuştur. Yeni düzenlemelerle birlikte, özellikle her düzeydeki belediyeler ve il özel yönetimleri aracılığı ile yerel ve yandaş sermayenin önü açılmış, yerel yönetimler bu kesimin daha da palazlandırılmasının bir aracı konumuna dönüşmüşlerdir.

Kentin değişimi üzerine yapılacak bir değerlendirme, yukarıda kısaca vurgulanmaya çalışılan bu gelişmelerin irdelenmesi, mevcut durumun tanımlanması ve geleceğe ilişkin kestirimlerin sunulması temelinde yapılmak durumundadır.

KENTLEŞMEDEKİ DEĞİŞİM[3]

Ülkemizde kırsal alandan kentsel alana göç biçiminde gerçekleşen kentleşme olgusunun 1950’li yıllarda ivme kazanmaya başladığı bilinen bir durumdur. Bu yıllarda, Marshall yardımları sayesinde tarımda makineleşmenin artması, tarımım modernleşmesi, miras vb. nedenlerle toprakların bölünmesi, ulaşım ve iletişim alanlarında ilerlemelerin gerçekleşmesi ve bunlara ek olarak doğal nüfus artış oranının yüksek olması gibi nedenlerle, kırsal yerleşim birimlerinden kentsel yerleşim birimlerine doğru bir nüfus hareketi başlamış ve bu hareketlenme, bir dizi ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel değişimi beraberinde getirmiştir.

Ancak asıl olarak kırdan göçün kent yapılarında kendini göstermesi 1960’lı yıllara denk gelmiş ve bu seyir 1970’li yılların sonlarına kadar sürmüştür. 1980’li yıllar ve sonrasında o güne kadar uygulanmakta olan tarım politikalarındaki değişim, kırsal kesimde önemli etkiler yaratmıştır. Türkiye tarımında önemli bir yer tutan özellikle geçimlik işletme dokusunun ve topraksız köylülüğün kırsal alandan kopuşu için yeni bir zemin, neo-liberalleşen tarım politikaları ile gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, ülkede yaşanan kırdan kente göç olgusunun temel nedenlerinden birisi olan yaşam kalitesinin kırsal alandaki yetersizliği, özellikle 1980 sonrası tarım sektöründe yaşanan gelişmelere bağlı olarak, gelirin de –nüfus artışı, arazilerin bölünmesi gibi etkilerin dışında– önemli oranda düşmeye başlaması ile daha da açığa çıkmıştır. Kırdan kente göç eden nüfus, 1980-1985 yılları arasında 860.445, 1985-1990 yılları arasında ise 969.871 kişi olarak hesaplanmıştır (Ersoy ve Şengül, 2002:38).

Bu dönemde yaşanan kırdan kente göç, Durugönül’ün (1997:97) belirttiği gibi, “daha çok ülkenin geri kalmış bölge ve kentlerinden gelişmiş ve göreli iyi yaşam koşullarının olduğu bölge ve kentlere yönelmektedir”. Bu süreci izleyen aşamalarda, kırlardan kentlere gidiş yaygınlaşmış ve göç âdeta kurumsallaşmıştır. 1950’li yıllarda %24’lerde seyreden kentleşme oranı, bu dönem (1950-1990) içerisinde, 1975’de %41.8’e, 1980’de %43.9’a ve nihayet 1990’da %59.6’a yükselmiştir.

Genel olarak bakıldığında, kırdan kente göç eden kişinin belli büyüklükteki bir yerleşme ya da emek pazarına göç eden kişi olması, bir topluluğu terk ederek yeni bir topluluk içine girmesi, yeni toplumsal ilişkiler kurmasını gerektirmekte ve bu geçiş, çok sayıda uyum sorunu yaratmaktadır (Özer, 2004:12). Bu problem ise, bir anlamda kentleşme ve kentlileşme arasındaki ayrımdan kaynaklanmaktadır. Zira kentleşme nüfusun kentlerde yoğunlaşmasını anlatırken, kentlileşme kavramı ise, Kartal’ın (1983:92) belirttiği gibi, kente gelenlerin, kentsel bütünleşmeyi sağlaması ve kentsel olanaklardan faydalanmalarını ifade etmektedir. Yazara göre, “kentlileşen insanda, ekonomik ve sosyal olmak üzere iki bakımdan değişme olmaktadır. (a) Ekonomik bakımdan kentlileşme, (b) sosyal bakımdan kentlileşme. Ekonomik bakımdan kentlileşme, kişinin geçimini tamamen kentte veya kente özgü işlerle sağlıyor duruma gelmesiyle gerçekleşir. Sosyal bakımdan kentlileşme ise, kır kökenli insanın türlü konularda kentlere özgü tavır ve davranış biçimlerini, sosyal ve tinsel değer yargılarını benimsemesi ile gerçekleşmektedir.” Bu noktada, kentlerde “kentlileşemeyen”, yani kentsel değerleri benimseyemeyen göçmenler kente yabancılaşmakta ve kendi çevresine kapanmaktadır. Bu değerlendirmeden de anlaşıldığı üzere, “kentlileşme”, bireyin tek başına gerçekleştirebileceği bir değişim olmayıp, barınma, istihdam, gelir, eğitim, kültür, sağlık, tüketim vb. birçok ekonomik ve sosyal olguya sahip olması ile zamana yayılan bir değişim sürecidir. Bu çerçevede, böylesi bir değişim, bireyin kişisel çabalarının ötesinde, elde edebildiği, ulaşabildiği olanaklarla da yakından ilgili olup, yeterliliği tartışılabilir de olsa, farklı düzeylerdeki devlet katkısı da bu değişimde önemli bir işlev üstlenmektedir.

1980 sonrası Türkiyesi, ekonomik, toplumsal ve yönetsel açıdan öncesinden farklı bir tablo sunmanın ötesinde, kente göç eden kırsal nüfusun kentlileşmesi açısından da farklı bir boyut kazanmaktadır. 1980 sonrasında, değişen ekonomik politikaların yanı sıra, Türkiye, toplumsal yapısını da önemli ölçüde etkileyen bir dizi gelişme ile karşı karşıya kalmıştır. Devletin işlev ve etkinliklerindeki değişim ve yaşanan ekonomik krizler, istihdam ve gelir dağılımını da önemli ölçüde etkilemiş ve genelde yoksulluğun artmasına yol açan bir seyir izlenmiştir. Sürecin önemli ve bu politikalar ile paralel seyreden bir gelişmesi ise, kırsal alandan kente göç hareketinin niteliğinde ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan 1990’lı yıllara kadar, daha çok ekonomik (geçim sıkıntısı, işsizlik, yoksulluk) gerekçeler ile göç eden insanların kentte daha iyi bir yaşam hayaliyle (iş bulma olanaklarının fazla olması, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yeterli ölçüde faydalanma ve kentin sosyal aktivitelerinin çekiciliği) ve kendi istekleri doğrultusunda kırdan kente yöneldikleri belirlenmiştir. 1990 ve sonrasında ise, bu tabloda önemli bir değişiklik olmuş, insanların iradeleri dışında gelişen ve zorunlu göç adı verilen göç türü ortaya çıkmıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşanan olaylar nedeni ile ivme ve kitlesel bir nitelik kazanan bu son dönem göç hareketi, batıdaki kentlerimizde yoksulluk görüntülerinin çarpıcı bir biçimde oluşmasına neden olmuştur.

Bu boyutun da eklenmesi ile 1990’lı yıllar, ülkede ekonomik sorunların ve siyasal ve toplumsal gerginliklerin hâkim olduğu yıllar olmuştur. Özellikle siyasal ve toplumsal gerginliklerin temelinde ise, Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmakla birlikte, etkileri bölge dışına taşan olaylar yer almıştır. Çünkü bu dönemde yaşanan göç hareketi, Cumhuriyet tarihi boyunca kırsal alandan kente, süregelen göç hareketlerinden gerekçe ve nitelik bakımından farklılık göstermektedir. Farklılığın temelinde ise, “zorunluluk” yer almaktadır. Türkiye’de son dönem kent yapısının değerlendirilebilmesi için, kırsal alandan kente göçün değişen bu yapısının irdelenmesi gereklilik arz etmektedir. Çünkü, “Nedenleri çeşitli boyutlarda tartışılmaya açık bu süreçte, tarımsal üretimden boşa çıkan nüfus değil, tarımsal üretimin farklı boyutlarında yer alırken, mekânından koparılan bir nüfus, iradesi dışında kent nüfusuna eklemlenmiştir. Ekonomik ve sosyal açıdan kente göçü planlamayan, böylesi bir göç için bir hazırlığı ve beklentisi olmayan, daha iyi yaşam koşulları arayışını bulunduğu kırsal mekânın dışına taşımayı düşünmeyen bu kesim, kentsel alanlara yığılmış, bu yığılanlar ise, bireysel çözümsüzlüklerle karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu göç, kısa bir süre sonra, ilk plandaki göç edenlerin bireysel çözümsüzlük konumunun çok daha ötesine geçmiş, önce göç edilen mekânda, mekânı paylaşanların (eski ve yeni) tamamı için ekonomik, sosyal, yönetsel ve kültürel açıdan hızla büyüyen kitlesel sorunlar ortaya çıkmaya başlamış, hemen ardından da, göçe kalkılan mekânın ülke ekonomisine (örn. hayvancılıkla) sağladığı katkının artık yaratılamaması nedeni ile önemli bir açık doğmuştur.” (Göktürk, 2001:282)

1990 sonrası yaşanan bu zorunlu göçün bir diğer özelliği de, göç edenlerin etnik kimliğinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü, göç veren mekân olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri, etnik kimliği Kürt olan yurttaşların ağırlıklı olarak yaşadığı bir bölgedir. Dolayısı ile etnik kimlik yönü de olan bu göçün boyutlarını anlamak açısından TBMM Göç Komisyonu Raporu (1998) fikir vermektedir. Rapora göre, OHAL sınırları içersinde “905’i” köy, “2523’ü” ise mezra olmak üzere toplam “3428” yerleşim birimi boşaltılmış ve “378.335” kişi iradeleri dışında göç etmiştir. Aynı konu ile ilgili olarak, 6 Aralık 2006 günü kamuoyuna açıklanan, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü’nce (HÜNEE) gerçekleştirilen Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması (TGYONA) verilerine göre ise, bu dönemde güvenlik nedeniyle göç edenlerin sayısının 953.680 ile 1.201.200 arasında olabileceği belirtilmiştir. Bazı sivil toplum örgütleri ise, TBMM’nin ve HÜNEE’nin verdiği rakamlardan daha yüksek rakamlar sunmaktadır. Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (2002) ve İnsan Hakları Vakfı (2000) da bu iddiada bulunanlar arasında yer almaktadır. Bu örgütlere göre, bu dönemde, 4000 civarı yerleşim biriminden, üç milyonun üzerinde kişi (TESEV, 2004:4) zorunlu göçe tabi olmuştur. Göç gerekçelerindeki bu değişim, araştırma verileri ile de desteklenmiştir. Göktürk’ün (2001:281-289) Diyarbakır (1996) ve Mersin (1999) araştırma sonuçları bu durumu doğrulamaktadır. “1990 öncesinde Diyarbakır’a göç edenlerin %43.1’i geçim sıkıntısını, %18.75’i işleyecek toprağı olmamasını gerekçe gösterirken, 1990 sonrasında göç edenlerin %43.6’sı bölgedeki olayları, %58’i köyünün yakılmasını gerekçe göstermektedir. Aynı durum Mersin açısından incelendiğinde ise, 1990 öncesinde göç gerekçeleri arasında en önemli yeri %71.9 ile geçim sıkıntısı, işsizlik alırken, onu %15.2 ile kent yaşamının çekiciliği, eğitim, sağlık vb. hizmetler gerekçeleri ikinci sırada izlemektedir. 1990 sonrasında ise, ilk sırada yer almakla birlikte %48.9’a düşen geçim sıkıntısı vb. gerekçeleri, bu kez, ikinci sırada, %28.9 ile bölgemizdeki olaylar nedeniyle can ve mal güvenliğinin tehdit edilmesi, %26.7 ile de köy boşaltılması gerekçeleri izlemektedir.

1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göçün ani ve kitlesel olmasının yanında, devletin bu göç sürecinde gerekli önlemleri al(a)maması ve göç edenlerin kendi hallerine bırakılması, göç alan kentlerin, göç edenleri özümseyememesine, birçok kentte hızlı bir ayrışma süreci yaşanmasına, zaten yetersiz olan kentsel altyapı ve üstyapıların tümüyle tıkanmasına neden olmuştur. Göç edenlerin kente ani ve hazırlıksız gelmeleri, ulaştıkları kentte başta barınma olmak üzere sağlık, eğitim, istihdam vb. alanlarda sorunlarla karşılaşmaları, mekândaki yoksullaşmanın etkisini ve ayrışmaları da arttırmıştır. Önceleri köy/kent ayrımı görüntüsü içinde ortaya çıkan bu ayrışma, zaman içinde değişerek, kentte gerilimi tırmandırmış ve dışlanma boyutuna ulaşan sonuçlar gözlenmiştir.

Bu süreçte yaşanan değişimler, kentsel yapıları da etkilemiştir. Aynı dönemde sosyal devletin tasfiye sürecine girilmesi ve kentsel yerleşim birimlerine yönelik kamu politikalarının değişimi, dengesizliğin daha da büyümesine neden olmuştur. Alada’ya göre de, “Küreselleşme ve buna bağlı olarak sosyal devletin zayıflaması, kamusal alanın yoksullaşması ve beraberinde bireysel anlamda yoksullaşmanın hızlanması, toplumsal dönüşümün göstergeleri olarak yaşamın her alanında hissedilmektedir. Küreselleşme süreci sermayenin yeni birikim rejimi olarak değerlendirildiğinde, sermaye lehine bu gelişim kamusal alanının küçülmesiyle eşanlı bir koşutu doğurmuştur. Bu türden gelişmenin ilk belirginleştiği alan da sosyal nitelikteki devlet harcamalarının kısılmasıdır.”(Alada vd., 2002:241)

Aynı dönemde devlet harcamalarının kısılması da yoksulluğu arttırmıştır. Bu durum, toplumun çeşitli kesimlerinin ulusal gelirden aldığı payın değişiminde gözlenmektedir. Nitekim, Türkiye’de de, 1980 sonrasında, uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarının bir ayağını oluşturan kamu harcamalarının kısılması, gelir dağılımı eşitsizliklerinin ve işsizliğin artmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişme de, kentlerde oluşan yoksullukların daha da belirginleşmesine neden olmuş, yaşanan ekonomik krizlerle kentlerdeki yoksulluk tablosu daha da ağırlaşmıştır. Dünya Bankası 2003 çalışmasında, 1994 ve 2001 yılları arasında eşitsizlik ve aşırı yoksulluk oranlarının değişmediği, ancak kentsel yoksulluk oranında bir artış gözlendiği ve geleneksel dayanışma bağlarının zayıflaması ve enformel istihdam olanaklarının azalmasıyla, insanların kendilerini daha yoksul ve korunmasız hissettikleri sonucuna varılmıştır. Kentsel korunmasızlık oranının[4] 1994 yılında %36.3’ten 2001 yılında %56.1’e yükselmiş olması, bu gözlemi destekler niteliktedir (Önder ve Şenses, 2006:7). Öte yandan, Türkiye’nin dünyada geliri en adaletsiz dağıtılan ülkeler arasında yer alması, bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Gelirin yüzde 20’lik dilimlere göre dağılımına göre, Türkiye, dünyanın en adaletsiz ilk 20 ülkesi arasında ve orta gelirli ülkeler sıralamasında ise ilk beşte yer almaktadır. Gelir adaletsizliği ölçütü olan gini katsayısı dikkate alındığında, gelirin en adaletsiz dağıldığı Brezilya, Meksika, Şili, Güney Afrika ülkelerini Türkiye izlemektedir (Sönmez, 2002:89). Neo-liberal politikaların uygulamaya geçirilmesi, bu çerçevede özelleştirme, serbest piyasa, yapısal uyum gibi politikaların hüküm sürmesi, sosyal güvenlik harcamalarında kesintiye gidilmesi, yoksullukları daha da arttırmıştır. Bu durum, toplumsal yapıda ve mekânda hızlı bir ayrışmanın yanı sıra yoksulluğun daha da artmasının koşullarını yaratmanın ötesinde, tüketim kalıplarından kültürel yapılara kadar farklı kitlelerin oluşmasına neden olmaktadır. Berger ve Huntington (2003), bu olguya, özellikle az gelişmiş ülkelerde rastlanıldığına dikkat çekmektedirler.

Bu durum, göç çalışmalarında da ortaya çıkmıştır. TMMOB (1998), Ersoy ve Şengül (2002) ve TESEV (2006) ve Kalkınma Merkezi (2006) Diyarbakır araştırmaları, kentsel alanda işsizlik ve buna bağlı olarak yoksulluğun ne denli yüksek olduğunu ortaya koymuştur. TMMOB araştırmasına göre, 1996 yılında Diyarbakır’a göç edenlerin %67.1’i işsiz, %24.43’ü günübirlik ve marjinal işlerde çalışan kişilerden oluşmaktadır. Bu durum, hanelerin aylık gelir düzeylerine de yansımaktadır (Göktürk, 1998:35). Diyarbakır’da hanelerin %41.18’i, net asgari ücretin altında bir aylık gelire sahiptir. Bu tablo, Ersoy ve Şengül’ün (2002:158) Diyarbakır araştırmasında da ortaya çıkmış olup, hane reislerinin %61.1’i işsizdir ya da düzenli bir işe sahip değildir.

Kısaca özetlenmeye çalışılan bu verilerden de izlenebileceği gibi, yirminci yüzyılın son çeyreğine denk düşen bu göç süreci, içinde bulunduğu krizi aşma doğrultusunda yeni arayışlar içerisine giren kapitalizm ile ilgili küreselleşme tartışmalarının yoğunlaştığı bir döneme denk düşmüştür. Bu süreçte, bir yandan ulus devletin sınırlamaları gevşetilirken, diğer yandan da “yerel” kavramı ön plana çıkarılır olmuştur. Bu gelişme, meşruiyetini homojenlik üzerinden sağlayan ulus devlet sınırları içerisinde yeni kimliklerin veya var olan kimliklerin farkındalığının artmasına neden olmuştur.

Türkiye’de de 1980 sonrasında ekonomik ve yönetsel alanda küresel sisteme uyum çerçevesinde yaşananlar ile zorunlu göç süreci birleştirildiğinde, geçmişten çok farklı bir kent dokusu ile karşı karşıya kalınmaktadır.Art arda yaşanan krizler ile gelir dağılımı dengesizliğinin ve işsizliğin artması, genel olarak toplumsal yapıdaki ve kentlerdeki yoksulluk tablosunu daha da ağırlaştırmıştır. Kentsel alanda, geçmişin gecekondu mahalleleri oluşumunun da ötesine geçen bir yansıma yaratan bu gelişmelerin, mekânda, artık gecekondu ile sınırlanamayacak, giderek derinleşen bir ayrışma yarattığı da belirtilmelidir. Sorunları derinleştiren bu olumsuz gelişmeler ile aynı dönemde, kente yönelen kitlesel göç, yeni bir dokunun çıkmasını hızlandırmış, iki önemli eğilim toplumsal yapıda baskın özellik kazanmaya başlamıştır. Biri, etnik farklılıkları tali gören din temelinde cemaatçilik eğilimi, diğeri ise, buna paralel bir seyir izleyen ve etnik kimlikleri ön plana çıkaran milliyetçilik eğilimi. Önce kentlere göç eden ve etnik farklılığı olan insanların ayrışması ile başlayan süreç giderek etnik çatışmaları da beraberinde getirmiş, tek tek olarak kamuoyuna yansıyan ve o yerele aitmiş gibi gözüken olaylar, zaman içinde farklı mekânlarda ve farklı boyutlarda yaşanarak ivme kazanmıştır.

KENTİN GERİLİMİ

1990’lı yıllarda yaşanan ve 2000’li yıllarda kentsel dokuda varlığını hissettiren zorunlu göç ile, Türkiye’de kent, aynı zamanda, yükselen bir gerilimin de mekânı olmuştur. Kentsel gerilimi, kısaca, kentsel eşitsizliklere bağlı olarak, kentsel hareketlerin ve toplumsal çatışma potansiyelinin ortaya çıkması olarak tanımlamak mümkündür. Erder’e (2002, 13-25) göre, kentsel eşitsizliklerden doğan bu tür gerilimler, nedenleri farklı olmakla beraber, hemen bütün toplumlarda yaygınlaşma eğilimi göstermektedir. Kentlerde gerilim üreten hareketlerin oluşumunda, farklı düzlemlerde, birçok karmaşık yönetsel, siyasal ve toplumsal etken söz konusudur. Bu hareketlerin, bir kesimi yerel, bir kesimi ulusal, hatta bir kesimi de küresel düzlemdeki eğilimlerin etkileşimi sonucu oluşabilmektedir. Özellikle son dönemde kentlerin aldığı kitlesel göç, yerleşme biçiminin yarattığı kentsel eşitsizliklerden kaynaklanan kentsel gerilimleri de arttırmıştır. Ancak bu noktada, son dönemde gerçekleşen kentsel hareketlerin, toplumsal grupların üretim ilişki­lerindeki eşitsiz konumlarından kaynaklanan sınıfsal hareketlerden niteliksel olarak farklı olduğunu özellikle belirtmek gerekmektedir. Erder’e göre, bu durumun nedeni, çok kültürlü toplumlarda, eşitsizliklerle karşıla­şan grupların sistematik olarak aynı kültür grubuna mensup olmaları durumunda, bu hareketlerin etnik ilişkiler ve et­nik hareketler haline dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Amerikan toplumu gibi kültürel köken olarak homojen olmayan toplumlarda ya da Almanya gibi göreli ola­rak homojen olduğu halde dış göç yoluyla farklı kökene sahip olan grupların yerleştiği toplumlarda, göçmenlerin yoğunlaştığı “getto” alanlarında gözlemlenen ilişkiler, bu tür ilişkilerdendir (Erder, 2002, 43).

Yukarıdaki bölümlerde vurgulandığı gibi, Türkiye örneğinde kentte mekânsal ayrışmalar olgusuna baktığımızda, 1950’lerden itibaren, kırsal kesimden büyük kentle­re olan zincirleme göçün, bu olgunun zeminini yarattığı gözlenmektedir. Kentte geçirilen ilk zamanlarda, yeni çevrede tutunabilmek için, hem sayıca, hem de kültürel olarak “kendi insanı”na ihtiyaç duyan kentteki kır göçmenleri, özellikle kentin çeperindeki iskân edil­memiş arazilere konutlarını yaparken, köylü ve akrabalarıyla ve daha genelde aynı yöreden gelmiş kişilerle aynı mahallede top­lanma eğilimi göstermişlerdir (Erman, 2002:2). Bu durumun 1990 sonrası gerçekleşen göçlerde de yaşanmış olması, etnik farklılığa dayalı mekânsal ayrışmaların da kaynağını teşkil etmiştir. Oluşan böyle bir tablonun kentlerde gerilimi tırmandırdığına dikkat çeken Erman’a (2002:2) göre, “belli bir etnik grubun bir mekânda kümeleş­mesi, ayrıca o mekânda yaşayanların etiketlenmesine neden olmakta ve bu etiketlenme şiddete varan karşıt davranışlara ka­dar gidebilmektedir.” Nitekim etnik/dini/kültürel çeşitliliğin olduğu Türkiye’de, zaman zaman bu tarz gerilimlerin yaşandığı görülmektedir.

Bu durum, Göktürk ve Akkaya’nın Mersin kent merkezindeki araştırma verilerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu verilere göre, araştırmaya katılanların yaklaşık 1/3’ü Kürt, 1/10’u Arap ve yarısı Türk olarak kendilerini tanımlamışlardır. Yazarlara göre, bu tablo, yoksulluğun hemen her dönemde gözlenebildiği Mersin’de, geçmişteki sınıf temelli dayanışmanın yerini, kente yönelen zorunlu göç dalgasının arkasından etnik farklılıkları öne çıkaran bir çizginin almasına kaynaklık etmiştir (2004:43-57). Bu durum, ülke genelinde –Mersin’de, Gemlik’te, Sakarya’da, Trabzon’da, İstanbul’da vb.– yer yer yaşanan toplumsal çatışmalarda karşımıza çıkmaktadır.

Böyle bir tespit, zorunlu göçe maruz kalan göçmenlerin kentlere uyumunun daha da zorlaştığını belirlemektedir. Bu durum, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan göç eden ailelerin sorunları üzerine yaptığı bir araştırmada da ortaya çıkmıştır. Toplam 4343 kişiye uygulanan anketlerdeki “Buraya ilk geldiğinizde en çok zorlandığınız konu ne oldu?” sorusuna, %40 oranında şehre uyum, %25.4 oranında işsizlik, %8.5 oranında konut sorunu, %2.4 oranında hayat pahalılığı, %0.8 oranında dil sorunu cevapları alınmıştır (Ersoy ve Şengül, 2002:45). Bu veriler, son dönem göç edenlerin kente uyum ve bütünleşme sağlayamamalarını sergilemenin ötesinde, kendilerini dışlanmış olarak gördüklerine ilişkin ipuçları da sunmaktadır. Bu noktada, Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği’nin (2002) zorunlu göç eden göçmenler üzerinde yaptığı bir başka araştırma, dışlanma duygusunun gerekçelerini somutlaştırmak açısından çarpıcı veriler sunmaktadır. Bu araştırmaya göre, İzmir’de okula giden çocukların %24.1’inin ve Mersin’de okula giden çocukların %17.8’inin etnik kökeninden dolayı aşağılanma sorunu yaşadıkları görülmektedir. Aynı araştırmada, İzmir’e göç edenlerin sadece %25.4’ünün ve Mersin’e göç edenlerin de sadece %20.9’unun, yaşadıkları mahallenin dışında kalan yerleri-bölgeleri tümüyle bildikleri görülmektedir. Bu durum da, göçmen ve yerli ayrışmasının ne derece netleştiğini göstermektedir. Yine bu araştırma verilerine göre, İzmir’e göç edenlerin %36.4’ünün ve Mersin’e göç edenlerin de %13.1’inin, etnik köken-anadil farklılığı nedeniyle, ev tutmakta/ev bulmakta zorlandıkları, sorun yaşadıkları sonucu açığa çıkmaktayken; etnik köken farklılığı nedeniyle iş bulma sorunu yaşadıklarını söyleyenler, İzmir’de %40 ve Mersin’de %14.7’dir (Barut, 2002). TESEV’in (2006) araştırma verilerinde de, zorunlu göçmenlerin etnik kimliklerinden dolayı ayrımcılığa maruz kaldıkları görülmektedir.

Kentlerde işsizlik oranı, kırdaki hiçbir birikimini kente aktarma olanağı bulamamış olan zorunlu göçmenler arasında daha da fazladır. Genelde, kentte tutunabilmek için önce aile reisinin iş bulması gerekmektedir, ancak kırda tarım ve hayvancılık gibi işlerle uğraşan kişinin, kentte bu işi sürdürme koşulları bulunmamaktadır. Kentsel işgücü piyasasında rekabet edebilecek beceri ve birikimlerden yoksun olan bu kişiler, sürekli ve düzenli bir iş bulamayarak, kentin enformel iş gücü piyasasına doğru kaymakta ve geçimini genellikle gündelik işler yaparak sürdürmektedir. Süreç içerisinde, geçimini bu şekilde sürdüremeyen ve beslenme ihtiyacını bile gideremeyen aileler, başta çocuklar olmak üzere, ailedeki diğer bireyleri de çalışma hayatına sokmaktadır. Kalkınma Merkezi’nin (2006:49) Diyarbakır’da yaptığı araştırmaya göre, yoksulluk nedeniyle, önemli sayıda çocuk çeşitli işlerde çalışarak ailelerinin geçimini sağlamaktadırlar. Araştırmaya katılan ailelerin %24’ünde 14 yaşın altındaki çocuklar, ailenin geçimine katkıda bulunmakta ya da tüm aileyi geçindirmektedir. Bu noktada, yer yer okul çağının bile altında olan çocuklar, sokaklarda mendil, sakız vb. şeyler satarak, aile ekonomisine katkıda bulunmaya başlamaktadırlar. Eğitim çağında olup da okula gidemeyen bu çocuklar, zamanla kentin marjinal yapısı içerisine kaymakta ve bugün büyük şehirlerin en önemli sorunu olan kap-kaç, çete, mafya diye tabir edilen suç şebekelerinin ağına düşmektedirler. Bu durum, TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu’nda (2005) da vurgulanmıştır. Bu rapora göre, çocukları sokağa iten sebepler arasında, göç ve buna bağlı olarak yaşanan uyum sorunu ve yoksulluk ilk sıralarda yer almaktadır. Yine aynı komisyon raporuna göre, çocukları sokakta bekleyen tehlikeler olarak da, şiddet, madde bağımlılığı, suç örgütlerine katılma vb. tehlikeler belirtilmiştir. Özbudun (2000: 50) konuya dikkat çekmekte ve göçün bir başka acısının da, metropollerde büyüyen yoksulluğun birinci elden mağduru ve kanıtı olarak çocukları göstermektedir. Yazara göre, kentlerde sayıları her geçen gün artan “öteki” çocuklar, yani kâğıt,-mendil-kalem,­ sakız-su-simit satanlar, araba camı silenler, yani evsizler, yani tinerciler, bu ülkede 20 yıla varan “düşük yoğunluklu çatışma”nın “kayıt-dışı” kurbanlarını oluşturmaktadır. 6-25 yaşları arasın­daki 125 çocukla yapılan araştırma, çocukların yüzde 92’sinin, Doğu Anadolu Bölge­si’nden İstanbul’a göç eden ailelerin çocukları olduğunu göstermektedir (Özbudun, 2000: 50).

Kent yoksullarının karşılaştıkları bir diğer sorun da sağlık problemleridir. Çoğunlukla açlık sınırının altında geliri olan bu haneler, yeterli ve düzenli beslenemedikleri ve sağlıksız konutlarda yaşama tutunmaya çalışmaları nedeniyle birçok sağlık problemiyle karşılaşmaktadırlar. Özellikle zorunlu göçmenler herhangi bir “sosyal güvence”leri olmadığı için tedavi ve ilaç masraflarını bile karşılayamamakta, “Yeşil Kart” hakkından da çoğu zaman yararlanamamaktadırlar. Bu grubun, kullanamadıkları ve hiçbir şekilde faydalanamadıkları, ama memleketlerinde mülkiyetlerinde olduğu kabul edilen tarla, bahçe vb. mülkleri bulunmaktadır. Bu durumu destekleyen veriler Göç-Der’in araştırmasında da ortaya çıkmış olup, Diyarbakır ilinde göç edenlerin %82.9’unun, Batman ilinde göç edenlerin %98.3’ünün, İstanbul ilinde göç edenlerin %86.8’inin, Van ilinde göç edenlerin %92.4’ünün, İzmir ilinde göç edenlerin %85.3’ünün ve İçel ilinde de göç edenlerin %89.1’inin sosyal güvencelerinin olmadığı görülmektedir (Barut, 2002:129). Ayrıca ruh sağlığı açısından bakıldığında ise, Çöpür’e ( TİHV, 2000:112) göre, insanların alışılmış yaşam düzenlerinin dışına irade dışı çıkması, giyim, çalışma, beslenme ve bütün alanlardaki yaşam dengesini bozmakta ve zorunlu göçmenler örneğinde olduğu gibi, insanlarda, kin duyma, nefret etme, insanları sevmeme ve dışlanmışlık duygusu hissetme gibi duyguların yaşanmasına neden olmaktadır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, 2000’li yıllara ulaşıldığında, zorunlu göçle kentlerin çeperlerinde oluşan Kürt mahalleleri kalıcılaşmış ve kentten ayrışmış dokusu pekişmiştir. Öte yandan, yaşanan bu kitlesel göç, göç edilen mekândaki yerleşik nüfus için ise, olağanüstü ve beklenmedik bir durum yaratmıştır. Bunun yanı sıra Belge’nin deyimiyle, “popüler kültürün, basında, televizyonda, sinemada ve müzikte milliyetçiliği sürekli olarak yeniden üretmesi (2006:242)” ve ülke genelinde yaşanan ekonomik krizlerin olumsuz etkisi, hem kentsel yoksulluğun hem de mekândaki ayrışmanın daha da derinleşmesine neden olmuştur. Bu gelişmelerde, artan yoksulluğun, kentlere damgasını vuran farklılaşma ya da çeşitlenme dinamiklerinin ve bunun sonucunda ortaya çıkan ayrışma eğilimlerinin kuvvetlenmesinin önemli bir rolü bulunmaktadır. 1980 sonrası Türkiyesi’nin kentsel mekânında, bir uçta, kentin çeperinde, eskisinden çok farklı yöntemlerle ve ilişkilerle var olmaya çalışan ve çok şeyi yapmaya hazır kent yoksulları; arada bir yerlerde, kooperatifler yoluyla kentteki paylaşım kavgasına katılan ve kent çeperindeki geniş arazilere göz diken orta sınıflar; ve diğer uçta, kentin en prestijli alanlarında kapattığı arazilerde özel güvenlik sistemleriyle korunan yüksek duvarların ardında yaşayan ve artık değil terk ettiği kente, topluma bile bakmayan üst sınıfların (Pınarcıoğlu ve Işık, 2001:36) varlığı yeni kent dokusunun parçalarını oluşturmaktadır.

1990’lı yılların sonunda, kentlerde yaşanan bu ayrışma daha da belirginleşmiştir. Bunda, bu yıla kadar sınıfsal temelde ya da köylü-kentli ayrımı şeklinde gerçekleşen kentsel gerilimin, bu dönemde, kitlesel bir şekilde kente yönelen zorunlu göçmenlerin etnik farklılığını kapsayan yeni bir boyut da kazanmış olması önemli bir etken olmuştur. Aslanoğlu’na (1998:143) göre de, 1990’lı yıllarda kentlerde ortaya çıkan farklılaşma ve ayrışmalar, kentlerde birbirinden farklı kentli grupları ortaya çıkarmış, kentlerde yaşanan ayrışmaların tanımlanmasında kır-kent karşıtlığı belirleyici nokta olmaktan çıkmıştır. Bu tablo da, beraberinde, kentsel gerilimin farklı çatışma dinamiklerini de içinde barındırmasına neden olmuştur. Nitekim, özellikle göç alan yerleşim birimlerinde, göçmenler ve yerlilerin etnik farklılıklarının olduğu ortamlarda, değişik gerekçeler ile ortaya çıkmakla birlikte, hızla etnik temellere oturabilen tepkiler oluşabilmiş ve toplumsal yapıyı yaralayan bir zemin doğmuştur. Önceleri tek tek olarak kamuoyuna yansıyan ve o yerele aitmiş gibi gözüken olaylar, zaman içinde, farklı mekânlarda ve farklı boyutlarda yaşanarak ivme kazanmıştır[5].

Kentsel gerilimi arttıran ve süreci etkileyen önemli bir gelişme de Kürt kimliğini ön plana çıkaran siyasi parti örgütlenmesinin (HEP; DEP; DEHAP…) de bu dönemde oluşması ve batıdaki kentlere göçmek zorunda kalan nüfusun gittikleri yerlerde bu partiye yönelen oyları gerginliği arttıran bir diğer faktör olmuştur. Tüm bunlara ek olarak, bir yandan Güneydoğu’da ölen askerlerin ailelerinin ve yaşadıkları yerlerdeki yöre halkının tepkileri ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu çerçevede Şehit Aileleri Derneği, Gaziler Derneği, Vatansever Kuvvetler Birliği gibi vakıf ve dernek örgütlenmeleri artmıştır. Diğer yandan ise, aynı dönemlerde, sayıları hızla aratan faili meçhul cinayetler çerçevesinde, Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Göç Edenler Derneği, İHD, İHV, TAYAD, Mazlum-Der gibi örgütlenmeler de hızla gelişmiştir. Bu örgüt ve yapıların farklı değerlendirmelerinin kamuoyunda yer bulması, toplumsal yapıyı etkileyen bir boyuta ulaşmalarına ve sorunun derinleşmesine neden olmuştur.

Özetle, 1990 sonrası zorunlu göç edenler, kentlerde etnik kimliklerin fark edilmesine zemin oluşturmuş, bir yandan kendileri, kentte yaşadıkları yabancılık ve dışlanmışlık hisleriyle kendi içlerine kapanmışlar ve etnik kimliklerine daha fazla sahip çıkar duruma gelmişlerdir. Kentin yerlileri ise, bu göçmenleri, bazen yaşanan yoksulluğun, bazen de toplumsal farklılığın nedeni gibi görmüş ve sonuç, etnik kimlikleri de kapsayan karşılıklı ayrışma, dışlanma ve gerilim olmuştur. Zorunlu göç ile, kentlerde etnik kimliklerle anılan mahallelerin ve bölgelerin oluşması ile önce mekânda ortaya çıkan ayrışma, giderek toplumsal bir boyutu da üretmiştir. Bu gelişmede, ilki 1994 yılında yaşanan ve daha sonra 1999 ve 2001 yıllarında tekrarlanan büyük ekonomik krizlerin, ülke genelindeki yoksulluğu, işsizliği ve gelir dağılımı dengesizliğini arttırması çok önemli bir etken olmuştur. Sonuçta, kentsel mekânda bütünleşememe veya benimsenememeye dayalı bir “ötekileşme” süreci herkes için ağılık kazanmıştır. Bu durum, 1990 sonrası göç edenler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalarla da belirlenmiş (Göç-Der, 2002; Göktürk ve Akaya, 2006; TESEV, 2006) olup, göçün kentsel mekânda yarattığı “gerilime” yeni bir boyut kazandırmıştır.

YERELDEKİ DEĞİŞİM

Yerel bir birim olan kent, yerele bakışın değişiminden de önemli ölçüde etkilenmiştir. 21. yüzyılın başında yerelleşme, en çok tartışılan kavramlardan birisi olmuştur. Kavramın kazandığı önem, asıl olarak, devlet politikalarında önemli bir değişimi de içermesinden kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, 1992 yılında kabul edilen Maastricht Antlaşması’nda yerelliğe verilen önem ile tartışma daha da derinleşmiştir. Bu derinleşmede, hemen tüm ülkelerin –amaç ve niteliği bir yana– yerel hizmetlere giderek daha fazla önem veren çizgisinin önemli bir rolü olduğu da belirtilmelidir. Nitekim, son 20 yıllık süreçte, yerel birimlerin, gerek gelişmiş ülkelerde ve gerekse de gelişmekte olan ülkelerde, uluslararası alanda önemli yer tutan birimler olarak öne çıkarılması öngörülmüş ve hayata geçirilmiştir.

Bu dönemde, Türkiye’de de yerel yönetimler alanında köklü “reformlar” yapılmış olup, bu “reformlar”ın gerekçesi, kamu hizmetlerinin daha verimli ve etkili yürütülmesi, halkın ilgisinin, yerel katılımın ve demokratikleşmenin artırılması olarak sunulmuştur. “Reformlar”ın bir diğer gerekçesi ise, merkezin üzerindeki ağır yükün azaltılması ve dağıtılması yolu ile hizmet kalitesinin yükseltilmesi olarak gösterilmiştir. Bu gerekçeler, neo-liberal yaklaşım çerçevesinde Türkiye’de 1980 sonrası ekonomik ve toplumsal değişimin biçimlendirilmesinde rol oynamış, düzenlemeler özellikle yerel yönetimleri etkilemiştir.

Türkiye’de 1950’li yıllarla başlayan kırsal çözülme ve kentlere yönelen nüfus akışı ile birlikte, kent, sermaye birikiminin mekânı ve kentin bizzat kendisi de aracı olmaya başlamıştır. Bu çerçevede, yereldeki küçük girişimcinin etkinliği daha da artmıştır. Bu yılların siyasi iktidarı, yerel yönetimler düzeyinde esnaf ve yerel küçük üreticilerin etkinliğini arttırarak, küçük burjuvazinin çıkarlarını yerel yönetimler düzeyinde yanıtlamıştır.

Dünya’daki gelişmelere paralel bir seyir izleyen Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin de etkisi ile, 1980’lerden itibaren Türkiye’de kamu yönetiminin yapısı değişmeye başlamış olup, bugün hâlâ sürmekte olan değişim, yerel yönetimlerin yapısını ve işlevlerini de etkilenmiştir. 1980’li yılların ilk yarısından itibaren merkezi ve yerel yönetimlerde hâkim olan siyasi iktidar, kamu politikalarında önemli bir değişimin ilk ayaklarını oluşturmuş, bu oluşumdan, yerel yönetimler ve dolayısı ile kent yönetiminden sorumlu belediyeler de payını almıştır. Yaratılan yeni kurumsallaşma çerçevesinde, belediyeler, bu dönemde, kamusal hizmet sunum biçimlerini ve ilkelerini değiştirmiş, hizmet sunumunu piyasalaştırarak bizzat sermayenin büyütülmesinin etkili bir aracı olmuştur. Yerel burjuvazinin de büyüyüp, palazlanmasına hizmet eden bu düzenlemelere dayalı belediyecilik anlayışı, daha sonraları, yerel yönetimlerde iktidara gelen diğer siyasi partilerce de benimsenerek sürdürülmüştür. Özellikle kentsel alana hizmet veren belediyelerin hem merkezi yönetimin denetiminden uzaklaştırılması, hem de (yerel) mali kaynaklarının arttırılması çalışmaları son dönemde ön plana çıkmış ve 2000’li yılların siyasi iktidarı ile birlikte daha yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. 80’li yıllarla birlikte değerlendirildiğinde, yerel yönetimler ve özellikle belediyelerde, kentsel planlamadan her düzeydeki toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına kadar geniş bir alanda hizmet sunma ve buna uygun yeni bir yapılanma yaratma çabaları, kamu yönetiminde önemli bir uğraş alanı oluşturmuştur. Bu uğraşın temelinde yatan “Subsidiarity” ilkesi, savunuda, hizmet sunumunda yerelleşmeyi öne çıkaran, uygulamada hizmet sunum koşullarını ve dolayısı ile sunucusunu değiştiren bir ilke olarak, “sosyal devlet”in değişim ve dönüşümünde etkili olmaktadır. Başka bir açıdan da, yerelleşme, öncelikle görev ve yetkilerin aktarımı ile gerçekleştirilmekte, fakat yapılan düzenlemelerin merkez kaynakların paylaşılmasıyla yakın ilgisi bulunmaktadır. Yönetimler arasındaki ilişkilerin merkezden yerel yönetim birimlerine aktarılarak yeniden düzenlenmesi, aynı zamanda, mali kapsamda da düzenleme yapılması anlamına gelmekte ve her durumda kaçınılmaz bir biçimde ekonomik, hukuki, yönetsel, siyasal ve mekânsal sonuçlar üretmektedir. Başka bir ifade ile altyapı yetersizliklerinin hâkim olduğu kent koşullarında, bu yeni yaklaşım, küresel sermaye odaklarına, bedeli karşılığı yerel düzeydeki kentsel hizmet üretiminde daha fazla söz hakkı verilmesinin de yolunu açma anlamına gelmektedir. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların, devletin müdahale alanlarının, sorumluluk ve harcamalarının artmış olmasını rahatsızlık olarak tanımlamasına denk düşen bu yaklaşım ile hemen her alanda piyasanın önünü açacak uygulamaların zemini oluşturulmuştur. Kamu hizmetlerinin piyasa koşullarında üretilecek ve satılacak bir ticari mal olarak özel sermaye kuruluşlarına devredilmesi çözümüne uygun bir yapılanma yaratılmaktadır.

21. yüzyılın kent hizmetlerinin sunumunda, mali özerkliği genişletilmiş, borçlanma yetenekleri ve yerel gelirleri arttırılmış yerel yönetimlerin, kamu-özel sektör işbirliği ya da doğrudan piyasadan satın alma biçiminde hizmet sunumunun hâkim olduğu bir yapı öngörülmektedir. Bu anlayış doğrultusunda, yerel yönetimler, “özel sektörle, sivil toplum örgütleriyle, uluslararası şirketlerle işbirliği ve eşgüdüm içinde çalışmalı, hizmet kalitesini yükseltmelidir..!” 80’lerde başlayan ve günümüzde hız kazanan “reformlar” ile yerel yönetim sisteminin değiştirilmesi çabalarının temel gerekçesi, bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yerel yönetim “reformu”nun özü olduğu belirtilen “katılımcı ve halka yakın bir hizmet anlayışı”nın gerçekleştirilmesi, aslında yerel hizmetler üzerindeki kamu tekelinin kaldırılmasını içermektedir. Nitekim, yakın süreçte çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Yasası, 5393 sayılı Belediye Yasası, 5302 sayılı İl Özel Yönetim Yasası, 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Yasası, 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluş Yasası gibi yerel yönetimlerle ilgili temel yasalar, yukarıda sunulan yaklaşıma uygun bir biçimde yenilenmiş ve uygulanmasına başlanmıştır. Kentsel nüfusun hızla arttığı ve kent yönetimlerinin giderek önem kazandığı bir yüzyılda, bu yapılan yasal değişikliklerle, ulusal ve uluslararası yeni sermaye öbeklerinin, dolayısı ile kentsel hizmetlerin sunumunda sosyal adalet ilkesini bir kenara iten bir anlayışın önü açılmıştır. Yapılan düzenlemeler ile öncelikle yönetim sisteminin mantığı değiştirilmiş ve kamu yönetiminin artık tamamen kârlılık ve verimlilik esasına dayalı bir süreç haline gelmesi hâkim kılınmıştır. Böylece, artık tamamen mali çıktılarla ilgilenen yönetimler oluşturmanın da ötesinde, hizmet öncelikleri, hizmet sunma yöntemleri, personel yapıları değiştirilmiş ve akçal araçlar ile yönlendirilebilir yerel yönetimler oluşturulmuştur. Bu yapılanma, uygulamada, yerel halka en yakın birim olmanın ötesinde, “piyasalaşan hizmet”in sunumunda yerel düzeyde rol alan, yerel ve küresel sermayeye en yakın yönetim birimi olma konumuna ulaşmak anlamına gelmektedir.

Kaldı ki, bu yeni yaklaşım, sunulacak hizmetin muhatabı olması gereken yerel halkı, “sivil toplum” ve bazı “kuruluş”ları olarak algılamaktadır. Temel işlevleri piyasalaştırılan yerel yönetimler, “yönetime katılım” gerekçesi ile piyasa aktörlerine karar süreçlerinde rol tanımlamanın aracı olarak “yönetişim” modelini öne çıkarmakta ve modelin “sivil toplumla paylaşma” boyutu ise, özellikle örgütsüz yoksul kesimlerin katılımını engelleyici bir işlev üstlenmektedir. Başka bir ifade ile, küresel sermayenin çıkarları ve denetimi için etkin bir araç olan “yönetişim”in kastettiği katılım ve katılımın aracı olan STK’dan, asıl olarak, sermaye kesiminin çıkarlarını savunan örgütler anlaşılmakta olup, “yönetişim”in yerel halkın ve tüm toplum kesimlerinin katılımını sağlamak gibi bir hedefi bulunmamaktadır. Küresel kapitalizmi yaygınlaştırıcı bir işlev üstlenen “yönetişim”, kamu çıkarlarının özel çıkarlara dönüştürülmesinde etkili bir araç olmaktadır. Kısaca “yönetişim”, toplumsal çıkarlar yerine, sermaye kesimi lehine olan yönetsel ve siyasal düzenlemeleri kolaylaştırmaktadır.

Küreselleşmenin “tüm insanlığı bağrına basacak” ortak kullanım alanı yaratan bir köy oluşturma iddiasını insani boyuta indirilmesinin aracı olarak belirlenen, mekânların refahı için “küresel ölçütlere” uygun düzey olarak sunulan her bir “yerel”de, kent yoksulları konusunda da “aktif bir sorumluluk” tanımlanmaktadır. Başka bir ifade ile, “refahı yükseltecek” yerel düzeneklerin, küresel kurallar ve “güvenceler” altında inşa edilmesi hedeflenmektedir. Nitekim küresel ölçekte belirlenen birçok yeni politika, ulusal ölçek aracılığı yerel düzeye indirilmekte ve uygulanmaktadır. Bu çerçevede, küresel ölçekte belirlenen politikaların birisi de, yoksula “sahip çıkma” ve “yoksulluğa çözüm” bulma boyutunda şekillenmekte ve yerel düzeye kadar indirilmektedir. Mevcut sosyal politikalara alternatif olarak sunulan ve “muhtaçlık” temeline oturan bu yeni politika da, devlet eli ile yerelleştirilmektedir. Dünün “sosyal hizmet”inin yerini alan bu yaklaşım ile, karşılıksız yardım adı altında, hem yoksul kesimler geçici çözümler ile kontrol altında tutulmakta, hem de yerel çıkar gruplarına sermaye aktarımı gerçekleştirilmektedir. Bu uygulamanın sürekliliğini oluşturacak güvence ise, düşük ücretli, esnek ve garantisiz istihdam biçimleriyle sağlanmaktadır.

Buraya kadar yapılan değerlendirmeler çerçevesinde, yerel bir birim olarak algılanan kentin, ekonomik, toplumsal, mekânsal ve hatta siyasal boyuttaki çeşitli göstergeler açısından geçmişten farklı ve daha derin bir ayrışma içine girdiği belirlenmeye çalışılmıştır. Son dönemde, kentin mevcut yapısında kendisini çeşitli veriler ile ortaya koyan bu olguları bir yandan dayanak yapan, diğer yandan da besleyen bir yönetim anlayışı da, kentsel mekânda hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Hemşehri ve yurttaşı, sosyo-ekonomik durumuna ve sınıfsal konumuna göre değerlendirmenin de ötesine geçen bu yönetim anlayışı, kentteki her tür ayrışmadan yararlanmayı tercih etmektedir. Her durumda, kendisini mekânda ortaya koyan bu ayrışmalar, siyasi iktidarlar tarafından başarılı bir kentleşme ve konut politikasının, farklı düzey ve konumdaki aktörlerini belirlemek için kullanılmaktadır. Kent, her dönemde, beyaz-siyah, iyi-kötü, eski-yeni, formel-enformel, yasal-yasadışı, olağan-marjinal vb. ayrımlara konu olmuş bir mekân olmakla birlikte, içinde bulunduğumuz dönemde, bu ayrımlar, kenttaşların bir bölümünün haklarının hiçe sayılmasına ve kent mekânının tekrar bir dönüşüm sürecine sokulmasına yönelik düzenlemeler için gerekçe oluşturur olmuştur. Bu çerçevede, geçmişte kente ulaşan göç hareketleri ile önce meşruiyet, daha sonrada imar afları ile yasallık kazanan gecekondular, bugün kentsel toprakların kullanım ve mülkiyet hakları açısından farklı olanaklar ve kullanım biçimleri için zemin oluşturmaktadır. Dün alt gelir gruplarının barınma sorununun çözüm aracı olarak kentin çeperlerinde yer alan gecekondu bölgeleri, kentin büyümesi ve mekânsal olarak daha da genişlemesi ile kentsel rantın yüksek olduğu cazip alanlar konumuna ulaşmıştır. Kentteki ayrışmanın toplumsal ve mekânsal açıdan iyice derinleştiği bir dönemde, yoksulluk ve marjinallik boyutları öne çıkarılarak değerlendirilen bu alanların “temizlenmesi”, yerel yönetim “reformu” yasalarında yer bulmuştur. 5393 sayılı Belediye Yasası’nın 73. maddesi “Belediye, kentin gelişimine uygun olarak eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek; konut alanları, sanayi ve ticaret alanları, teknoloji parkları ve sosyal donatılar oluşturmak, deprem riskine karşı tedbirler almak veya kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak amacıyla kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir” tanımlaması yapmaktadır. Diğer bir örnek ise, 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun’un oluşturduğu “kentsel dönüşüm projeleri” düzenlemesidir. Bu yasaya ek olarak çıkarılan yönetmelik, yenileme alanlarında bulunan yapıların boşaltılması, yıkımı için gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazların yetkili idareler tarafından kamulaştırılabileceği düzenlemesini yaparak, “kentsel dönüşüm” için yerel yönetimlerin yetki alanlarını genişletmektedir.

Bugün küresel sermayenin beklentileri doğrultusunda, kent toprakları, “kentsel dönüşüm” yasaları ve projeleri aracılığı ile kâr ve rant için yeniden yapılanmaya konu edilmektedir. Ülkemizde “kentsel dönüşüm”, önceliği gecekondu bölgelerine veren, kentin fiziksel yapısını ilgilendiren bir süreç olarak sunulmakta, konunun ekonomik ve toplumsal boyutu gündem dışında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de, İstanbul (Balat, Cihangir, Tarlabaşı, Sulukule) ve Ankara’daki (Dikmen) ilk örneklerinde gözlendiği gibi, bu projelerle, düşük gelir gruplarının ve marjinal grupların yerinden edilmesi ve bunların kent dışına taşınması amaçlanmaktadır. Bu uygulamada, dönüştürülmek istenen alanlarda yaşayan insanları karar süreçlerine dahil etmekten kaçınılmakta, yeni yasal düzenlemeler ile toprak gecekondu sahiplerinden ve bölge yaşayanlarının elinden alınarak, daha üst gelir grubuna devredilmektedir. Bu uygulama, kent nüfusunun belirli bir kesimini hedeflerken, belirli bir kesimin de çıkarına bir müdahale biçimini almakta ve birçok kişiyi de kent alanlarının dışına itmektedir. Literatürde “soylulaştırma (gentrification)[6]” adı verilen bu süreç, mekânsal ve sınıfsal ayrışmayı derinleştirici bir etki yaratmaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde daha yoğun biçimde yürütülen bu projeler, kentsel alanların küresel sermayeye açılmasını kolaylaştırmış ve bu çerçevede pek çok doğal ve kültürel değerlerin de yok olmasıyla sonuçlanan uygulamaların yanı sıra dün kent yoksullarının yararlandığı ve bugün kentsel rantı yüksek alanların paylaşıma açılmasını düzenlemiştir. Bu bağlamda, merkezin denetiminden uzak tutulan, yönetsel ve akçal açıdan daha özerk belediyeler, hem kendileri için kaynak yaratma hem de sermayenin ketsel rantlardan yararlanma taleplerine yanıt verebilir hale gelmiştir.

SONUÇ YERİNE

Türkiye’de, 1950-1980 arası dönemde sermaye birikiminin yetersizliğinin getirdiği sınırlama, “gelişmeci” devleti kentsel alanlara yapılan yatırımları olabildiğince sınırlamaya itmiştir. Kaynakların öncelikli olarak sanayileşmeye yönlendirilmesi, kentsel altyapı ve ortak kullanım alanlarına ayrılan kaynakların oldukça sınırlı kalmasına yol açmıştır. Bu dönem kentlerinin, yoğun göç yaşamasından dolayı, kentsel altyapı ve hizmet gereksinimleri de hızla büyümüştür. Devletin bu taleplere duyarsız kalması, kırdan kente göç edenlerin kendi çözümlerini üretmelerine neden olmuştur (Şengül, 2002:71). Gecekondu, enformel sektör ve benzeri türden oluşumlar, bu süreçte çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim, göç alan yerleşim birimlerinde, yani kentlerde karşılaşılan ilk sorun yetersiz konut olmuş, ve dolayısı ile çözüm de gecekondulaşma ile gelmiştir. Özellikle 1950’li yıllardan itibaren, bir yandan kentlerde konut fiyatları artmış, öte yandan da gecekondulaşma gündeme gelmiştir. Bu yıllarda başlayan gecekondulaşma, süreç içerisinde giderek ülkenin sosyo-ekonomik, politik ve yönetsel yapılarını etkileyen bir duruma gelmiştir. 1955 yılında, Türkiye genelinde sayısı 50.000 olan gecekondularda yaşayan 250.000 civarı nüfus, kentsel nüfusun %4.7’sini oluştururken, bu oran süreç içersinde soluksuz artmış ve 1990’da gecekondu sayısı 1.750.000’e, gecekondu nüfusu 8.750.000’e ve gecekonduların kentsel nüfustaki payı ise %33.9’a yükselmiştir. 2002 yılında, gecekondu sayısı 2.200.000’e, gecekondu nüfusu da 11.000.000’a çıkmıştır (Keleş, 2004:561).

Gecekondulaşmanın hızlandığı 1970 süreci, kentlerde birtakım sorunların da filizlendiği yıllar olmuştur. Kartal (1992), Keleş (2004), Işık ve Pınarcıoğlu’na (2003:113) göre, bu ilk dönem gecekondularının temel özellikleri, kentin çevresinde hazine arazileri üzerinde ve sahibinin kendi emeği ile yapım sürecinin gerçekleşmesidir. Bu dönemin gecekonduları, yapılma gerekçelerinde barınma sorununun çözümünün yer alması ve yapan ile kullananın aynı kişi olması ile sonraki dönemlerden ayrılmaktadır. Kartal (1992, 37) konunun bir başka yönüne dikkat çekmekte, gecekondu yapımının yalnız barınma sorununu çözmeyip, bir “yatırım alanı” oluşturduğunu da vurgulamaktadır. Kentteki birikti­rimler ve kırdan aktarılan kaynaklar önemli ölçüde gecekonduya yatırılmakta, böylece hem barınma sorunu çözülmekte, hem de servet biriktirilerek, sosyal güvence sağlanmaktadır. Bu noktada, Kartal’ın söylediklerinin somut örnekleri, Erder’in (1996) Ümraniye ve Işık ve Pınarcıoğlu’nun (2003) Sultanbeyli araştırmalarında görülmektedir. Araştırmalar, kente ilk gelenlerin barınma amaçlı olarak düşündüğü gecekonduların, zamanla nasıl rant sağlayıcı bir duruma geldiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu dönüşümde, 1983 yılında çıkarılan 2805, 1984 yılında çıkarılan 2981, 1986 yılında çıkarılan 3290, 1987 yılında çıkarılan 3366 ve 1988 yılında çıkarılan 3414 sayılı imar affı yasalarının da büyük rolü vardır. Ayrıca, bu yıllarda gecekondu bölgeleri, kente yeni gelen göçmenler için çekim merkezi olmuş ve genellikle hemşehri ve akraba bağlantılarıyla aynı mekânlarda yoğunlaşmalar başlamıştır. Buna karşılık, Erman’ın (1998) belirttiği gibi, kentte yaşayan orta sınıfın [ve üst gelir grubunun] kent merkezi dışına yerleşme eğilimleri ortaya çıkmıştır. Bu durum, daha sonraki dönemlerdeki özellikle mekânsal ayrışmaların da kaynağı olmuştur. Toplumdaki bu ayrışmaları besleyen en önemli kaynak ise, süreç içerisinde daha da belirginleşen yoksulluk olmuştur.

1980 sonrası Türkiyesi, ekonomik, toplumsal ve yönetsel açıdan öncesinden farklı bir tablo sunmaktadır. 1980 sonrasında değişen ekonomik politikaların yanı sıra, Türkiye, toplumsal yapısını da önemli ölçüde etkileyen bir dizi gelişme ile karşı karşıya kalmıştır. Genel bir tanımlama içinde, küreselleşme çerçevesinde uygulanan neo-liberal politikaların hâkim ve belirleyici olduğu bu süreçte, ekonominin yanı sıra yönetim anlayışında da önemli değişimler yaşanmıştır. Yaşanan ekonomik krizlerin yanı sıra devletin işlev ve etkilerindeki değişim, istihdam sorununu ve gelir dağılımını olumsuz yönde arttırmış ve genelde yoksulluğu daha da arttırıcı bir seyir izlemiştir. Kısaca özetlenen bu gelişmelerin önemli bir etkisi de, toplumun çeşitli kesimlerinin ulusal gelirden aldığı payın değişiminde gözlenmektedir. Nitekim, Türkiye’de de, 1980 sonrasında uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarının bir ayağını oluşturan kamu harcamalarının kısılması, gelir dağılımı eşitsizliklerinin ve işsizliğin artmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişme de, kentlerde oluşan yoksullukların daha da belirginleşmesine neden olmuş, yaşanan ekonomik krizlerle kentlerdeki yoksulluk tablosu daha da ağırlaşmıştır. Artan yoksulluğun önemli sonuçlarından biri, kent yoksullarının da kendi aralarında ayrışması ve kademelenmesi olmuştur. Mekânda ve toplumda hızla hissedilen bu ayrışma, süreç içersinde, kaçınılmaz biçimde dışlanmayı getiren bir boyuta ulaşmıştır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, yaşanan bu süreçte, ulus-devletin geleneksel politika araçları giderek zayıflamakta, hemen her alanda uluslararası ekonomik entegrasyon derinleşmektedir. Bunun yanı sıra görünürde yerele olan duyarlılığın artması, ulus devletin homojenleşme adına bastırdığı yerel kimliklerin canlanmasının da önünü açmıştır. Kazgan’a göre, ulus devletin işlevleri azaldıkça, farklı toplumsal grupları bir arada tutan yapıştırıcı işlevi de azalmakta; yoksullaşma, marjinalleşme karşısında dayanışma ihtiyacının artmasıyla birlikte alt kimlikler öne çıkmaya başlamaktadır. Bunun sonucuysa, toplumda iç kargaşaya kadar ulaşabilmektedir. Yazara göre, eğer ulus devlet vatandaşının “refahı”nı sağlayacak işlevleri yerine getiremiyorsa, ona bağlı olmanın bir nedeni kalmamakta, işlevini yitiren devlet ise yapıştırıcı olma özelliğini de yitirmektedir (Kazgan,2000:244). Bu süreç, özellikle heterojen bir yapıya sahip toplumlardaki kimlik tanımlamalarında yakından gözlenebilmekte ve süreç sonunda oluşan “netleşme”, soyut bir “biz” ve “öteki” ayrımını keskinleştirmektedir. Bu çerçevede küreselleşme ile birlikte yerelin önem kazanmasının önemli bir boyutu, tüm dünyada etnik ayrım ve kimlik düzeyinde ortaya çıkmaktadır (Tomlinson, 2003:269-276; Kottak, 2001:73).

Oran (2001:55), küreselleşmeyle birlikte milliyetçiliğin sonunun geldiği beklentisi yerine, milliyetçilik hareketlerinin niteliksel olarak değişmekte olduğunu belirtmektedir. Bora (2004b, 249) da, bu süreçte küreselleşmeyle artan ölçüde piyasa koşullarına bağlı hale gelen insani ilişkilere dikkat çekerek, bireylerin ve toplumun ayrıştığını, “atomize edildiğini” ve “öteki”lere karşı huzursuzluklarını ve tepkilerini arttırdıklarını belirtmektedir. Yazara göre, bu gelişme milliyetçilik için elverişli bir zemindir. Bu yeni milliyetçilik, pi­yasa ekonomisine, demokrasiye, insan haklarına bağlılık şiar­larını kullanır, ancak bu şiarlara milliyetçi bir söylem de eklem­ler. Bu çerçevede küreselleşme, gerektiğinde en küçük bir kültürel farklılığı bile vurgulayarak, bunu tüm dünya kamuoyunun dikkatine sunmayı çıkarları gereği görev bilmektedir. Ayrıca “siyasal açıdan kültürel farklılıkların korunması ilkesi, demokratik hak ve özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası olarak” (www.kongar.org) sunulmakta ve yaygınlaştırılmaktadır. Bu yaygınlaşma ise, bir yandan yerel üzerinden etnik ayrılıkların belirginleşmesine, diğer yandan da yer yer kültürel çatışmaların yaşanmasına neden olmaktadır. Yereli ve alt kimlikleri ön plana çıkaran ve ayrışmaları derinleştirerek güç kazanan küreselleşme ile bir yandan milliyetler, ulus kimlikleri, etnik farklılıklar, dinler vb. yerel bağnazlıklar ve cemaatçi ilişkiler hızla gelişirken, –iç ve dış– göç bu ortamı daha da derinleştirmekte ve ayrıştırmaktadır (Göktürk, 2003:319).

Yukarıda sunulmaya çalışıldığı gibi, Türkiye, 90’lı yıllara gelene kadar da çok geniş ve kapsamlı bir iç göç hareketine hep konu olmuştur. Sanayileşme ve kalkınma çabaları içindeki bir ülke için doğal karşılanacak bu nüfus hareketliliği, hem kırsal nüfusun giderek kentsel nüfusa dönüşmesine neden olmuş, hem de aynı süreçte kendine özgü sorunları beraberinde getirmiştir. Bu süreçte, kente yönelen nüfusun genel gerekçesinin ekonomik olması ve beklendik bir biçimde gelişmesi, bazı özel durumlar dışında, “kimlik” gibi bir konuyu gündeme taşımamıştır.

Ancak, 1990’lı yıllarda, Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden, önce bölge kentlerine, sonra da batıdaki kentlere yönelen zorunlu ve kitlesel göçler, 80’li yıllarda ortaya çıkan, giderek artan ve kimlik boyutunu da içeren bir gerilimi de günden güne tırmandırmıştır. Bu gelişmede, zorunlu göçün bir uzantısı olarak kentlerde biriken göçmen nüfusun, kentsel bütünleşmeyi sağlayamamış olması ve etnik kimliği önemli bir etken olmuştur.

Hiçbir kurumsal düzenleme olmadan, tamamen enformel bir süreçle ve olağanüstü koşulların baskısıyla, zorunlu olarak göç etmiş olan göçmenler, geldikleri kentlerde herhangi bir kurumsal yapıdan yardım al[a]mamışlardır (Erder, 1997:151). Bu durum da, göçmenlerin kentlerde kendi çözümlerini üretmelerini beraberinde getirmiş ve bu çözümler, konutta gecekondu, işte enformel sektörlere yönelme şeklinde gerçekleşmiştir. Bu tablo da, kentlerde 1980’lerde filizlenen ayrışma ortamının daha da derinleşmesine neden olmuştur. Böyle bir durum, kent yoksullarının “yeni” kendi iç dayanışma mekanizmalarını üretmelerine yol açmıştır. Bu dayanışma mekanizmaları, bazen yoksulluk temelli olabildiği gibi, bazen de etnik temelli olabilmiştir. Özellikle etnik temelli dayanışmalar, genellikle karşıt tepkisini de beraberinde getirerek, kentte gerilim üretimine neden olmuştur. Bu dönemde, bir yandan kente gelenlerin yeni yerleşim yerlerine uyum, kimlik, kültür farklılıkları, yoksulluk, işsizlik, uyumsuzluk temelinde gelişen kentsel gerilim ve yabancılaşma, mekândaki ayrışmayı daha da belirginleştirmiştir. Öte yandan, göç edilen mekândaki yerleşik nüfus için ise, olağanüstü ve beklenmedik bir durum yaratmanın yanı sıra, ülke genelinde yaşanan ekonomik krizlerin de etkisi ile, gelenleri önce onaylamama ve daha sonra da giderek reddetme boyutuna ulaşmıştır. Nitekim, özellikle göç alan yerleşim birimlerinde, yeni gelenler ve yerlilerin etnik farklılıklarının olduğu yapılarda, sıradan gerekçeler ile ortaya çıkmakla birlikte, hızla etnik temellere oturabilen tepkiler oluşabilmiş ve toplumsal yapıyı yaralayan bir zemin doğmuştur.

Bu seyir izlendiğinde, ekonomik ve toplumsal yapıyı olumlu yönde etkileyecek, toplumsal gerilimi düşürecek, refah düzeyini yükselten bir gelişmenin sağlanamamış olması, zorunlu göç ile birleşince, giderek toplumsal yapıda milliyetçi eğilimlerin yükselişinin zemini yaratılmıştır. Önce kentlere göç edenlerin mekânda ayrışması ile başlayan süreç, giderek etnik farklılığı ön plana çıkarmaya ve daha da ötesinde etnik temelli milliyetçi eğilimlerin arttığı bir dokuyu kentlerde hissettirmeye başlamıştır. Bu durum, batıdaki kentlerde, son dönemin zorunlu göçünün bir ürünü olarak, Kürt mahalleleri diye nitelenen iskân alanları oluşması ile mekânda bir ayrım yaratmış, daha sonra da Laçiner’in (1996:3) ifadesi ile, birbirine karşıymış gibi görünen milliyetçilikler, birbirini beslemiş ve “öteki” olarak algılamaları arttırmıştır. Bu algılamayı, zorunlu göçe tabi olan göçmenlerde kentle bütünleşememe durumunun daha fazla olması etkilemektedir. Bu dönem, kente göç edenler, Işık ve Pınarcıoğlu’nun (2003) belirttiği gibi, kentin en yoksul kesimleri arasında yer almıştır. Yükseker’in (2006:218) İstanbul ve Diyarbakır araştırmasında, kente zorunlu göç edenlerin, kırdan çıkarken hazırlıksız olmaları nedeni ile gıda ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Bu durum, yoksulluk ve kimliğin üst üste çakışması, dışlanma ve toplumsal parçalanmayı en üst düzeye ulaştırmıştır (E. Göktürk, 2006:201).

Bu dönem göçmenlerinin kentsel sorunlarının artışında önemli bir faktör de, dil ve kültürel farklılıklardır. Bu farlılık, kente zorunlu göç edenlerin, kentlerde yer yer “dışlanmaya” maruz kalmalarına gerekçe oluşturmuştur. Bu dışlanma, göçmenlerin kendilerini kentin bir parçası olarak görmelerine engel olmuş, kentin varoşlarında, kendi yaşam biçimleri, kendi yaşam standartları ve kendi etnik kimliklerinden olan insanlarla iç içe aynı mahallelerde oturmalarına zemin oluşturmuştur. Bu gelişme ise, kent içerisinde ayrışmayı pekiştirmiş, göçmen yerli ayrışmasına ve dolayısı ile etnik farklılıklarının olduğu noktada ise etnik ayrışmalara neden olmuştur.

Tüm bu süreçte yoksulluğun daha da artması, gelir dağılımı dengesizliğinin büyümesi, grupçuluk, cemaatçilik, hemşehricilik, milliyetçilik vb. tutumları arttırmıştır. Bu durum, Mersin Demirtaş mahallesinde yapılan araştırmada da belirlenmiş olup, göç ile gelenlerin %33’ü bir aşirete mensup, %13’ü de dinsel bir cemaate üye olduğunu belirtmiştir (Göktürk, 2006b).

Türkiye’ye özgü bir olgu olmayan bu durum, diğer az gelişmiş ülkelerde de görülmektedir. Talevera (2003), Şili’de de, kente yönelen kitlesel göç ile ortaya çıkan yeni dokuda, iki önemli eğilimin toplumsal yapıda baskın özellik kazanmaya başladığını belirtmektedir. Biri, etnik farklılıkları tali gören, din temelinde toplumsal yapıda etkinlik kazanan cemaatçilik eğilimi; diğeri ise, buna paralel bir seyir izleyen ve etnik kimlikleri ön plana çıkaran milliyetçilik eğilimi.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda yaşanan olaylar ve batıdaki kentlere yönelen zorunlu göç dalgası sürecinde, tüm Türkiye’yi etkileyen üç önemli gelişme de, kentsel mekânda kimlik temelinde yaşanan ayrışmaları pekiştirmiştir. Bunlardan birincisi, Kürt kimliğini ön plana çıkaran (DEP, HADEP, DEHAP vb.) siyasi hareketin zorunlu göçe konu olan her kentte ulaştığı temsiliyet düzeyi, ikincisi tüm Türkiye’de AB’ye uyum çerçevesinde çıkartılan anadilde yayın vb. düzenlemelerdir. Her iki gelişme de toplumun bazı kesimlerince tepkiyle karşılanan ve gerginliği arttıran birer unsur olmuştur. Üçüncüsü ise, 1990’lı yıllar boyunca Irak’ta yaşanan ve sonuçta Kuzey Irak’ta federal bir Kürt devleti kurulması ile sonuçlanan gelişmelerdir. Kuzey Irak’ta özerk bir Kürt yönetiminin oluşması süreci, hem Türkiye yönetiminde, hem de toplumsal yapıda gerilimin artmasına neden olan önemli bir olay olarak kendisini hissettirmiştir.

Son söz olarak, 2000’li yıllarda, Türkiye kentsel mekânlarında, geçmişten farklı temellerdeki ayrışmaları kitlesel boyutta öne çıkaran bir dokunun var olduğu belirtilmelidir. Kentin ekonomik, toplumsal ve mekânsal yapısını etkileyen ve dönüştüren bu gelişmeler, devletin küçülmesi, ekonomideki yetersizlikler, gelir dağılımı dengesizliği ve yoksulluk temelinde biçimlenmekte, kentteki kimlik arayışlarını arttıran bir etki yaratmaktadır. Buna karşın, içinde bulunduğumuz süreçte, Türkiye’nin birçok kamu politikasında olduğu gibi, yereli yakından ilgilendiren kentleşme politikalarında da bir dönüşümün yaşandığı görülmektedir. Bu bağlamda, günümüz neo-liberal yapılanmasının kentleşme politikalarının ana temasında, kentlerin farkındalığını arttırmak ve kentlere yeni fırsatlar yaratarak, rekabet eden kentler olgusunu oluşturmak gibi hedefler ön plana çıkmaktadır. Yine bu dönemdeki gelişmelerin bir sonucu olarak uygulanan kentleşme politikaları, yerli/yabancı sermeye yatırımları için gerekli altyapı koşullarını oluşturmaya dayanmaktadır. IX. Kalkınma Planı’nın “ülkemizdeki metropolleri küresel rekabette öne çıkaracak iş ve yaşam ortamının sağlanması desteklenecektir” hedefi ile yetinmesi, mevcut ayrışmalara rekabet açısından da gerek duyulduğunu düşündürmektedir.

KAYNAKÇA

AKER, Tamer A., (2006), “Ruhsal Süreçler Açısından Zorunlu Göç ve Yerinden Edilme, İç: Zorunlu Göç İle Yüzleşmek, Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası, TESEV Yayınları, İstanbul.

ALADA, Adalet B., SAYITA Usta, Sevgi, TEMELLİ, Sezai, (2002), “Küreselleşme, Yoksulluk ve Şiddet Bağlamında Sokak Çocukları”, İç: Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayın No:19, Ankara.

ASLANOĞLU, Rana A., (1998), Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa Kitabevi, Bursa.

BARUT, Mehmet, (2002), Zorunlu Göç’e Maruz Kalan Kürt Kökenli T.C. Vatandaşlarının Göç Öncesi ve Göç Sonrası Sosyoekonomik, Sosyokültürel Durumları, Göç-Der Yayınları, İstanbul.

BELGE, Murat, (2006), Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik, Söyleşi: Berat Günçıkan, Agora Kitaplığı, İstanbul.

BERGER, L. Peter, HUNTINGTON, Samuel, (2003), Bir Küre Bin Bir Küreselleşme Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik, Çev: Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, İstanbul.

BORA, Tanıl, CAN, Kemal, (2004), Devlet ve Kuzgun 1990’lardan 2000’lere MHP, İletişim Yayınları, İstanbul.

DİE- (Devlet İstatistik Enstitüsü), (2002), 2000 Genel Nüfus Sayımı Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri, DİE Matbaası,Ankara.

DURUGÖNÜL, Esma, (1997), “Sosyal Değişme, Göç ve Sosyal Hareketler, İç: Toplum ve Göç, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, DİE & Sosyoloji Derneği, Ankara.

ERDER, Sema, (1997), Kentsel Gerilim Enformel İlişki Ağları Alan Ararştırması, um:ag Yayınları:31, Ankara.

ERDER, Sema, (1995), “Yeni Kentliler Ve Kentin Yeni Yoksulları”, Toplum ve Bilim Dergisi, sayı: 66,İstanbul.

ERDER, Sema, (1996), İstanbul’a Bir Kent Kondu Ümraniye, İletişim Yayınları, İstanbul.

ERMAN, Tahire, (1998), “Kentteki Kırsal Kökenli Göçmenlerin Yaşamında Gecekondu ve Apartman”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Tarih Vakfı, İstanbul.

ERSOY, Melih, ŞENGÜL, Tarık, (2002), Kente Göç ve Yoksulluk: Diyarbakır Örneği, ODTÜ Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Anabilim Dalı, Yayın No: 6, Ankara.

GÖÇ-DER, (Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği), (2002), Zorunlu Göç Araştırma Raporu: 1999-2001, http://www.gocder.com/goc_raporu.doc

GÖKTÜRK, Atilla, (1998), “Araştırma Bulguları ve Günümüzdeki Diyarbakır, Bölge İçi Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması” TMMOB, 2. baskı, Ankara.

GÖKTÜRK, Atilla, (2001), “Diyarbakır ile Mersin’e Zorunlu Göç”, Toplum ve Hekim Dergisi, Türk Tabipler Birliği, Cilt: 16, Sayı: 4, Ankara.

GÖKTÜRK, Atilla, (2006a), “Göç”, Eleştirel Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü, Editörler: Erhan Nalçacı, Onur Hamzaoğlu, Erkin Özalp, Nazım Kitaplığı:34, Sol Meclis Dizisi:6, İstanbul.

GÖKTÜRK, Atilla, (2006b), Göç ve Bir Kentin Değişimi: Mersin Örneği” Yayınlanmamış Bildiri.

GÖKTÜRK, Atilla, AKKAYA, Yüksel, (2004), “Mersin Örneği İle Yerel Yönetimler, Beklentiler ve Reform Üzerine Bir Değerlendirme”, Yerel Yönetimler Kongresi Bildiriler Kitabı, Çanakkale.

GÖKTÜRK-Tol, Eren Deniz, (2006), Dünden Yarına Yurttaşlık 21. Yüzyılda Yurttaşlık Ulusal Devlet ve Küreselleşme, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayınları, İstanbul.

GÜNAYDIN, Gökhan, (2001), Türkiye Kırsal Yerleşme Düzenine Yönelik Planlama Yaklaşımları, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Tarım Politikaları Yayın Dizisi No:1, Ankara.

HOBSBAWM, Eric, (1997), An Anti-Nationalist Account of Nationalism Since 1989, The Ethnicity Reader, Polity Pres, Cambridge.

IŞIK, Oğuz, PINARCIKLIOĞLU, M. Merih, (2003), Nöbetleşe Yoksulluk Sultanbeyli Örneği, İletişim Yayınları, İstanbul.

Kalkınma Merkezi Eğitim, Araştırma, Uygulama, Danışmanlık, Üretim ve İşletme Kooperatifi, (2006), Zorunlu Göç ve Etkileri Diyarbakır, Ankara.

KARTAL, S. Kemal, (1992), Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Adım Yayıncılık, Ankara.

KARTAL, S. Kemal, (1983), “Kentlileşmenin Ekonomik ve Sosyal Maliyeti, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 16, sayı: 4.

KAZGAN, Gülten, (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

KELEŞ, Ruşen, (2004), Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi, 8. baskı, Ankara.

KONGAR, Emre, “Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık”, http://www.kongar.org/makaleler/mak_kum.php, (Erişim Tarihi: 23/Ağustos/2006).

KOTTAK, Conrad, Phillip, (2001), Antropoloji-İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Ütopya Yayınevi, Ankara.

KÖSE, Ömer H., (2003), “Küreselleşme Sürecinde Devletin Yapısal ve İşlevsel Dönüşümü, Sayıştay Dergisi, sayı: 49, Ankara.

LAÇİNER, Ömer, (1996), “Milliyetçiliklerin Kapışması”, Birikim Dergisi, sayı: 89, İstanbul.

ORAN, Baskın, (2001), Küreselleşme ve Azınlıklar, İmaj Yayınevi, Güncelleştirilmiş 4. Basım, Ankara.

ÖNDER, Harun, ŞENSES, Fikret, (2006), Türkiyede Yoksulluk Ve Yoksulluk Düşüncesi, İç: İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar, Kemali Saybaşlıya Armağan, Bağlam Yayınları, İstanbul.

ÖZBUDUN, Sibel, (2000), “Adı Konulmayan Olağanüstü Göç”, Bilim ve Siyaset Dergisi, sayı: 1, İstanbul.

ÖZER, İnan, (2004), Kentleşme Kentlileşme ve Kentsel Değişme, Ekin Kitabevi, Bursa.

PINARCIOĞLU, Melih, IŞIK, Oğuz, (2001), 1980 Sonrası Dönemde Kent Yoksulları Arasında Güce Dayalı Ağ İlişkileri. Sultanbeyli Örneği, Toplum ve Bilim Dergisi, sayı: 89, İstanbul.

SÖNMEZ, Mustafa, (2002), “Gelir Uçurumu: Dünyada ve Bizde”, İç: Yoksulluk Şiddet ve İnsan Hakları, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayın No: 19, Ankara.

ŞENGÜL, Tarık, (2000), “Siyaset Ve Mekansal Ölçek Sorunu: Yerelci Stratejilerin Bir Eleştrisi, İç: Küreselleşme Emperyalizm Yerelcilik İşçi Sınıfı Derleyen: E.Ahmet Tonak, İmge Kitabevi, Ankara.

ŞENGÜL, Tarık, (2002) “Kapitalist Kentleşme Dinamikleri”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı: 128, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.

TALAVERA, Fontaine Arturo, (2003), “Şili’de Küreselleşme Eğilimleri İç: Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, Çev: Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, İstanbul.

TBMM- (Türkiye Büyük Millet Meclisi), (1998), Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşların Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu Raporu.

TBMM- (Türkiye Büyük Millet Meclisi), (2005), Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu.

TESEV- (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), (2004), Zorunlu İç Göç Sonrası Köye Dönüş Ön Rapor, Hazırlayan: Fusün Üstel, TESEV Yayınları, İstanbul.

TESEV- (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), (2006), Zorunlu Göç ile Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası”,TESEV Yayınları, İstanbul.

TİHV- (Türkiye İnsan Hakları Vakfı), (2000), “1998 Türkiye İnsan Hakları Raporu” Ankara, TİHV Yayınları.

TMMOB- (Türkiye Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği), (1998), “Bölge İçi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması, Ankara.

TOMLINSON, John, (2003), “Globalization and Culturel Identity”, http://www.polity.co.uk/global/pdf/GTReader2eTomlinson.pdf (Erişim Tarihi: 15/Haziran/2006).

TÜMTAŞ, Mim Sertaç, (2007), Türkiye’de İç göçün Kentsel Gerilime Etkisi: Mersin Örneği, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.

YÜKSEKER, Deniz, (2006), İstanbul ve Diyarbakır’da Zorunlu Göç Mağdurlarının Yaşadıkları Sorunlar, İç: Zorunlu Göç İle Yüzleşmek Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası, TESEV Yayınları, İstanbul.


[1] Prof. Dr., Muğla Üniv., Kamu Yönetimi Bölümü.

[2] Isparta Süleyman Demirel Üniv., Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi.

[3] Bu makalenin bazı bölümlerinde, M. Sertaç Tümtaş’ın, 2007 yılında Muğla Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı’nda hazırladığı “Türkiye’de iç göçün kentsel gerilime etkisi: Mersin örneği” isimli yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.

[4] Korumasızlık kavramı, yoksul olma ve gelecekte daha fazla yoksullaşma riskini ifade etmektedir.

[5] Türkiye’de 1990’lı yıllardan itibaren Trabzon, Fethiye, Turgutlu, Alanya, Ezine, Tavas, Erzurum, Mersin, Erdemli, İzmir, Kocaeli, Bozüyük, Rize, Samsun, Sakarya, Muğla, Osmaniye, Akyazı, Adana, Van, Hakkari, Diyarbakır vb. birçok bölgede kentsel gerilimin tırmandığı ve yer yer şiddet eylemlerinin yaşandığı görülmüştür. Daha ayrıntılı bilgi için bkz, Bora (2004b:106-113), Oran, (2006:46), (6 Eylül 2005, E.G), (13 Aralık 2005, M.G.), (www.bianet.org), (28 Temmuz 2006, H.G.), (9Eylül 2006, R.G.).

[6] Sosyal ve mekânsal olarak gerilemiş eski kent içi alanların yeniden yapılandırılmasıdır. Bu süreç, yeni orta sınıf veya daha yüksek gelirli bir sınıfın, burada yaşamakta olan daha alt gelirli kesimi yerinden etmesi biçiminde sonuçlanmaktadır.

 

Enerji Sorunu, Fosil Yakıtlar ve İklim Değişikliği

Çok değil, 100 yıl gibi kısa bir sürede, fosil yakıtların doğaya ve canlıların sağlığına verdiği zararlar etkisini gösterdi. Kömür, doğalgaz, petrol gibi binlerce yılda oluşmuş kaynaklar “insanlığın gelişmesi(!)” adına tükendikçe, atıklarıyla, hava, su, toprak da tükenmeye başladı. Fosil yakıtlar olarak adlandırılan kömür, petrol ve doğalgazın yarattığı olumsuzluklar, sadece yakın çevreyle sınırlı kalmadı; atmosfere de yayıldı. Sonunda bu kirlilik, iklim değişikliğine yol açmaya ve dünya yaşamını tehdit etmeye başladı.

Bugün fosil yakıtların çevre ve insan sağlığı açısından yarattığı olumsuzluklar her geçen gün katlanarak artıyor. Fosil yakıtlar, yakıldığında, altı sera gazının açığa çıkmasına neden oluyor. Bunlardan en belirleyici olanları, karbondioksit (CO2) ve metan. Diğerleri ise, kükürt, partikül madde, azotoksit, kurum ve kül…

Yanma sırasında ortaya çıkan karbonmonoksit (CO), oksijenden çok daha hızlı bir şekilde kandaki hemoglobine tutunarak, vücuttaki oksijeni bloke ediyor ve baş ağrısı vb. hastalıklara yol açıyor. Kömür ve petrolün yanmasıyla ortaya çıkan kükürtdioksit (SO2) ise, kokusuyla fark ediliyor. Sülfürik aside dönüşerek, insan sağlığına ve doğal çevreye onarılmaz zararlar veriyor; kanser ve diğer hastalıklara yol açıyor.

Doğalgazın yanmasıyla ortaya çıkan kokusuz ve gözle görülemeyen azotoksit ise, güneş altında reaksiyona girerek nitrata dönüşüyor. Akciğerlerin koruma mekanizmasından geçen nitrat, vücutta nitrik asite dönüşüyor. Bu da, bağışıklık sistemini çökerten maddelerin başında geliyor.

Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların iklim değişikliğine yol açmasının nedeniyse, yanma sırasında ortaya çıkan CO2 ve metan gibi sera gazlarının bünyelerinde ısı tutma özelliğine sahip olmaları. Güneş, gün doğumundan batımına kadar atmosferin içine ısı ve ışığını veriyor. Doğal döngünün devamı için, bu ısının tekrar uzaya transferi gerekiyor. Oysa fosil yakıtların neden olduğu sera gazları, ısının bir kısmının atmosferde tutulmasına yol açıyor. Böylece dünya, ısınmaya ve iklim değişmeye başlıyor.

ISI ARTIŞININ SONUÇLARI

1900’lerden 2000’lere kadar atmosferin ortalama sıcaklığı 0.5 derece arttı ve iklim değişikliğinin zincirleme sonuçları yavaş yavaş yaşamımızı etkiliyor. Su kaynakları kuruyor, çiçekler erken açıyor, erken yağan karlar ürünleri telef ediyor, bitkiler zamansız meyve veriyor ya da hiç vermiyor. Uzmanlar, fosil yakıtların etkilerini, kısa ve uzun vadeli olarak değerlendiriyorlar. Kısa vadede oluşan sonuçlar, artık yaşamımızın bir parçası. Sıcaklık arttıkça, buzlar ana kütleden koparak eriyor, çığ olayları artıyor, fazla miktarda su dolaşıma giriyor, sel felaketleri, fırtınalar, kasırgalar oluşuyor. Deniz kıyısında yaşayan binlerce kişi, sel suları altında ölüyor.

Küresel ısınmanın uzun vadede öngörülen sonuçları daha vahim; ortalama sıcaklık artışı bu hızla devam ederse, 2020 yılında deniz seviyesi bir metreye kadar yükselecek. Bu, dünyanın en büyük kentlerinin sular altında kalması anlamına geliyor.

Isı artışının kısa vadede meydana getirdiği değişimlerin yaşanmaya başlaması ve buna bağlı olarak yapılan tahminler, sivil kuruluşlarla birlikte hükümetleri de harekete geçiriyor. Suların altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan 77 ada devleti ve Malta’nın inisiyatifiyle, ülkeler, 1992 yılında, Rio Çevre Zirvesi’ne giden süreci başlattılar. 1992’de yapılan Rio Zirvesi’nin ardından, gelişmiş ülkeler, 1992’de, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzaya açtılar. Zirveye katılan ülkeler, diğer ülkelerle çözüm bulmak ve sera gazı emisyonlarını 1990 yıllarındaki seviyenin altına çekmek için, ülkelerin uyması gereken kuralları belirlemek üzere bir dizi Taraflar Konferansı (COP-Conference of Parties) düzenlediler. Ancak pek çok ülke yine ekolojik dengeleri ya da insan ve çevre sağlığını değil, kendi ekonomik çıkarlarını gözetince, anlaşmada zorlandılar. Afganistan, Irak, Somali ve Türkiye gibi bazı ülkeler, Rio anlaşmasını görmezlikten gelerek, bugüne kadar onaylamadılar. 1997 yılında yapılan Kyoto İklim Zirvesi’nde ise, ABD, Kanada, Japonya, Avustralya gibi bazı ülkeler, kendi ülkelerinde sera gazı emisyonlarında indirim yapma sorumluluğunu üstlenmek istemediler. Bu arada, kendi ülkelerinde güneş, rüzgâr gibi temiz enerji kaynaklarını kullanan enerji sistemlerini geliştirerek Kyoto hedeflerini tutturmaya çalışan endüstrileşmiş Avrupa Birliği ülkeleri ise, Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi birliğe yeni katılan ülkelerin, emisyonlarını, 1990 yılına göre yüzde 30 civarında artırmasına göz yumulmasını istediler.

Bir yandan ulusal ve ekonomik çıkarlar gözetilirken, diğer yandan da, nükleer enerji dahil olmak üzere, petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtların zararını fark edenler, standart dışı ve pazar değeri olmayan çöp teknolojileri, bunun farkında olmayan ülkelere aktarmaya başladılar. Bu teknolojileri satabilmek için kredi veren ülkeler, geçmişin sorunlu teknolojilerini başka ülkelere de taşıdı, taşıyor. Bunu yaparken de, sorunun, iklim değişikliği ve küresel kirlenme gibi sonuçlarla kendilerine döneceğini hesap etmiyorlar.

SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL, YENİLENEBİLİR ENERJİ

Fosil ve nükleer yakıtlara alternatif doğal enerji kaynakları konusunda yapılan araştırmalar, sürdürülebilir ve yenilenebilir enerji kavramlarını da gündeme getirdi. Yaşamın sürdürülebilirliği için kaynakların sürdürülebilir olması yeterli değildi. Ekolojik denge için kaynakların yenilenebilir olması gerekiyordu: Bir şeyin sürekliliği sürdürülebilir olduğunu göstermiyordu. Sürdürülebilirlik, bütün açısından, ancak yenilenebilir olursa mümkündü. Bu nedenle, enerji sistemlerinin sürdürülebilir, enerji kaynaklarının yenilenebilir olması gerekiyor.

Yenilenebilir enerji, “doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağı” olarak tanımlanıyor. Bugün yaygın olarak kullanılan fosil yakıtlar, yakılınca biten ve yenilenmeyen enerji kaynakları. Oysa hidrolik (su), güneş, rüzgâr ve jeotermal gibi doğal kaynaklar, yenilenebilir olmalarının yanı sıra, temiz enerji kaynakları olarak karşımıza çıkıyor.

Başkanlığını yaptığım Devlet Planlama Teşkilatı 8. Beş Yıllık Plan Enerji Özel İhtisas Komisyonu, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından Elektrik Üretimi Alt Komisyonu’nun hazırladığı raporlar, 2005 yılına kadar, ülkemizde rüzgâr güç santralleriyle 5 bin megavat kapasitede elektrik üretiminin mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Bu; Türkiye’nin toplam elektrik ihtiyacının yüzde 7’sinin rüzgârdan sağlanabileceği anlamına geliyor.

2020 yılında, dünyada üretilen elektriğin yüzde 50’sinin yenilenebilir kaynaklardan olması planlanıyor. 2010 yılında kullanılacak elektrik enerjisinin yüzde 10’u ise, rüzgârdan sağlanacak. Bunun dışında, dünyada pek yaygın olmayan başka yenilenebilir enerji kaynakları da bulunuyor. Dalga, med-cezir (gel-git), çöpten sağlanan metan gazı ve kanalizasyon ısısından da ısınma ve elektrik üretimi için enerji elde edilebiliyor. Doğaya saygılı enerji kaynaklarının kullanımı arttıkça, yeni enerji kaynakları konusunda yapılan araştırma faaliyetleri de artıyor.

DOĞAYLA GELEN ENERJİ KAYNAKLARI…

Hidrolik (Su)

Türkiye, yenilenebilir enerji kaynaklarından olan su gücünden enerji üretimini (hidroelektrik) gerçekleştiriyor. Ancak büyük ölçekli hidrolik santrallerin sürdürülebilirliği de tartışmalı.

Yapılan barajlarla oluşan baraj göllerinin doğal kaynakları olduğu kadar kültürel zenginliği yok etme tehlikesi üzerinde duruluyor.

Güneş

Güneşten enerji elde etmek, güneşin doğuşundan batışına kadar atmosferin içine verdiği ısı ve ışığı, insanların ihtiyaç duyduğu elektrik ve proses ısı (sıcak su ve buhar gibi) ihtiyacıyla buluşturup yararlanmakla mümkün oluyor. Burada asıl kaynak güneş ve her gün yenileniyor. Güneşin ulaştığı yere bir düz depolayıcı konulduğunda, bunun ısısıyla, 70-80 derece su elde etmek mümkün. Bugün bu sistem, Türkiye’de yaygın olarak, ancak verimsiz kullanılıyor. Oysa İsveç gibi güneşi çok az gören bir ülkede bile dışarıda sıcaklık -4 dereceyken güneş toplayıcısından 70 derece su elde edilebiliyor.

Güneşten daha yüksek ısı elde etmek için (130 derece proses ısı), gelen ışınımın çeşitli yansıtma teknikleriyle bir nokta veya çizgiye odaklanması gerekiyor. Bu da bir yoğunlaştırıcı, odaklı toplayıcı yardımıyla yapılıyor. Böylece dağınık enerji kaynağı odaklanarak, 130 derece buhar elde etmek üzere kullanılabiliyor. Bununla da ısınma sağlanabiliyor.

Güneş dünyadan yaz ve kış aylarında farklı konumlarda görünüyor. Mimari tasarımlarda, yaz aylarında güneşin evin içine girmesini engelleyen, kış aylarında ise içeriye girmesini sağlayan pasif sistemler de tasarlanabiliyor. Burada asıl amaç, mevcut işleri daha az enerjiyle yapabilmek.

Güneşten Elektrik Üretimi

Güneşten elektrik üretmek için yarı iletken malzemelerin özelliğinden yararlanılıyor. Yarı iletken malzemelerde elektronlar atomlarına gevşekçe bağlı. Yalıtkan malzemede bu elektronlar sıkıca bağlı, iletken malzemedeyse serbest dolaşımdalar. Güneşten gelen ışınımın enerjisi, foton dediğimiz kümelerden oluşuyor. Foton miktarında enerji, bir yarı iletken tabakasında, gevşekçe bağlı olan elektronları serbestleştiriyor. İkinci bir yarı iletken tabakasıyla oluşturulan gerilim farkı yardımıyla serbestleşen elektronları hareketlendiriyor. İki yarı iletken tabakanın dışına birer kablo bağlayıp elektronların geçişine izin verdiğinizde, bu gerilimden elektrik üretebiliyorsunuz.

Bu yolla üretilen elektrik, şebekede kullanılanla aynı kalitede. Binaların yüzeylerine ve çatısına monte edilen beş adet güneş pili modülüyle bir evin elektrik gereksinimi karşılanabiliyor.

Bu sistem, halen kamu desteği olmadan tüketici için ekonomik olmasa da, kullanım arttıkça maliyet düşüyor. Fotovoltaik sistem olarak adlandırılan güneş pilleri modülleri, Türkiye’de az da olsa bazı müstakil evlerde, bazı telefon kuruluşlarının aktarıcı istasyonlarında kullanılıyor. Güneş pilleri de, saatlerde ve hesap makinelerinde başarıyla uygulanıyor.

Güneşten Isıl Elektrik Üretim Sistemi

Bu, çok ekonomik bir sistem. Güneş ışınımının 500 aynayla yansıtıldığı bir kulede, çok yüksek sıcaklıklara ulaşılabiliyor. Bu kuleden geçirilen bir akışkan yardımıyla elde edilen buhardan da elektrik üretiliyor.

Rüzgâr

Rüzgâr, güneşin doğuşundan batışına kadar yeryüzündeki farklı yüzeylerin, farklı hızlarda ısınıp soğumasıyla oluşuyor. (Örneğin, deniz kayadan daha geç ısınır. Isınan yerdeki hava yükseliyor ve daha soğuk kısımdaki hava hareketlenerek rüzgârı oluşturuyor.) Hareket halindeki havanın kinetik enerjisine rüzgâr enerjisi deniyor. Dev kulelerin üzerine monte edilen kanatlar yardımıyla rüzgârdan elektrik enerjisi üretilebiliyor. Normalde bir vantilatörün kanatları döndüğünde havayı hareketlendiriyor ve serinliyorsunuz. Rüzgâr enerjisi de, bunun tam tersi bir sistemle elde ediliyor. Gelen hava kanatları döndürüyor, kanatların bağlı olduğu mil de jeneratörü çalıştırıyor. Kanatların birleştiği yükseklikte bulunan bölmeden aşağıya, sadece elektriği ileten kablo bulunuyor.

Rüzgâr türbinleri gelen rüzgârın yönüne göre konum alabiliyor ve otomatik olarak kontrol ediliyor. Kanatlar kendi ekseninde hareket edebiliyor ve fırtına durumunda kendini durdurabiliyor.

Rüzgâr türbinleri, fosil yakıt santralleriyle karşılaştırıldığında, daha ekonomik üretim yapabiliyor. Bozcaada’daki rüzgâr türbinlerinde bir kWh kapasite maliyeti 1000 USD iken, bir hidroelekrik santrali için 2 bin-4 bin USD olarak gerçekleşiyor. İşletme maliyetinin de sıfır olduğunu hesaba katarsak, rüzgâr, çok ekonomik bir enerji kaynağı.

Türkiye’de mevcut toplam elektrik üretme kapasitesi 27 bin Megavat. OECD kaynakları, Türkiye’de yılda tüketilen elektriğin en az iki mislinin rüzgârdan karşılanabileceğini gösteriyor.

Jeotermal

Yeraltında, magmada artan sıcaklıkla, yeraltı suları (özellikle deprem bölgelerinde) ısınıp yeryüzüne çıkıyor. Elektrik üretimi de, jeotermal buharın gücüyle yapılıyor. Türkiye’de Denizli, Kütahya ve İzmir-Aliağa benzeri bölgelerde, jeotermal enerji kaynaklarından konut ısıtma ve elektrik üretimi gerçekleştirilebiliyor.

Halen Türkiye’de jeotermal enerji kaynaklarından 20 Megavat elektrik üretiliyor. Bu kaynaktan, Türkiye’de, 2010 yılında 500 Megavat, 2020 yılında 1000 Megavat elektrik kapasitesi kurulabilecek. 2000’de 51 bin 600 konut ısıtılırken, 2010 yılında 500 bin, 2020 yılında ise 1 milyon 250 bin konut ısıtılabilecek.

Biyokütle

Bitkiler büyürken, fotosentez sırasında, atmosferden aldıkları karbondioksitin (CO2) karbonunu bünyelerinde biriktirip biyokütleyi oluştururken, oksijeni dışarıya veriyorlar. Bu bitkiler yakıldığında ise, CO2 yeniden atmosfere veriliyor. Bu nedenle biyokütle yakılmasına “sürdürülebilir biyokütle enerjisi kullanımı” adı veriliyor. Hızlı büyüyen bitkilerle enerji ormanları oluşturup, bir yandan yetiştirip diğer yandan yakarak elde edilecek buhardan elektrik üretimi yapılabiliyor. Bu konuda gerçekleştirilebilecek büyük bir potansiyel bulunuyor. Türkiye’nin enerji ormanları konusunda başlattığı pilot çalışmalar var.

Biyogaz

Hayvansal ve bitkisel atıkların çürütülmesiyle üretilen metan gazını depolayarak, tehlikeli ve çevreye zararlı olabilecek bir gazı enerjiye dönüştürmek mümkün. Metan gazı, daha sonra yakılarak, enerji elde ediliyor. Greenpeace enerji raporunda, Türkiye’de 32 Twh’e kadar elektrik üretebilecek bir potansiyel bulunduğu belirtiliyor.

Çöpten, çamurdan elektrik

Türkiye’de, bazı belediyeler, çöp alanlarında açığa çıkan metan gazından elektrik üretiyor. Çöp içinde biriken metan gazı açılan kuyulardan borularla enerji üretim tesisine pompalanarak üretim gerçekleşiyor. Aktif gaz depolama sistemiyle depolanan gazların arıtılmasıyla elde edilen metan gazı, yakılarak, elektrik enerjisine dönüştürülüyor.

İstanbul Kemerburgaz Çöplüğü’nde ve Bursa’da başlayan çöpten enerji üretiminin yanı sıra Ankara Mamak ve Sincan çöplüklerinde de yakın gelecekte üretime başlanması planlanıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ayrıca, Tuzla’daki Biyolojik Atıksu tesisinden çıkan çamurdan biyogaz ve elektrik elde ediyor. Enerji üretim sisteminin devreye girmesiyle, bir yandan çamur miktarında azalma sağlanırken, diğer yandan da tesiste tüketilen elektriğin yüzde 70’inin biyogazla elde edilmesi planlanıyor.

KURMAK KOLAY, KURTULMAK ZOR…

Nükleer enerjiyse, bugün, diğer enerji kaynakları arasında, hem toplumsal, hem çevresel, hem de ekonomik açıdan en maliyetli kaynak.1978 yılından beri bu santraller için yeni bir sipariş verilmiyor. ABD’de verilen siparişler ise iptal edildi. Nedeni, öngörülmeyen, beşikten mezara maliyetlerdi.

Bu santralleri kurmak yetmiyor, güvenlik altyapısı sisteminin de tesisi gerekiyor. Dünya Bankası, uzun inşaat süreleri ve güvenlik sisteminin kurulma maliyetleri nedeniyle, Türkiye’de kurulması planlanan nükleer santrallere kredi vermedi. Bu maliyetlere, Çernobil reaktöründe yaşanan kazadan sonra, lisanslama maliyetleri de eklendi. Nükleer santrallere lisans almak için alınacak önlemlerin maliyetleri, en az santralin maliyeti kadar tutuyor. Bir de, bunlara, nükleer santrallerin kapatılma maliyetleri ekleniyor. ABD’deki Maine-Yankee reaktörünün kuruluş maliyeti 280 milyon USD iken, sökülüp bertaraf edilmesinin maliyeti 2 milyar USD. Yani bir nükleer santralden kurtulabilmek için, kuruluş maliyetinin sekiz katını ödemek gerekiyor.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑