Kriz Üzerine

ABD ekonomisinin bir krize girip girmediğine, dünya ekonomisinin bundan etkilenme derecesine ilişkin yapılan tartışmalar ve ileri sürülen görüşler, kriz tanımının tartışılmasını, bugün yaşananların bir kriz olup olmadığını tanımlamayı zorunlu kılacak boyuta erişti. Öyle ki, bazı ekonomistler durgunluktan, bazıları bir finans krizinden, bazıları ise doğrudan krizden söz ediyorlar. Bu arada “ABD ekonomisinde ufak tefek sorunlar olmakla birlikte, herhangi bir krizin, durgunluğun söz konusu olmadığı”na –Deniz Gökçe gibi–, bunun pek mümkün olamayacağına iman edenler de oldu. Yani kafa karışıklığı, yanıltma ve ABD’yi aleni savunma arasında sallanan bir yığın tahlil ve tespit yapıldı. Kriz tanımı bu kadar zor bir tanım mı ve krizin herkese göre değişen kriterleri mi var?

Herhalde öyle olmaması gerekir. Örneğin 1929 Krizi konusunda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır. Bütün ekonomistler, politikacılar ve tarihçiler vb. 1929 krizinin çok ağır bir kriz olduğunda ve büyük bir çöküşün yaşandığında aynı fikirdedirler. Öyle ki, artık kapitalizmin ne zaman bütünüyle ortadan kalkacağı, bütün dünyanın ne zaman sosyalist olacağı –Sovyetler gelişmekte ve ilerlemektedir– ciddi ciddi tartışılır olmuştur. “Liberalizm” edebiyatı bir tarafa bırakılarak, kapitalist devletin işin içine girmesi, devletçi ve Keynesci politikaların uygulanması kapitalist ekonomiyi kısmen toparlamış; ancak bu büyük kriz, dünya ölçeğinde yeni bir kapışmanın –II. Dünya Savaşı– ön haberini vermişti. Açıkçası 1929’un, başta ABD olmak üzere, tüm kapitalist emperyalist dünyayı etkileyen –sosyalist Sovyetler Birliği dışında–, bunalımın çöküş olarak kendini açığa vuran bir kriz olduğu konusunda herhangi bir kuşku ve tartışma yoktur. 1997 yılında Asya’da başlayan kriz ve bunun bölgesel etkisi konusunda da pek bir tartışma yoktur.

1929 krizi konusunda herhangi bir tartışmanın olmamasının nedeni kuşkusuz büyük bir çöküştür ve bu çöküş hiçbir biçimde inkâr edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Hisse senetleri değersiz paçavralara dönmüş, dolar aşırı değersizleşmiş, üretim durmuş, üretim araçları hurda yığınlarına dönmüş, dev tekeller –bugün henüz başlangıç dönemindeyiz ve buna tek tük rastlanmaktadır– birbiri ardına iflas etmişlerdir. Yani gerçekler kimsenin inkâr edemeyeceği kadar ortadadır. Bugün tartışmanın sürmesine neden olan ise, açıkça bir çöküşün yaşanmamış olmasıdır. Eğer genel bir çöküş gerçekleşirse zaten kimsenin bir itirazı kalmayacaktır! Bu durum, kapitalist ekonomilerde krizin izlediği yolun tartışılması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Kapitalizmin krizini inceyen ekonomi ile ilgili pek çok uzman kriz üzerine çeşitli tanımlamalarda bulunmuştur. Ancak kuşkusuz bu konuda açıklayıcı ve ikna edici tanım ve tahlil, kapitalizmi tüm çıplaklığı ile anlamamızı sağlayan Marksizmin kurucularından gelmiştir. Engels geçmiş bunalımlara atıfta bulunurken, ütopik sosyalistlerden olan Fourier’den şu sözü aktarmaktadır, “Fourier daha ilkini: …aşırı bolluk krizi, diye nitelemekle hepsinin adını koymuştur.” (Ütopyadan Bilime Sosyalizm, Evrensel Basım Yayın) Demek ki, kapitalizmin krizleri konusunda genel bir tanımda bulunulacaksa, krizlerin aşırı-üretimden kaynaklandığını tanımlamak gerekiyor. Peki, ama aşırı bolluk –yani aşırı üretim– nereden çıkmaktadır? Yeryüzünde milyarlarca insan açlık ve yoksulluk içinde yaşarken, aşırı üretim, bolluk nasıl oluyor da krize yol açıyor?

Bütün bunları anlamak için kapitalizmin temel çelişkisine bakmak gerekir. Bu çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Tek bir metanın bir üreticiler yığını –işçiler– tarafından üretilmesi, ama tek bir kişi tarafından –kapitalist– mülk edinilmesi, kapitalizmin bunalıma varan çelişkilerinin de temelidir. Yani meta üretiminde ve dolaşımında potansiyel olarak krizin nedenleri bulunmaktadır. Kapitalist, bilinmeyen bir pazar için durmadan üretim yapar. Bu durum, kendisini zaman zaman devrevi bunalımlar olarak açığa vurur.

Sonunda, kriz, aşırı üretim biçiminde ortaya çıkar. Her taraf tıkabasa mal doludur, ancak bunlar tüketilemez, çünkü kitlelerin alım gücü yoktur. Bu, üretim fazlasıdır ve bunalım başlamıştır. Aşırı üretimi tetikleyen neden ise, kapitalist üretimin anarşik yapısıdır. Kapitalistler bilinmeyen bir pazar için, sonucunu kestiremedikleri bir rekabet içinde, aşırı kârları elde etmek için üretim yaparlar. Bunun sonucu, vurgulandığı gibi, aşırı üretimdir ve kriz artık kapıdadır. Kapitalizmde üretimin genişlemesi dengesiz bir özelliğe sahiptir. Üretim dalları arasındaki, sektörler arasındaki eski oranlar sürekli bozulur ve sermayenin bir daldan diğerine doğru akışkanlığı sürekli bir hal alır. Üretim plansız, programsız yapılır. Bütün bunların anlamı üretim anarşisidir.

Kapitalistler ve tekeller aşırı kâr hırsıyla üretimi sürekli genişletir, yeni teknikleri, makineleri mükemmelleştirirler, bunun kapitalist sistem açısından bir sonucu aşırı üretimken, işçi açısından sonucu aşırı sömürüdür. Ama kapitalistlerin sürekli olarak üretim araçlarını mükemmelleştirmek zorunda olması (rekabetin keskinliği onları buna zorlar), sermayenin organik bileşiminin (sabit sermayenin oranının yükselmesi, asıl artı-değeri sağlayan değişen sermaye oranının düşmesi) büyümesi anlamına gelir; bu ise, kapitalizmde ortalama kâr oranının düşmesi eğilimi anlamına gelir. Kapitalistler üretimi sürekli genişleterek, tekel durumunu sağlamlaştırarak, sömürüyü yoğunlaştırıp, ücretleri düşürerek vb. bu eğilimi durdurmaya çalışırlar. Ama bunun kesin çözümü yoktur.

Bazı kapitalizm eleştirmenleri, krize “tüketim eksikliği”nin yol açtığını ileri sürmektedirler. Oysa “eksik tüketim” kapitalizmin genel karakteridir ve kapitalizmin herkesi doyurmak, giydirmek, barındırmak gibi bir derdi yoktur. Bu nedenle, milyarlarca aç ve yoksul insanın kaderi kapitalistleri (kapitalist için onlar zaten tüketici değildir!) ilgilendirmez. Yani eksik tüketim her zaman vardır ve bu bunalımlara yol açmaz. Üretim fazlasından kasıt ise, göreli bir fazlanın olduğu ve geçmişte bunları tüketebilir durumda olanların artık tüketemez duruma gelmeleridir. Toplumsal üretimin toplumsal tüketime dönüşememesinin bunalımıdır bu. Kapitalizmin bunalımlarının temeli işte burada yatar. Sosyalizm işte bu temel çelişkinin çözümüdür; üretim de, tüketim de toplumsallaşır. Kriz ebediyen tarihe karışır.

Kapitalizmin tekelci kapitalizme –emperyalizme– dönüşmesi, kapitalizmin çelişkilerini derinleştirdi ve keskinleştirdi. Eşitsiz ve sıçramalı gelişme, kapitalist büyük tekeller ve devletler arasındaki çelişkileri aşırı ölçüde keskinleştirdi. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı işte bunun sonucu ortaya çıktı. Emperyalist devletler, pazarları paylaşma, bunalımı diğerinin üzerine yıkma mücadelesine girdiler ve sonuçta genel savaş patlak verdi. Bu, aynı zamanda, savaşla kriz arasında doğrudan bir ilişkinin bulunduğunun da kanıtıdır.

I. Dünya Savaşı, aynı zamanda kapitalizmin genel bunalımının başladığının ilanı oldu. Burada şu hatırlatmayı yapmak gerekir ki, kapitalizmin genel bunalımı ile kastedilen, sadece devrevi bir ekonomik kriz değildir. Genel bunalımdan kasıt, kapitalist emperyalist sistemin ekonomisini ve politikasını da kapsayan sistemin genel bunalımıdır. Toplumsal kültürel yaşam buradan nasibini yeterince almaktadır. Kapitalizmin çürümüşlüğünün, asalaklığının ve sorunlar karşısındaki çözümsüzlüğünün toplumdaki keskin yansımasıdır bu. Tekelci kapitalizm kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişimini hızlandırmış, bu durum çelişkilerin keskinleşmesine neden olmuştur. Geriden gelen emperyalist bir ülke öndekini geçebilir, daha fazla pazar ve hegemonya peşinde koşabilir. Bu durum savaşlara varan çatışmalara yol açmaktadır. Geçmişte, kapitalizmin genel bunalımının temel etkenlerinden birisi, kapitalist dünya pazarının bölünmesi, sosyalist dünyanın bu pazarın dışına çıkması, bunun da kapitalist büyük devlet ve tekeller arasındaki rekabeti ve çelişkileri daha da şiddetlendirmesiydi. Bugün pazar birleşmiştir, ancak üretimin geldiği dev boyut, tekellerin devasa gücü, bu çelişkilerin hafiflemek şöyle dursun daha da keskinleştiğini ortaya koymaktadır. Yani pazar sorunu daha büyük bir sorun haline gelmiştir. Dünyanın genel durumu, I. Dünya Savaşı öncesi koşullara –tam ve aynı olmadığını hatırda tutmak kaydı ile!– bazı bakımlardan benzemektedir.

Kapitalizmin ekonomik krizleri, genel bunalımın bu zemini üzerinde patlamakta ve yaşanmaktadır. Kapitalizmin bazı eleştirmenleri, kapitalizmin genel bunalımını, “sürekli kriz” teorileri ile değiş tokuş etmişler, buradan epeyce yanlış –“sürekli bunalım”, “sürekli devrim” vb.– teoriler üretmişlerdir. “Sürekli kriz” teorisyenleri, böylece, genel bunalımı devrevi ekonomik krizlere indirgemişler, bunun da sürekli bir hal aldığını iddia etmişlerdir. Yaşanan gerçeklerin de defalarca kanıtladığı gibi, bu, son derece yanlış bir teoridir. Deneylerden ve yaşananlardan biliyoruz ki, kapitalizm gelişme ve refah dönemleri de yaşamaktadır. “Sürekli kriz” tespiti bu gerçeklere uymamaktadır.

Kapitalist ekonominin incelenmesi, bir ekonomik krizin dört evreden oluştuğunu göstermiştir. Bu evreler; bunalım, durgunluk, canlanma ve kalkınmadır. Bir krizden diğer krize kadar olan evre ise, “devre” olarak tanımlanmaktadır. Bunalım, krizin en yıkıcı anıdır. Kriz esnasında üretici güçler tahrip olmakta, toplum fazla üretmekten dolayı yeniden üretemez ve tüketemez duruma gelmektedir. Bu, bir yanıyla kapitalizmin iflasının da açık bir kanıtıdır. Kapitalist sınıfın yönetemediğinin ve sorunlara çözüm bulamadığının açık kanıtıdır, bu durum. Bunalım anı, bütün çelişkilerin ve sorunların yıkıcı bir biçimde ortaya çıktığı andır. Üretim neredeyse bütünüyle tahrip olmuş, hisse senetleri değersizleşmiş, borsa çökmüş, enflasyon dolu dizgin gitmeye başlamıştır vb. Bunalımın ardından, önce durgunluk, ardından canlanma ve kalkınma dönemleri gelir ve bu kısır döngü yeni baştan kendini tekrar eder.

Marx, “bunalımlar, var olan çelişkilerin sadece anlık, zora dayanan çözümüdür, bozulan dengeyi o an için yeniden kuran zora dayanan patlamalardır” (Kapital, cilt. 3) demektedir. Kapitalizmin bazı ideologları, bunalımları geçici, arizi bir durum olarak görürken, bazıları da bu durumu “yaratıcı yıkıcılık” (Schumputer) olarak adlandırmakta, dahası, krizlerin biriken sorunların çözümü için yararlı olduğunu savunmakta, kapitalizmin bunalım dönemleriyle krizini atlatabileceğini ileri sürmektedirler.

Bütün bu söylenenlerden sonra, bugünkü “kriz” durumuna bakabiliriz.

DÜNYA EKONOMİSİ NE DURUMDA?

Genel bir kriz olup olmadığını anlamanın ilk koşulu, dünya ekonomisinin bugün içerisinde bulunduğu durumun net bir tablosunu ortaya koymaktan geçmektedir. Bu tablo, bize, genel bir krizin mi var olduğunu, yoksa tek tek ülkelerde ya da tek tek sektörlerde mi bir krizin olduğunu, eğer varsa, bu krizin genel bir krize dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda az çok bir fikir verebilir.

Öncelikle büyüme rakamlarına bakmak gerekiyor:

Dünya ekonomisi 2006 yılında yüzde 5, 2007 yılında yüzde 4.9 büyüdü. 2008 için tahmin edilen büyüme 3.7 ve 2009 için bu rakam 3.8. Ancak ortaya çıkan her ekonomik gelişme, ekonomideki tablonun daha net ortaya çıkmaya başlaması gibi durumların gelecek yıllara ilişkin büyüme tahminlerini geri çektiğini tespit etmek gerekiyor. Dünya ekomomisinin lokomotifi sayılan ABD ekonomisi için 2006, 07, 08 ve –tahmini– 09 için bu rakamlar 2.9, 2.2, 0.5 ve 0.6’dır. AB’nin bölgesi olan ve “Euro bölgesi” diye adlandırılan bölge için bu büyüme rakamları ve tahminler şöyledir: 2006’dan başlayarak, yıllara göre, 2.8, 2.6, 1.4 ve 1.2. Gerek genel olarak dünya ekonomisi, gerekse ABD ve AB için verilen bu rakamlar, büyümenin giderek hız kestiğini ve düştüğünü açıkça göstermektedir. Dünya ekonomisi yavaşlamakta ve durgunluk belirtileri ortaya çıkmaya başlamaktadır. Bu rakamlarda, dünya ekonomisinin nereye doğru gitmekte olduğunun güçlü kanıtları bulunmaktadır.

Kuşkusuz bu düşme, sadece emperyalist kapitalist büyük merkezlerle sınırlı değildir. Benzer düşüşler, bu kadar keskin olmasa da, Çin, Hindistan, Brezilya gibi hızlı gelişen ve dünya ekonomisine canlılık katması beklenen ülkeler için de söz konusudur. Zaten bu ülkelerin gelişmelerden etkilenmemesi beklenemez. Bu, hem genel olarak tek tek ülke ekonomilerinin dünya ekonomisi zincirinin halkaları olmaları nedeniyle, hem de bu ülkelerin özel olarak ABD gibi ülkelerle girdiği çok yakın ilişkiler ve “iç içelik” nedeniyle böyledir. Örneğin Çin Borsası son aylarda sürekli değer kaybetti ve bu alanda İstanbul Borsası’nı bile geride bıraktı.

ABD EKONOMİSİNİN DURUMU

ABD ekonomisinin bir krize girip girmediği, yaşananların bir durgunluğa işaret edip etmediği çok tartışılmaktadır. Yukarıda aktarılan veriler, ABD ekonomisinin bir durgunluğa doğru gittiğini açıkça kanıtlamaktadır. Elbette veriler sadece bu gidişi değil, bazı başka gerçekleri de kanıtlamaktadır. Bu veriler, inşaat ve finans sektöründe, tüketim malları pazarında, işsizlik rakamlarında ve hepsinden önemlisi üretimde açıkça görülmektedir. Enflasyondaki hareketlenme de dikkat çekiyor; enflasyon oranı, yine Mart sonu itibarıyla ve 12 aylık bazda, yüzde 3.1’dir.

Yeni inşaat sayısı, Mart’ta, yıllık ortalama olarak, 1,035 bin adet. Bu miktar, geçen yıl 1,344 bin, 2006’da 1,812 bin, 2005’te 2,073 bin idi. Yani ABD için önemli göstergelerden birisi olan yeni konut inşaatı sayısında düşüş hızla devam ediyor. Konut imalâtındaki daralma da, geçen dönem yüzde 25.2 ile rekor kırmış durumda. Bu dönem ise durum daha da kötü. Aslında buna çöküş de denebilir; daralma yüzde 26.6 olmuş! Ama konut üretimi, bu daralmaya rağmen sürüyor! Yani stoğa çalışılıyor. Başka bir ifade ile konutta üretim fazlası var. Bu gerçeklere dayanarak, ABD’de inşaat sektöründe krizin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Konut böyle de, diğer alanlar farklı mı? ABD açısından önemli sayılan göstergelerden bir başkası, otomobil ve kamyonet satışlarıdır. Bu sektörde de satışlar düşmektedir. Mart ayı itibarıyla yıllık ortalama satış toplamı 15.3 milyon adettir. Bu rakam tek başına bir şey ifade etmiyor, ancak önceki yılların satışı ile karşılaştırıldığında, ortaya çıkan şudur ki; satışlar geçen yıl 16.2 milyon adet, önceki yıl ise 16.5 milyon adetti. Yani üç yılda 16.5 milyon adetten, 15.3 milyon adete düşme söz konusudur. Son günlerde GM’nin (General Motor) Kanada’daki üç fabrikasını kapattığı haberleri basında yer aldı. GM “petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle satışların düşmesi” açıklaması yapsa da, düşme eğiliminin daha önceki yıllara dayandığı açıkça görülmektedir. Görülüyor ki, bu alanda da üretim fazlası bulunmaktadır.

Bu genel düşüş, perakende satışlara da yansımıştır. Parekende satışların artış oranı, Mart ayında, yıllık ortalama olarak yüzde 0.7’dir. Geçen yıl bu oran yüzde 3.4, önceki yıl yüzde 5.9 idi. ABD’de, sanayi üretimi de genel olarak düşmeye devam etmektedir. ABD’de sanayi üretiminin Nisan’da yüzde 0.7 düşüşle “beklentilerden fazla gerilediği” ve kapasite kullanımının ise yüzde 79.7 olduğu açıklandı. Oysa ekonomistler, ABD sanayi üretiminin yüzde 0.3 düşmesini, kapasite kullanımının ise yüzde 80.1 olmasını bekliyorlardı. Bunların sonucu, Mart ayı verileri itibarıyla, ABD’de işsizlik yüzde 5.1’e yükselmiş durumdadır. Son açıklanan rakamlar ise 5.5’i geçiyor; bu oran giderek artma eğilimi gösteriyor ve bu oranın son yılların en yüksek oranı olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Üstelik istihdam edilenlerin sayısında da azalma var.

Üretimin bu durumu yatırımları da doğrudan etkilemektedir; ABD’de yatırımlar yüzde 2.5 daralmıştır. Üstelik yatırımlar, geçen yılın son çeyreğinde yüzde 6 artmıştı. Yatırım binalarında geçen 3 ay yüzde 12,4’lük bir artış varken,  bu dönem yüzde 6.2’lik bir azalışın olduğu gözlenmektedir.

ABD ekonomisinin bir diğer alandaki –tüketiciler–(!) görünümü şudur: Eldeki verilere göre, 2000 yılında, ABD’li tüketicilerin toplam kredi borcu 6.5 trilyon dolar seviyesinde bulunuyordu. Ancak 2006 yılına gelindiğinde, bu rakam, yalnızca 6 yıl içerisinde ikiye katlanarak, 13 trilyon dolara yükselmiş durumdadır. ABD’nin gayri safi milli hasılası, halen 14 trilyon dolar civarındadır. Diğer taraftan, durgunluğu aşmak için, “tüketicilere”, alışveriş için hükümet tarafından yüzlerce dolar gönderilmektedir. Aşırı üretimin tüketilmesine, piyasanın canlandırılmasına yönelik bir çabadır bu. ABD’li ekonomistler “tüketicilerin” borçlarını ödeyemez duruma gelmeleri halinde neler olacağını düşünmek bile istememektedirler. Oysa yaşananlara bakıldığında, bunun fantazi olmadığı rahatlıkla görülebilmektedir. Mortgage krizinde, ev sahiplerinin evlerini geri vererek borçtan kurtulduklarını hatırlamak, nelerin olabileceğini anlamaya yeterlidir.

Bütün bunlardan genel bir sonuç çıkaracak olursak; ABD ekonomisi, inşaat sektöründe kesinlikle bir krizin yaşandığı, finans sektörünün de bundan etkilendiği, büyümenin hızla yavaşladığı, durgunluk belirtilerinin ortaya çıktığı, ama henüz bunun genel bir krize –bunalıma– dönüşmediği (ancak gidişat bu yöndedir) bir görünüm vermektedir.

AVRUPA NE DURUMDA?

IMF, son tahminlerinde, Avrupa için büyüme beklentisini düşürmüş, enflasyon beklentilerini ise daha olumsuz olarak tahmin etmiştir. Avrupa Komisyonu’ysa, 6 aylık tahminlerini, bir süre önce açıkladı. Buna göre, AB’nin 2008 yılında yüzde 2, 2009 yılında yüzde 1.8 büyümesi bekleniyor. Bir önceki tahminler daha iyimserdi! Bir önceki tahminlere göre, 2008 yılı için 0.4, 2009 yılı için 0.6 puanlık düşüşler söz konusu. AB’nin büyüme oranı, hatırlanacağı gibi, 2007 yılında yüzde 2.8, 2006 yılında yüzde 3.1 olarak gerçekleşmişti. İşsizlik oranı tahminleri, her iki yıl için yüzde 6.8 olarak belirlenmiş durumda. 2006 yılında yüzde 2.3 ve 2007 yılında yüzde 2.4 olan enflasyon oranı, ekonomiyi takip eden kurumlarca, 2008 için yüzde 3.6 olarak tahmin ediliyor. Ekonomide ortaya çıkacak olan yavaşlamaya paralel olarak, 2009 yılında, enflasyonun da yüzde 2.4’e geri gideceği tahmin ediliyor. Öte yandan, 2007 yılında yüzde 0.9 açık veren AB bütçe dengesinin, bu yıl yüzde 1.2 ve gelecek yıl yüzde 1.3 açık vermesi bekleniyor.

ABD’de konut kredilerinde başlayan ve finans sektörünü de vuran kriz, Avrupa bankalarını da etkiledi. Kriz nedeniyle 37 milyar dolarlık zarar açıklayan İsviçreli UBS, sermaye bulabilmek için, hisselerini değerinin yüzde 31 altında satacak. Zararlar nedeniyle bir İngiliz bankası devletleştirildi. Alman bankalarından zarar açıklayanlar giderek çoğalıyor ve bilanço giderek daha fazla netleşiyor.

Geçtiğimiz günlerde konuşan İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, İngiltere’nin son 20 yılın en çetin ekonomik güçlükleriyle karşı karşıya olduğu uyarısında bulunarak, enflasyonun artma eğiliminde bulunduğunu belirti. Buna karşılık, büyüme ve ev fiyatlarında ise büyük düşüşler beklendiğine dikkat çekti. “Önümüzdeki dönem kolay olmayacak” diyen Mervyn King, özellikle bazı aileleri ekonomik açıdan son derece zor günlerin beklediğini de belirtti.

Dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü olan Japon ekonomisi ise, neredeyse son on yıldır yaşadığı sıkıntılı –küçülme ve durgunlukdönemi atlatabilmiş değil. 2007’de küçülme yaşandı. Bugün küçük oranlarda büyüme rakamlarına sahip ve devletin tüm desteğine ve müdahalesine rağmen ekonomi bir türlü eski canlılığına kavuşamıyor.

BUGÜN KRİZE GİDİŞİN BAZI ÖZELLİKLERİ

Burada, bütün bu söylenenlerden sonra, genel bazı tespitlerde bulunmak gerekiyor. Öncelikle şu sorunun yanıtını vermek gerekiyor: Yazıda şimdiye kadar özetlenmeye çalışılan ekonomik olaylara genel bir ekonomik kriz denilebilir mi? Eğer kriz tanımını, ekonominin geneli için ve çöküşü tanımlamak için (ki başka türlüsü yanlış olur) kullanacak olursak, bu anlamda henüz krizden söz edilemez. Ancak, tek tek sektörleri içine çekmekte olan kısmi bir krizden söz edebiliriz. ABD’de, inşaat sektöründe bu kriz çok belirgindir. Finans sektörü de bu krizden ciddi bir biçimde etkilenmiş durumdadır. Bir kapitalist ekonomide doğal olan, tek bir sektörde ya da “lokomotif” bir ülkede başlayan krizin dalga dalga tüm sektörlere ve ülkelere yayılmasıdır. Bu nedenle, bugünkü kısmi kriz durumunun diğer sektörlere de yayılıp, genel bir kriz haline dönüşmesi için koşullar giderek olgunlaşmaktadır. Bu durumun ne kadar sürede gerçekleşeceğinin öngörülmesi pek olanaklı değildir. Bu, genellikle bir ya da iki yıllık bir süre alabilmektedir. Öngörülebilen ise, bunun kaçınılmaz olduğudur.

Finans sektöründe krizin başlaması ve kökeninde spekülasyon ve aşırı kâr yatması, iflasları ve “devletleştirmeleri” beraberinde getirmiş, kriz doğrudan üretimde başlamadığı için –şimdilik üretimle ilgisi epeyce dolaylı– yayılması ve etkisi hızlı olmamış, ancak ekonomileri içten içe kemirmeye devam etmiştir. Böyle olduğu içindir ki, emperyalist kapitalist sistemin sözcüleri, “bir köpük vardı, atıldı” tespitlerini iyimserlik yaymak için kullanmaktadır. Ancak “köpük” nedensiz değildir ve altında, kapitalist sistemin derin çelişkileri ve çıkmazları yatmaktadır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, finans sektörünün genel durumuna bakıldığında, atılmakta olanın, bir “köpük”ün değil, âdeta kalın bir kaymak tabakasının olduğu görülmektedir. Finans ve borsa oyunları ve hareketi, koca ekonomileri sarsabilecek etkiler yaratabilmektedir. Burada Derviş’in şu aktarımı durumu özetlemektedir: “Süper bankerler, hedge fonların yöneticileri ve özel yatırım şirketleri, 21’inci yüzyıl kapitalizminin yeni baronları oldu. İnanılır gibi değil: ABD’de son birkaç yılda toplam şirket kârlarının yüzde 40’ı, finansal sektörde elde edildi.” Aslında bu durum, tekelci kapitalizmin ulaştığı asalaklık ve çürüme düzeyinin itiraf edilmesinden başka bir şey değildir. Aynı şey değil ama, Türkiye’de, 2001 krizi öncesinde, işbirlikçi tekellerin “faaliyet kârları”nın neredeyse yüzde 80’i, üretim dışı alanlardan, finans oyunlarından gelmişti. Sonrasında, çöküş sert ve kesin olmuştu.

Tekelci kapitalizmin çelişkileri bu boyutlara geldiğinden dolayıdır ki, ekonomilerin toparlanması için kesin ve kalıcı çözümler üretilememektedir. Yapay önlemlerle ertelenen kriz, sorunları büyüterek ve olanakları tüketerek kapıyı çalmaktadır. Öncelikle kendisini finans sektöründe gösteren krizin üretimle bağı şuradadır ki; bugün piyasalarda, “reel ekonomi”nin, yani üretimin ve bunun sonucu gerçekleştirilen tüketimin ve yeni yatırımların ememeyeceği miktarda para bolluğu –“sıcak para” olarak tabir edilen, trilyon dolarları bulduğu ileri sürülen para– bulunmaktadır. Örnek olsun diye bir oran vermek gerekirse, piyasaya sürülen bir birim metaya karşılık, bunun on katı değerinde bir para piyasada dolaşmaktadır! Ortalıkta para bolluğu vardır, ama bu para, yatırıma ve üretim araçlarına ve tüketime gitmemektedir. Kendini en çabuk genişleteceği borsa, hisse senetleri, tahviller vb. gibi alanlara gitmektedir. Paranın da bir meta olduğunu –metaları eşitleyen eşdeğer bir meta– ve dolaşım ve kredi aracı olarak kullanıldığını düşündüğümüzde, bugün piyasalarda para bolluğunun –aşırı üretim!– olduğunu –senetleri, tahviller vb.ni de eklemek gerek–, ama bu bolluğun yatırıma ve üretime dönüşmediğini –kapitalist emperyalizmin çürümesinin kanıtıdır bu–, ama üretilen malların satışını teşvik için bol bol kredi açıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu, aynı zamanda, finans krizi olarak görünen şeyin üretimle ilgisinin olduğunun da bir kanıtıdır.

Bugünkü krizin ilk elde finans sektöründe ortaya çıkmasının, bir finans krizi olarak görünmesinin, tekelci kapitalizmin işleyişi açısından olağandışı bir yanı yoktur. Finans sektörü, borsa da içinde olmak kaydıyla, kapitalizmin en fazla çürümüş ve en asalak sektörüdür ve aşırı kârların, spekülasyonların ve vurgunların en uç noktadan görüldüğü sektördür. Başka bir ifade ile söylersek, verdiği kredilerle aşırı üretimi teşvik eder, krizi hazırlar. Bu nedenle, finans sektöründeki şişmenin –âdeta bir saadet zinciri kurmuştur ve halkalardan birinin kopması çöküşü beraberinde getirir–, dönüp, kendi maddi temelini –üretimi– tahrip etmesi kaçınılmazdır.

Kemal Derviş dahil, bazı emperyalizm ideologlarının, “merkez bankaları bir miktar enflasyona izin vermeli” çağrıları, bu zemin üzerinde yapılmaktadır. Dünya ekonomisi yavaşlamakta, durgunluk belirtileri çoğalmakta; kapitalizmin ideologları, enflasyonu, “piyasaları ve ekonomileri” canlandırmanın aracı olarak görmektedirler. Mortgage krizi nedeniyle suçlanan ABD Merkez Bankası eski başkanı Greenspan’in, “bu durumun deflasyondan –paranın değerinin aşırı yükselmesi– daha iyi olduğu, yoksa durumun daha da kötüleşeceği” yönündeki açıklamaları mevcut durumu özetlemektedir. Greenspan, ayrıca, “Piyasalarda bir krizin yaşanması kaçınılmazdı. Sıkıntılar konut sektörü olmasa bir başka alanda olacaktı. Bir geçiş dönemi içerisindeyiz. Fiyatların uzun süre düşük seyrettiği bir dönemin sonuna gelmiş bulunmaktayız” diyerek, âdeta denizin bittiğini ilan etmektedir.

Kriz dönemine girilmesini yavaşlatan diğer etken ise şudur: Emperyalist kapitalist ekonominin bugünkü işleyiş özelliklerinden kaynaklanan ve geçmiş krizlerden çıkarılan tecrübelerden dolayı, krizi önlemeye çalışma ya da olabilecek en hafif biçimi ile yaşama yönünde devletlerin –birer kolektif kapitalist olarak– aşırı bir iradi çabaları bulunmaktadır. Sektörlerdeki genel çöküntüyü önlemeye çalışma –İngiltere banka devletleştirdi!–, bağımlı ülkeleri kriz çöplüğü olarak kullanma, zararları “ortaklaştırma” –ABD’deki mortgage krizinden Almanya, İsviçre, İngiltere bankalarının da etkilenmesi, büyük zararlar etmesi gibi–, finans ve borsa hareketleri ile sıkıntıyı hafifletmeye çalışma vb. gibi yol ve yöntemler etkin bir biçimde kullanılmaktadır.

Tekelci kapitalizmin ideologlarının, uzunca bir süredir, “esnek çalışma, stoksuz çalışma” yönünde çağrıları oldu ve bu çağrılar karşılıksız kalmadı. Bu yöntemler üretimde bolca kullanıldı. Kapitalizmin ideologları, böylece, kapitalizmin krizini –fazla üretimden kaynaklanan temel krizi– çözebileceklerini ileri sürdüler. Ama bu durum ek sorunları beraberinde getirdi ve bazı sektörleri geçmişte olmadığı kadar öne –örneğin taşımacılık ve ulaşım– çıkardı. Bu sektörler, çoğu durumda, üretim sürecinin doğrudan halkaları haline geldiler ve bu sektörlerdeki sorunlar –örneğin grevler– doğrudan üretimi de etkiledi. Bazı kapitalizm eleştirmenlerinin, bu sektörlerin “kilit sektörler” olduğu şeklindeki yanlış tespitlerin zemini, işte bu durumdur.

Tekelci kapitalizmin neredeyse son 20 yılına bir göz atıldığında, göze çarpan en belirgin özelliklerinden birisinin, özelleştirme, sosyal haklara ve fonlara el koyma, sosyal sigorta sistemlerinden sermayeye kaynak aktarma vb. olduğu görülür. Hükümetlerin uyguladıkları bu programlar, sermayeye yeni kaynak aktarma, kapitalizmi derinleştirme, toplumun tüm hücrelerine yayma yoluyla, hem sermayeye yeni kaynak aktarma, hem de kapitalizmin çözümsüzlüklerine çare bulma iddiasıyla uygulandı. Ama bugün bu yöntemlerin de sonuna gelindiğini görmekteyiz. Hem yağmalanacak alanın oldukça daralması anlamında, hem de yükselen emekçi mücadelesi nedeniyle.

Bütün bu yöntemler yaklaşmakta olan bir çöküntüyü önleyebilir mi? Alınan önlemlerin çöküntüyü geciktirebileceğini, ancak önleyemeyeceğini söylemek gerekir. Çünkü kapitalist ekonominin işleyiş yasaları vardır ve bu yasalar iradi çabalarla değiştirilemez, etkileri ortadan kaldırılamaz, önünde sonunda etkisini göstermekte, hükümlerini sürdürmektedirler. Şu söylenebilir ki, geciktirilmiş bir kriz, ağırlaşmış ve daha gürültülü çöküşe kapıyı aralamış bir kriz olarak yaşanacaktır. Bu durumun büyük emperyalist devletler arasındaki ilişkileri daha gerilimli hale getirdiği, kutuplaşma eğilimlerini hızlandırdığını, rekabeti keskinleştirdiğini görmek gerekir. Burada, krizle savaş arasındaki ilişkinin yeniden ve sertçe yaşanacağını öngörmek gerekir. Krizin derinleşmesi ve genelleşmesi demek, bölgesel ve genel savaşların gündeme gelmesi demektir. Bölgesel savaş ve işgaller zaten yaşanmakta, yaşananlara yenileri eklenmek üzeredir. Bu, krizin kimin sırtına yıkılacağının mücadelesinin, savaşlar dahil, sert biçimler alarak süreceğinin işaretidir.

IMF Başkanı Rodrigo Rato, “finans piyasalarındaki çalkantının dünya ekonomisi üzerine etkisinin, krizin ne kadar süreceğine bağlı olduğunu söylemekte ve “Yakında biraz istikrar geri gelse de, ayarlanma süreci ve finans piyasası dalgalanmasının etkileri muhtemelen devam edecek ve eşit bir şekilde dağılmayacak” demektedir. Bu sözler, gelecekte yaşanacak olanları da haber vermektedir. Burada sorun, bu “eşit dağılmama”dan kimin ne kadar etkileneceğidir ve bu, aynı zamanda keskin bir mücadelenin de konusudur.

Bitirirken özetle söyleyebiliriz ki; bugün ABD ve dünya ekonomisi için genel bir krizin varlığından söz edilemez. Ancak bazı sektörlerde –finans, konut yapımı vb.– bir krizin varlığından sınırlı olarak söz edilebilir. Bu krizin genel bir krize dönüşme ihtimali güçlüdür, ama bunun için, daha da derinleşmesi, zincirleme etkinin daha güçlü hale gelmesi gerekir. Bu ise, süresi şimdiden kestirilemeyecek bir zaman alacaktır. Genel olarak enflasyonun yükselmesi, buna rağmen durgunluk eğiliminin güçlenmesi gibi etkenler, mevcut kısmi krizin genel bir krize dönüşme sürecinin hızlandığının güçlü kanıtları durumundadır. Üretim rakamlarındaki değişmeler durumun daha net anlaşılmasını sağlayacak, kriz tablosunu netleştirecektir.

Türkiye’de de durum çok faklı değildir. Türkiye, dünya ekonomi zincirinin bir halkasıdır ve emperyalizme bağımlılıktan dolayı daha sık ve ağır krizlere düşmektedir. Ancak bugün ekonomide ortaya çıkan gerileme ve sorunlara bakarak bir kriz tespiti yapılması, doğru olmayacaktır. Ama gidişat bu yöndedir ve istikrasızlıklar ve sonu krize varacak daha büyük sorunlar kapıdadır. Cari açık hızla artmakta, enflasyon yükselmekte, büyüme hızı düşmektedir vb.. Türkiye, bunlara ek olarak, finans krizlerine açık bir ülkedir. Birkaç milyar dolarlık ani finans hareketleri bile ekonominin dengesini bozmakta, onu âdeta bıçak sırtı haline getirmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında, Türkiye ekonomisinin krize düşme olasılığının oldukça yüksek olduğu görülür.

Elbette kriz dendiğinde, fatura kime çıkacak sorusu hemen peşinden gelmektedir. Sermaye açısından bakıldığında faturayı ödeyecekler bellidir; uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halklar. Ancak halkların mücadelesinde bir genişleme ve ilerleme olduğunu da görmek gerekir. Tek tek ülkelerde ve Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçi yığınlar krizin yükünü sırtlanmayı reddedecek bir yola girebilirlerse, emperyalizm ve işbirlikçileri için kâbus dolu günler başlayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑