abd dolarının önlenemeyen düşüşü ( kısa bir not )

 

Para, aynı zamanda, biçimi ile genel emeğin dolaysız olarak cisimleşmesi ve içeriği ile bütün somut emeklerin toplamıdır. Bireysel görünümü altında evrensel zenginliktir. Dolaşım aracılığı biçiminde ise her türlü sataşmaya, hakarete uğramıştır: onu budamışlardır, hatta sadece basit bir simgesel kağıt paçavrası haline gelinceye kadar onu yassılaştırmışlardır. Onun göz kamaştırıcı altın parlaklığı, para olarak, ona iade edilir. O, uşak iken, efendi olur. Ve basit bir manevrayla, metaların tanrısı haline gelir.

Karl Marx[1]

GİRİŞ

Burjuva medyasında epeyce bir zamandan beri ABD dolarının geleceğine yönelik “derin endişeler” uyandıran değerlendirmelere rastlamak adetten oldu. O kadar öyle ki, konu hakkındaki yazılar hep aynı nakaratı tekrarlayan kırık bir plağı andırırcasına, neredeyse haber değerini tümüyle yitirmiştir. Bugünlerde iktisat disipliniyle ilgisi olsun olmasın, çevremizdeki birçok kimse, bu tür haberleri okumayı bırakıp (ve biraz da iktisatçı kesp edip), “Yahu Çin elindeki 2 trilyondan fazla doları satmaya kalkarsa, bunun sonucu ne olur?” diye “düşünür olmuştur.” Bu “muhabbete” bir ucundan katılanlar arasında şeytanın avukatı rolüne soyunan aklı evvel bazı yorumcular ise, temkinli davranarak, “Yahu gerçekten Çin elindeki dolarları öyle canı istediği gibi piyasalara boşaltabilir mi ki?” diye sorarak, yüreklere biraz su serpmeye çalışmışsa da, bu gibi kimseler, olası bir facianın boyutları hakkındaki merakımızı artırmaktan başka bir işe pek yaramamışlardır. Bu yazı (daha doğru bir deyişle, bu kısa not), bu “sürükleyici” muhabbetten itinayla uzak durmaya çalışarak, sorunun, mektepli ya da alaylı iktisatçıların sorunu olmayıp, aslında dünya emperyalizminin bir sorunu olduğunu görmemize çok mütevazı bir katkı yapmayı amaçlamaktadır.

“Doların krizi”, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin önderliğinde yeniden yapılandırılan dünya emperyalizminin iç çelişkilerinin bütün çıplaklığıyla açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Aslında İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ABD’nin inşa ettiği dolar temelli dünya para sistemi, bundan kırk yıl önce de, yani 1970’lere girerken de, yine bugünkü gibi büyük bir sarsıntı geçirmiş ve bugün yaşanan çelişkiler, o günlerde de, dünya emperyalizminin geleceğini ciddi bir düzeyde tehdit etmiştir. İster 1970’lerdeki altına konvertible olan dolar sisteminin, isterse de bugünkü altına konvertible olmayan dolar sisteminin krizini ele alacak olalım, yapmamız gereken ilk şey, paranın değer üretimi ile ilişkisini anlamak olmalıdır. Bu ilişkiyi çözümleyebilmek için burjuva iktisadına yönelecek olursak, sadece kafamız karışmakla kalmaz, kapitalizmin üretim alanından kaynaklanan yapısal kriziyle, bu krizin yansımalarından birisi olan parasal kriz arasındaki ilişkiyi görmek de mümkün olmaz. Oysa, her şeyi olduğu gibi, parayı da şeyleştiren burjuva iktisadını terk edip, Marx’a yönelecek olursak, parayı toplumsal ve siyasal bir ilişki olarak kavrayabilir ve asıl sorunun parasal bir kriz olmayıp, kapitalist üretim sürecinden kaynaklanan genel bir kriz olduğunu görebiliriz. Bir başka şekilde söyleyecek olursak, Marx’a yönelerek, bugün herkesi ilgilendirir hale gelen meşhur bilmecenin sanıldığının (ve konuşulanın) aksine doların krizi olmayıp, emperyalistleri derinden kaygılandıran kapitalizmin genel krizinin sonuçlarından bir tanesi olduğunu anlayabiliriz.

Marksist kuram açısından düşünüldüğünde, tarihsel olarak para, meta mübadelesinin sonucunda ortaya çıkmıştır ve sınıflı toplumların varlığında (yani devletin varlığında) başkalarının emeğini mülk edinmenin aracı olarak işlev görmüştür. Bugün de bu işlevini bütün acımasızlığıyla hâlâ sürdürmektedir. Para biriktirmenin ya da parasal bir servet peşinde koşmanın en temel güdüsü, başkalarının emeği demek olan metaları mülk edinebilme arzusudur. Bu anlamda para, kapitalist toplumda işlevini, sermayenin emek üzerindeki sınıf tahakkümünü yeniden üretebildiği, yani sermayenin varlığını koruyup geliştirebildiği ölçüde yerine getirebilir. Burjuva toplumunda, para, üretilmiş bütün metalarla mübadele edilebildiğinden, bir yandan metaların genel eş-değeridir, diğer yandan da toplumsal olarak gerekli olan emek miktarlarının karşı-değeridir. Para olarak kullanılan herhangi bir nesne, paranın bu iki özelliğini yitirmeye başlarsa, sermaye açısından değerini yitirmiş olur ve sermaye, er ya da geç, bu nesnenin yerine, para olarak kullanılacak bir başka nesne arayışına girer. Hiç şüphesiz bu toplumsal sorun, aynı zamanda, burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir organ olan devletin üstesinden gelmek zorunda olduğu siyasal bir sorundur. Bugün doların akıbeti meçhulü kabaca bundan ibarettir.

PARA BİÇİMLERİ VE DEĞER İLİŞKİSİ

Marx, para teorisini geliştirirken, para miktarındaki bir değişimin (yani artış ya da azalışın), mübadele yoluyla dağıtılacak olan emek miktarları toplamı üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olamayacağı kritik saptamasını yapar[2]. Paranın miktarındaki bir değişim, sadece üretimde harcanmış emek miktarlarının yeniden dağıtımını etkileyebilir; emek miktarlarını artırıp, azaltmaz. Bu genel çerçeve içinde, Marx, üç farklı para biçimi ayrımı yapmıştır. Bunlardan birincisi saf madeni paradır ki, kapitalizmin genel tarihi düşünüldüğünde, bu para biçimi, genellikle altın para olmuştur. Altın (ya da daha genel anlamda madeni) para biçiminin geçerli olduğu durumda, dolaşımdaki para hacmi, metaların fiyatlarının altın paranın dolaşım hızına bölünmesiyle belirlenir. Bu anlamda, para olarak işlev gören altının miktarını belirleyen, kapitalist yeniden üretimin dinamikleridir.

İkinci para biçimi, altına çevirtilebilir kağıt para, yani konvertibl kağıt paradır. Bu para biçiminde de, saf madeni para için geçerli olan miktar kuralı işlemektedir. İkincisinin birincisinden tek farkı, kağıt paranın aşırı miktarda basılmaması gerekliliğidir. Bu koşuldan sapılır ve aşırı miktarda para basılırsa, kağıt para, altın ve diğer metalar cinsinden değer kaybeder (yani enflasyon). Üçüncü para biçimi, konvertibl olmayan, ama belli bir kuru olan kağıt paradır. Bu para biçimi de, konvertibl para ile aynı kurala uyar. Bu ikisinin arasındaki tek fark, konvertibl olmayan kağıt paranın, meta değerleriyle altının değeri arasındaki ilişkiyi dolaylı bir ilişkiye çevirmiş olmasıdır. Kağıt paranın piyasada altın ve yabancı döviz karşısındaki kuruna bağlı olarak, meta değerleriyle altının değeri arasındaki ilişki sürekli değişir.

KISA BİR TARİHSEL ARKA PLAN

Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, ulusal paraların değeri, konvertibl kağıt para biçiminde altına sabitlenmişti. Altın Standardı olarak anılan bu sistem, kağıt paraların aşırı genişlemesini denetleme olanağından yoksun olduğundan, değer ve fiyat ilişkilerini bozarak ticaret ve sermaye hareketleri üzerinde daraltıcı etkilere yol açıp, kısa bir zamanda ortadan kalktı. Altın standardının devre dışı kalmasını izleyen yıllarda ise, ortaya bir tür konvertibl olmayan kağıt para sistemi çıktı. Bu sistem, çok kısa bir zamanda, emperyalistler arasındaki rekabeti şiddetlendiren “kur” savaşlarına neden oldu. Burjuva iktisadının kur istikrarsızlığı dönemi olarak tanımladığı bu ortamda, aslında olup biten, emperyalistler arasında, dünya genelinde üretilmiş toplam değerin mülk edinilmesi üzerinde süren bir savaştı. Bu oyunda izlenen temel strateji, ihraç edilen değere karşılık daha yüksek bir değer ithal edebilecek şekilde, ulusal paranın yabancı döviz karşısındaki kurunu ayarlamaktı. Kurlar dolayımıyla süren bu iktisadi savaş, çok geçmeden başka diğer çelişkili eğilimlerle birlikte, emperyalistler arasındaki çatışmayı şiddetlendirerek hem ticareti ve finansı daralttı, hem de askeri planda sıcak savaşın koşullarını hazırladı. İşte İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkan ABD, savaş öncesi döneme damgasını vuran bu iki uluslararası para sistemine alternatif olabilecek istikrarlı bir uluslararası para sistemi arayışına girdi. Doğal olarak, bu süreçte ABD sermayesinin gerçek ilgisini, dünya genelinde üretilen değerden alacağı aslan payı oluşturuyordu.

DOLAR ALTIN MÜBADELE SİSTEMİ, 1945-1971

ABD’nin önerdiği sistemin merkezinde, doların altına belli bir kurdan sabitlenmesi (1 ons altın = 35 dolar) yer alıyordu. Altın standardı sisteminde olduğu gibi, bu spesifik sabitleme işlemiyle, her zaman olduğu gibi, kapitalistlerin, paranın değişmez bir değeri olduğuna dair bir güven kazanmaları hedefleniyordu. Öte yandan altın standardından farklı olarak, bu sistemde, diğer ulusal paraların değeri altına sabitlenmeyip, dolara sabitleniyordu. Bu anlamda, oluşturulmaya çalışılan sistem, sanki konvertible dolar ve konvertible olmayan ulusal kağıt paralardan oluşan para sistemlerinin bir karışımıydı. Hiç kuşkusuz bu sistem, ABD’ye, diğer emperyalistlerin gözünde önemli bir sorumluluk -yani aşırı dolar basmama sorumluluğu- yüklerken, dolar genişlemesine büyük ölçüde izin veren önemli bir siyasal özerklik de kazandırıyordu.

Bir an için 1950’lere dönülüp bakılırsa, savaş sonrasında yeni bir birikim dönemine girme hedefine yönelen emperyalist burjuvazilerin, dolar sabitesine dayanan bu sistemin uluslararası bir parasal istikrarsızlığa yol açabileceğine dair ciddi bir kuşkuları bulunmuyordu. Bu tarihlerde, ABD’nin altın rezervleri, dolar yükümlülüklerini karşılamaya fazlasıyla yetiyordu. Bundan daha önemli olarak, emperyalist burjuvazilerin bu döneme ait temel kaygısı, uluslararası bir parasal istikrarsızlıktan daha çok, emperyalist sistemin genel bir işsizlik ve durgun üretim durumunda yükselen sosyalizm karşısında yaşayabileceği yok olma tehlikesine odaklanıyordu. Buna ek olarak, altın arzı çok yavaş arttığından ve emperyalistler arasında eşitsiz dağıldığından, uluslararası paranın konvertibl bir kağıt paradan oluşması, yani altına sabitlenmiş doların dünya parası “rütbesine” yükseltilmesi, bir bütün olarak emperyalizm için ehveni şerdi. Sonuçta, ortaya çıkan sistem, altın mübadele sistemi ya da popüler isimlendirmesiyle Bretton Woods Sistemi oldu.

Bu tür bir iktisadi, siyasi ve ideolojik iklimin hüküm sürdüğü o günlerde, başta ABD olmak üzere, savaştan kazançlı çıkan emperyalist ülkelerde, “Keynes devrimi” olarak ünlenen ve üretim şirketlerine bankalar aracılığıyla mevduatlarının üstünde kredi açılmasına dayanan enflasyonist bir döneme girildi. Bu politikanın izlenmesine meşruiyet kazandıran kör inanç, kâr oranlarının düşmesine rağmen, banka parasının genişletilerek üretimdeki durgunluğun aşılabileceğine dair bir yanılsamaya dayanıyordu. Bu gelişmenin en yetkin Marksist çözümlemelerinden birisini sunan Mandel, ortaya çıkan yapıyı şu şekilde tanımlıyordu:

Bankalar tarafından kredi verilmesi, şimdi metaların fiili dolaşımından çok daha özgür hale geldi; inisiyatif ticari sermayeden üretim alanındaki büyük şirketlere geçti. Bu şirketler, şimdi cari hesaplarındaki mevcuttan fazlasını çekme yoluyla, yani banka parasıyla üretim için kredi alabiliyordu. Böylece para hacmi, iki yerine üç parçası olan tersine çevrilmiş bir piramit haline geldi: altından bir taban, onun üstünde daha geniş bir kağıt para katmanı ve onun da üstünde daha da geniş bir banka parası katmanı.[3]

Doğal olarak bu türden bir parasal (dolar) genişleme, savaş öncesi ve savaş boyunca yükselen artık değer oranlarının da yardımıyla, sermaye birikiminin bir kere daha canlanabilmesine önemli bir katkı sağlamıştı. Bu süreçte üretimin emperyalist ülkeler arasında artan sermaye ihracına bağlı olarak uluslararasılaşmasıyla, emperyalizmin “ana hücresi”, ulusal tekelci tröstten, çok uluslu şirkete geçmişti. Çok uluslu şirketlerin yükselişiyle neredeyse eş zamanlı olarak, siyasi bağımsızlığını kazanmış azgelişmiş ülkelerde bağımlı bir sanayileşme sürecine giriliyordu. Mandel’e göre, klasik emperyalizmden geç kapitalizme geçişin önemli bir göstergesi olan bu dönüşümlere, teknik yeniliklerin hızlanması, makinelere yatırılan sermayenin daha kısa dönemlerde amorti edilmesi, büyük firmaların maliyetlerini ve yatırımlarını ince ayar hesaplamaları ve planlamaları zorunluluğu ve devletin ekonomik faaliyetlerinin giderek artması ve programlanması eşlik ediyordu. Devlet müdahaleleri, hiç kuşkusuz, bunlar arasında en önemlilerindendi. Devlet, bir taraftan henüz kârlılık açısından ayakları üzerinde duramayan üretim birimlerini finanse ederken, diğer taraftan da kapitalist rekabetin yasalarına bırakıldığında iflas etmesi gereken değersizleşmiş işletmeleri (sermayeleri) yaşatıyordu. Bütün bunlara rağmen, bu yeni eğilimler, değer yasasının çalışmasını yavaşlatmaktan öte bir etkiye sahip değildi; çünkü geç kapitalizm de, klasik dönemde olduğu gibi, sermayenin organik kompozisyonundaki yükselmeye eşlik eden kâr oranlarındaki bir düşüşle ortaya çıkan aşırı birikim ve aşırı üretim krizlerinden muzdaripti. Dolayısıyla, 1970’lere, 1950’lerde başlayan uzun dönemli yukarı doğru dalganın sonuna yaklaştığı izlenimini veren bir dizi göstergeyle giriliyordu. Daimi banka parası genişlemesi, hem ABD’de, hem de diğer emperyalist ülkelerde enflasyonu yukarı doğru çekmiş; bu da, doların altına, mevcut yasal kurdan çevrilebilirliği hakkındaki kuşkuları tetiklemişti. Daha ilginci, enflasyona rağmen üretimdeki durgunluğa çare bulunamamıştı. Burjuva iktisadının ya birisi ya ötekisi diye düşünerek, bir iktisat politikası seçeneği olarak kavradığı enflasyon ve işsizlik (yani durgunluk), büyük bir şaşkınlık uyandırarak, eş zamanlı olarak emperyalizmin her yanına birlikte hızla yayılıyordu. Teorik olarak açıklanamayan bu durumu ifade etmek üzere, yeni bir tabir icat edilmişti: Stagflasyon (Durgunluk + Enflasyon).

KONVERTİBLE OLMAYAN DOLAR SİSTEMİ: 1970’LERDEN GÜNÜMÜZE

İşte böyle bir “beklenmedik” iktisadi gelişmenin sonunda, sürekli enflasyonla beslenen dünya para sisteminin, yani Bretton Woods dolar altın mübadele sisteminin bunalımı, kaçınılmaz olarak, uluslararası güçler dengesinin gündemine geldi. Krizin açığa çıkışıyla, doların konvertible para olma vasfını kaybetmiş olduğu de facto olarak kabul edildi. Bundan böyle, ABD emperyalizmi, Soğuk Savaş’ın sağladığı siyasi olanakları en etkin şekilde kullanarak, doların, konvertible olmayan bir para olarak, dünya parası olma rolünü üstlenip, dünya emperyalizmini, emperyalistler arası şiddetlenen çelişkilere rağmen, yeniden kurmaya yöneldi. Bu iş, büyük ölçüde Reagan tarafından, 1980’lerde başarılacaktı. 1990’larda ise, “tek süper güç” olma durumuna gelen ABD’nin, konvertible olmayan doların genişlemesini istediği gibi kontrol edebilmesinin önünde neredeyse hiçbir siyasal engel kalmayacaktı. Bu gelişme karşısında her biri yedi cücelerden birisi durumuna düşen Avrupalı emperyalistler, o çok tapındıkları ulusal paralarını tarihin çöp tenekesine atıp, avro adında yeni bir ortak para yaratacaklardı.

Buraya kadar anlatılanlardan da görüleceği üzere, Bretton Woods sisteminin çelişkisi, doların, üretimdeki durgunluğa sebep olan aşırı üretim krizlerini -kâr oranlarının düşmesinin temel nedeni- frenleme rolüyle, istikrarlı bir dünya parası -yani değerinin değişmeyeceğine güven duyulan bir dünya parası- olabilme rolü arasındaki uyumlaştırılması güç dengede yatıyordu. Birinci işlev, daimi enflasyon yaratığı için, ikinci işlevi sürekli baltalıyordu. Bu çelişkiye çözüm arayışları, daha sonradan “Neoliberal küreselleşme” olarak adlandırılacak olan emperyalizmin yeni projesinin adım adım inşasına yol açtı. Doların altın karşısındaki kurunun belirlenmesi tamamen “serbest” piyasaya bırakılırken, bu durum, diğer emperyalist devletleri sabit kurlar sistemini terk etmeye zorladı. Böylelikle döviz kurlarındaki dalgalanmalardan beslenen her türden para tacirliği cazip hale gelerek, spekülatif faaliyetlere odaklı iktisadi bir ortamın oluşması hız kazandı. Bu süreçte, dolar hacmi, borç ve spekülasyon sarmalı içinde sürekli büyüdü. Yalnız bu büyümenin hızı, küreselleşme yaygarasının arkasında, gözlerden uzakta, dünyanın hemen her köşesine yayılarak durmadan büyüyen artık değer üretiminden kat be kat daha yüksekti.

Bu dönemde süregelen aşırı sermaye birikimi ve bununla bağlantılı olarak her zaman enselerde hissedilen durgunluk sorunu, emperyalistler arasında sermaye ihracının daha da arttırılmasına imkan sağlayacak yasal düzenlemelerle denetim altında tutulmaya çalışılıyordu. Bu işin başını hiç kuşkusuz ABD yönetimi çekiyordu. Nitekim bu alanda sağlanan sözde büyük başarılar, bir daha geri dönülemeyecek şekilde “küreselleşme” çağına girdiğimiz şeklinde müjdeli haberlere vesile olmaktaydı. Bu dönemde izlenen yeni bir gelişme, yarı bağımlı ülkelere doğru üretken sermaye ihracı alanında gözlenen büyük sıçramaydı. Emperyalist ülkelerden bağımlı ülkelere üretken sermaye ihracı, öncelikle Uzak Doğu Asya’ya, Çin ve Hindistan’a ve azgelişmiş dünyanın sanayileşmiş diğer bölgelerine doğru hızla yükselmeye başlamıştı. Bu sonuncular, düşük ücretlerin ve örgütsüz ya da örgütleri baskılanmış işçi sınıflarının varlığında, bu coğrafyalarda artık değer üretiminin yükseltilmesi ve merkeze emilmesi yoluyla, merkezdeki sermaye birikimini sürdürmeye olanak sağlıyordu. Bu olanağı kolaylaştıran ve düzenleyen mekanizma ise, eşitsiz mübadeleyi artıran serbest ticaret rejimiydi ve bu, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalizmin taşeron kuruluşları eliyle bir tabu düzeyine yüceltilmiş bulunan serbest ticaret doktrini ile ideolojik olarak destekleniyordu. Kısacası 1980’lerden başlayarak, 2000’lere kadar, emperyalizm, işçi sınıfını dünya genelinde bir kere daha mağlup ederek, bütün gezegeni yeniden eline geçiriyor; mal, para ve sermaye akımları yerkürenin her köşesine neredeyse hiçbir engele tabi olmadan serbestçe ulaşabiliyordu. Hiç şüphesiz, emperyalizmin bu zaferine, Türkiye’nin deneyimlerinden dolayı çok yakından tanıdığımız bağımlı ülke halklarının sürekli borçlandırılması ve bu borç yükünün işçi, emekçi ve ezilenlerin tümüne yüklenmesi eşlik ediyordu.

DEĞER ÜRETİMİNDEN KOPAN DOLAR GENİŞLEMESİ ALT-DÖNEMİ, 1990’LARDAN BUGÜNE

Yalnız emperyalizmin bu başarısı göreli bir başarıydı. 1990-2010 dönemi ile 1950-1970 dönemi karşılaştırıldığında ortaya çıkan resim, emperyalizmin uzun dönemli aşağıya doğru bir dalganın içinde olduğu gerçeğiydi. Her ne kadar sermaye birikimi 1970’lerden sonra tekrar canlanmış olsa da, dünya ekonomisinin büyüme oranlarında 1950’lerin ve 1960’ların ortalamalarına bir daha asla ulaşılamadı. Dünya ekonomisi, 1980’lerin sonu 1990’ların başıyla, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında yeniden durgunluğa girdiğinde, bu resesyonların, 1970’ler öncesinde yaşananlardan daha derin ve daha genelleşmiş bir halde ortaya çıktıkları görülüyordu. 2000’lerin başındaki resesyondan çıkış ise, aşırı birikmiş sermayenin çok büyükçe bir kısmının ancak menkul ve gayrimenkul fiyatlarının şişirilmesiyle desteklenebilen bir kredi parası genişlemesine yönlendirilmesiyle mümkün olabilmişti. Bir başka deyişle, Mandel’in yukarıdaki alıntıda tanımladığı üç parçalı tersine çevrilmiş para piramidine, borç-kredi-spekülasyon genişlemesinden oluşan ve üretken faaliyetlerle ancak dolaylı bir şekilde bağlantılı ve diğer üç parçadan çok daha büyük olan bir dördüncü parça daha ekleniyordu. Bu devasa katman, üretim alanından neredeyse tümüyle kopmuş, tamamıyla spekülatif faaliyetlere, yani tefeciliğe odaklanmış olan dolar bazlı kredi genişlemesiydi. Dolayısıyla, 1970’lerde meta fiyatlarında gözlenen daimi enflasyonun yerine, bu sefer, 1990’lardan başlayarak, menkul ve gayrimenkul fiyatlarında izlenen daimi enflasyon geçiyor; dünya ölçeğinde emeğin yarattığı metaların değerine oranla ortaya muazzam boyutlara ulaşmış bir para (dolar) fazlası çıkıyor; bu, her şeyden önce, konvertible olmayan doların dünya parası olma niteliğinin altını oyuyor ve böylelikle geç kapitalizmin uluslararası para sisteminin krizi yeniden ve farklı bir içerikte tekrar baş gösteriyordu.

2008 Eylül’den başlayarak batmaya başlayan ABD’li büyük yatırım bankaları ve bunların iflasını takiben emperyalist devletlerin finans sektörlerini ya doğrudan kamu mülkiyetine geçirerek ya da mega boyutlarda teşvikler sağlayarak denetim altına alması, konvertible olmayan dolar sisteminin hızla sonuna yaklaşıldığını gösteriyordu. İşte bu nedenle, emperyalizm, bugün yeni bir uluslararası para sistemi inşa etme arayışına girmiş bulunuyor. Çözüm önerilerinin arasında sıkça dile getirilen konvertible olmayan bir Dünya Parası yaratma girişimi ise, başarılması neredeyse imkansız bir hedef izlenimi veriyor. Mandel’in 1970’lerin başındaki tespiti, bu görüşümüze oldukça sağlam bir destek sunuyor:

Ancak ‘uluslararası likitide’ sorununa uzun vadeli gerçek bir çözümün önünde emperyalistler arası rekabet engeldir. Bu rekabet, ‘kağıt altın’ın kendisinin dağıtımını uluslararası güçler dengesinin bir fonksiyonu yapar ve dağıtımın dolambaçlı yoluyla ulusal paraların enflasyonunu bir kez daha geriye uluslararası mübadele ve ödeme araçları alanına getirir. Son tahlilde, konvertible olmayan kağıt para hak sahiplerine ancak bir devlet çerçevesinde empoze edilebilir. Dünya kağıt parası tek bir dünya hükümetini gerektirir . . .[4]

Tek bir dünya hükümeti ise, bütün emperyalist burjuvazilerin tek bir dünya burjuva sınıfı olarak kenetlenip dünya emekçilerinin karşısına tek vücut olarak çıkmalarından başka bir anlama gelmez. Bu olasılık bütünüyle ihtimal dışı olduğundan, emperyalist burjuvalar, baskı altında tuttukları işçi sınıflarının ve yoksul halkların emeklerini mülk edinebilmek için kendi ulusal kağıt paralarını ve kur politikalarını kullanmaktan başka bir seçeneğe sahip görünmüyorlar. Bu anlamda da, doların akıbeti meçhulü, Mandel’in dediği gibi, gerçekten de emperyalistler arasındaki rekabet ve işbirliğinin seyrine bağlı görünüyor. Rezervlerinde trilyonlarca dolar birikmiş bulunan Çin’in bu süreçte en büyük korkusunun ise, kendi kontrolünün dışında gelişebilecek olan büyük bir dolar enflasyonu olduğunu görmek gerekiyor.

Sonuç yerine şimdilik söyleyebileceğimiz şundan ibaret: Söz konusu belirsizlik büyüyerek devam ettiği sürece, Marx’tan esinlenerek yukarıda belirttiğimiz gibi, sermaye, bütün coğrafyalarda dolardan kaçma eğiliminde olacak ve onun yerine “değerin değişmez ölçüsü” rütbesine yeni bir para nesnesini çıkartma arayışına girecektir. Halihazırda bu nesne, kırk yıl önceki o büyük sarsıntıdaki gibi, altın olacakmış gibi duruyor. Burjuva medeniyetinin insanlık tarihinde misyonunu tümüyle tamamladığını gösteren bundan daha güzel bir örnek sanırım bulunamaz: Üretici güçlerde gerçekleştirdikleri baş döndürücü büyük ilerlemelerden sonra, dünyanın her yanında bütün burjuvalar, binlerce yıl önceki ilkel toplumların mülk sahibi sınıflarının durumuna gerileyerek, yeniden altına tapınmaya başlıyorlar. Bu yüzden, “dolar krizi”, nihai analizde, insanlığın bir maden ile insan arasında tercih yapmak üzere saflara ayrışmaya başlaması anlamına geliyor.


[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çeviren Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, 1976, sf. 162-163

[2] Marx’ın para kuramının en genel ve yetkin sunuşu Kapital’in birinci cildinde, birinci ve ikinci kısımlarda bulunabilir. Bununla birlikte, bu konuda Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da yazdıklarının önemi ihmal edilmemelidir. Bkz. a.g.e, s. 90-245

[3] Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, çeviren Candan Badem, İstanbul: Versus, 2008, sf. 552

[4] Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, çeviren Candan Badem, İstanbul: Versus, 2008, s.618.

 

bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? – 1

 

 

Bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? Bilinenle yetinmeyip, gözleyip sınayarak, sorgulayıp araştırarak bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışan bilim, dogmayı, söylenmiş olanı sorgulayıp sınamadan katıksız inanmayı emreden din ve dini inançla kol kola girip aynı yolda yürüyebilir mi? Bilimsel olgu, bulgu ve gözlemler, nesnel maddi dünya, değişmez, mutlak, dini dogmalarla açıklanabilir mi? Yüzyıllar önce dinle yollarını ayıran bilim yeniden dinin kollarına atılabilir mi, ya da dinsel inancın önünde secdeye kapanabilir mi? Uzun yıllar boyunca değişik biçim ve platformlarda tartışılıp yanıtı verilerek çözümlenmiş olan bu eski sorular ya da soru bir süredir yeniden gündeme getiriliyor. Sanki daha önce bu konular hiç tartışılıp ele alınmamış, yanıtları sanki hiç verilmemiş gibi, bilimsel düşünce ile dinsel inancın uyum içinde beraber hareket etmesi gerektiği düşüncesi yeniden bilim dünyasına dayatılıyor. Durum böyle olunca, konunun bir kere de burada, tarihsel, siyasi, ideolojik, toplumsal, felsefi, epistemiyolojik / bilgi teorisi gibi değişik yönleriyle ele alınması gerekti. Bu yüzden bu yazımızda bilimsel düşünce ve dinsel inancın, çok daha genel olarak bilim ve dinin yan yana gelip gelemeyeceğini, uzlaşıp uzlaşamayacağını ele alıp irdeleyeceğiz.

Her ikisi de kendi yöntem ve araçlarıyla doğayı açıklama amacı güden; her ikisi de doğanın, nesnel maddi dünyanın ve insanın o dünyayla ilişkilerinin insan beynindeki yansımaları olan; ve bu yüzden de her ikisi de insan düşüncesinin ürünlerinden öte bir şey olmayan bilim ve din (ve felsefe), bilimsel düşünce ve dinsel inanç binlerce yıl birlikte, yan yana, iç içe gittikten sonra yollarını ayırdılar. Her ikisi de nesnel maddi dünyanın yansımaları olmalarına karşın bunlardan birincisi (bilim ve bilimsel düşünce), o nesnel maddi dünyayı temel alıp o dünyadan yola çıkarak doğayı açıklamaya çalışırken, ikincisi (din ve dinsel inanç), o maddi dünyanın yansıması olan düşünceyi temel alıp maddi dünyayı açıklamaya çalışır; o düşüncenin, o aklın (“ilahi aklın”) maddeyi yarattığını savunarak maddenin ancak bu düşünce ve “ilahi akıl”la açıklanabileceğini öne sürer. Oysa belirttiğimiz gibi nesnel maddi dünyanın insan beynindeki yansımasından öte bir şey olmayan insan düşüncesi, akıl, onun yansıması olduğu için bu anlamda bizzat kendisi de maddidir. Bu yüzden maddi olandan ayrılamaz; maddi olandan hareket etmek, onu temel almak zorundadır. Doğa, nesnel maddi dünya, kısacası madde ve onun biçimlerinden biri olan hareketi ondan yola çıkılmaksızın açıklanamaz, bilinemez. Bu nedenle de, dinin ve dinsel inancın önerdiği yolla ne doğa bilinip açıklanabilir, ne de onun bilgisine ulaşılabilir. Sonuç olarak, birbirine zıt, birbiriyle uyuşmayacak yol ve yöntemleri, önermeleri olan bilim (ve bilimsel düşünce) ile din (ve dinsel inanç) bir araya gelemez; bilimsel bulgu ve gözlemler dinsel inançla açıklanamaz. Bir araya getirildiklerinde kaybeden, eli kolu bağlanan, yolunu şaşıran hep bilim ve bilimsel düşünce olur, din ve dinsel inanç değil. Bu nedenle bilimsel düşünce ile dinsel inancın kol kola girmesine karşı çıkılmalıdır.

Yukarıda sorduğumuz soru ya da soruların yanıtlarını vermeden, bunları ayrıntılı incelemeye girişmeden önce günümüzdeki durumu özetledikten sonra konunun tarihsel arka planını kısaca ele alalım. Önce yakın dönemde olanlara şöyle bir göz atalım.

BİLİME DİZ ÇÖKTÜRME ÇABALARI

Geçtiğimiz yıl özellikle doğa bilimleri açısından önemli bir yıl oldu. 2009 bütün dünyada, “Darwin Yılı” olarak kutlanması nedeniyle bir yandan biyolojik / yaşam bilimlerinin yılıyken, bir yandan da, “Astronomi Yılı” olmasıyla uzay bilimleri / kozmolojinin yılıydı. Zira 2009, hem İngiliz doğa bilgini Charles Darwin’in doğumunun 200., ve onun ünlü evrim kuramını açıkladığı ve bu yüzden de doğadaki canlı çeşitliliği ve tarihinin kavranışını derinden etkilemiş olan kitabı “Türlerin Kökeni”nin yayınlanışının 150. yıldönümüydü. Bu nedenle bütün dünyada “Darwin Yılı” ilan edilip kutlanmıştı. Öte yandan, geçtiğimiz yıl hem de, evren ve uzaya yeni bir gözle bakılmasının yolunu açarak uzay bilimleri / kozmolojide yeni bir dönem başlatan, Ortaçağ karanlıklarının aralanmasında ilk çentiği atanlardan olan Galileo Galilei’nin teleskopunu gökyüzüne çevirip yıldızları incelemeye başlamasının da 400. yıldönümüydü. Bu yüzden, UNESCO tarafından bütün dünyada “Astronomi Yılı” olarak da ilan edilmişti. Bu iki ilan doğrultusunda Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde yıl boyu süren kutlamalar yapıldı, çok farklı biçim ve içeriklerde etkinlikler düzenlendi. Çeşitli bilimsel konferans ve sempozyumlar, akademiye ve halka yönelik toplantılar, paneller, festivaller, sergiler, konserler, televizyon programları, açık oturumlar, değişik söyleşiler yapılıp farklı kültürel ve sanatsal ürünler sergilendi. Doğa bilimlerinin özellikle bu iki önemli alanı ve bu alanların pek çok sorunu ve tartışma konusu, bu etkinlikler vesilesiyle, kapandıkları üniversite binaları ve laboratuvarlardan çıkıp belli ölçülerde de olsa “dışarı”ya, “halka açılma”, halkla yüz yüze gelme fırsatı buldu. Bilim dünyasının tartışma ve sorunları, az çok, o dünyanın dışındakilerle paylaşılmaya çalışıldı. Ama bu “dışa açılma”, beklendiği gibi, evrim konusunun oldukça popüler olmasının, hem de uzun süredir popüler olmasının da etkisiyle daha çok biyolojik bilimlerde, özellikle de evrim konusunda, “Darwin Yılı” etkinliklerinde yaşandı. “Astronomi Yılı” etkinlikleri üniversite kampüsleri ve gözlemevlerinin bahçe duvarlarının dışına pek de fazla çıkamadı; uzay bilimleri / kozmoloji ve astrofiziğin sorun ve tartışma konuları yine de “içeri”de kalmayı sürdürdü. Bu nedenle, 2009’da öne çıkan daha çok “Darwin Yılı” idi. Ülkemizdeki durum da dünyadaki bu genel görünümden farklı olmadı.

2009’u doğa bilimleri açısından önemli kılan kuşkusuz sadece bu iki yıl dönümü değildi. Geçtiğimiz yıl aynı zamanda, bilimi, yüzlerce yıldır arasının açık olduğu dinle yeniden barıştırma ya da uzlaştırma; dinsel dogmaları, bilinemezliği, mistisizmi, ilahi güçleri, kutsal kitaplardaki vahiy ve dini açıklamaları bilimin içine, -hem de bu kez doğrudan ve aleni biçimde- daha fazla sokma, yamama çabalarının hız kazandığı bir yıl da oldu.

20. yüzyılın özellikle son çeyreğinde, teorik fizik ve kuantum mekaniğinden uzay bilimleri / kozmoloji, astronomi ve astrofiziğe dek fiziki bilimlerin neredeyse her alanında, dinle bilimi uzlaştırma çabaları gözlendi; bazı bilim insanlarının, bu alanlardaki yeni gözlemleri kutsal kitaplardaki anlatımlarla açıklama çabalarının özellikle parlatılıp öne çıkarıldığı; dinle bilimi bir araya getirmeye çalışan bu bilim insanların çalışmalarına çok büyük mali kaynaklar aktarıldığı görüldü. Bu çabalar sonucunda, büyük bağışlar yapılıp ciddi üniversite ve bilim kuruluşları da işin içine sokularak düzenlenen bilimsel toplantılarda alanında söz sahibi bilim insanlarıyla din adamları bir araya getirildi, bilim insanlarının din adamlarına yaklaşması sağlandı. Hatta daha da ileri gidilerek, yine milyonlar harcanarak, ünlü fizik profesörleri Paul Davies ve Ian Barbour gibi din ve bilim uzlaşısını savunan tanınmış bilim insanlarına dini kutsayan, bilime dinin davet edildiği kitaplar yazdırıldı, bu yönlü açıklamalar yaptırıldı. Bunların yanı sıra, bu yönde bir özel amaç ve çabası olmadığı halde, felsefi bir birikim ve doğru bir açıklama yönteminden yoksun; bilimsel öngörü ve bilimsel-felsefi spekülasyon yapma gücüne sahip olmayan, ancak, yukarıda sözü edilen çabalardan etkilenmiş, matematik profesörü ve kozmolog Stephen Hawking örneğinde olduğu gibi bazı bilim insanlarının, bilimsel çalışmalarında, mevcut deneysel yöntem ve gözlemlerin yetmeyip de zorlanıp elde ettikleri bulguları açıklayamadıkları yerlerde, işin kolayına kaçarak tıkandıkları her yere bir yaratıcı, ilahi güç soktukları da gözlendi, gözleniyor. Bütün bunların sonucunda, bilimsel bulgulara gelişigüzel dini açıklamalar yamanıyor, her yere bir bilinemezlik, bir yaratıcı, bir doğaüstü güç, tanrı sokuluyor. Böylece bilimsel çalışmanın, daha ötedekini öğrenmenin, daha da ötesini arayıp bulmanın; bilimsel öngörü ve çıkarsamanın, felsefi spekülasyonun, koca bir duvarla önü kesiliyor. Sonuçta bilim orada bitiriliyor.

Ancak, bu çabalar ve bilimsel bulguları yukarıda ifade edildiği gibi “”açıklama” yöntemleri, -Katolik kilisesinin bazı cılız girişimleri bir yana bırakılırsa- yakın döneme kadar biyolojik bilimlerde pek görülmüyordu. Son yıllarda, özellikle de 2009’da, evrim kuramı nezdinde bu girişimler ve böyle “kolaycı” yöntemler biyolojik bilimlerde de gözlenir oldu.

BİR “KUTSAL SAHTEKARLIK” ŞAMPİYONU: YARATILIŞÇILIK

Biyolojik bilimlerde yakın döneme dek ikili bir durum gözleniyordu. Bunlardan birincisi, biyolojik /genetik determinizm ve indirgemecilik kullanılarak bütün canlı yaşamı ve bu yaşamın bütün etkinliklerini genlere indirgeyerek her şeyi ve her durumu sadece biyolojik yapıyla ve daha da indirgeyerek yalnızca genlerle açıklama yöntemiydi. İş o kadar ileriye vardırıldı ki, çok geçmeden tek tek her bir durum ve etkinlikten sorunlu bir gen olduğu açıklanmaya başlandı. Giderek, genlere mistik ilahi bir nitelik, böyle bir doğaüstü güç yüklenir oldu. Örneğin, DNA’nın yapısını bularak Nobel ödülü alan ünlü James Watson, bu yeni modaya uymakta gecikmeyerek, “Eskiden kaderimizin alnımızda yazılı olduğunu sanırdık; oysa şimdi biliyoruz ki genlerimizde yazılı” dedi. Çok geçmedi, birileri çıkıp, inanç genini, tanrı genini bulduğunu bile iddia ettiler. Ancak bu şarlatanlıklar, neyse ki fazla uzun sürmedi. Örneğin, insan genlerinin sayısının iddia edilenin çok çok altında, 25 binden az çıkması; aynı genin farklı durumlarda kodladığı binlerce farklı varyasyonu olduğunun tespit edilmesi; genleri kontrol eden, onların okunması, çalıştırılması, susturulması, başka genlerle ortak çalışmaya sokulması gibi bir sürü farklı görevlere sahip çok sayıda yeni küçük RNA zincirlerinin bulunması; hatta kalıtımın bazı özelliklerinin DNA yerine RNA ile geçtiğinin bile gösterilmesi; epigenetik gibi yeni alanların belirmesi gibi yepyeni bilimsel bulgular, bütün bu iddiaları bir anda yerle bir ettiler. Bütün umutlarını genlere bağlayanların umutları hemen söndü.

Biyolojik bilimlerde, yakın dönemde gözlenen ikinci durum ise, başta biyoloji ve jeoloji olmak üzere bilimin değişik dallarını derinden etkileyen; biyolojik / yaşam bilimlerinin olmazsa olmazı derecesinde temel kuramlarından birisi olan evrim kuramı nezdinde bilime doğrudan saldırılması; evrim kuramı, evrimsel değişim dönüşüm yerine, canlığının kökenini ve tarihsel olarak gelişimini, bütün dinlerin temel çatısını oluşturan yaratılış miti ve anlatımlarıyla açıklanmasıydı. Bu doğrultuda, evrim kuramı ve Darwin’e, bu kuramı ve bilimi savunan bilim insanlarına dünya çapında devasa bir saldırı kampanyası başlatılıp sürdürüldü; hala sürdürülüyor. Çekirdek kadrosunu ABD’deki köktendinci Evangelist – Protestan odakların oluşturduğu ve yaptıklarını “Yaratılış Bilimi”, ve “Akıllı Tasarım” olarak niteleyen yaratılışçılık hareketi ya da yaratılışçılar, arkalarına aldıkları büyük mali ve politik destekle (Reagan ve Bush yönetimlerinin doğrudan desteği vardı) başlattıkları bütün dünyaya ihraç ettiler. Bilim karşıtı bu kampanya kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı. Bizde son 20–25 yılda ortaya çıkıp gelişen ve BAV ve Harun Yahya örneğiyle somutlaşan yaratılışçı hareket işte bu ihraç sonucu doğdu.

Yaratılışçılık ve onun özgün bir biçimi olan Akıllı Tasarımcılığın temel karakteri bilimsel bulguları tahrip edip, aleni yalan söylemesi, gerçeği çarpıtıp çok farklı göstermesi. Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bilim dünyasının neredeyse tümü, tek vücut halinde evrim kuramı ve Darwin’e sahip çıkarken, bütün bilimsel bulgu ve elde edilen yeni bilgiler evrimi kuramını daha da pekiştirip doğrularken, onlar hala “bilim evrimin yanlışlığını gösterdi”, “bilim dünyası Darwin ve Evrimi reddetti” diyebiliyorlar. Bunda o kadar pervasızlar, bilimsel bulgu ve gelişmeleri, gerçekleri öylesine çarpıtıp tam tersini söylüyorlar ki, önde gelen teolog ve Hıristiyanlık felsefecilerinden Paul Tillich’in, dinsel amaçlar uğruna her yolun mübah görülmesi, ilahi davaya yararlı bir sonuç elde etmek için gerçeklerin saptırılması yöntemini ifade etmek için kullandığı “kutsal sahtekarlık” (sacred dishonesty) ifadesinin günümüzdeki en somut temsilcisi durumundalar.

Yaratılışçılık hareketi, Darwin ve evrim kuramını bahane ederek bilimi ve bilim insanlarını doğrudan karşısına alıp saldırdığı; “kutsal sahtekarlık” ilkesini ifrata vardırarak bilimdeki en belirgin bulguları bile çarpıtıp tahrif ederek reddettiği; bilimle tek ilgisi ve tek çabası evrim kuramını “mat etmek” olduğu için, her ne kadar sokakta geniş taraftar bulsa da (çünkü sokaktaki insana dini inançları ve evrim kuramı arasında bir seçim yapması dayatılmıştı), bilim dünyasında inandırıcı bulunmadı, bulunmuyor, bilim çevrelerinde hemen hiç tutunamadı, tutunamıyor. Bu yüzden de, bilimin ve bilim insanlarının kendileri açısından, çıkardığı devasa yaygaraya karşın ciddi bir tehlike oluşturmuyor. Ve üstelik saldırı içeriden değil dışarıdan. Oysa yaratılışçılığın, evrim kuramı nezdinde de olsa bilime karşı çıkma uğraşılarının yerine, koluna girerek onu dinle uzlaştırma çabaları biçiminde beliren “yeni” “moda” bir eğilim arkadan sağlam adımlarla ve çok güçlü biçimde geliyor. Yukarıda açıklandığı gibi, bir süredir daha çok teorik fizik ve kozmolojide görülen dini inancı bilimsel çalışmalara sokma çabası, artık evrim kuramı nezdinde biyolojik bilimlere uygulanmaya başlandı. Kendilerini artık saklama gereği duymadan, bağıra çağıra gelmeye başladıklarından bu gelişin, bol paralı misyonerlerin biyolojik / yaşam bilimlerine yönelen ayak sesleri 2009’da daha gür duyulur oldu.

Günümüzde bilimle dini yeniden buluşturma çabaların başını iki büyük güç, Katolik kilisesi (Vatikan) ve Amerikan “John Templeton Vakfı” çekiyor. Papalığın çabalarının yanı sıra, yüzmilyarlarca dolarlık dev servetini dinle bilimi, dinsel inançla bilimsel düşünceyi bir araya getirme hayalinin emrine veren Amerikalı borsa kralı ve spekülatör John Marks Templeton’ın kurduğu John Templeton Vakfı, cömert bağışları ve dev araştırma fonlarıyla, tanınmış pek çok bilim insanı ve bilim kuruluşunu daha şimdiden yanına çekmeyi başardı. Önemli isimlerin araştırmalarına yaptığı çok büyük mali destekler; Harvard, Yale, Princeton, MIT, Stanford, Oxford, Cambridge gibi dünyanın en ünlü, ciddi ve köklü üniversitelerinde kurduğu büyük bütçeli araştırma merkezleri ve laboratuarları; bu üniversiteler eliyle dağıttığı dev araştırma fonları; ünlü Science dergisini çıkaran AAAS ve İngiltere Bilimler Akademisi konumundaki Kraliyet Topluluğu (Royal Society) dahil olmak üzere bilim topluluğu ve örgütlenmelerine yaptığı cömert bağışlar; bu kurumların yönetimlerine yerleştirdiği adamları; kısacası John Templeton’un milyarları, dinin, dini inancın ve din adamlarının bilim dünyasına yaklaşmasında, hatta yer yer girmesinde önemli rol oynadı, giderek artan biçimde rol oynuyor. John Templeton Vakfının dağıttığı bu bilimsel çalışma ve açıklamalarda dini inancın önemine vurgu yapan çalışmalara yaptığı mali desteğin bugüne dek yarım milyar doları bulduğu belirtiliyor. Bu desteğin miktarı her geçen yıl biraz daha artırıyor. Babasının ölümünden sonra vakfın başına geçen oğul John Templeton’un kendi açıklamasına göre, vakıf bilim çevrelerine günümüzde yılda 60 milyon dolar dağıtıyor. Yine, bilimde tek kişiye verilen en büyük para ödülü (Nobel ödülünden de fazla) bu vakfa ait. “Templeton Ödülü” adı verilen ve dinsel ifadeleri bilimsel yollarla en iyi açıklayan ya da daha açık ifadeyle bilime dini en iyi yamayan kişilere her yıl verilen ödülün miktarı 1 milyon sterlin (yaklaşık 1,5 milyon ABD doları).

Yukarıda da belirtildiği gibi, daha çok Templeton Vakfının çabalarıyla bir süredir Anglo – Amerikan dünyasına ve daha çok da teorik fizik ve kozmoloji – uzay bilimlerine yönelik, dinle bilimi uzlaştırma çabaları, son birkaç yıldır, evrim kuramı temel alınarak ciddi ölçülerde biyolojik bilimlere yöneldi. Bu yönelim 2009’da ülkemize de görülmeye başladı. Bunu birkaç örnekle somutlayalım.

HIRİSTİYAN DÜNYASINDAN İSLAM DÜNYASINA

Papalık kurumu, Vatikan’da, John Templeton Vakfının desteğiyle 3-7 mart 2009 tarihleri arasında, Roma’da, “Biyolojik Evrim: Olgular ve Teoriler” isimli 5 günlük bir uluslar arası evrim konferansı düzenledi. Resmi düzenlemesini, Vatikan’ın üniversitesi durumundaki Gregoryan Pontifisyal Üniversitesiyle ABD’deki Cizvit üniversitelerinden Notre-Dome Üniversitesinin birlikte yaptıkları evrim konferansına, aralarında, Douglas J. Futuyama ve Franscisco J. Ayala’nın da bulunduğu dünyanın en önemli evrimcileri ve Katolik ilahiyatçı ve felsefeciler davet edilip buluşturuldular. Tek tek değişik ülke ve üniversitelerdeki benzer toplantılardan sonra bu çaba Hıristiyan ve Anglo-Amerikan dünyasından Türkiye üs alınarak İslam dünyasına yöneldi. Templeton Vakfı’nın yan kuruluşu olan Cambridge Üniversitesi bünyesindeki “Faraday Bilim ve Din Enstitüsü” , Roma konferansının hemen ardından, 22–25 nisan tarihleri arasında İstanbul’da, “Darwin Yıldönümü Sempozyumu” adlı 3 günlük bir evrim sempozyumu organize edildi. Resmi organizasyonunu Templeton Vakfı’nın İngiltere-Cambridge Üniversitesi’ndeki bir enstitüsü olan “Faraday Bilim ve Din Enstitüsü”nün yaptığı ve çok yıldızlı The Ritz-Carlton Otelinde düzenlenen sempozyuma davet edilen Türkiye’nin evrim çalışan ve evrim üzerine yazan bilim insanı ve akademisyenleri, Türkiyeli bazı ilahiyatçılar ve ABD, İngiltere ve Hindistan’ın önemli üniversitelerinden getirilen ve dinle bilim uzlaşısını savunan ünlü isimlerle buluşturuldu. Yine, 16 haziran’da İstanbul’da, Bahçeşehir Üniversitesinde İngiltere Canterbury Başpiskoposluğu, ABD Georgetown Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesinin birlikte düzenledikleri ve açılış konuşmasını Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams ve Bahçeşehir Üniversitesi rektörünün yaptıkları “Hıristiyanlık ve İslam açısından Din ve Bilim” konferansında din adamları ve ilahiyatçılarla bilim insanı ve akademisyenler bir araya getirildi.

John Templeton vakfı başarılardan çok hoşnut kalmış olacak ki, daha büyük adımlar atmaya, dev festivaller düzenlemeye başladı. İlkini 28 mayıs-1 haziran 2008 tarihleri arasında New Yorkta, New York Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, Rockefeller Üniversitesi ve New York City Üniversitesiyle birlikte düzenlediği ve sanat ve bilim dünyasının çok ünlü ve medyatik isimlerinin davet edildiği “Dünya Bilim Festivali”ne 120 bin kişi katıldı. Aynı festivalin geçtiğimiz yıl, 10-14 haziran (2009) tarihleri arasında düzenlenen ikincisine ise 165 bin kişi katıldı. Festivalin üçüncüsü, bu yıl, 2-6 haziran tarihleri arasında ve yine New York’ta yapılacak. Bu yılki festivale katılımın 200 bini geçeceği tahmin ediliyor.

BİLİM – DİN İLİŞKİSİ SORUNUNDA GENEL YAKLAŞIMLAR

Bilim ve din arasındaki ilişki sorunu, düşünce tarihi boyunca, din felsefesi ve teolojiden, bilim tarihi, bilim felsefesi ve epistemoloji’ye dek pek çok disiplin içinde tartışılan ve bugün de oldukça güncel olan çok boyutlu felsefi sorunlardan biri oldu. Tarihsel dönemlere göre, farklı kesim ve disiplinler konuya biraz daha fazla yoğunlaştı. Bugün konuyu en fazla tartışan, din felsefesidir. Modern bilimle ilişkilerinin ve bu bağlamda ortaya çıkan sorunların ayrıntıları ve içeriğinde önemli farklılıklar bulunmasına karşın, bugün bilim ve din ilişkisinde dört temel felsefi yaklaşım gözlenir: Bunlar, (1) çatışma, (2) birbirlerinden ayrı ve bağımsız tutma, (3) diyalog ve (4) birleştirme yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımların her birini yazımızın ilerleyen bölümlerinde tek tek ele alacağız.

Yukarıdaki yaklaşımlardan, günümüze damgasını vuran, daha çok din ve bilim arasında diyalog ve birleşim olmasını savunan yaklaşımdır ve bunu da daha çok, Papa 16. Benedikt önderliğinde Katolik kilisesi ve Katolik din felsefecileri ile Templeton Vakfı etrafında toplanmış ilahiyatçılar ile Paul Davies ve Ian Barbour gibi akademisyenler oluşturuyor. Ancak tek tek bütün bu kişi, kesim ve kurumlar, savunularının felsefi dayanağını aynı yerden, Yeni Tomacılıktan alıyorlar. Bu yüzden Yeni Tomacılık felsefi akımını kısaca tanıtarak, temel tezlerini spotlar halinde özetleyelim.

ORTAÇAĞA’A GERİ DÖNÜŞ: YENİ TOMACILIK

Vatikan ya da Katolik kilisesinin resmi felsefesi, “Yeni Skolastik” de denilen Yeni Tomacılıktır. Bu felsefi akım, 13. yüzyılda yaşamış ve yüzyıllarca Ortaçağda kilisenin resmi felsefi düşüncesi olmuş olan Aquinolu Thomas’ın görüşlerinin günümüze uyarlanmaya çalışılan biçimidir.

Aquino’lu Thomas, Ortaçağın resmi, idealist-dini felsefesinin en gözü pek ve en gerici temsilcisiydi. Ortaçağda uzun süre egemen olmuş olan Yeni Platonculuğun yerine Yeni Aristoculuğu geçirmişti. Skolastik de denilen görüşlerini, Yunan Felsefecisi Aristotales’in düşüncelerini bozuşturup Katolik kilisesinin, dinin dogmalarına uyarlayarak ortaya koymuştu. Antik Yunanistan’da Aristotales, ağırlıkta kalan yanı idealizm olsa da yine de materyalizm ile idealizm, diyalektik ile metafizik arasında yer yer gidip geliyordu. Thomas, Aristotales’teki bütün o materyalist ve diyalektik düşünceleri, özellikle de maddenin sonsuzluğuna ilişkin tezleri ayıklayıp çıkardı ve Antik Yunanistan’ın büyük düşünürünü en katı bağnazlığın, dogmatizmin, gelişme ve bilim karşıtlığının sözcüsü yaptı. Bilindiği gibi, Thomas’ın düşünceleri, kısa zamanda bir bütün Hıristiyanlığın, ama daha çok da Katolik kilisesinin resmi felsefi görüşü haline gelip, yüzyıllarca Batı düşünce dünyasını derinden etkiledi.

İşte Aquino’lu Thomas’ın, Batı düşünce dünyasının yüzyıllarca kıskaca alınmasını sağlayan bu gerici düşüncelerinin güncellenmiş halinden öte bir şey olmayan ve bu yüzden de, 1879 yılında bizzat Papa 13. Leo tarafından Hıristiyanlığa uygun yegane felsefi akım ilan edilen Yeni Tomacılık, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya çıktı. Çok geçmeden de, Katolik nüfusun ağırlıkta olduğu İtalya, Belçika, Almanya, Avusturya ve İspanya gibi ülkelerin felsefi ve dini çevrelerinde yaygın taraftar buldu. Ancak, bununla da yetinmedi ve 20. yüzyılda, ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik nedenlerle Ortaçağ karanlığının yeniden hortlatılmaya çabalandığı ABD gibi Protestanlığın egemen olduğu ülkelere taşınıp oralarda özellikle yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Bugün ABD’deki bir sürü Katolik üniversite ve enstitü, bunların desteğiyle çıkarılan çok sayıda dergi ve gazete Yeni Tomacı görüşleri yayıyor.

Metafizik yapısı içinde, nesnel gerçekliği savunmak iddiasındaki Yeni Tomacılık, Aquino’lu Thomas’ın görüşlerini Kant, Schelling ve Hegel’in idealizmleriyle birleştirmeye çalışır. Yeni Tomacılara göre nesnel gerçeklik vardır, çünkü insanın bilincinin yanı sıra doğadaki bütün nesneler de tanrı tarafından yaratılmıştır. Tanrı, bu nesnel gerçekliği bilip tanısın diye insana bir akıl (us) vermiştir ve insan, bilincinin dışındaki nesnel gerçekliği, bu aklı sayesinde bilip tanıyacaktır. Ancak, Yeni Tomacıların bu akılcılıkları, metafizik anlamda bir akılcılıktır; çünkü onlara göre, dinsel dogmalarla uyuşmayan bilimsel gelişmeler akılcı değil akıl dışıdır. Bunun yanı sıra, doğadaki her şeyin tanrı tarafından belli bir amaçla yaratıldığını savunan Yeni Tomacılık, doğayı tanrısal düşüncenin, tarihi de tanrısal amacın gerçekleştirilmesi olarak görür.

Temel karakteri ve çabası, yeni bilimsel bulgu ve kuramları saptırıp, bozup tahrif ederek dinsel dogmalara uygun hale getirmeye çalışmak olan Yeni Tomacılığa göre, gerçeğe ulaşmanın üç yolu vardır: Bilim, felsefe ve din. Ancak bu gerçeği elde etmek için bilim, metafizik felsefeye; metafizik felsefe de dine uygun olmak zorundadır. Aksi durumda gerçeğe ulaşılamaz. Onlara göre, bilim, günlük gerçekleri çözümlemekten öte bir şey yapamaz çünkü; mutlak ve ulu gerçeğe ancak inanç yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden, bilim, kendine, başka şeyleri değil, inancı güçlendirecek kanıtlar bulmayı amaç edinmelidir.

Günümüzdeki en önemli temsilcisinin Papa 16. Benedikt olduğu Yeni Tomacılık, toplumsal düzen hakkında da bir şeyler söyler. Sosyalizmi alabildiğine eleştirirken, ara sıra kapitalizme de bazı yüzeysel eleştiriler getirir. Örneğin tekelciliğe karşı çıkıyor gibi görünür. Ekonomik ve siyasal gücün belli ellerde toplanmasının doğru olmadığını söyler, para kazanma hırsının ahlaki çöküntülere yol açtığını öne sürer, yoksullara karşı daha şefkatli ve cömert davranılmasını öğütler. Ancak kapitalizmin temellerine ilişmez. Kendince üçüncü bir yol olarak, sosyalizm ve kapitalizm yerine kilisenin egemenliğine dayanan ve el altından yine kapitalizmin desteklendiği “yeni” bir toplum düzeni önerir. Ama öte yandan, insanın bu dünyayı değil, öteki dünyayı düşünmesini salık verir; çünkü gerçek kurtuluş ve mutluluğun ancak dinle sağlanabileceğini iddia eder. Bu yüzden de, toplumsal haksızlık ve adaletsizliklerin karşısına mücadeleyi değil duayı çıkarır.

Bu giriş ve arka plandan sonra, konu artık ele alınmaya başlanabilir. Ancak bunu yazımızın bir sonraki bölümde yapacağız. Bir sonraki bölümde, Papa 16. Benedikt’ten Paul Davies ve Ian Barbour’a, Harun Yahya’dan ülkemizdeki ilahiyatçılara ele aldığımız konunun önemli temsilcilerinin görüşlerini ve elbette ki, Yeni Tomacılığın temel tezlerini bilimdeki son bulgular ışığında tek tek ele alıp irdeleyeceğiz.


Spotlar yazıya dahil değil (Web’e konmayacak!)

SPOTLAR:

1- Bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? Bilinenle yetinmeyip, sorgulama, gözlem ve sınamayla bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışan bilim, söylenmiş olana katıksız inanmayı emreden din ve dini inançla kol kola girip aynı yolda yürüyebilir mi? Nesnel maddi dünya, bilimsel olgu, bulgu ve gözlemler, değişmez, mutlak, dini dogmalarla açıklanabilir mi?

2- Bilim ve dinin ikisi de kendi yöntem ve araçlarıyla doğayı açıklama amacı güderler. Yine, bilimsel düşünce ve dinsel inanç, doğanın, nesnel maddi dünyanın ve insanın o dünyayla ilişkilerinin insan beynindeki yansımalarından ibarettirler ve bu yüzden her ikisi de insan düşüncesinin ürünleridir.

3- Doğa, nesnel maddi dünya, kısacası madde ve onun hareketi, maddeden yola çıkılmaksızın açıklanamaz, bilinemez. Bu nedenle, dinin ve dinsel inancın önerdiği yolla ne doğa bilinip açıklanabilir, ne de onun bilgisine ulaşılabilir.

4- 20. yüzyılın özellikle son çeyreğinde, teorik fizik ve kuantum mekaniğinden uzay bilimleri / kozmoloji, astronomi ve astrofiziğe fiziki bilimlerin neredeyse her alanında, dinle bilimi uzlaştırma çabaları gözlendi. Aynı çabalar bugün biyolojik bilimlerde gözleniyor.

5- Temel karakteri ve çabası, yeni bilimsel bulgu ve kuramları bozup tahrif ederek dinsel dogmalara uyarlamak olan Yeni Tomacılığa göre, gerçeğe ulaşmanın üç yolu vardır: Bilim, felsefe ve din. Ancak bu gerçeği elde etmek için bilim, metafizik felsefeye; metafizik felsefe de dine uygun olmak zorundadır. Aksi durumda gerçeğe ulaşılamaz.

 

 

sendikal mücadelede sınıf dışı eğilimler

 


Sendikaların, örgütlülük ve mücadele alanı açısından kendisine özgü özellikleri vardır. Sendikal örgütlülüğün ve mücadelenin düzeyi, işçi sınıfının kazanımlarının bir göstergesi olduğu kadar, sendikaların kapitalist sömürüyü sınırlandırmada işçiler açısından ne derece birlik ve mücadele araçları olduğunu da gösterir. Kapitalist sömürünün sınırlandırılması mücadelesi ve işçi sınıfının hak ve özgürlülüklerinin burjuvazi tarafından tanınmak zorunda kalması açısından bakıldığında, sendikaların işçi sınıfı mücadelesi içinde son derece önemli ve tarihi roller oynadığı görülmüştür.

Sınıf hareketi, sınıf mücadelesinin bütün düzeylerinin birbiriyle karşılıklı ilişkisi, kimi zaman iç içe geçip, kimi zaman ayrışması ile, dışarıdan bakıldığında, genellikle karmaşık bir görüntü gösterir. Ancak ulaşılmak istenen nihai hedefler ve bunun için sürdürülen sınıf mücadelesinin geneli açısından baktığımızda, daima bir bütünlük söz konusudur. Bu nedenle, sınıf hareketini mücadelenin ekonomik (sendikal), siyasal ya da ideolojik düzeylerden birisine indirgemek ya da sadece bunlardan birisi ile sınırlandırmaya çalışmak, sınıf mücadelesi açısından kaçınılmaz olarak birtakım yanlış sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

İşçi sınıfı mücadelesi içinde sendikaları önemli kılan temel etken, işçilerin bir sınıf olarak ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyıldan bu yana, sendikal örgütlerin, işçi sınıfının burjuvaziye karşı örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak oynadığı roldür. Sendikalar ve grev hareketleri, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek, önce patronlara karşı birleşmeleri ve sonrasında bir sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadele etmelerinin ilk girişimleri olarak ortaya çıkmıştır. Sınıf mücadelesi içerisinden çıkıp biçimlenmiş ve zamanla, diğer emekçi sınıflar tarafından da benimsenen kitlesel sınıf örgütleri haline gelmiştir.

Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin, yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar, kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler” (1997:292-293). Her ne kadar Engels’in bu satırları yazdığı yıllarda sendikalar henüz tüm Avrupa çapında yeterince yaygınlaşmamış olsa da, sendikaların, ilk ortaya çıktığı tarihlerden itibaren, sadece işçilerin birlik örgütleri olması değil, mevcut toplumsal düzen (kapitalizm) açısından bir “tehlike” olarak algılanması boşuna değildir. Bu nedenle, bu önemli tespit, sendikalar için her dönem geçerliliğini sürdürmüştür.

İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman önemli kazanımlar elde ettikleri, ne kadar büyük olursa olsun saldırıları geri püskürtebildikleri görülmüştür. İşçi ve emekçileri birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında, sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçimi neredeyse yok gibidir. Bu nedenle sendikalar, “sermaye ile emek arasındaki yer yer küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli” (Marx, 1999:80–81) işlevler görmektedirler.

Ekonomik mücadele açısından baktığımızda, sendikaların, ilk ortaya çıktığında, sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmadığı görülür. İngiltere’de ilk kez kurulmaya başlanan sendikalar, 1880’li yıllara kadar, o dönem hızla büyüyen işçi sınıfın diğer kesimlerine karşı, üretim birimlerinde ve işkollarında çalışılan işçilerin kendi haklarını güvenceye almak, hatta patrona karşı olduğu gibi, işsiz kitlelere karşı da işçilerin kendi iş güvencelerini sağlamak için mücadele etmişlerdir. Nitekim 1880’e kadar sendikaların örgütlenme ve eylemlerinin, fabrikalar ve fabrika havzaları merkezli olarak gerçekleştiği bilinmektedir. Bu tarihe kadar sendikal mücadelenin örgütlenmesi ve yönetilmesi, sendika büroları üzerinden değil, bizzat tek tek fabrikaların içinden, başka bir ifade ile işyerlerinden başlatılmış ve yürütülmüştür.

Bugün bilinen anlamıyla şube, genel merkez, konfederasyon vb. gibi örgütsel yapılar, ilk olarak 1880’den sonra, İngiltere’de gelişen “yeni sendikacılık” hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bu durum, bir taraftan kitleselleşen işçi sınıfı mücadelesi açısından bir zorunluluğu ifade ederken, diğer taraftan kaçınılmaz olarak işçi aristokrasisinin ve sendikal bürokrasinin oluşmaya başlamasını da beraberinde getirmiştir. Bu gelişmenin işçi hareketi açısından en önemli sonucu, kitlesel sınıf örgütleri olan sendikalarda ve sendikal mücadele içinde işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarıyla uyuşmayan ayrı bir tabakanın (sendikal bürokrasi) ortaya çıkmasıdır. Sendikal mücadele içinde sınıf dışı eğilimlerin bu dönemden itibaren şekillenmeye başlaması bu nedenle tesadüf değildir.

Kuşkusuz sendikal hareketin tarihi ve sendikal mücadele içindeki sınıf dışı eğilimlerin rolünü, ne tek başına sendikal alan üzerinden açıklamak mümkündür ne de sendikal hareketinin yaşadığı sorunlar, söz konusu sınıf dışı eğilimlerin ortadan kalkmasıyla çözülüp bitecektir. Açıktır ki, sendikal hareketi uzunca bir süredir etkileyen ve gerçek gücünü ortaya koymasını engelleyen bu tür sorunlar, sadece sendikaları değil, sınıf hareketinin bütününü etkilemektedir. Sendikal hareketin sorunları, sınıf hareketinin genelinde yaşanan sorunların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, sorunları tartışırken, sendikal mücadelenin, başta işçi sınıfının siyasal mücadelesiyle ilişkisi olmak üzere, sınıf mücadelesinin diğer alanları ile ilişkisi göz ardı edilmeden, hareketin yaşadığı genel sorunların bir alt başlığı olarak ele alınarak değerlendirilmesi gerekir.

SENDİKAL MÜCADELEDE SINIF DIŞI EĞİLİMLERİN KAYNAĞI

İşçi sınıfının mücadelesinin başarılı olması, sınıf hareketinin birliği ve tarihsel-güncel çıkarlarına uygun bir mücadelenin yürütülmesiyle mümkündür. İşçi sınıfından ve onun siyasal amaçlarından kopuk, işçi hareketinin o anki niteliğinden ayrı politikaların yaşama geçirilme şansı olmadığı gibi, bu yöndeki fikirlerin, sınıf mücadelesi içinde, sendikal, siyasal ve ideolojik olarak sınıfla birleşmesi de mümkün değildir. İşçi sınıfının, günümüzde, sermayenin saldırıları karşısında neredeyse tümüyle savunmasız ve etkisiz kalmasının en önemli nedeni, ekonomik ve siyasal mücadelenin görünürde ayrılması, siyasal mücadelenin sadece sınırlı ekonomik taleplere indirgenmesi ve sendikaların kurumsal olarak düzenin parçaları haline getirilmiş olmalarıdır. Bütün bunlar, siyasal bir perspektif ve ona uygun bir stratejiye sahip olmayan bir ekonomik-sendikal mücadelenin hiçbir başarı şansı olmadığını göstermektedir.

Sendikaların yasal olarak tanınmalarından bu yana, sendikal hareket açısından, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin gelişimi iki yönlü olmuştur. Gelişim sürecinin birinci yönünü, işçilerin en geri kesimlerinden başlayarak bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve patronlara karşı birleşerek sendikalar kurması oluşturur. Zamanla sadece sendikal mücadelenin yeterli olmayacağını bizzat yaşayarak öğrenen işçi sınıfı, bizzat sendikalar öncülüğünde kendi sınıf partilerini kurmaya başlamışlardır[1]. Avrupa’da kurulan çok sayıda işçi ve sosyalist parti, bu amaçla, bizzat işçiler ya da işçi sendikaları tarafından kurulmuştur.

Sendikal hareketin ikinci gelişim yönünü, mücadelenin sadece ekonomik alanla sınırlı tutulması ve düzen sınırları içinde kalarak sermayenin doğrudan ya da dolaylı denetimine girilmesi oluşturur. Bu anlamda 1900’lü yılların ilk yarısı sendikal alanda büyük mücadelelere sahne olurken, özellikle 1950’li yıllardan itibaren, ABD’nin etkisiyle, dünyada sendikal hareketinin önemli bir bölümü ikinci yolu izlemiştir.

Tarih içinde sınıf mücadelelerinin varlığını reddedenler olduğu gibi, birer sınıf örgütü olan sendikaları ve sendikal mücadeleyi reddeden, küçümseyen ya da çok abartan yaklaşımların olması da dikkat çekicidir. Bu yaklaşımlara, son yıllarda, sendikaların toplumun neredeyse tüm kesimlerini kapsayan birer “toplumsal hareket” haline getirilmesini savunanlar da eklenmiştir. Sendikaları, işçi sınıfının, sermayeye karşı mücadele örgütü olmaktan çıkarıp, büyük ölçüde bir “baskı örgütü” ya da “toplumsal muhalefet” öznesi haline getirmeye çalışan çeşitli adlardaki “sol” akımlar, her ne kadar bunu tamamen başaramasalar da, bu anlamda en azından kafa karışıklığı yaratmayı başarmışlardır.

Sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu genel durumu ve yaşanan sorunların nedenlerini sorgulamaya yöneldiğimizde, iki önemli gelişmeyi mutlaka belirtmek gerekir. Birincisi, işçi-sendika hareketini tarihsel köklerinden kopartarak, sınıflar arası mücadeleye dayanan bir hattan, sınıflar arası uzlaşmayı ve işbirliğini temel alan gerici bir platforma yönelmesi ya da yönlendirilmesidir. Ekim Devrimi’nin hemen ardından, 1919 yılında kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), “endüstri ilişkileri” adı altında, sendikalarla sermaye temsilcilerini, dünya çapında “ortak çıkarlar” temelinde bir araya getirmeyi hedeflemiştir. ILO, devlet, işveren ve işçi temsilcilerini “sosyal diyalog” mekanizması ile ilk kez bir araya getirip, bir dizi ilke belirleyerek, işçi-sendika hareketini, tüm kuralları sermaye tarafından belirlenen “yasal bir zemine” oturtmaya çalışmış, bu şekilde sendikaları emperyalizmin denetimi altına alma yolunda ilk önemli adım atılmıştır.

İkinci önemli adım, öncelikle dünya sendikal hareketinde 1940’lı yılların sonlarından itibaren etkisini hissettiren ve sonraki dönemde sendikal mücadelede ciddi bölünme ve ayrışmaların yaşanmasına neden olan bazı somut gelişmelere dayanmaktadır[2]. İşçi-sendika hareketinin oldukça güçlendiği, sosyalizmin dünya çapındaki itibarının en üst seviyede olduğu 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, işçi sınıfına ekonomik-siyasi tavizler verilerek, sosyalizmin ve sınıf sendikacılığının işçi sınıfı ve dönemin sendikaları üzerindeki etkisinin kırılması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Bu koşullar ve sermayenin izlediği politika, sendikal hareket içinde, “uzlaşma”, “işbirliği”, “diyalog” vb. gibi, sonradan yaşanacak sorunların temel kaynağını oluşturan kavramlar ve uygulamaların benimsenmesini beraberinde getirmiştir.

2. Dünya Savaşı sonrasının koşulları içinde; uzlaşmacı, emek ve sermaye arasındaki işbirliği üzerinden şekillenen “refah devleti” döneminin sendikacılık anlayışı, o tarihten bu yana yaşanan gelişmelerin baskısıyla içten içe çözülmeye başlamıştır. Bu sürece paralel olarak, 1970’lerden itibaren, emperyalizmin desteğiyle uluslararası sermaye, zincirlerinden tamamen boşalırcasına saldırılarını artırmıştır. Sonrasında yaşanan özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma ve benzeri uygulamalar yoluyla ekonominin, sosyal güvenliğin, eğitim, sağlık, enerji, iletişim, belediye hizmetleri gibi tüm kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi; bu dönemin sendikal yaklaşımının üzerinde yükseldiği temelleri büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Nitekim o dönemden bugüne, pek çok gelişmiş kapitalist ülkede, sendikaların, işçi sınıfının değil, sermaye ve onun çıkarlarının sözcüsü/destekçisi haline getirilmesi, bugün bütün boyutlarıyla yaşanan sorunların başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

Sendikaların kurulması ve bugüne gelişinin tarihi, hemen her ülkede, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi ile paralellik göstermiştir. İşçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadele; bu mücadelenin araçlarından birisi olan sendikalar aracılığıyla sendikal bürokrasi ve burjuvazinin sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadeleler olarak da yaşanmıştır. Özelikle uzlaşmacı-reformcu sendikacılık anlayışlarının egemen olduğu yıllarda, bu anlayış, daha da geri biçimlere bürünerek yaygınlaşmış, içinde Türkiye’nin de yer aldığı bazı ülkelerin sendikal hareketine çeşitli ad ve biçimler altında ihraç edilmiştir[3].

Sendikaların izledikleri politikalar nedeniyle tarihsel rollerinden giderek uzaklaşmasını, işçi sınıfının ve geniş emekçi kitlelerin bütününü temsil etme işlevini büyük ölçüde yitirmelerinin izlemiş olması, tesadüf değildir. Nitekim pek çok sendika, devlet ve sermaye örgütleri ile zamanla daha fazla “işbirliği” içine girmiş, talepler üzerinden mücadeleyi bir tarafa bırakıp, masa başı çözümlere yönelerek, sistemi bütünleyen ve dengeleyen bir işlev görmeye başlamıştır. Bu durum sendikaların üye sayılarında ciddi azalmalar meydana getirerek, içten içe erimelerine neden olmuştur. Üstelik bu durum, Al­manya, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinin yanı sıra, ABD ve Japonya gibi ülkelerde de benzer sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Belirtilen nedenlerden dolayı, sendikal hareket, dünyanın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de, içten ve dıştan çok yönlü olarak bir kuşatma içine sokulmuştur. Bu durum, çeşitli platformlarda uzunca bir süredir “sendikal kriz” olarak adlandırılmaya çalışılsa da, bu anlamda krize giren sendikalar değil, sendikaları gerçek işlevlerinden uzaklaştıran, onları işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olmaktan alıkoyan her türlü sınıf dışı sendikal akım ve siyasetlerdir. Sorun bu noktadan değerlendirilmediği için, “sendika ile olmuyor, başka bir örgütlenme biçimi bulmak gerekir” gibi temelsiz düşünce ve çabaların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim sermayenin ideologları, uzunca bir süredir yaşanan gelişmeleri fırsat bilerek; sendikaların birer “sivil toplum örgütü” olarak, işçiler arasında sosyal ilişkileri, bireysel dayanışmayı, hatta “insan kaynaklarını” geliştiren kurumlar haline gelmesini, aynı zamanda işçilerle patronlar ve hükümet arasında “uzlaşma kurumları” olmasını istemiş ve propaganda etmeye başlamıştır.

SENDİKAL MÜCADELEYE YAKLAŞIM SORUNU

Burjuvazinin, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren sendikal bürokrasi eliyle sendikal hareket içine yerleştirmeye çalıştığı ve büyük oranda da başarılı olduğu, “sendikalar ekonomik mücadele araçlarıdır, siyaset yapmamalıdır” düşüncesi, sendikaları tümüyle burjuva siyasetinin sınırlarına hapsetmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla 20. yüzyılın başından itibaren, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki önemi ve rolü üzerine sürdürülen tartışmaların odak noktası, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki ilişkinin niteliği ve kuruluş biçimi üzerinedir.

Egemen sınıflar, bir yandan ekonomik alandaki sorunlarla siyasal alandaki sorunları birbirinden ayrı sorunlarmış gibi gösterirken, diğer taraftan emekçilerin yalnızca kendi ekonomik çıkarlarıyla ilgilenmesini, örneğin sadece ücret sorunu ve sosyal haklar üzerinde yoğunlaşmalarını istemiştir. Oysa gerçekte, ekonomi ve siyasetin birbirinden ayrı tutulamayacağını bizzat sınıflar mücadelesi tarihi göstermektedir. Bu anlamda, emekçilerin ekonomik ve siyasal mücadelesini birbirinden koparmak, birini diğerine karşı reddetmek, küçümsemek ya da bilinçli olarak ihmal etmek, milyonlarca işçi ve emekçiyi, onların sendikalarını, sermayenin elinde ve himayesinde bir sosyal denetim aracına çevirmekle aynı anlama gelmektedir. Sendikalar, bu işlevlerini, bugün de büyük ölçüde yerine getirmektedir.

Kapitalizmin ilk yıllarından itibaren sömürüye karşı verilen mücadele, bir birine sıkı sıkıya bağlı iki temel amaç etrafında şekillenmiştir. Bu amaçlardan birincisi sömürüyü sınırlandırma, diğeri ise sömürüyü tamamen ortadan kaldırma mücadelesidir. Sömürüyü sınırlama mücadelesinden ekonomik (sendikal) mücadele anlaşılır. İşçiler, büyük yığınlar halinde sendikalarda bir araya gelip aralarında dayanışma kurarak, belli bir disiplin içinde örgütlenerek, grev ve toplusözleşme gibi mücadele araçlarını kullanarak, patronları sömürünün sınırlanmasına zorlarlar. İşte bu durum, yani sömürünün varlığı, sınıf mücadelesinin ekonomik temelidir, sınıf mücadelesini yaratan ilk nedendir. Sömürüyü sınırlandırma mücadelesinde, işçilerin temel mücadele aracı ise, sendikalardır.

Açıktır ki, sadece sendikal mücadele ile sömürü ancak geçici olarak sınırlandırılabilir. Bu anlamıyla, ekonomik mücadele olarak tanımlayabileceğimiz sömürüyü sınırlama mücadelesi, durmadan sürüp giden ve eğer daha ilerisine geçilemez ise, sonu olmayan bir mücadeledir. Ancak, bu mücadeleyi sonsuz ve sonuçsuz bir uğraş olarak görüp küçümsemek, işçi sınıfını büyük yanlışlara ve zararlara sürükler. Bu nedenle, emekçilerin kısa ve uzun süreli tüm çıkarlarını dikkate alan gerçek sınıf sendikalarının orta ve uzun süreli hedefi, sömürünün tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bu köklü toplumsal değişimi sağlamanın tek yolu, işçilerin siyasallaşma sürecinin hızlandırılması, onların “kendisi için sınıf” haline getirilerek, sınıf partileri aracılığıyla siyasal iktidarı ele geçirmelerinin sağlanmasıdır. Bu da ancak ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bir bağ şeklinde sürdürülmesi[4] ile mümkündür. Tek başına ekonomik mücadelenin bunu karşılamaya yetmeyeceği açıktır[5]. Diğer taraftan bu durum, işçi sınıfının ekonomik örgütleri olarak sendikaların önemini kesinlikle azaltmamaktadır. Marx’ın da belirttiği gibi, “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir” (1999:83-84).

İşçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihi apaçık göstermektedir ki; işçi sınıfının ve emekçilerin sömürüden kurtulma mücadelesine bağlanmayan bir sendikal mücadele, sermayeye ve onun egemenliğine karşı en temel mücadele dayanağını yitirmiş demektir. İşçi ve emekçiler kendi siyasetlerini yapmaz, kendi sınıf partilerinin öncülüğünde (onun kılavuzluğunda ve onunla birlikte) örgütlenmez ise, sermayenin ulusal ve uluslararası saldırılarını geriletebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle, sendikalar, kendilerini, “ekonomik mücadele örgütleri” olarak, sadece “sınıfın ekonomik çıkarları için mücadele eden örgütler” olarak göremezler. Bunların yanı sıra, günümüz koşullarında sendikaları, sadece üyelerinin hak alma ve mücadele örgütü olarak tanımlamak da yeterli değildir. Sendikaların, kendi üyeleriyle birlikte tüm sınıfın çıkarları ve beklentileri doğrultusunda hareket etmemesi, bir taraftan işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarına ters düşerken, diğer taraftan sendikal mücadele içindeki her türlü sınıf dışı eğilimleri güçlendiren bir etki yaratmaktadır.

Sendikaların kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlandırmasının kaçınılmaz olarak işçi sınıfını mücadelesinde başarısız kılacağını, Marx şu ifadelerle vurgular: “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar” (1975:79).

Sendikaların temsil ettikleri sınıfın siyasetinin dışında olmasının en önemli sonucu, burjuva düzen partilerinin peşine takılan emekçilerin, bu partilerin amaçları doğrultusunda ırk, cinsiyet, din, dil, mezhep ve bölgesel ayrılıklar temelinde bölünmesi olmuştur. Düzen partileri ve sendikal bürokrasi, varlığını, bu ayrılıkları ve farklılıkları destekleyerek gerçekleştirmekte, işçi sınıfının birleşik bir mücadele hattında ilerlemesini bu şekilde engellemektedir. Bu nedenle, emekçilerin siyasal ve sendikal olarak parçalanmış olması, güçlü bir sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz koşulu olan birleşik bir sınıf hareketinin yaratılması önünde, dün olduğu gibi, bugün de aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır[6].

Kuşkusuz sendikal mücadeleye yaklaşım, tek başına sendikal alanla ilgili bir sorun değildir. Bu açıdan bakıldığında, sendikal mücadelede sınıf dışı eğilimlerin ortaya çıkmasının nedeni, büyük ölçüde ideolojik nedenlerden kaynaklanır. Sendikaların bugün içinde bulunduğu somut durumu bahane eden “sol” ve sağ yaklaşımların, sınıfın birlik ihtiyacına, sınıf çizgisine yabancılığını ve uzaklığını gösteren çok sayıda örnek sıralanabilir. Son yıllarda, sendikalara ve sendikaların rollerine ilişkin olarak ortaya atılan görüşler, söz konusu ideolojik nedenleri tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. “İşçi sınıfı değişti, eski özelliklerini yitirdi”, “küreselleşme yeni güçler ve yeni küresel örgütler gerektiriyor”, “işsizlerin, yoksulların, küreselleşme karşıtlarının örgütlenmesi gerekir”, “sınıf sorununa takılmamak lazım” gibi yaklaşımların, siyasal alan içinden sendikal mücadelenin gündemine sokularak tartıştırılması, kesinlikle bir tesadüf değildir.

Sosyalizmin geçici yenilgisini nihai bir yenilgi olarak değerlendiren ve kendilerini “yeni sol” ya da “emeğin küresel mücadelesini savunanlar” olarak tanımlayanlar, 1990 yıllardan itibaren, “işçi sınıfı bitti”, “işçilerin sendikal mücadeleyi yürütecek güç ve imkânları kalmadı” gibi söylemleri dillendirmeye başladılar. İşçi sınıfının “nitelik değiştirerek” eski gücünü yitirmesi nedeniyle, sendikaların, ancak, sınıf dışı kesimleri (gençler, öğrenciler, ev kadınları, işsizler vb.) örgütlenmesiyle var olabileceğini iddia ettiler. Bu görüşü savunanların, hiçbir şekilde, dolaylı olarak bile, siyasi iktidarı hedef olarak belirlememiş olmaları dikkat çekicidir. Hatta bu kesimler, kendilerini “toplumsal muhalefet” olarak tanımlayarak “iktidar olmadan dünyayı değiştirebileceklerini” bile ilan etmişlerdir. Sendikaların üzerinde yükseldiği sınıf zemininin değişmesini, sınıf mücadeleci değil, “sivil toplumcu” bir yaklaşımla; değişik sınıf ve tabakaların “ittifakının” sendikalardan başlayarak, örgütlenmesini savunarak, bu şekliyle sendikaları sınıf örgütü olmaktan hızla uzaklaştıran bir yönelime sokmaya çalışmaktadırlar.

Burada bahsettiklerimizden çok daha ileri gidenler de vardır. Somut bir örnek vermek gerekirse, örneğin bugüne kadar oluşan sendikal-siyasal literatüre tamamen yabancı olduğu açıkça belli olan ve “Demokratik toplumcu sendikacılık” olarak ifade edilen yeni bir görüş, daha önce açıklamaya çalıştıklarımızla benzer bir zeminden hareket etmesine rağmen, iddia ve savunuları ile bahsettiğimiz sınıf dışı eğilimlerden çok daha ileri gitmektedir. Bu görüşü savunanlara göre, sistemden zarar gören herkesi, yani “ezilenler”in tümünü kapsayacak yeni bir sınıf tanımlamasının yapılması gerekir. Bu görüşü savunanlara göre, bu “yeni” sınıf tanımı içinde “ilk sınıf” olarak kabul etikleri kadınlar, “ezilen dinsel cemaatler” ve “tarikatlar” gibi dikkat çekici “mağdurlar” yer almalıdır. Bu şekilde, sendikaların ve sendikal mücadelenin, neredeyse bir “Mevlana Tekkesi” olarak görülmeye başlanmış olması dikkat çekicidir.

Burada bahsedilen bütün bu çarpık ve sınıf dışı eğilimleri savunanlar, kendilerini, “sosyalist”, “emekten yana”, “yurtsever” ya da “demokrat” olarak tanımlıyor olabilir. Ancak kendilerini nasıl ifade ederlerse etsinler, işçi sınıfının yapısı, bileşimi ve mücadelesi ile ilgili olarak ileri sürülen tezlerin büyük bölümü kabul edilebilir nitelikte değildir. Böylesi tartışmalı bir zeminden hareket edenler, ileri sürdükleri iddiaları gerçekleştirmek bir yana, genel olarak sınıf mücadelesinin, özel olarak sendikal mücadelenin gücünü ve etkisini zayıflatıcı bir rol oynamaktadırlar.

Sendikaları, sınıf mücadelesinin farklı boyutlarını (ekonomik mücadele, siyasal mücadele, ideolojik mücadele) birleştiren parti örgütlenmesi gibi görerek, nerede bir “ezilen”, “mağdur” ya da “dışlanmış” varsa, bu kesimleri örgütlemesini savunmak, sınıf mücadelesini anlamamak ya da anlamak istememek demektir. Diğer taraftan, bu şekilde, marifet gibi, işçi sınıfının kapsamı sürekli genişletilirken, işçi sınıfı neredeyse “ötekiler” kategorisine indirgenmekte ve onun sınıf mücadelesi içindeki devrimci rolü belirsizleştirilmektedir.

Sendikal mücadeleyi “ezilenler”, “mağdurlar” gibi son derece belirsiz kategoriler üzerinden yürütmeyi hedeflerken, bu cephede yaşanan sorunları kapitalist-emperyalist sistemin işleyişinde aramayan ve sistemi bu yönüyle sorgulamayan bir yönelime girildiğinde, böylesi sonuçlara ulaşmak elbette kaçınılmazdır.

Her açıdan küçük burjuva bir zeminden yola çıkan, kapitalizmin temel işleyiş yasaları ve Marksizmin en temel sınıf bilgisinden bile yoksun ve onun dışında sonuçlar çıkarma yeteneğini gösterenler, yanlış bilgilerin üzerine kendilerince doğru sayılan bir teori inşa etmeye çalışmalarına rağmen, bu çabalarında başarılı olamamışlardır. Çünkü hangi niyetle olursa olsun, yanlış ve eksik tespitler üzerinden sorulan her yanlış sorunun cevabının da yanlış olması kaçınılmazdır.

Bu eğilimlerin bazılarının kapitalist ekonomik sistemin nesnel düzeydeki gelişmelerini, bu gelişmelerin bugün ortaya çıkan sonuçlarını, küreselleşmecilerin dediği gibi, “mutlak”, “engellenemez”, “karşı konulamaz” şeyler olarak değerlendirmesi ve mücadele konusu olmaktan çıkarmaları, işçi sınıfının tarihini, iradesini ve mücadelesini yok sayan sakat bir mantığın kaçınılmaz sonucudur. Bütün bunlar, tek başına sendikalar ve sendikal mücadele alanı ile ilgili olmaktan çok, bu tür görüşleri benimseyenlerin siyasal anlamda yaşadığı ters yönlü dönüşümün kaçınılmaz sonuçlarıdır.

SENDİKAL MÜCADELEDE SİYASAL GÖREVLER

Sendikal mücadele içinde ortaya çıkan sınıf dışı eğilimlerin etkisini azaltmak, sendikal harekete yönelik içten ve dıştan gelen saldırıları geriletmek için mücadele edenler; dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının siyasetini toplumsal yaşamın dışına itmeye çalışan sağ ya da “sol” görünümlü her türden ikiyüzlü tutumu mahkûm eden ve tüm sınıfı kendi öz siyaseti doğrultusunda birleştirmeye çalışanlar, sınıf sendikacılığını savunanlar olmuşlardır. Çünkü sınıf sendikacılığı, Marksizmin işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütü olan sendikaların önemi, rolü ve görevleri ile ilgili olarak yapmış olduğu belirlemeleri kendilerine kılavuz edinmiş, bunu engelleyecek her türlü akın ve siyasete karşı amansız bir mücadele içinde olmuştur. Bu açıdan Marx’ın, I. Enternasyonal’in 1866 yılındaki Cenevre Kongresinde söyledikleri dikkat çekicidir; “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” (1975:81).

Marx’ın “birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” ifadesinden anlaşılması gereken, kuşkusuz örgütsüz ve savunmasız kalan işçi kitlelerinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenmesi, bunu başarmak için de, sendikaların birer örgütlenme ve mücadele merkezi olarak görülmesi ve benimsenmesidir. Sendikaların işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezi olmaktan uzaklaşması, işçi sınıfının yaşadığı sefalet ve yoksulluğun artması ile aynı anlama gelecektir.

Sendikal mücadelede, işçi sınıfının kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları doğrultusunda atılan/atılacak adımların temel hedefi, emekçileri tek ve güçlü bir cephede, ekonomik ve siyasal talepler arasındaki ilişkiyi göz ardı etmeden, ortak çıkarları etrafında birleştirmek ve sermayenin saldırılarına karşı “kendisi için” harekete geçirmektir. Bu politika hayat bulmadan, ne yaşanan saldırıların püskürtülmesi mümkündür, ne de işçi sınıfının siyasal sınıf bilincinin geliştirilmesi sağlanabilir.

Kuşkusuz işçi sınıfına ve onun kazanılmış haklarına yönelik olarak gerçekleştirilen saldırıların hiçbirisi siyaset-üstü, sınıflar-üstü değildir. Söz konusu olan, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı siyasal saldırısıdır. Bu saldırıya karşı, emekçi sınıflar da siyasi davranmak, yani topyekûn saldırıya karşı bütün emekçileri birleştiren bir noktadan, kendi sınıf siyasetlerine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

İşçi örgütleri olarak sendikaların ser­maye karşısındaki güçlerini belirleyici hale getiren, işçi kitlelerinin bilinçlenmesi, sendikalara kendi sınıf örgütleri ola­rak ilgi duymaları, fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç oluşturmaları ve işyeri-sendika örgütü olarak doğrudan mücadele içinde bulunmalarında yatmaktadır. Hem sendikaların sermayeye karşı mücadeleye çekilmesinin olanağı, hem de sendikaları denetimi altında tutan ve sendikal mücadeleyi sermayenin çıkarları doğrultusunda bal­talayan kişi, kurum ve siyasetlere karşı mücadelenin gücü ve başarının güvencesi, bu şekilde sağlanabilir.

Sendikal mücadele nicelik ve nitelik yönünden sürekli gerilerken, bu durumun esas nedenleri öne çıkarılmadan, sonuç alınması mümkün değildir. Sendikal mücadelede yaşanan gerilemenin sonucu olarak gelişen sendikal bürokrasinin rolünün güçlenmesi, sendikal alanda yaşanan olumsuzlukların esas nedeni değildir. Bu nedenle, sendikal bürokrasinin oluşturduğu olumsuz tabloyu veri alıp, buradan kalkarak, ‘geleneksel sendikacılık’ kavramı üzerinden sendika bürokrasisi ile tüm sendikal hareketi aynı kefeye koyarak, sendikaları tamamen kötülemek ve onları “yıkılması gereken” kurumlar olarak tanımlamak, hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Sermayenin saldırılarına karşı verilen mücadele, tüm yönleriyle sendikaları hareketlendirmeyi, sınıfın üyelerini sendikalar aracılığı ile ekonomik ve siyasal mücadele içine çekmeyi öncelikli görev haline getirmek zorundadır. Birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaların bu temel ilke doğrultusunda yeniden inşa edilmesi için atılması gereken ilk adım budur. Henüz sendikal hareketin ötesine geçememiş olan işçi hareketini ve sendikaların geleceğini bu temel ilke ve yaklaşım üzerinden anlamak ve değerlendirmek gerekir.

Sendikalaşma ya da sendikal örgütlenme sorunu, bugün, dünden çok daha fazla, sınıf hareketinin siyasal düzeydeki etkisine bağlı hale gelmiştir. Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olmakla beraber, bugün, sorunun çözümü, mutlaka işçi-emekçi hareketinin siyasallaşması ve bu siyasallaşma çerçevesinde yaşayacağı taraflaşmadan, mücadeleci sınıf sendikacılığının inşasından geçmektedir. Günümüzde, işçi sınıfının geçmişte nesnel olarak oluşmuş birliği, büyük ölçüde parçalanmıştır. Üretim sürecinin birbirinden yalıtılmış bölümlere ayrılması, esnek üretim, taşeronlaştırma ve esnek çalışma uygulamalarının yaygınlaşması sonucunda, işçi sınıfının aynı çatı altında olmasından kaynaklı olumlu nesnel koşullar, öznel olarak da ortadan kaldırılmaktadır. Bu durumun, sendikaların örgütlenme ve mücadelesi üzerinde yarattığı olumsuz etkiler bilinmektedir.

Sınıfın birliğinin nesnel koşullarının ortadan kaldırılmaya çalışılması, bir taraftan işçi sınıfının nicelik olarak hızla büyümesini sağlarken, diğer taraftan işsizliğin büyümesi ile birlikte gerçekleşmektedir. Aynı üretim sürecinin farklı bölüm ve birimlerinde birbirinden habersiz çalışan işçiler, kapitalistlerin siyasi ve öznel tercihi olan üretim stratejilerinin etkisiyle, birliğin nesnel imkânlarından giderek uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmaktadır. Bu nedenle, bugünkü koşullarda sendikal mücadelenin başarısı, dünkünden daha çok siyasal düzeydeki mücadelenin belirleyiciliği üzerinden gelişecektir. Sendikal mücadele ve örgütlülüğün başarısının, siyasal düzeydeki mücadeleye dünkünden daha fazla bağlı olması, elbette sendikaların siyasal düzeye ait bir örgüt olduğu anlamına gelmez. Sendikal örgütlülük sorunu, dünkünden daha çok sınıf hareketinin farklı düzeydeki başarılarına bağlı hale gelmiştir. Bu anlamda geçmişte sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olarak tanımlayan görüşler ile sendikaların işlevlerini belirsizleştiren ve onları bir mücadele örgütü olmaktan çok “toplumsal muhalefet” özneleri haline getirmek isteyenlerin iddiaları, bugün tümüyle geçerliliğini yitirmiştir.

SONSÖZ

Geride bıraktığımız yıllar, sendikal hareket ve sendikalar açısından tarihteki en zor dönem olmuştur ve bu durum bugün de devam etmektedir. Başka bir ifadeyle, sendikal hareket ve sendikalar üzerinde sermayenin etkisi ve onun ifadesi olan işbirlikçi, uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikacılık tarzının egemenliği ya da söylem olarak bunun karşısında olduğunu iddia eden, ancak pratik sonuçları bakımından sendikaların işlevlerini belirsizleştiren akımlarının egemenliği, hiçbir zaman içinde bulunduğumuz dönemdeki kadar yıkıcı ve dağıtıcı olmamıştır. Ancak geçen zaman içinde, sendikal alanda yürütülen tartışmalar ve yaşanan deneyimler, hiçbir şey için geç olmadığını da göstermektedir.

Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda kitlesel sınıf örgütleri olarak yenilenmesi, sendikal hareketin içinde bulunduğu sorunları aşarak ilerlemesi, elbette kısa sürede ve doğrusal bir çizgi üzerinden gerçekleşmeyecektir. On yıllara dayanan ve sendikal hareketin neredeyse tümüne nüfuz ederek geleneksel hale gelen sendikal-siyasal tarz ve alışkanlıkların, kısa sürede, hemen ortadan kalkması beklemek, gerçekçi olmaz. Bu nedenle, sermayeye ve onun her türden uzantısına karşı mücadele edilirken, bir taraftan tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi sınıf içindeki ayrılıklar, farklılıklar değil, birlik noktalarını ve birleşme olanakları zorlanırken, diğer tarafta bunun gerçekleşmesini doğrudan ya da dolaylı olarak engellenmesine hizmet edecek her girişimin bertaraf edilmesi gerektiği gerçeği asla unutulmamalıdır.

Sendikal hareketin, kendisinden ve kendisi dışındaki nedenlerden dolayı hayli gerilediği ya da geriletildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinin önemsenmesi, desteklenmesi ve mutlaka somut adımlar üzerinden ilerlenmesi gerektiği ortadadır. Bunun için, işe, öncelikle mevcut sendikal yapılardan ve sınıf sendikacılığını açıktan ya da örtük olarak reddeden bütün sendikacılık anlayışlarından, kuşkusuz eleştirilerinden başlanması anlamlı olacaktır. Bütün uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikacılık uygulamaları ile sermayenin mevcut egemenliğini ve iktidarını tehdit etmekten uzak olan “kerameti kendinden menkul” her türlü “sol” ya da “yarı anarşist” sendikacılık tarzları, aynı zamanda sendikal mücadelenin siyasal mücadele ile arasında kurulması zorunlu olan bağları zayıflatıcı bir rol oynamayı sürdürdükleri sürece, sınıf sendikacılığı fikri ile hareket edenleri her platformda karşılarında bulmalıdır.

Kapitalizmin, 1929’dan sonra yaşadığı en büyük ve kapsamlı kriz olarak tanımlanan son kriz sürecinde yaşananlar, sermayenin sen­dika bürokrasisi aracılığıyla sendikalara yüklediği “hareketi denetim altında tutma iş­levinin” temel dayanaklarını yavaş yavaş da yitirmeye başladığını göstermektedir. Bu durum, dünyanın çeşitli ülkelerinde ve Türkiye’de işçi sınıfının saflarında, uzun süredir görülmeyen yeni hareketlenmeler yaşanmasını sağlamıştır. Kamu emekçilerinin 25 Kasım uyarı grevinin yarattığı etki, TEKEL işçilerinin kararlı mücadelesi, İstanbul’da itfaiye işçilerinin özelleştirmeye karşı verdiği mücadele ve ülkenin dört bir yanında kadrolu, 4-B’li, 4-C’li ya da taşeron işçilerin hakları için giriştikleri eylemlerin artmış olması, 2010 baharının sıcak geçeceğinin işaretlerini bugünden vermeye başlamıştır.

İşçilerin yeniden sendikalarda örgütlenme, kendi örgütlerini sahiplenme ve sendika bürokrasisine karşı mücadele eğiliminin güçlenmesi, işçi hareketinin geleceği açısından kuşkusuz önemli bir gelişmedir. İşçi sınıfı saflarında her geçen gün artan bu eğilim, kuşkusuz sen­dikaların neredeyse alternatifi olmayan işçi örgütleri olmaları ile doğrudan ilişkilidir. Yükselen işçi hareketinin, sen­dika bürokrasileri ile işçileri karşı karşıya getirmeye başlaması, bu tarihsel ger­çeğin yeniden hatırlanmasını sağlamıştır.

İşçi sınıfı ve sendikal hareket, gerçekten güçlenecek ve sendikalar yeniden işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline gelecekse, öncelikle sınıfın siyasal mücadelesiyle arasında mesafe koyan her türlü sendikacılık anlayışını terk etmek zorundadır. Bunun için, işe, sermayeden, devletten ve burjuva karakterli sağ ve “sol” siyasetlerle arasında kesin bir ayrım çizgisi çekerek başlamak zorundadır. Mücadeleci ve gerçek sınıf sendikacılığın işçi sendika hareketi içinde güçlenmesi, bu temel ilke üzerinden yapılacak müdahaleler ile mümkündür.

Kaynakça:

Friedrich ENGELS, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.

Karl MARX, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol yayınları, 1999, Ankara.

Karl MARX, Friedrich ENGELS, V.İ. LENİN, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.

V. İlyiç LENİN, Ne Yapmalı?, çev: Muzaffer Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.

Ali GÜNDOĞMUŞ, Sendikalar, Kitle Örgütleri ve Kitle Mücadelesi, Evrensel Basım Yayın, 1992, İstanbul.

Erkan AYDOĞANOĞLU, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul.


[1] Avrupa’da bilinen ilk işçi partisi, 1869’da kurulan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’dir. Bu parti, daha sonra, 1890’da yapılan bir kongrede, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) adını almıştır. Daha sonra İspanya’da aydınlar ve işçiler tarafından gizli olarak İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) kurulmuştur. Bizzat sendikaların kurumsal girişimiyle kurulan ilk parti ise, 1900 yılında kurulan İngiliz İşçi Partisi (LP)’dir.

 

[2] Söz konusu bölünmelerin yaşanmasında, 1949 yılında, işçi aristokrasisinin denetiminde olan, Amerikan ve İngiliz sendikalarının öncülüğünde kurulan ICFTU’nun etkisi yadsınamaz. ICFTU, çeşitli kıtalarda kendi bünyesinde oluşturduğu kurumlarla, dünya çapında çok sayıda sendikayı denetimi altına almıştır. 1962 yılında kurulan Amerikan Özgür Emeği Geliştirme Enstitüsü (AIFLD) ve 1968’de kurulan Asya-Amerikan Özgür Çalışma Enstitüsü (AAFLI) gibi örgütlerin yapmış olduğu “mali yardım” ve “eğitim faaliyetlerinin” sendikal politikaların belirlenmesinde önemli etkileri olmuştur. AIFLD ve onun uzantısında kurulan pek çok sendika, Latin Amerika’daki askeri darbeleri desteklemiş, hatta bu darbeleri bizzat organize etmişlerdir.

[3] Bu konuda ABD öncülüğünde, sosyalizme karşı aktif mücadele yürütmek ve mücadeleci sendikaları etkisiz hale getirmek için yapılan müdahaleler dikkat çekicidir. Belirlenen hedeflere uygun olarak, CIA, sonrasında ICFTU’nun özel çabalarıyla, özellikle sendikal hareketin güçlü olduğu ülkelerde, uzlaşmacı sendikal yapılar oluşturulmuştur. Almanya’da Almanya Sendikalar Birliği (DGB); Fransa’da Genel Emek Konfederasyonu’nun (CGT) bölünmesine neden olan İşçi Gücü (FO) ve İtalya’da İtalyan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CISL) bu çabaların ürünü olarak ortaya çıkmış olan sendikal yapılardır. Türk-İş ise, kurulduktan sonra ICFTU’nun etki alanına girmiştir. ICFTU, özellikle 1950’lerden itibaren başlayan Soğuk Savaş döneminde, “sendikal eğitim” ve “mali yardımlar” üzerinden ABD emperyalizminin sendikalar içindeki önemli faaliyet araçlarından birisi olarak önemli bir işlev görmüştür.

[4] Engels sendikaları, “sömürücülerin siyasal iktidarına karşı bir manivela”; Lenin, partinin, devrimin yönetici gücü olmasının yanı sıra sendikaları “hareket ettirici kayışlar”; Stalin ise, “partiyi sınıfa bağlayan volan kayışları” olarak değerlendirir (Gündoğmuş, 1992:41).

[5] Lenin, ünlü eseri “Ne Yapmalı?”da sendikaların sadece ekonomik mücadele ile yetinmelerini “ekonomizm” ya da “sendikalizm” olarak tanımlamış ve eleştirmiştir. Lenin, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında kurulacak olan bağın bir benzerinin, sendikalar ile işçi sınıfının devrimci partisi arasında kurulması gerektiğini özellikle vurgulamıştır (1992).

[6] İşçi sınıfının saflarında güvensizlik, umutsuzluk ve bölünme yaratan engellerin başında sendikal bürokrasinin varlığı gelmektedir. Sendikaların gerçek birer sınıf örgütlerine dönüştürülmesi için atılacak diğer adımların yanı sıra, sendikal bürokrasiye ve onun sendikalar içindeki “tutucu”, “gerici” etkisine karşı mücadele de ertelenemeyecek kadar önemli bir sorundur.

 

Adam Smith’i Anlamak

Üniversitelerde bilimsel ve felsefi düşüncenin tarihi genellikle soyut bir entelektüel etkinlik olarak algılanmaktadır. Bu konular, sosyal bilimlerin ancak bazı dallarında ele alınmakta ve az sayıda meraklı araştırıcının ilgisine terk edilmektedir. Üniversitede önemli olan günceli yakalamaktır. Ancak buradaki güncelliğin içeriği, toplumun karşı karşıya olduğu güncel sorunlar tarafından değil, son yıllarda üniversitelerin yaşadığı piyasa odaklı dönüşümle birlikte piyasanın gündelik/pratik gereksinimleri tarafından belirlenmeye başlamıştır. Üniversitelere hakim olan bu yeni anlayışın, güncel olgulara tarihsel bir bakış açısıyla yaklaşması beklenemez. Zaten üniversitelerde moda olan araştırma konuları da, yapıları gereği, bu tür bir yaklaşıma ihtiyaç duymamaktadır. Tüm bunlara rağmen üniversitelerde düşünce tarihi dersleri okutulmaya devam etmektedir. Bu yöndeki araştırmalar ise, ilginç ve eğlenceli bir entelektüel bir çaba olarak görülse de, pek ciddiye alınmamaktadır. Düşünce tarihi bir şekilde ele alındığında ise, insan düşüncesi, bilimdeki pozivist geleneğin yarattığı işbölümü ve uzmanlaşma doğrultusunda, felsefe tarihi, siyasi düşünce tarihi, iktisadi düşünce tarihi, sosyolojik düşünce tarihi vb. kompartımanlara bölünerek incelenmektedir. Böylece düşünce tarihinin evriminin bütünsel olarak incelenmesi olanaksız hale gelmektedir. Bu incelemelerde ise, geçmişteki düşünceler, bugünün “mutlak doğrular”ına ulaşma yolunda üretilen olgunlaşmamış düşünceler yığını olarak aktarılmaktadır. Burjuva idealizminin temsilcisi olan yerleşik akademik gelenek, düşünce tarihine mutlak bir özerklik atfederek, geçmişteki düşünceleri ortaya çıktıkları koşullardan soyutlayarak ele almakta ve geçmiş düşünceleri, bugün ulaşılmış mutlak doğrulara kıyasla eksik ve yanlış düşünceler olarak görmektedir. Bu yaklaşımın, toplumun mevcut güç ve egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmaya hizmet edeceği çok açıktır. Oysa düşünce tarihi incelemesi, sistematik düşünce ile bunların ortaya çıktığı maddi koşullar arasındaki karmaşık ilişkileri dikkate almadığı sürece gereksiz bir bilgi yığını olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Eğer düşünce tarihine ortaya çıktığı koşullar içinde bakılmazsa, Ortaçağ skolastiklerinin yazdıklarına bakarak, Ortaçağ toplumlarının Hıristiyanlıkla yatıp kalktıklarını, akşam yemeğinde din ve ahlakla beslendiklerini düşünmek işten bile değildir.

Bu uzunca girişi, iktisadın kurucusu sayılan Adam Smith’in düşüncelerinin güncel bağlamına işaret etmek için kaleme aldık. 18. yüzyılın düşünürü olan Adam Smith (1723-1790), kapitalizmin son 30 yılda emeğin kazanımlarına karşı yürüttüğü yeniden yapılanma stratejisinin ideolojisi olan neoliberalizmin öncü düşünürü olarak takdim edildi. Bu süreçte, Smith’in 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde dile getirdiği kimi düşünceler, neoliberalizmin piyasayı kutsayan görüşlerini meşrulaştırmak üzere sıkça gündeme getirildi ve onun görüşlerinin entelektüel itibarına yaslanarak, her türlü kolektif hak hedef tahtasına konuldu.

Ulusların Zenginliği’nin neoliberal mercekten yansıyan yorumuna göre, piyasa mekanizması, kendi haline bırakıldığında, her türlü sorunu çözmeye muktedirdir. Yine bu yoruma göre, Adam Smith, eserinde bu engellerin kaldırılması halinde piyasanın genel refahı artıracağını ve genel refahın nüfusun bütün sınıflarına adil bir şekilde dağıtılmasına hizmet edeceğini ortaya koymuştur. Piyasa, toplumunun en büyük handikabı olarak görülen bencillik ve kazanç peşinde koşmak, sanıldığı gibi kötü şeyler değildir. Smith, insanların bireysel çıkar peşinde koşmasına karşın, “görünmeyen bir el”in, bencil davranışların toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğurmasını sağladığını ortaya koymuştur. Sözgelimi, kâr elde etmek dışında hiçbir amacı olmayan bir kapitalist, aslında hiç de böyle bir şey amaçlamadığı halde, toplumun ihtiyaç duyduğu ürünleri piyasaya sunmakta ve işsizler için iş imkanı sağlamaktadır.

Ulusların Zenginliği’nin yayımlanmasının 200. yıldönümü olan 1976 yılı, eserin kapitalizmin güncel gereksinimleri doğrultusunda gündeme getirilmesinde bir dönüm noktası oldu. Bu yıldönümü, uluslararası kapitalizmin, 1970’li yılların başından itibaren karşı karşıya kaldığı kriz koşullarının kendisini her alanda hissettirdiği bir döneme rastgeldi. Bu yıllarda yaşanan kriz karşısında, kapitalizmin 1929 bunalımından sonra gündeme gelen ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra somut bir biçimde uygulamaya konulan Keynesçi politikaların, krizin nedeni olduğu savunulmaya başlandı. Toplam talebi geliştirmek amacıyla devletin ekonomiye etkin müdahalesini öngören Keynesçi politikalar, aynı zamanda sosyalizm tehlikesine karşı, Batı ülkelerindeki emekçilere verilen bir “sus payı”ydı. 1970’lerde başlayan yeni dönemde, fikri temelleri, ABD’de Hayek ve Friedman gibi burjuva ideologlar tarafından atılan neoliberal doktrin doğrultusunda, her türlü iktisadi sorunun kaynağında devletin piyasaya yönelik müdahalelerinin bulunduğu savunularak, piyasaların işleyişi önündeki engellerin kaldırılması için yoğun bir çalışma başlatıldı. Neoliberal ideologlara göre, kendi kendine işleyen piyasalar, etkin kaynak dağılımını sağlayarak, verimliliği ödüllendirerek, her türlü iktisadi ve sosyal problemin çözümünü sağlayacaktı. Piyasaların etkin bir şekilde işlemesinin önündeki en büyük engel ise, işçi ve emekçi sınıfların sahip olduğu yüksek ücret düzeyleri ile güçlü sosyal ve sendikal haklardı. Bu haklar, piyasada işgücünün serbestçe mübadelesini engelleyerek, piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelliyordu. Ekonomide yaşanan işsizlik, krizler, gelir adaletsizliği vb. sorunlar, piyasaya devletin müdahalesinden kaynaklanıyordu. Bu çerçevede, piyasanın özgürce işlemesinin önündeki her türlü engel ortadan kaldırılmalıydı. Batı kapitalizminin sosyalizm tehlikesine karşı kendi işçi sınıflarına sağladığı refah devleti uygulamaları, sadece bütçe açıklarına yol açmakla kalmıyor, insanları tembelliğe iterek, çalışkanların tembelleri finanse etmesine yol açıyordu. Bunun yanı sıra, ‘ulusal kalkınmacılık’ adı altında, geri ülkelerin korumacı gümrük tarifeleri uygulamaları da, piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelliyordu.

Neoliberalizmin ideologları, bu görüşlerini meşrulaştırmak üzere, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği eserinin neoliberal yorumunu popülerleştirilerek dolaşıma soktular ve Smith’i neoliberalizmin sembolü haline getirdiler. Öyle ki, 1980’li yıllarda İngiltere ve ABD’de iktidara gelen Thatcher ve Reagan yönetimleri, uyguladıkları özelleştirme ve deregülasyon politikalarını meşrulaştırmak için yoğun olarak Smith’in liberal mesajlarına atıfta bulundular. Ulusların Zenginliği’nin yayınlanmasının 200. yılında İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü (The Adam Smith Institute), “Smith’in mesajının günümüz diline çevirme” işini üzerine alarak, temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda Thatcher hükümetine danışmanlık yapmış, özelleştirme yanlısı argümanların popülerleşmesi için yoğun bir faaliyet yürütmüştür.

Adam Smith’in yukarıda ayrıntılı bir şekilde aktardığımız neoliberal yorumu bilinçli bir çarpıtmaya dayanmaktadır. Ancak bu çarpıtma, neoliberal dönemin ürünü değildir. Smith’in eserini kapitalizmin meşrulaştırılması doğrultusunda kullanma çabaları, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Smith’in iktisadi liberalizmle özdeşleşmesi, esas olarak, 19. yüzyılın ortalarına doğru liberal politik ekonomistlerin yaygınlaştırdığı Smith yorumuyla bağlantılıdır. Marx’ın klasik politik ekonominin zirve noktası olarak övdüğü David Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, İngiltere’de yükselen sanayi burjuvazisinin toprak sahiplerine karşı sınıf iktidarını tahkim etmesi ve modern işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, o güne kadar toplumdaki farklı sınıf çıkarlarını kabul eden ve bu sınıflar arasındaki mücadeleyi temel alan iktisadi literatür, burjuvazinin işçi sınıfına karşı günlük çıkarlarını meşrulaştırmak üzere bilinçli çarpıtmalara dayanan yüzeysel bir hüviyete bürünmüştür. Bu yüzeysel iktisat anlayışı, Smith’in eserini, yazıldığı toplumsal ve entelektüel bağlamdan kopararak, liberalizmin kutsal kitabına dönüştürmüştür.

Ulusların Zenginliği’nin 1937 yılında yayınlanan baskısına yazdığı önsözde Max Lerner (1937, s. v,ix), bu anlayışı şu sözlerle dile getiriyor: Ulusların Zenginliği yükselen kapitalist girişimcilerin, girişim özgürlükleri önündeki feodal kısıtlamalara, eski düşünce ve alışkanlıklara karşı yürüttükleri mücadeleye entelektüel bir gerekçe sağlamış, kazanç hırsına ve açgözlü tutkulara bir saygınlık ve kutsallık kazandırarak bu sınıfın iktisadi çıkarlarını rasyonelleştirmiştir”. Böylece Smith, “farkında olmadan, Avrupa’da yükselen kapitalist sınıfın paralı askeri olmuştur”.

Adam Smith ve eseri hakkındaki güncel ve tarihsel görüşler bunlar. Yukarıda bunun bir çarpıtmaya dayandığını savunduk. Çünkü Smith’in eserinde ele aldığı temel sorun, yukarıda yansıtılan çerçeveden tamamen farklı teorik öncüllere dayanıyor. Her şeyden önce, Smith, kapitalizmin henüz tüm kurum ve kurallarıyla egemen olmadığı bir dönemin düşünürüydü. Eserinde ele aldığı birçok mesele, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin sorunlarını yansıtıyordu. Smith, eserlerini, burjuvazinin Avrupa çapında feodalizme ve feodalizmin kalıntılarına karşı egemenlik mücadelesi verdiği, bu çerçevede toplumun geniş emekçi yığınlarına özgürlük ve adalet vaat ettiği bir dönemde kaleme almıştı. Başka bir deyişle, burjuvazinin, tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı bir dönemin burjuva düşünürüydü. Dahası Smith, 18. yüzyıl Aydınlanma geleneğinin İskoçya’da filizlenen özgün bir kolu olan “İskoç Aydınlanması” ekolünün önde gelen temsilcilerinden birisiydi. Smith, dönemin diğer Aydınlanma düşünürleri gibi, aklın, adaletin, refahın ve eşitliğin hüküm sürdüğü “iyi bir toplum” düşlüyordu. Ona göre, kapitalizmin gelişmesi, insanları bencil davranmaya yöneltse de, aklın ve uygarlığın gelişmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırarak “iyi bir toplum”un maddi koşullarını yaratıyordu. Smith’in ticari toplum diye andığı kapitalizm, kişisel bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselen ortaçağ dünyasına karşı, uygarlığın temel koşulu olan hukuken özgür bireylerden oluşan yeni bir toplum yaratıyordu. Eğer uygun kurumsal düzenlemeler yapılırsa, kapitalizmin yaratacağı sorunlar denetim altına alınabilir, kapitalizmin sağlayacağı dinamizmle elde edilecek zenginlik, toplumun tüm sınıflarına adil bir şekilde dağıtılabilirdi. Çünkü Smith (1937:79)’e göre, “[ü]yelerinin büyük bir bölümü yoksul ve perişan durumda olan hiçbir toplum elbette, gelişkin ve mutlu olamaz”dı.

Smith’in zenginliğin oluşumu ve bölüşümü konusundaki bu iyimser bakış açısı, onun politik ekonomiye bakış açısındaki ahlaki önyargılarla ilişkiliydi. Bu önyargılar, döneminin genel entelektüel algılama kalıbını yansıtıyordu. Bu bağlamda Smith’in temel meselesinin anlaşılabilmesi için ahlak konusundaki görüşlerine değinmek yararlı olacaktır.

Smith’in bu görüşleri, aşağıda ele alacağımız gibi, kapitalizmin eşitsizlik ve sefalet üreten doğası konusunda safdil bir iyimserliği barındırıyordu. Bu iyimserlik, kapitalizmin tarihsel olarak kurulmuş toplumsal ilişkilerini doğal yasaların işleyişinin sonucu olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Marks’ın Felsefenin Sefaleti’nde dikkat çektiği gibi:

Adam Smith ve Ricardo gibi klasikler, feodal toplumun kalıntılarına karşı hâlâ savaşım vermekle birlikte, yalnızca feodal izler taşıyan üretim ilişkilerini temizlemeye, üretici güçleri artırmaya ve sanayiye ve ticarete yeni bir hız vermeye çalışan bir burjuvaziyi temsil ederler. Bu savaşımda yer alan ve bu ateşli çaba içine çekilen proletarya, yalnızca geçici, rastgele sıkıntılar tadar ve kendisi de bunlara bu gözle bakar. Bu evrenin tarihçileri olan Adam Smith ve Ricardo’nun burjuva üretimi içinde zenginliğin nasıl elde edildiğini göstermekten, bu ilişkileri, kategoriler, yasalar biçiminde formüle etmekten ve zenginliğin üretilmesinde bu yasaların, bu kategorilerin feodal toplumun yasa ve kategorilerine oranla nasıl daha üstün olduklarını göstermekten başka bir görevleri yoktur. Onların gözünde sefalet, doğada olduğu gibi sanayide de, her doğumun getirdiği sancılardan ibarettir. (sf. 112-113)

Smith’in kapitalist toplumun gerçek niteliği konusundaki iyimser bakış açısı, onun politik ekonomiye bakışındaki ahlaki önyargılarla ilişkiliydi. Bu önyargılar, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin genel entelektüel algılama kalıbını yansıtıyordu. Smith’in kapitalizmin meşrulaştırılması yolunda sıkça kullanılan görüşlerinin gerçek mahiyetinin anlaşılması için, ahlak konusundaki görüşlerine değinmek yararlı olacaktır. Bu tür bir inceleme, günümüzün neoliberal propagandasının dayanaklarını ya da aynı anlama gelmek üzere dayanaksızlığını da ortaya koyacaktır.

AHLAK FELSEFECİSİ  OLARAK ADAM SMİTH

1737 yılında İskoç aydınlanmasının merkezi olan Glasgow Üniversitesi’ne giren Smith, burada, kendisinden çok etkileneceği Francis Hutcheson’dan ahlak felsefesi dersleri almıştır. O dönemde, Glasgow ve Edinburg gibi İskoç üniversiteleri, İngiliz üniversiteleriyle kıyaslandığında, entelektüel özgürlük açısından çok daha ileridedir ve Aydınlanma düşüncesinin merkezi durumundadır. Smith, burada maddeci tarih anlayışının öncülerinden Adam Ferguson’dan ders almış, maddeci tarih anlayışının bir diğer öncü düşünürü olan John Millar’ın hocası olmuştur. Smith, aynı zamanda David Hume’un yakın dostudur. Adlarını saydığımız bu düşünürler, İskoç Aydınlanması adı verilen entelektüel akımın en önemli temsilcileridir. Smith’in entelektüel kimliği de, İskoç Aydınlanmasının temel sorunlarına yanıt arama çabası içinde oluşmuştur.

İskoç Aydınlanması geleneği, 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin bir kolu olmasına karşın, Aydınlanma denilince ilk akla gelen Fransız Ansiklopedistlerinden farklı sorunsallardan hareket eder. Fransız ya da genel olarak Kıta Avrupa Aydınlanma geleneği, 18. yüzyılda hüküm süren feodal mutlak monarşilerin baskısı altında gelişen kapitalizmin önündeki engellerin kaldırılması için “doğa yasaları” argümanına başvurmuştur. Buna göre, kapitalist gelişmenin önündeki engeller, doğanın yasalarının ve bunun insan zihnindeki yansıması olan aklın kurallarının işlemesine engel olmaktadır. Anlaşılabileceği gibi, burada kapitalizmin gelişmesi bir doğa yasası olarak algılanmakta, başka bir deyişle, kapitalist toplumsal ilişkilerin başlıca kurumsal dayanağını oluşturan özel mülkiyet ve girişim özgürlüğü, şeylerin doğasına en uygun çerçeve olarak algılanmaktadır.

Henüz kapitalizmin egemen olmadığı, burjuvazinin feodalizme karşı tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmadığı koşullarda ortaya atılan bu düşünceler, Fransız Devrimi’nde berrak bir şekilde gözler önüne serileceği gibi, Aydınlanma düşünürlerinin sınıf körlüklerinin de temel nedenidir.

İskoç Aydınlanmasında ise, kapitalist toplumsal ilişkiler, hayata geçirilmesi gereken doğa yasaları olarak değil, verili toplumsal gerçeklik olarak algılanır. Çünkü, feodalizmin kimi kalıntıları hala varlığını sürdürse de, İngiltere ve İskoçya’da kapitalist düzenin egemenliği 17. yüzyıldaki 1640 ve 1688 Burjuva Devrimleri ile sağlanmış, iktidar, burjuvalaşmış toprak sahiplerinin kontrolündeki Parlamento’nun eline geçmiştir. Kralın otoritesi ise sembolik hale gelmiştir. Bu nesnel koşullar altında, İskoç filozofları, Fransız filozoflardan farklı olarak, gelişen kapitalist ilişkilerin yarattığı toplumsal ve siyasi sorunlara odaklanmıştır. İskoç Aydınlanmasının temel sorunu, “geleneksel ahlaki değerlerin yeni iktisadi koşullarla uzlaştırılması” olmuştur. Rekabet ve kişisel çıkar peşinde koşmanın hakim olduğu bir ticari toplumda, toplumsal yaşam için birleştirici ilke ne olacaktır? İskoç Aydınlanması içinde yer alan toplumsal kuramcılar, “ticari toplumun atomize bireylerinin nasıl bir araya getirileceği, iktisadi bireyciliğin hakim olduğu bir toplumun çöküşten kurtulması için neyin gerekli olduğu”, “bireyci bir toplumda erdemin nasıl korunacağı” sorularına yanıt aramışlardır. Bu konudaki tartışmanın ilk kıvılcımı, Bernard Mandeville adlı bir yazarın Arılar Masalı (Fable of the Bees) adlı eserinde ortaya attığı görüşlerle çakılmıştır. Mandeville, insanın doğası gereği bencil olduğunu, başkalarının durumuna ilgili olduğunda bile, bunu, beğenilme ya da övülme kaygısıyla yaptığını savunmuştur. Bu çerçevede, kapitalizmin yarattığı özel çıkar odaklı toplumdan şikayet etmek yersizdir. Çünkü ahlaki ölçütlerle değerlendirilip günahkarlıkla damgalanan her türlü eylem, aslında toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bu bağlamda Mandeville, hırsızlığın kilit yapımcılığını geliştirdiğini, 1666 yılında Londra’yı yerle bir eden yangının tuğla ve inşaat sektörünün büyümesine katkıda bulunduğunu söylemiştir.

Bu kışkırtıcı  görüşler, geleneksel ahlak felsefesinin etkisi altında bulunan İskoç üniversitelerinde büyük bir tepkiyle karşılanmış ve Mandeville’in ortaya attığı savlar, İskoç Aydınlanma geleneğinin temel tartışma konularından birisi olmuştur. Smith’in kuramsal vizyonu, bu soruya verilen çeşitli yanıtlar içinde gelişmiştir.

İskoç düşünürlerin 18. yüzyıl boyunca bu temel izlek doğrultusunda kaleme aldığı eserlerde, mekanik bir maddeci anlayışa dayanan, geçim biçimlerine göre tasnif edilmiş aşamalı toplum teorileri geliştirilmiştir.1 Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde de ele aldığı bu teoriye göre, insan toplumları, avcılık, çobanlık, tarımcılık aşamalarından sonra ticari aşamaya geçmiştir. Dönemin düşünürlerinin “ticari toplum” derken kastettikleri, kapitalist toplumdur. Bu eserlerde, geçim/üretim biçimi ile siyasal düzen ve düşünce biçimleri arasında mekanik nedensellik ilişkileri kurulmuştur. Dönemin düşünürleri, ticari toplumu tarihsel gelişmenin bir aşaması olarak görmelerine karşın, bu aşamayı “doğal özgürlük sistemi” adı altında tarihsel evrimin nihai aşaması olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın temel nedeni, ufuklarının burjuva mülkiyet ilişkileri ile sınırlı olması ve özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz bir doğal hak olarak görmeleridir. Bu düşünürlerden birisi olan Adam Smith, Ulusların Zenginliği’nde ticari toplumun tarihsel evrimin belli bir aşamasının ürünü olduğunu kabul etmiş ve bu aşamayı “açık ve basit doğal özgürlük sistemi” adı altında mutlaklaştırmıştır.2

Adam Smith, Mandeville’in ortaya atığı tartışmayı yakından izlemiştir. 1759 yılında yayınladığı Ahlaki Duygular Kuramı (The Theory of Moral Sentiments) adlı eserin daha girişinde Mandeville’in görüşlerine atıfla şunları söylemiştir:

Her ne kadar insanın bencil olduğu varsayılıyorsa da, insanın görmekten memnun olmak dışında bir kazancının olmadığı, onu başkalarının durumuna ilgili yapan ve başkalarının mutluluğunun kendisi için gerekli kılan kimi ilkeler vardır.” (Smith, 1976:9).

Smith’e göre, bu ilke, sempati ilkesidir. Sempati ilkesi, toplumsal sözleşmenin temelini oluşturur. İnsan, doğası gereği, kendisi ve diğer insanların duyguları arasında bir uyum arzusu duyar. Bu nedenle, belli bir toplumda yaşayan her insan, diğer insanlara sempati duyma potansiyeli taşır. Özetle, sempati, toplumsal bir varlık olarak insanın, kendini başkalarının yerine koyabilme özelliğini ifade eder. Smith’e göre, sempati ilkesi, Mandeville’in öne sürdüğünün aksine, bireyci bir ilke değildir. Ahlaki Duygular Kuramı’nda Mandeville’in bu yöndeki görüşlerini sert bir dille eleştirmiştir:

Ahlak dışı olanla ahlaki olan arasındaki farkı tamamen ortadan kaldıran bu yüzden de bütünüyle tehlikeli bir eğilim gösteren bir sistem daha var. Dr. Mandeville’in sisteminden söz ediyorum. …Dr. Mandeville edep duygusuyla beğenilmeye, övgüye layık olanı yapma isteğiyle girişilen her hareketi, beğenilme yada övülme isteğinden ya da kendi deyimiyle gösterişçilikten kaynaklanan bir hareket olarak görüyor. [Mandeville] başkalarının duygularıyla ilgili olan veya olması gereken her şeyi gösterişçilik olarak ele alıyor ve bu göz boyamacılık yoluyla bireysel ahlaksızlıkların toplumsal yararlar olduğu sonucuna varıyor.” (Smith, 1976:308)

Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, genel olarak sanıldığı gibi, ahlak sorunuyla değil, ticari toplumdaki bireyciliğin toplumsal düzen açısından yol açtığı sorunlarla ilgilenmiştir. Sözgelimi, eserde, adil ve iyi bir yönetim için, siyasi alanın bireysel çıkarlardan özerk kılınması kaygısı oldukça belirgindir. Başka bir deyişle, Smith’e göre, ticari çıkarların Parlamento’nun kararlarında belirleyici olması, adil bir yönetim için büyük sakıncalar doğuracaktır.

Ahlaki Duygular Kuramı, bugün anlaşıldığı şekliyle bir ahlak felsefesi metni olmamakla birlikte, Smith’in bu eserde savunduğu ahlaki görüşlerle 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği’nde dile getirdiği iktisadi görüşleri arasında bir çelişki olduğu savunulagelmiştir. İlk olarak 19. yüzyıl başlarında Almanya’da dile getirildiği için Almanca bir deyimle anılan (Das Adam Smith Problem-Adam Smith Sorunu) bu sözde çelişki, Smith’e dair entelektüel tartışmaların merkezine yerleşmiştir.

Esasen her iki eser dikkatle okunduğunda, ortada bir çelişki bulunduğunu söylemek zordur. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda geliştirdiği sorunsalı, ticari toplumun işleyiş ilkelerini ele aldığı Ulusların Zenginliği’nde izlemeye devam etmiştir. Smith’in amacı, herkesin kendi çıkarı peşinde koştuğu bir toplumda, toplumun her kesiminin yararına işleyecek bir düzenin olanaklı olduğunu kanıtlamaktır. Buradaki vurguya bir kez daha dikkat çekelim. Smith, herkesin kendi çıkarı peşinde koşmasının iyi bir şey olduğunu savunmamakta, ama herkesin kendi çıkarı peşinde koşması verili bir gerçeklik iken, uygun kurumsal düzenlemelerle iyi bir toplumun sağlanabileceğini savunmaktadır. Buradaki beklenti, kapitalizmin gerçekleri karşısında elbette naif bir iyimserliği barındırmaktadır. Hatta bu konuda bir adım daha ileri gidip, cehenneme giden yolun iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu söylemek de mümkündür. Nitekim, Smith’in Ulusların Zenginliği’nin bazı bölümlerinde, günümüzün neoliberallerinin yorumlarını haklı çıkaracak bazı yorumlarına da rastlanabilmektedir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında, Smith’in iyimserliği, kapitalist üretim tarzının çocukluk döneminin koşullarını veri almasından kaynaklanmaktadır. Smith, eserlerini kapitalizmin kesin zaferini ilan ettiği Sanayi Devrimi’nin arefesinde kaleme almıştır. Dolayısıyla sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı fabrika sistemi ile tanışmamıştır. Marx’ın deyişiyle, manüfaktür döneminin iktisatçısıdır. Eserinde, kapitalizme özgü sınıf ayrımlarını yansıtsa da, küçük üreticiliğin hala egemenliğini sürdürdüğü toplumsal koşulları yansıtır.

ULUSLARIN ZENGİNLİĞİ’NDE EKONOMİ POLİTİK VE DÜZEN

Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki en önemli savlarından birisi, “ticari toplum”un sağladığı zenginliğin bütün toplumsal sınıfların lehine sonuçlar doğurduğudur. Eserin girişinde, ticari topluma özgü bir kategori olarak tartıştığı işbölümünün yararlarından söz ederken, işbölümü sayesinde zenginliğin halkın en alt kesimlerine kadar ulaştığını vurgular. Smith, ticari toplumda rahatlık sağlayan maddelere ulaşmada sınıflar arasında farklar olduğunu kabul eder. Ancak ona göre, ticari toplumun sıradan emekçileri “üst katmanların gösterişli ve lüks yaşantısı ile karşılaştırıldığında çok basit ve sade” bir yaşam sürmelerine karşın, “Avrupalı bir prensin yaşantısı ile çalışkan ve tutumlu bir köylünün yaşantısı arasındaki fark, bu köylü ile on bin çıplak vahşinin yaşamları ve özgürlükleri üzerinde mutlak efendi olan çok sayıda Afrikalı kralın yaşantısı arasındaki fark kadar büyük olmasa gerektir.” (Smith, 1997, sf. 24-25)

Kapitalizmin övgüsü  gibi görünen bu satırlarda Smith’in amacı, kendi iyimser toplum kuramının maddi temellerini ortaya koymaktır. Smith, eserin girişinde, iğne manüfaktürü örneğinden yola çıkarak, işbölümünün emeğin üretkenliğine yaptığı katkının kaynaklarını ortaya koymuş, üretim sürecindeki teknik işbölümünü ele aldığı bu bölümün ardından “İşbölümüne Yol Açan Esas Üstüne” başlığını taşıyan 2. bölümde teknik işbölümü tartışmasını bir yana bırakarak, toplumsal işbölümünü tartışmaya başlamıştır. Smith (1937, sf. 13)’e göre, işbölümü: “insan doğasında pek geniş yer tutmayan belli bir eğilimin, çok ağır, yavaş yavaş gelişen ancak yine de zorunlu olan bir eğilimin; değiş tokuş, takas, bir şeyi başka bir şeyle mübadele etme eğiliminin sonucudur”. Smith’e göre, insanlardaki mübadele eğilimi, bütünüyle toplumsal süreçler olan dil ve iletişim olgusuna bağlıdır. Bu açıdan mübadele eğilimi, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, toplumun ahlaki yapısının korunmasını güvence altına alan sempati ilkesine benzer bir işleve sahiptir. Smith (1937, sf. 14)’e göre, mübadele toplumsal bir süreçtir. Bu nedenle, işbölümü, rekabet üzerinde değil, işbirliği üzerinde yükselir ve insanlar arasında geniş bir işbirliği ağı gerektirir. İşbölümünün hakim olduğu bir toplumda, insanlar kendileri farkında olmasalar bile, binlerce insanın işbirliği olmadan yaşayamazlar. İnsanları diğer hayvanlardan bu bağımlılık ayırır. Mübadeleyi zorunlu kılan bu bağımlılık ilişkisi, insanların hayvanlardan farklı olarak, “ortak bir yerde toplanmasını” ve kendi soylarının “daha iyi ve rahat donanımı” için katkıda bulunmalarını sağlar. Böylece, bir eksiklik gibi görünen bu zorunluluk, uygarlığın doğması ve gelişmesi için bir avantaj haline gelir. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, insan toplumundaki bağımlılıktan kaynaklanan işbirliği ağının, insanlar arasındaki sevgiye değil, fayda ilkesine dayandığının savunmuştur. Ona göre, bu, eleştirilecek bir şey değildir. Ulusların Zenginliği’nde, aynı ilkeyi şu çok ünlü sözlerle ifade etmiştir:

Yemeğimizi kasabın, biracının yardımseverliğinden dolayı değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz. Ve her zaman, kendi ihtiyaçlarımızdan değil onların kazançlarından söz ederiz.” (Smith, 1937, sf. 14)

Bu ünlü  ifade, genellikle ticari toplumun çıplak kişisel çıkar ilkesi üzerinde kurulu olduğunun kabulü olarak değerlendirilmektedir. Smith, gerek Ahlaki Duygular Kuramı, gerekse de Ulusların Zenginliği’nde, ticari toplumun kişisel çıkar üzerine kurulu olduğu düşüncesini benimsemesine karşın, insanların salt kişisel çıkar ilkesine göre hareket ettiğini değil, böyle hareket etmelerine karşın bütün toplumun yararı doğrultusunda işleyecek bir düzenin olanaklı olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu nedenle, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, toplumun “iyilik yapma” ilkesi olmadan ayakta durabileceğini, ancak adalet olmadan ayakta duramayacağını savunmuştur. Ulusların Zenginliği’nde ise, ticari toplumsal düzen ve ahlakın korunması için adaletin toplumun bütün üyeleri arasındaki iktisadi ilişkilerde hakim olması gerektiğini vurgulamış, bu yüzden tüccar ve sanayicilerin toplumdaki adalet duygusunu zedeleyen tekelci eğilimlerini mahkum etmiştir. Adaletin egemenliğini sağlamak için devletin “toplumun büyük çoğunluğunu yozlaşma ve dejenerasyondan” koruyacak müdahalelerde bulunması gerektiğini söylemiştir.

Smith’in Ulusların Zenginliği’nin önemli teorik konularından birisini oluşturan değer teorisi konusundaki görüşleri de, ticari topluma ilişkin ve siyasi ve ahlaki endişelerini yansıtır.

Smith’in değer kuramının başlangıç noktasını zenginlik kavramı oluşturmaktadır. Smith, zenginliği tüketim açısından değerlendirirken karmaşık bir yaklaşım sergilemiştir. Smith (1937, sf. 625)’e göre, “üretimin ana hedefi ve amacı” tüketimdir. Ulusal zenginlik, “acil tüketim için ayrılan stokun büyüklüğüne göre ölçülür”. Başka bir ifadeyle, zenginlik, toplumda varolan tüketim mallarının miktarına bağlıdır. Smith, ulusal zenginliğin toplam toplumsal tüketimden çok, toplumun ortalama üyesinin tüketim düzeyinin artması sayesinde artacağını savunmuştur. Smith (1937, sf. 823)’e göre, toplumun büyük çoğunluğunu “ağırbaşlı ve çalışkan” yoksul emekçiler oluşturur. Dolayısıyla ulusal zenginlik, ortalama emekçinin yaşam standartları açısından yaklaşık olarak ölçülebilir. Bu nedenle, Smith, reel ücretlerin artmasının topluma yararlı olduğunu ve malların ucuzluğunu sağlamanın ekonomi politiğin ana amacı olduğunu savunmuştur. Bu görüşün kapitalizmin gerçekleri ile bir ilgisi olmadığı kolaylıkla görülebilir. Nitekim, sanayi devriminin ardından yazan Ricardo, ücretlerle kârlar arasındaki çelişkiye dikkat çekecektir.

Smith (1937, sf. 30)’e göre, “her insan yaşam için gerekli maddelerden, yaşamı kolaylaştırıcı ve eğlendirici eşyalardan yararlanabildiği ölçüde zengin ve yoksuldur”. Her kişi, kendi tüketimini başkalarının üretiminden elde eder. Her kişinin tüketimi, diğer insanların emeğine bağlıdır. Toplumdaki her birey, kendi emeğinin ürününü başkalarınınki ile mübadele ederek, başkalarının emeğinden bir pay alır.

Smith, “emeğin tüm metaların mübadele değerinin gerçek ölçütü” olduğunu söyler.  Smith’e göre, bir kişinin zenginliği, onun diğer insanların emeği üzerindeki denetim gücü açısından ölçülür. “Bir şeyi elde etmiş olup elden çıkarmak ya da başka bir şeyle mübadele etmek isteyen kişi için, o şeyin gerçek değeri, kendi üzerinden atarak başkalarının sırtına yükleyebileceği eziyet ve zahmettir”.

Smith’in burada ortaya koyduğu yaklaşımın emek değer kuramı ile ilişkisi yoktur. Emek değer kuramına göre, her malın değeri, üretimi için gerekli emek miktarına bağlı olarak belirlenir. Smith’in, epeyce karmaşık bir biçimde ifade ettiği görüşlerinde, “emeğin değeri” (ücret) ile emek zamanı miktarını birbirine karıştırdığı görülmektedir. Emeğin kendisinin de bir meta olduğunu kabul ettiği halde, emeğin değerini, sabit bir ölçüt olan emek zamanı ile karıştırmıştır.3 Bu karışıklığı, Marx (1993, s.76) şöyle yorumluyor:

Metaların değerinin içerdikleri emek zamanı ile ölçüldüğünü söylerken, o, insanların, kapitalistler, ücretliler, toprak sahipleri, çiftçiler ..vb. olarak değil, basit meta üreticileri ve basit meta değişimcileri olarak karşılaştıkları burjuvazinin [kayıp cennet]ine ait bir şey olduğunu ifade ediyordu. O, durmadan, metaların değerinin taşıdıkları emek zamanı ile belirlenmesini, metaların değerinin emeğin değeri olarak belirlenmesi ile karıştırmaktadır; ayrıntılara girerek toplumsal sürecin eşit olmayan emekler arasında zorla kurduğu nesnel denklemi, bireysel emeklerin öznel haklar eşitliği olduğunu sanarak, her yerde tereddüde düşmektedir. Gerçek emekten değişim değeri yaratan emeğe… gelince, onu işbölümü ile gerçekleştirmeye uğraşmaktadır.

Smith, eserinde; toprak sahibi, kapitalist çiftçi ve ücretli emekçi arasındaki ilişki örüntüsünü temel aldığı halde, Marx’ın doğru bir biçimde işaret ettiği gibi, ufku, içinde yaşadığı sanayi öncesi dönemin basit meta üretimini ile sınırlıdır. Bu nedenle, emek değer kuramının, saf biçimiyle sermaye birikiminin ve toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı emekçinin kendi üretim araçlarına ya da emek koşullarına sahip olduğu ilkel döneme özgü olduğunu savunmuştur. Toplumun bu aşamasında, emek ürünü tümüyle emekçiye ait olduğu için, “herhangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel olarak harcanan emek miktarı, bu metanın satın alacağı, kumanda edebileceği ya da mübadele edeceği emek miktarını belirleyen tek koşuldur” (Smith, 1937, sf. 47-8).

Smith, basit meta üretimi ile sınırlı ufku nedeniyle, üretim araçları  üzerinde özel mülkiyet düzeninin hakim olduğu kapitalist toplumda, emek değer kuramının geçerli olmadığı sonucuna ulaşmıştır:

“Bir takım kişilerin elinde mal mevcudu birikir birikmez, bunlardan bazıları, bu mal mevcudunu doğal olarak gayretli kimseleri işe koşmakta, …bunların emeklerinin malzemelerin değerine kattığı şeyi satıp bir kâr elde etmek için bu insanlara iş malzemesi ve geçim maddeleri sağlayacaklardır. …Malzemelerin fiyatları ve işçi ücretlerini ödedikten sonra mal mevcudunu bu serüvene atmayı göze alan girişimcinin kârı olarak bir şeyin verilmesi zorunludur.” (Smith, 1937, sf. 48)

Yine benzer bir şekilde, bir ülkenin toprağının özel mülkiyete dönüşmesiyle, “tüm insanlar gibi toprak sahipleri de ekmeden biçmeyi severler ve toprağın doğal ürünleri için bile rant isterler.” (Smith, 1937, sf. 49)

Görüldüğü  gibi, Smith, üretimin modern kapitalist biçimi ile karşılaşınca, emek değer kuramını yadsımış; metaların mübadele değerinin, ücret, kâr ve rant gibi üç bileşenden oluştuğu düşüncesine yönelmiştir. Bunun, bir değer teorisi değil, bir fiyat açıklaması olduğu açıktır. Smith’in bu yaklaşımı, kapitalist toplumda bir doğal bölüşüm düzeninin inşa edilmesinin zorunlu önkoşulunu oluşturmaktadır:

…her ülkenin toplam yıllık emeğinin ürününü oluşturan metaların tümünün değeri, topluca ele alındığında, yine aynı üç bileşene ayrışmak zorundadır ve bunun o ülkede yaşayan çeşitli insanlar arasında emeklerinin ücreti, sermayelerinin kârı ya da topraklarının rantı olarak bölüşülmesi gerekmektedir” (Smith, 1937, sf. 52).

Smith (1937, sf. 50)’e göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeninin kurulmasıyla ortaya çıkan ücret, kâr ve rant biçimindeki bu üç gelir kategorisi, fiyatın bileşenlerini oluşturur. Smith’in değer sorununa yaklaşımındaki tutarsızlıklar bir yana, sorunu ele alma biçimi, ortaya koyduğu değer kuramının, aynı zamanda bir bölüşüm kuramı olduğunu göstermektedir. Ücret, kâr ve rant biçimindeki temel gelir kategorileri, toplumun üç ana sınıfı olan emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri arasındaki bölüşüm ilişkisini ifade etmektedir:

“her ülkenin toprağının ve emek gücünün yıllık ürününün tümü, ya da bir başka deyimle bu bir yıllık ürünün tüm bedeli, doğal olarak toprak rantı, emek ücretleri ve sermaye kârı şeklinde üçe ayrılır; bunlar rantla geçinen ücretle geçinen ve kârla geçinen üç ayrı halk katmanının gelirini oluşturur. Bunlar, her uygar toplumun, üç büyük özgün ve köklü katmanı olup, tüm diğer katmanların geliri önünde sonunda bunların gelirinden gelmektedir.” (Smith, 1937, sf. 248)

Smith, eserinin “Malların Doğal Fiyatı ve Piyasa Fiyatı” başlıklı bölümünde; ücret, rant ve kârın ortalama ya da alışılmış düzeyini belirleyen toplumsal ve kurumsal etkenleri tartışıp, bu doğal ücret, doğal kâr ve doğal rant oranlarının, doğal fiyat adını verdiği denge fiyatını oluşturduklarını savunur:

Bir metanın fiyatı, toprak rantını, emek ücretini ve o metayı yetiştirmek, hazırlamak ve pazara götürmek için kullanılan mal mevcudunun karının doğal oranlarına göre ödüyorsa ve buna yetecek miktardan ne az ne de çoksa bu meta doğal fiyatı adı verilebilecek bir fiyattan satılmaktadır.” (Smith, 1937, sf. 55-6, vurgu sonradan)

Smith’e göre, bir malın piyasada satıldığı fiyata piyasa fiyatı adı verilir. Piyasa fiyatı, doğal fiyatın altında, üstünde ya da ona eşit bir fiyat olabilir. Doğal fiyat, arz ve talep dengesi sonucu oluşur ve tüm meta fiyatlarının, “adeta, sürekli olarak çekimine kapıldıkları bir merkez fiyattır.” (Smith, 1937, sf. 58)

Smith’in ücretler ve rantların doğal düzeyi üzerine görüşleri, iktisadi zenginliği tüketimle ilişkili olarak gören teorik vizyonuyla uyumludur. Bu çerçevede yüksek ücretlerden yana olmuş ve topraktaki özel mülkiyetten kaynaklanan rantın da, ekonomide toplam talep için belirleyici bir unsur olduğunu savunmuştur.

Smith’in doğal kâr oranı konusundaki açıklaması ise, ücret ve rant konusundaki açıklamasından temelde farklıdır. Bu meseleyi ele aldığı bölümlerde, serbest rekabetin geçerli olduğu koşullarda sermaye birikiminin kâr oranını neden düşüreceğini açıklamıştır. Smith, sermayenin kârını ekonomi politiğe kazandırmış olmasına karşın, kârı, iktisadi büyümenin ana kaynağı olarak görmemiştir. Sermayenin kârını ele aldığı bölümde, ağırlıklı olarak, ücretlerin yükselmesi ve kârların düşmesinin iktisadi ilerleme için zorunlu olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Bu yaklaşım, Smith’in zenginlik anlayışı ve bu anlayışla bağlantılı olarak, toplumsal sınıflar hakkındaki görüşleriyle tutarlıdır. Dobb (1973, sf. 54-5)’un da vurguladığı gibi, Smith’e göre, sermaye birikiminin kaynağı, ücretli emekçilerin ve toprak sahiplerinin zenginliğindeki, dolayısıyla bunların tüketimlerindeki artışa bağlıdır. Bu sınıfların tüketiminin yüksek olması, reel ücretlerin yüksek ve mal fiyatlarının ucuz olmasına bağlıdır. Smith, doğal fiyat kuramını, bu gerekçeyle formüle etmiştir. Doğal fiyat üzerinden gerçekleştirilecek mübadele, verili ücret düzeyinde, malların en düşük fiyattan satılmasını güvence altına alacaktır. Bu nedenle, Smith’e göre, malların fiyatlarını artırmaya yönelik girişimler, toplumun zenginliğini azaltır. Öyleyse, malların piyasa fiyatlarını doğal fiyatın üzerinde tutan her türlü engel kaldırılmalıdır.

Kapitalist ekonominin işleyişinin temel mekanizmasının sermaye birikimi olduğu ve sermaye birikiminin temel kaynağının kârlar olduğu göz önüne alındığında, Smith’in bu konudaki görüşlerinin kapitalizm-öncesi bir vizyona dayandığı anlaşılmaktadır. Smith, aynı yaklaşım doğrultusunda, tüccar ve sanayicilere yönelik olumsuz düşüncelere sahiptir.

Ulusların Zenginliği’nde, sıkça tekellerin malların piyasa fiyatlarını doğal fiyatın üzerine çıkarmasından şikayet etmiştir. Ona göre, ortaçağ kalıntısı lonca tüzükleri ve çıraklık yasaları emeğin piyasa fiyatını doğal fiyatın üzerinde tutmasına karşın, bu durum, mal fiyatları üzerinde yüksek kâr oranları kadar etkide bulunmaz. Ücretlerdeki artış, malların fiyatları üzerinde aritmetik bir artışa neden olur. Buna karşılık, genel kâr oranlarındaki artış, belli bir malın üretimi sırasındaki bütün aşamalarda aynı kâr oranı uygulanacağı için, fiyatlar üzerinde geometrik bir artışa neden olur. Bu nedenle, Smith yüksek ücretlerden yakınan tüccar ve sanayicileri ikiyüzlü olmakla suçlamıştır:

Tüccarlarımız ve manüfaktürcü patronlarımız, yüksek ücretlerin fiyatları artırdığı için olumsuz sonuçlara yol açtığından ve dolayısıyla ülke içinde ve dışında malların satışının azalttığından fazlasıyla yakınırlar. Yüksek kârların olumsuz sonuçlarından ise söz etmezler. Kendi kazançlarının zararlı etkileri konusunda sessiz kalırlar. Yalnızca diğer insanların kazançlarının zararlı etkilerinden yakınırlar.” (Smith, 1937, sf. 98)

Smith’in tüccar ve sanayicilere yönelttiği eleştiriler, bu kesimlerin çıkarlarının toplumun çıkarlarına karşı işlediği varsayımına dayanmaktadır. Smith’e göre, zenginliğin doğal gelişmesi, tam rekabet aracılığıyla kâr oranının en düşük oranda olmasına bağlıdır. Tüccarlar ve sanayiciler, kendi kişisel çıkarlarına karşı olduğu için, genel çıkara hizmet eden bu sürece karşı direniş gösterirler. Yüksek kâr oranlarını korumak amacıyla, fiyatları olabildiğince yüksek düzeyde tutmaya çalışırlar ve böylece halkın çoğunluğunun tüketim düzeyini azaltarak, genel iktisadi büyüme hızını yavaşlatırlar. Bu nedenle, bu kesimlerin çıkarları toplumun çıkarlarına karşıttır:

Ticaret ve manüfaktürün özel bir dalıyla uğraşanların çıkarı her zaman için, bazı bakımlardan toplumun çıkarlarından farklı, hatta ona terstir. Pazarı genişletmek, rekabeti sınırlamak her zaman işadamlarının çıkarınadır. Pazarı genişletmek genellikle toplum çıkarına yeterince uygun düşebilir, ancak rekabeti sınırlamak her zaman toplum çıkarına aykırı olsa gerektir; bu, yalnızca işadamlarının kârlarını doğal biçimde olacak olanın üstüne çıkararak, kendi çıkarı için diğer yurttaşların üzerine saçma vergi koymalarını mümkün kılar. Bu katmandan gelen ticaretle ilgili yeni bir yasa ya da tüzük önerisi, daima büyük bir dikkatle dinlenmeli, uzun uzadıya hem büyük bir kuşkuyla hem de büyük bir özenle dinlenmeden asla kabul edilmemelidir. Çünkü bu öneriler, çıkarları hiç bir zaman genel çıkarlarla bütünüyle uyuşmayan, genel olarak halkı aldatmakta ya da ezmekte çıkarı olan ve dolayısıyla birçok kez hem halkı aldatmış ve ezmiş olan kesimden gelmektedir.” (Smith, 1937, sf. 250, vurgu sonradan)

Bu ifadeleri kaleme alan birinin kapitalistlerin “paralı askeri” diye anılması herhalde haksızlık olacaktır.

Smith’e göre, işadamları sınıfının çıkarları, genellikle bunları ticaret ve sanayide tekeller oluşturmaya yöneltir. Bu eğilimi şiddetle eleştiren Smith, eserinin IV. Kitabında, “tüccar ve manüfaktürcülerin bayağı açgözlülüklerinin ve tekelci tabiatlarının insanlığa zararlı eğilimler” olduğunu söylemiştir. Ona göre, “geçmişte ve günümüzde, kralların ve bakanların kaprisli tutkuları tüccar ve manüfaktürcülerin münasebetsiz kıskançlıkları kadar Avrupa’nın huzuruna zarar vermemiştir” (Smith, 1937, sf. 460). Smith’i en çok rahatsız eden konu, bu kesimin halkı aldatması ve kendi çıkarlarını toplumun çıkarı gibi göstermesidir. Tüccarlar ve sanayiciler, yüksek gümrük duvarları ve lonca yasaları sayesinde fiyatları yükseltirler. Ve bu yüksek fiyatlar:

…sonunda her yerde bu gibi tekellerin kuruluşuna hemen hiç karşı gelmeyen kırdaki toprak sahipleri, çiftçiler ve işçiler tarafından ödenmektedir. Bunların genellikle bir birlik oluşturmak için ne istekleri ne de olanakları vardır; tüccarlar ile manüfaktürcülerin safsataları ve kopardıkları yaygaralar, bir kesimin özel çıkarının, üstelik toplumun bir alt kesiminin özel çıkarının bütünün genel çıkarı anlamına geldiğine bunlara kolaylıkla inandırmaktadırlar” (Smith, 1937, sf. 127-8).

Smith’e göre, tüccar ve sanayicilerin “çıkarcı safsataları insanlığın sağduyusuna zarar verir”. Bu safsata ve yaygaraların sonucu, topluma tümüyle zararlı olan merkantil sistemdir.

Adam Smith’in merkantil sistem4 adını verdiği düzenlemeler bütünü, kapitalizmin 16. yüzyılla 18. yüzyıl arasındaki ilk döneminde hakim olan sermaye birikim modelidir. Bu sistem, kârın kaynağını üretimde değil ticarette gören geleneksel anlayış doğrultusunda, zenginliğin sadece dış ticaretten elde edilecek fazla ile sağlanabileceğini öngörmekte, bu çerçevede dış ticaret üzerinde tekeller oluşturarak, yeni oluşmaya başlayan ulusal devletlerin hazinesini zenginliğin temel ölçütü sayılan değerli madenlerle doldurmaya odaklanmaktadır. Merkantilist aşama, kapitalizmin oluşumu için gerekli ilk birikimin sağlanmasında büyük bir rol oynamıştır. Ancak sanayinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, dış ticaretin tekelci şirketler tarafından kontrol edilmesi, hammaddeleri bu tekellerden fahiş fiyattan almak zorunda kalan ve kendi mallarını özgürce pazarlama imkanları sınırlanan sanayicilerin tepkisini çekmeye başlamıştır.

Smith’e göre, merkantil sistem hile ve gözdağı ile oluşmuştur. Ve bu sistem, tüccarlar ve manüfaktür patronlarının sistemlerini sürdürmek için devleti baskı altına alması ve bir dizi ayak oyunuyla kendi çıkarlarına uygun yasaları çıkarması nedeniyle aşılamaz bir engel haline gelmiştir. (Smith, 1937, sf. 438)

Smith’in merkantil sisteme ilişkin eleştirileri, dönemin siyasal yapısına ilişkin yaklaşımını açık bir şekilde yansıtmaktadır. B. Moore (1989)’un ifadesiyle, 18. yüzyılda İngiliz devleti, “toprak sahipleri oligarşisi”nin egemenliği altına girmiştir. Devletin yasama işlevini yerine getiren Parlamento (Avam Kamarası), esas olarak toprak sahiplerinden (gentlemen) oluşmaktadır. Bu nedenle, 18. yüzyılın egemen siyasal retoriğinde, toprak sahiplerinin çıkarı toplumun genel çıkarlarıyla yakından ilişkilidir. Smith, toprak sahipleri sınıfının “çıkarlarının toplumun genel çıkarlarına kesin ve ayrılmaz bir şekilde bağlı” olduğunu savunmasına karşın, bu kesimin, “konumlarındaki rahatlığın ve güvenliğin doğal sonucu olan tembellik” nedeniyle, herhangi bir yasanın sonuçlarının nereye varacağını önceden kestirip anlamaları için kafaları gereğince işlemeyen cahil insanlar olduğunu söylemiştir. Buna karşılık, tüccarlar ve manüfaktür patronları, “tüm yaşamları boyunca plan ve tasarılarla uğraştıkları için genellikle toprak sahiplerinin çoğunluğundan daha keskin anlayışlıdırlar. Ancak bunların toprak sahiplerine üstünlüğü, genel çıkarları bilmelerinde değil, kendi öz çıkarlarını daha iyi bilmeleridir”. “Tüccarlar ve manüfaktür patronları öz çıkarlarına ilişkin bu üstün bilgileri sayesinde, toprak sahiplerinin cömertliğini istismar ederler. Ve toprak sahibinin değil kendi çıkarlarının toplumun genel çıkarı olduğu yönündeki gafil, ancak içten inanç ile toprak sahiplerini, hem kendi çıkarından hem de genel çıkardan vazgeçmesi doğrultusunda kandırırlar.” (Smith, 1937, sf. 249-50) Smith (1937, sf. 438)’e göre, nasıl bir ordu kendi güçlerini azaltmak istemez ve büyüdükçe devlet için bir tehlike haline gelirse, manüfaktür patronları da, lonca yasalarına dayanarak kendi iş alanlarında yeni rakiplerin olmasını istemezler. Bu kesim, “tıpkı fazla büyümüş bir ordu gibi, devlet için aşılması güç bir engel haline gelir ve birçok durumda, yasama organını sindirir.

Smith’e göre, merkantil sistemin temel ilkesi tekeldir. Tekel, üretimin baskı altına alınması ve doğal olmayan kâr ve fiyatların sürdürülmesi için rekabetin kısıtlanması anlamına gelir. Pazar üzerindeki ve diğer ekonomik kısıtlamalar, bireylerin emeklerini kendi belirledikleri alanda kullanmalarını sağlayan doğal özgürlüğünü ortadan kaldırır. En önemlisi, merkantil sistem, üretim ve tüketim arasındaki doğru ilişkiyi tersine çevirir. Oysa “üretimin tek amacı ve hedefi tüketim olmalıdır”. “Fakat merkantil sistemde tüketicinin çıkarları üreticinin çıkarlarına feda edilmiştir” (Smith, 1937, sf. 625). Smith’e göre, iktisadi büyüme toprak sahipleri ve emekçilerin refahına ve tüketime bağlı olduğundan, merkantil sistem bu kesimleri yoksullaştırarak, iktisadi büyüme oranını da düşürmektedir. Örneğin koloni ticareti üzerindeki tekel hakkı nedeniyle, büyük miktarda sermaye Büyük Britanya’nın dışına götürülmektedir. Ticari sermaye akışkan ve istikrarsız olduğu için ülkeye hiçbir yarar sağlamaz. Bu nedenle, Smith, sermayenin en üretken alan olan tarımda değerlendirilmesinden yanadır. (Smith, 1937, sf. 359)

Smith’e göre, ticaret ve sanayiye dayalı zenginlik, tarımdan farklı olarak, sabit ve kalıcı bir zenginlik biçimi değildir. Bu nedenle, tüccarlar ve manüfaktürcüler, belli bir ülkeye karşı sadakat duymazlar: “Tüccar açısından ticaretini nerede yürüteceği pek önemli değildir”. Dolayısıyla, bu zenginlik, ulus açısından tümüyle istikrarsızdır. Buna karşılık, toprak sahipleri oturdukları ülkede sabit bir çıkarları olduğu için, gelişmenin doğal seyrini saptırmakta bir çıkarları yoktur. Zenginliğin tarıma dayalı doğal gelişmesi, rantları artıracağı için, bunlar oturdukları ülkeye karşı sadakat duyarlar ve en önemlisi, “taşralı mülk sahipleri ve çiftçiler, sahip oldukları üstün onur duygusuyla, bütün toplumun, tekelin lanetli ruhundan en az etkilenen üyeleri” oldukları için erdemin ve uygunluğun (propriety) en önemli temsilcileridir (Smith, 1937, sf. 395, 428).

Smith’e göre, merkantil sistemin bu olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için ekonomi dışı bir zor uygulamaya gerek yoktur. Bu sistemin dayandığı korumacı ve kısıtlayıcı düzenlemelerin kaldırılması yeterlidir. Smith’in tüccar ve sanayiciler üzerine olumsuz görüşleri, onun serbest rekabet sistemini savunmasının ardında yatan temel nedeni oluşturmaktadır. Ona göre, rekabetin iktisadi işlevi, tekelleri engellemek ve kâr oranını, en düşük normal oranına indirmektedir. Bu durum, toplumun çoğunluğunun ihtiyaçlarını düşük fiyattan sağlamalarını güvence altına alır. Rekabetin tesis edilmesi, merkantil düzenlemelerin kaldırılarak, yeni bir hukuksal zeminin oluşturulmasını gerektirir. Smith’e göre, bu hukuksal çerçeveye uyma zorunluluğu, bireysel özgürlüğün temel kısıtını oluşturur. Dolayısıyla: “Her insan adaletin yasalarını çiğnemediği sürece, kendi çıkarlarını kendi bildiği yol doğrultusunda izlemekte ve kendi çalışması ve sermayesi ile başkalarıyla rekabet etmekte özgürdür” (Smith, 1937, sf. 651).

Smith’e göre, tam özgürlük sisteminin en önemli sonucu, bütün fiyatların doğal düzeyine inmesidir. Doğal fiyat, yalnızca belli durumlarda değil, her zaman serbest rekabet fiyatıdır ve bir ulusun zenginliği için en iyi fiyattır. Smith, zenginliği sıradan emekçinin gerçek yaşam standardı açısından tanımladığı için, doğal fiyatın, uzun dönemde toplumun çoğunluğu için elde edilebilir en düşük fiyat olduğunu ve en geniş miktarda malın sürekli üretilmesini sağladığını savunmuştur.

Smith, Ulusların Zenginliği’nde, rekabetin yalnızca, fiyatların ve kâr oranının düşmesine yol açmadığını, aynı zamanda tüccar ve sanayicileri toplumun geleneksel uygunluk standartlarına uymaya zorladığını vurgulamıştır. Smith’e göre, rekabet ilkesi, sağladığı piyasa disiplini ile, tüccar ve sanayicileri dengeli ve toplum yararına davranışa zorlayan bir araç işlevi görmektedir:

Zanaatların daha iyi yönetimi açısından, loncaların gerekli olduğu iddiasının hiçbir temeli yoktur. Bir zanaatçının üzerinde gerçek ve etkili olan disiplin, loncanın değil, müşterinin tavrından kaynaklanır. İşçinin hile yapmasını engelleyen, ihmalkarlığını gideren şey, elindeki işi yitirme korkusudur. Tekelci bir lonca bu müşteri baskısını kaçınılmaz bir şekilde zayıflatmaktadır. Çünkü bu durumda iyi de çalışsalar kötü de çalışsalar belli bir grup zanaatçıya iş vermek gerekmektedir” (Smith, 1937, sf. 129).

Bu yaklaşım, Smith’in piyasanın görünmez eline yönelik övgüsünün altında, kaynak dağılımındaki etkinliği sağlama kaygısından çok, piyasa toplumunun en karakteristik üyeleri olan tüccar ve sanayicilerin bireyci faaliyetlerinin yol açtığı ahlaki dejenerasyonun olumsuz etkilerini ortadan kaldırma endişesinin olduğunu göstermektedir (McNally, 1988, sf. 227).

Görüldüğü  gibi, Smith’in serbest piyasa savunusunun dayanağını oluşturan görüşlerinin, neoliberallerin yansıttığı yorumla hiçbir ilişkisi yoktur. Smith, kapitalizmin manufaktür aşamasında, serbest rekabetin düşük fiyatlara yol açtığı, tekelleşmenin devlet eliyle kurulmuş ticaret tekelleri dışında söz konusu olmadığı koşullarda, rekabetin olumlu sonuçlarına dikkat çekmiş, ama bunu yaparken kapitalist girişimcilerin gündelik çıkarlarını değil, kafasındaki ütopik toplumsal düzenin gereklerini dikkate almıştır. Neoliberallerin Smith yorumu ise, tekellerin gücünü tahkim etmek üzere, Smith’in “çalışkan ve ağırbaşlı” emekçilerinin kazanılmış tüm haklarını hedefe koyan bir piyasa fetişizmine dayanmaktadır. Adam Smith’in neoliberal yorumunun temelsizliği, devlet müdahalesi bağlamında daha açık olarak ortaya çıkmaktadır.

ULUSLARIN ZENGİNLİĞİ’NDE DEVLET MÜDAHALESİ

Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki tarım vurgusuyla bağlantılı olarak, devletin rolü konusundaki görüşlerini ele almak yararlı olacaktır. Smith’in toplumsal düzen ve istikrarı, kişisel çıkar peşinde koşan bireyler arasındaki özgür ilişkilerin sonucu olarak gördüğü ve bu çerçevede her türlü devlet müdahalesine karşı olduğu düşüncesi, toplumsal bilimler alanında çok geniş bir kabul görmektedir. Ulusların Zenginliği bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu yaklaşımın, tümüyle yersiz olmasa bile, önemli kuramsal sorunlar içerdiği ve Smith’i çağdaş tartışmalarda referans olarak kullandığı ölçüde anakronizme düştüğü görülebilmektedir.

Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki devlet, toplumsal sınıflar ve siyasetle ilgili görüşleri tutarlı bir bütün oluşturmaktadır. Smith, eserinde, çağdaş anlamda devletin ekonomiye müdahalesi sorununu değil, ticari toplumun iktisadi ve toplumsal ilerlemeye hizmet etmesini sağlayacak yasal ve kurumsal düzenleme sorununu tartışmıştır. Başka bir ifadeyle, devlet sorununu, ticari ilişkilerin toplumun bütün üyelerinin yararına işlemesini güvence altına alacak kurumsal mekanizma olarak ele almıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Smith’in, “müdahaleci” bir devlet anlayışına sahip olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir.

Smith’in devlet konusundaki görüşlerinin temelini, esas olarak, ticari toplumun ana motifi olan kişisel çıkar ilkesinin yol açtığı olumsuz iktisadi ve toplumsal sonuçların ortadan kaldırılması endişesi oluşturmaktadır. Sivil toplumda hakim olan ilişkileri genel yarara hizmet etmesini sağlayacak bir kurumsal çerçeve oluşturma endişesi, Smith’in bütün entelektüel sisteminin özünü oluşturmaktadır. Smith, sivil toplumdaki ilişkilerin düzenlenmesi sorununa, bir ahlak felsefecisi olarak da yakından eğilmiştir. Yukarıda değindiğimiz gibi, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, ticari toplumda, toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan ahlaki bozulma ve bunun doğurduğu siyasal sonuçlarla yakından ilgilenmiştir. Smith’i, Ulusların Zenginliği’ni yazmaya yönelten de aynı endişe olmuştur.

Ulusların Zenginliği’nde, kişisel çıkara dayalı faaliyetlerin doğal yasaların işlemesini engellediğini ifade ederek, bu yöndeki faaliyetleri keskin bir dille eleştirmiştir. Ona göre, kişisel çıkar ilkesinin iktisadi ve toplumsal hayatta egemen olması, istikrarlı ve uyumlu bir toplumsal yapının oluşturulması için gereken siyasal reformların ve iktisadi ilerlemenin karşısına aşılamaz engeller çıkarmaktadır. Bu nedenle, yukarıda aktardığımız gibi, eserinde geleneksel merkantilist düzenlemelere dayanan tüccar ve sanayicilere karşı keskin eleştiriler yöneltmiştir.

Smith, kişisel çıkar peşinde koşmanın yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak için, devletin toplumdaki adalet ilkesini hakim kılmasını ve kişisel çıkarların serbest piyasanın doğal düzenine zarar vermesini engelleyecek bir kurumsal çerçevenin oluşturulması gerektiğini savunmuştur: Böyle bir kurumsal çerçevenin oluşturulması, bu çıkarlar tarafından yönlendirilmeyen bir siyasal iradeye dayanmak zorundadır. Bu nedenle, Smith, devletin yasama organının kişisel çıkarlar alanının üzerinde olması gerektiğini savunmuş, tüccar ve sanayicilerin siyasal nüfuzuna önlem olarak, toprak sahiplerine dayalı bir yasama organından yana olmuştur. Ona göre, toprak sahiplerinin egemen olduğu bir Parlamento, “kişisel çıkarların bitmeyen haykırışlarını değil genel çıkarın geniş bir görüşünü temel alacaktır”. Bu tür bir kurumsal güvence altında işleyen bir “ticari toplum”, Smith’in iyimserliğine uygun bir “yeryüzü cenneti” olarak işleyecektir.

SONUÇ

Smith’in ortaya koyduğu kuramsal çerçevenin kapitalizmin gerçekliğini yansıtmadığı kolaylıkla görülebilir. Smith, tüm iyi niyetine rağmen, ufku burjuva üretim koşulları ile sınırlı olduğu için, kapitalizmi tarihsel evrimin nihai aşaması olarak görmüş, küçük üreticilere dayalı bir kapitalizm idealini “doğal özgürlük sistemi” olarak yüceltmiştir. Tam da bu nedenle, Smith’in yaşadığı sanayi kapitalizmi öncesi dönemin özellikleri dikkate alındığında, “iyi niyetli” sayılabilecek görüşlerinin, kapitalizmin meşrulaştırılması yolunda kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Ancak yine de, Smith’in eserinde, politik ekonominin, Marx’ın elinde kavuştuğu olgun biçimin izi sürülebilmekte ve bugüne dair çok zengin düşünceler bulunabilmektedir. İşin ilginci, Adam Smith’i popülerleştiren liberal iktisatçıların ezici çoğunluğu, Ulusların Zenginliği’ni okumamıştır. Okumaya kalktıklarında ise, iktisat biliminin tarihdışı mekanik yaklaşımının rahlesinden geçtikleri için, hiçbir şey anlayamamaktadırlar. Smith’in büyüklüğü, bugün iktisat biliminden kovulmuş olan tarihsel yaklaşıma sahip olmasında yatmaktadır. Çünkü kapitalizm, kendi egemenliğini mutlaklaştırmak için insanlığın belleğini yok etmeye, bu çerçevede tarihi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Burjuvaziye karşı, burjuvazinin ilerici döneminde üretilen ve insanlığın ortak birikiminin bir parçasını oluşturan bu tür eserler okumuş işçiler ve onların aydınları tarafından okunmalı ve yeniden değerlendirilmelidir.

Gönderme Yapılan Kaynaklar:

–    Maurice Dobb (1973) Theories of Value and Distribution since Adam Smith. Cambridge University Press: Cambridge.

  • Adam Ferguson (1966). An Essay on the History of Civil Society. D. Forbes, (Ed.), Edinburgh University Press: Edinburgh.
  • Karl Marx  (1993) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev. S. Belli, Sol Yayınları: Ankara.
  • David McNally (1988) Political Economy and the Rise of Capitalism: a Reinterpretation. Berkeley: University of California Press.
  • Barrington Moore (1989) Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri. Verso: Ankara.
  • Adam Smith (1937) An iInquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. Edwin Cannan, (Ed.), New York: The Modern Library.
  • Adam Smith (1976) The Theory of Moral Sentiments. D.D. Raphael and A.L. Macfie (Ed.), Clarendon Press:Oxford.
  • Adam Smith  (1997) Ulusların Zenginliği. Çev. A. Yunus ve M. Bakırcı, Alan Yayıncılık: İstanbul.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑