Burjuva İdeolojik Kuşatma ve Devrimci Aydın Sorumluluğu

Halkın talepleri üzerinden sürdürülen mücadeleye karşı, burjuvazi cephesinden, hükümet yöneticileriyle sermaye basın-yayın organlarında kürsü ve köşe edinmiş sermaye sözcüleri, eğitim kurumları ve dini kurumsal aygıtın görevlilerinin çok büyük kesimi tarafından, hemen her fırsatta ve denebilir ki en fazla kullanılan “argüman”lardan biri de, emekçilerin mücadelesini ifade eden politikaları “ideolojik tutum” olarak adlandırıp, gereksiz göstermek ve suçlamaktır. Bu söylem ve suçlama, işçi grevlerinin, gençlik eylemlerinin ya da kimi “sol” parti ve örgütlerin açıklama ve faaliyetinin söz konusu olduğu her dönemde olduğu gibi, son zamanlarda, özellikle Başbakan ve hükümetinin çeşitli sözcüleriyle sermaye basınındaki kimi yazar/gazeteciler tarafından yeniden yoğunlaştırıldı.*

Hükümet temsilcileri açısından herhangi bir “ilke” aramamak gerekir. Riyakarlığı amaç için araç olarak değerlendiriyorlar. Kendilerini burjuvazinin ideolojik savaş görevlileri sayan yazar ve gazeteciler ise, bu iddialarını kanıtlamak üzere “ideolojisizlik”(!) vaazında bulunan uluslararası üne sahip burjuva teorisyenlerin tezlerinden alıntılar yaparak, görüşlerinin etkisini artırmaya ve yürüttükleri sınıf savaşını burjuvazinin çıkarlarından, bu çıkarların ifadesi olan burjuva ideolojisinden bağımsız göstermeye çalışıyorlar.

Bu tutum, burjuva ideolojik savaş mantığı ve taktiğine uygundur. Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilere karşı aralıksız sürdürdüğü sınıf savaşının ideolojik cephesinde, bu savaşın “ideolojik olmadığı” söyleminin kendisi, çünkü, baştan aşağı ideolojiktir. Burjuvazi ve temsilcileri, işçilerin üretim sürecindeki kendi rol ve yerini algılamaları ve kapitalist toplumsal üretim ile onun belirlediği sömürüye dayalı ilişkilere karşı mücadeleye atılmalarını önlemek üzere, bu söyleme ve ideolojik savaşa başvururlar.

BURJUVAZİ BUNA NEDEN İHTİYAÇ DUYAR?

Burjuvazi, egemen güç olarak, ideolojik savaşa neden gereksinim duyar? Sistemini kurmuştur; onu savunma araç ve kuvvetlerine sahiptir. Topluma egemen görüşler burjuva görüşlerdir. Buna rağmen, bu ihtiyaç nereden kaynaklanmaktadır?

Sermaye egemenliği, tüm toplumsal ilişkileri belirleyen başlıca kaynak olmasına ve burjuvazinin sınıf aygıtı, baskı aracı olan devlet makinesiyle korunmasına karşın, burjuvaziyi, işçi ve emekçilere karşı ideolojik-politik ve iktisadi mücadeleyi sürdürmeye yönelten, buna zorunlu tutan temel neden, bu sistemin kendisidir. Kapitalizmin sömürü sistemi olması, onu, sömürülenler ile sömürenler arasındaki, ancak kapitalizmi tasfiye edecek bir devrim ile ortadan kaldırılabilir olan çatışmaya mahkum eder. Kapitalizm tarihi, bu mücadelenin de tarihidir. Sömürülenlerin uyanışı ve sömürü koşullarını ortadan kaldırmaya yönelmesi, kapitalizm ve egemen sınıfı burjuvaziyi, –onun asalaklarını– yok oluşa götürecektir. Burjuvazinin yürüttüğü ve yürütmeye mahkum olduğu sınıf savaşı, onu yok oluşa götüren bu çelişkiden doğar. Kapitalizm koşullarında bu çelişkinin varlığı engellenemeyeceğinden, burjuvazi, onun sonuçlarını engellemeye, en azından geriye atmaya koyulur. Basın-yayın, radyo-televizyon-eğitim kurumları, dini aygıt ve görevlileri, devletin siyasi-askeri ve adli kurumları ve sermaye partileri, genç kuşakların ve tüm emekçi topluluklarının burjuvazinin çıkarları yönünde “bilinçlendirilmeleri” için aralıksız bir sınıf savaşı yürütürler. Böylece, bu “insan yığını”, hangi role uygun olması isteniyorsa, o yönde ve ona uygun şekillendirilmeye çalışılır. Onlardan, devlet otoritesine itaat, egemen sınıfça uygun görülenlerle yetinme ve tüm toplumsal olumsuzlukları “takdir-i ilahi” gören bir anlayışla hareket etmeleri istenir ve beklenir. Egemen sınıfın egemen düşüncelerinin ifadesi olarak burjuva ideolojisinin yığınların beynine ve davranışlarına hakim hale gelmesi için sürdürülen bu aralıksız sınıf mücadelesi, ona karşı başkaldırıyı engelleyici-zorlaştırıcı işlev görür ve aykırı seslerin zor yoluyla bastırılması politikasıyla birlikte boyun eğme/tabi olma anlayışını besler.

Kapitalist sınıf, toplum üzerindeki hakimiyetini, üretim araçları mülkiyetine, bu mülkiyeti elinde tutmaya borçlu olmasına karşın, burjuva propagandası, onu, tüm toplumun toplumsal varlığını sürdürmesinin koşulu olarak gösterir. Burjuvazi bununla da kalmaz; özel mülkiyeti korumak ve sürdürmek üzere oluşturduğu sınıf devletini, “tüm toplumu düzenleyen bir mekanizma” olarak gösterir. Bu sınıf egemenliği aygıtı, “toplumun üzerinde” yer alıyor görünmekle birlikte, burjuvazinin, günümüzde esas olarak tekelci burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ‘makinesi’ olarak işlev görür. Buradan şu sonuç çıkar: Burjuvazi ve onun devlet yönetenlerinin varlıklarını sürdürmeleri, emek-gücü sömürüsüne bağlı/bağımlı ve koşulludur! Emek-gücü sömürüsü olmadan, yönetici ve hakim konumlarını sürdüremezler; bu bir yana, var bile olamazlardı. Kapitalizmin belirleyici temel özelliği, kâr için üretim olmasıdır. Emek-gücünü belirli bir ücret karşılığı satın alan/kiralayan kapitalist, onu, ödediğinden daha fazla bir değer üretmek –artı-değer ve kuşkusuz daha fazla kâr elde etmek– için satın almak ya da kiralamakla, bu kullanım süresi içindeki tüm hareketini kontrol ve yönlendirme olanağını ele geçirir. Kapitalistin varlığı ve yaşamı işçinin çalışmasına ve üretimine bağlı olmasına karşın, üretim araçlarının kapitalistin özel mülkiyetinde olması, toplumsal bünyede ve işçinin zihninde, burjuva propagandacıları tarafından “işverenler olmadan işçiler çalışacak iş bulamaz, açlıktan ölürler!” şeklinde ifade edilen bir yanılgı oluşturulmasına, üstü örtülü kapitalist çıkar savunuculuğuna neden olur. İşçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin baş-aşağı çevrildiği burjuva kurgusu; kapitalistin yaşam gereçlerini ve kapitalist olmasını sağlayan artı-değer üretimini gerçekleştiren işçi gerçeğinin üzerini örter. Oysa artı-değer olmaksızın, kapitalistin, üretilen metaları paraya çevirip bir kısmını kişisel gereksinmelerine harcaması, diğer bir kısmını sermaye olarak değişim sürecine koyması; hammadde, fabrika arazisi, binası ve makine teçhizatını alması/yaptırması ya da yenilemesi mümkün olmayacaktır.

Burjuvaziyi ideolojik mücadeleye zorunlu tutan ve emekçilerin aldatılması ihtiyacını belirleyen başlıca neden ve etkenler, işçi ile kapitalist arasındaki bu uzlaşmaz çelişkide  “gizli”dir! Halk kitlelerinin, burjuvazi ve onun devleti; partileri, hükümetleri ve öteki kurumları ve yönetimi olmaksızın toplumsal yaşamlarını sürdüremeyeceklerine inandırılmaları –bunun ne kadar süreyle sürdürülebileceği ayrı bir konudur–, azınlık bir kesimin, tüm emekçilerin omuzları üzerinden sömürüye dayanan hakim durumunu sürdürmesini olanaklı kılacak, en azından kolaylaştıracaktır. Emekçi kitlelerinin karşı karşıya oldukları sorunların çok pratik ve açık halleriyle onların kendi çıkarlarına “sırt çevirir duruma getirilmesi” için yürütülen propaganda ve bu propagandayı besleyen kırıntı kabilinden ekonomik-sosyal ve –bazen de– politik reform biçimindeki uygulamalar arasındaki açık çelişkiye rağmen, egemen sınıf ve ideologları, bu mücadelelerinde, haksızlıklarına ve tarihsel olarak geçiciliğine karşın başarılı olabilirler.

Burjuva propagandası, burjuva ideolojisi –ve onun tüm biçimleri­–, sistemi ölümcül kılan emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmeyi esas alır. Amaç, emek-gücünü sömürerek sistemini oluşturan ve sürdüren sınıfın ve onun politik-askeri ve diğer kurumlarının tüm toplumun ve tüm halkın refahı/huzuru ve daha eksiksiz haklara sahip olması için çalıştığı ve var olduğu anlayışını hakim ve sürekli kılmaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin zayıf ve geri düzeyde seyrettiği hemen tüm dönemlerde, bu saldırı yoğunluk kazanır. Hedefi emekçilerin kendi güçlerine güvensizleşmelerini, kazanabileceklerine dair güvenlerini yitirmelerini sağlamaktır.

BU NASIL GERÇEKLEŞTİRİLİYOR?

Topluma egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olması, burjuvazinin ideolojik mücadelede etkili ve başarılı olmasının başlıca etkenlerinden biridir. Kitleler, kökleri binlerce yıl öncesine giden, geleneksellik kazandırılmış ve sömürü toplumlarının egemenlerince yaygınlaştırılmış hurafe ve doğmaların etkisi altındadırlar. Doğa bilimlerindeki gelişme ve Ortaçağ karanlığına karşı girişilen modernist Aydınlanmanın sağladığı ilerleme ve kırılmaya rağmen, dini ideolojinin ve dogmaların kitleleri kuşatan etkisi, olgularla ilişki biçimlerini “aklın süzgecinden geçirme”lerini engellemeye devam etmektedir. Burjuvazinin sınıf çıkarları, bu etkinin, Kilise, Cami ve Havralar kullanılarak, dini-mezhebi ayrımcılık ve baskılar aracıyla çeşitli inanç kesimlerinin birbiriyle ilişkilerinin sabote edilmesini de içeren devlet politikalarıyla canlı tutulması ve takviye edilip yedeklenmesini sağlar. Kilise, Hıristiyanlığın; Cami ve Diyanet İşleri gibi devlet kurumları, İslamiyet’in bekçileridir. Kapitalistler ve burjuva devletiyle iç içe, karşılıklı olarak birbirlerini besler ve korurlar. Kitlelere, “ortak inanç ve ideolojiye sahip oldukları” bilincini ve otoriteye itaati empoze etmekle görevlidirler. Dogmaları kuşaktan kuşağa aktarır; bilimsel düşünmenin yolunu kesmek için çaba gösterirler.

Tüm yeni kuşaklar, aile ortamında ve ilkokuldan (şimdilerde çocuk bakımevleri-kreşler-anaokulları aracıyla daha erken yaşa alınmıştır) başlayan ve 22-24 yaşlarına dek süren eğitim süresince, egemen sınıfların çıkarlarının ifadesi olan egemen ideolojiyle, deyiş yerindeyse, doldurulurlar. Genç nesillere bu ideoloji benimsetilir ve onların, bu çıkarları esas alarak düşünmeleri ve hareket etmeleri sağlanmaya çalışılır. Kapitalizmin çarkını çevirecek kuvvetlerin bu çarkın işleyiş amaç ve kurallarına uyum göstermesi, burjuva eğitim sisteminin temel işlevini oluşturur. Kapitalist çarkın çalışanlarının ve yöneticilerinin önüne konan, çarkın falso yapmadan çevrilmesi için uyumlu; eğitimli ve vasıflı kuşakların yetiştirilmesidir. Bu görevliler ordusu, burjuva ortama “doğmuşlar” ve bu ortamın kültürüyle eğitilmişlerdir. Burjuva gelenek-görenek ve alışkanlıkların gücüyle donanmışlar; onun düşünüş tarzıyla yoğrulmuşlardır. Kendilerini, burjuva ideolojisini yayma ve geleceğe taşımakla sorumlu görmektedirler. Başka bir ifade ile, burjuvazi, onları, egemenlik sistemine uyum göstermekle kalmayıp onu güçlendirebilecek bir ideolojik eğitimden geçirmiş ve bu ideolojiyi kitlelere götürmeleri ya da daha yerinde bir deyişle, kitleleri bu ideolojiyle eğitip yönlendirmeleri için görevlendirmiştir. Bir bölümü, üst yapı kurumlarının çeşitli kademelerinde görevlendirilmiştir ve diğer bazıları ise, “medya”da, okul ve sağlık kurumlarında, araştırma-inceleme gruplarında, üniversite kürsülerinde yer almış olarak, sermayeye hizmet eden değer yargılarının aktarılması ve sömürülen sınıfların eleştirilerine karşı savunulması görevini üstlenmişlerdir. Burjuvazinin elindeki ve denetimindeki kitle iletişim araçları emekçilere yönelik faaliyetinde, sermayenin hakimiyetini ve çıkarlarını ve onun ürünü düşünce biçimlerini esas alırlar. “Beşikten-mezara” eğitim anlayışının burjuva içerik ve amacı gibi, burjuvazinin iletişim araçlarına biçtiği işlev de, kitlelerin, olay ve gelişmeleri, onun beklenti ve çıkarları yönünde değerlendirecek bir ‘manipülasyon’dan geçirilmeleridir.

Kültürel birikimi temsil, kültürün geliştirilmesi, korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasıyla “görevli” olan burjuva aydınları/eğitimcileri, sömürüyü kaçınılmaz gösteren anlayış ve ilişki biçimlerini, korunup aktarılması gereken “kültür” olarak gösterirler. Eğitim görmüş ve çoğunlukla toplum bünyesinde ve orta katmanlarda yer edinmiş burjuva sınıfın “organik aydın temsilcileri”yle kapitalizme iman etmiş liberal “bilim insanları”, yazar ve sanatçılar, uygulamalı bilim dallarının yetkili temsilcileri, görüşlerini şekillendirecekleri ve yayacakları araç ve olanaklara sahip olarak, egemen sınıfın kültürünü; onun aktarılmasında ve geliştirilerek etkin kılınmasını istediği anlayış ve düşünüş tarzını yineleyerek ve yenileyerek sürdürür, yaygınlaştırılması için çalışırlar. Daha ilk okul sıralarından başlayarak, çocuk ve genç yaştaki on milyonlarca insanın burjuva devletine bağlı, hakim sınıfın çıkarlarını gözeten kural/kaide-değer yargılarını benimseyecek tarzda eğitilmiş olması, milliyetçi-militarist görüşleri kesin doğrular olarak gören bu yazar-sanatçı-edebiyatçı-bilim insanı, sosyal araştırmacı ve tarihçilere, burjuva özgürlüğünü “herkesin özgürlüğü” olarak gösterme; polis baskısı ve terörünü, iktisadi- sosyal ayrıcalıkları yasalara bağlayan egemen görüşü “demokrasi” olarak parlatma olanağı sunar.

Bu eğitimci, kültür-edebiyat insanı, tarihçi vb. burjuva ideolojik cephenin gönüllü savaşçıları, insan hakları ve “eşitlik” üzerine söylemden geri durmamalarına rağmen, şu ya da bu büyük kapitalist/emperyalist gücün herhangi bir diğer ülke ve halka yönelik silahlı şiddetini, işgal ve yağmasını “teröre karşı savaş”(!) adına hak sayar, üstün silah gücüne ve ekonomik kaynaklarına dayanarak yayılma politikası izlemeyi değil, ama bu yayılmacılığa karşı şiddet araçlarını da içeren direnmeyi “terör” olarak gösterir ve ezilmesini isterler. ABD’nin, İngiltere ve İsrail’in nükleer, kimyasal ve biyolojik bombalara, atom bombalarına sahip olmalarına itirazları yoktur, ama örneğin İran’ın aynı silaha sahip olma yönündeki girişimlerini “dünyayı tehdit eden tehlike”; Kuzey Kore’nin durumunu “dünya barışını sabote eden korsan devlet” olarak gösterirler. En liberalleri ve sözde en demokratları, Amerikan-NATO bombardımanlarıyla buna karşı ortaya çıkan “terör eylemleri”ni(! bir ve aynı görürler. Filistin gruplarının şiddete başvurmalarıyla İsrail’in Filistin Arap topraklarında giriştiği 60 yıllık yağma ve imhayı “her türlü şiddete karşı olma”(!) vaazıyla özdeş gösterirler. Ulusal kimliği, dili, kültürü ve yaşamı sürekli yok edilmeye çalışılan, asimile edilmeleri amacıyla bin türlü yöntem ve aracın kullanıldığı Kürtlerin ulusal kaderini eline alma istemini, onu boyunduruk altında tutmak ve kendi “ulusal bünyesinde eritmek” için yapmadık zulüm bırakmayan devletin ve egemen sınıfın politikalarıyla çeliştiği için “bölücülük” olarak suçlayıp “itidal”e ve “makul çözüm”e çağırırlar. Onlara göre, burjuvazi “hümanist”/ insan hakçıdır ve uygar dünyanın temsilcisi ‘Batı’, “özgür/hür dünya”yı temsil etmektedir!

“Bütün insanların eşit ve aynı haklara sahip oldukları” üzerine propagandaları, burjuvazinin ayrıcalıklı sınıf konumunu savunma ve kitleler açısından saklı tutma amaçlıdır. Üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetini ve kapitalist sınıfın, işçiyi, ancak soyunu sürdürmesine yetecek asgari gereksinmelerini karşılayabileceği bir ücret ödeyerek, kendi belirlediği koşullarda çalıştırmasını, kaçınılamaz bir ilişki tarzı olarak gösterirler. Emek-gücünün harcanmasıyla yaratılan değerden emek gücüne ayrılan payı (ücret) düşük tutarak kârını artırmayı hedefleyen kapitalistlerin politikasını, “maliyetleri düşürme” propagandasıyla haklı gösterir; burjuva çıkarlarıyla “memleket çıkarları”nı özdeş gösterme pahasına, kapitalist iktisadi politikayı, “memleket çıkarları”yla açıklamaya girişirler. Sermaye basın-yayın organları haber verir ve yorum yaparken bunu gözetirler.

İletişim ve ulaşım araçlarının, basım-yayım evlerinin, kağıt fabrikalarıyla antrepo ve depoların, büyük arazilerle boş bina ‘stokları’nın denetimini ellerinde tutanlarla, makine teçhizatı/fabrika komplekslerini özel mülk edinmiş olanların durumunu, herhangi işi, sosyal güvencesi olmayan ya da emek-gücünü sattığı halde geçimini dahi sağlamakta güçlük çeken milyonların durumuyla “eşit” göstererek, bunu demokrasinin yürürlükte olmasına kanıt sayarlar.

Sermaye hakimiyeti ve sınıf sömürüsüne karşı tutum alarak emekçilerden yana çıkan aydınları, burjuvazi ve burada sözü edilen bilinçli uşakları, “hainlik”, “vatansızlık”, “anarşistlik” vb. ile damgalayarak, onların savundukları düşüncelerin toplumu “dinamitleyeceği” korkusunu yaygınlaştırmaya çalışırlar.

Bu “kültür”; bu düşünüş tarzı ve ideolojik bakış, ‘ulusal sınırlar’a özgü olmak gibi kimi özelliklerine karşın, burjuva emperyalist anlayış ve politikaya da bağlanmıştır. Uluslararası gericiliğin ve tekellerin çıkarlarının ifadesi olan düşüncelerle bir biçimde birleşmiş, sermayenin uluslararası çıkarlarına bağlanmıştır. Bu özelliğiyle de, tıpkı burjuvazinin uluslararası bir sınıf olması gibi, bu düşünce tarzı da, uluslararası sermayenin dünya hakimiyeti ideolojisinden beslenir ve ona güç verir hale gelmiştir. Gelişmiş kapitalizm, çünkü, hemen tümünün ticari ilişkiler içine çekilmesi uzun on yılları bulan milletleri artan oranda yakınlaştırmış; sermaye ve emek ‘ihracı’yla, nüfus ve işçi göçüyle çeşitli milletlerden işçilerin bir arada bulunmalarını sağlayarak da, onları, burjuvazinin uluslararası bir sınıf olmasına benzer şekilde, uluslararası proletaryanın fiziki güçlerine dönüştürmüştür.

EMEKÇİ MÜCADELESİNE BAĞLANAN AYDININ SORUMLULUĞU

İşçilerin, işsizlerin, kent ve kır yoksullarının varlığı ve farklı yaşam koşulları, toplumun sınıflara bölündüğünün göstergesidir. İçinde yaşadığımız toplumu tanımak isteyen herhangi bir aydın, ezilenlerin yaşamını göz önünde tutmadan, az çok bilimsel ve gerçekçi bir sonuca ulaşamaz. Sömürülen kitleler, egemen sınıfın ve ideologlarının onlara empoze ettiği “değerler” nedeniyle, boyun eğme, bekleme ya da küçük kırıntılarla teselli bulma gibi tutumlar almakla birlikte, yaşadıkları/içinde tutuldukları koşulların değişmesi/değiştirilmesi istemine de sahiptirler. Sömürü ilişkilerinin ve ağır yaşam koşullarının değiştirilmesi için çeşitli biçimlerde eylemlere girişir ve bu eylemler içinde ortak yanlarını daha fazla görerek, sömürülen ve ezilen sınıf tavrını geliştirirler. Onların kendi deneylerinden edindikleri bu tecrübe ve “bilinç kırıntıları”nın sosyal-iktisadi ve tarihsel süreç ve olguların bilimsel irdelenmesinden çıkarılmış sonuçlarla birleşmesi, bu sınıf tavrı ve politikasının, sömürüden kurtulma mücadelesine doğru gelişmesine hizmet eder. Devrimci aydın sorumluluğu, emekçilerin mücadelesine katılarak, bu sürecin daha az sancılı şekilde yaşanması için çaba göstermeyi gerektirir. İşçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesini olanaklı kılan üretim ilişkileri ve toplumsal koşulların temelden değişmesi, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine son verilmesine bağlıdır. Devrimci-Marksist aydın, sanatçı ve bilim insanı, doğa ve toplum yasalarının bilimsel akli analizini yaparak, ve kapitalizmin artı-değer sömürüsüne dayandığını göz önünde tutarak, bu sonuca ulaşan aydındır. Bu durumu, ona, halkın tüm sınıf ve tabakalarının burjuva ideolojisiyle kuşatılmış olmasını gözeterek, toplumsal sorunları bulanıklığa meydan vermeyen bir açık görüşlülükle irdeleme ve açıklama sorumluluğu yükler. Bu, tutarlı bir demokrasiden yana ilerici aydın açısından da gereklidir.

Emekçilerden yana aydın sorumluluğu, ayrıcalıklı-sömüren sınıfın baskı ve şiddetinin tüm biçimlerini tüm çıplaklığıyla göstermeyi gerektirir. Artı-değerden aldığı pay ve hükümetlerin özel kayırmalarıyla “bekçi köpekliği”ni üstlenmiş burjuva propagandacının “ülkenin çıkarları işçinin de fedakarlık yapmasını gerektiriyor. Hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz batarız. İşçiler de sendikalar da makul olmalıdırlar!” şeklinde ifade ettikleri, görünürde pozitif ve “genelin çıkarları”nı gözetir gözüken söyleminin; sermaye kârını esas aldığını, onu örtmeye yönelik biçim kurnazlıklarını da göstererek teşhir etmek, devrimci aydının kaçınamayacağı/kaçınmaması gereken bir sorumluluğudur. Polis rejimi altında kıstırılmış toplumlarda ortaya çıkacak kitlesel öfke ve direnişlerin şiddet boyutuna varması ile burjuva gerici şiddet politikaları ‘aynı’ ve ‘benzer’ görülemez. Baskı altında inletilenlerin durumunu gözetmeyen “şiddet kimden gelirse gelsin karşısındayım!” söylemiyle, “barışçıl” bir söylem belki geliştirilebilir, ama, sistemin ürünü baskıyı, ona karşı doğan öfkeli dirençle karıştırmak gibi ciddi bir yanılgıya da düşülmüş olunur. Kapitalizm koşullarında eşit olma olanaksızlığını gözetmeyen bir “eşitler” tasavvuruyla, liberal aydının sürdürdüğü demagojik vaazlara karşı etkili bir mücadele sürdürülemez.

Demokrasi, işçinin kapitalist ile iktisadi-sosyal ilişkilerinden kopuk, ‘salt siyasal’ bir sorun olarak darlaştırılamaz. İşçiye dayatılan çalışma koşulları ve düşük ücret uygulamaları, işten atma, sosyal hak gaspları, hükümet-devlet politikaları dışında; kurumsal ve burjuva temsilcilerin müdahalesi olmaksızın gerçekleşen işler değildirler. Burjuva devleti, kapitalistlerin artı-değer sömürüsünü güvenceye alan/koruyan bir sınıf hakimiyeti aygıtı/baskı aracı-‘makinesi’dir. Devrimci ve Marksist aydın, Kürt sorununda, “barışçıl bir çözüm!” talebini gündeme getirmeyi dahi “bölücü ve komünistlerin işi” sayan Türk şoveni anlayış ve propaganda karşısında, ‘sinik’ bir ruh hali ve tutumu reddeder. Kürt sorunuyla bağlantılı olarak, bugüne kadar yaşanmış olaylar ve sonuçları, ulusal tam hak eşitliğini tanıma dışında gerçek bir çözümden söz edilmesine olanak kalmadığını göstermektedir. Sorunun çözümü, Kürtlerin ulusal iradesi tarafından belirlenecek bir kabulden geçmektedir. Türk burjuva devletinin on yıllar boyu uyguladığı şiddet, kan dökme, asimilasyon ve askeri harekatlarla yok etmeye çalışma; kimliklerini ifade ve dillerini kullanma olanaksızlığı ve sosyal-siyasal-psikolojik imha politikalarına rağmen, Kürtlerin Türk halkıyla birlikte yaşamayı sürdürmekten yana tutum almalarını dahi doğru değerlendiremeyecek kadar bağnaz gerici ve ırkçı olan burjuva politikası ve propagandasına karşı, ulusal tam hak eşitliği savunusunda kararlılık göstermek, özellikle Türk halk kitlelerinin sorunun çözümü için daha aktif bir tutum alması açısından büyük öneme sahiptir.

Ücret sorunu, bazı küçük burjuva politik çevrelerin aşağılamayla belirttikleri gibi, “mide doldurma sorunu” değil, dolaysız biçimde sınıf mücadelesi sorunudur. Kapitalistlerle hükümetlerinin ücretleri düşük tutarak kârı artırma politikalarına karşı, işçiler, ücretlerini yükseltme savaşı vererek, ortak sınıf tutumunda birleşirler. Kapitalist, işgününü uzatarak (mutlak artı-değeri) ve teknik buluşları, artan oranda, daha fazla üretimi gerçekleştirmek üzere sürecin unsurları haline dönüştürerek, makinenin teknik yenilenmesi ve daha az işçiyle aynı ya da daha fazla üretimi gerçekleştirmeye (nispi artı-değer sömürüsü) çalışarak, kârını artırmak ister. Burjuvazinin işçilerden istediği verimlilik artışı ve üretim kitlesinin büyütülmesidir. Bunu, tüm toplumun daha rahat yaşamı için bir zorunluluk olarak gösterir ve liberal çanak yalayıcılarının desteğiyle yürüttüğü propagandayla, işçilerden, buna inanmalarını ister. Burjuvazi, kapitalizmin hemen tüm tarihi boyunca, üretkenliği artırmak için teknolojik yenilikleri devreye koymaya çalışmıştır. Aynı, hatta daha fazla ürünün birkaç, belki de onlarca kat daha az bir süre içinde üretimini hedefleyen bu yenilikçilik, işçi açısından, daha fazla sömürünün olanaklarının genişletilmesi anlamı taşımaktadır. İşçilerin buna karşı, ücretlerini yükseltme, işgününü kısaltma ve işsizliğe karşı mücadele ederek verdikleri, sınıf kavgasıdır. Buradan da, işçi sınıfının, artı-değer sömürüsünü olanaklı kılan üretim tarzına ve ilişkilerine son verecek bir mücadeleye yönelmesinin zorunluluğu çıkar.

Bu durum, devrimci-ilerici aydını, burjuva ‘kitle iletişimi’ yöntem ve biçimlerinin sömürü ve sınıf baskısıyla ilişkisini açığa çıkararak, halk kitlelerinin olayları gerçek niteliğiyle; bağlantıları ve gerisindeki güç ve dayanaklarıyla görmelerine yardımcı olacak bir çalışma içinde olma sorumluluğuyla yüz yüze bırakır.

İşçi sınıfının uluslararası eyleminden ve tarihsel geçmişinden çıkarılmış deneysel genel sonuçların bilgisine sahip olunduğunda, engel teşkil eden sorunların giderilmesi ve hareketin bir sınıf hareketi olma bilinciyle ileriye atılmasına yardımcı olunacaktır.

Burjuva propagandası ve burjuvazinin ideolojik savaşı, işçi ve emekçilerin sömürü sistemini sorgulamalarını, sömürülme ve baskı altında oluşlarını “belirlenmiş değiştirilemezlik” olarak algılayarak, boyun eğmelerini sağlama amaçlıdır. İşçi ve emekçiler ise, burjuvazinin önlerine çıkardığı engellere rağmen, kendi nesnel durumlarının bilgisini edinerek, insanca yaşam için gerekli koşulları yaratma mücadelesine yönelirler. Yanılgılarından kurtulmaları, mücadelelerinin hız kazanması ve başarıya ulaşmasına hizmet eder. Marksist devrimci aydın sorumluluğu, burada devreye girer ve önem kazanır. Onun eylemi ve aydınlatma çalışmasının başarılı olmasının koşulları, sanıldığının aksine, kapitalist gelişme ve bilim ve teknikteki ilerlemeler tarafından daha fazla olanaklı hale getirilmiştir.

Bugünün dünyası, işçi ve emekçilerin onu ‘tanımaları’ için daha uygun koşullara sahiptir. Bilim ve teknikteki ilerleme; iletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması, burjuva tekeline ve onun bin tülü engellerine karşın, emekçilerin de bu gelişmelerden yararlanma olanaklarını genişletmiştir. Okur-yazarlık düzeyi daha yüksektir. Teknik-mesleki eğitimden geçerek kalifiye işgücü haline gelen kesimler daha geniştir. İşçi ve emekçilerin, farklı sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerini ve sömürülmelerini sağlayan üretim tarzıyla ve bundan kurtulmanın yol ve yöntemlerini görüp anlamalarının olanakları daha da genişlemiştir. İletişim araçlarındaki gelişmeyi; bilgisayar ağını ve cep telefonunu emek-gücünün rolü ve işçi sınıfının mücadelesinin aleyhine bir durum olarak gösterenler, işçilerin bir cep telefonu mesajıyla direniş başlatıp ayaklanmaya çevirmelerinin, şartel indirme ve direniş içinde ne tür taktiklerin izlenebileceğini anında birbirlerine iletmelerinin, bir yerde başlamış eylemi, öncesinde gerekli hazırlık yapılmış ve bilinç ve örgütlenmenin durumu uygun ise, anında her yere yaygınlaştırmanın olanağı olarak değerlendirebileceklerini, bilgisayar ortamından aynı şekilde yararlanabileceklerini ya akıllarına getirmek istemiyorlar ya da bilerek gizlemeye çalışıyorlar. İşin esasına bakılırsa, bu gelişmeler, devrimci militanın ve işçi sınıfının mücadelesine bağlanmış aydının işini de kolaylaştıran gelişmelerdir. Kapitalizm, kendisini yıkıma götürecek maddi güçleri durmadan yaratmaya devam ettiği gibi, bu güçlerin mücadele araç-gereç, olanak ve biçimlerini de zenginleştirmeye devam ediyor.

Bilgi birikimi ve kaynaklarının esas olarak egemen sınıf ve onun çıkarlarına bağlanmış, bu çıkarları savunmayı mesleki kariyer ve rahat yaşamının koşulu olarak gören iktidar propagandacılarının elinde olduğu doğrudur. Okul ve eğitim sistemi, aynı doğrultuda çalışır. Ancak burjuvazi, emekçi çocuklarının bilgiye ulaşmalarını, ilerici-Marksist-materyalist aydınların, bilgi birikiminden emekçi sınıflar yararına kullanılabilecek olanlarını alıp geliştirmelerini bütünüyle önleme olanaklarına sahip değildir. Toplum, tornadan çıkmış pürüzsüz demirden farklı olarak, canlı, sürekli değişim ve gelişim içindeki bir ilişkiler bütünü, çok çeşitlilikler gösteren canlı bir organizmadır.

Bu da, sınıf sömürüsünü gizlemek için burjuva ideolojisinin başvurduğu hile, entrika, çarpıtma ve belirsizleştirmelerin emekçi kitleler içindeki ve üzerindeki etkisini zayıflatıcı ve dayanaksızlığını açığa çıkarıcı faaliyetin toplumun ezilen kitleleri içinde karşılık bulmasını sağlar. İşçiler, tüm bu körleştirme ideolojisinin barikatlarını, her gün yaşadıkları sömürü gerçeğini görerek yıkacaklardır. Onlar, sömürüyü görmemezlik edemezler; çünkü günlük yaşamlarında sürekli yüz yüze geldikleri somut bir şeydir, o. Bunu nasıl yapacaklarına dair genelleştirilmiş bilgiye ve yöntem zenginliğine ise, ihtiyaçları vardır.

Ne Yapmalı’da Örgüt ve Profesyonel DevrimcilikSorununun Ele Alınması Üzerine

Lenin’in “Ne Yapmalı” adlı yapıtı, hiç kuşku yok ki, pek çok ülkede olduğu gibi, ülkemizde de, Leninist bir partinin örgütlenmesi ve çalışmasının kapsamı, parti örgütünün kurulmasında ve politik çalışmanın niteliğinin yükseltilmesinde gazeteye verdiği tayin edici rol konusunda temel bir anlayışı ortaya koyması ile önem kazanmıştır. Ama yine hiç kuşku yok ki, parti ve örgüt sorunu, pratik ve ideolojik çalışmanın kapsamı ve ihtiyaçları, bu yapıtta da vurgulandığı gibi, tarihsel dönemin özelliklerinden, politik koşullardan, içinden geçilen süreçten, dönemin ihtiyaçlarından bağımsız olarak ele alınamaz.

“Ne Yapmalı”da ortaya konulan örgütlenme planı, illegalite koşullarına zorunlu olarak mahkum olmuş, bu arada merkezi bir örgütlenme ve çalışmadan yoksun kalmış, ekonomistçe bir faaliyetin yeterli görülmesi nedeniyle amatörce bir çalışmaya saplanıp kalmış bir çalışmadan ve böylesi bir dönemden çıkışın temel unsurlarını ortaya koymaktadır. Bu çıkışta, “tüm Rusya’yı kapsayan illegal siyasi bir gazetenin”, kurulacak merkezi örgütün “iskelesi ve iskeleti”ni oluşturması gerekmektedir.

“Ne Yapmalı”da, illegal temelde profesyonel bir örgütün inşasında, merkezi, illegal bir gazetenin örgütlenmesinin tayin edici olacağı çarpıcı bir biçimde işlenir. Ama bu kitap, diğer pek çok önemli sorunu da ele almıştır. İdeolojik mücadele, yürütülecek çalışmanın kapsamı, ekonomizm ve amatörlük bu sorunlar arasındadır. Ama bütün bu sorunların çözümünde de merkezi bir örgüt, ve bu örgütün yaratılmasında gazete tayin edici bir rol oynadığı için, bütün Rusya çapında illegal siyasi bir gazetenin örgütlenmesi hep öne çıkmıştır. Kuşkusuz bugün de, farklı tarihsel koşullarda, merkezi bir örgütün varlığı ve farklı araçların da devreye girdiği koşullarda, halen politik günlük çalışma ve bu çalışmada gazetenin tutması gereken yer sorunu, devrimci işçi partileri için temel sorunlardan birisi olmaya devam etmektedir.

Ama burada, “Ne Yapmalı”, işlediği bütün yönleriyle ve genel olarak değil, daha sınırlanmış bir alanda; sorunun anlaşılması bakımından önemli olduğu için, o dönemin kısa ve genel bir özeti eşliğinde, kısaca, örgüt ve özellikle de profesyonel devrimcilik sorununu nasıl ele aldığı yönüyle işlenecektir. Çünkü bu sorunlar, devrimci işçi partilerinin işçi sınıfının ve gençliğin ön saflarını kucaklayarak her dönemde yeniden inşasının temel sorunları olmaya devam etmektedir. Bu nedenle, “Ne Yapmalı”yı bir de bu yönüyle yeniden irdelemek her halde yararlı olacaktır. Konuyu bu çerçevede belirlemek ve sınırlamak, zorunlu olarak alıntıları fazlalaştırmakta ve bazılarının uzun tutulmasına yol açmaktadır. Okurun bunu anlayışla karşılayacağını umarız. Ama bu durum, kuşkusuz zaman zaman bugünün sorunlarına kısa göndermeler yapmayı ve sorunların benzerliklerine ve farklılıklarına işaret etmeyi engellemeyecektir.

Hatta konuya tam da buradan girmek, belki daha yararlı olacaktır. Sorunu, şu çarpıcı yönüyle ortaya atmak olanaklıdır. Ülkemiz örneğinden yola çıkarsak, öncesi bir yana, yakın dönemde ve bugün pek çok işçi kesiminin şu ya da bu fabrikada veya bütün bir işkolunda –yakın dönemde TEKEL örneği– ya ekonomik ve sosyal haklar için ya da örgütlenme hakkı için mücadeleye, direnişe geçtiği görülmektedir. Bu direniş ve mücadeleler, kendi içerisinden kararlı, militan öncü işçiler de çıkarmaktadır. Bu “sınıf savaşçıları”nın ne kadarı daha ileri bir mücadeleye kalıcı olarak kazanılabilmekte, kararlı sosyalizm savaşçıları olarak örgütlenebilmektedirler?

Ya da soruyu şöyle sormak da olanaklıdır: Mücadeleler içerisinde öne çıkan bu işçi militanları, genç devrimcileri, profesyonel devrimciler, giderek “politik önderler” olarak yetiştirmeyi, örgütlemeyi başaramayan bir işçi partisi, sınıfın ve halkın daha geniş kesimlerini kucaklamayı başarabilir, devrimci görevlerinin üstesinden gelebilir mi? Kuşkusuz bu sorunlar, sadece ülkemize özgü sorunlar değildir ve kendilerini devrimci görevlerle donatma sorumluluğunda olan işçi partilerinin mücadelelerinin çeşitli dönemlerinde benzer sorunlarla karşılaşılmıştır.

Bu ülkelerden birisi de Rusya’dır ve “Ne Yapmalı”da sorun tüm çarpıcılığı ile ortaya konmuştur. Burada ele alacağımız örgüt ve profesyonel devrimcilik sorununu anlamak bakımından, Rus sosyal-demokrasisinin* gelişim aşamalarını kısaca hatırlamak gerekiyor. Rus sosyal-demokrasisinin tarihini üç döneme ayıran Lenin, “sonsöz”de bu dönemler hakkında şu tespitlerde bulunmaktadır:

Birinci dönem, on yılı kapsar, aşağı yukarı 1884’ten 1894’e kadar. Bu dönem, sosyal-demokrasinin teori ve programının yükselme ve pekişme dönemiydi. Yeni akımın Rusya’daki yandaşları sayıca çok azdı. Sosyal-demokrasi bir işçi sınıfı hareketi olmaksızın varlığını sürdürüyordu ve bir siyasal parti olarak, gelişmesinin rüşeym aşamasındaydı.

Bu dönemin ardından “ikinci dönem” gelmektedir. Bu dönem, gerçekten de ilginç bir dönemdir. Pratik çalışmayla birlikte ideolojik dönüşümün de ortaya çıktığı, şekillendiği bir dönemdir. Dikkatle okunursa, bu dönemin bize de oldukça tanıdık gelebilecek bazı özellikler taşıdığı rahatça görülebilecektir. Lenin bu dönemi şöyle tanımlamaktadır: “İkinci dönem, üç ya da dört yılı kapsar 1894-1898. Bu dönemde sosyal-demokrasi, sahnede, bir toplumsal hareket olarak, halk yığınlarının bir atılımı olarak, bir siyasal parti olarak göründü. Bu, hareketin çocukluk ve delikanlılık dönemidir. Aydın tabaka Narodizme karşı mücadele etme ve işçilerin arasına gitme genel çabası içindeydiler; işçiler de, grev hareketine katılma coşkusu içinde. Hareket büyük ilerlemeler kaydetti. Liderlerin çoğunluğu, Bay N. Mihaylovski’ye bir çeşit doğal sınır gibi görünen ‘otuz beş yaşına’ henüz varmamış olan gençlerdi. Gençliklerinden ötürü, bunlar, pratik çalışmaya hazırlıklı değildiler ve şaşılacak bir hızla sahneden uzaklaştılar. (abç) Ama çoğunlukla eylemlerinin kapsamı çok genişti. Birçokları devrimciler olarak düşünmeye Narodnaya Volya yandaşı olarak başlamışlardı. Hemen hepsi, gençliklerinde terörist kahramanlara hayranlık duymuşlardı. O kahramanlık geleneklerinin büyüleyici etkisinden kurtulmak için bir mücadele gerekti ve bu mücadeleye, Narodnaya Volya’ya sadık kalmaya kararlı ve genç sosyal-demokratların derin bir saygı duydukları kimselerle olan kişisel ilişkilerin kesilmesi eşlik etti. Bu mücadele, genç liderleri, kendi kendilerini eğitmeye, her eğilimdeki gizli yazını okumaya ve legal Narodizmin sorunlarını yakından incelemeye zorladı. Bu mücadelede eğitilen sosyal-demokratlar, ne yollarını aydınlatan Marksist teoriyi, ne de otokrasiyi devirme görevini “bir an bile” unutmadan, işçi sınıfı hareketi içine girdiler. 1898 ilkyazında partinin kurulması, bu dönemin sosyal-demokratlarının en çarpıcı ve aynı zamanda da sonuncu hareketi oldu.

Lenin’in “Ne Yapmalı”yı kaleme aldığı dönem, üçüncü dönemdir. Lenin, üçüncü dönemi –1897’de hazırlanan, 1998’de, ikinci dönemin yerini alan– dağınıklık, parçalanma ve yalpalamalar dönemi olarak tanımlar: “Bu, bir bölünme, dağılma ve yalpalama dönemiydi. Delikanlılık çağındaki bir gencin sesi çatallaşır. Ve işte böyle, bu dönemde Rus sosyal-demokrasisinin sesi de çatallaştı, falsolu sesler çıkarmaya başladı.” İşçi hareketi büyüyor, ilerliyor, buna karşın, yerel, parçalı ve ekonomizme saplanmış amatör çalışma, gelişen hareketin ihtiyaçlarına yanıt vermiyordu. Hareketin ileri, önderlerin geri olduğu bir dönemdi. Bu dönem, aynı zamanda, ideolojik planda “legal Marksist yazınla yetişmiş önderler”in egemen olduğu bir dönemdir. Bu durum, aynı zamanda kapsamlı ideolojik mücadeleyi de zorunlu kılmaktadır. İçinden çıkılması gereken dönemin özellikleri bunlardır. Lenin, “Ne Yapmalı”yı, ideolojik sorunlardan örgütsel sorunlara kadar uzanan kapsamlı görevlerin yerine getirilmesi amacıyla yazar ve bu döneme kesin olarak son verilmesi çağrısı ile bitirir. Varılacak hedef bellidir, Rusya çapında illegal politik bir gazete, bu gazete etrafında kurulacak ilişkiler sayesinde oluşturulacak merkezi bir örgüt, hareketin bütün ihtiyaçlarını yanıtlayacak merkezi, profesyonel bir çalışma. Bu çalışma, aynı zamanda, işçi sınıfına, tüm politik ve ekonomik sorunlara “sosyal-demokrat açıdan” tepki vermeyi de öğretecektir vb. Burada vurgulamak gerekir ki, “Ne Yapmalı”nın bu çağrısı kesinlikle yerine getirilir. Şimdi, konumuzla ilgili bölümleri irdelemeye başlayabiliriz.

NASIL BİR ÖRGÜT?

Profesyonel devrimciler sorununa geçmeden önce, “Ne Yapmalı”da Lenin tarafından tarif edilen örgütün nasıl bir örgüt olduğunu kısaca hatırlatmak gerekiyor. Lenin’de, koşullardan, ihtiyaçtan bağımsız, soyut bir örgüt tanımı bulunmaz. Lenin, örgütlenmenin karakterinin, doğal ve kaçınılmaz olarak faaliyetinin içeriği tarafından belirleneceğini vurgular. Amacı, işçi sınıfını devrime hazırlamak olan bir örgütün, buna uygun bir örgütlenmeyi başarabilmesi gerekir.

Burada tanımlanan örgüt, sosyal-demokrat örgütlerin parçalanmışlığı, yerel-amatörce bir çalışmaya saplanıp kaldığı, ülkede otokrasinin hakim olduğu –demokrasinin bulunmadığı– illegalite koşullarına mahkum olunduğu bir dönem içindir. İhtiyaç, tek bir merkez etrafında kenetlenmiş, yerel parçalanmışlıklardan, amatörce çalışmadan kurtulmuş, tüm enerjiyi merkezi çalışma etrafında yoğunlaştırmış, kendi içinde sımsıkı kenetlenmiş bir örgüttür. Bütün bunları gerçekleştirmenin aracı ise, Rusya çapında illegal siyasi bir gazetenin örgütlenmesi olacaktır. Gazetenin kurduğu ilişkiler, güvenilir adamlar, dağıtım ağı, işçi mektuplarının toplanması vb. bu örgütün “iskeletini” oluşturacak, tüm çalışmanın aynı hedef doğrultusunda yürümesine “kılavuzluk” edecektir. Söz konusu olan, otokrasi koşullarında çalışmayı başarabilen bir devrim örgütünün inşasıdır.

Lenin bu örgütün niteliklerini şöyle tanımlamaktadır: “Tekrar tekrar belirttiğim gibi, örgütle ilgili olarak ‘akıllılar’ sözüyle kastettiğim, profesyonel devrimcilerdir, kökenleri öğrenci olmuş ya da işçi olmuş önemli değil. İddia ediyorum ki: 1° sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiç bir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2° hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları mücadeleye kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte olan gereksinme o ölçüde ivedileşir, ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır (yoksa demagogların yığınların daha geri kesimlerini peşlerinden sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur); 3° böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluşmalıdır; 4° otokratik bir devlette, böyle bir örgütün üyelerini devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerle ve siyasal polisle mücadele sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kimselerle ne denli sınırlarsak, örgütü açığa çıkartmak, o ölçüde zorlaşacaktır; 5° harekete katılabilen ve orada etkin olarak çalışabilen işçilerin ve öteki toplumsal sınıflardan gelme ögğelerin sayısı o ölçüde büyük olacaktır.

Kuşkusuz bu örgütün “profesyonelleri”, mücadele eden yığınlar içerisinden gelecektir ve onlarla sımsıkı bir bağlantı içindedir. O dönemde, böyle bir örgütle “kitleleri” karşı karşıya koymaya çalışan ekonomistlerin eleştiri ve karşı çabalarının etkisizleştirildiği bilinmektedir. Dönem, “Rus sosyal-demokrasisinin bunalımının, kendiliğinden uyanan kitlelerin yeterince eğitilmiş, yetiştirilmiş ve deneyimli önderlere sahip olmayışıyla açıklandığı” bir dönemdir ve ihtiyaç duyulan örgüt, işte bu bunalımı ortadan kaldıracak, bu ihtiyaca cevap verecek, önderleri de yetiştirecek bir örgüttür. Burada, şu hatırlatmayı yapmakta da fayda var: Lenin’in, daha sonra parti ve örgüt üzerine yazdıkları, özellikle “Bir Adım İleri İki Adım Geri”de, partiye üyelikten demokratik merkeziyetçiliğe, alt organların üst organlara bağlılığı ve organ çalışmasından disipline kadar vurguladığı ilkeler, Bolşevik Partisi’nin program ve tüzüklerinde yer alan ilkeler hatırlanmadan, bir bütün olarak 3. Enternasyonal’in (Komüntern) tecrübesi ve uluslararası komünist hareketin birikimi, bugün yaşanmakta olan tecrübe irdelenmeden, genel olarak Leninist parti ve örgütlenme sorunu tam olarak anlaşılamaz. Burada, sorunun, “Ne Yapmalı”nın sınırları içinde kalarak ele alındığı hatırlanmalıdır.

Yine de, “Ne Yapmalı”da söylenilenlerden, bugün için şöyle genel bir sonuç çıkarmak olanaklıdır: Örgütün alacağı biçim politik koşullara göre değişebilir. Açık çalışma koşullarının genişlemesi, araçların yaygınlaşması ve etkinleşmesi, eski dönemlere göre çok geniş olanaklar sunmaktadır. Sadece şunu hatırlatmak bile yeterlidir: Lenin’in o dönemde planını yaptığı gazete –Iskra– haftalıktı! Çok daha sonra Pravda ise, günlük. Ve Pravda günlerinde Bolşevik Partisi’nin açık çalışma olanakları genişlemiştir. Görüldüğü gibi, olanaklar, araçlar, örgütün alacağı biçim koşullara göre değişmekte, etkinlikleri artmaktadır. Ama yine de, örgüt için genel bir saptama yapmak olanaklıdır. Bu örgüt hangi biçimi alırsa alsın, bir devrim örgütü, “devrim yapmaya yetenekli” bir örgüt olacaksa, hem yönetici çekirdeğini sıkıca birleştirmek, günün görevlerini yetenekle yerine getirebilecek tarzda donatmak, hem de profesyonel aygıtını –iskeletini!– işçi kitleleri ile bağ içerisinde geliştirmek ve sürekli taze güçlerle beslenmesini güvenceye almak, iç ilişkilerinde demokratik merkeziyetçiliği uygulamak zorundadır. Şurası açık ki, böyle bir örgütün, günün büyüyen ve ağırlaşan görevlerini yerine getirebilmesinin temel koşullarından birisi olarak, kendisini sürekli olarak yeni kazanacağı profesyonel devrimcilerle güçlendirmesi ve sağlamlaştırması gerekmektedir. Bunun için, “bu nasıl olacak?” sorusunun da yanıtlanması gerekir.

İŞÇİ DEVRİMCİ NASIL YETİŞECEK?

Lenin amatör çalışmayı eleştirirken, “adam yok” sızlanmasına karşı şunları söylemektedir: “İşçi-devrimci, görevine tam olarak hazırlanabilmek için, aynı şekilde profesyonel bir devrimci olmalıdır. Onun için B-v., işçi, günün on bir-buçuk saatini fabrikada geçirdiğine göre, ajitasyon dışındaki öteki devrimci görevler ‘zorunlu olarak büyük ölçüde o çok az sayıdaki aydınların omuzlarına yüklenmelidir’ derken yanılmaktadır. Ama bu, hiç de ‘zorunlu’ olduğu için böyle olmamaktadır. Bu, biz geri olduğumuz için, yetenekli her işçiye profesyonel ajitatör, örgütçü, propagandacı, yayın dağıtıcısı, vb. vb. olabilmesi için yardım etmenin görevimiz olduğunu bilmediğimiz için böyle olmaktadır. Biz, bu bakımdan, gücümüzü utanç verici bir biçimde çarçur etmekteyiz, neyi en büyük dikkatle yetiştirmemiz ve geliştirmemiz gerektiğini bilmemekteyiz.

Ama işçi sınıfı partilerinin deneyimlerinde olumlu örnekler de vardır. Lenin, bunlara şöyle işaret eder: “Almanlara bakınız: onların güçleri bizimkinin yüz katıdır, ama gerçekten yetenekli ajitatörlerin vb., çoğu kez ‘ortalamalar’ arasından çıkmadığını pek iyi anlıyorlar. Onun için, her yetenekli işçiyi, hemen, yeteneklerini geliştirebileceği ve tam olarak kullanabileceği koşullar içine yerleştirmeye çalışıyorlar: onu profesyonel ajitatör yapıyorlar; eylem alanını genişletmek için, tek bir fabrikadan bütün sanayi koluna, tek bir yöreden bütün ülkeye yayabilmesi için, ona yardımcı oluyorlar. O, mesleğinde deneyim ve ustalık ediniyor; görüş ufuklarını genişletiyor ve bilgisini artırıyor; başka yörelerdeki ve başka partilerdeki ileri gelen siyasal liderleri yakından gözleme olanağını buluyor; işçi, onların düzeyine yükselmeye ve işçi sınıfı ortamının bilgisi ve sosyalist inançların tazeliği ile profesyonel ustalığı kendi şahsında birleştirmeye uğraşıyor; çünkü bunlar olmadan, proletarya, kusursuz biçimde eğitilmiş olan düşmanlarına karşı çetin bir mücadele veremez. İşte yığınlar, saflarından, Bebel ve Auer çapında adamları ancak bu şekilde çıkarmaktadır.

Kuşkusuz, Lenin, politik koşulların farklılığını iyi bilmektedir ve o nedenle şu tespiti yapmaktadır: “Ama siyasal bakımdan özgür olan bir ülkede büyük çapta kendiliğinden olan şeyi, Rusya’da, biz, bilinçli olarak ve sistemli bir biçimde örgütlerimizden yararlanarak yapmalıyız. Azıcık yeteneği olan ve bir şeyler ‘vadeden’ bir işçi ajitatörün günde on bir saat fabrikada çalışmasına izin verilmemelidir. Geçiminin parti tarafından sağlanmasını; zamanı gelince yeraltına geçebilmesini; eğer deneyimini artıracaksa, görüş ufuklarını genişletecekse ve jandarmaya karşı mücadelede hiç değilse birkaç yıl dayanabilecekse, eylem yerini değiştirmesini biz sağlamalıyız. Hareketlerinin kendiliğinden yükselişi genişlik ve derinlik kazandıkça, işçi sınıfı yığınları, kendi saflarından, sadece artan sayıda yetenekli ajitatörler değil, ama yetenekli örgütçüler de, propagandacılar da ve sözcüğün en iyi anlamıyla ‘pratik militanlar’ da çıkartırlar (böyleleri, çoğunlukla, Ruslara özgü biçimde oldukça dikkatsiz ve alışkanlıklarında derbeder olan bizim aydınlarımız arasında o kadar azdır ki). Gerekli hazırlıktan geçmiş ve eğitilmiş işçi-devrimcilerden kuvvetlerimiz olduğu zaman (ve elbette bütün öteki kollardan da), dünyadaki hiç bir siyasal polis bunlarla baş edemez, çünkü bütün varlıklarıyla devrime bağlı olan bu kuvvetler, işçi yığınlarının sonsuz güvenini kazanmış olacaklardır. Ve biz, hem işçilerin hem de ‘aydınların’ ortak yolu olan profesyonel devrimci eğitim yoluna işçileri ‘yöneltmek’ için gerekeni yapmadığımız, ve çok kez, işçi yığınları için, ‘ortalama işçiler’ vb. için ‘erişilebilir’ olan şeyler konusunda ahmakça söylevlerimizle onları geriye çektiğimiz için doğrudan doğruya suçluyuz.

Bugün ülkemizdeki koşulların o dönemki Rusya’dan farklı olduğunu, halen bir demokrasi ve özgürlük sorunu olmasına karşın, açık alanın daha fazla kullanılabildiğini, olanakların ve araçların son derece gelişmiş ve ilerlemiş olduğunu tespit edebiliriz. İşçi kitlelerine gelince, bazen mevzi olarak, bazen daha genel biçimde mücadeleye atılıyorlar, deney ve tecrübeleri sürekli olarak gelişiyor. Direnişe geçen işçilerin kendilerine sunulan kürsüleri de büyük bir yetenekle kullandığını, olumlu deneyimler açıkça gösteriyor. Bu durumun, işçi devrimcileri kazanma, onları sınıflarının kararlı ve yetenekli militanları ve giderek önderleri olarak yetiştirme konusunda o dönemin Rusya’sı ile kıyaslanamayacak olanaklar ve avantajlar sunduğunu kim inkar edebilir? Oysa, şimdilik oldukça sınırlı olan olumlu örneklerin de kanıtladığı gibi, ileri işçiler, kendilerine yeterli yardım sağlandığında, yeteneklerini geliştirme konusunda fazla sıkıntı çekmiyorlar.

Demek ki, işçiler arasında bu türden insanlar olmadığı, toplumun çeşitli kesimlerinden –profesyoneller sadece işçiler arasından çıkmayacaktır, genç aydınlar bu konuda geniş bir rezerv durumundadırlar vb.– kendini bu mücadeleye adayacak insanların çıkmadığı gibi bir gerekçe ileri sürülemez. Lenin, bu sorunu şöyle koymaktadır: “Gerçek şudur ki, toplum, ‘davaya’ uygun birçok insan yetiştirmektedir, ama biz, bunların hepsini kullanamıyoruz. Hareketimizin bu bakımdan içinde bulunduğu kritik geçiş aşaması şöylece formüle edilebilir: hiç adam yok – ama gene de yığınla adam var. Yığınla adam var, çünkü işçi sınıfı ve gittikçe çeşitlenen toplumsal katlar, her yıl, kendi safları arasından, protestoda bulunmayı isteyen, dayanılmazlığı herkes tarafından anlaşılmamış olsa bile, her gün büyüyen bir yığının gittikçe daha derinden duyduğu mutlakıyete karşı mücadeleye güçleri yettiği kadar katkıda bulunmaya hazır, gittikçe artan sayıda hoşnutsuz kimse üretmektedir. Aynı zamanda, adam yok, çünkü önderlerimiz yok, hem geniş ölçüde hem de birbirleriyle eşit ve uyumlu bir biçimde, en önemsizler dahil, bütün güçlerin kullanılması olanağını sağlayan bir çalışmayı gerçekleştirecek yetenekte siyasal önderler, yetenekli örgütçüler yok, ‘devrimci örgütlerin büyümesi ve gelişmesi’ sadece işçi sınıfı hareketinin büyümesinin gerisinde kalmıyor, ….. ama halkın bütün katları arasındaki genel demokratik hareketin de gerisinde kalıyor.

Bu satırları okuyunca, hangi militanın aklına şunlar gelip takılmaz? Burada, Rusya için çizilen çarpıcı tablonun, kendi gerçeklerimize benzeyen yanları yok mu? Koşulları, olanakları, örgütlenmiş bir parti olarak var olmanın getirdiği farklılıkları bir yana bırakırsak, gerçekten de benzerlikler şaşılacak kadar çoktur. Bir yanda, bugün henüz genel, kitlesel bir harekete dönüşmese de, her geçen gün yeni bir direniş haberinin geldiği işçi sınıfı mücadelesi, diğer yanda, emekçi tabakaların uyanışı ve mücadelesi, gençliğin artan öfkesi ve yükselen sesi, öbür taraftan, yaşadığı çevreyi, yaşam alanının savunmak için harekete geçen kesimler ve bir diğer yandan, canlı bir ulusal hareket, hiç bitmeyen bir demokrasi özlemi ve bunun için farklı sınıflar içerisindeki hareketlenmeler vb.. Bütün bu hareketlerin içinden en iyilerini kendi saflarına kazanmayı, işçi hareketini ve genel olarak halk hareketini böylece kucaklamayı başarabilen bir partinin, yenilmez ve üstlendiği görevleri yetenekle yerine getirebilen bir parti olacağı açık değil midir?

İŞÇİ DEVRİMCİ VE AYDINLAR

Bazen şu tür sorunlar getirilip ortaya konabilmektedir. İşçiler bu görevleri ne kadar yerine getirebilir, onların “eğitimi, düzeyleri yeterli midir?” Lenin, işçilerin profesyonel devrimciler olarak kazanılmasında her hangi bir ayrım noktası koymamakta mıdır? Kuşkusuz bu sorular uzatabilir, ama konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla, bu sorular, yanıtlarını “Ne Yapmalı”da bulmaktadır. Lenin şunları söylemektedir: “İşçi-devrimciler bile işçi sınıfı yığınlarının kendiliğinden uyanışının gerisinde kalmaktadırlar. Ve bu olgu, ‘pratik’ bakımdan da, işçilere karşı görevlerimiz konusundaki tartışmalarda sık sık lâyık görüldüğümüz ‘pedagoji’nin sadece saçmalığını değil, ama aynı zamanda gerici siyasal niteliğini de doğrular. Bu olgu, birinci ve en önemli görevimizin, parti eylemi bakımından aydın devrimcilerle aynı düzeyde olan işçi sınıfı devrimcilerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmak olduğunun kanıtıdır (‘parti eylemi bakımından’, sözcüklerini vurguluyoruz, çünkü, işçilerin öteki bakımlardan aydınlarla aynı düzeye gelmesi, ne o kadar kolaydır, ne de o kadar ivedi bir zorunluluktur) (abç) Onun için işçileri devrimciler düzeyine yükseltme işi asıl çabamız olmalıdır…

Bu paragrafta, sorun, yeteri kadar açık bir biçimde işlenmiştir. İşçi devrimcilerden öncelikle istenen, “parti eylemi” bakımından, yani partinin hedefleri doğrultusunda, işçi sınıf içerisindeki pratik günlük, örgütsel çalışma bakımından görevlerini yerine getirmeleridir. İşçi devrimciler, bu konuda çok fazla zorluk çekmeyeceklerdir. Yoksa onlardan ilk elden istenen, aydınlar düzeyine yükselmeleri, sonra bu görevleri üstlenmeleri değildir. Partinin sınıf içerisinde yürüttüğü günlük pratik çalışmaya katılmak ve sınıf kardeşlerini bu konuda kazanmaya çalışmak, işçi devrimci için yerine getirilemeyecek bir çalışma değildir. Bunun ötesinde, bir işçi devrimci, zaten kendi deneyiminden, özenti içinde “aydınlar gibi olmaya çalışmanın” kendisi üzerinde yarattığı, yaratacağı olumsuzlukların, bu “kıyafetin” kendi üzerinde ne kadar eğreti durduğunun kolayca farkına varabilir. Demek ki, burada sorun, işçi devrimcinin kendi sınıfını örgütlemek, onun hareketini geliştirmek için, düzenli, sistemli, bütün olanakları kullanan, hareketle genel bağını kurmuş yetenekli bir çalışma içerisine çekilebilmesidir. Burada üstlendiği hiçbir görev, işçi devrimcinin yabancısı değildir.

Oysa partiye katılmış, pratik örgütsel çalışma yürüten aydınlardan ve genç aydınlardan istenenler, işçi devrimciden istenenlerden daha fazladır. Burada, ayrıca, bugün aydınlar üzerine yürütülen tartışmalar dikkate alınarak, şu dikkatle vurgulanmalıdır ki, konumuzla ilgili olarak, aydınlar dendiğinde, bundan kastedilen, genel olarak aydınlar değil, işçi hareketine katılmış olan aydınlardır. Bu tür aydınlar söz konusu olduğunda, bunlarda aranan nitelikler için, ilk elden şunlar sayılabilir: İşçi hareketine kayıtsız şartsız bağlanma, ideolojik sağlamlık ve birikim, partinin ideolojik gelişimine katkıda bulunma, işçi hareketine olumlu özellikler katma, disiplin vb. gibi pek çok kıstas. Bu nedenle, Lenin’in yukarıdaki ayrımı koyması boşuna değildir. Partinin işçi hareketini kucaklayabilmesinin temel güvencesi işçi devrimcilerin kazanılması ve yetiştirilmesi ise, parti olabilmesinin güvencesi de, bu işçilerin aydınlarla –sosyalizmin bilimsel bilgisi ile donatılmış– olumlu bir bileşimidir.

Sonuç olarak, bitirirken şunları söyleyebiliriz: “Ne Yapmalı”, burada, konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla irdelenmeye çalışılmıştır. Yoksa kitabın kapsamı oldukça geniştir, devrimci işçi ve genç için çalışmasına ışık tutacak, yön verebilecek pek çok alanı içermektedir. Burada ele alınan sorunlar açısından, dönem, koşullar, parti ve örgütlenme sorunları farklılıklar gösterse de, genel amaç açıkça ortada durmaktadır; bu amaç; işçilerin parti olarak örgütlenmesi, kendilerini dönemin koşullarına ve ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda geliştirmeleri, sermayenin iktidarını yıkmak için mücadeleye atılmaları ve bu mücadeleye halkın diğer emekçi tabakalarını ve gençliği de kazanabilmeleridir. Bunları başarabilen bir işçi sınıfı ve onun partisi, tarihsel görevlerini yerine getirmeye gerçekten aday bir parti olacaktır.



* Sosyal demokrasinin, yozlaştırılıp sınıf işbirliğini esas alan bir bozuşma süreci yaşayarak, sonunda bugünkü “sosyal demokrasi” dönüşmesiyle, bu niteleme bir yana bırakılarak, devrimci işçi akımı ve hareketini belirtmek üzere “komünizm”, “komünist hareket” kavramları kullanılmıştır.

Çevre Sorunları ve Talan Politikaları

Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda doğal yaşam alanlarımız hızla sömürü çarkının içine sokulmaya çalışılıyor. Dünya Bankası ülkelerin ekonomik yapılarını incelerken “doğa sermayesi” adı altında yeni bir kavram geliştirdi. Teorize edilmesi bakımından yeni sayılabilecek bu bakış açısı, dış borç yükü altındaki bizim gibi ülkelere dayatılınca, doğal alanlarımız, tarım alanlarımız ve su havzalarımız hızlı bir talan sürecine sürüklenmektedir.

Öte yandan, gelişmiş kapitalist devletlerin doğayı ve yaşam alanlarını kirleten teknolojileri yine bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelere kaydırmaları, özellikle enerji alanındaki yatırımların hızla artmasına yol açtı. Art arda çıkarılan ve çıkarılmaya çalışılan birçok yasa, bu talanın gerçekleşebilmesi için alt yapı oluşturmasına hizmet etmektedir. YEK (Yenilenebilir enerji Kaynakları) yasası, 2B orman yasası, tohum yasası, kıyı yasası, mera yasası, biyolojik çeşitliliği ve tabiatı koruma yasası ile torba yasa, aynı kapsamdaki gelişmeler olarak göze çarpıyor. Şu an ülkemizde 50’yi aşkın termik santral lisanslarının dağıtılmış olması, 2000’i aşkın HES projesi, katı atık yakma ve enerji üretme tesisleri, çimento fabrikaları, tersane adı altında hayat geçirilmeye çalışılan gemi söküm tesisleri ile nükleer santral yatırımları, doğal alanlarımızın sömürüye açılmasının en büyük göstergeleri.

2008 yılında ABD’de olan en önemli 10 olayı inceleyen New York Times’ın, 2009 başında çıkan sayısında, Obama’nın başkan olması ve 100 adet termik santral lisansının iptal edilmesini kapak sayfasından girerek haber yapması dikkatleri çekmişti. 2008 yılıyla birlikte Türkiye’de 50 yi aşkın termik santral lisansı dağıtılmış durumda. Katı atık yakma ve enerji üretim tesisleri ise, dikkat çeken bir diğer gelişmedir. AB ülkelerinde ciddi tepkiler nedeniyle kapatılma tehdidi içindeki bu tesisler, Türkiye’de, tüm iller bazında tek teşvik alan yatırımlar olarak gözümüze çarpıyor. Atıkların bertarafı kapsamında değerlendirilen bu tesislerin en büyük özelliği, her türlü (tıbbi, kimyasal, nükleer vb.) atığı yakarak, enerji üretmektir. Yakıt maliyeti hiç olmayan, hatta yakıt için toplanan atıkları ücret alarak yakan ve bu yolla bedava enerji üreten bu tesisler, çok ciddi çevresel sorunlara yol açmakta, bacadan çıkan gazları ve toprağa karışan atıkları da, çok yüksek oranda kanserojen maddeler içermektedir.

Maden arama ve üretim sahaları da, ülkemiz topraklarının yarısını aşkın alanda, özellikle koruma alanlarımızda bulunması nedeniyle, yukarıda sözünü ettiğimiz yasaların asıl hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Özellikle altın madenciliği yatırımlarına karşı ülkemizin değişik yerlerinde yoğun tepkilere yol açan bir süreç yaşanmaktadır. Altın madenciliğinin dikkat çeken bir yanı, Avustralya’nın yanı sıra, yoğun olarak Kanada firmalarının bu işte yer almasıdır. Kanada, dünyada ilk önce altını fon haline getirip, altın borsalarının oluşumunu sağlayan özelliği bakımından çok önemli bir ülkedir. Kanadalı firmalarınsa, borsalarda yarattıkları manipülasyon yolu ile hareket sağlayıp kârlarını yükselttikleri bir gerçektir. Spekülatif haberlerle dünyanın değişik ülkelerinde, özellikle de ülkemizde ‘altın bulduk’ gibi haberler yapıp, borsadaki fiyatlarının yükselmesine hizmet eden bir çizgi izlemekteler. Ülkemizde altın çıkarmaktan çok bu yanıyla bulunduklarını görmekteyiz. Ayrıca Türkiye’de çıkan madenin sadece %2’sinin vergi olarak ödendiği ve bu %2’lik kısmın da beyana göre işlem gördüğünü düşündüğümüzde, bu yatırımlardan ciddi kârlar da sağlamaktalar. Kanada’da ve gelişmiş diğer kapitalist devletlerde siyanürle altın ayrıştırılmasının yasak olması, ülkemizdeyse serbest olması, bu altıncıların ilgisini çok daha fazla çekmektedir.

Tarihi SİT alanlarında yapılmak istenen barajlar sorunu, hükümetin talanda sınır tanımadığının bir başka göstergesidir. Allianoi ve Hasankeyf gibi ileriye taşınması gereken tarihi kültürel değerlerimizin, hükümetçe sunulan gerçek dışı beyanlarla ve mahkeme kararlarına karşın baraj suları altında bırakılacak olması, bunca baraj ve HES “hassasiyeti”, bunca yüklenme bu konunun altında ciddi rantların yattığına işaret ediyor. Gözleri dönmüş sermayenin ve onun temsilcilerinin rant için yapmayacakları şey ve söylemeyecekleri yalanın olmadığını bu örneklerden de çok rahat biçimde görebiliyoruz.

HES’ler, enerji ihtiyacına cevap verecek yatırımlar olarak lanse ediliyor. Oysa, bu gerçek dışı bir söylem. SANKO patronu, bir açıklamasında, akarsuları evlere taşıyacağız” diyerek, buradaki gerçek niyeti açığa çıkarmaktadır. HES projelerinin tamamının enerji üretmek adına yapıldığı ifade edilse de, su kullanım hakları bu şirketlere 49 yıllığına peşkeş çekilerek, birinci kalitede içme suyu olan bu kaynaklar, altın tepside sermayeye sunuluyor. Küresel ısınma ve hızlı nüfus artışı nedeniyle su sıkıntısının önümüzdeki süreçte artacağı bir gerçek. Emperyalist kapitalist sistem suyu kontrol altına alıp, petrol boru hatları gibi taşınabilir hale getirerek, ticari bir meta haline dönüştürmektedir.

“Kentsel dönüşüm projeleri” adı altında, İstanbul ve diğer metropollerde dayatılan talan politikaları gereği, birçok insan yaşam alanlarından uzaklaştırılıp, adeta sürgüne gönderilmektedir. Boşaltılan rant miktarı yüksek bölgeler, sermayenin ihtiyacına göre paylaşılmaktadır. İMP (İstanbul Metropolitan Planları) nedeniyle, İstanbul’da kurulu bulunan sanayinin Marmara bölgesinin değişik yörelerine, özellikle Trakya’ya yayılmak istenmesi de, ayrı bir rant projesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu planlar, Trakya’da birinci sınıf tarım arazilerinin sanayiye kurban edilmesiyle, ülkemize dayatılan ve hükümetçe uygulanan tarım alanlarımızın yok edilme sürecini hızlandırmaktadır. CHP’li belediyelerce de desteklenen bu sürece en iyi örnek, Edirne Belediyesi’nin gerçekleştirdiği 1/25.000’lik planlarda gözümüze çarpıyor. 1/100.000’lik İMP dayatmasını, oluşan rant alanları bakımından kabul eden Edirne belediyesi örneğinde, AKP ve CHP’nin rant için nasıl uzlaştıklarını izliyoruz. Kırklareli ve Tekirdağ Belediyeleri de, bu planlara uygun 1/25.000’lik planlar üzerinde çalışmaktadır. Trakya’nın su havzalarından da, devasa büyüklükteki boru hatlarıyla İstanbul’a su taşınarak, Trakya’nın tarım ve su kaynakları hızla talan edilmektedir.

Hükümet’in Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği ile İstanbul 3. Boğaz Köprüsü, Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu, Akkuyu Nükleer Santrali gibi, çevresel etkileri son derece büyük olacak önemli projeleri ÇED’den muaf tutma girişimi, şimdilik yargıya takıldı. Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu’nun, yönetmeliğin iptali ile ilgili açılan davada, geçici 3. Madde’nin yürütmesini durdurması, yukarıda sayılan projeler için ÇED sürecinin yapılmasını zorunlu hale getirdi. Bu ve benzeri çevresel konularda mahkemelerden çıkan hukuki bazı kazanımlara karşı hükümet, “hukukun arkadan dolanılması” olarak tanımlanan yol ve yöntemler izleyerek, sermayenin önündeki bütün pürüzleri temizleme çabası içinde oldu. Son karara karşı gösterecekleri refleksin, bundan önceki hukuki kazanımlara karşı gösterdiklerinden farklı olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz.

27 Şubat 2011 günü İstanbul Maltepe’de bulunan Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde bir sempozyum gerçekleştiriliyor. Bu sempozyumda, kentsel dönüşüm ve İMP planları etraflıca tartışılacak. Bu sempozyum, talan politikalarına karşı neler yapılabileceğinin kararlarının alınmasına yardımcı olacak bir toplantı olarak önem taşımaktadır.

Yaşam alanlarının talanına karşı daha yüksek bir algıyla soruna sahip çıkabilmesini sağlamak, sınıf hareketi ile çevre hareketlerinin birleştirilmesini ve emperyalizme, sermaye ve rantçılığına karşı anti-kapitalist bir çizgide mücadeleye ivme kazandırılmasını zorunlu kılmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑