Zana-Erdoğan Görüşmesinin Ardından: Çözüm ama Hangisi?

Leyla Zana’nın Haziran ayında Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda “inanıyorum, bu işi Erdoğan çözer” değerlendirmesini yapması, Kürt sorununun çözümüyle ilgili tartışmalara yeni bir boyut getirdi. Başta AKP Hükümeti ve Kürt ulusal hareketi olmak üzere farklı politik çevrelerin Zana’nın sözlerine tepkileri, kimin çözümden ne anladığını açığa çıkarmış oldu. Dolayısıyla Zana’nın açıklaması ve ardından Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşme, saflaşmanın giderek “hangi çözüm?” sorusu üzerinden şekillendiği bir tartışma sürecinin önünü açtı.
Zana’nın değerlendirmelerine Kürt hareketinden ilk tepki BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’tan geldi. Demirtaş, İmralı ve Oslo sürecinde hazırlanan protokolleri uygulamak yerine Öcalan’a yönelik bir yıla yaklaşan tecrit politikası uyguladığı, askeri ve siyasi operasyonların aralıksız sürdürüldüğü bir dönemde, AKP ve Erdoğan’dan çözüm konusunda beklenti içinde olmanın “saflık” olduğunu söyledi. Zana’nın Erdoğan’la görüşmesine Kürt hareketi içinden en sert tepki ise, Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nden (DÖKH) geldi. DÖKH, Zana’nın Kürt hareketinin iradesi dışında Erdoğan’la görüşmesini “gayrı meşru” ilan etti. AKP cephesi de Zana’nın özellikle Kürt hareketine (PKK ve BDP’ye) yönelik eleştirilerini öne çıkardı. Başbakan Erdoğan, BDP içinde Zana gibi düşünen çok kişi olduğunu ve baskı nedeniyle konuşmadıkları iddiasını gündeme getirdi. Başbakanın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’dan Hüseyin Çelik’e, Galip Ensarioğlu’na kadar birçok AKP’li,  bugüne kadar birçok açıklaması nedeniyle partileri tarafından her fırsatta eleştirip hedef gösterilen Zana’nın “sözlerine kulak verilmesi gereken önemli bir siyasetçi” olduğunu keşfettiler! Hatta Yalçın Akdoğan, kendileri için önemli olanın, bu açıklamanın Kürt hareketi içinde nasıl bir tartışmaya yol açacağı olduğunu açık açık söyledi. Yani Zana’nın açıklamalarının Kürt sorununun çözümünde AKP’den bir beklenti yaratması önemliydi, ama AKP için daha önemlisi, yaşanacak tartışma/çatışma üzerinden Kürt hareketinin zayıflatılması ve mümkünse bölünmesiydi. Ardından PKK-BDP çizgisi dışında kendilerine varlık alanı oluşturma arayışı içindeki bazı Kürt aydınları Zana’nın çıkışını desteklediklerini deklare eden bir imza kampanyası başlattılar.
Gelinen yerde Zana’nın çıkışı ve Erdoğan’la görüşmesi, onun niyetinden öte bir politik anlam taşımaktadır. Dolayısıyla Zana’yı Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt ulusal hareketinden ayrı bir tutum ve yönelime götüren bölgesel gelişmeleri, bu gelişmeler üzerinden yapılan hesapları ve yaşanan çatışmayı görmeden bu çıkışı doğru değerlendirmek mümkün değildir.

BÖLGESEL GELİŞMELER VE KÜRT SORUNU
Tunus ve Mısır’da sadık işbirlikçilerini kaybeden Batılı emperyalistlerin Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarını bölgeyi kendi çıkarları temelinde yeniden yapılandırmak üzere kullanmaya yönelmelerinin ilk somut ifadesi, Libya’da Kaddafi’nin NATO müdahalesi ile devrilmesiydi. Emperyalizmin Libya’dan sonra kendi güdümündeki muhalif odakları kullanarak hedefe koyduğu ülke, Suriye oldu. Suriye, hem Irak ve Lübnan gibi emperyalist müdahalelere rağmen ele geçirilemeyen ülkelerin denetim altına alınması, hem de İran gibi bölgesel egemenlik için stratejik bir öneme sahip ülkeyi kuşatmak ve Rusya-Çin’in egemenlik alanlarında at koşturabilmek bakımından devrilmesi gereken bir kale konumundaydı.  Libya’da Kaddafi rejimini deviren NATO’nun komuta merkezi olan Türkiye, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırganlığın da ‘koçbaşılığı’ görevini üstlendi. Suriye’ye yönelik müdahale girişimlerini Osmanlı’nın torunu olmaya bağlayan Başbakan Erdoğan, böylece ABD’nin Türkiye’ye biçtiği “bölgesel liderlik” rolüne ‘yeni Osmanlıcı’ bir elbise giydiriyordu. Suriye muhalefetine siyasi desteğin yanı sıra askeri eğitim ve silah desteği de verdiği konusunda birçok kanıt bulunan AKP Hükümeti için, Suriye rejimini devirmenin ‘bölgesel liderlik’ rolünün de ötesinde bir anlamı vardı. Bu müdahale ile, Türkiye rejimine karşı en örgütlü ve dinamik direniş odağı konumunda bulunan Kürt hareketinin de baskı altına alınması, kuşatılması ve etkisizleştirilmesi hesapları da yapılıyordu. Türkiye güdümlü Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) Kürtleri bir halk olarak tanımaktan ve statü taleplerini kabul etmekten ısrarla kaçınması da bu hesaplardan bağımsız değildi. Bu dönem boyunca Suriye’ye yönelik müdahale girişimleri ile Kürt hareketine karşı saldırı politikası iç içe devam etti. Hatta bu saldırı politikalarına dayanak oluşturmak üzere her fırsatta Suriye rejimi ile Kürt ulusal hareketi arasında işbirliği olduğu iddiaları gündeme getirildi. ABD de, sadece Türkiye’de değil; Suriye ve İran’da da kendi politikalarına yedeklenmeyi reddederek demokratik bir çizgide ısrar eden Kürt özgürlük hareketine karşı Türkiye’nin saldırı politikalarının en büyük destekçisi oldu, olmaya da devam ediyor.
Suriye’ye müdahale girişimlerinin öncülüğünü yapan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan, bu girişimlerine mezhepsel bir boyut da katarak, sadece Suriye’ye karşı değil; Irak ve İran’ın Şii hükümet ve rejimlerine karşı İslam dünyasının Sünni çoğunluğunun desteğini arkalarına almayı amaçlıyorlardı. Kürtler; hem saldırı politikalarının başını çeken Türkiye’de, hem de saldırının hedefi konumunda bulunan Suriye, Irak ve İran’da yaşayan, ama öte yandan Irak’taki Federe Yönetim hariç, bu ülkelerde herhangi bir politik statüye sahip olmayan bir halk olarak, bu süreçte dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline geldiler. Ancak gelişmeler, Kürtlerin de bazen çıkarları çatışan ve bazen de uzlaşan iki farklı politik harekete; Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt ulusal demokratik hareket (PKK-PYD-PJAK) ve başını Kürdistan Federe Yönetim Başkanı Barzani’nin çektiği Türkiye ve ABD ile ilişki/işbirliği içindeki harekete ayrışmasını da beraberinde getirmiştir. Kürtlerin yaşadıkları bütün ülkelerde statü sahibi olmaları için ‘ulusal birlik’ ve ortak politikalar belirlenmesi konusunda tartışmaların yapıldığı bu dönemde, Kürtlerin ulusal liderliği rolünü üstlenmek isteyen Barzani, PKK çizgisindeki Kürt ulusal demokratik hareketi ile uzlaşı noktaları aramaya yönelmektedir. Ama öte taraftan Irak’taki Maliki Hükümeti ile ilişkilerin kopma noktasına geldiği ve Irak’ta Kürtlerin olası bir bağımsızlığının tartışılmaya başlandığı koşullarda, Barzani, Türkiye ve ABD ile başta petrol anlaşmaları olmak üzere ilişki ve işbirliğini giderek geliştirme tutumuna da yönelmektedir. Barzani’nin bugün için sürdürülebilir gözüken bu politikasının, bölgedeki çatışma ve müdahale girişiminin seyrine bağlı olarak, yeni açmazlarla karşılaşması kaçınılmaz olacaktır. Zaten 3 yıldır yapılması tartışılan ‘Kürt Ulusal Konferansı’ da, bu konferanstan Türkiye-ABD’nin beklentisi (PKK’nin silahsızlandırılıp bölgeden çıkartılması) ile başını PKK’nin çektiği ulusal demokratik güçlerin politik mücadele çizgisi arasındaki çatışma nedeniyle bir türlü yapılamamaktadır.
Kürt hareketleri arasında uzlaşı arayışlarının en somut adımı, Temmuz başında, “Suriye muhalefeti”nin yaptığı Kahire toplantısında, SUK’un Kürtlerin anayasada kabul edilmesi, ulus olarak tanınması ve kültürel haklarının verilmesi taleplerini reddetmesi üzerine Kürtlerin toplantıyı terk etmesi sonrasında yaşandı. Bugüne kadar Suriye’de PYD dışındaki Kürtleri etrafında toplayan, ama bunların güçsüzlüğü nedeniyle Suriye’ye politik müdahalesi oldukça sınırlı kalan Barzani’nin girişimleri sonucu Kahire toplantısını terk eden PYD ve diğer Kürt muhalefetini oluşturan Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) arasında bir anlaşma imzalandı. Yapılan anlaşmaya göre, her iki taraftan eşit temsile dayalı ‘Yüksek Kürt Konseyi’ oluşturulacak ve bu konsey aslında Suriye’de Kürtlerin özerkliğini inşa etme görevini üstlenecek. Şam’da savunma bakanının da öldüğü bombalı saldırıdan sonra, bir süreden beri Batı Kürdistan’da fiili olarak özerkliği inşa eden Kürtler, başta Kobani ve Afrin olmak üzere çeşitli Kürt yerleşimlerinde yönetime el koydu. PYD lideri Salih Müslim, Suriye’de rejim güçleri ile Batı destekli silahlı gruplar arasındaki çatışmanın Kürdistan bölgesine yayılmasını engellemek için halkın yönetime el koyduğunu açıkladı. Bu gelişmeler üzerinden söylersek, Suriye’de Kürtler arasındaki anlaşma, büyük oranda Barzanici Kürtlerin PYD’nin Suriye rejimi ile çatışmama ve özerkliğin inşa edilmesi çizgisini kabul etmesi üzerine sağlanmıştır. Peki, Barzani’nin, bir yandan Suriye’de Kürtlerin statü sahibi olmasını engellemek için tampon bölge arayışından SUK’un kapılarını Kürtlere kapatmasına kadar her yolu deneyen Türkiye ile ilişkilerini geliştirirken, öte yandan PYD ile uzlaşması ne anlama gelmektedir?
Birinci olarak, aslında Barzani, Suriye’de, önceleri PYD’yi dışlayarak diğer Kürt grupları üzerinden sürece müdahale etmeye çalışmış; ama bu grupların etkisiz olması, onu, Suriye’de sürecin dışında kalmamak için PYD ile anlaşma noktasına getirmiştir. İkincisi, Barzani’ye Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünde de rol vermeye çalışan Türkiye egemenleri için, Suriye’de Kürtlerin özerkliği en son istenecek şey olmasına rağmen, Suriye Kürtleri üzerinde Barzani’nin etkili olması, en azından bugün bakımından, PYD’nin tek güç olmasından daha kabul edilebilir bir durumdur. Tıpkı, Irak’ta da Kürtlerin bağımsızlığı Türkiye egemenleri tarafından istenir bir şey olmadığı halde, bu olasılığın Türkiye karşıtı Maliki’nin bütün ülkede egemen olması olasılığı karşısında daha kabul edilebilir olması gibi… Ve PKK-PYD güçleri bakımından da, Barzani’nin kendileri ile ABD-Türkiye arasında bir denge politikası izlemek zorunda kalması, elbette Barzani ve Barzanici güçlerle karşı karşıya gelmekten daha istenir bir durumdur.  Özetlemek gerekirse, bugün bölgede bütün güçler hesaplarını var olan denge durumunu gözeterek, ama bu durumu kendi lehlerine çevirme hesaplarını yaparak adımlarını atmaktadır. Ve Suriye, bu denge durumunu değiştirebilecek en yakın ve önemli çatışma alanı olmayı sürdürmektedir.

BARZANİLİ ÇÖZÜM VE LEYLA ZANA
Bölgede dengelerin değişmeye başlaması, yeni dönemde Kürtlerin yaşadıkları ülkelerde statü sahibi olabileceği yeni koşulları da beraberinde getirmişti. Suriye’de fiili olarak özerkliğin inşa edilmesi, Irak’ta merkezi hükümetle gerilim üzerinden bağımsızlık tartışmalarının yapılmaya başlanması, İran’da PJAK ile İran rejimi arasındaki ateşkes bu sürecin adımları olarak değerlendirilebilir. Kürtler için birlik ve ortak politikalar belirlemek, farklı ülkelerde statü sahibi olabilmek bakımından önem taşımaktadır. Birlik tartışmalarının can alıcı sorusu, bu birliğin “hangi politikalar” ve “hangi ittifaklar” üzerinden kurulacağıdır. Bu politikaları belirlemek/tartışmak üzere toplanması kararlaştırılan Kürt ulusal konferansı daha yapılamamış olsa da, olası konferansın ev sahibi Barzani olacaktır. Barzani, bölgedeki değişim sürecine bütün Kürtleri kendi etrafında toplayarak müdahale etmenin hesaplarını yapmaktadır. Suriye’deki Kürtleri birleştirme çabası bu politikanın bir parçasıdır. Barzani’nin Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı olarak ciddi bir siyasi ve ekonomik güce sahip olduğu da bir gerçektir. Peki, Barzani’nin ittifak halinde olduğu temel güçler kimlerdir? 2007 Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra, Türkiye ve Irak Kürdistan Federe Yönetimi’nin giderek ABD ekseninde birleştiği ve ilişkilerini geliştirdikleri söylenebilir. ABD, Kürt yönetimini Arapların baskısı karşısında Türkiye’ye daha fazla yaklaşmaya ve Türkiye’yi de PKK’ye karşı Barzani’yle daha fazla işbirliğine zorlamış; öte yandan da petrol anlaşmaları (Türkiye’nin Kürt yönetiminden ham petrol alıp işlenmiş petrol satması) ve Kürdistan’daki Türkiyeli inşaat şirketleri bu işbirliğinin ekonomik temelini oluşturmuştur.
Türkiye’de AKP’nin son yıllarda Kürt sorununun çözümünde Barzani’yi öne çıkarmaya çalıştığı biliniyor. Bu tartışma, Barzani’nin Nisan ayındaki Ankara ziyareti döneminde de yeniden alevlenmiş ve Barzani’nin “Kürtlerin ortak lideri haline getirilmeye çalışıldığını” söyleyen BDP Eşbaşkanı Demirtaş, “Barzanili çözümün Türkiye Kürtlerinde karşılığı yok” açıklamasını yapmıştı.
Peki, nedir bu Barzanili çözüm? Barzani, AKP’nin 2009’da açıkladığı “açılım” politikasını desteklediğini her fırsatta yineliyor ve aslında bu politikada önemli bir rol üstleniyor. Zaten son Ankara ziyaretinde de, “AKP’nin Kürt sorununa yeni bir bakış getirdiğini” ve “BDP’nin bu yeni bakışa daha fazla destek vermesi gerektiğine inandığını” söylemişti. AKP’nin “yeni bakış”ı, “açılım” politikasında somutlanıyordu. “Açılım”, Kürt hareketinin muhatap olarak kabul edilmesi ve anadilde eğitim ile demokratik özerklik çerçevesi içindeki çözüm taleplerinin karşısına AKP’nin bireysel-kültürel haklar çerçevesini aşmayan kimi düzenlemeleri koyarak bu taleplerin içinin boşaltması ve diğer taraftan da dayatılan çözümü kabul etmeyen Kürt hareketinin çözümü istemediği görüntüsü üzerinden baskı ve tasfiye politikalarının sürdürülmesi anlayışına dayanan bir politikaydı. Barzani de, AKP’nin attığı adımları destekleyecek ve PKK’ye silah bırakma ve Güney Kürdistan’dan çıkma konusunda baskı yapacaktı. Barzani, AKP’yi desteklerken, öte taraftan da PKK ile savaşmayacaklarını ve AKP’nin sorunun çözümü yönünde daha fazla adım atması gerektiğini her fırsatta söylüyor. Bu tutum ilk bakışta çelişkili görünse de, Barzani’nin politikası iki uçlu olarak devam etmektedir. Bir yandan Kürt sorununun çözümünde üstlendiği rolle, AKP’yi kendisine daha fazla muhtaç hale getirmek, ama öte yandan da atılacak adımlar üzerinden PKK’yi baskılayıp zayıflatarak, kendisinin Kürtlerin “ortak lideri” olma rolünü oynamasını engelleyebilecek bir güç olmaktan çıkartmak istemektedir.
Barzani’ni bölgesel güç ve etkisi bakımından belirleyici bir önem taşıyan ve Leyla Zana’nın Kürt özgürlük hareketinden bağımsız tavır almasına neden olan asıl gelişme ise, Irak’ta yaşanmaktadır. Irak’ta Şii Maliki Hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında bölgedeki kamplaşmadan bağımsız olmayan ve olası bir ayrılmaya varabilecek bir çatışma yaşanmaktadır. Şii Maliki Hükümeti Suriye ve İran’la aynı safta dururken, Barzani yönetimi de, olası bağımsızlık için desteğini almak zorunda olduğu ABD ve Türkiye yönetimiyle aynı safta durmaktadır (bu durum Barzani’nin Suriye Kürtlerinin birleştirilmesi gibi, zaman zaman kendisini Türkiye ile karşı karşıya getirecek adımlar da atmasını dışlamamaktadır).
Irak’taki çatışmanın en önemli konusunu petrol gelirlerinin paylaşımı oluşturmaktadır. Kürdistan Federe Yönetimi, Maliki’nin petrol gelirlerinden kendilerine düşen payı vermediğini söyleyerek, ABD’nin petrol tekelleri (Exxon Mobil ve Total) ve Türkiye ile ayrı anlaşmalar yaptı. Merkezi hükümet (Maliki) bu anlaşmaları tanımadığını ilan etti.
Aynı süreçte, Barzani, Maliki hükümeti tarafından hakkında tutuklama kararı çıkartılan Sünni lider Haşimi’yi de koruma altına alarak, krize yeni bir boyut getirdi. En önemli petrol rezervlerinin bulunduğu Kerkük’ün statüsü konusu da, diğer bir çatışma konusu durumundadır. Barzani, Kerkük’ün, Kürt, Arap ve Türkmenlerin eşit temsil edildiği özerk bir yönetimle Kürdistan Yönetimi’ne bağlanmasını istemektedir. Türkiye’yi de, Türkmenler üzerinden Kerkük’te söz sahibi yaparak, ikna etmeye çalışmaktadır. Özetle, Irak’ta, hem başta petrol gelirlerinin paylaşımı ve ülke yönetimine katılım ve hem de bölgesel saflaşmadan kaynaklı bir çatışma yaşanmaktadır ve bu çatışma, gelişmelerin seyrine bağlı olarak, Irak’ın bölünmesine yok açabilecek bir nitelik taşımaktadır.
Barzani, bölgedeki güç ve etkisini korumanın, bütün Kürtlerin liderliği rolünü oynayabilmenin ve bağımsızlığa giden yolun ancak ABD-Türkiye ile ilişki ve işbirliğinin daha da geliştirilmesinden geçtiğini düşünmektedir. Bu çatışmada, Irak’ın diğer önemli Kürt lideri Irak Cumhurbaşkanı Talabani ise, İran’la da olan iyi ilişkilerini bozmamak için, bu çatışmada bazen arabulucu olmaya ve bazen de tarafsız durmaya çalışmaktadır. Bugün için Kürdistan’ın bağımsızlığına ne ABD’nin, ne de Türkiye’nin sıcak bakmadığı söylenebilir. Ancak Barzani, yaşanan çatışmanın seyrine bağlı olarak ve Sünnilerle ilişkilerin geliştirilmesi, Kerkük’te paydaş yapma, PKK’ye karşı destek olma gibi konularla Türkiye’yi ve başta petrol kaynaklarının ABD tekellerine devri, Kürdistan’da ABD üslerinin varlığı, İsrail’le iyi ilişkiler gibi konular üzerinden de ABD’yi olası bağımsızlığa ikna etmek istemektedir.
Özetle Barzani, bağımsızlık dâhil gelişen süreçte Kürtlerin yeni statü kazanmasının ve bölgede daha etkin bir halk/güç haline gelmesinin yolunun ABD-Türkiye çizgisiyle ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesinden geçtiğini düşünmekte ve politikalarını buna göre belirlemektedir. İşte tam da bu noktada, yıllardır Kürtlerin 3 liderinin (Öcalan, Barzani ve Talabani) olduğu söylemini öne çıkaran ve Kürt özgürlük hareketinin “halkların demokratik birliği” çizgisinden daha çok “ulusal birlik” çizgisine yakın duran Leyla Zana’nın Erdoğan’la ilgili açıklaması ve ardından yaptığı görüşmenin Barzani çizgisine daha yakın durmasından kaynaklandığı söylenebilir. Başka bir deyişle, Zana’nın Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceği yönündeki inancı, Barzani’nin Kürtlerin geleceğinin Türkiye’nin içinde olduğu ittifakla birlikte olmaktan geçtiği inancından bağımsız değildir. Zaten Zana da, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda, “Bağımsız Kürdistan için o zaman ölenleri anlıyorum. Ama 1999’dan itibaren strateji değiştiyse Bağımsız Birleşik Kürdistan yerini, haklı talepleri elde ederek tamamen birlikte yaşama stratejisine bıraktıysa ve amaç yerel yönetimin güçlenmesi, demokratikleşme ise, bu gençlerin ölmesini artık hiçbir vicdan kabul edemez.” diyerek, aslında Kürt hareketinin silah bırakması konusunda Barzani’ye yakın bir yerde durduğunu göstermiştir.
Burada, mesele, Zana’nın niyetini sorgulamak, onu savunmak ya da hedefe koymak değildir. Zana, Erdoğan’la yaptığı görüşmeden sonra, Kürt hareketinin dillendirdiği talepleri aynen gündeme getirmiştir. Ancak bu durum, ortada bir tutum farklılığı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Ayrışma sorunun çözümünün AKP’den bir beklenti içine girilerek mi, yoksa AKP’ye karşı demokratik direniş çizgisini geliştirerek mi geleceği noktasındadır. Zana’nın çıkışından sonra, Federel Kürdistan’ın başkenti Hewler’de (Erbil) çıkan ve Barzani’ye yakınlığıyla bilinen Hewler gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rewbar Kerim’in yaptığı “Zana, Barzani tarafından çok sevilen bir politikacı. Hewler’de Kadın Konferansı’nda katıldığında Barzani ile görüştü. Daha sonra bu açıklamayı yaptı. Barzani’nin etkisi altında kalıp böyle bir açıklama yaptığını düşünüyorum.” değerlendirmesi aslında durumu yeterince açıklamaktadır.
Burada, Zana’nın Erdoğan’la ilgili çıkışından önce dolaylı ya da dolaysız olarak Öcalan’la görüştüğü iddiasına da kısaca değinmek gerekiyor. Bu iddiayı gündeme getirenler, Öcalan’ın, önderi olduğu örgütten gizleyerek sorunu çözmeye çalıştığına inanmamızı istiyorlar. Oysa gerçekten böyle bir şey olsaydı, herhalde yapılması gereken ilk şey, Öcalan’ın örgütünü ikna etmesi için tecrit politikasına son verilerek mesajını vereceği kanalların açılması olurdu. Bırakın tecrit politikasından vazgeçmeyi, AKP, 14 Temmuz’da, DTK ve BDP’nin tecrit ve savaş politikalarına karşı yapmak istediği mitingi yasaklayarak, alana çıkmak isteyenlere karşı dizginsiz bir terör uygulanmıştır. Yani tecrit politikası, AKP’nin, sorunu muhatapsız çözme; askeri ve siyasi operasyonlar üzerinden Kürt hareketini etkisizleştirip tasfiye etme anlayışının en somut ifadesi durumundadır.

HANGİ ÇÖZÜM?
Kürtlerin bölgesel kamplaşma ve çatışmada denge durumunu bozabilecek önemli bir güç haline geldiği; özellikle Suriye ve Irak’taki gelişmelerin Türkiye’deki Kürt sorununu doğrudan etkilediği koşullarda, mesele, artık Kürt sorununun çözümü konusu üzerinde odaklanmaktadır.  Zana’nın çıkışı bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ve evet, AKP de Kürt sorununu çözmek istemektedir. Çünkü bu sorun AKP’nin bölgede attığı her adımda ayağına dolanmaktadır. İşte Suriye’de yaşananlar ortadadır. AKP, bir yandan Esad rejiminin devrilmesini isterken, öte yandan Suriye’de Kürtlerin özerkliğinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla burada kilit soru, bu çözümün nasıl gerçekleşeceği ve çözümün kimlerin çözümü olacağıdır.
Peki, AKP nasıl bir çözüm istemektedir? AKP’nin çözümü, geçtiğimiz aylarda Fikret Bila tarafından “yeni çözüm stratejisi” olarak açıklanan “çözüm”dür. Bu strateji, muhatapsız “çözüm” stratejisidir. İmralı ve Kandil’in çözümde devre dışı bırakılması ve BDP’nin de meclis çatısı altında AKP tarafından kendisine dayatılacak çerçeveyi kabul etmeye zorlanmasına dayanmaktadır. Çözümün çerçevesi de, Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması ve Türkiye’nin “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu şerhlerin kaldırılması olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Kürt halkının anadilde eğitim ve ‘Demokratik Özerklik’ taleplerinin karşısına konulan “çözüm” budur. Böylece, hem kamusal/kolektif bir talep olan anadilde eğitimin yerine bireysel-kültürel haklar çerçevesi içinde isteyenin Kürtçeyi seçmeli dersle öğrenmesi konmakta ve öte taraftan da halkın örgütlülüğüne dayanan ‘Demokratik Özerklik’ modelinin yerine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi üzerinden neo-liberal bir özerklik modeli dayatılmaktadır. BDP, meclis çatısı altında böylesi bir çözüme razı edilmeye çalışılacak, razı olmazsa, aslında çözümü Kürt hareketinin istemediği propagandası üzerinden, askeri ve siyasi operasyonlarla Kürt hareketini etkisizleştirme/tasfiye etme politikaları sürdürülecektir. Zaten bugün sorunun çözümünde birinci muhatap olan Öcalan’a uygulanan tecridin bir yılı aşmış olması ve öte taraftan askeri ve siyasi operasyonların aralıksız sürmesi, bu “muhatapsız çözüm” arayışının en somut göstergeleridir. AKP, kendi inisiyatifine dayanan muhatapsız bir çözüm istemektedir, çünkü Kürt halkının örgütlülüğüne dayanan demokratik-halkçı bir çözüm, bölgede hareket alanlarını kısıtlamaya, istedikleri gibi at koşturmalarına engel olmaya devam edecektir.
Hatırlayalım, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), “Demokratik Özerklik Taslağı”nı açıkladığında, DTK’nın çözümünün ‘halk meclisi’ sistemine dayanması, ‘öz savunma güçleri’ni esas alması ve tekelciliğe karşı ‘komüncü ekonomik politika’yı savunması karşısında, liberaller, “Sovyetik bir model”, “totaliter bir anlayış dayatılıyor” diye ayağa kalkmışlardı. Yani mesele, dönüp dolaşıp “kimlerin çıkarları temelinde ve nasıl bir çözüm” sorusuna dayanmaktadır. Bugün teşvik yasalarıyla ‘entegrasyonist Kürt burjuvazisi’nin güçlendirilmeye çalışılarak Kürt sorununun çözümünde rol oynayacak bir dinamik haline getirilmesi arayışı da, bu çerçevede değerlendirilmelidir.
AKP’nin muhatapsız ve halksız çözüm dayatması, karşıtını da güçlendirmekte; Kürt hareketinin çözüm modeli içinde demokratik-halkçı taleplerin daha da öne çıkmasının önünü açmaktadır. Bu bakımdan, DTK’nın Haziran ayında düzenlediği “Kürdistan’da Çalışma Yaşamı ve Emeğin Örgütlenmesi Çalıştayı”nda, DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un entegrasyonist Kürt burjuvazisine karşı Kürdistan işçi ve emekçilerinin örgütlülüğünü esas alan bir politik yönelim içinde olacaklarını söylemesi önemlidir. Açıktır ki, halkın; geniş işçi ve emekçi kitlelerin örgütlülüğünü esas alan bir çözümün Kürtlerin ulusal varlığının ve kimliklerinin tanınmasının ötesinde halkçı bir karakteri vardır. Çünkü halkın örgütlülüğüne dayalı bir çözüm, aynı zamanda egemenlerin Kürt hareketini sistemin girdabı içine çekme ve kendi ekonomi-politikalarını dayatma koşullarını da sınırlamaktadır. Liberallerin rahatsızlığının en temel nedeni de budur.
Halkın; geniş işçi ve emekçi yığınların örgütlülüğüne dayanan bir çözüm, Kürt halkının anadil ve statü talebinin ötesinde karar alma yetkisinin ‘halk meclisi’nde olduğu, emperyalizm ve gericiliğin halkları düşmanlaştırma politikalarına karşı demokratik-barışçı bir politikanın izlendiği, tekelci yağma ve sömürüye karşı bölgenin bütün yer altı ve yerüstü zenginliklerinin bölgesel yönetim tarafından halkın çıkarları temelinde kamusal bir şekilde işletildiği, yine GAP’ın halkın çıkarları temelinde yeniden düzenlendiği, Kürdistan’ı “Çinleştirme” planları karşısında işçi sınıfının örgütlülüğünün geliştirildiği, Kürt yoksullarının güvenceye kavuşturularak, barınma, beslenme, iş, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarının kamusal hizmetler üzerinden sağlandığı, güvenliğin halk meclisinin denetimindeki ‘öz savunma’ güçleri tarafından karşılandığı bir çözümdür. Bu çözüm; egemenlerin muhatapsız-halksız çözüm modeli karşısında ‘demokratik-halkçı çözüm’ modelidir. Ve demokratik-halkçı çözüm modelinin gelişmesi bakımından sınıf partisinin Kürdistan örgütünün bu talepler üzerinden Kürdistan işçi ve emekçileri içinde örgütlenme ve mücadele düzeyini ilerletmesi güncel bir görev durumundadır.

Fas demokratik yol örgütü kongresi’nde mücadele ve yenilenme çağrısı

Fas Demokratik Yol Örgütü’nün 3. Olağan Kongresi 13-15 Temmuz tarihleri arasında Fas’ın ekonomik başkenti sayılan Casablanca kentinde yapıldı. Kongre, bu ülkede önemli sarsıntılara yolaçan ve belirli bir değişim rüzgarı estiren kitlesel emekçi ve gençlik hareketlerinin ardından toplandı. Tüm Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan “Arap Baharı” dalgası içerisinde oluşan 20 Şubat Hareketi’nin öne çıkardığı genç militanların eski kuşak devrimcilerle ortak kongresi gibi oldu bu üçüncü kongre.
400 civarında delegenin (bunların % 40’ı gençler, % 25’i kadınlardı) katıldığı Kongre’de, programa ve uluslararası duruma ilişkin tartışmaların yanı sıra, esasta yakın dönemde yaşanan hareketlerin bir değerlendirmesi yapıldı. Oradan çıkarılacak derslerle, nasıl daha ileriye gidilebileceği, daha sağlam, köklü ve kitlesel bir hareketin nasıl inşa edilebileceğine dair sorunlar tartışıldı. Kongre’de Parti üst yönetimi de dahil olmak üzere, yönetimde de bir yenilenme, gençleşme doğrultusunda adımlar atıldı.
Kongre’ye, çeşitli Avrupa ve komşu Arap ülkelerinden çok sayıda parti ve örgüt de katıldı. Bunlar arasında, kısa bir süre önce topladığı genişletilmiş parti meclisi kararıyla partinin adını değiştiren ve Tunus Emekçi Partisi adını alan eski Tunus İşçileri Komünist Partisi de vardı. Türkiye’den Emek Partisi delegasyonu da davetliler arasında yer alıyordu. Kongre’de hazır bulunan partiler, çeşitli aktüel uluslararası konulara ilişkin tutumların ifade edildiği bir ortak metine de imza attılar.

CASABLANCA DEKLARASYONU
Demokratik Yol Örgütü’nün 3. Kongresi dolayısıyla 13, 14 ve 15 Temmuz 2012 tarihlerinde Casablanca’da bir araya gelen parti ve örgütler olarak aşağıda belirtilen bazı noktalara dikkat çekmek isteriz:
1- Öncelikle, Demokratik Yol Örgütü’nün Fas halkının yanında Makzen despotizmine karşı, gerçek bir demokrasi, sosyal adalet ve onur için yürüttüğü mücadeleye samimi desteğimizi ve dayanışmamızı ifade etmek istiyoruz.
2- Sendikal alanda, Fas rejimi ile sıkı işbirliği içerisindeki Mafyavari bürokratik aygıta karşı süren demokratik sendikal mücadeleyi destekliyoruz.
3- Tek tek ülkelerde ekonomik politikalar, toplumsal, demokratik alanlarda geriye savrulmaların yaşandığı, kapitalizmin yapısal krizi tarafından belirlenen bu uluslararası süreçte; biz, halkın çoğunluğunun haklarını savunma mücadelesindeki ısrarımızı ortaya koyuyoruz. Halkın ihtiyaçlarına ve çıkarlarına yanıt olabilecek alternatiflerin geliştirilmesi ve ortak mücadeleyi ilerletecek işbirliği alanlarının inşa edilmesi için çabanın devam ettirilmesini arzu ediyoruz.
4- Mali diktalara karşı halkların mücadelesindeki devasa ilerleme ve bilinçlenmeye vurgu yapmak istiyoruz.
5- Filistin halkının kahramanca ve meşru mücadelesini, kendi toprakları üzerinde demokratik, laik bir devlet kurma mücadelesini, ulusal bağımsızlığını ve mültecilerin uluslararası hukuk kurallarına göre kendi topraklarına dönüş haklarını destekliyoruz. Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ), Filistin halkının meşru temsilcisi olarak selamlıyoruz.
6- Sahra halkının kendi kaderini tayinine imkan yaratacak, uluslararası meşruiyet çerçevesi kapsamındaki görüşme sürecinin yeniden başlamasını destekliyoruz.
7- Bask ve Kürt meselelerinin barışçıl demokratik yollarla çözümü doğrultusundaki her girişimi destekliyor ve ilgili tüm tarafları görüşme ve diyaloga davet ediyoruz.
8- Suriye halkının demokrasi ve özgürlük özlemini destekliyor, her türlü yabancı ve dış müdahaleye karşı olduğumuzu ilan ediyoruz.

Casablanca, 14 Temmuz 2012

İmzalayanlar :
Bask Izıuierda Abertzale
Belçika Emek Partisi
Burkina Faso Devrimci Komünist Partisi
Fas Demokratik Yol Örgütü
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi
Filistin Demokratik Halk Cephesi
Fransa Anti Kapitalist Parti
İspanya Komünist Partisi
İspanya Halkları Komünist Partisi
İspanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist)
İspanya Sol İnşa Platformu
Tunus Emekçi Partisi
Türkiye Emek Partisi
Yunanistan Komünist Örgütü (Syriza bileşeni)

Higgs bozonu ve yeni fizik: genel bir bakış

CERN tarafından yapılan son açıklamalar Higgs Bozonunun bulunduğuna dair kuvvetli işaretler olduğuna vurgu yapıyor. Bulgu kesin şekilde doğrulanırsa (bu işlem bu yılın sonuna dek sürecek), Fizikte Kütle Problemi adı verilen çözülmemiş önemli bir problem daha çözülmüş olacak. Artık Yeni Fizik’ten bahsedeceğiz.
Bu yazıda, Higgs Bozonunun keşfine dek neler yaşandığına, hangi öngörülerin söz konusu edildiğine, bu konuyla ilintili tartışmalara ve teorilere kısaca değinmek de yarar var diye düşünüyorum. Popüler dergilerde ve günlük gazetelerde yer alan haber ve yorumları görünce meselenin doğru anlaşılması açısından bu tür yazılar zorunlu hale gelmektedir bence.
Bilim insanları, evrenimizin 14.9 milyar yıl önce büyük bir patlama (Big Bang) sonucunda oluşmaya başladığı konusunda hemen hemen hem fikirdir. Bugüne değin yapılan çalışmalar (teorik ve deneysel), başlangıca doğru evrenin oluşumunu anlamaya yöneliktir. Astrofizikçilerin diliyle söylersek, bu yönde atılan her ileri adım bizi evrenin başlangıcına bir adım daha yaklaştırmaktadır.
Fizikte çözülmeyen problemlerden biri Kütle Problemi diye bilinir. Kütle problemi derken şunu anlıyoruz: Evren oluşup soğumaya başladıktan sonra, Kendiliğinden Simetri Kırılması diye anılan bir durum sonucunda, kuvvetler ayrılmaya başladı ve bu süreçte W ve Z gibi bozonlar kütle kazanırken foton (ışık taneciği) kütle kazanamadı. Yani, fotonun durgun kütlesi sıfırdır. Bunun sebebi kısa bir zaman öncesine kadar bilinmiyordu. Bu konuda çeşitli görüşler vardı. Bu görüşlerden biri de, İskoçya’lı Fizikçi P. Higgs’e aittir: Evren, Higgs alanı diye anılan bir alanla doludur ve parçacıklar bu alanla etkileşerek kütle kazanır; dolayısıyla Higgs alanıyla çok etkileşen parçacıkların kütlesi büyükken, hiç etkileşmeyen parçacıkların kütlesi sıfırdır. Bu alanın da bir kuvvet taşıyıcısı olmalıdır: Higgs Bozonu!
Şimdi yukarıda anılan bazı olayları ve kavramları kısaca açıklamaya çalışayım izninizle. Fizikte, 4 temel kuvvetin var olduğu ileri sürülür: Kütle-çekim (gravitasyon), elektro-manyetik, zayıf ve güçlü. Kütle-çekimi, kütlesi olan tüm cisimler arasında söz konusu olup doğadaki en zayıf kuvvettir ve bu kuvvetin taşıyıcısı ise, graviton adı verilen parçacıktır. Elektro-manyetik kuvvetler daha çok atomik düzeyde söz konusu olanlar olup, bu etkileşmenin taşıyıcısı fotondur. Zayıf etkileşmelerin kuvvet taşıyıcıları ise, W ve Z bozonlarıdır. Bu bozonlar, yüklü (W artı, W eksi) ya da yüksüz (Z sıfır) olabilir, ama hepsinin kütlesi vardır. Kuvvetli (güçlü) etkileşmeler daha çok çekirdek içinde yer almakta olup, kuvvet taşıyıcıları glüon adı verilen parçacıklardır. S. Glashow adlı fizikçi, elektromanyetik ve zayıf kuvvetleri birleştirerek, elektro-zayıf kuvvetle ilintili şekilde elektro-zayıf teoriyi geliştirmiştir. Bu çalışma,  S. Weinberg ve A. Salam tarafından Higgs Mekanizmasının uygun şekilde eklenmesiyle, Standart Model’in kurulmasına yol açmıştır.
Parçacıklar sınıflandırılırken, ilk temel ayrım, bunların uyduğu istatistiksel yasayla ilintili şekilde yapılır: Fermi-Dirac İstatistiği (bu istatistiğe uyan parçacıklara fermion adı verilir. Fermionlar, yarım tam-sayılı ½, 3/2,… spine sahip olup, Pauli dışarılama ilkesine uyar), Bose-Einstein İstatistiği (bu istatistiğe uyan parçacıklara bozon adı verilir. Bozonların spini tam-sayıdır). Spin, parçacığın içyapısı ile ilgili bir kuantum sayısını ifade eder. Örneğin, elektronun iki spin durumunda olduğunu söyleriz: Yukarı ve aşağı (elektronun spini ½’dir.). Pauli ilkesine göre, tüm kuantum sayıları aynı olan iki fermion aynı durumda bulunamaz. Oysa bozonlar için böyle bir kısıtlama yoktur. Yani, binlerce bozonu aynı kuantum durumuna yerleştirebiliriz. Örneğin, lazerler yapılırken bozonların bu özelliğinden yararlanılmıştır.
Şimdi de Standart Model’den kısaca söz edelim: Standart Model (SM), kuantum elektro-zayıf ve kuantum renk dinamiği gibi iki teoriyi kuantum alan teorisi yoluyla birleştirerek, parçacıklar arasındaki tüm etkileşmeleri tanımlamaya çalışan teorinin adıdır. Bir anlamda, her şeyin teorisi diye de anılmaktadır. SM’nin öngörüleri CERN’de gerçekleştirilen deneylerle doğrulanmış durumdadır. Örneğin, Glashow, Weinberg ve Salam’ın öngördüğü Z bozonu 1973’te, W bozonuysa 1981’de keşfedilmiştir. Z bozonunun keşfi, 1979 Nobel Ödülü’nün bu üç fizikçiye verilmesini sağlamıştır. Bu modelde, üç lepton ve üç kuark kuşağı söz konusudur. Leptonlar: Elektron ve elektron nötrinosu, müon ve müon nötrinosu ile tau ve tau nötrinosu. Kuarklar: Yukarı (up) ve aşağı (down), tılsımlı (charm) ve garip (strange), üst (top) ve alt (bottom). Ayrıca, hadron adı verilen ve renk-yükü olmayan birleşik parçacıklar, mezon adı verilen ve bir kuark artı bir karşıt-kuarktan oluşan parçacıklar ile baryon adı verilen ve üç kuarktan oluşan parçacıklar da söz konusudur. Örneğin, proton ve nötron, birer hadrondur. Kuarklar, yarım tam sayılı yüklere sahip olup, glüon adı verilen aracı parçacıklar yoluyla etkileşir. Glüonların elektrik yükü yoktur, fakat renk yüküne sahip oldukları söylenir. Glüonlar kendi aralarında da etkileşir şüphesiz. Bu etkileşmeler, kuantum renk dinamğinin (quantum chromodynamics) inceleme alanına dahildir. Higgs Bozonu, SM’de önemli bir yere sahiptir. Kütleli olduğundan, kendisiyle de etkileşir. Higgs Bozonu, leptonların kütle kazanmasından da sorumludur diye söyleyebiliriz.
Yukarıda anılan parçacıkların kütleleriyle ilgili sayısal verilerden önce birimlerden söz etmek doğru olur diye düşünüyorum. Einstein’in ünlü E= kütle x ışığın hızının karesi (m çarpı c kare) formülünü hepimiz biliriz. Bu formül, m kütlesinin tümü enerjiye dönüştüğünde elde edilen miktarı anlatmaktadır. Örneğin, 1 gr kömürün tümünü enerjiye dönüştürürsek 1 gr çarpı 900 000 000 000 000 000 000 cmkare/saniyekare= 900000000000000000000(9 çarpı 10 üzeri 20) Erg kadar enerji elde ederiz. Dikkat edilirse, bu, epey yüksek bir enerjidir. Günlük yaşamda bunu kontrol edemiyoruz ne yazık ki. Bir diğer enerji birimi eV (elektro-volt)’dir. 1 eV= elektronu bir Voltluk potansiyel farkı altında ivmelendirmek için gerekli enerji: 1,6 çarpı 10 üzeri eksi 12 Erg ya da 1,6 çarpı 10 üzeri eksi 19 Joule. Yukarıdaki örnek için elde edilen enerji, bu durumda, 5,625 çarpı 10 üzeri 32 eV’dir. Ayrıca, eV’nin MeV, GeV, TeV ile gösterilen katları da yaygın şekilde kullanılır ( MeV= milyon kere eV, GeV= milyon çarpı milyon kere eV ve TeV= milyon çarpı milyon çarpı milyon kere eV.) Dolayısıyla 1 gr kömür tamamen enerjiye dönüştürülürse 5,625 çarpı 10 üzeri 20 TeV enerji söz konusu olacaktır. CERN ’de şimdiye dek en fazla 8 TeV enerjiye ulaşıldığını söylersem, bu enerjinin büyüklüğü daha açık görülecektir. Bu ünlü formülden yola çıkarak, kütlenin enerji/(ışığın hızının karesi) birimiyle ifade edilebileceği kolayca görülür. C ile gösterilen ve 300 0000 km/s olan ışığın hızını 1 alırsak, kütleyi GeV cinsinden, aksi durumda, GeV/ckare cinsinden ifade edebiliriz.
W bozonunun kütlesi 80 GeV ve Z bozonunun kütlesi 91 GeV şeklinde ölçülmüştür. SM’nin öngördüğü Higgs Bozonunun kütlesi için bulunan, fakat kesinleştirilmesi beklenen aralık 125-126 GeV’dir. Görüldüğü gibi, Higgs’in kütlesi, bilinen diğer bozonların kütlesinden epey fazladır. Bu sonucun kesinleştirilmesiyle birlikte SM’nin tamamlanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylece, Einstein’nın da düşü olan temel fizik kuvvetlerinin birleştirilmesi (Büyük Birleşme Teorisi (BBT veya İngilizcede GUT) ve elektro-zayıf simetrinin nasıl kırıldığı da açıklanmış olacaktır. Higgs’in kütlesinin proton kütlesinin 133 katı olduğunu söylesem, şaşırır mısınız? Higgs ’in varlığı, yaptığı bozunumlardan yola çıkılarak anlaşılmaktadır. İki bozunma kanalından söz edilmektedir: İki fotona bozunma ve 4 leptona bozunma. Deneyler iki kanalda da yürütülmekte ve elde edilen sonuçlar sürekli şekilde karşılaştırılmaktadır.
Bu önemli buluşun gerçekleştirilmesi sırasında kütle-merkezi enerjisinin 8 TeV olduğunu tekrar belirtelim. Yani, proton ve karşıt-proton demetleri, çok yüksek bir hıza (0.99 çarpı ışığın hızı= neredeyse ışık kadar hızlı!) kadar hızlandırılarak çarpıştırılmaktadır. 2012 Aralık ayının sonunda kesin sonuç(lar) açıklanacak ve CERN adı verilen dünyanın en büyük ve en soğuk laboratuarı iki yıllık bakıma alınacaktır. Daha sonraki deneylerde 14-16 TeV’e kadar çıkılması hedeflenmektedir.
Bu önemli ve heyecan verişi buluşun, ayrıca, % 96’sını bilmediğimiz evrene ışık tutacağını da beklemekteyiz. Öyle ya: Evrenin bilebildiğimiz kısmı sadece % 4!
Higgs Bozonunun keşfi kütle sorununu anlamamızı sağladı, ama hala çözüm/cevap bekleyen soru/sorunlar var: 1. Gravite (kütle-çekimi) nasıl işlemektedir?, 2. Güçlü ve elektro-zayıf teoriler nasıl birleşecektir?, 3. Evrenin % 23’ünü oluşturduğu sanılan kara(nlık) madde (dark matter) nasıl anlaşılacaktır?, 4. Evrenin %72’sini oluşturduğu tahmin edilen kara(nlık) enerji (dark energy) nasıl anlaşılacaktır?, 5. Doğada neden çeşitli simetriler vardır?
Higgs’le bağlantılı olarak ortaya atılan spekülasyonlara da kulak vermemek gerekiyor: “Tanrı parçacığı” tanımı çok yanlıştır öncelikle. Olayın/deneyin böyle bir ilahi yönü yoktur. Deney sırasında kara deliklerin (black hole) oluşacağı ve böylece kıyametin başlayacağı gibi bilimsel bilgiye dayalı olmayan temelsiz iddiaların ne kadar boş ve yersiz olduğu da sanırım anlaşılmıştır. Bu yönde bilgi ve bilinç eksikliğine sahip bir toplum yapısının her türlü kandırmaca ve spekülasyona açık olduğu da görülmüş oldu böylece. Öyle bir hale geldik ki, kendine bilim insanı sıfatı yakıştıranlar, gazete ve TV haberlerini kanıt diye kullanmaktan çekinmediler.
Ülkemizde bu deney ve sonuçlarıyla ilgilenen bazı yazarlar, yanlış yorum/analiz yaparak, olayı çarpıtmaya çalıştılar. Bu yazarların önemli bir kısmının sol gelenekten geliyor olması, üzüntü katsayısını epey arttırdı bence. Kapitalizm (ya da emperyalizm) büyük paralar harcayarak ve toplumun kafasını karıştırarak, Newton ya da Einstein’ın Fiziğini yok etmeyi planlamış olabilir mi? Bu iddiaya ancak gülünür! Newton Fiziği hala günlük yaşamımızın fiziğidir. Düşük hızlar ve büyük nesnelerin dünyasını ancak Newton Fiziği yoluyla anlayabiliyoruz. Einstein’ın ortaya attığı Özel Görelilik Teorisi, yüksek hızlarda ve küçük boyutlardaki fiziği daha iyi anlamamızı sağladı: Göreli Mekanik (Göreli Kuantum Mekaniği), hızı ışık hızına yaklaşan küçük (çok küçük) nesnelerin dünyasını daha iyi anlamamızı sağladı. Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi, uzay-zamanı birleştirmemizi ve uzayın geometrisinin önemini anlamamızı sağladı: Enerji-madde, uzay-zaman artık birlikte kullanılmaktadır. Kısacası, fizikte yaşanan her gelişme, geliştirilen her yeni teori, atılan her ileri adım, genel resmin, dolayısıyla doğayı anlama sürecinin tamamlanması yönünde -doğal olarak- bir işlev gördü. Bilimsel gelişme ve değişme bir anlamda budur zaten. Somutlaştırmak gerekirse: Atomların dünyasını Newton Fiziği ile anlayamayız, bu sebeple Atom Fiziği var; çekirdek içi etkileşmeleri sadece Çekirdek Fiziği (Nükleer Fizik) Teorisi yardımıyla anlayabiliriz. Işık mikroskobuyla mikro dünyaya ait her şeyi görebiliyor muyuz? Elbette hayır. Elektronları görüntülemek istersek elektron mikroskobunu, atomları görmek/görüntülemek istediğimizde atom mikroskobunu kullanırız. Elektron mikroskobu var diye, ışık mikroskoplarını çöpe atmadık, atmayacağız elbette. İkisi de gerekli çünkü.
Higgs Bozonu (Mekanizması) ya da Yeni Fizikle bağlantılı felsefi tartışmalar yapılabilir, yapılmalıdır. Öncelikle konunun özünün doğru anlaşılmasına ihtiyaç vardır bence. Sorgulamaya şuradan başlayabiliriz sanırım: CERN gibi dev laboratuarlarda önemli buluşlara imza atılıp Yeni Fizik yaratılırken, Türkiye’de Temel Bilimlerle ilgili var olan enstitülerin kapatılması ya da sulandırılması girişimlerinin ahlaki/felsefi boyutu nedir? Temel Bilimler değersizleştirilip Fizik, Kimya, Biyoloji Bölümleri kapanma noktasına getirilirken, Temel Bilimciler ve Felsefeciler ne yaptı/ne yapıyor/neyi tartışıyor? CERN’de bu güzel buluşlarda imzası bulunan Türkiye’li Fizikçiler ne zaman yüksek sesle konuşmaya ve tartışmaya başlayacak? 24.07.2012

Kaynak: www.cern.ch.

Türkiye’de kamu taşeron işçileri örgütlenmesi

Türkiye’de işçi sendikalarının örgütlenme düzeyinin düşüklüğü ve sendikalara hakim olan uzlaşmacı çizgi ve atalet, bazı sendikaların bu durumu aşma çabalarına rağmen hareket içindeki egemen eğilimdir.
Sınıf çelişkileri derinleşmekte ve kendiliğinden hak mücadelesi örnekleri son yıllarda çoğalmakta, ancak canlı bir sendikal örgütlenmeye büyük bir ihtiyaç duyulan bu anda sendikal hareketin uzun zamandır içinde bulunduğu uzlaşmacı çizgi birleşmesinin de önünü kestiği mücadeleyi geriye itmektedir.
Denilebilir ki, işçi sınıfının irili ufaklı birçok mücadele ve örgütlenme çabalarına sendikalardan ihtiyacı karşılayacak cevap gelmemektedir. Bunun çokça nedeni olmakla birlikte, bu yazıda kamu taşeron işçileri* ve onların örgütlenme mücadelesi üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin bugün hangi düzeyde olduğunu ele almadan önce kamu işyerlerinde taşeronlaştırmanın neden ve nasıl bu kadar yaygınlaştığına bakmak doğru olacaktır.

KAMUDA TAŞERONLAŞTIRMA: NEREDEN NEREYE?
Taşeron iş ilişkileri, hukuksal ifadesiyle “asıl-işveren” “alt-işveren” ilişkisi, son 15-20 yıl içinde üzerine çokça konuşulup tartışılan bir konu olsa da, kapitalist üretim ilişkileri içinde oldukça eski bir uygulamadır. Bu nedenle, Türkiye’de yürürlükte kalmış tüm iş kanunlarında “alt-işverenlik” ilişkisi değişik şekillerde de olsa tanımlanmış ve fiilen var olan ilişki burjuva hukukunca da tanınmıştır. Fiilen ve hukuken kapitalist üretim ilişkilerinde geçmişten beri var olan taşeronluğun Türkiye’de burjuvazi için gerçekten çok yönlü ve işlevli bir araca dönüşmesi, ’89 Bahar Eylemleri sonrasına denk düşmektedir.
Hatırlanacağı üzere, özellikle kamuda çalışan işçiler, 1980 darbesi ve sonrasında ücret ve sosyal haklarına ilişkin büyük kayıplarını, 1989 yılında en yaygın ve kitlesel hale bürünen işçi eylemleri ve bu süreçte kamuda imzalanan toplu iş sözleşmeleriyle telafi edebilmişti, ve aynı süreç, memurların da büyük bir mücadeleye girişinin önünü açmıştı.
1989 Bahar Eylemleri ve sonraki yıllar içinde sınıfın kazanımları karşısında, burjuvazi, bir ölüm kalım savaşı verdiğini çok daha açık olarak hissettiğinden olsa gerek, işçi sınıfının büyük mücadelelerle sermayeden söküp aldıklarını geri almak için çok kapsamlı saldırıları kullanmaya çalışmıştır.
Sermaye yönünden rövanş almanın kamudaki en temel yönelimlerinin başında özelleştirmeler ve taşeronluk sisteminin yaygın olarak devreye sokulması gelmektedir.
Kamu hizmetlerinde taşeronluk sistemi, 1985 yılından itibaren, önce belediyelerde, temizlik gibi hizmetlerin yavaş yavaş taşeron şirketlere ihale edilmesiyle başlamıştır. Ancak 1990’lara kadar bu ihale etme örnekleri çok münferittir. Esas yaygınlaşma 1990’larla birlikte hız kazanmıştır.
Taşeronluk sisteminin patenti, Türkiye’de, bilindiği üzere, ANAP Hükümeti’nindir. Ancak, ANAP Hükümeti’nden sonra gelen hiçbir hükümetçe taşeronluk sistemi geri çekilmemiş, aksine daha da geliştirilmiştir. En son AKP Hükümeti döneminde bu uygulamalar doruğa çıkarılmıştır ve daha fazlası da yapılmak istenmektedir.
Örneğin, 2003 yılında kamuda istihdam edilen daimi işçi sayısı 304.039 iken, 2011 yılında bu sayı 156.451’e düşürülmüştür.  Kamuda daimi işçi sayısı düşürülürken, bu alanlardaki işçi açığı sürekli taşeronluk sistemiyle ikame edilmiştir.
Kısaca, Türkiye’de kamu alanında taşeron işçi çalıştırılması herhangi bir hükümetin münferit uygulaması değil, 20 yıldan fazla bir süredir, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda uygulanmakta olan bir devlet politikasıdır. Devlet aygıtının kapitalist düzende burjuvazinin bir egemenlik aleti olduğunun en iyi örneklerinden birini taşeron işçiliği üzerinden de görmek mümkündür.
1989 Bahar Eylemlerinin ardından, sermayenin, işçi sınıfından rövanş almada gösterdiği bu programlı ve istikrarlı çalışma, elbette burjuvazinin Türkiye’deki uygulamalarıyla sınırlı olmayıp, kendinden çok daha önce bu yolu kat etmiş uluslararası örneklerini de varsaymaktadır. Burada bir parantez açıp, bu örneklerin oldukça çarpıcı olanlarından birine yer vermek uygun olacaktır. Çünkü burjuvazi dünyanın her yerinde aynı güdü ile hareket etmekte ve kendi mezar kazıcılarını alt etmede her yolu ve yöntemi uygulamaktadır. Bu anlamda, kapitalizmin beşiği İngiltere’de kömür işçileri ve onların sendikalarıyla, sermayenin çıkarlarını savunup uygulamada kararlı davranan burjuva hükümetler arasında sürmüş olan mücadele, Türkiye’de hem 1989’u, hem de sonraki süreci daha net görüp anlamak açısından iyi bir imkan sunmaktadır.
İngiltere’de 1972 ve 1974 yıllarında gerçekleştirilen kömür işçileri grevi ardından ortaya çıkan süreç, aslında, Türkiye işçi sınıfı açısından geleceğinin bir örneği gibidir. 1972 yılında İngiltere kömür işçileri ücret sıralamasında 17. sırada yer alırken, başarılı bir sendikal örgütlenme ve grev ile % 27 ücret artışı elde etmiş ve ücret sıralamasında 1. sıraya yükselmişlerdi. 1974 grevi de ücret artışı talebiyle başlamış ve yapılan grevin ardından sendika taleplerini hükümete yine kabul ettirmişti. (İngiltere’de kömür madenleri ve işletmeleri o dönemde KİT niteliğinde işletmelerdir.)
Aynı süreç iktidardaki Muhafazakâr Parti’ye erken seçim kararı aldırırken, beklenmedik şekilde İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Ancak, Muhafazakâr Parti’nin bu dibe vuruşu, bu partinin bakanlarından Margaret Thatcher’a parti içinde yükselme ve güç toplama fırsatı sunmuş ve 1979 yılında Başbakanlık koltuğuna oturduğunda, İngiliz burjuvazisinin sendikaların aşırı güçlü hale geldiği ve bunun mutlaka kırılması ve sendikaların toplumsal gücünün adeta yok edilmesi gerektiği fikrini gayet planlı ve programlı şekilde uygulamaya sokmuştur.
Kömür işçilerinin ve onların sendikalarının İngiltere’de sahip olduğu gücün kırılmasının ilk adımları 1979 yılında atılmış, nükleer enerji kullanımı, olası bir greve karşı kömür stoklarının artırılması, sermaye için gerekli yasaların çıkarılması vb. gibi uygulamalar hayata geçirilirken, sendika bütün bu olup bitenin ne olduğunu tam olarak anlayamamış; bunun bedelini de, 1984 yılında girdiği ve 356 gün süren başarısız grev deneyimiyle ödemiştir. Grevin ardından 40 maden ocağı kapatılmış ve 38.000 kişi emekli edilmiştir. İngiltere’de sermaye, böylece, 1972-1974 grevinde kaybettiklerinin rövanşını 1984’te almıştır.  Ama nihai savaş verilip zafer kazanılana kadar işçi sınıfı için böyle yenilgiler her zaman olabilecektir. Bu parantezi kapatıp Türkiye kamu taşeron işçilerine dönebiliriz.

KAMU TAŞERON İŞÇİLERİ: NEREDEN NEREYE?
Türkiye’nin 81 ilinde kamu taşeron işçisinin olmadığı tek bir kamu işyeri yoktur. Her iş kolunda, her kamu işyerinde taşeron işçisi bir şekilde istihdam edilmektedir. Bu kadar yaygın bir şekilde kullanılan taşeronluk uygulamaları, kamu taşeron işçileri için aynı oranda ortaklaşan sorunları da ortaya çıkarmıştır.
Kamu taşeron işçilerinin en önemli sorunlarının başında her an işten atılma kaygısı, yani iş güvencesinin olmaması yer almaktadır. Ücretlerin düzeyi, Türkiye ortalaması bakımından, asgari ücreti geçmemektedir. Servis, yol ücreti, yemek gibi ek yardımlardan taşeron işçilerin çok azı yararlanabilmektedir. Yıllık izin, mazeret izni vb. hakları kullandırılmamaktadır. Resmi tatil, bayram tatili, fazla mesai gibi çalışmalarının karşılığı ödenmemektedir. Büyük bir sıkıntı da kıdem tazminatı haklarının uygulanmamasıdır. En az bunlar kadar önemli bir konu da, taşeron işçilerin deyimiyle “insanca muamele görme” taleplerinin karşılanmamasıdır.
Ortaklaşan bu sorunlar, kendiliğinden bir şekilde, kamu taşeron işçilerini son dönemde daha çok bir araya gelmeye itmektedir. Kamudaki taşeron işçilerin son dönemde göze çarpan örgütlenme ve hak alma mücadelesinde birkaç olgunun ön plana çıktığı, hatta mücadelenin bir dönemece geldiği söylenebilir. Özellikle, 2009 yılından sonra yaygınlaşma eğilimi gösteren kamu taşeron işçi dernekleri, bu kendiliğinden bir araya gelme çabasının ürünüdür.
Türkiye’nin neredeyse her ilinde kurulmaya başlanan bu işçi derneklerinde farklı iş kollarından kamu taşeron işçilerinin bir araya geldiği ve işçilerin taleplerinin bu dernekler aracılığıyla ortaya konduğu görülmektedir.
Kamu taşeron işçilerinin birlikte mücadele arayışı, bir yandan taşeronlaştırma üstünden büyük kârlar sağlayan, sermaye birikimini ilerletip palazlanan burjuvazinin kendi ayak bağlarını yarattığı süreci de açıkça göstermektedir. Komünist Manifesto’da önümüze serilen kapitalist gerçek burada da işlemektedir. Sermaye birikiminin burjuvazinin elinde olmayan ilerleyişi emekçiler arasındaki rekabetin yerine birlikteliklerinden gelen dayanışmayı koymakta/zorlamakta ve burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendisine karşı mücadele edecek yeni güçler olmaktadır. Burjuvazi, durmadan, kendi “mezar kazıcıları”nı üretmektedir.
İşte sermayeye karşı mücadeleye yönelen bu güçler, yani kamu taşeron işçileri ve onların dernekleri, 2012 yılı Ocak ayında Çalışma Bakanlığı yetkilileriyle bir araya gelerek, mevcut sorunlarını hükümet nezdinde dile getirmeye çalışmışlardır.

İŞÇİ SINIFININ VEKİLİ SORUYOR.. BAKAN CEVAPLIYOR
Bu görüşmenin ayrıntılarını, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına verilmiş soru önergesine gelen yazılı cevapta bulmak mümkün. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in yazılı olarak cevaplaması için İstanbul Bağımsız Milletvekili A. Levent Tüzel tarafından verilmiş soru önergesine, 2012 yılı Nisan ayı içinde Bakan tarafından verilen yazılı cevapta, bazı kamu taşeron işçi derneklerinin yetkilileri ile görüşme yapıldığı ve “iyileştirmeler” yapılacağı yönünden açıklamalar bulunmaktadır. Biraz uzun olmakla birlikte, süreci daha iyi görebilmek için Bakan’ın yazılı cevabını alıntılamak doğru olacaktır.
“Bakanlığımız, ülkemizde sosyal diyalogun en etkin işletildiği kurumların başında gelmektedir. Bu kapsamda, 12.01.2012 tarihinde düzenlenen toplantıda alt işveren işçi dernekleri temsilcilerinin konuyla ilgili görüş ve önerileri alınmış ve uygulamada yaşadıkları güncel sorunlar tespit edilmiştir. Bu sorunlar doğrultusunda, alt işveren işçilerinin emeklerinin karşılığı olan ücretlerinin tam ve zamanında ödenmesini güvence altına almaya, alt işverenlik ilişkisinin ‘kötüye kullanımı’ ile kıdem tazminatı bakımından işçinin hak kaybına uğratılmasını önlemeye, yıllık ücretli izinlerin uygun olarak kullandırılmasına yönelik çalışmalar Bakanlığımızın gündemindedir.
“Bununla birlikte, kamu kurum ve kuruluşlarınca alt işveren yanında çalışan işçiler, Kamu İhale Mevzuatı hükümleri uyarınca gerçekleştirilen ihaleler yoluyla istihdam edilmektedir. Bu nedenle alt işveren yanında çalışan işçilerin ‘ihale mevzuatına dâhil olan hususlar’ bakımından kadrolu personel ile eşitlenmesi yönünde bir çalışmamız bulunmamaktadır.
“Türkiye çapında alt işveren sayısı 27.643, alt işveren yanında çalışan işçi sayısı ise 498,227’dir.”
Bakanlıkla görüşmelere hangi kamu işçi dernekleri katılmıştır?
Bu dernek yetkilileri neler talep etmişler, ne cevap almışlardır? 
500.000 kamu taşeron işçisinin ücret, sosyal haklar ve iş güvencesi gibi başlıca sorunlarını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı nezdinde dile getirenler neden öncelikle sendikalar değil de, işçi dernekleri olmuştur?
Sendikalar hâlihazırda kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin neresindedir?
Sorular daha da çoğaltılabilir, ancak yukarıda belirttiğimiz soruların ilkine cevap arayarak ilerleyelim.

BAKANLIKLA GÖRÜŞMELERE HANGİ KAMU İŞÇİ DERNEKLERİ KATILMIŞTIR?
Belirttiğimiz üzere, 2009 yılından itibaren kurulmaya başlanan kamu taşeron işçi derneklerinin bazıları bir araya gelerek bir platform veya federasyon oluşturmuş, bazıları da şubeleşerek yaygınlaşmaya çalışmaktadır.
Örneğin; Adana, Adıyaman, Antalya, Bolu, Çorum, Erzincan, Gaziantep Giresun, Mersin, Hatay, Kahramanmaraş, Kayseri, Konya, Kütahya, Muş, Niğde, Ordu, Şırnak, Tokat, vb. illerde kurulu 25’e yakın kamu taşeron işçi derneğinin bir araya gelerek 2012 yılında kurduğu kısa adı TİDEP olan Türkiye İşçi Dernekleri Platformu, yine 2012 yılı Haziran ayı içinde, KİDEF adı altında ilk taşeron işçi federasyonunu oluşturmuştur.
İstanbul merkezli olarak 2010 yılında kurulmuş ve bildiğimiz kadarıyla bir platforma üye olmayan ve henüz şubesi de bulunmayan, kısa adı Taş-İş-Der olan Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği de, özellikle İstanbul Üniversitesi hastanelerinde çalışan taşeron işçiler tarafından hayata geçirilmiştir.
Başka bir örnek ise, merkezi Şanlıurfa’da olan 2011 yılı Ocak ayında kurulmuş, kısa adı KAŞİP olan Kamu Şirket Personelleri Eğitim Kültür, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğidir. Bu derneğin, halen 20 ilde şubesi ve bölge temsilciliği bulunmaktadır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda yapılan görüşmelere katılan derneklerin belli başlıları yukarıda belirttiğimiz dernek ve platformlar olmakla birlikte, bu örgütlenme örnekleri içinde Hükümet tarafından dikkate alınan ismin KAŞİP olduğunu belirtmeliyiz.
Kuruluşunun üstünden henüz 1 yıl geçmeden neredeyse Türkiye’nin yarısında örgütlenme yürütüp şubeleşebilen derneğin yetkilileri bizzat AKP milletvekili tarafından meclise davet edilmiştir. KAŞİP’in resmi internet sitesinde, görüşmeye ne şekilde davet edildikleri kendi ağızlarından aktarılmaktadır:
“…Manisa milletvekili ve sağlık komisyon üyesi muzaffer yurttaş tarafından meclise davet edildik. Bu meclis görüşmesi Türkiye taşeron işçisinin kendi resmi makamı ile mecliste temsil edildiği ilk görüşme olacaktı. Kamu şirket personelleri genel merkezi bu görüşmeye diğer taşeron işçi derneklerinin de katılması teklifinde bulunarak ordu, Gaziantep, Şırnak başkanlarından oluşan bir heyetle gidildi. Mecliste o gün yaklaşık 14 milletvekili ile görüştük. Bir sonraki gün çalışma bakanlığında 2 müsteşar yardımcısı, bakan yardımcısı ve 3 bakan danışmanı ile görüştük. Bu görüşmeler basında işçiler Ankara’ya çıkarma yaptı şeklinde yansıdı. …Kuruluşun 9. ayına kadar Malatya, Batman, Adana, Şırnak, Ceyhan, Akçakale, Harran ve Suruç ta kitlesel örgütlenmeyi meydana getirip Bayburt, Kütahya, Adıyaman, Diyarbakır, Konya, Osmaniye, Mersin, Zonguldak, İstanbul, Ankara, Van, Ağrı, Hatay, Elazığ ve Eskişehir de örgütlenmeyi başlatmış nitekim toplam 45 ilde çalışmalar yapmaktayız. (Yazım hataları değiştirilmeden alıntılanmıştır. -FKÇ)”
AKP milletvekilinin ve Bakanlığın bu derneğe dönük yakın ilgisi, belki, dernek genel başkanının, derneğin kuruluşundan önce, kısa bir süre MÜSİAD’da ve 2008-2010 yıllarında AKP’nin gençlik kollarında faaliyet yürütmüş olması ve AKP ile yakın ilişkilerinden kaynaklı olabilir. Ancak, bu ilginin kişisel yakınlıklardan çok daha başka nedenleri olduğu açıktır. Bu nedenleri görebilmek için Bakanlık ile dernekler arasında yapılan görüşmenin ayrıntılarına bakmak gereklidir.

KAMU TAŞERON İŞÇİLERİ NE İSTİYOR, NE “ÖNERİLER” GELİYOR?
2012 yılı Ocak ayında yapılan kamu taşeron işçi dernekleri ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkilileri arasındaki görüşmede, taşeron işçi derneklerinin 31 başlık halinde sundukları sorunları Bakanlıkça 14 madde halinde toplanarak taslak öneriler getirilmiştir.
Kamu taşeron işçilerinin en önemli taleplerinin başında iş güvencesi, yani kadrolu çalışma gelmektedir. Bakanlık, bu konuda, “alt işverenler”le (taşeron firmalar) 3 ila 5 yıllık ihaleler yapılacağı ve en azından işçilerin bu ihale süreleri içinde kısmi iş güvenceleri olacağı şeklinde bir “öneri” ya da dayatma ortaya koymaktadır. Böyle bir “öneri”nin kamu taşeron işçisine hiçbir iş güvencesi sağlamadığını/sağlayamayacağını her taşeron işçisi bilebilecek durumdadır. Taşeron şirket 3-5 yıllık ihaleler kazandı diye işçiyi en azından bu süreler içinde mutlaka istihdam edecek diye bir yasal zorunluluk yoktur. Yani, “alt işveren” denen taşeron şirket, isterse, her an işçiyi işten çıkarabilir. Bu durumda, Bakanlığın ihale sürelerini uzatma “teklifi”, olsa olsa ihalenin taraflarının, yani “üst”ü ve “alt”ıyla, parçalanmış iş sürecini birbirlerine pazarlayan burjuva tarafların işine gelebilir.
Yine taşeron işçiye sözde iş güvencesi sağlama gerekçesiyle, Bakanlık, 4857 Sayılı İş Kanunu 2. Maddesini tümden değiştireceğini, “alt-işveren ilişkisinin kesin şekilde tanımlanacağını ve asıl işveren ile alt işveren arasındaki çizgilerin netleştirileceğini” belirtmektedir.
İş Kanunu 2. Maddesinde “alt-işveren”le “asıl-işveren”in (sanki işçiye iane kabilinden ve iyilik olsun diye “iş” “veren” olarak kuşkusuz tanımlanamayacak işin asıl sahibi olan kapitalistle işin bir bölümünü onun yerine üstlenen taşeron kapitalistin) iş ilişkileri, bu ilişkide kapitalistlerin işçilere karşı sorumlulukları ve muvazaa/hile hali düzenlenmiştir. Bu maddenin tümden değiştirilmek istenmesindeki amaç, taşeron işçilerin muvazaa iddiasında bulunmasının önüne geçmek, yani asıl-kapitalist alt-kapitalist ilişkisinin hileli olduğundan bahisle, esasen asıl-işveren/asıl kapitalist (burada kamu) işçisi sayılmasına dönük taleplerin önünü kesmek ve tüm taşeron işçileri haksız hukuksuz bırakılmış durumlarıyla “alt işveren”/taşeron kapitalist işçisi saymak içindir.
Burada dikkat edilecek diğer bir konu odur ki, bu yasa maddesinde yapılmak istenen değişiklik, sadece kamu taşeron işçilerini ilgilendirmemektedir. Bu yasa değişikliği, aralarında ayrım yapmadan, 4857 Sayılı İş Kanunu kapsamındaki özel veya kamuda çalışan milyonlarca işçiyi etkileyecektir.
Taşeron işçilerin en çok yakındıkları sorunlarından biri de, kıdem tazminatı haklarının fiilen uygulanmamasıdır. Kamu taşeron işçileri uzun yıllar çalışmalarına karşılık, çalıştıkları taşeron şirketlerin –tabii ki çoğu durumda sadece isimlerinin– sürekli değişmesi ve resmi kayıtlarda her seferinde yeniden işe giriş-çıkış yapılması ve şüphesiz taşeron şirketlerin kıdem tazminatı ödemeye yanaşmaması nedeniyle bu haklarını fiilen alamamaktadırlar. Kıdem tazminatlarını bazı durumlarda ancak dava yoluyla ve eksikli olarak kazanabilmekte ve “kamu”nun, yani patron durumundaki devletin bu alacaklar yönünden sorumlu tutulmasını sağlayabilmektedirler.
Bakanlık ise, kamu taşeron işçisine, “kıdem tazminatı fonu”nu yürürlüğe sokarak işçilerin bu haklarının güvenceye alınacağını söylemekte ve işçileri açıkça aldatma yoluna gitmektedir.
“Fon”un derde deva olacağının ileri sürülmesi, hak gaspıyla sorun çözme dayatmasının yanında kapitalistlere “işsizlik fonu” türünden yeni bir peşkeş kapısı açılacak da demektir ki, kıdem tazminatı fonunun ne olduğu, neyi amaçladığı üzerine çokça yazı yazılmış ve görüş bildirilmiştir. Kıdem tazminatı fonu en özcesiyle işçi sınıfının geneli için ancak cehennemin kapısının açılmasıdır diyebiliriz.
Kamu taşeron işçilerinin diğer özlük hakları ve ücretleri konusundaki taleplerine, Bakanlığın verdiği “öneriler” ya da dayatmalara burada çokça girmeyip, sadece şunu belirtelim. Eğer kamuda taşeron işçi çalıştırılmasına son verilip, taşeronlaştırma dayatılan işçiler kamu işçileri olarak istihdam edilirse bu sorunların hepsi çözülebilir.
Ayrıca, Bakanlığın özlük hakları ile ilgili bu “öneri”, doğrusu dayatmaları kendi içinde ve yasal düzenlemelerle zaten çelişiktir. Çünkü 4857 Sayılı İş Yasası’nda yıllık izin, fazla mesai, tatil ve bayram çalışması ücretleri vb. zaten düzenlenmiştir. Ortada, bunlara ilişkin bir yasal düzenleme eksikliği değil, fiilen varolan yasayı uygulamama durumu söz konusudur.
Yukarıda saydığımız sorunlar ve bu sorunlara dönük Bakanlık dayatmalarına, TİDEP’in bünyesindeki derneklerden, Taş-İş-Der’den ve diğer taşeron işçi derneklerinden muhalefet şerhleri geldiğini; ancak yapılan 14 “öneri”nin tamamının KAŞİP tarafından benimsendiği söylemeliyiz.
Yeri gelmişken değinmekte fayda olan bir konu da şudur ki, KAŞİP’in, iş yasasından ayrı olarak, Taşeron İşçi Yasası çıkarılması talebi bulunmaktadır. Anlamı açıktır; bir yandan taşeron işçiliğin “kaldırılmasını” talep etmekte olduğu iddiasındaki bu dernek, diğer yandan taşeron işçiliğin ayrı bir yasayla daha kesin bir şekilde tanımlanmasını istemektedir.

KAMU TAŞERON İŞÇİLERİNİN ÖRGÜTLENMESİNDE YOL AYRIMI
Kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde gelinen nokta artık az çok netleşmiştir. Son 20 yıl içinde ağır çalışma koşulları ve güvencesizlik, işçileri, bu çalışma koşullarının değiştirilmesi yönünde mücadeleye zorlamıştır. Mevcut iktidar da aynı oranda bu birleşen ve gittikçe gelişen mücadele dinamiğini görmekte ve tam da bu noktada, yükselen mücadeleyi kontrol altında tutmak istemektedir. Bakanlığın özellikle KAŞİP’e gösterdiği ilgi, bu nedenle boşuna ve anlaşılmaz değildir.
İş güvencesi ya da kıdem tazminatı sorunlarına dönük ortaya konan “çözüm önerileri” ile sermaye ve hükümetin varmak istediği yer açıktır: Kamuda çalışan tüm taşeron işçilerin, “kamu işçisi/asıl-işveren işçisi” sayılmasına dönük taleplerinin önünü kesmek ve geçirmek için can attıkları kıdem tazminatı fonu yasasına işçi sınıfı içinden destek bulmak. Bu desteği de bizzat kamu taşeron işçilerinden sağlamak isteyen hükümet, dayatmalara “evet” diyen KAŞİP yönetimi üzerinden taşeron işçilerini sermayenin çıkarlarına yedekleme çabasına girişmiştir.
KAŞİP’in yönetiminin eleştirisi de tam da bu nedenle gerekli ve zorunludur. Sadece iş güvencesi ve kıdem tazminatı üzerinden bile ele alındığında, Bakanlık tarafından getirilen “çözüm” “önerileri”nin kimin çıkarlarına uygun olduğu görülebiliyor. Yoksa, ortada gerçekten sınıf mücadelesine yönelmiş bir KAŞİP bulunsa ve işçi sınıfının çıkarlarını koruyan bir çalışma yürütülüyor olsa idi, bu derneğin genel başkanının AKP’de faaliyet yürütmüş biri olması sorun teşkil etmezdi.
Muhtemeldir ki, kamu taşeron işçi derneklerinin çoğunun kurucuları ve üyeleri büyük oranda hükümet partisine ya da diğer sermaye partilerine oy vermiş ya da yakın durmuşlardır. Burada önemli olan, zamanında kimin hangi partiye oy verdiği ya da hangi partinin yandaşı olduğu değildir. Önemli olan, taşeron işçilerin yaşadığı sınıfsal çelişkiler nedeniyle hak mücadelelerine girişmiş olmaları ve kendiliğinden bir şekilde kendi sınıf çıkarlarını sahiplenmeye yönelmeleridir. Bu durum sınıf mücadelesi açısından önemli bir noktadır. Ancak, birleşerek sınıf çıkarları için mücadeleye yönelen işçilerin, KAŞİP aracılığıyla sermayenin çıkarlarına alet edilmek istenmesi mutlaka karşı durulması gereken bir durumdur.
Şimdi, tüm bu tablo içinde, akla gelen önemli bir soruya dönebiliriz: Sendikalar gibi sınıfın en önemli örgütlenme araçlarından biri dururken, kamu taşeron işçileri neden derneklere yönelmişlerdir ve sendikalar bu örgütlenmenin neresinde durmaktadırlar?

SENDİKALAR KAMU TAŞERON İŞÇİLERİ MÜCADELESİNİN NERESİNDE?
Sendikaların hâlihazırda kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin neresinde olduğu sorusuna cevap vermeden önce, şunu belirtmek gerekir ki, dernek mi-sendika mı gibi bir ikileme düşmeden, somut durum içinde derneklerin ve sendikaların bu örgütlenmedeki yerini ele almak gereklidir. Çünkü, işçi sınıfı yüzyıllara yayılan mücadelesi içinde çok değişik örgütlenme araçları kullanmış ve mücadele örnekleri vermiştir, ve her örgütlenme aracıyla mücadele biçimi, ancak somut durum içinde ele alındıklarında mücadeledeki işlevleri anlaşılır hale gelir.
Taşeronlaştırma karşısında işçi ve memur sendikalarının yıllar içinde bazıları başarıyla sonuçlanmış örgütlenme çalışmaları olmakla birlikte, kamudaki taşeron işçilerinin örgütlenmeleri konusunda genele yayılmış ve birleşik bir sendikal hareketten söz etmek bugün için mümkün değildir. Hele sadece kamuda değil, taşeron çalışmanın “a”dan “z”ye tüm işkollarını pıtrak gibi sardığı özelde çalışan taşeron işçileri de katarsak, sendikaların taşeron işçilerin örgütlenmeleri açısından olumlu denebilecek bir pozisyonda olmadıkları ortadadır.
Örneğin, Türk-İş’in 1999 yılındaki 18.Olağan Genel Kurulu’nda, kamuda taşeronlaştırmaya karşı sendikaların yürütmesi gereken bir dizi çalışma karar altına alınmıştır. Ancak, bu kararların üzerinden 13 yıl geçmesine karşın, alınan kararların kâğıt üzerinde kaldığı açıktır.
Bazı memur sendikaları, örneğin Sağlık Emekçileri Sendikası hastanelerde çalışan kamu taşeron işçilerinin örgütlenmesiyle ilgili tüzük değişikliği yapıp örgütleme için somut adımlar atmış olmasına karşın, beklenen düzeyde bir başarı sağlanamamıştır.
Bu örgütleme çabaları geneli görmeyen, bir program ve plandan uzak tekil mücadeleler şeklinde sürdürülmüş olup, sendikaların genel merkezlerinden, çoğu kez kamu taşeron işçilerinin örgütlenme taleplerine olumlu bir cevap verilmediği ve örgütlenmelerinin ciddiye alınmadığı, sendikaların genel olarak sınıfın bütünüyle değil ama “kendi” örgütlü işçileriyle “ilgilendikleri” söylenmelidir. Kamu taşeron işçilerinin sendikalaşmasına “ilgisiz” kalan bazı sendika yönetimleri, bu örgütlenmelere dönük çekimserliklerine dair belli başlı “gerekçeler” ileri sürmektedirler.
Taşeron işçilerinin örgütlenmesinde sendikalardan gelen temel yakınmalar, “taşeron işçinin bilinçsizliği, bu işçilerin genelde taşeron firmanın akraba ve hemşeri çevresinden ya da hükümete yakın bir çevreden oldukları, sendikal örgütlenmeye yakın durmadıkları” yönündedir. Sık sık dile getirilen yakınmalardan biri de, mevcut sendikal yasaların taşeron işçisinin sendikalaşmasını neredeyse imkânsız kıldığıdır.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, kamu taşeron işçileri 20 yıldan uzun bir süreçte çokça deneyim sahibi olmuştur ve artık sendikaların kendi hak mücadelelerinde önemli araçlardan biri olduğuna dair az çok bir bilince sahiptirler. Belki 10 -15 yıl önce bu tarz eleştirilerde belirli bir haklılık payı olabilirdi, ancak bugün gelinen noktada bunların gerçeği yansıtmadığı açıktır.
Sendikaların itirazlarının aksine, bundan 7-8 yıl önce bile, AKP ve MHP’ye dönük siyasi tercihleri olan kamu taşeron işçilerinin sendikal örgütlenme mücadelesi yürüttükleri örnekler görülmüştür ve bilinir ki, siyasal bilinç/sınıf bilinciyle sendikal bilinç/kendiliğinden bilinç bir ve aynı şey değildir. Siyaseten AKP ya da bir başka burjuva partisini desteklemekte olan sınıf bilinçli olmayan/geri bilinçli işçilerin sendikal haklarını sahiplenerek siyaseten destekledikleri parti ya da partilere ve hükümetlerine karşı ekonomik mücadeleye atılmalarında şaşılacak hiçbir şey olmadığı gibi, bu tür çok örnek olmasının yanında, sözü edilen bilinç bulanıklıklarıyla, ama ücret, sendikal örgütlenme hakkı, kıdem tazminatı hakkı, sosyal hak vb. taleplerle işçilerin hak mücadelesine girmelerinin, bu mücadele içinde dost ve düşmanlarını tanıyarak sınıf bilinçli işçilere dönüşmelerinin temel zemini ve ön koşulunu oluşturduğu bilinir.
Diğer bir örnek şudur: BEDAŞ bünyesindeki taşeron işçiler, bundan 9-10 yıl önce, Enerji Yapı Yol Sen Sendikasının etrafında toplanarak, taleplerini taşeron firmalara “takım sözleşmesi” ile kabul ettirmeye çalışırken, bugüne geldiklerinde, sendikalarında örgütlenmeyi büyük oranda başarmışlardır.
Bu ve benzeri örgütlenme çabaları şunu açıkça ortaya koymaktadır ki; kamu taşeron işçileri, hem hükümet partisine yakın siyasi tercihlere sahip, hem taşeron şirket patronunun yakın çevresinden olsalar bile, artan sınıf çelişkileri ile ağır çalışma koşullarına karşı mücadeleye yöneldiği görülmektedir.
Kaldı ki, kamu taşeron işçi derneklerinin büyük bir kısmı sendikalara alternatif olarak çıkmadıklarını, sendikaların bu mücadelede kendilerine önayak olup deneyimlerinden faydalanmak istediklerini belirtmekte ve bu derneklere üye işçilerin sendikalaşma haklarının tanınmasını talep etmektedirler. Bu da göstermektedir ki, sendikaların, kamu taşeron işçilerinin “işçi bilincine sahip olmadığı, örgütlenmeye yanaşmadıkları vb.” şeklindeki eleştirileri 2012 yılında çok da anlamlı değildir.
Sendikalardan gelen diğer bir itirazın da, mevcut sendikal yasaların taşeron işçisinin sendikalaşmasını neredeyse imkânsız kıldığı şeklinde olduğunu söylemiştik. Az çok işçi örgütlenmesinde yer almış herkes bu durumu zaten görebilir. Mevcut sendikal yasaların, kamu taşeron işçisinin sendikal örgütlenmesini –yasanın buyurduğu çerçeve içinde kalındığında– “imkânsız” kılacak onlarca madde barındırdığı bir gerçek olup, diğer yandan aynı zorlukların tüm işyerlerindeki örgütlenmeler için de geçerli olduğunu söylemek gerekir. Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Lokavt Kanunu sınırları içinde kalındıkça, ister özel, ister kamu olsun, işçilerin sendikal örgütlenme ve TİS mücadelesinin bu kanunlarının labirentlerinde kaybolmasına şaşmak gerekmeyecektir.
Tabii ki, kamudaki taşeron işçilerinin, her türlü burjuva hukukunun göz göre göre çiğnenerek çalıştırıldığı koşullarda, burjuva hukukunun ayak oyunlarıyla dolu yasal sınırlar içinde kalarak sendikal örgütlenme mücadelesinin yürütülmesi mümkün değildir. Sınıf mücadeleleri tarihinde çok gerilere gitmeye gerek yoktur; 1989 Bahar Eylemleri’ne giden yolda, mücadeleci işçiler önce pasif direniş vb. olarak adlandırılan yöntemleri kullanmaya başladıklarında, sendikalar yasası ve ilgili mevzuatların buyurduklarını değil, kendi meşru sınıf çıkarlarının buyurduğu toplumsal mücadele “yasalarını” dikkate almışlardır.
Çok çarpıcı olması nedeniyle burada dile getirilmesi gereken bazı sendikacılardan gelen bir itirazı da belirtmek gereklidir. “Taşeron işçileri sendikaya üye yaparsak, işten atılırlar, işçilerin ekmeğiyle oynamış oluruz.” İşçileri sendikaya üye yapmama konusunda çok çeşitli bahaneler olmuştur, ancak bu “pes” dedirten cinstendir. Her aklıselim kişi bu koşularda ister özel, ister kamu alanında olsun, en ufak sendikalaşma girişiminde patronlarca yapılacak ilk hamlenin genelde işçi çıkarma olduğunu zaten bilir.
İşten atılma riski olmadan sendikal örgütlenmenin koşulu herhalde patronun istediği ya da kurdurduğu sendikada örgütlenmek olabilir. İşçi sınıfının mücadele tarihinde hangi gerçek sınıfsal başarı bedeli ödenmeden kazanılmıştır ki? Eğer bu tür gerekçelerin sözünü eden sendikacılar, eğer kendileri mücadeleye hazırlar ve gerçekten bu kadar yüce gönüllülükle işçileri düşünüyorlarsa, işçilerin karşısına çıkıp “biz sizin sendikada örgütlenmenizi sizin sınıf çıkarlarınız ve geleceğiniz açısından zorunlu görüyoruz, ancak bu zor bir mücadeledir, patron sizin sendikalı olmanızı istemez, işten de çıkarabilir, ancak bu zorlu mücadeleyi birlikte aşabiliriz” demelidirler. Açıklık her zaman iyidir ve gösterilen bu açıklık karşısında işçiler kendilerini bekleyen riskleri daha kolay göğüsleyeceklerdir. Yeter ki, mücadeleye niyet, samimiyet ve açıklık ortaya konulabilsin, bahaneler üretilmesin.
Sendika yönetimlerince ileri sürülen bu belli başlı “itirazların” nedeni, ne işçilerin sendikaya çok uzak durması, ne de yasaların yarattığı imkânsızlıklardır. Başka nedenlerin yanı sıra asıl ve gerçek neden, sendika bürokratlarının çıkarları ve yaşamlarıyla işçi kitlelerinden kopuklukları, merkezlerden aşağıya doğru her düzeyde profesyonel yöneticilik ve sendikacılığı meslek olarak benimseyip yürütme eğilimleri ve mevcut durumu koruma çabalarıdır.
Hatırlanacağı üzere, 1989 Bahar Eylemleri’nin öncüleri, işçi sınıfının az çok politikleşmiş kesimlerinden gelen ve genel olarak genç sayılabilecek işyeri temsilcileri ve öne çıkan mücadeleci işçilerdi. Bu işyeri temsilcileri ve öncü işçiler, 1980 darbesiyle tırpanlanan ücret ve sosyal hakları ve örgütlenme özgürlüklerine dönük saldırılara karşı yavaş yavaş tabanda birleşerek Türkiye işçi sınıfını ayağa kalkacak duruma getirmişlerdi. Bunu yaparken, o dönemin sendikalarının başında bulunan sendika bürokrasisini de büyük oranda sarsmışlar ve sınıfın ihtiyaçlarını dile getiren mücadeleci öncü işçilerden bir kısmı da sendika yönetimlerine girmişlerdi.
O günden bugüne işçi sınıfına ve mücadelesine sarsılmaz bir inançla bağlı kalabilen az sayıda sendikacı kalmıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, 1989’un canlı hareketi ile sendika yönetimlerine gelen sınıf sendikacıları 1995 sonrasında ivme kaybeden hareket içinde yine bürokrat kesimlerce tasfiye edilmeye çalışılmış ya da sınıf mücadelesinin gereklerine ayak uyduramadıkları durumda kendileri düzen içinde eriyip bürokratlaşmışlardır. Ancak burada sorun, şu sendikacının şunu, diğerinin bunu yaptığı değil, ama gelinen noktada sendikaların geneline hakim olan atalet ve kendi durumunu meşrulaştırma çabasıyla sendika bürokrasisinin egemenliğidir. Sendika yönetimlerinin bugünkü genel eğilimi bürokratizm ve mevcut durumu koruma çabasıyla karakterizedir ve bu erimeyi ve işçi gözünde itibarsızlaşmayı beslemiştir.
Bu yapıyı koruma kaygısı taşıyanlar, sadece kamu taşeron işçisi üzerinden bile bakıldığında, 1989 deneyiminde olduğu gibi canlı bir örgütlenmenin bürokrasiyi ve onun düzen içi dengelerini sarsıp dağıtma potansiyeli taşıyacağını, sınıfın yakıcı ihtiyaçlarının bir defa sınıf temelli örgütlenmeye girişildiğinde bütün yapıyı saran bir dinamizme dönüşeceğini ve kendilerini koltuklarından edeceğini iyi bilmektedirler.
Sendikaların sınıfın mücadelesini geliştiremeyen bugünkü durumları, tabii ki dernekleri tercih nedeni yapmaz, ancak sendikaların kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde etkin kullanılan araçlar olamaması ve bu alanda örgütlenme ve mücadele aracı boşluğu kamu taşeron işçi derneklerince doldurulmaya çalışılmaktadır. Örgütsüz olarak, ne taşeron patronu, ne de kamu işyeri yönetimlerine karşı bir şey elde edilemeyeceğini görerek bir araya gelmeye başlayan ve ortak talepler etrafında mücadeleye yönelen kamu taşeron işçileri yönünden dernekler, işçilerin birliğini sağlamak bakımından bir rol oynamaktadırlar ve küçümsenmeleri yanlış olur. Ancak, sadece dernek gibi bir aracın işçiler için yeterli olmadığı/olamayacağı da tartışmasızdır.
Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmişlik düzeyi, sınıf çelişkilerinin keskinliği gibi unsurlar göz önüne alındığında, kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde işçi ve memur sendikalarının çok önemli araçlar olarak devreye girmeleri zorunludur. Bazı derneklerin bizzat kendilerinden gelen “sendikalar bize önayak olsun, biz sendikalara alternatif değiliz, sendikalaşmak istiyoruz” talebi de dikkate alındığında, kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde en etkin aracın sendika olacağı herhalde açıktır.
Ancak, geneline hakim olan bürokrasi ortadayken sendikaların daha etkin bir örgütlenme aracına dönüşmeleri nasıl başarılacaktır– yanıtlanması gereken soru budur.
Sendika bürokratlarının hidayete ermelerini beklemek söz konusu olamayacağına göre, sendikaların bu alanda etkin bir örgütlenme merkezi olmasının önünü açacak olanlar, öncelikle sınıf bilinçli/politik mücadele içindeki işçilerle tüm bu gidişattan rahatsız olan ve haklarını sahiplenme tutumu alan mücadeleci işçiler, işyeri temsilcileri ve sınıf mücadelesinde safını işçi sınıfından yana belirlemiş sendikacılar olabilir. 1989 Bahar Eylemleri’nin eksiklikleri kadar doğru tutumlarından da ders alarak, bu mücadeleyi ilerletmeye aday işçilerin bir araya gelmeleri ve ulusal ölçekte birleşik örgütlenme ve mücadelenin ihtiyaçları üzerinden bir çalışmayı önlerine koymaları Türkiye işçi sınıfı için kaçınılmaz bir hal almıştır.
Önümüzdeki dönemde birlikte tutum alma, kamu taşeron işçilerinin de mücadelesinin başarısını belirleyecek temel noktadır. Kamu taşeron işçilerinin işyerlerinden kaynaklı özgül sorunları olmakla birlikte, neredeyse tümünün temel sorun ve taleplerinin ortak olduğu açıktır. Ancak, somut mücadele örnekleri, her bir mücadelenin tekil olarak, sadece kendi işyerini kapsar şekilde yürümekte olduğu şeklindedir. Oysa sağlık, enerji, alt yapı hizmetleriyle tüm kamu işyerlerinde taşeron işçiler aynı dert ve taleplere sahipler ve hemen aynı şeyleri dile getirirlerken, mücadelelerini birleşik bir mücadeleye dönüştüremedikleri ölçüde yalıtılmışlıkları içinde en fazla kısmi başarılar sağlayabilmeye adaydırlar ki böylesi lokal mücadelelerin örnekleri hiç de az değildir. Oysa mücadelenin başarısı bu yalıtık örnekleri aşan ortak ve birleşik bir mücadelenin örülebilmesindedir.
Kamu taşeron işçilerinin hem kendi aralarında hem de kadrolu çalışan işçi ve memurlarla bir araya gelip sorunlarını paylaşmaları ve çözüm imkanları için farklı iş kolları ve işyerlerinden katılımlarla işçi kurultayları örgütlemeleri, hem taşeron, hem kadrolu çalışanlar yönünden birleşik ve genel bir mücadelenin ilk adımlarından biri olabilir.
Kamu taşeron işçisinin mücadelesi şüphesiz yalnızca 500.000 işçinin mücadelesi değildir. Kadrolu işçiler ve memurlar yönünden biraz olsun çalışma koşulları ve ücretlerini iyileştirebilmenin en temel yolu, yanı başlarında, asgari ücretle ve en ağır çalışma koşullarında hiçbir iş güvencesi olmaksızın çalışan taşeron işçilerinin çalışma ve yaşam koşullarının düzeyini kendi düzeylerine çıkarmayı görev edinmeleri ve dolayısıyla mücadelelerini taşeron işçilerin mücadeleleriyle birleştirmeleri olabilir. Eğer bu yapılamaz ve sermayenin saldırısı püskürtülemeyip taşeronlaşmayla işgücü maliyetlerinin aşağı çekilmesinin önü alınamaz ise, kadrolu çalışan işçi ve memurlar, fazla zaman almadan ücret ve çalışma koşulları bakımından taşeron işçilerin düzeyine geriletileceklerdir. Sermayenin istediği tam da budur.
Görüldüğü üzere kamu taşeron işçilerin sorunları sadece kamu taşeron işçilerini bağlamamakta, çok yönlü şekilde ve tüm bölükleriyle Türkiye işçi sınıfını doğrudan ilgilendirmektedir. Mücadele de aynı çok yönlülük içinde ve işçi sınıfının bütün bölüklerini içine alarak genişlemek zorundadır. Ayrıca, sınıf hareketini birleştirmeye dönük atılacak adımlar içinde kamu taşeron işçileri, mücadeleleri ve bugünkü örgüt araçları olarak derneklerinin de önemli bir yeri olacağı açıktır.
Bu alanda tartışılacak çok şey olduğu kuşkusuzdur, ancak kamu taşeron işçilerinin mücadelesinden yola çıkarak tartışmaya çalıştığımız şey, dönüp dolaşıp Türkiye işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf siyasetini yapmak üzere politik bir hareket olarak örgütlenmesine ve mücadelesine bağlanmaktadır. Bu zorunluluğu en iyi şekilde açıklayan ise, F.Bolte’ye 23 Şubat 1871 tarihli mektubunda, yine Marx olmaktadır:
“Siyasal hareket üzerine not: Doğal olarak işçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir.
Ama öte yandan, işçi sınıfının, sınıf olarak, egemen sınıflara karşı çıktığı ve dıştan gelme bir baskı ile onları geriletmeye çalıştığı her hareket, siyasal bir harekettir. Örneğin, tek tek bireyler olan kapitalistlerden bir tek fabrikada ya da bir tek sanayi kolunda, grevler yoluyla vb. çalışma süresinin (işgününün) kısaltılmasını koparmaya çalışmak, salt iktisadi bir harekettir; buna karşılık, 8 saatlik yasayı vb. amaçlayan bir hareket, siyasal bir harekettir. Ve işte bu biçimdedir ki, işçilerin ayrı ayrı bütün iktisadi hareketlerinden her yanda siyasal bir hareket, yani işçi sınıfının çıkarlarını genel bir biçimde, genel bir toplumsal baskı kuvveti niteliği taşıyacak bir biçimde zafere ulaştırmak amacında bir sınıf hareketi ortaya çıkıverir. Bu hareketler daha önceden belli bir örgütü varsayarlarsa da, aynı derecede, kendi yönlerinden bu örgütü geliştirmenin araçlarıdırlar da…”
Türkiye işçi sınıfının sınıf savaşımındaki köşe taşlarından 1989 Bahar Eylemleri deneyimi ve onun hem öncesi hem sonrası mücadele örneklerinden biriktirdikleri üzerinden, bu hareketlerin zaafları ve eksikliklerini görerek yürütülecek bir sınıf mücadelesi, işçi sınıfının önünde aşılmaz gibi görünen engelleri silip atacaktır. “Bunu kimler yaratacak?” diye sorarsak, cevabı açıktır. Sendikaların dibe vurduğu, ama arayış halinde olan işçi bölüklerinin de el yordamıyla bir çıkış aradığı dağınık mücadele örnekleri içinde birleşik bir mücadele olarak gelişme sıkıntısı çeken ve ivme kazanamayan tüm bu hareketin yönünü belirleyecek olanlar bilinçli işçilerdir.
Burada kastedilen bilinçli işçi/işçiler ise, bir anımsatma yaparak ifade edilirse, “her biri kendi talebini, kendi sloganını haykıran, diğer işçilerle emekçilerin hangi talepleri olduğunu çok da umursamayan farklı kesimleri, ortak talepler, tüm diğer taleplerin de çözüleceği belirli talep/talepler etrafında birleştirme, onları ortak bir mücadele içine çekme görevini üstlenen işçi/işçilerdir.”
Türkiye işçi sınıfının bir parçası olan kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde bir yol ayrımına gelinmiştir, bu gerçekte bir ölüm kalım savaşıdır; taşeron işçiler ya kendi bağımsız sınıf siyasetleri etrafında örgütlenecekler ya da burjuvazinin yedeğine düşürüleceklerdir. İlk seçeneğin hayata geçirilmesi, şüphesiz sınıf mücadelesinin nesnelliğini dayanak edinecek bilinçli işçilerin ellerindedir ve Türkiye işçi sınıfı hem kendi hem de dünya işçi sınıfının deneyim ve birikimleriyle kendi bağımsız sınıf çıkarları etrafında toplanmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bu zorunlulukla birlikte, sadece, bugün sınıfın ne olduğuna değil, neyi yapmak zorunda olduğuna bakmak gereklidir.

Terörle Mücadele Mahkemeleri

AKP Hükümeti, 2 Temmuz 2012 tarih ve 6352 sayılı yasa ile Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 250. Maddesi ile görevli Ağır Ceza Mahkemeleri’ni kaldırıp, yerine 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu 10. Maddesi ile görevli Bölge Ağır Ceza Mahkemelerini kurdu.
AKP neden böyle bir değişikliğe gitti?
AKP’nin güvenlik mahkemelerinden (olağanüstü mahkemeler) olan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde (ÖYM) isim ve bazı değişiklikler yapmasının ilk elde görünen iki nedeni var. Birincisi, ÖYM’ler, kendinden önceki güvenlik mahkemeleri gibi, çok yıpranmıştı. Kitleler halinde insanların tutuklanması (yirmi bine yakın insan bu mahkemeler tarafından yargılanıyor, dünyada en fazla tutuklu “terörist” Türkiye’de bulunuyor), hukuka aykırı delillere dayandırılmış gayri ciddi iddianameler (KCK, Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Devrimci Karargah vb. davalar), kimseyi tatmin etmeyen kararlar vb., bu mahkemelerin ipliğini pazara çıkardı. İkincisi, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Gülen Cemaati arasındaki siyasi mücadelenin gereği, Erdoğan’ın polis ve yargı içindeki “Cemaat” yandaşlarının etkisini Erdoğan yanlıları lehine değiştirme operasyonu… ÖYM Savcılarının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı sorguya çağırması bardağı taşıran damla oldu. Erdoğan, bu hamleyi bizzat kendine karşı yapılmış bir siyasi saldırı olarak değerlendirdi.
ÖYM’lerin yerine TMM’nin getirilmesi neyi değiştirdi? ÖYM ile TTM arasında esaslı bir yetki ve işlev farkı yok. Fakat, AKP Hükümeti bu değişikliği yaparak, hem ÖYM’leri kaldırıp daha özgürlükçü bir hükümet görüntüsü vermeye çalıştı, hem de TMM’lerine yeni hakim ve savcı atayarak, Cemaatçi olduğu söylenen ÖYM savcı ve hakimleri etkisiz hale getirdi. ÖYM hakim ve savcıları, artık sadece eski baktıkları davalara bakacak (Bu davalar beş ile on sene sürebilir ve bu sure içinde iki ayrı güvenlikçi, olağanüstü mahkeme var olacak) ve bu davaların bitmesi ile özel görevleri sona erecek.
Aslında, sıkıyönetim mahkemelerinden DGM’lere geçişte, DGM’lerden ÖYM’lere geçişte de, özde bir değişiklik olmamıştı, ÖYM’lerden TMM’lerine geçişte de özde bir değişiklik olmadı.
12 Mart sürecinde sıkıyönetim mahkemeleri, sonra DGM’ler, DGM’lerin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi, 12 Eylül Darbesi ile birlikte yeniden sıkıyönetim mahkemeleri, 19.09.1980 tarihli düzenleme ile Sıkıyönetim Mahkemelerinin yetkilerinin genişletilmesi, sonra sıkıyönetim mahkemeleri yerine yeniden DGM’lerin getirilmesi, DGM’lerde asker hakim ve savcıların görev yapması, Abdullah Öcalan’ın yargılanması sırasında DGM’lerden asker hakim ve savcıların çıkarılması, 2005 yılında DGM’lerin yerine ÖYM’nin getirilmesi ve en son ÖYM’lerin yerine TMM’lerin getirilmesi. Adı değişen, ama özü değişmeyen mahkemeler… Eskiyeni at, aynının yenisini al…
Yukarıda sayılan mahkemelerin ortak özelliği nedir?
Birinci olarak, bu mahkemelerde belirli fiillerin yargılanması söz konusudur. 12 Eylül günlerinde sıkıyönetim mahkemelerinin görevlerinin çok genişletilmesi, son zamanlarda şike olaylarının dahi ÖYM kapsamına alınması gibi istisnalar bir tarafa bırakılırsa, bu mahkemelerde Kürtler, komünistler, devrimciler, gazeteci ve yazarlar, (bazen) siyasal İslamcılar vb. yargılanır. Yani, siyasi “suç” diye tanımlanan “suç”lar ya da fiiller bu mahkemelerde yargılanmaktadır.
Bu mahkemelerin baktığı fiilerle ilgili alanlarda görev yapan kolluk güçlerine (polis ve asker) bazı ayrıcalıklar tanınmaktadır.
Yine, bu mahkemelerin hakim ve savcılarına ayrıcalık, koruma vb. sağlanmaktadır.
Olağanüstü mahkemelerde, savunma hakları, olağan mahkemelere göre daha fazla kısıtlanmakta, avukatlar da sanık gibi görülmektedir.
Ve, yargılama mümkün olduğunca hızlandırılmaya çalışılmaktadır.
Örneğin sıkıyönetim yargısında (19.09.1980 gün ve 2301/5 maddesi ile değiştirilen 13. Maddede) “…Sıkıyönetim Komutanının, suç dosyasının gönderdiği Cumhuriyet Savcıları, Askeri Savcılar ile askeri ve adliye mahkemeleri görevsizlik ve yetkisizlik kararları veremezler…” Yani, kime dava açılıp açılmayacağına sıkıyönetim komutanı karar vermektedir. Sıkıyönetim Komutanı, suç işleyen sıkıyönetim personelinin yargılanıp yargılanmayacağına da karar vermektedir. “Madde 14 – (Değişik: 15/5/1973 – 1728/1 md.) Sıkıyönetim Komutanlığı emrine giren personelin, sıkıyönetim hizmet ve görevleri ile ilgili olarak veya sıkıyönetim hizmet ve görevlerinin yapılması sırasında işledikleri suçlara ait davalara bakmak görevi, sıkıyönetim askeri mahkemelerine aittir…”
Sıkıyönetim Mahkemesinin görev ve yetkileri çok geniştir: “Madde 15 – (Değişik: 15/5/1973 – 1728/1 md.) (Değişik: 19/9/1980 – 2301/8 md.)  …Türk Ceza Kanununun ikinci kitabının birinci babının birinci, ikinci ve dördüncü fasıllarında yazılı Devletin kişiliğine karşı işlenen suçlar; … suç işlemeye tahrik ve cürüm ikaı için cemiyet kurmak suçları… kamunun selameti aleyhine işlenen suçlar… 517, 536 ve 537’nci maddelerinde yazılı suçlar (duvarlara yazı yazmak, bildiri dağıtmak vs.) …6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkındaki Kanunda yazılı suçlar… Takibi şikayete bağlı olmayan veya şahsi dava yoluyla takibi gerekli bulunmayan basın yoluyla işlenmiş suçlar… Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti hakkında Kanuna muhalefetten doğan suçlar… Derneklerin, sendikaların ve mesleki kuruluşların kanunlarında mevcut kapatılmalarıyla ilgili davalar…”
Sıkıyönetim Mahkemelerinde tutukluluk süresi 30 gündü ve bu süre birkaç kez uzatılıp 90 güne hatta daha uzun sürelere uzatılabiliyordu: “(Ek: 19/9/1980 – 2301/8 md.; Değişik: 3/5/1985 – 3195/1 md.) Sıkıyönetim komutanı bu Kanunda yazılı suçlardan sanık kişileri sıkıyönetim komutanlığı nezdindeki askeri mahkemeye sevk ve tutuklanmaları gerekip gerekmediği hakkında bir karar alınıncaya kadar gözetim altında tutabilir. Bu süre 15 günden fazla olamaz. Ancak, delillerin araştırılıp tespitinin uzun süre alması sebebiyle sanıkların 15 gün içinde hakim önüne çıkarılmalarına imkan bulunmaması halinde sanıklar soruşturmanın bitiminde ve herhalde 30 gün içinde yetkili hakim önüne çıkarılırlar. Gözetim altında bulunanlar ilk 15 gün sonunda hakim önüne çıkarılamadıkları takdirde sıkıyönetim komutanı bu kişilerin durumunu bu süre sonunda inceler ve hakim önüne çıkarılıp çıkarılmamaları konusunda karar verir…”
Sıkıyönetimin kaldırılmasından sonra yürürlüğe girmek üzere DGM’ler kurulmuştur. 16 Haziran 1983 tarih ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu da benzer hükümler içermektedir. 2845 sayılı yasanın 1. Maddesi bu mahkemelerin yetki alanını belirlemektedir: “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya Devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara ilişkin davalara bakmak üzere; Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul, İzmir, Malatya ve Van il merkezlerinde, bu illerin adlarıyla anılan Devlet güvenlik mahkemeleri kurulmuştur.”
DGM hakim ve savcıları da güvenceye sahiptir. “Madde 6 -… Devlet güvenlik mahkemesinin başkanı, asıl ve yedek üyeleri ile Cumhuriyet başsavcısı ve Cumhuriyet savcıları, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca dört yıl için atanırlar; süresi bitenler yeniden atanabilirler… Devlet güvenlik mahkemesi başkanı, asıl ve yedek üyeleri ile Cumhuriyet başsavcısı ve Cumhuriyet savcıları, dört yıldan önce başka bir yere veya göreve atanamazlar…”,  “Madde 37 – Devlet güvenlik mahkemesi başkan ve üyeleri ile Cumhuriyet savcısı ve Cumhuriyet savcı yardımcılarına, görev yaptıkları yerde ve görevlerinin devamı süresince, öncelikle ve sıraya bakılmaksızın Adalet Bakanlığınca lojman tahsis edilir. Lojman tahsis edilemeyenlere, kirasının lojman kirasından fazla olan kısmı Adalet Bakanlığı bütçesinden karşılanmak suretiyle konut temin edilir.”
DGM’lerin görevleri de sıkıyönetim mahkemelerinki gibidir: “Madde 9 – Devlet Güvenlik Mahkemeleri aşağıdaki suçlarla ilgili davalara bakmakla görevlidir.
“a) Türk Ceza Kanununun 125 ila 139 uncu maddelerinde; 146 ila 157 nci maddelerinde; 161, 168, 169, 171, 172, 174 üncü maddelerinde; 312 nci maddenin 2 nci fıkrasında; (…); 499 uncu maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar,
“ b) 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun ile Türk Ceza Kanununun 264 ve 403 üncü maddelerinde yazılı toplu olarak veya teşekkül vücuda getirmek suretiyle işlenen suçlar,
“c) Anayasanın 120’nci maddesi gereğince Olağanüstü Hal İlan Edilen Bölgelerde, Olağanüstü Halin ilanına neden olan olaylara ilişkin suçlar…”
DGM’lerde gözaltı süresi de 7 güne kadar uzatılabilmektedir. Daha sonra bu süre 4 güne indirilmiştir. Yargılamanın hızlandırılması için tedbirler alınmıştır: “Madde 20 – Devlet güvenlik mahkemesinin görevine giren suçlar acele işlerden sayılır ve bu suçlara ilişkin davalara adli ara vermede de bakılır.
“Bu davalarda Cumhuriyet savcılığı, sanığın kimliğini, suç teşkil eden eylemin neden ibaret olduğunu, kanuni unsurları ile uygulanması istenen kanun maddelerini ve delilleri belirtmek suretiyle iddianameyi özetleyerek okuyabilir.
“Devlet güvenlik mahkemesinde görülmekte olan davaların talik süresi, zorunlu haller dışında otuz günden fazla olamaz.
“Bu davalarda esas hakkındaki iddiasını bildirmek için Cumhuriyet savcılığına, müdahil veya vekiline; iddialara karşı savunmasını yapmak için ise sanık veya vekiline verilecek süre on beş günü geçemez. Ancak, on beş ve daha fazla sanıklı davalarda bu süreler bir aya kadar uzatılabilir.
“İki yüzden çok sanıklı davalarda sanıklardan bir kısmının duruşmanın bazı oturumları ile ilgileri bulunmuyor ise, duruşmanın bu oturumlarının yokluklarında yapılmasına mahkemece karar verilebilir. Ancak, bu sanıkların yokluklarında yapılan oturumlarda kendileri ile ilgili bir durum ortaya çıktığı takdirde buna ilişkin söz ve işlerin esaslı noktaları müteakip oturumlarda kendilerine bildirilir.
“Devlet güvenlik mahkemesi, davaların hızla yürütülmesi, delillerin zamanında ve eksiksiz tespiti ile güvenlik bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verebilir.
“Devlet güvenlik mahkemesi, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 216’ncı maddesindeki şartlara bakılmaksızın, tanık ve bilirkişileri naip hakim marifetiyle dinleyebilir.”
“Madde 21 – Kendisine veya onun namına tebligat yapılacak kimseler tebligat yapılamaması hallerinde tebligat, işin ivediliğine göre basın veya radyo vasıtasıyla yapılabilir.”, ” Madde 22 – Sorgusu yapılmış olan sanık, talik veya tehir olunan günde gelmez ve mahkemece de duruşmada hazır bulunmasına lüzum görülmezse, duruşmada hazır bulunmak mecburiyetinden vareste tutulma istemi olmasa bile dava gıyabında bitirilebilir.”
ÖYM ve TTM’lerdeki düzenlemeler de, Sıkıyönetim ve DGM’lerdekilerle benzer ve aynı yasakları içeriyor.
ÖYM’leri düzenleyen 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu CMK) 250 ve 251. Maddelerinde: “(1) Türk Ceza Kanununda yer alan;
“a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu veya uyarıcı Madde imal ve ticareti suçu,
“b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
“c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332’nci Maddeler hariç),
“Dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür…
“Madde 251 – (1) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarda soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu suçlar görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet Başsavcılığınca 250’nci Madde kapsamındaki suçlarla ilgili davalara bakan ağır ceza mahkemelerinden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
“(2) 250’nci Madde kapsamına giren suçların soruşturması ve kovuşturması sırasında Cumhuriyet savcıları, hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları, varsa Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu işlerle görevlendirilen ağır ceza mahkemesi üyesinden, aksi halde yetkili adlî yargı hâkimlerinden isteyebilirler.
“(3) Soruşturmanın gerekli kıldığı hâllerde suç mahalli ile delillerin bulunduğu yerlere gidilerek soruşturma yapılabilir. Suç, ağır ceza mahkemesinin bulunduğu yer dışında işlenmiş ise Cumhuriyet savcısı, suçun işlendiği yer Cumhuriyet savcısından soruşturmanın yapılmasını isteyebilir.
“(4) Suç askerî bir mahalde işlenmiş ise, Cumhuriyet savcısı ilgili askerî savcılıktan soruşturmanın yapılmasını isteyebilir. Üçüncü fıkraya göre soruşturma yapmak üzere görevlendirilen Cumhuriyet savcıları ile askerî savcılıklar, bu soruşturmayı öncelikle ve ivedilikle yaparlar.
“(5) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarda, yakalananlar için 91’inci Maddenin birinci fıkrasındaki yirmi dört saatlik süre kırk sekiz saat olarak uygulanır. Anayasanın 120’nci Maddesi gereğince olağanüstü hâl ilân edilen bölgelerde yakalanan kişiler hakkında 91’inci Maddenin üçüncü fıkrasında dört gün olarak belirlenen süre, Cumhuriyet savcısının talebi ve hâkim kararıyla yedi güne kadar uzatılabilir. Hâkim, karar vermeden önce yakalanan veya tutuklanan kişiyi dinler.
“(6) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarla ilgili soruşturma ve kovuşturmalarda kolluk; soruşturma ve kovuşturma sebebiyle şüpheli veya sanığı, tanığı, bilirkişiyi ve suçtan zarar gören şahsı, ağır ceza mahkemesi veya başkanının, Cumhuriyet savcısının, mahkeme naibinin veya istinabe olunan hâkimin emirleriyle belirtilen gün, saat ve yerde hazır bulundurmaya mecburdur.
“(7) 250’nci Maddede belirtilen suçlar nedeniyle Cumhuriyet savcıları, soruşturmanın gerekli kılması halinde geçici olarak, bu mahkemelerin yargı çevresi içindeki genel ve özel bütçeli idarelere, kamu iktisadi teşebbüslerine, il özel idarelerine ve belediyelere ait bina, araç, gereç ve personelden yararlanmak için istemde bulunabilirler.
“(8) Türk Silahlı Kuvvetleri kıt’a, karargâh ve kurumlarından istemde bulunulması hâlinde istem, yetkili amirlikçe değerlendirilerek yerine getirilebilir.
“Madde 252 – (1) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarla ilgili davalara ait duruşmalarda aşağıdaki hükümler uygulanır:
“a) Bu suçlar acele işlerden sayılır ve bunlarla ilgili davalara adlî tatilde de bakılır.
“b) Sanık sayısının çok fazla olması durumunda, sanıkların bir kısmının duruşmanın bazı oturumları ile ilgileri bulunmuyor ise duruşmanın bu oturumlarının, yokluklarında yapılmasına mahkemece karar verilebilir. Ancak, bu sanıkların yokluklarında yapılan oturumlarda kendilerini etkileyen bir hâl ortaya çıktığı takdirde buna ilişkin söz ve işlerin esaslı noktaları sonraki oturumlarda kendilerine bildirilir.
“c) Mahkeme, güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verebilir.
“d) Bu davalarda esas hakkındaki iddiasını bildirmek için Cumhuriyet savcısına, katılan veya vekiline; iddialara karşı savunmasını yapmak için sanık veya müdafiine makul bir süre verilir. Bu süre, savunma hakkının sınırlanması anlamına geleceği durumlarda re’sen uzatılabilir.
“e) Mahkeme, duruşmanın düzen ve disiplinini bozan sözlü veya yazılı beyan ve davranışlar ile mahkemeye, mahkeme başkanı veya üyelerden herhangi birine, Cumhuriyet savcısına, müdafie, tutanak kâtibine yahut görevlilere tahkir veya hakaret oluşturan söz ve davranışlar hakkında yayım yasağı koyabilir.
“f) Mahkeme başkanı, duruşmanın düzenini bozan sanığı veya müdafii o günkü oturumun tamamına çıkmamak üzere, duruşma salonundan çıkartır. Bunların, sonra gelen oturumda da duruşmayı önemli ölçüde aksatacak davranışlara devam edecekleri anlaşılırsa ve hazır bulunmaları gerekli görülmezse, yokluklarında duruşmaya devam olunmasına mahkemece karar verilebilir. Bu karar, esasa ilişkin iddia ve savunmanın yapılmasına engel olacak biçimde uygulanamaz ve sanığın kendisini başka bir müdafi ile temsil ettirmesine izin verilir. Duruşma salonundan çıkartılan sanık veya müdafiin bundan sonraki oturumlarda da duruşmanın düzenini bozmakta ısrar etmeleri hâlinde, bir daha aynı dava ile ilgili oturumların tamamına veya bir kısmına katılmamalarına da karar verilebilir. Bu hüküm müdafi hakkında uygulandığı takdirde, durum ilgili baroya bildirilir. Bu halde de sanığın kendisini başka bir müdafi ile temsil ettirmesi için uygun bir süre verilir. Oturumların bir kısmına ya da tamamına katılmamasına karar verilen müdafi Avukatlık Kanununun 41’inci Maddesinin ikinci fıkrası gereğince tayin edilmiş ise durum, kendisini tayin eden mercie de bildirilir. Duruşma salonundan çıkartılan sanık veya müdafii tekrar duruşmaya alındıklarında, yokluklarında yapılan iş ve işlemlerin esaslı noktaları kendilerine bildirilir. Sanık ya da müdafii dilerse yokluklarındaki tutanak örnekleri de kendilerine verilir. Duruşma salonundan çıkartılan veya oturumlara katılmamalarına karar verilen sanık veya müdafiler mahkemenin tayin edeceği süre içerisinde yazılı savunma verebilirler.
“g) Bu Kanunun 6’ncı Maddesi, 250’nci Madde kapsamına giren suçlara bakan ağır ceza mahkemeleri hakkında uygulanmaz.
“h) Kendisine veya onun namına tebligat yapılacak kimselere tebligat yapılmaması hâllerinde, işin ivediliğine göre basın veya diğer kitle iletişim araçlarıyla tebligat yapılabilir.
“(2) 250’nci Maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen suçlar bakımından, Kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.”
TMM’lerini düzenleyen 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 10. Maddesi şöyledir:
“Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı  çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
“Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.
“Bu Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili olarak;
“a) Soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet başsavcılığınca başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
“b) Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316’ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26’ncı maddesi hükmü saklıdır.
“c) Yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.
“ç) Ceza Muhakemesi Kanununun 91 inci maddesinin birinci fıkrasındaki yirmi dört saat olan gözaltı süresi kırk sekiz saat olarak uygulanır.
“d) Soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet savcısının emriyle sadece bir yakınına bilgi verilir.
“e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hâkim kararıyla yirmi dört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz.
“f) Kolluk tarafından düzenlenen tutanaklara, ilgili görevlilerin açık kimlikleri yerine sadece sicil numaraları yazılır. Kolluk görevlilerinin ifadesine başvurulması gerektiği hallerde çıkarılan davetiye veya çağrı kâğıdı, kolluk görevlisinin iş adresine tebliğ edilir. Bu kişilere ait ifade ve duruşma tutanaklarında adres olarak iş yeri adresleri gösterilir.
“g) Güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verilebilir.
“ğ) Açılan davalara adli tatilde de bakılır.
“…
“a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti suçu veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu,
“b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
“c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeler hariç),
“Dolayısıyla açılan davalar, birinci fıkra hükmüne göre görevlendirilen mahkemelerde görülür. Üçüncü fıkranın (d), (e), (f) ve (h) bentleri hariç olmak üzere, bu madde hükümleri, bu suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanır.
“Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda(Kürtlerin ve komünistlerin, devrimcilerin yargılandığı maddeler), Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır…”
AKP’nin ileri demokrasi ve demokratikleşme iddiaları ile olağanüstü mahkemeler çelişki yaratıyor. Öyle ya, olağanüstü mahkemeler, olağanüstü dönemler için gerekli olması gerekir. Yani, ayaklanma, toplumsal kargaşa, kaos vb. durumlarda. Eğer, demokrasi yerleşmişse, olağan duruma geçilmişse; olağanüstü mahkemelere ve yargılamaya neden gerek vardır?
Burjuva demokrasisi ile yönetilen Batılı ülkelerde böyle yargılamalar ve mahkemeler bulunur mu?
Türkiye’de iktidarların ekonomik, sosyal gelişmenin geldiği seviye ile övünmesine rağmen hala olağanüstü mahkemelerin varlığını devam ettirmesi aslında çelişkili bir durum değildir. Batılı pek çok ülkede de bu tür mahkemeler olmasa dahi benzer “düşmanlara” karşı, benzer olağanüstü yargı uygulamaları söz konusu olmaktadır.
İngiltere’nin IRA gerillalarına karşı, Fransa’nın geçmişte Cezayir’li, daha sonra Korsika’lı militanlara, Almanya’nın Alman Komünist Partisi ve Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion – RAF), Baader-Meinhof Grubu gibi örgütlerin militanlarına, Rusya’nın Çeçen militanlara ve 11 Eylül 2011 saldırısından sonra ABD’nin Müslüman militanlara karşı uyguladığı yöntemlerle, AKP iktidarının ve önceki iktidarların DGM, ÖYM ve TMM yargısı arasında nicelik açısından olsa bile nitelik açısından fazla bir fark yoktur.
Günümüzde, burjuvazi, iktidarı almasından iki yüz yıl sonra dahi, iktidarından emin olamamaktadır. İktidarı için tehlike gördüğü unsurları yok etmek için olağanüstü hal uygulamasından hiç vazgeçmemekte, olağanüstü yargı metotlarını sürekli gündemde tutmaktadır.
Burjuva iktidarlar, feodaliteye karşı ileri sürdükleri insan hakları, demokrasi, eşitlik, kardeşlik sloganlarını daha burjuva devrimleri sırasında terk etmiş, adalet vaadini ise hiç gerçekleştirmemiştir. Herkes için adalet her zaman sözde, kitaplarda kalmıştır.
Burjuva demokrasileri giderek düşman hukuku adı verilen bir alan yaratmıştır. Burjuva düzenine, demokrasiye düşman olanlara karşı burjuva hak ve özgürlüklerde kısıtlamaya gidilebilir gerekçesi ile olağanüstü hukuk uygulamaları meşrulaştırılmıştır. Düşmanın kimliği ve olağanüstü uygulamaların sınırı ise her zaman tartışma yaratmıştır. Londra metrosunda treni yakalayabilmek için koşan esmer tenli bir Latin, teninin rengi nedeniyle “düşman” kategorisi içinde görülüp vurulabilmiştir. Benzer durumlar Fransa’da Kuzey Afrikalılara sık sık uygulanmıştır. Türkiye’de de esmer tenli olmak, Tunceli, Diyarbakır, Hakkari vb. şehirlerde doğmak; potansiyel suçlu, düşman olarak görülmek; yolda yürürken alıkonulup GBT araştırılmasına uğramak, karakola götürülüp dayaklı sorgulara maruz kalmak gibi uygulamalarla karşılaşmıştır.
11 Eylül sonrası, ABD ajanları Afganistan, Pakistan, Almanya, İngiltere ve Türkiye’ den topladıkları radikal İslam örgütlerine mensup olduklarını varsaydıkları kişileri ABD ve NATO üslerinde, ABD uçaklarında işkenceli sorgulardan geçirmiş, Guantanama gibi özel hapishanelerde yıllarca hiçbir yasal dayanağa gerek duymadan tutmuş ve işkence yapmıştır.
Burjuva demokrasisi ile yönetilen Batılı ülkelerde ve Türkiye’de, ayrıca, sık sık düşman telakki edilenlere karşı gizli ölüm emirleri verilmiş, özel gizli infaz timleri bu emirleri yerine getirmiştir. Türkiye’de bu infazlar on yedi bin faili meçhul cinayete yol açan boyutlara ulaşmıştır. Düşman telakki edilenleri gizli emirlerle yok etmek ve olağanüstü mahkemelerde yargılar gibi yapıp hapishanelere doldurmak aynı yöntemin farklı boyutlarda uygulanmasından başka bir şey değildir.
Olağanüstü yargıda, kimin sanık olacağına ve kimin hüküm giyeceğine polis karar verir. Bu kişiler aleyhine sözde delil yaratmak da ( siyasi) polisin işidir. Daha önceleri işkence ile elde edilmiş itirafnameler delil sayılırken, bugün bilgisayarlarda “bulunan” dosyalar ya da ev ve işyerlerinde “bulunan” CD’ler delil kabul edilmektedir. Yani, esas olan delil toplamak değil, delil yaratmaktır. Polis iki yüz elli klasör yazılı evrak düzenleyip, savcıya, sanıklarla birlikte devreder; savcı bu evrakları incelemeye kalksa en az bir sene sürer, savcı evrakları incelemek yerine, bir üst yazı ile evrakları ve sanıkları tutuklama hakimine tutuklama isteği ile devreder, hakim iki yüz elli klasörü bırakın incelemek, dosyaları dahi görmeden, polisin fezlekesini okuyup, savcının yazısına bakarak, sanıkları tutuklar; savcı polisin hazırladığı fezlekeyi iddianameye dönüştürerek dava açar, ilk duruşma günü yaklaşık bir sene sonraya verilir ve yine polisin takdir ettiği önem sırasına göre bazı sanıklar “yargılama” sırasında birer ikişer bırakılır ve yargılama sonunda pek çok kişiye ağır cezalar verilir. Olağanüstü yargıda işleyiş böyledir. Sanıklara savunma hakkı tanınmaz ya da size güya savunma için zaman ayrılır, ama söyledikleriniz dinlenmez, savunma için sunduğunuz deliller dikkate alınmaz, tutukluluk bir tedbirdir; kaçmayı delil karartmayı engellemek için sanık tutuklanır diye yazar kanunlarda, fakat on sene tutuklu kalırsınız, hiçbir delil ya da kaçma şüphesi olmaksızın uzun süre tutuklu kaldıktan sonra, bir gün bırakıverirler. “Niye tutuklu kaldım, şimdi niye bırakılıyorum?” sorusuna mantıklı bir yanıt bulamazsınız.
Sözün kısası, yarın TMM’ler de egemen güçler tarafından terk edilip, başka isimde güvenlik mahkemeleri kurulabilir. Fakat, devletin düşman saydığı işçi ve emekçilerin, onların siyasi örgütlerinin mücadelesi ve baskısı olmadan güvenlik mahkemesi, olağanüstü yargı uygulamasında bir gerileme olmaz. Olağanüstü mahkemelerden kurtulmak, olağan duruma geçmekle değil, olağanüstü mücadele günlerinde söz konusu olabilir.

Sosyalizm: kapitalizmin örgütlenmesi gereken nesnel ürünü

1. 158 yıl önce ilan edilen Komünist Parti Manifestosu, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti.” sözleriyle başlıyordu. Bu söz söylendiğinde, ilki 1831’de (Lyon) patlak veren bir dizi yerel işçi ayaklanması bir yana, henüz başarılı ya da başarısız proletarya devrimleri dünyanın gündemine girmemişti. Marksizm ise, yeni ve genç bir öğreti olarak, proletarya devrimlerinin pratiği içinde kanıtlanmamış ve dolayısıyla birkaç on yıl içinde kazanacağı teorik zaferini yine henüz sağlamamıştı.
Avrupa’da “komünizm hayaleti” buna rağmen dolaşıyordu; eskinin tüm güçleri bu “hayalet”e karşı ittifak kurmuşlar, ilerici ya da gerici tüm muhalif rakiplerini “komünistlik”le suçluyorlardı.
“Hayalet” gerçekliğini, henüz, ne başarısızlığa uğramış olsa da bir proleter devriminde ne de onun zaferini sağlamış düşünsel temellerinde, ama nedenselliğin kaçınılmazlığıyla onlara yol veren, kapitalizm tarafından kendisinin “mezar kazıcısı” olarak üretilmekte ve birleştirilmekte olan işçi sınıfı ve hareketiyle gelişmekte ve kendisini dayatmakta olan emek-sermaye (burjuvazi-proletarya) karşıtlığının nesnelliğinde buluyordu.
2. Manifesto’dan birkaç ay sonra, “hayalet”, işçi sınıfı hareketinin alabileceği hemen tüm biçimleri alarak, tamamen gerçeğe dönüştü. Henüz kendiliğinden sınıfken bile tüm gericiliği korkutan proletarya, burjuvazinin kendisini feodal gericiliğin kollarına atmasına ve tamamen gericileşmesine yol açarak, kendisi için sınıf olarak kendini ortaya koydu. Henüz koşulları olgunlaşmadığı için yenilse de, ’848 proleter devrimlerinde, egemen sınıf olarak örgütlenmeye yönelen işçiler, elde silah burjuvazi ile de çarpışmaya giriştiler.
3. Ardından, proletaryanın ilk ve 72 günlük iktidarıyla 1871 Paris Komünü geldi. Ve sonra, 1917 Büyük Ekim Proleter Devrimi. “Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri” olmayan proletarya, zorunlu ve kaçınılmaz olan zincirlerinden kurtulma arayışını, bu kez on yıllar süren egemenliğiyle taçlandırdı. 5 milyonluk işçi sınıfı, Rusya’da, sömürülen on milyonların başına geçerek, egemen sınıf olarak örgütlendi ve başarıyla sosyalizmi inşa etmeye yöneldi. Tarihte ilk kez on milyonlar, Sovyetler Birliği’ni kurarak, tarih yapıcısı olarak inisiyatif aldılar, sömürü koşullarına karşı ve sınıfları ve sınıf ayrılıklarını kaldırmak için mücadeleye atıldılar. Kendilerine karşı yöneltilmiş büyük kapitalist emperyalist saldırıyı, Büyük Anayurt Savaşı ile defettiler.
Savaş ve zafer sonrasında, dünyanın altıda birinde egemen olan proletarya ve sosyalizmin etki alanı dünyanın üçte birine yayılıp genişledi, sosyalizm bir dünya sistemi haline geldi. Zafer yürüyüşü içinde sömürgecilik sistemi de çöktü ve halklar yüzlerini sosyalizme döndüler.
4. Uluslararası sermaye ve dünya kapitalizmi, dünya işçi hareketi ve sosyalizmin kazanımları ve sunduğu örnek karşısında geriledi ve “tavizler siyaseti”ne geçti, “sosyal devlet” politikasına, “kapitalizmin sosyalizasyonu”na yöneldi. Ama aynı zamanda, komünizme karşı “soğuk savaşı” başlattı. Ete-kemiğe bürünerek sonunu somut biçimde göstermekte olan “hayalet”e karşı, dışarıdan kuşatma, içeriden de yıkıcılığın teşvikçiliğine girişti. Sonunda, sömürücü sınıf olarak burjuvazinin tasfiye edildiği, ama kapitalizmin kalıntılarının ve kapitalizmle komünizm arasındaki sınıf mücadelesinin sürdüğü kapitalizmden komünizme geçiş dönemi olan proletarya diktatörlüğü koşullarında, kapitalizmin uluslararası baskısından da beslenip güç alarak, başlangıçta temsilciliğini Kruşçev’in yaptığı, kapitalist kalıntılar üzerinden kendilerini yenilemeye yönelmiş bürokrat ve teknokrat nitelikli burjuva unsurlar yeni bir sömürücü sınıf olarak örgütlenerek, komünizme yürüyüşü sekteye uğrattılar. İktisadi hayatta ve parti ve devlet yönetiminde ele geçirdikleri mevziler birbirini güçlendirerek, S.B’ni kapitalizmin restorasyonu yoluna soktular, işçi sınıfıyla işçi ve komünist harekete, S.B. ve dünya ölçeğinde modern revizyonizmi dayattılar. İlk anayurdunda sosyalizm, kuşkusuz geçici, ama yeni bir proletarya devrimini zorunlu kılan temel bir yenilgi aldı: Proletarya diktatörlüğü yıkıldı; bir süre süren biçimsel kalıntılarının ötesinde, sosyalist ilişkiler ve toplum çökertildi. S.B.’nin dağılması ve sosyalizmin son olarak Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti şahsında uğradığı yenilginin ardından, günümüzde, dünyada sosyalist bir ülke kalmadı.
5. Modern revizyonist ihanet ve işçi ve komünist hareket içinde neden olduğu yıkıcılığın üzerine gelen ve “ölümü”ne ilişkin iddialarla ağırlaştırılan sosyalizmin uğradığı yenilginin yolaçtığı kafa karışıklığı ve moral bozukluğu ortamında; işçi sınıfını, sınıf mücadelesi ve sosyalizmi bütünüyle yok sayan tarih ve gerçek dışı fikirler kendilerine alan açmış, özellikle neoliberal burjuva ideologlarınca beslenip yayılmıştır.
Oysa, S.B. ve diğer sosyalist ülkelerde sosyalizmin uğradığı yenilgi tarafından olumsuz yönüyle de bir kez daha doğrulanan, Marksizmin de benimseyip geliştirerek doğal sonuçlarına ilerlettiği tarihsel materyalizmin şu temel tezidir: “Toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” Ekim Devrim aracılığıyla kurulan proletarya diktatörlüğü altında yürütülen sosyalist inşayı karakterize eden; “iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan” “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci aşaması”ndan ikinci aşamasına, ancak onu damgalayan (işbölümünü ve emek biçimlerinin farklılıklarını dayatan henüz görece geri ve “herkese ihtiyacına göre” dağıtımı olanaklı kılmayan üretici güçleriyle görece geri üretim; sömürücü sınıflar ve özel mülkiyet başlıca biçimleriyle kaldırılmış olsa bile, bu geriliğin kaçınılmaz kıldığı, farklı devlet ve grup mülkiyeti biçimlerinin, dolayısıyla farklılıklarıyla sınıf ve tabakaların, kol emeğiyle kafa emeği, kırla şehir farklılıklarının varlığı, bürokrasiden –yöneten-yönetilen farklılığı– tamamıyla kaçınılamaması; ücretli-emek kaldırılmış olsa bile, işgücü kullanımıyla toplum arasındaki ilişkinin burjuva hakkından başka bir şey olmayan “emeğe göre” düzenlenmesi başta olmak üzere, farklı mülkiyet biçimlerine tabi işletmeler arasında değişimde emek-değer ilkesinin, yanı sıra yine emek-değer –piyasa– kategorileri olan maliyet değeri, maliyet muhasebesi vb.’nin geçerliliğinde kendisini gösteren piyasanın etkisi türünden) kapitalizmin kalıntı ve unsurlarına karşı, düzenleyiciliği önlenmiş etkilerinin tedricen bütünüyle giderilip yok edilmesi mücadelesinde ifadesini bulan komünizmle kapitalizm arasındaki çatışma üzerinden ilerlenebilecek olmasıdır.
Ama Marx’tan önce, bir kısım burjuva tarihçi ve iktisatçısı tarafından modern kapitalist toplumu da kapsamak üzere ortaya konan, toplumların, çıkarları birbirleriyle çatışan sınıflardan oluştuğu ve sınıf mücadelesinin toplumların hareket ettiricisi olduğu şeklindeki bu tez, olumsuz biçimiyle, sosyalizmin dünya ölçeğinde uğradığı geçici yenilgi tarafından doğrulanmakla kalmamaktadır. O, yenilgi ertesinde yüksek sesle ilan edilen “tarihin sonu” ve sosyalizmin dirilmemecesine öldüğüne dair iddiaların sahteliğini ve propagandif niteliğini de belirtmektedir: Tüm toplumlar gibi, kapitalist toplum da tarihseldir ve sonludur. Bu son, bizzat kendisinin ve üzerine kurulu olduğu kendi karşıtlığının kaçınılmaz ürünüdür.
6. Doğa kadar toplum tarihi de, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu biçimde kalmadığı, ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu sonsuz bir karşılıklı ilişkiler ve etkiler yumağıdır ve tüm değerli açıklama çabalarına karşın, Marx’a kadar açıklanamaz olarak kalmıştır. Tarih, ya donmuş ve hareketsiz ya rastlansal ardı sıra gelişler olarak tasarlanmış ya da hareketi salt insani veya göksel akılla açıklanmaya çalışılmıştır ki, bu, doğa ve toplum bilimlerinin geriliğini de koşullayan ve geliştikçe yeni buluş ve olgulara yol açacak olan üretici güçlerin gelişmemişliğinin ürünüydü. Aydınlanmacılar, eski Fransız sosyalizmi, Çartistler, ütopik sosyalistler, bu nedenle, tarihi metafizik ya da idealist bir anlayışla yorumladıkları için suçlanamazlar. Ama üretici güçler ve bilimlerin bugünkü gelişme düzeyinde “tarihin sonu”ndan söz etmek, yalnızca sömürü ilişkilerini yüceltmeye yönelik gerici bir şarlatanlıktır.
7. Henüz insanlığın tarihin diyalektik ve materyalist anlayışını geliştirmediği koşullarda Marx-öncesi ütopik sosyalizm kapitalizmi açıklayamadığı ve işçi sınıfını tarihin dönüştürücü gücü olarak kavrayamadığı için, işçi sınıfına dayanmadığı gibi, onun düşünce ve eyleminin birliği olarak şekillenmiyordu. Ama kapitalist üretim (ve değişim) biçimini ve sonuçlarını mümkün olan en mükemmel şekilde suçluyordu ve kapitalizme karşı nefretle doluydu. Kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığıyla birlikte bunca geliştiği (dolayısıyla sosyalizme dönüşmek için nesnel olarak bunca olgunlaştığı) günümüzdeyse, başta neoliberaller olmak üzere, sosyalizmi geçici olarak yenilgiye uğratmış olan kapitalistler, onların –ve özellikle pervasız saldırganlıklarının– baskısıyla kafaları karıştırılmış, yenilgi ruh hali içinde işçi sınıfına, halka ve sosyalizme güvenini yitirmiş, teslimiyete ve kapitalist düzende kendilerine yer aramaya yönelmiş bir dizi eski sosyalisti de etkileri altına alıp peşlerine takarak, kapitalizmi ve piyasayı yüceltiyor, “sonsuzluğu”nun dayanaklarını da dayatıyorlar: “Kapitalizm kendisini yeniledi”, “sınıflar ve sınıf karşıtlıkları aşıldı”, “işçi sınıfı değişmiş, tarihsel misyonunu yitirmiştir”, “üretici olan emek-gücü değil, sermayedir”, “işçiler tüketicilere dönüşmüştür”, artık “işçi sınıfı yoktur”; kimine göre “alt ve üst” “kimlik ve kültür farkları”, kimine göre “sivil toplum” ve işçi örgütleri yerine geçmek üzere de “sivil toplum güçleri” (ya da kuruluşları), kimine göre “sosyal hareket”, kimine göreyse “enformal emeğin önem kazanmasına da bağlı olarak “çokluk” vardır! Bugünün “sosyalizm” üzerine “proje” üreten idealist metafizikçi tarih yorumcuları doğrudan kapitalizme bağlanmıştır.
Kapitalizmin baskısı karşısında gerileme ve yenilginin nedenlerini aradıkları sosyalizmin tarihsel pratiğinden olumsuz sonuçlar çıkarma ve buradan –başlangıçta Stalin karşıtlığıyla başlattıkları– Marksizmi “düzeltme”; yeniden tanımlamaya giriştikleri, işçi sınıfının olmayan ve ona dayanmayan, sınıf mücadelesini değil sınıf işbirliğini esas alan “demokratik”, “özgürlükçü”, “21. yüzyıl”cı gibi sıfatlarla süsledikleri burjuva, küçük burjuva nitelikli sosyalizmlerinin çıkış noktaları ve hareket ettiricileridir.
8. Kapitalizm karşıtlığına ve kapitalizmin sosyalizme dönüşmek zorunda oluşuna, sınıf mücadelesinin dönüştürücü gücüne ve kuşkusuz işçi sınıfına dayanmayan günümüzün burjuva “sosyalizm” projelerinin dayanakları olarak; kapitalizmin, sınıf karşıtlıklarını en üst düzeyde keskinleştirdiği, insanlığı işsizliğe, sefalete, açlık ve savaşlara bunca mahkum ettiği, emeği ve emek gücünü en ileri ölçüde esnekleşmeye, sömürü oranının durmaksızın ağırlaştırılmasına ve giderek küçülen bir multi-milyarder rantiyenin emekçi halklar üzerindeki uluslararası talan ve egemenliğine bunca götürdüğü olgunlaşması koşullarında, sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeğine yüz çevirmek ve işçi sınıfının değiştiği ve tarihsel misyonunu yitirdiğini ileri sürmek, hayali olarak bile tasarlanabilir değildir ve ancak kapitalizmin önünde diz çöküşle açıklanabilir. Ve zaten bu tür projeler, Lula örneğinde olduğu gibi, liberal solcular tarafından, ya tümüyle mecalsizlikten ya da işçi ve emekçilerin yeniden yükselme eğilimine giren kapitalizme karşı tepkilerinin baskısıyla, ama bu tepkileri yatıştırmak üzere ileri sürülmektedir. Bu uyuşturucu “projeler”, kuşkusuz, bugünden değişmeye başlamış bulunan ve özellikle dünyanın bir dizi ülke ve bölgesinde yükselişe yönelmekte olan işçi ve halk hareketinin –sınıfa güvensizliklerini koşullayan– dünya ölçüsündeki –önceki birkaç on yıla yayılan– düşüklüğüyle olduğundan da büyük, “sonsuz” ve yenilmez görünen, işçi hareketi ve sosyalizm karşısında kazandığı “zafer”le hem genel bunalımını hafifletip ömrünü uzatan yeni pazarlar edinmiş hem de pervasızlaşıp saldırganlaşmış ve aslında kendisini yıkılışa (ve sosyalizme) götürecek devasa güçler biriktirmiş emperyalist kapitalizmden duyulan korku ve ona karşı mücadelede cesaretsizliğin ürünüdür. Gözleri bürüyen korku ve cesaretsizlik ile kapitalizmde kendine yer arama kaygısı, emperyalist kapitalizmin bugünkü güç ve üstünlüğünün konjenktürel değil değişmez olduğu sanısıyla ya da günü kurtarmak üzere, kapitalizmin dönüştürücü uzlaşmaz karşıtlığına ve geleceksizliğine, bunun dayanaklarına, başta işçi sınıfı ve tarihsel gücü ve rolüne inançsızlığa ya da bir kısım “projeler”de olduğu gibi, kapitalizmi içselleştirmeye, karşıtlıklarını aştığına, krizsiz, müreffeh, özgürlükçü kapitalizmin olanaklı olduğuna inanmaya ya da öyle görünmeye götürmüştür. Sonunda, güncelliği de kapsayarak, tarihin materyalist yorumu yerine, inançlar, kaygılar, hayaller ve “projeler” geçirilmiştir.
9. Sınıf karşıtlığının bunca keskinleştiği, işçi sınıfı ve sömürülen yığınlara yönelik hak gaspları ve saldırganlığın bunca pervasızca yükseltildiği koşullarda, “sosyalizm” adına yola çıkılarak, sınıflar ve sınıf mücadelesinin bütünüyle reddedilmesi düşünülemezdi. Şu nedenle de düşünülemezdi ki, işçi hareketi ve sosyalizmin dünya ölçeğindeki yenilgisi, kapitalistlerin zafer sarhoşluğu ve işçi ve sömürülen yığınların moral bozukluğu ve hareketlerinin gerilemesi ve durgunluğuyla karakterize olan dönem kapanmakta ve –özellikle L. Amerika ve kısmen Avrupa’da– yeni bir hareketlenme ve yükseliş dönemi başlamaktadır. Tarihin değil kendisinin sonlu olduğunu da göstermek üzere, üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz karşıtlığın ve tarihin motoru olarak sınıf mücadelesinin en azından dikkate alınmasını dayatan, sömürülen yığınları ayağa kalkmaya teşvik eden kapitalizm ve saldırganlığının, belirli bir mücadeleci eğilimi ve bu eğilimi yansıtan, idealist ve eklenti “sosyalizm projeleri”nden görece farklı sosyalizm yaklaşım ve projelerini beslemesi beklenirdi ve öyle oldu. Sömürülen sınıfların kendilerine yalnızca işsizlik, sefalet, açlık, haksızlık, adaletsizlik ve yoğun sömürü getiren kapitalizmin bu sonuçlarına karşı –kuşkusuz tek olanaklı yoldan– sosyalist özlemlerle hareketlenmesi, gerçekte, “ölmüş sayılan” sosyalizmi yeniden “diriltti”. Chavez örneğinde görüldüğü gibi, sömürülen yığınların ayağa kalkışına belirli bir yanıt olan, sınıf mücadelesinin gelişmesinden güç alan bir kapitalizm eleştirisi ve sosyalist ideallerin yeni bir dile gelişi güçlenmeye yöneldi. Ancak, sömürülen yığınların sosyalist özlemlerle mücadeleye atılmalarında ifadesini bulan bu sosyalizm, henüz –geçmiş dönemden miras dağınıklık ve örgütsüzlüğün ürünü olarak– kendi asli dayanağı olan örgütlü işçi sınıfına ve bağımsız hareketine dayanmaktan ve proleter sosyalizmi olmaktan uzaktı. Kendiliğindendi. Ve yine yenilmiş sosyalizm deneyinden çıkarılmış olumsuz derslerle şekillenmiş burjuva “sosyalist projeler”in ağırlığı altındaydı. Sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeğini görmezden gelmiyor; ancak gerçeğin bu tanınışını, onun zorunlu sonuçlarının tanınmasına kadar genişletmiyordu. Örneğin Chavez “kapitalizmi aşmak zorunludur. Fakat kapitalizm kapitalizmin içinden değil, sosyalizm sayesinde, eşitlik ve adaletin olduğu gerçek sosyalizm sayesinde aşılabilir.” diyor; ama genel olarak “ezilenler”den söz etmekle yetiniyor, işçi sınıfını sosyalizmin dayanağı olarak varsaymıyor ve sosyalizmi işçi hareketiyle birleştirmeye ve başka türlüsü olanaksız olan kapitalizmin tasfiyesinin kaldıracı kılmaya yönelmiyordu. “İnsancıl sosyalizm” olan ve “demokrasi altında” gerçekleşecek “21. yy sosyalizmi”nde işçilere de yer vardı; ama bu, “çoklukçuluk”tan yansıyarak “farklılıklarıyla herkes”in “katılımcı”, “dayanışmacı”, “özyönetimci” sosyalizmi olacaktı. İkinci tür –mücadeleci– sosyalizm “projesi” de, yine bir projedir, zorunlu sonuçlarıyla birlikte tarihsel zorunluluğun benimsenmesine yaslanmıyor, kapitalizmi eleştirmekle birlikte karşıtlığını esas almıyor, onun devrimci ürünü işçi sınıfına ve hareketine dayanmıyor ve örgütlenmesi olarak şekillenmiyor, işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesini ve “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini” öngörmüyor. Sosyalizmi tek alternatif olarak savunması çağın gerçeğinin kendisini dayattığını gösteren Chavez’in bugünü, anti-emperyalist tutumları ve ulusalaştırmalarında görülen ulusal devrimciliktir ki, bu yönelimiyle, kendi bağımsız talepleriyle mücadeleye atılan sömürülen yığınların önünü açmakta, ama onları, taleplerini ulusallığa bağlamaya ve bu yönüyle de yedeklenmeye yöneltmektedir. Chavez ve benzerlerinin geleceği, mücadeleci tutumlarıyla projeleri arasındaki çelişme tarafından belirlenecektir ki, Marksistlere, mücadeleci tutumu ve kapitalizm karşıtlığını destekleyip geliştirmek düşer.
9. Oysa insanlığın düşünsel serüvenin çok yönlü gelişmesinin ürünü, aşılması ve zirvesi olarak, Marx ve Engels tarafından bulunup geliştirilmiş toplumları değişme halinde kavrayan ve bu değişmenin motorunun da sınıf mücadelesi olduğunu belirten materyalist tarih anlayışı; üretimin ve üretilen ürünlerin değişiminin her toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturduğunu; ürünlerinin bölüşümünün ve bu bölüşümle birlikte –ve bir kez artı-emek olanaklı olduktan sonra–, sınıflar ve tabakalar biçimindeki toplumsal bölünmenin yalnızca zorunlu olmakla kalmadığı, ama rastlansal biçimde ya da kendine özgü ve bağımsız olarak gerçekleşmediğini, tersine, üretilen şeye, ürünlerin üretiliş biçimine ve değişim tarzına göre düzenlendiğini ileri sürer. Dolayısıyla, tarihte sayısızca tanık olunan bütün toplumsal değişiklikler ve siyasal alt-üst oluşların belirleyici ve son nedeni, insanların kafalarında, özgür ve isteğe bağlı yorumlarında, ürettikleri projelerde ve genel olarak –korku, kaygı, inanç, özlem ve duygularıyla da etkilenen– düşünce ve kavrayışlarında değil, üretim ve değişim biçiminde ve uğradıkları değişimdedir.
Eskidiği ve değişmesi gerektiğini belirtmek üzere, başına, “demokratik”, “özgürlükçü” türünden ne denli “güzelleştirici” (gerçekte bayağılaştırıcı) sıfat takılırsa takılsın ve ne denli yeni yüzyılın ihtiyaçlarını karşılamadığı ileri sürülen “eski”si yerine yeni bir “21. yüzyıl sosyalizmi”nin gerekli olduğu iddia edilirse edilsin, kaygı ve korkular gibi, özlemler, iddia, düşünce ve bütün ideolojik biçimler ve bu biçimlere ilişkin dalgalanma ve alt-üst oluşların, toplumlar ve toplumsal alt-üst oluşlar söz konusu olduğunda, toplumsal iktisadi temel, onun değişim ve alt-üst oluşlarından ayırt edilmesi zorunludur. Toplumlar ve değişmeleri ya da değişmezlikleri hakkında, ona ilişkin projelerden yola çıkılarak, dönemin ve değişmenin, “değişmezlik” iddiası gibi, toplumsal iktisadi temelden yansımadan edemeyecek üst yapıya ait fikirler ve çeşitli bilinç şekillerinden ibaret olan kendi kendisini değerlendirmesi dikkate alınarak, sonuçlara varılamaz. Tersine, ileri sürülen fikir ve projeler de içinde, toplumlara ve değişimine ilişkin tüm değerlendirmeler, maddi toplumsal yaşamın karşıtlıklarıyla, toplumsal üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklanmalıdır. Modern sosyalizm de, bu gerçek çatışmanın, her şeyden önce, bu çatışmanın yaşamını dayanılmaz kıldığı işçilerin (sınıfın) beyninde fikirler sistemi biçimi alarak yansımasından başka şey değildir.
10. Politik ekonomi incelemeleri sonunda, ulaştığı ve bir kez ulaştıktan sonra incelemelerine kılavuzluk ettiğini belirttiği genel sonucu, Marx şöyle formüle etmiştir: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur… Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engeli haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla alt-üst eder.”
11. Kapitalizm, ilkel komünal toplumda üretici güçlerin az-çok gelişmesine bağlı olarak artı-ürünün olanaklı hale gelmesiyle baş gösteren sınıflar ve sınıf ayrılıkları üzerinde ortaya çıkan köleci ilişkilerin yerini alan ve toprağa ve kişiye bağımlılıkla karakterize olan feodal ilişkilerin bağrında, doğal işbölümünün temel üretim biçimi olduğu basit meta üretimi üzerinden gelişmiştir. Kapitalist üretim biçimi ve onun dayanağı olan burjuva sınıfın tarihsel rolü, gelişmemiş ve dağınık üretim araçlarını bir araya toplayıp genişletmek ve bugünkü üretimin kaldıraçları durumuna getirmek olmuştur. 15. yy.’dan başlayarak ve basit işbirliği, manüfaktür ve fabrikalı büyük sanayiden oluşan aşamalarda, sınırlı bireysel üretim araçlarını ancak işçi toplulukları tarafından kullanılan toplumsal üretim araçlarına ve güçlü üretici güçlere dönüştürmüştür. Bu, aynı zamanda, üretim araçları gibi, üretimin kendisinin de, bireysel eylemler toplamından bir dizi toplumsal eylem durumuna, ve ürünlerin de, bireysel ürünler olmaktan çıkıp toplumsal ürünlere dönüşmesi süreci olmuş ve toplumsal üretim, tüm eski üretim biçimini devrime götürmüş, tasfiyesini dayatmıştır.
Ancak kapitalist üretim biçimi ve kapitalist toplumun çelişkisi oradadır ki, üretim araçları, emek ve üretimin kendisiyle ürün toplumsallaşmasına rağmen, üretim araçları ve ürünler, sanki, eskisi gibi, bireysel araç ve ürünler olarak kalmışlar gibi, özel mülk edinilmeye devam edilmişlerdir. Kapitalizm, toplumsal olarak üretilen ürünlerin üretim araçlarını kullanan ve ürünleri üreten işçiler tarafından değil, ama kapitalistler tarafından mülk edinilmesine dayanmıştır. Emeğin ve üretimin giderek toplumsallaşmasıyla giderek daha az elde toplanan mülkiyetin özel kapitalist niteliği arasındaki karşıtlık, kapitalizmin temel karşıtlığıdır.
12. Bireysel emeğin toplumsal emeğe dönüştüğü kapitalist gelişme süreci, bu nedenle, üreticilerin, üretim araçları ve ürünlerinden kopup onlara yabancılaşarak ücretli işgücüne dönüşmek üzere işçileştikleri süreç oldu. Başlangıcından itibaren, burjuvazi, diğer sınıf ve tabakaları çözüp dağıtırken, karşıtıyla, işçi sınıfı ile birlikte, ve onu durmaksızın çoğaltıp geliştirerek, varoldu. İşçi sınıfı, burjuvazinin üretmeden edemediği “mezar kazıcısı” ve tarihsel nesnel bakımdan devrimci sınıftır.
Kapitalizm, basit meta üretiminden, işgücünü de metalaştırarak ayrılır. Kapitalizmde, üretim araçları önce sermayeye, işgücünün sömürülmesinin aracına dönüşmeden etkinleşemez. Toplumsal emek ve üretimle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, toplumsal bakımdan, kendisini proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlık olarak dışa vurur.
Artı-değeri bularak, Marx, kapitalist üretim biçiminin, kendisine kadar bilinmez kalmış iç işleyişini açıkladı: Artı-değer üretimi, ödenmemiş emeğe el konulması, kapitalist üretim biçiminin ve işçinin sömürülmesinin, sermaye birikiminin temel biçimidir.
13. Kapitalizm, meta üretiminde sınırlı olan bilinmeyen pazarlar için üretimi, üretim anarşisini genelleştirmiştir. Üretim, toplumsal bağın varlığını sürdüren tek biçimi olan ürünlerin değişimi aracığıyla, pazarda (piyasada) ve mülk sahipleri arasındaki rekabet koşullarında gerçekleşir. Bu, pazar arayışına, yeni pazarlar bulunmasına ve kapitalizmin dünya pazarını fethetmesine götürmüştür. Ancak her durumda ürünler, kapitalist üretimin örgütlendiği tek tek fabrikalarda, belirli bir planla ve toplumsal üretim olarak örgütlenerek, ama bilinmez pazar için ve orada rekabet etmek (kapitalistler arasındaki rekabet, ürünler üzerinden görünür) üzere üretilmiştir. Kapitalist karşıtlık, kendisini, kapitalist üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlenmesi ile toplumdaki üretim anarşisi arasındaki karşıtlık olarak da gösterir. Kapitalist üretim, kapitalistlerin birbirlerinin rakipleri olduğu amansız rekabet koşullarında toplumsallaşmıştır ve tek tek kapitalistler arasındaki çelişme de uzlaşmazdır, iflasları ve tek tek kapitalistlerin de mülksüzleşip proleterleşmelerini dayatır, kapitalistler arasındaki geçici tüm uzlaşmalar güce göre gerçekleşir.
Kapitalistler arasındaki bu rekabet ve çatışma, iktisadi alanla sınırlı kalmaz, sonunda dünyanın paylaşılması kavgasına götürerek, siyasi alana yayılır, emperyalist savaşların da nedeni olur.
14. Sanayiin makinalaşmasını zorlayan, üretim maliyetlerini aşağı çekmeye yönelten üretim anarşisi ve rekabettir. Ancak kapitalizmde sermaye niteliği kazanmadan edemeyecek olan makinanın kullanımının artması, işgücünün giderek artarak gereksizleşmesi ve işsizliğin artması demektir. “Yedek işçi ordusu” olarak, işçi sınıfının önemli bir parçasının istihdam-dışı varlığı, kapitalizmde zorunlu olur. İşçinin öz ürünü ve emek-zamanını kısaltmanın başlıca aracı olan makine, onu köleleştiren alete dönüşerek, üretim hızla artar. Ama pazarlar sınırlıdır ve aynı hızla büyümez, üstelik ürünlerin kitlesel alıcısı işçiler, alım güçleri durmaksızın kapitalistler tarafından aşağı çekildiği ve işsiz bırakıldığı için, bizzat kapitalistler tarafından hesap dışı bırakılmaktadırlar. Pazarların genişlemesi üretimin genişlemesi ile atbaşı gitmediği için çatışma kaçınılmaz olur. Kapitalist üretimin sonu görünür: devrevi krizler. Pazar tıkandığı için değişim durur, ürünler yığılır kalır, önce peşin, sonra kredi olarak para ortadan çekilir, üretim durur, fabrikalar kapanır, yığınla ürün israf olur. Sefalet ve iflasların ardından yeni bir canlanma gelir, bazan o da gelmez, toparlanmadan durgunluğa ve yeniden krize varılır. Kapitalizm, tam bir “bolluk içinde yokluk”tur!
Krizleri, toplumun kullanılamaz olan kendi öz üretici güçleri ve kendi öz ürünlerinin yükü altında çaresiz kaldığı, toplumsal emek ve üretimle kapitalist mülkiyet arasındaki karşıtlığın patlama ve yıkım halidir: Üretim biçimi değişim biçimine karşı ve oluşturduğu kabuğa sığmayan üretici güçler üretim biçimine karşı başkaldırır.
15. Üretimin ve emeğin fabrikadaki toplumsal örgütlülüğünün giderek sertleşen üretim anarşisiyle bağdaşmaz hale gelerek gelişmesi, krizlerinde, önce küçük ve sonra büyük kapitalistleri yıkıma sürükleyerek, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine götürür, kapitalistleri ve kapitalist toplumu zorlar. Krizlerinde, üretim araçlarının yalnızca sermaye niteliği kazanamaz olması, sadece kapitalist özel mülkiyet; üretim araçlarının, fabrikaların, makinaların işlemeye devam etmesini, işçilerinse çalışması, az-çok geçinebilmesi ve yaşamasını engeller.
Bir yandan, kapitalist üretim biçimi üretici güçleri –geliştirme bir yana, geliştiği kadarıyla– yönetebilme yeteneksizliğini ortaya koyar; diğer yandan, başta üretken insan (işçi) olmak üzere, üretici güçlerin kendisi, bu karşıtlığın giderilmesini, kapitalizme dayanaklık eden sermaye niteliklerinden sıyrılmalarını ve toplumsal üretici güçler olarak tanınmalarını dayatır.
16. Bu dayatma ve nesnel zorunluluk, kapitalist sınıfı, kapitalist sömürü ilişkileri içinde olanaklı olduğu kadarıyla, üretici güçlerin toplumsal niteliklerini tanımaya yöneltir. Bu tanımanın ilk biçimi, aralarında anlaşmalara ve belirli sanayi vb. dalları ve işkollarında birlikler oluşturmaya, üretimi planlamaya, fiyatları belirlemeye, pazarları paylaşmaya yönelen tröst vb. biçiminde tekellerdir. Tekeller, kapitalizmin plansız anarşik üretiminin sosyalizmin planlı üretimine yenik düştüğünün ilanıdır. Planlı üretim kendini göstermiştir, ama özel mülkiyet ve onun daha da az elde toplandığı koşullarda. Ve üretim ve emek planlamayı dayatacak kadar toplumsallaşmışken, özel mülkiyetin giderek azalan çok az sayıda kupon kesicinin elinde biriktiği durumda. Kapitalizm, artık sosyalizmi zorunlu kılmaktadır.
Tekeller, planlama vb. uzmanı ücretli profesyonel yöneticilerce yönetilirler; üretim ve yönetiminden tamamen kopan özel mülk sahipleri olarak kapitalistlerin, toplumsal bakımdan tümüyle gereksiz oldukları kanıtlanır. Kapitalizm, tekellerle, asalaklaşmış, çürümüştür.
16. Ardından devletin üretime el atması gelir, tekelci devlet kapitalizmi doğar. Burada üretici güçlerin sermaye niteliği son bulmadığı gibi; özelleştirmeler vb. aracılığıyla “devletin küçültülmesi” ve “piyasanın egemenliği”nin ilan edilmesine geçilmesi, kapitalizmin, bir “yalpalamanın ardından” çözümsüzlüğünden kurtulduğu anlamına gelmez. Tekeller, özel mülkiyetin giderek daha az sayıda elde toplanmasıyla egemenliklerini sürdürür ve devlet, burjuva sınıf niteliğiyle, kapitalizm koşullarında, her durumda, iktisadi yaşamın yönetilmesi işinde kapitalistlere hizmet eder.
Ama devletçi ya da özel (sözde piyasanın üstünlüğü iddia edildiği durumda), tekellerin egemenliğinin temelleri ve dayanakları gittikçe daralır, iktisadi, siyasal vb. tüm süreçlerden dışlanmakta olan işçi ve emekçiler açısından, kapitalizme karşı mücadeleye atılmaktan başka yol kalmaz.
Devletçi ya da özel, tekelci kapitalizm, üretici güçlerle üretim ilişkileri, burjuvazi ile proletarya ve kapitalistlerin kendi aralarındaki karşıtlık ve çatışmayı ortadan kaldırmaz (tersine, bunların yanına yeni bir çelişme ekler: emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişme), üretici güçlerin gerçek niteliklerinin tanınması olmaz, ama çözümün ipuçlarını verir. Tekelci kapitalizm, sosyalizmin arifesidir.
17. Çözüm, kapitalist karşıtlığın, kuşkusuz kapitalizmle birlikte ortadan kaldırılması olabilir ve ancak üretici güçlerin toplumsal niteliğinin gerçek bir tanınmasına ve buna dayanarak, üretim, mülkiyet ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliğiyle uygunlaştırılmasına dayanabilir. Bu da, ancak, toplum, toplumsallaştırmadan başka hiçbir önlemle yönetilip geliştirilemez hale gelen üretim araçlarına el koyduğunda olanaklıdır. Bu olmadan, “başka” ya da “yeni bir dünya mümkün” değildir. Bölüşümde değişiklik talepleri olarak “adil” ya da “daha adil bir dünya” veya “sosyal adalet”, üretim ve değişim ilişkilerinde köklü bir değişiklik gerçekleştirilmeden olanaksızdır; bölüşüm, üretim ve değişimin bir ürününden başka bir şey değildir ve tekellerin egemenliği altında “adil bölüşüm”, ancak mali sermayenin izin verdiği kadardır ki, burada adalet aranamaz.
Olgunlaşan kapitalizm, toplumsal devrimi zorunlu kılar; üretici güçlerin gelişmesinin önünü açacak ve sınıf ayrılıkları ile birlikte sınıfların da ortadan kalkmasına götürecek sosyalizmi davet eder.
18. Sınıfların varlığı ve mücadelesini burjuva tarihçi ve iktisatçıları bulmuştu. Artı-değeri ve toplumsal gelişme yasalarını (tarihsel materyalizmi) bulan Marx, kendi katkısını, “1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğünün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğu gerçeği”ni bilimsel olarak doğrulamak şeklinde özetler.
Sınıflar önce de yoktu, sonra da olmayacaktır; sadece –bir dönem geliştirseler bile, üretici güçlerin gelişmesini önledikleri, gelişmemiş üretici güçleriyle, toplam toplumsal emeğin ancak herkesin az-çok yaşaması için zorunlu olanı çok az aşan bir üretkenlik ve verime sahip olduğu– sömürücü toplumlara özgüdürler ve sınıf karşıtlığı ve mücadelesine dayanarak onu üretip keskinleştiren kapitalizm, son sömürücü toplum olarak, kendi sonunu hazırlamakta ve proletarya diktatörlüğünü zorunlu kılmaktadır.
19. Kapitalizm, kapitalist üretim ve değişim biçimi, 1) irili-ufaklı kapitalistleri de kapsayarak, nüfusun büyük bölümünü giderek daha çok proleterlere dönüştürüp kuşatılmışlıkları ve yıkımdan yıkıma sürüklenen köleliklerinden kurtulmak üzere toplumsal alt-üst oluşu sağlayacak gücü yaratırken, 2) üretim araçlarının mülkiyeti ya da yönetimine devletin giderek daha çok el atmasına götürerek, bu alt-üst oluşunun yolunu da gösterir. Kapitalizmin ürünü ve devrimci karşıtı proletarya, geri kalan sömürülen yığınları peşinden sürükleyerek, üretici güçlerin gelişmesinin önünü kesen üretim ve değişim ilişkilerini değiştirip üretim araçlarını devletleştirmek üzere, başta burjuva devlet, bütün bir üst yapıyı ele geçirmeye değil, parçalamaya yönelir.
20. Dünya pazarını fetheden ve şu ya da bu ölçüde kapitalizmin geliştiği bütün ülkeleri tek bir dünya ekonomisi içinde birleştirerek emperyalist “zincirin halkaları”na dönüştüren emperyalist kapitalizm, bir toplumsal devrim için dünya ölçeğinde olgunlaşmış ve dünya proleter devrim süreci çoktan başlamıştır. Bu devrim, uluslararası kapitalizme karşı uluslararası bir devrim olabilir. Proletarya uluslararası bir sınıftır, mücadelesi biçim olarak ulusal, içerik olarak uluslararasıdır. Ve tek tek ülkelerde devrim, içe kapanıklığı içinde o ülkeyle sınırlı bir süreç olarak anlaşılamaz, ülke devrimleri uluslararası proleter devrimin bileşenleri durumundadır. Ancak devrim, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının işleyişi sonucu, somut olarak, bir ya da birkaç ülkede gerçekleşebilir, emperyalist zincir zayıf halkasından kopar, eş-zamanlı topyekun bir devrim olanaksızdır.
21. Toplumsal bir devrim ve proletarya diktatörlüğü tarihsel bakımdan zorunludur; ancak, kendiliğinden gerçekleşmez. Devrim için, kapitalizmin tarihsel bakımdan olgunlaşması yetmez; 1. Egemen sınıfların –ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkelerini açığa çıkaracak– bir krize sürüklendikleri ve herhangi bir değişiklik olmadan egemenliklerini sürdürmelerinin olanaksızlaştığı, “üst sınıflar”ın “eskisi gibi” yaşayamaz oldukları, 2. baskı altında sömürülen yığınların yokluk ve sıkıntılarının “olağan” düzeyi aştığı ve “alt sınıflar”ın da “eskisi gibi” yaşayamaz oldukları, 3. Olağan zamanlarda sessiz kalan ancak hem krizin sonuçları hem de “üst sınıflar” tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen yığınların etkinlikleri üst düzeye yükseldiği devrimci bir durum da gereklidir. Ama her devrimci durum da devrime yol açmaz. Devrim; bu nesnel değişikliğin yanı sıra öznel bir değişikliği de şart koşar: Devrimci sınıfın, proletaryanın, itilmedikçe, kriz ve devrimci durumlarda bile düşmeyen egemen sınıf ve iktidarını yıkacak kadar güçlü bir yığınsal eylemi yürütüp yönetmeye yetenekli olması halinde gerçekleşebilir. Bunun için, proletaryanın bağımsız parti olarak örgütlenmesi, bilimsel bir programa, doğru bir strateji ve taktiklere sahip olması, kısacası, işçi hareketi ile sosyalist hareketin birleşmesi şarttır. “Sosyal hareket”, “sosyal forum”, “ezilenler”, “çokluk” vb. türü sömürülenleri peşine takacak proletaryadan başka herhangi güçlere dayanarak ve “dayanışma” vb. haliyle yetinecek proletarya parti olarak örgütlü olmadan sosyalist devrim olanaksızdır.
22. Sosyalist devrim, ülkenin içinde bulunduğu siyasal-sosyal duruma ve en başta, sömürülen yığınları peşine takarak, proletaryanın iktidarı tek başına ele geçirmeye güç yetirip yetiremeyeceğine bağlı olarak, doğrudan ya da kesintisiz sosyalizme bağlanacak bir ön aşamadan (demokratik, anti-emperyalist) geçerek gerçekleşebilir. Proletarya; ya doğrudan sosyalist devrim için (varsa bir dizi demokratik görevi de geçerken tamamlamak üzere) iktidarı tek başına alacak ya da demokratik ve anti-emperyalist görevleriyle (burjuva karakterli) siyasal devrim için, iktidarı, müttefikleri ile birlikte alacak, iktidarda oluşuna ve emperyalist kapitalizme karşı devrimin sürdürülme zorunluluğuna dayanarak, devrimi kesintisiz kılarak sosyalizme yönelecektir. Bu nedenle, ittifakları, öyleyse emperyalist kapitalizmden zarar gören diğer sınıf ve tabakalar içindeki çalışması, onlarla ortak talepler üzerinde birleşmesi proletarya açısından vazgeçilmez önemdedir.
23. Uygun koşullarda iktidara el koyan proletarya, egemen sınıf olarak (proletarya diktatörlüğü) örgütlenecek ve mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek, üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürecektir. Bu, devletin, tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylemdir ve ona olan ihtiyaç, “özyönetim”, “sosyalizasyon” vb. türü hiçbir başka eylemle karşılanamaz. Kapitalistlerin ekonomik ve siyasal egemenliklerine son verilmeden, piyasa ekonomisi içinde kalınarak, ne devletleştirme, ne ulusallaştırmalarla ne de belirli işletmeler işçi denetimi ve yönetimine verilerek “işçi dayanışması”yla, sosyalizme adım atılabilir. Devlet iktidarını kuracak olan proletarya, üretim araçlarını devletleştirerek sosyalizmi inşa edebilir.
24. Proletarya diktatörlüğünün kurulması ve toplum tarafından üretim araçlarına el konulmasıyla, üretici güçlerin gelişmesinin ve kapitalist üretimin de dayanağı olan meta üretiminden, onun ürünü olan ürünün üretici üzerindeki egemenliğinden ve insanların işbölümüne kölece boyun eğme zorunda kalmaktan kurtulmalarının önü açılır. Toplumsal emek ve üretimin zincirlerinden bu kurtuluşu, üretici güçlerin durmaksızın artarak gelişmesinin ve üretimin sınırsız artışının tek koşuludur. Bu gelişme ve artış, proletarya diktatörlüğü ve emekle kaynakların planlı dağıtımı koşullarında, yalnızca yaşam koşullarının gün geçtikçe zenginleşmesi ve iyileşmesinin değil, ama insanların fiziki ve entelektüel yeteneklerinin kısıtlanmamış özgür bir gelişimi ve kullanımının da olanaklı hale gelmesinin tek ve gerçek temelidir.
25. Proletarya diktatörlüğü ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması, yine, meta üretiminin düzenleyicisi olan üretim anarşisinin yerine merkezi planlamanın geçirilmesini ve emeğin ve kaynakların bilinçli ve plana göre dağıtılmasını mümkün kılar. Merkezi planlama, üretici güçlerin görece geriliği koşullarında emek-değerine göre değişimi zorunlu kılan piyasanın tüm etkilerini ve ona neden olan tüm anarşik üretim kalıntılarını (ve mülkiyet ilişkisi farklılıklarını) giderecek olan toplumsallaşmanın giderek toplumun en ücra köşesine ve tüm ilişkilerine yayılmasıyla, tüm üretimin ve emeğin dağıtımının tek düzenleyicisi olacak ve bu ana kadar, sürekli sınırlandırılmasının örgütlenmesine katılarak, emek-değer ilkesi ve etkilerini dikkate alacaktır. Ancak, sosyalizm ve merkezi planlamanın, piyasa ekonomisiyle bağdaşmazlığı ve karşıtlığı kuşkusuzdur; “piyasa sosyalizmi”, “üçüncü bir alternatif” değil, kapitalizmi kabullenmenin bir ifadesidir. Kapitalizm ve sosyalizmden başka bir alternatif yoktur.
26. Proletarya diktatörlüğü, kuşkusuz varılacak son hedef değildir, ama kapitalizmden komünizme geçiş biçimini oluşturur. Burjuva diktatörlüklerinden farklı ve küçük bir azınlığın değil, ama sömürülen geniş çoğunluğun diktatörlüğü olarak, mümkün olan en geniş demokrasidir ve ayrıca “insancıl” ya da “demokratik” bir “sosyalizm” arayışını gereksiz kılar. Tam da bu niteliğiyle, artık kelimenin gerçek anlamı ile bir devlet değildir ya da bir yarı-devlettir. Toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylemi toplumsallaştırma (devletleştirme) olan proletarya diktatörlüğünün, bu, aslında son eylemidir de. Geçiş sürecine ilişkin olarak, kuşkusuz, proletarya diktatörlüğü, içeride sömürücü sınıflar ve kalıntıları üzerinde bir baskı ve giderilmelerinin aracı olarak ve emperyalist kuşatmaya karşı gereken önlemleri alarak güçlendirilecek, ancak bizatihi bu güçlendirme, onu sönmeye götürecektir. Sonunda baskı altında tutulacak sınıf ve giderilecek kapitalist kalıntılar kalmadığında, sınıf egemenliği ve işbölümünden üreyen sınıflar, sınıflarla birlikte üretim anarşisi ve bireysel yaşam savaşı, buradan kaynaklanan çelişme, çatışma ve aşırılıklar ortadan kalktığında, bu sürecin diğer bir yönü ve görünümü olarak, emperyalizm en azından kuşatmasını sürdüremeyecek kadar güçten düştüğünde; bir bastırma gücü ve dışa karşı toplumu savunma aracı olarak devleti zorunlu kılan hiçbir neden kalmayacak ve devlet sönecektir. Bu, komünizm, insanlığın özgürlük dünyasına sıçrayışı olacaktır.

lması olabilir ve ancak üretici güçlerin toplumsal niteliğinin gerçek bir tanınmasına ve buna dayanarak, üretim, mülkiyet ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliğiyle uygunlaştırılmasına dayanabilir. Bu da, ancak, toplum, toplumsallaştırmadan başka hiçbir önlemle yönetilip geliştirilemez hale gelen üretim araçlarına el koyduğunda olanaklıdır. Olgunlaşan kapitalizm, toplumsal devrimi zorunlu kılar; üretici güçlerin gelişmesinin önünü açacak ve sınıf ayrılıkları ile birlikte sınıfların da ortadan kalkmasına götürecek sosyalizmi davet eder.

Sınıflar önce de yoktu, sonra da olmayacaktır; sadece sömürücü toplumlara özgüdürler ve sınıf karşıtlığı ve mücadelesine dayanarak onu üretip keskinleştiren kapitalizm, son sömürücü toplum olarak, kendi sonunu hazırlamakta ve proletarya diktatörlüğünü zorunlu kılmaktadır.
Kapitalizm, kapitalist üretim ve değişim biçimi, 1) nüfusun büyük bölümünü giderek daha çok proleterlere dönüştürüp köleliklerinden kurtulmak üzere toplumsal alt-üst oluşu sağlayacak gücü yaratırken, 2) üretim araçlarının mülkiyeti ya da yönetimine devletin giderek daha çok el atmasına götürerek, bu alt-üst oluşunun yolunu da gösterir. Kapitalizmin ürünü proletarya, geri kalan sömürülen yığınları peşinden sürükleyerek, üretici güçlerin gelişmesinin önünü kesen üretim ve değişim ilişkilerini değiştirip üretim araçlarını devletleştirmek üzere, başta burjuva devlet, bütün bir üst yapıyı ele geçirmeye değil, parçalamaya yönelir.
Toplumsal bir devrim ve proletarya diktatörlüğü tarihsel bakımdan zorunludur; ancak, kendiliğinden gerçekleşmez. Devrim için, kapitalizmin tarihsel bakımdan olgunlaşması yetmez; 1. “Üst sınıflar”ın “eskisi gibi” yönetemez oldukları, 2. baskı altındaki sömürülen yığınların yokluk ve sıkıntılarının “olağan” düzeyi aştığı ve “alt sınıflar”ın da “eskisi gibi” yaşayamaz oldukları, 3. Olağan zamanlardan farklı olarak bağımsız tarihsel eyleme itilen sömürülen yığınların etkinlikleri üst düzeye yükseldiği devrimci bir durum da gereklidir. Ama her devrimci durum da devrime yol açmaz. Devrim; bu nesnel değişikliğin yanı sıra öznel bir değişikliği de şart koşar: Devrimci sınıfın, itilmedikçe düşmeyen egemen sınıf ve iktidarını yıkacak kadar güçlü bir yığınsal eylemi yürütüp yönetmeye yetenekli olması halinde gerçekleşebilir. Bunun için, proletaryanın bağımsız parti olarak örgütlenmesi, bilimsel bir programa, doğru bir strateji ve taktiklere sahip olması, kısacası, işçi hareketi ile sosyalist hareketin birleşmesi şarttır.

Ekonomi politiğin yöntemi

Belirli bir ülkeyi ekonomi politik bakımından ele aldığımız zaman, o ülkenin nüfusunu, bu nüfusun sınıflara bölünmesini, kentlerde, kırlarda, deniz kıyısında dağılımını, ayrı ayrı üretim kollarını, ihracatı ve ithalatı, yıllık üretim ve tüketimi, metaların fiyatlarını vb. incelemekle işe başlarız.
Gerçek ve somut olanla, fiili önkoşulla, dolayısıyla, örneğin ekonomi politikte, tüm üretim toplumsal eyleminin temeli ve öznesi olan nüfusla başlamak doğru gibi görünür. Ama soruna daha yakından bakınca, bunun bir yanılgı olduğu anlaşılır. Nüfus, örneğin, onu oluşturan sınıfları göz ardı edersem, bir soyutlamadır, öte yandan, ücretli emek gibi, sermaye vb. gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları öğeleri bilmiyorsam, bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Bu öğeler de değişimi, işbölümünü, fiyatları vb. ön varsayar. Örneğin sermaye, ücretli emek olmadan, değer, para, fiyat vb. olmadan hiçbir şey değildir. Demek ki, incelemeye nüfusla başlarsam, bütünün kaotik bir tasarımını elde ederim, ve konuyu daha belirli olarak saptayarak, analitik olarak daha basit kavramlara varırım; imgelenmiş somuttan daha ince soyutlamalara ve sonunda en basit belirlenimlere varırım. Buradan hareket ederek, yeniden nüfusa varana dek yolu ters doğrultuda bir kere daha kat etmek gerekir, ama bu kez nüfus, bir bütünün kaotik tasarımı değil, birçok belirlemenin ve ilişkinin zengin bir bütünlüğüdür. Birinci yol, doğuşunda ekonomi politiğin tarihsel olarak kat etmiş olduğu yoldur, örneğin, 17. yüzyıl iktisatçıları, her zaman canlı bütünlükle başlarlar: nüfus, ulus, devlet, birçok devlet, vb.; ama çözümlemeleri onları her zaman, sonunda, işbölümü, para, değer vb. gibi birkaç belirleyici, soyut, genel ilişkiyi ortaya çıkarmaya yöneltir. Bu tek tek uğraklar az çok açıkça saptanıp soyutlanır soyutlanmaz, iktisadi sistemler, emek, işbölümü, gereksinim, değişim-değeri gibi basit ilişkilerden devlet, uluslar arasında değişim ve dünya pazarı düzeyine yükselir. Bu sonuncu yöntem, açıktır ki, bilimsel bakımdan doğru yöntemdir. Somut, birçok belirlenimin sentezi, dolayısıyla da çeşitliliğin birliği olduğu için somuttur. Bunun içindir ki, somut, gerçeklikte ve dolayısıyla da sezi ve tasarım için çıkış noktası olmakla birlikte, düşüncede, o, çıkış noktası olarak değil, sonuç olarak, toplulaşma olarak ortaya çıkar. Birinci yöntemde, tasarımın bütünlüğü soyut bir belirlenime ulaşmak için kaybolur; ikincide, soyut belirlenimler, somutun düşünce yoluyla yeniden-üretimine götürür. Bunun içindir ki, soyuttan somuta çıkma yöntemi, düşüncenin somutu özümsemesinin, onu zihinde somut olarak yeniden-üretmesinin tek yolu olduğu halde, Hegel, gerçeği, kendi kendine yoğunlaştıran, kendi derinine inen, kendini kendinden kendiyle açındıran düşüncenin sonucu olarak kavrama yanılsamasına düştü. Ama bu hiç de somutun oluşum sürecinin kendisi değildir. Örneğin en basit iktisadi kategori, diyelim ki değişim-değeri, nüfusu, belirli koşullar altında üretimde bulunan bir nüfusu ön varsayar; belli bir tür aileyi, ya da komünü, ya da devleti vb. de ön varsayar. Değişim-değeri, ancak önceden verili somut, canlı bir bütün içinde soyut, tek yanlı bir ilişki olarak varolabilir. Buna karşılık, kategori olarak, değişim-değeri Nuh nebiden kalma bir varoluşa sahiptir. Bilinç için –ve felsefi bilinç öyledir ki, onun için kavrayışa varan düşünce, gerçek insanı teşkil eder ve bunun sonucu olarak da, ancak kavranan bir dünya, gerçek bir dünya olarak görünür– evet bilinç için, kategorilerin devinimi –dıştan basit bir dürtü alan– ve sonucu dünya olan gerçek üretim eylemi olarak görünür; ve bu da somut toplamın düşüncelerin toplamı olarak, somutun beyinde temsili olarak gerçekte düşüncenin, anlayışın bir ürünü olduğu ölçüde doğrudur (ama bu da, bir totolojiden başka bir şey değildir); ve bu dünya, kendi kendine meydana gelen, gözle görülebilen görüntünün dışında ve üstünde düşünülen kavramların ürünü değildir, gözle görülenden hareket edilerek varılan kavramların düşünülmesinden meydana gelen bir üründür. Bunun bütünü, zihinde düşüncelerin bir toplamı olarak göründüğü biçimde, kendisi için olanaklı olan biricik tarzda, bu dünyanın sanat, din, pratik ve zihin yoluyla benimsenmesinden farklı olan bir tarzda dünyayı benimseyen düşünen beynin bir ürünüdür. Gerçek özne, zihnin dışında özerk varoluşunu önceden olduğu gibi sürdürür; ve bu, zihin salt spekülatif, salt teorik bir faaliyette bulunduğu sürece böyledir. Bu nedenle, teorik yöntemin kullanılmasında da, öznenin, toplumun ön varsayım olarak zihinde devamlı hazır bulunması gerekir.
Ama bu basit kategoriler, tarihsel ya da doğal nitelikte ve daha somut olan kategorilerden önce gelen bağımsız bir varlığa da sahip değiller midir? Duruma göre değişir, örneğin Hegel, hukuk felsefesini, öznenin en basit hukuki ilişkisini oluşturan sahiplikle başlatırken haklıydı. Ama, aile olmadan, çok daha somut ilişkiler olan efendi ile köle arasındaki ilişkiler olmadan, sahiplik de olmaz. Buna karşılık, henüz ancak sahiplik aşamasında olup, mülkiyet aşamasına ulaşmamış olan ailelerin ya da kabile topluluklarının varolduğunu söylemek doğrudur. Demek ki; mülkiyet konusunda en basit kategori, basit aileler ya da kabile toplulukları ilişkisi olarak görünmektedir. Daha yüksek bir aşamaya varmış olan toplumda mülkiyet, daha gelişmiş bir örgütlenmenin daha basit bir ilişkisi olarak görünür. Ama her zaman sahiplik ilişkisi tipinde daha somut bir kalıntı ön varsayılır. Bireysel bir yabanıl bir şeyi sahiplenen olarak düşünülebilir. Ama bu durumda sahiplik hukuksal bir ilişki değildir. Sahipliğin, aile biçimine kadar tarihsel bakımdan evrime uğradığı doğru değildir. Tam tersine, sahiplik, bu “daha somut hukuki kategori”nin varlığını ön varsayar. Bununla birlikte, basit kategorilerin, içinde az gelişmiş somutun –daha somut kategoride zihinsel olarak dışa vurulan daha çok yanlı bağlantıdan ya da ilişkiden önce– kendini zaten gerçekleştirmiş olduğu ilişkilerin dışavurumları olması her zaman söz konusudur. Para, sermayenin meydana gelmesinden önce, bankaların, ücretli emeğin vb. meydana gelmesinden önce tarihsel bakımdan olabilirdi ve vardı. Demek ki, daha basit kategorinin daha az gelişmiş bir bütünün egemen bağıntılarını ifade edebildiğini ya da, tersine bütünün daha somut bir kategoride ifadesini bulacağı doğrultusunda gelişmesinden önce tarihsel bakımdan varlığını sürdürmekte olan daha gelişmiş bir bütüne bağlı ilişkileri ifade edebildiğini söyleyebiliriz. Bu ölçüde, daha basitten daha karmaşığa yükselen soyut düşüncenin ilerlemesi, gerçek tarihsel süreçlere tekabül eder.
Öte yandan, örneğin kooperatif biçim gibi, gelişmiş bir işbölümü gibi vb., herhangi bir biçimde para olmadan, örneğin Peru, ekonominin en yüksek biçimlerinin bulunduğu, çok gelişmiş olan, ama tarihsel bakımdan yeter olgunluğa erişmemiş bulunan toplum biçimlerinin varlığından da söz edilebilir. Slav topluluklarda da, para ve parayı koşullandıran değişim, her topluluğun içinde görülmemesine, ya da pek az görülmesine karşılık, onu sınırlarda, öteki topluluklarla alışverişte bulabilmekteyiz; aynı biçimde, değişimi, kökenlerini oluşturan öğeler olarak topluluğun merkezine koymak tamamen yanlıştır. Başlangıçta, değişim, tam tersine, aynı topluluğun içinde üyeler arasındaki ilişkilerden çok, ayrı ayrı toplulukların aralarındaki ilişkilerde görünür. Üstelik, her yerde başlardan beri rol oynamasına karşın para, gene de, antikçağda yalnızca bazı tek yanlı gelişmiş uluslarla, tüccar uluslarla sınırlı egemen öğedir. Antik dünyanın en gelişmiş kısımlarında, Yunanlarda ve Romalılarda bile para, modern burjuva toplumun önkoşulu olan tam gelişmesine, ancak bu toplulukların dağılma dönemlerinde erişebilmiştir. Demek ki, tamamen basit olmakla birlikte bu kategori, tarihsel olarak, ancak toplumun en gelişmiş aşamalarında bütün gücüyle görülmektedir. Para hiç de bütün ekonomik ilişkilere nüfuz etmez, örneğin Roma imparatorluğunda, bu imparatorluğun en yüksek gelişme noktasında, ayni vergi ve ayni yükümlülükler temel olarak kalmıştır. Para sistemi, ancak orduda tam olarak gelişmiştir. Bu sistem hiçbir zaman emeğin bütününü kapsamadı. Böylece, en basit kategori, tarihsel bakımdan en somut kategoriden önce varolabildiği halde –kapsam ve alan bakımından– tam gelişmesine asıl karmaşık bir toplum biçiminde ulaşabilir, oysa en somut kategori, kendisi daha az somut olan bir toplum biçimi içinde daha tam bir gelişmeye ulaşıyordu.
Emek pek basit bir kategori olarak görünür. Bu evrensellik içinde emek tasarımı –genel emek olarak– çok eskidir. Bununla birlikte, bu basit biçim içinde, ekonomik bakımdan düşünüldüğünde, “emek”, bu basit soyutlamayı doğuran ilişkiler kadar modern bir kategoridir. Para sistemi, örneğin para olarak serveti, tamamen nesnel bir tarzda kendisi dışında bulunan bir şey olarak kabul eder. Bu görüşe kıyasla manüfaktür ya da ticaret sistemi, servetin kaynağını, nesneden, para üretici etkinlik olarak sınırlı biçimde anladığı öznel etkinliğe –ticari emeğe ve manüfaktür emeğine– aktardığı zaman, büyük bir ilerleme kaydedilmiş oldu. Bu sisteme karşılık, fizyokratların sistemi, belirli bir emek türünü –tarımı–, servet yaratan emek biçimi olarak kabul eder, ve emeğin amacını da para olarak kılık değiştirmiş biçimde değil, genel ürün olarak, emeğin genel sonucu olarak kabul eder. Bu ürün, etkinliğin sınırlı niteliğinden ötürü, hâlâ doğa tarafından belirlenen bir ürün olarak –par excellence  tarım ürünü, toprak ürünü olarak– kalmaktadır.
Adam Smith, servet yaratıcı etkinliğin sınırlayıcı bütün özgüllüklerini reddederek, genel olarak emeği, yani manüfaktür emeğini değil, ticaret emeğini değil, tarım emeğini değil, ama birini olduğu kadar ötekilerini de ele aldığı zaman, pek büyük bir ilerleme kaydedilmiş oldu. Servet yaratıcı etkinliğin soyut genelliği ile, şimdi, servet olarak tanımlanan nesnenin genelliği, ürün olarak ürün ya da gene emek olarak emek, ama geçmiş, nesneleşmiş emek ortaya çıkmaktadır. Zaman zaman kendisi de fizyokratların sistemine kayan Adam Smith örneği, bu yeni anlayışa geçişin ne kadar çetin ve önemli olduğunu gösterir. Bundan yalnızca, üretici olarak ele alınan insanlar arasında –hangi toplum biçimi içinde olursa olsun– kurulan en basit ve en eski ilişkinin soyut ifadesi bulunduğu sanısına varılabilir. Bu, bir anlamda doğrudur. Bir başka anlamda doğru değildir. Emeğin belirli bir türüne karşı kayıtsızlık, hiçbiri mutlak olarak egemen durumda bulunmayan emeğin gerçek türlerinin çok gelişmiş bir bütününü varsayar. Böylece en genel soyutlamalar, ancak bir niteliğin birçoğun, hepsinin niteliği olarak ortaya çıktığı, en zengin somut gelişmenin ortasında meydana gelebilir. O zaman, yalnız özel bir biçimde düşünülebilir olmaktan çıkar. Öte yandan, emeğin emek olarak bu soyutlanması, yalnızca emeklerin somut bir toplamının zihinsel ürünü değildir. Belirli şu ya da bu emek karşısında kayıtsızlık, bireylerin bir emekten ötekine kolayca geçebildikleri ve yaptıkları emek türünün kendileri için rastlansal ve bu bakımdan da önemsiz olduğu bir toplum biçimine tekabül eder. Burada, emek, yalnızca kategoriler alanında değil, ama gerçeklikte de, genel olarak servet yaratan bir araç olmuştur ve şu ya da bu özel görünüm altında, bireylerle organik olarak bağlantılı olmaktan çıkmıştır. Bu durum, burjuva toplumların en modern biçiminde, Birleşik Devletler’de en yüksek gelişme derecesine ulaşmıştır. Ancak orada “emek”, “emek olarak emek”, sans phrase  emek kategorisinin soyutlaması, modern ekonominin hareket noktası olarak pratik gerçek olmaktadır. Demek ki, modern ekonomi politiğin birinci plana yerleştirdiği ve toplumun bütün biçimleri için geçerli olan pek eski bir ilişkiyi ifade eden bu en basit soyutlama, ancak en modern toplumun kategorisi olarak, bu soyut biçimde pratik bir gerçek niteliği kazanabilmektedir. Denebilir ki, Birleşik Devletler’de bir tarihsel ürün olarak beliren emeğin belirli bir biçimine karşı bu kayıtsızlık, örneğin Ruslar’da doğal bir evrim olarak görünmektedir. Ama bir yandan, her işe koşulmaya doğal eğilimleri olan barbarlar ile kendi kendilerini istihdam eden uygarlar arasında inanılmaz farklılık vardır. Ve öte yandan da, kuşlarda, belirli bir işe karşı kayıtsızlık, pratikte, onları ancak dış etkilerin koparıp uzaklaştırabileceği iyice belirlenmiş bir işe geleneksel bağımlılıklarına tekabül eder.
Bu emek örneği, en soyut kategorilerin bile, –özellikle soyut niteliklerinden ötürü– bütün donemler için geçerli olmakla birlikte, bu soyutlamanın belirli biçimi içinde, tarihsel koşulların ürünü olduklarını ve ancak bu koşullar için ve onların çerçevesi içinde tam anlamıyla geçerli bulunduklarını açıkça gösterir.
Burjuva toplum, üretimin en gelişmiş ve en karmaşık tarihsel örgütlenmesidir. Bu bakımdan, bu toplumun ilişkilerini ifade eden ve onun yapısını anlamamıza olanak sağlayan kategoriler, aynı zamanda, burjuva toplumun kalıntıları ve öğeleriyle kurulmuş olduğu ve bu kalıntılardan bir kısmı henüz aşılmadığından, içinde hâlâ taşıdığı ve bunların basit işaretlerinin gelişerek tam anlamlarına kavuştuktan vb., kaybolmuş olan bütün eski toplum biçimlerinin yapıları ve üretim ilişkileri hakkında bir fikir edinmemize de olanak sağlar, insanın anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtardır. Alt-sınıf hayvan türlerinde üst bir biçimin habercileri olan imleri ancak bu üst biçimin kendisini tanıdıktan sonra anlamak olanaklı olmuştur. Böylece burjuva ekonomi, bize, antikçağ ekonomisinin vb. anahtarını vermektedir. Ama, bütün tarihsel farkları silen ve bütün toplum biçimlerinde burjuva toplumu gören iktisatçıların yaptığı gibi değil. Toprak rantını bildiğimiz zaman, haracı, aşarı anlamak olanaklıdır. Ama bunları özdeşleştirmemeli. Hem üstelik, burjuva toplumun kendisi de, tarihsel gelişmenin çelişik bir biçimi olduğu gibi, bu toplumda, ancak solmuş, hatta kılık değiştirmiş biçimde bulabileceğimiz daha önceki toplum biçimlerine ait olan ilişkileri gözlemleyebiliriz, örneğin komünal mülkiyet gibi. Demek ki, burjuva ekonominin kategorileri, öteki toplum biçimleri için de geçerli olan belirli bir gerçeği içeriyorlarsa, bu gerçek, ancak cum grano salis  alınabilir. Bu kategoriler, solmuş olan, karikatür haline gelmiş olan vb. bu gelişmiş biçimleri içlerinde barındırabilirler. Ama her zaman özsel bir farklılıkla. Tarihsel gelişme denen şey, son tahlilde, en son biçimin geçmiş biçimleri, kendi öz gelişme derecesine vardıran aşamalar olarak değerlendirmesine dayanır, ve bu son biçim, çok ender olarak, ve ancak belirli koşullarda, kendi özeleştirisini yapabildiğine göre, eski biçimleri her zaman tek yanlı bir açıdan değerlendirir –hiç kuşku yok ki, kendisini çöküş çağları sayan tarihsel dönemler burada söz konusu değildir. Hıristiyan dini, ancak kendi eleştirisini, bir dereceye kadar, söz uygun düşerse, potansiyel olarak tamamladıktan sonradır ki, daha önceki mitolojilerin nesnel olarak anlaşılmasına yardım edebilmiştir. Aynı biçimde, burjuva ekonomi politik, ancak burjuva toplumun özeleştirisi başladığı gün, feodal, antik, doğusal toplumları anlayabilmiştir. Burjuva ekonomi politik, kendisini geçmişle mitolojik olarak özdeşlemediği sürece, daha önceki toplumlar ve özellikle henüz doğrudan savaşım halinde olduğu feodal toplumlar hakkındaki eleştirisi, paganlığın (putperestlik) Hıristiyanlık tarafından eleştirisine ya da Katolikliğin Protestanlık tarafından eleştirisine benzedi.
Genel olarak bütün tarihsel ya da toplumsal bilimlerde olduğu gibi, hiç akıldan çıkarmamak gerekir ki; ekonomik kategorilerin ilerleyişinde özne, (burada burjuva toplum söz konusudur) gerçekte olduğu gibi, kafada da verilidir, dolayısıyla bu kategoriler varlık biçimlerini, belirli varoluş koşullarını ifade eder. Çok kez bu belirli toplumun, bu öznenin özel basit yönlerini ifade eder ve bunun sonucu olarak bu toplum, bilimsel bakımdan da, ancak kendisi bu niteliği ile söz konusu olduğu andan itibaren varolmaya başlar. Bu kuralı akılda tutmak gerekir, çünkü bu kural kabul edilecek olan planın seçiminde, bize, kesin hareket tarzları vermektedir. Her üretimin ve her varlığın kaynağı toprağa bağlı bulunduğuna göre, örneğin toprak rantı ile, toprak mülkiyeti ile işe başlamak ve ondan geçerek, belli bir kararlılığa ulaşmış olan her toplumda ilk üretim biçimine, tarıma varmak, doğal bir davranış olarak görünmektedir. Oysa, bundan yanlış bir şey olamaz. Her toplum biçiminde bütün öteki üretimlere ve onlardan doğan ilişkilere sırasını ve önemini veren, belirli bir üretim ve onun doğurduğu ilişkilerdir. Tıpkı bütün renklerin özel tonlarını değiştiren bir genel aydınlatma gibi. Tıpkı birlikte fışkıran bütün varlık biçimlerinin özgül ağırlıklarını belirleyen özel eter gibi. Çoban halklar örneğine bakalım. (Avcılıkla ve balıkçılıkla uğraşan basit halklar, gerçek gelişmenin başladığı noktanın ötesindedirler. Onlarda tarım belirli bir biçimde yer yer ortaya çıkar. Bu halklarda toprak mülkiyeti biçimini belirleyen budur. Bu kolektif bir mülkiyettir ve bu halklar, geleneklerine bağlı kaldıkları ölçüde, toprak mülkiyeti de bu biçimini korur: Örnek, Slavların komünal mülkiyeti. Tarımın bu biçiminin egemen bulunduğu sağlam biçimde kökleşmiş tarıma sahip olan halklarda –bu kökleşme daha şimdiden önemli bir aşamayı oluşturur–, tıpkı antik ve feodal toplumlarda olduğu gibi, sanayinin kendisi de, sanayinin örgütlenmesi ve ona tekabül eden mülkiyet biçimleriyle birlikte az çok toprak mülkiyetinin niteliğini taşır. Ya eski Romalılarda olduğu gibi sanayi tamamen tarıma bağlıdır, ya da ortaçağda olduğu gibi kentlerde ve kurduğu ilişkilerde köy örgütlenmesini taklit eder. Ortaçağda sermayenin kendisi de –salt para biçiminde sermaye söz konusu olmadığı ölçüde– geleneksel mesleğin alet edevatı vb. biçimde, toprak mülkiyetinin bu niteliğini taşır. Burjuva toplumda bu, tersinedir. Tarım giderek sanayinin basit bir kolu haline gelir ve tamamen sermayenin egemenliği altındadır. Bu, toprak rantı için de böyledir. Toprak mülkiyetinin egemen olduğu bütün toplum biçimlerinde, doğa ile ilişkinin önem ve önceliği vardır. Sermayenin egemen olduğu toplumlarda bu öğeler, toplum tarafından, tarih tarafından yaratılır. Sermaye olmadan toprak rantı anlaşılamaz. Ama toprak rantı olmadan, sermaye anlaşılabilir. Sermaye, burjuva toplumun evrensel olarak egemen ekonomik gücüdür. Zorunlu olarak meydana getirdiği son nokta gibi, başlangıç noktası da, toprak mülkiyetinden önce açıklanmalıdır. Her ikisini de ayrı ayrı inceledikten sonra, aralarındaki karşılıklı ilişkiyi araştırmak gerekir.
Demek ki, ekonomik kategorileri, tarihsel bakımdan belirleyici rol oynadıkları sıra ile ele almak olanaksız ve yanlıştır. Onların ele alınış sırasını belirleyen şey, tam tersine, modern burjuva toplumda aralarındaki ilişkilerdir, ve burada sıra, doğal sıranın tersi olup, tarihsel evrim boyunca, birbirlerini izledikleri sıraya uymamaktadır. Söz konusu olan, değişik toplum biçimlerinin birbirini izlemesinde, iktisadi bağıntılar arasında tarihsel olarak kurulan ilişki değildir. “Fikir olarak” birbirini izleme sıraları (Proudhon) hiç değildir. (Tarihsel hareketin bulanık bir anlayışı.) Söz konusu olan, bunların, modern burjuva toplum çerçevesi içindeki eklemlenmesidir.
Antikçağda tüccar halkların –Fenikelilerin, Kartacalıların–, saf bir durumda (soyut belirleme) ortaya çıkmış olmalarını belirleyen şey, tarımcı halkların egemen durumda bulunmalarıdır. Ticari sermaye ya da para sermaye olarak sermaye, sermayenin henüz toplumların egemen öğesi olmadığı yerlerde bu soyut biçimde ortaya çıkar. Lombardiyalılar, Yahudiler, Ortaçağın tarımla uğraşan toplumları karşısında aynı biçimde yer alırlar.
Bu aynı kategorilerin toplumun değişik aşamalarında işgal ettikleri değişik yere ilişkin bir başka örnek: burjuva toplumun son biçimlerinden biri Joint stock-compaines’dir.  Ama bu biçim, burjuva toplumun başlangıcında da tekel durumundan yararlanan büyük ayrıcalıklı ticaret şirketlerinde de görülmektedir.
Ulusal servet kavramının kendisi de, 17. yüzyıl iktisatçılarında, bu biçimde ileri sürülür, –bu fikir, 18. yüzyıl iktisatçılarında da vardır–; servet, yalnız devlet için yaratılır, ve devletin gücü, bu servetle ölçülür. Bu, henüz, bizzat servetin ve onun üretiminin modern devletlerin amacı olarak ilan edildiği ve bu devletlerin henüz servet üretiminin araçları olarak görüldüğü bilinçsiz bir aldatmaca biçimiydi.
Açıkçası, bizim, planı şöyle yapmamız gerekir: 1- Bütün toplum biçimlerine az çok uyan, ama yukarda açıklandığı anlamda uyan, genel soyut belirlemeler. 2- Temel sınıfların dayandıkları burjuva toplumun içyapısını oluşturan kategoriler. Sermaye, ücretli emek, toprak mülkiyeti. Bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiler. Kent ve kır. Üç büyük toplumsal sınıf. Bunlar arasındaki değişim. Dolaşım. Kredi (özel). 3- Burjuva toplumun devlet biçiminde yoğunlaşması. Kendisiyle ilişki içinde ele alınması. “Üretken olmayan” sınıflar. Vergiler. Kamu borçları. Kamu kredisi. Nüfus. Sömürgeler. Göç. 4- Uluslararası üretim ilişkileri. Uluslararası işbölümü. Uluslararası değişim, ihracat ve ithalat. Kambiyo kuru. 5- Dünya pazarı ve bunalımlar.

Sosyalist demokrasi ile burjuva demokrasisi Gerçekliğin aynası olarak anayasa*

Sovyetler Birliği’nin sokaklarında, üniversitelerinde, fabrikalarında ve diğer işyerlerinde, 1936 yılının son aylarında sıra dışı bir canlılık hakimdi. Rastlantıyla bir araya gelenler, küçük gruplarda ve büyük toplantılarda, insanlar, yeni anayasa taslağını tartıştı. Birliğe bağlı cumhuriyetlerdeki vatandaşların haklarının ve yükümlülüklerinin müzakeresini yaptılar. Değişiklikler ve öneriler özel bir komisyona iletildi ve nihayetinde yeni anayasa, 5 Aralık 1936’da, VIII. Tüm Birlik Sovyetleri Kongresi’nde kabul edildi. Halk, bu anayasaya, Stalinci Anayasa adını verdi. Neden? Çünkü bir yasa biçiminde güvenceye aldığı her şey, ülkenin yaşamında kazanılan her şey, SSCB Halk Komiserleri Kurulu Başkanı J. V. Stalin’in önderliğinde gerçekleştirildi.

1. KAPİTALİST ÜLKELERİN BİÇİMSEL DEMOKRASİSİ
Sovyet Anayasası’nın yapısının ve özelliğinin bir analizini yapmadan önce, şu sorunun cevaplandırılması gerek: Bir ülkenin anayasası genel olarak neyi ifade eder? Devlet erkinin faaliyetini düzenleyen bir program mıdır ve anayasa, o güne dek ülkelerde olmayan, ama ulaşılması gereken şeylerden mi söz eder? Yoksa anayasa, halk tarafından veya egemen sınıf tarafından şimdiye kadar elde edilmiş olan, yani sosyal yaşamda şimdiden mevcut olanların bir göstergesi midir? Doğrusu, ikincisidir.
Anayasa, insanlar arasında fiilen var olan toplumsal ilişkileri yasalar biçiminde güvenceye alır ve yasama organlarının çalışmalarının hukuki temelini oluşturur. Dolaysıyla anayasasının incelenmesi yoluyla, bir devletin yapısını ve özünü anlamak mümkündür. Yanı sıra Batılı ülkelerin anayasaları Sovyet devletinin anayasasıyla karşılaştırıldığında, Sovyet demokrasisinin burjuva demokrasilerinden hangi bakımlardan ayrıldığı sorusuna da yanıt bulunur. Fakat iki farklı demokrasinin varlığı mümkün müdür? Belki de, yalnızca tek bir demokrasinin –“genel anlamda” bir demokrasinin– mümkün olduğunu kanıtlamaya çalışan politikacılar haklıdır. Bu görüşün mü doğru olduğu ve farklı farklı demokrasilerin olup olmadığının yanıtını aşağıdaki bölümlerde bulacağız.
Her şeyden önce “demokrasi” sözcüğü ne anlama gelir? Halkın egemenliği anlamına gelir. Dolayısıyla, herhangi bir anayasanın incelenmesinde göz önünde bulundurmamız gereken temel soru şudur: Söz konusu anayasa, hangi çıkarlara hizmet etmektedir? Halkın çoğunluğunun, yani emekçilerin çıkarlarına mı, yoksa halkın küçük bir bölümünün, zenginlerin ve büyük mülk sahipleri grubunun çıkarlarına mı?
İngiliz ve Amerikan anayasaları, insan toplumunun en yüksek kazanımlarının ifadesi olarak kabul görür. Ve bu, bir zamanlar gerçekten de böyleydi. Bu anayasaların bugün geniş halk kitlelerini neden artık tatmin edemeyeceğini anlamak için, Batılı ülkelerin demokrasilerinin genel olarak nasıl yaratıldığı ve anayasalarında nelerin güvence altına alındığına bakmak gerekir. Gelişen burjuvazi açısından, ticaretinin yaratılması ve geliştirilmesi için, her şeyden önce, feodal devletten bireysel özgürlük ve bireysel eşitlik hakkının elde edilmesi gerekiyordu. Fakat genç burjuva toplumunun gözünde “özgürlük” ve “eşitlik” ne anlama geliyordu ve feodal rejime karşı ayaklanan burjuvazi nasıl bir özgürlük için mücadele ediyordu? Özgür bir ticaret, yani işletmelerinin, manüfaktürlerinin ve mülkiyetlerinin serbest gelişimi hakkı için mücadele ediyordu. Bunun için gerekli olan da, seyahat özgürlüğü, gümrük engellerinin ortadan kaldırılması ve köylülerin feodal beylere olan bireysel bağımlılıklarından kurtarılmasıydı. Yani köylülerin kendilerini her türlü efendiye “özgürce” kiralama hakkına kavuşmasıydı. Bunun için, tıpkı girişimcilere olduğu gibi, onların da, gelir elde etme arayışıyla ülkede serbestçe dolaşma hakkına kavuşması gerekirdi ki, kapitaliste emek güçlerini engelsizce satabilsinler.
Peki, ünlü “eşitlik” kavramıyla ilgili durum neydi? Oluşmakta olan kapitalist toplumdaki en saygın insan kimdi? Büyük ve sağlam bir mülkiyete sahip olan kişiydi. Kim itibar görüyordu? Büyük bir sermayeye sahip kişiler. Peki, bu kişilerin, bunların dışında neye gereksinimleri vardı? Feodal aristokrat ile hukuksal eşitliğe kavuşmayı talep ediyorlardı. “Eşitlik” kavramının onlar için ifade ettiği temel anlam buydu. Burjuvazi, hiçbir zaman ekonomik bir eşitlik uğruna mücadele etmedi ve doğası gereği, bu uğurda mücadele etmesi mümkün değildi; dolayısıyla, sadece hukuksal eşitlik uğruna mücadele etti. Böylece “Özgürlük ve Eşitlik” sloganı, yüce biçimine karşın, oldukça sınırlı bir anlama sahipti.
Feodal ilişkilerden kapitalist ilişkilere geçişte hukuksal özgürlük ile ticaret ve sanayideki “Laisser faire, laisser aller” ilkesinin insanlık için ilerici bir anlamı vardı; çünkü insan toplumunun gelişiminin bir adımını temsil ediyordu. Fakat sermaye temelinde doğan demokrasinin, (ileride de göreceğimiz gibi) insana gerçek bir eşitlik ve gerçek bir özgürlük sağlaması mümkün değildi ve mümkün olmayacak da. Feodalizmin yıkılmasının ardından, bütün burjuva demokrasileri, sermayenin egemenliğini ve haklarını sağlamlaştırmayı, anayasalarında fabrikalar, toprak ve diğer üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti güvence altına almayı amaç edindiler. Tüm burjuva anayasaları, bir yanda emekçi çoğunluğu oluşturan mülksüz kitleler diğer yandaysa çalışmayan azınlığın lüks ve zenginliğinin oluşturduğu sosyal eşitsizliğin devamını güvenceye aldılar. Burjuva anayasalarının bu temeli, günümüze dek sarsılmadan korundu. Burjuva demokrasisi, anayasalarında, bu tür bir düzeni ve onunla birlikte de tüm sosyal eşitsizlikleri ölümsüzleştirmeye çalışır.
Buna, burjuva demokrasilerinin, yine de, emekçilerin temsilcilerinin iktidar organlarına ulaşma hakkını tanıdığı gerekçesiyle itiraz edilebilir. Gerçekten de, burjuva anayasalarında bu haklar tanınır. Ancak bu hakları güvenceye alan hiçbir düzenleme yoktur. Ayrıca öyle çok kaydı ihtirazlar ve sınırlandırmalar taşır ki, bu demokratik haklar ve özgürlükler tamamen çarpıklaşır.

2. SOVYET ANAYASASININ EKONOMİK VE POLİTİK TEMELLERİ
Sovyetler Birliği’nin ilk anayasası 1924 yılında hazırlandı. Üzerinden geçen on iki yıl boyunca, ülkede, 1936’da tamamen yeni bir anayasanın yaratılmasını gerektiren hangi gelişmeler oldu? 1924 yılında Sovyet ülkesinde politik ve ekonomik yaşam nasıldı? Bu, özel sermayenin ticarette olduğu gibi, sanayi ve tarımda da henüz oldukça güçlü olduğu bir dönemdi. Köylerde kapitalistleri büyük köylüler temsil ediyorken, orta halli çiftlikler kendileri için üretimde bulunuyordu ve toprak işleme tekniklerinin düzeyi çok düşüktü. Pazarda ve ticarette özel sermayenin hakimiyeti yüzde 50 civarında seyrediyordu ve bu durum çeşitli türde vurgunlara olanak tanıyordu.
1936’ya gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki ekonomik ve politik yaşam tamamen farklı bir tablo sergiliyordu; çünkü sosyalist ekonominin temelleri artık yaratılmış bulunuyordu. Sosyalist, yani halka ait bir sanayi yaratılmıştı. Üretim, Çarlık dönemindeki üretimi yedi kat aşan bir çapa ulaşmıştı. 1936 yılında, artık köylerde de toplumsal üretime geçilmeye başlanmıştı ve kolektif çiftlikler 316 bin traktöre kavuşmuştu. Bu değişikliklerle, krizlerin ve işsizliğin olmadığı yeni, sosyalist bir halk ekonomisi yaratıldı. Bunlarla bağlantılı olarak, toplumun sınıfsal yapısı da değişime uğradı. Sanayide kapitalistler sınıfı, tarımdan büyük köylüler, vurguncular ve tüccarlar ortadan kalktı. Geriye iki temel sınıf kaldı: İşçiler ve köylüler. İşçi ve köylülerin arasından oluşan ve tüm halkın çıkarı doğrultusunda çalışan aydınlar bir ara sınıf olarak varlığını sürdürdü.
Yeni bir anayasanın yaratılmasını gerektiren ülkedeki değişimler bunlardı. Demek ki, şimdiki Sovyet anayasası, 1936 yılına dek Junker ve sermaye mülkiyetinin tamamen ortadan kaldırılmış olmasına dayanıyor. Bu sayede, burjuva biçimsel hukuksal eşitliğinden farklı olarak ekonomik eşitliğin önkoşulları yaratıldı.
Sovyet demokrasisinin 1936 anayasasının içeriğini belirleyen ikinci temelini, üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyet oluşturuyordu. Sovyetler Birliği’nin düşmanları, bu belirleyici yapısal değişikliği çarpıtarak yansıtmaya çalıştılar. Sovyetlerde her türlü özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığını öne sürdüler ve şurada burada hâlâ öne sürmektedirler. Oysa gerçekte, yalnızca üretim araçları üzerindeki mülkiyet söz konusudur; yani toprak, fabrikalar, madenler, demiryolları vb. Bütün bunlar, işçi ve köylü devletine aittir ve bu toplumsal mülkiyetten elde edilen toplam gelir, kimi kapitalistlerin cebine girmemekte, tersine, halka, devlet hastaneleri, okullar, tedavi ve dinlenme yurtları, sanatoryumlar ve halkın hizmetinde bulunan daha birçok başka kuruluş biçiminde dönmektedir.
Sovyet demokrasisinin, anayasanın içeriğini belirleyen üçüncü temeli, tüm sağlıklı vatandaşların çalışma zorunluluğudur. Bu sayede, Sovyetler ülkesinde, hiç kimsenin, bir başkasının sırtından geçinmesinin olanağı bulunmamaktadır. Toplumda yerini alabilmesi için, herkesin çalışması gerekmektedir. Fakat eğer devlet çalışma zorunluluğunu getiriyorsa, bu, aynı zamanda, devletin her vatandaşa iş verme yükümlülüğünde olması anlamına gelmektedir. Yeni sosyalist ekonominin kazanımlarına dayanarak, yeni anayasa, yasalar yoluyla, her vatandaşa çalışma hakkını yalnızca vaat etmekle kalmıyor, garanti de ediyor. Kapitalist ülkelerin anayasalarında böyle bir maddenin bulunması mümkün müdür? Elbette ki değildir. Birincisi, krizlerden kaçınılmaz olarak işsizlik doğar. İkincisi, girişimciler lokavt ilan etme hakkına sahiptir ve burjuva devleti onların bu haklarını ellerinden alabilecek durumda değildir, dolaysıyla da, her emekçiye iş güvencesi verme durumda da değildir (Hitler’in yaptığı gibi, işsizliği savaş hazırlıkları aracılığıyla ortadan kaldırmak dışında).
Savaşın sona erdirildiği gün, Amerika’nın büyük kapitalistlerinden biri, işçileri karşısında bir “kutlama konuşması” yaptı. Şunları söyledi:
“Sizi neden kutlayayım ki: Yarın fabrikayı kapatacağım ve 33 bin işçi sokakta kalacak. Size bu konudaki kutlamamı ifade etmeme izin verirseniz, bunu yaparım. Sizleri savaşın sona ermesi ve zafer nedeniyle kutlarım!”
Bu alaycı konuşmada, burjuva demokratik özgürlüklerin özü kendini ortaya koymaktadır: Savaş sona ermiştir ve zaferi, elleriyle, emekleriyle yaratanlar işsiz kalıyor. Sovyet ülkesinde çalışmak isteyen birinin iş bulamamasının nasıl mümkün olabileceği daha şimdiden anlaşılmaz bir durum haline gelmiştir. Sovyet Anayasası’nın 118. maddesi şöyle der:
“Çalışma hakkı halk ekonomisinin sosyalist örgütlenmesi sayesinde, Sovyet toplumunun üretici güçlerindeki sürekli büyümeyi, ekonomik krizlerin ortaya çıkma olanaklarının önünün kesilmesini ve işsizliğin tasfiyesini güvence altına alır.”
Evlerine dönen Kızıl Ordu askerlerinin içi rahat: Biliyorlar ki, kendi alanlarında ya da savaş sırasında öğrendikleri alanda, kendilerini iş beklemektedir. Çok sayıda askerin aynı anda terhis ediliyor ve milyonlarca işçinin barışçıl işlerine geri dönüyor olmaları olgusu karşısında, orada, onları, kapitalist ülkelerde söz konusu olduğu gibi, hiçbir şekilde emeklerinin daha düşük ücretlendirilmesi, maaş kesintileri tehdit etmemektedir. Kapitalist ülkelerde, işgücü fazlalığı, işverenlere, işçilerin maaşlarını düşürme olanağı tanır. Sovyet Anayasası’nın aynı 118. maddesi şunları söyler:
“SSCB vatandaşları … emeklerinin miktar ve niteliğine göre ücretlendirildikleri …. bir işe sahip olma  hakkına sahiptirler.”

3. ULUSLAR SORUNU
Sovyet demokrasisinin, Sovyet anayasasının içeriğini belirleyen dördüncü temelini, ulusal baskının olmaması oluşturur; yani halkların tam eşitliğini garanti altına alması.
“Sovyet anayasası, tüm halkların ve ırkların geçmişteki ve o anki durumundan bağımsız olarak, güçleri ve zayıflıklarından bağımsız olarak, toplumun ekonomik, sosyal, devletsel ve kültürel yaşamının her alanında aynı haklara sahip olması gereğinden hareket eder.”
25 Kasım 1936’da, J. V. Stalin, anayasa taslağını açıkladığı raporunda bunları söylemiştir. Stalinci Anayasa, 123. maddede, Sovyetler Birliği’nin bütün yurttaşlarının tam eşitliğini güvenceye alır:
“Yurttaşların haklarının bir ırka veya ulusa aidiyeti nedeniyle, her ne türden olursa olsun, doğrudan ya da dolaylı olarak kısıtlanması veya tersinden, doğrudan ya da dolaylı olarak iltimas konusu edilmesi, yine, ırksal ya da ulusal bir özellik veya bir ırka ya da ulusa yönelik nefret ve bir ırkın veya ulusun aşağı görülmesi yasalarca cezalandırılır.”
Bu sorunda, Sovyet Anayasası, kimi halkların geri kalmışlığının doğuştan gelen niteliksel farklılıklardan kaynaklanmadığı, aksine, bu halkların altında yaşadıkları ve geliştikleri tarihsel koşullara ve üretim yöntemlerinin geriliğine bağlı olduğu ilkesinden hareket eder. Bu gerilik, genellikle bir sömürgenin ağır baskısıyla ve de insanlığın çoğunluğunun kapitalist ülkeler tarafından uğratıldığı politik, ekonomik, kültürel ve moral yalıtılmışlıkla suni olarak sürdürülmüştür. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği halklarının yaşamı, SSCB’nin en geri uluslarının da (bilimler akademisinin özel komisyonlarının üzerinde çalıştıkları) bir yazına sahip olma ve anadilin öğrenilmesi ve geliştirilmesi hakkını elde ettikten, devlet yönetimine katılma hakkına kavuştuktan sonra, büyük bir hızla gelişmeye başladıklarını ve bu halklar içinden bilim insanları, yazarlar, sanatçılar ve çok yetenekli komutanlar yetiştiğini göstermiştir.
(…. …. ….)

4. GENİŞ HALK KİTLELERİNİN DEVLET YÖNETİMİNE KATILMASI
Bir anayasanın veya bir düzenin demokratikliği, anayasalarda bunun ne şekilde güvence altına alınmış olduğu konusunda, her şeyden önce, geniş halk kitlelerinin devletin yönetimine ne ölçüde katıldıkları ve bu kitlelerin devlet yönetiminde nasıl bir rol oynadıkları ışığında bir yargıya varmak mümkündür. Sovyet Rusya işçi ve köylülerinin devlet erki, daha ilk adımlarından itibaren, etkin halk kitlelerinin devlet yönetimine en geniş bir biçimde katılımını sağlayacak toplumsal yaşam koşullarını yaratmayı kendine görev edinmiştir. Sovyet demokrasisi, ülkenin politik, ekonomik ve kültürel yaşamında halk kitlelerinin inisiyatifini uyandırmayı amaçlamaktadır. Bu hedefe ulaşılmıştır ve 18 yaşını geçmiş her yurttaşın seçimlere katılma, 23 yaşını geçtikten sonra da seçilme hakkı, anayasal olarak güvence altına alınmıştır. Bu konudaki tek sınırlama, yalnızca yaş, mahkeme kararları ve zihinsel yeteneklerin yetersizliği konusundadır. Bu durum, tüm sınıfları ortadan kaldırmış ve emekçilerden oluşan tek bir halk yaratmış bulunan Sovyet devleti tarafından yaratılmıştır.

5. SOVYET DEVLETİNİN YÖNETİMİ
Sovyet devleti, anayasada, sosyalist işçi ve köyle devleti olarak anılır. Tüm erk, kentlerde olduğu gibi, kırsal alanda da, emekçilerin seçilmiş temsilcileri olan Sovyetlerin elinde bulunur. Devlet erkinin en yüksek organı, Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Yüksek Sovyeti’dir.
Yeni Yüksek Sovyet için ilk seçimler 12 Eylül 1937’de gerçekleştirildi. Bu seçimlerin öncesinde iki aylık bir seçim kampanyası yürütüldü. Bu tür bir seçim kampanyası, Sovyetler Birliği’nde nasıl bir niteliğe sahiptir? Burjuva demokrasilerinde olduğu gibi, birtakım partilerin mücadelesi biçiminde midir? Hayır. İki ay boyunca, düşünsel ve politik olarak bütünsel bir toplumu oluşturan halk, kendilerini temsil etmek üzere, kadın, erkek en iyi evlatlarını seçmiştir. Bu seçim şu şekilde gerçekleşti: Genel işyeri toplantılarında, fabrikalarda, kolektif üretim çiftliklerinde vb. çalışmaları ve eylemleriyle herkesin güvenini kazanmış en iyi ve en saygın kişiler aday gösterildiler. Bu sırada partililikleri değil, tersine, yalnızca eylemleriyle halka yararlılıkları dikkate alındı. Komünistler partisizleri aday gösterdi ve tersinden, partisizler komünistleri aday gösterdiler. Bu seçimler, tüm halkın gerçek birliğini ortaya koydu.  Komünistlerle partisizlerin seçimlerde oluşturdukları bu blok, tüm halkın birliğinin bir sembolünü oluşturdu adeta. Seçmen haklarının bir özelliğini, seçmenlerin, hakkında görevini gereği gibi yapmadığını düşündükleri temsilcilerini her an görevden alabilmeleri oluşturur. Bu, en küçük köy Sovyetinden başlayarak, SSCB Yüksek Sovyeti’ne dek, her seçilmiş vekilin seçmenleri karşısında sorumlu olması anlamına gelir. Yüksek Sovyet, dört yıllığına seçilir ve iki sovyetten oluşur. Birlik Sovyeti ve Uluslar Sovyeti. Her 300 bin Sovyet yurttaşı, Birlik Sovyeti’ne bir vekil seçer. Bu, en kalabalık nüfusa sahip cumhuriyetin bu sovyette en fazla sayıda vekile sahip olduğu anlamına gelir. Uluslar Sovyeti’ne ise, her ulus diğerleriyle eşit sayıda vekil gönderir.
İki sovyet sistemi ne demektir ve neye hizmet eder? Bu iki sovyet, tamamen aynı haklara sahiptir. Yasa tasarıları hazırlama ve varolan yasaları basit çoğunlukla, çoğu durumda, ortak bir toplantıda onaylama hakkına sahiptirler.
İki sovyet arasındaki fark nedir ve genel olarak Sovyetler Birliği’nde ikinci bir sovyete ihtiyaç var mıdır? 50’yi aşkın ulusu kapsayan Sovyetler Birliği, kendisine bağlı ulusların hızlı gelişiminin çıkarlarını gözeterek, tüm ulusların, şu ya da bu ulusun sayısal gücünden bağımsız olarak, aynı sayıda vekille temsil edildikleri ikinci bir sovyet yarattı. Örneğin 108 milyon nüfuslu Sovyet Rusya’nın Uluslar Sovyeti’ndeki vekil sayısı, örneğin 1,5 milyon nüfuslu Tacik Sovyet Cumhuriyeti’ninkiyle aynıdır. Bu yolla, Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan bütün ulusların devlet yönetimine olabildiğince en büyük katılımına ulaşılmıştır. Sayısal olarak en küçük halklar bile, dil, adetler, kültür vb. özellikleriyle ilintili kendine özgü ulusal sorunlarını ortaya koyma olanağına sahiptir. Böyle bir devlet örgütlenmesi, tüm Sovyet halkları arasındaki dostluğu ve işbirliğini sağlamlaştırmaktadır; çünkü, her bir ulus, ihtiyaçlarını, doğrudan en yüksek devlet organlarına taşıma olanağına sahiptir. Uluslar Sovyeti’nin devletsel önemi ve anlamı budur.
Sovyetler Birliği’nde, Yüksek Sovyet, senede iki kez olağan toplantısını yapar. Tüm Birlik için geçerli olacak ve bütün birlik cumhuriyetlerinin dillerinde yayınlanmakta olan yasaları çıkarma hakkına sahiptir. Ayrıca devlet bütçesini onaylama, anlaşmalar tasdik etme, bakanlar atama ve görevden alma gibi haklara sahiptir. Ne var ki, Yüksek Sovyet sürekli çalışmadığından, süren bütün işleri yürüten ve Yüksek Sovyet’in toplantıları arasındaki süreçte en yüksek devlet erkini temsil eden bir devlet organına ihtiyaç vardır. Bu organı, Yüksek Sovyet Divanı oluşturur ve bu organ iki sovyetin üst kurullarının ortak bir oturumunda seçilir. Yüksek Sovyet’in Divanı, bir başkandan, 16 temsilciden (Birlik cumhuriyetlerinin sayısının karşılığı olarak), bir sekreter ve 24 üyeden oluşur. Çıkarılmış yasalara dayanarak, Divan geçici kararnameler yayınlar, bunların ise, Yüksek Sovyet’in olağan toplantılarında onaylanması gerekir. Divan, SSCB silahlı kuvvetlerinin başkumandanını atar ve görevden alır, seferberlikler ilan eder, bakanları atar ve Yüksek Sovyet’in sonraki onayıyla görevden alır, savaş durumu ilan eder, uluslararası anlaşmaları onaylar vb.; yani farklı bir deyişle, devlet işlerinin tamamını yürütür, ama Yüksek Sovyet karşısında sorumludur.
Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da, yukarıda saydığımız fonksiyonlara, ya devlet başkanı ya da Kral sahiptir. J. V. Stalin, Yüksek Sovyet Divanı’nı, haklı olarak, “Başkanlar Kurulu” olarak adlandırmıştır. Ne var ki, bu kurulun haklarının, burjuva demokrasilerinin başkanlarının haklarından önemli bir farkı vardır. Örneğin, bir burjuva demokrasisinin başkanı, her yasa tasarısını veto edebilir veya hükümeti tasfiye edebilir, yani istediği anda emekçilerin, yasaları kendi lehlerine değiştirme girişimlerini engelleyebilir. Ayrıca başkan, anayasayı rafa kaldırıp, olağanüstü hal yasaları aracılığıyla iktidarını yürütebilir. Örneğin Weimar Anayasası’nın 48. maddesi, başkanın bu anlamdaki haklarını güvence altına almıştı.
Sovyet halkının demokrasisinin, buna karşılık, bir tek tam yetkiye sahip organı vardır, diğer bütün devlet organları ona karşı sorumludur ve onun onayı olmadan tek bir devlet kararı kabul edilip onaylanamaz. Yüksek Sovyet’in erkini sınırlayabilecek başka bir organ yoktur. Halk erkinin en yüksek organıdır. Aynı şekilde, Yüksek Sovyet (her bir adayın oylanması yoluyla), Sovyetler Birliği’nin en yüksek yürütme organı olan Bakanlar Kurulu’nu onaylar. Bakanlar Kurulu, bütün çalışmalarında, Yüksek Sovyet’e karşı sorumludur. Birlik cumhuriyetlerinde, özerk cumhuriyetlerinde ve Sovyetler Birliği bölgelerinde, halkın erki, aynı ilke doğrultusunda örgütlenmiştir. Her birlik cumhuriyeti, her şeyden önce, tek tek ulusların haklarını ikinci bir kez güçlendiren kendi anayasasına sahiptir. Birlik cumhuriyetlerinin Yüksek Sovyet’leri, SSCB Yüksek Sovyeti’nden, birlik cumhuriyetlerinde, yani ulusal cumhuriyetlerde, bütün özerk cumhuriyetler ve ulusal bölgelerin zaten uluslar kurulunda temsil edilmesinden dolayı, ayrıca bir Uluslar Sovyeti yaratma gereğinin bulunmamasıyla ayrılır. Bu olgu, ulus cumhuriyetlerinin Yüksek Sovyetleri’ne, tek bir sovyetle işlerini yürütme olanağını verir. İki yıllığına seçilen bölge, nahiye, belde ve köy Sovyetleri, kendi yerellerinde tam yetkiye sahiptirler ve hiçbir şekilde burjuva cumhuriyetlerdeki öz yönetim organlarıyla karşılaştırılamazlar. Yerel sovyetler, kendi alanlarındaki politik, ekonomik ve kültürel yaşamın bütün sorunlarını yönetirler.

6. HALKLARIN HAKLARININ ZAFERİ
Devletin gücü ve yaşama yeteneği, tehlike anlarında ve tarihsel sınav dönemlerinde ortaya çıkar. Sovyetler Birliği, faşist güçlerin ağır darbesine dayandı ve bu savaştan moral olarak daha da güçlenmiş ve birleşmiş olarak çıktı. Bu, Sovyet demokrasisinin halkçılığının ölçütünü ifade etmektedir; çünkü demokrasiyi, lafa göre değil, meyvelerine göre değerlendirmek gerekir. Ellerinin emeği olan bu meyveleri, Sovyet insanı savaştan çok önce gördü. Lenin, Sovyet insanının ülkesine yaklaşımını aşağıdaki gibi karakterize etmiştir:
“İşçi ve köylülerin çoğunluğu, kendi Sovyet iktidarının –emekçilerin iktidarı–  zaferi halinde, kendilerine ve çocuklarına kültürün bütün nimetlerini, insan emeğinin tüm yaratılarını tatma olanağını güvence altına alacak bir eseri savunduklarının bilincinde olan, bunu hisseden ve gören bir halkı yenmek asla mümkün değildir. (Lenin Eserler Cilt XXIV. Sf. 259 / Rusça)

Sovyetler Birliği’nde, 1936 yılında, bugün geçerli olan anayasa hazırlandığı sırada, “kültürün bütün nimetlerinin ve insan emeğinin tüm yaratılarını tatma” olanağını güvenceye alabilecek önkoşullar yaratılmış bulunuyordu. Sovyet halkının yaşamındaki elde edilmiş haklar ve özellikler, Stalinist 1936 anayasasında güvence altına alınmıştır.
Bitirirken, Sovyet devletinin anayasası ile, en radikalleri dahil olmak üzere, burjuva anayasalar arasındaki farka bir kez vurgu yapalım. Bu fark, Sovyet anayasasının, yurttaşlarının biçimsel haklarının açıklanması ya da saptanmasıyla yetinmemesinden, tersine, dikkatini, bu hakların güvence altına almasına, bu hakların gerçekleştirilmesinin araçları sorununa yoğunlaştırmasından oluşur.
Sovyet halk demokrasisinin gerçekliğini yansıtan Sovyet anayasasının gücü buradan gelir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑