Uluslararası emekçi kadınlar günü ve Türkiye’de kadın

Tarihsel ‘hikayesi’ biliniyor; yine de kısaca özetleyelim: 1857 yılında New York’ta bir dokuma fabrikasında 40 bin kadın işçi, çok ağır çalışma koşullarına ve uzun iş günlerine, koşulların düzeltilmesi yerine, her geçen gün daha da dayanılmaz hale gelmesine, çok düşük ücretle çalışmaya karşı grev kararı alarak taleplerini açıkladılar: “Daha iyi koşullarda çalışmak, 10 saatlik işgünü, eşit işe eşit ücret…”
Patron ise, diğer işçilerin grevci kadınlarla dayanışmasını önlemek için çözüm olarak fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Bu sırada çıkan olaylar sırasında fabrika içinde çıkan şüpheli yangında, içerideki kadınların kaçabilecek hiçbir yeri olmadığından, sadece daha iyi koşullarda çalışmak isteyen 129 kadın yanarak hayatını kaybetti.
1908 8 Mart’ında Newyork’ta, yine dokuma işçisi kadınlar grev başlatarak, işyerlerini işgal ettiler. Ama bu kez taleplerini biraz daha genişlettiler: “8 saat iş günü, çocuk emeğinin sömürülmesine son verilmesi ve kadınlara oy hakkının tanınması.” 1909 yılında ise, Manhattan’da 20 bin gömlek işçisi kadın grev yaptı. Kısa sürede diğer fabrikalara yayılan grev, patronlar talepleri kabul edene kadar sürdü. Kadın işçiler ücretlerinde artış sağladı, haftalık çalışma saatleri indirildi, en önemlisi de sendikalaşma hakkını elde ettiler.
Bu grevin sona erdiği 1910 yılında, ll. Enternasyonal, Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplandı. Konferans’ta, Alman delege Clara Zetkin, 8 Mart’ın, dokuma işçisi kadınların anısına “mücadele günü” olarak ilan edilmesini önerdi. Önerinin kabulüyle, cinsel ve sınıfsal sömürüye karşı 8 Mart “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü” olarak tüm dünyada kutlanmaya başladı. Türkiye’de ise, 1921 yılında devrimci kadınlar 8 Mart’ı Ankara’da kutladılar.
1977’de, Birleşmiş Milletler, genel kurul kararı ile 8 Mart’ı “Dünya Kadın Günü” olarak kabul etti.
1857’den 2014’e 157 yıl geçti, elbette çok şey değişti. Ancak emekçi kadınların toplum içindeki konumu açısından, tablonun ana özellikleriyle değiştiği söylenemez. Evde, işte, sokakta, iyi konumda görünseler de, “ikinci sınıf” muamele gören kadınlar, 157 yıl önce dile getirilen talepler için hala mücadele etmek zorunda.

TÜRKİYE’DE KADINLAR; KADININ ÇALIŞMA YAŞAMINA KATILMASI

Tanzimat Fermanı, içeriğinde kadınlara bir hak tanımamış da olsa,  kadın hakları tartışmasının başladığı dönem olmuştur. Osmanlı, ‘Batılılaşma’ hareketi içinde, kadının toplumsal durumu açısından bazı yenilikleri de getirmiştir. Kısıtlı da olsa, kız okullarının açılması, miras hakkı, köle ve cariye alınıp satılmasının yasaklanması gibi.
1908 yılı, kadının sosyal hayata katılması, çalışma yaşamına girmesi, yüksek öğrenim görmesi taleplerinin tartışılıp talep olarak ileri sürüldüğü kadar, Türkiye’de zor ve kötü şartlardaki çalışma koşullarına tepkinin şiddetlendiği, grev dalgasının yayıldığı bir yıl da oldu. Bu dalga içinde 100’ü aşkın grev örgütlendi, bunlardan 40’a yakını kadınların çalıştığı gıda, tütün, dokuma gibi işkollarında yapıldı. Bu dönemde kadınların demokratik hakları için örgütlendikleri ve yayınlar çıkardıkları görülmektedir. Kadınlar pek çok dernekte örgütlendiler, faaliyette bulundular. Eğitim olanaklarından yararlandılar.
I. Dünya Savaşı ile birlikte kadınlar zorunlu olarak çalışma yaşamına girdiler. Savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun cepheye asker göndermesi ile üretimde boşalan yerler kadınların emek güçlerinden yararlanılarak doldurulmaya çalışıldı. Kadınlar, postahane, telgrafhanelere ve hasta bakıcı olarak hastanelere alındılar. 1915 yılında kadınlar için “mecburi hizmet” kanunu kabul edildi ve çalışan kadın sayısı artırıldı. Savaş koşulları, kadınların statüsünü değiştirmişti.
Kurtuluş Savaşı döneminde, çalışma hayatına giren kadınlar, yanı sıra siyasal olaylara, mitinglere de katıldılar, ancak kazanımlarının yasal olarak tanınmasını sağlayamadılar. İsviçre’den alınan Medeni Kanun, tek eşliliği getirmesi ve boşanma hakkını her iki tarafa da tanıması bakımından ileri bir aşama olmasına rağmen, kadın erkek eşitliğini tam olarak tanıyan bir yasa değildi.
Kadınların siyasal hakları 1934’te çıkarılan yasa ve Anayasa’da yapılan değişiklikle tanındı; milletvekili olabileceklerdi. 1935 yılı seçimlerinde 18 kadın parlamentoya girdi. Ancak, kadınların siyasal yaşama katılması yine de oldukça sınırlıydı. Birçok Avrupa ülkesinde kadınlara seçme seçilme hakkı Türkiye ile kıyaslandığında, daha geç bir zamanda tanınmasına rağmen, bu durum Türkiye’de kadın haklarının daha ileride olduğu anlamına gelmiyordu.

KADIN VE ÇALIŞMA YAŞAMI
Türkiye’de hakim anlayış, erkeğin çalışıp evine, karısına ve çocuklarına bakmasıdır. Geleneksel toplumsal işbölümü nedeni ile kadınların toplum içindeki asli yükümlülükleri, aileye karşı ve başlıca uğraşları koca ve çocukların bakımı için yerine getirdikleri ‘ev işleri’ olmaktadır. Bu nedenle üretim faaliyetine daha az katılmaktadırlar. Çalışma hayatında erkeklerden daha geri bir yer tutmaktadırlar. Ücretli bir işte çalıştıklarında daha düşük ücretle, statüsü düşük işler yapmaktadırlar. Kadının, çalışması karşılığı kazandığı “ek gelir” sayılmakta ve kadının çalışmasına, ‘şart değil’ anlayışıyla yaklaşılmaktadır. Çalışma yaşamına  giren kadının, daha baştan ‘yedek’ olması, iş ve çalışma sürecinde eşitsiz birçok muamele ile karşılaşmasını getirmektedir. Bugün, ucuz işgücü ihtiyacına da bağlı olarak küçümsenmeyecek sayıda kadın işçi kapitalist işletmelerde, önemli miktarda bir kadın nüfus ise tarımsal alanda çalışmaktadır.
Kapitalistler, ihtiyaçlarına bağlı olarak, ücret ve çalışma koşullarını belirlemek istemekte; yedekte tutulacak bir işgücüne ihtiyaç duymaktadırlar. Bu işgücü örgütlülüğü zayıf ve esnek çalışma koşullarıyla uyumlu olmalıdır! İstenen budur. Bu nedenledir ki, taşeron çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici işçi, kısmi süreli çalışma gibi esnek çalışma biçimleri yasal hale getirilmiştir.
Emekçi kadınların çoğu, sosyal güvenlik sistemine eşleri, babaları vasıtasıyla dahil olmaktadır. Kadınların konumu, böyle bir durumda, bağlı olduğu sigortalının hayatta olması veya ölmesi durumunda değişmektedir. Bu kapsamdaki kadınlar, sadece hastalık ve çok sınırlı olarak da analık sigortasından yararlanabilmektedir; birey ve yurttaş olarak karşılaşabilecekleri yaşlılık, malûllük gibi durumlarda güvence altında değillerdir.
Kadın işçilerin emeklilik yaşının (kademeli de olsa) 65’e yükseltilmesi, AKP Hükümeti’nin –sadece çalışabilecek durumda iken ihtiyaç duyduğu– işçileri yaşlanıp emekli olduklarında yük olarak gördüğünü göstermektedir; çünkü ülkemizdeki ortalama yaşam süresine bakıldığında, ancak mezarda emeklilik söz konusu olabilecektir. Ayrıca, kadın işçiler için doğum ve analık izin süreleri borçlanılacak sürelerden sayılmaktadır. AKP Hükümeti’nin toplumsal bir sorumluluk olan çocuk bakımı dolayısıyla doğum-analık izin süreleri, sigorta primleri gibi bir derdi ve politikası yoktur, ama kadınlar en az üç çocuk, olmadı 5 çocuk yapıp, bakacaklardır; çünkü Başbakan öyle istemektedir. Kadını çalışma ve toplumsal hayatın dışına atmak için tüm kanunlarda kadınlar aleyhine düzenlemeler yapmıştır. (namus cinayetlerine uygulanan ceza indirimi, boşanma davalarında boşanan eşe nafaka, vb..)

GÜNÜMÜZDE DÜNYA KADINLARININ DURUMU
– Ocak 2009 itibariyle dünya nüfusu yaklaşık 7 milyar civarında, bunun yüzde 49’u kadın, yani kadın nüfusu 3-3.5 milyar.
– Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i eşleri ya da sevgilileri tarafından öldürülüyor.
– Dünyada her 3 kadından 1’i hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor.
– Her 5 kadından 1’i hayatının bir döneminde tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı oluyor.
– ABD’de her 90 saniyede 1 kadın tecavüze uğrarken, Irak’ta Nisan 2003’ten bu yana, savaş sırasında ve sonrasında, en az 400 bin kadının tecavüze uğradığı İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporlarında yer alıyor.
– Dünyada, ağırlıklı olarak Afrika kıtasında 135 milyondan fazla kadın sünnet ediliyor.
– 280 milyonluk Arap dünyasında her 2 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor.
– Suudi Arabistan’da kadının oy hakkı yok, araba kullanması yasak.
– Dünyada 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunurken, ‘namus savunması’ Peru, Bangladeş, Arjantin, Ekvator, Mısır, Guatemala, İran, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Venezuella’nın ceza yasalarında yer alıyor.
– İran’da çok istisnai durumlar haricinde kadının boşanma hakkı yok.
– İslam Şeriatıyla idare edilen ülkelerde bazı durumlarda “zina yapan kadın ve erkeklere recm” cezası uygulanmaktadır.
– Tüm dünyada sağlık çalışanlarının % 75’i kadın.
– Siyasette ve iş dünyasında da kadınların oranı gelişmiş ülkelerde bile epey düşük.
– Gelişmekte olan ülkelerdeki kadınlar, günde ortalama 20 litre suyu 6 km taşıyorlar.
– Afrika’daki hamile kadınların ölüm riski, Batı Avrupa’dakilerden 180 kat daha fazla.
– 1.2 milyar yoksulun %70’ini kadınlar oluşturuyor.
– Mültecilerin % 80’ini kadınlar oluşturuyor.
– Dünya’daki arazilerin sadece %  1’i kadınlara ait.
– Okuma-yazma bilmeyen ve eğitim hakkından mahrum 1 milyardan fazla yetişkinin 2/3’ü kadın.
– OECD ülkelerindeki bilimsel ve teknik alanlardaki üniversite mezunlarının %30’u kadın.
– ABD’deki mucitlerin % 10’u kadın.
– Gazetecilerin 1/3’ü kadın olmasına rağmen, bölüm şefi, editör ya da patronların sadece % 1’i kadın.
– Yeni üniversiteyi bitirmiş kadınlar, erkeklerden % 20 daha az para kazanıyor. Bu fark 10 yıl içerisinde % 31’e yükseliyor.
– 1945 ila 1995 yılları arasında dünyadaki kadın milletvekili sayısı 4 kat arttı. Bazı ülkelerde meclisteki kadın milletvekili sayısını artırmak için kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanıyor. (Bu bilgiler sanal medyadan alınmıştır.)
Birkaç kadının cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ya da üst düzey görevlerde bulunması, kadının cins olarak konumunu ve kadına bakış açısını değiştirmiyor. Condoleezza Rice, Hillary Clinton; Margaret Teacher, Angella Merkel, Tansu Çiller gibi kadınların büyük emperyalist güçlerin ve işbirlikçi ülkelerin yöneticileri arasına girmeleri, kadın emekçilere karşı zorbalığı ve sömürüyü temsil etmeleri, azınlık bir burjuva ve kapitalist kadının ayrıcalıklı durumuna işaret etse de, kadının ezilen cins olması durumunu değiştirmiyor. Zaten bu sayılan isimlerin kadınların durumu, hakları vb. şeylerle uğraşma dertleri de olmamıştı.

ŞİDDET VE KADINA ŞİDDET SORUNU
Kadına yönelik şiddetten söz edildiğinde akla hemen erkek cinsinin şiddetinin gelmesi, cinsler arasındaki ilişkide kadının erkekten ciddi oranda şiddet görmesidir. Bu o denli yoğundur ki, kadın cinsinin sermaye düzeninde ve burjuva yönetimleri tarafından tabi tutulduğu baskı, şiddet ve ayrımcılık ya gözardı edilmekte ya da gölgelenmektedir. Böylece kadın sorununun kadın-erkek ilişkileriyle sınırlı bir çerçeveye sıkıştırılması gibi bir durum da ortaya çıkmaktadır. Oysa kadın sorunu bu iki olguda da varlığını sürdürmeye; kadın, cins olarak, ayrımcılık ve baskıcılığının nesnesi ikinci cins statüsünde horlanan olmaya devam etmektedir. Resmi verilerin çoğunda devlet ve sermaye baskısı, polis şiddeti, yasaların erkek cinsi yararına düzenlenmiş olması gözardı edilmektedir. Polis ve patron taciz ve tecavüzü, işten atmanın psikolojik ve iktisadi-sosyal baskı içermesi görülmeyebiliyor. Hakim anlayış dini ideolojinin etkisi altında şekillendiğinden, kadın cinsine karşı şiddete dayanan politika ve uygulamalar, “ahlak-edep” söylemiyle kabul edilebilir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Kadın hakları ve özgürlüğü sorununu “örtünme”-giyim; çalışma-çalışmama kapsamında ve çeşitli dayatmalarla darlaştırmaya çalışan bugünkü hükümetin politikalarına karşı kadın mücadelesinin zayıflığında bu anlayışın önemli bir payı var. Kürt kadınları, Kürtlere yönelik baskı ve inkar politikaları ve on yıllar boyunca sürdürülen saldırılardan en büyük payı aldıkları gibi, töre cinayetlerinin, aile içi ve akraba baskısı ve şiddetinin de en fazla hedefi oldukları biliniyor vb.
Türkiye’de yapılan araştırmalara göre, kadınlara yönelik şiddet oranı % 49.9, yoksul kesimlerin oturduğu yerleşim yerlerinde bu oran % 97’lere varıyor. Kadına yönelik şiddet sadece fiziksel olmayıp, cinsel şiddet, taciz, zorla evlendirme, fuhuşa zorlama, zorla çalıştırma, eğitim özgürlüğü ve olanağının kısıtlanmasıdır da. Kadınlara en fazla şiddet uygulayanlar ise, birinci dereceden yakınları, yani eşleri, babaları ya da ağabeyleri.
Töre ve namus cinayetleri ülkemizde halen sürüyor. Zorla evlenmek istemeyen ya da boşanmak isteyen veya tecavüz edilip dünyası alt üst olan kadınlar eşleri ya da yakınları tarafından öldürüldüğünde, olay, cinayet değil, “namusun temizlenmesi” olarak görülüyor.
Adalet Bakanlığı verileri, kadın cinayetlerinin % 400 arttığını söylüyor. Resmi kayıtlara göre de her gün üç kadın cinayete kurban gidiyor. Kadın cinayetlerinde, tecavüze uğramak, camdan bakmak, sokağa çıkmak, sevdiği giysiyi giymek, telefon etmek, hatta yüksek sesle konuşmak bile ölüm fermanı için yeterli olabiliyor.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, intihar eden, intihara teşebbüs eden, alenen öldürülen ve ölümüne intihar süsü verilen kadınların hepsinin birer hikayesi var. Birbirini tanımayan bu kadınların ortak kaderleri ise töreye kurban edilişleridir, ölü yaşamlardan bahsetmiyoruz bile.
Kadınlar ev içinde, işyerinde, okullarda, sokaklarda, hapishanelerde her çeşit taciz, tecavüz ve işkenceye uğramaktadır. Kadınların özgürlüğünün bu kısıtlanması, bedenleri konusunda, kadınlara rağmen, rızaları dışında her çeşit eylemle mümkün olmaktadır. Özellikle iş yerlerindeki tacizler karşısında, eğer amir tarafından yapılıyorsa, kadın, işini kaybetme korkusu ile kolayca hayır diyemiyor. Çünkü meslekte yükselmesi engelleniyor, ekonomik durumu etkileniyor.
Kadına yönelik çağdışı uygulamalar, aile içi şiddette de kendini gösteriyor. Eş şiddeti gören ve görmeyen kadınlar arasında eğitim düzeyi, meslek, ailenin geliri, evlenme yaşı, evlilik biçimi, çocuklukta şiddet görüp görmeme bakımından fark bulunmuyor. Türkiye’de kadın sığınma evlerinde yapılan çalışmalarda, şiddet gören kadınların tamamına yakınının çocukken de şiddet gördüğü ve sonradan kendi çocuklarını dövdüğü saptanmıştır. Kuşaktan kuşağa geçen aile içi şiddet, yalnızca şiddet görenin değil, tanık olanın da psikolojisini bozmakta, özellikle çocukların gelecekteki sosyal hayatlarına damgasını vurmaktadır.
Kadına yönelik şiddetin önemli örneği Ayşe Paşalı cinayetidir. Boşandığı kocası tarafından ölümle tehdit edilmiş olmasına rağmen, “boşanmış olduğu” gerekçesiyle, Paşalı’nın koruma talebi mahkemece reddedilmiştir. Çünkü mevcut yasa, sadece evlilik bağı olanlara koruma kararı vermekteydi. Feci şekilde dövülmüş fotoğraflarını, öldürüldüğünü bildiren haberler izledi. Bu karar bile, insan kanının, özellikle kadın kanının ne kadar ucuz görüldüğünün, vurdumduymazlığın bir ifadesidir. Hakimin uyanması için Ayşe Paşalı’nın ölmesi gerekiyormuş ki, 32 gün sonra, aynı mahkeme, benzer durumdaki bir öğretim görevlisinin başvurusu üzerine koruma kararı vermiştir. İzleyen dönemde hakkında koruma kararı olan birçok kadının cinayete kurban gitmesi, salt koruma kararının da bir işe yaramadığını göstermiştir. Erkek egemen devlet kadının ve haklarının kollanıp korunması politikalarını değiştirmedikçe, daha çok kadın cinayetleri olacaktır. Çünkü kadına karşı işlenen suçların caydırıcı olması bir yana, bir de tahrik, töre, rıza, vb. indirimlerle failler kollanıp korunuyorlar.

İNSAN VE KADIN HAKLARI
İnsan hakları, insanların sahip oldukları, sahip olmak durumunda oldukları hak ve özgürlüklerdir. İnsanların eşit haklara ve saygınlığa sahip olarak doğdukları kabul edilmiş ve birçok ulusal anayasalar (çoğu durumda çoğu kağıt üstünde kalıp uygulanmasa bile, resmiyette de olsa) buna uygun düzenlemeler yapmıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi md. 1: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” der.
Birleşmiş Milletler, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) vb. sözleşmeleri onaylayarak, uluslararası sözleşmelerle eğitim konusunda politikalar geliştirmeyi, yasal düzenlemeler yaparak, bu yasaları uygulamayı taahhüt etmiştir. Bu sözleşme de, eşit ulaşım ve eşit fırsat açısından en önemli uluslararası insan hakları belgelerindendir. Ancak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere rağmen başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu arasındaki denge, her zaman egemenler tarafından zayıf olanın aleyhine bozulmuştur.
Hiçbir toplum durağan değildir. Ülkemizde kadın haklarının geldiği nokta bakımından, çalışma hakkı, doğum izninin artması, boşanma hakkı, aile konutu şerhi, edinilmiş mal paylaşımı, seçme ve seçilme hakkı, vb. yasal birçok kazanımlarımızın tam anlamı ile hayat bulduğunu söylemek mümkün değildir.
Türkiye’deki kadınlar, toplumun tüm kesiminden emekçiler, bütün emek, barış ve demokrasi güçleri kendi talepleri etrafında, gerçek bir demokratik halk anayasası için mücadele içinde yerini almalı, özellikle tüm ayrımcı, cinsiyetçi, dışlayıcı yaklaşımlar son bulmalı, toplumun yarısını oluşturan kadınların her alanda yönetime katılmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Kadın ve erkek emeği eşitlenmeli, kadının ekonomik, sosyal ve siyasal yaşama katılması teminat altına alınmalıdır. Kazanımlar sadece yasal çerçevede değil, gerçek hayatta da toplumsal anlamda kazanılabilmelidir.
Amerikalı dokuma işçisi kadınların hakları için verdikleri mücadelenin yıldönümü 8 Mart, her şeyden önce kadınların hak eşitliği mücadelesinde bugünlere nasıl gelindiğinin hatırlanması açısından önemlidir.
8 Mart, salt bir ‘kadın-erkek eşitliği’ talebi çerçevesinde ya da takvimsel bir gün olarak düşünülemez. 8 Mart, kadın erkek tüm ezilenlerin cinsel, ırksal, dinsel ve sınıfsal her türlü ayrımcılığı besleyen ve ancak bu koşulda varlığını sürdürmeyi başarabilen sömürü düzenine başkaldırı günüdür. Bu nedenle de, kadının kurtuluş mücadelesinin en anlamlı kazanımlarından biri olarak, sermaye iktidarının ve onun kurumlarının da inkar edemeyeceği şekilde kafalara kazınmıştır.
Kadınların eşit ve yaşanılır bir dünya için mücadeleleri toplumun her kesiminden destek görmelidir. Unutulmamalıdır ki, her insan eşit ve özgür doğar. Bu hakları kısıtlayan, suça dönüştüren, infaz eden yine insandır.
Kadınlar olarak, daha çok kayıt dışı, (daha fazla ücret alabilmek için de) sigortasız, sendikasız,  işlerde çalışmaya mahkum olmayacağız. Her şeyden önemlisi, örgütsüz bir halde, sınıf hareketinin ve toplumsal hareketin dışında sermayenin uysal köleleri haline gelmeyeceğiz ve bu süreçte kapitalist sistemin sosyal, siyasal, ekonomik ilişkilerinde bir dayanak durumunda olmayacağız. 
Kazanmak için daha fazla öğrenmeye, örgütlenmeye ve mücadeleye ihtiyacımız var. Bize tarihi miras bırakan hemcinslerimizin çağrısına uyalım; hayata gözlerimizi açalım ve kaderimizi bizzat ellerimize alalım! Çünkü bütün değerlerin, güzelliklerin yaratıcısı biz emekçi kadınların eşitlik ve özgürlük talepleri her zamankinden daha yakıcı.
Emek harcayan, çalışan kadın sadece var olmak değil, yaşamak da istiyor. Bugünü yaratanların anısı, her yıl yeniden ve ısrarla, ancak mücadele edenlerin kazanabileceği gerçeğini hatırlatıyor.
Yaşasın dünya emekçi kadınlarının mücadelesi!

Meşruti Monarşiden Cumhuriyete

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının yüzüncü yıl dönümüne sayılı aylar kaldı. Emperyalist kapitalist sistemin bu ilk genel paylaşım savaşı, pazarlara, sömürgelere hakim olmak, o günün koşullarında bunlar üzerinde oluşmuş egemenlik ilişkilerini yeniden ve en güçlüler lehine oluşturmak için patlak vermişti. Sonuçta sömürgeler, ülkeler, pazarlar yeniden paylaşıldı; emperyalist dünya dengeleri bu paylaşım üzerinden geçici bir süreliğine yeniden oluşturuldu. Savaşa katılan devletlerden birisi de Osmanlı İmparatorluğu idi. İmparatorluk, Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile müttefik olarak bu savaşa katıldı.
Osmanlı İmparatorluğunu yönetenler, bu savaş sayesinde köhnemiş ve çürümüş bu imparatorluğun dağılmasının engellenebileceğini, şans yüzlerine gülerse yeni kazanımlar elde edebileceklerini umarak ve hesap ederek bu paylaşım savaşına katıldılar. Ama paylaşılacak ganimetlerin başında da, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi geliyordu. İmparatorluk, bu savaştan, müttefikleri ile birlikte yenilgiyle çıktı ve Osmanlılar da dahil olmak üzere, Alman, Avusturya-Macaristan, Rus Çarlığı gibi imparatorluklar yerle bir oldu, taçlar yerlerde yuvarlandı.
Bu savaşın sonuçlarının uluslararası düzeyde çok ciddi etkileri oldu. Kuşkusuz burada bunları uzun uzun anlatmanın bir gereği bulunmuyor. Ama kısaca şunlar hatırlatılabilir. Emperyalist-kapitalist sistem en zayıf halkasından yarıldı ve Ekim Devrimi ile birlikte Rus işçi sınıfı ve emekçi halkları sosyalist bir düzen inşa etmeye yöneldi. Bu durum ezilen halklara ve uluslara büyük bir ilham kaynağı oldu ve ilk sosyalist devlet Sovyetler Birliği’nin desteği ile gerçekleşen ulusal kurtuluş savaşının ardından Anadolu toprakları üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Emperyalist ülkeler arasındaki güç dengeleri değişti ve savaştan zaferle çıkmasına rağmen İngiltere’nin mutlak hakimiyeti sona erdi. ABD yeni ve genç bir emperyalist güç olarak savaştan en kârlı çıkan devlet oldu.
Kuşkusuz savaşın en kesin sonuçlarından birisi de, yeni bir paylaşım savaşının koşullarını oluşturmak ve olgunlaştırmak oldu. Çünkü emperyalist dünyada egemenlik ve güç ilişkilerinde kesin değişikliklerin gerçekleşmesinin başka bir yolu bulunmuyor. Dünya, emperyalist devletlerin sahip oldukları güçler ölçüsünde paylaşılıyor ve bu paylaşımda kimin hangi payı alacağı, yeni egemenlik hiyerarşisinin nasıl oluşacağı, sahip olunan güçler tarafından belirleniyor. Örneğin paylaşılmış olan Almanya uzun süre bu koşullara tahammül edemezdi ve yeni bir paylaşımı gündeme getirebilmek için ayağa kalkmak zorundaydı vb..
Birinci Dünya Savaşı’nın şimdilik bizi doğrudan ilgilendiren yönü Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ardından yeni bir cumhuriyetin kurulmuş olmasıdır. Yeni kurulan bu cumhuriyetin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısının niteliği hala tartışma konusu ve güncel gelişmeler bu tartışmaları sürekli olarak körüklüyor. AKP Hükümeti’nin işbaşına gelmesi, bu Hükümet’in Cumhuriyet’in niteliğini değiştireceğine ilişkin iddialar, cumhuriyet, cumhuriyetin değerleri, bunların savunulup savunulmayacağı, savunulacaksa bu savunmanın niteliğinin ne olacağı, eleştirilecek ve savunulmayacak yönlerinin neler olduğu gibi sorunlar halen tartışma konusu ve biz de bu yazıda bu sorunları irdelemeye çalışacağız. Ancak yazının kapsamını genel bir değerlendirme çerçevesinde tutmak değil, özellikle tartışılan konular üzerinde sınırlamak amaca daha uygun olacaktır.

KOPUŞ VE DEVAMLILIK SORUNU?
Ülkede ve uluslararası düzeyde liberal tarih yazıcıları tarafından Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet arasında bir devamlılığın olduğu hep iddia edilmiştir. Onlar bu “devamlılığı” 3. Selim’den başlatarak, özellikle İmparatorluğun 19. yüzyılda içerisine girdiği “reform süreci” üzerinden kurmakta ve Islahat Fermanı, Tanzimat, Meşrutiyet’in ilanı, bazı yüksek okulların açılması, laik kanunların kabul edilmesi ve mahkemelerin vb. kurulmuş olmasını bu iddialarına dayanak yapmaktadırlar. (Bu konularda Prof. Taner Timur’un Osmanlı Mirası makalesine bakılabilir.)
Buna karşın, içlerinde Kemalist tarih yazıcılarının da olduğu diğer bir grup tarihçi, dönemler arasında kurulan bu “devamlılığın” yüzeyselliğini, önceki dönemde yapılan bu reformların Batı’ya bağlanmanın ve bağımlılığın bir ürünü olduğunu, Cumhuriyet döneminde yapılan reformların ise kesin bir kopuşun üzerine geldiğini, bağımsız gelişme yolu üzerinden gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir. Kuşkusuz bu, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve onun kazanımları, yeni Cumhuriyet’in gerçekleştirdiği reformların bu koşullarda gerçekleştiği dikkate alındığında doğru bir yaklaşımdır; ancak sınırlılıkları da görülmelidir. Yani Cumhuriyet’in aldığı yol ve sonradan özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan sonra içine girdiği süreç göz önüne alınmalıdır. ABD ve Batı ile ilişkiler, NATO’ya giriş gibi gelişmeler ve ülkenin yeniden yapılandırılması sorunları bu çerçevede değerlendirilmelidir.
19. yüzyılda imparatorluğun yapmaya giriştiği reformları da içeren gelişme döneminin sömürgeci ülkelerce dayatıldığı, siyasi ve ekonomik yapının bağımlılık ve sömürü ilişkilerini geliştirmeye yönelik olduğu bilinmektedir. Emperyalizm döneminde –öncesinde başlayarak– yarı-sömürge yapının oluşması ya da Lenin’in tanımı ile görünüşte bağımsız ama ekonomik ve siyasi olarak yeni bağımlılık biçimlerinin ortaya çıkması söz konusudur. Osmanlı İmparatorlu’nun içine girdiği süreç de elbette bundan ayrı ele alınamaz. İç ve dış dinamiklerin karşılıklı olarak etkileştiği bir gelişme söz konudur.
Bu gelişme içerisinde, Cumhuriyet’e giden yolda halk hareketlerine ilişkin köşe taşları aranacaksa, –halk hareketinin gücü ve güçsüzlüğü, üst sınıfların etkisi vb. bir yana– kuşkusuz bu köşe taşlarından en önemlisi 1908 Devrimi’dir. Halk hareketi, gücü sınırlı da olsa, monarşiden meşruti monarşiye (2. Meşrutiyet) doğru yolu açmış; Padişah, Meclis’i (Meclis-i Mebusan) tanımak zorunda kalmıştır. Meşruti monarşi Cumhuriyet’e giden yolda bir uğrak noktası olmuş, ancak savaş koşulları bütünüyle değiştirmiş, olağan gelişme yolunu kapatmıştır.
Ancak Meşrutiyet döneminin “Meclis” etkisi reddedilemeyecek önemdedir. Bu önem sonraki dönemde de kendisini açığa vurmuştur. Bu nedenle, Ulusal Kurtuluş Savaşı günlerinde, en yüksek otorite olarak, halkı temsil ettiği ileri sürülen* kesimlerden oluşan Meclis tanınmıştır. Örneğin Büyük Taarruz’un kazanılmasının ardından Meclis kürsüsünden konuşan Mustafa Kemal şunları söylemektedir: “..Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek, yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itiatiyle emirlerinizi yerine getirdiğimden dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim…” (4 Ekim 1922, Aktaran: Toktamış Ateş)
Keza daha savaşın başında Ankara’da Meclis’in açılmasının gecikmesinden rahatsızlık duyan Mustafa Kemal, buna karşı “kerametin Meclis’ten beklenmemesi gerektiğini” söyleyen Yunus Nadi’ye “..Ben bilakis her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim. Nadi bey, bir devreye değiştik ki, onda her iş meşru olmalıdır. Milli işlerde meşruiyet, ancak milli kararlara istinad etmekle, milletin temayülatı umumiyesine tercümen olmakla elde edilir…” demektedir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra da yeni Meclis varlığını sürdürmüş, ancak demokratik seçimler, modern siyasi partiler, söz, basın, örgütlenme özgürlüğü vb. gibi parlamenter bir demokrasinin temel kurum ve ilkelerine izin verilmemiştir. Ancak Meclis’in “her işi meşru” gösteren, onlara “meşruiyet” kazandıran konumu korunmuş, Meclis bu amaca sonuna kadar hizmet etmiştir. Ama bu Meclis artık savaş içerisindeki Meclis değildir. Mustafa Kemal’in “bir devreye değiştik ki” vurgusu boşuna değildir. Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler, Halk şuraları vb. gibi işçi ve emekçi halkın örgütlenmeleri ve bunların yüksek prestiji meclis gibi kurumların da saygınlığını yükseltiyordu. Tüm bu nedenlerle Meclis korunmuş, ama yeni yönetimin amaçlarına uygun bir işlev görmesi sağlanmıştır.
Cumhuriyet, demokrasinin olmadığı, demokratik hak ve özgürlüklerin bulunmadığı bir cumhuriyet olarak şekillenmiştir. Bağımsızlığın kazanılması, Hilafet ve Saltanat’ın kaldırılması, laik yasalar, dinin siyasal yaşamdaki etkisinin sınırlanması ve din üzerinde devlet kontrolüne dayanan bir tür laikliğin kurulması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, giderek her kademedeki eğitimin parasız hale getirilmesi, anayasadan dine ait maddelerin çıkarılması, yeni alfabenin kabul edilmesi vb. gibi reformlar (bütün bunlar Atatürk Devrimleri olarak adlandırılmaktadır), Cumhuriyet’in ileriye doğru attığı adımlar ve kazanımlar olmuştur. Cumhuriyet’in değerlerini savunmaktan söz edenlerin de, en azından bir bölümünün bu değerlerle kastettiği yukarıda sayılan reformlardır.
Ancak Cumhuriyet’in demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenmemesi ağır siyasi ve toplumsal sorunların birikmesine ve çözülmeden sonraki dönemlere devredilmesine neden oldu. 20’li yılların ortasından başlayarak, Kürt sorunu, baskı, terör ve asimilasyonla “çözülme”ye çalışıldı. Böyle bir “çözüm”ün hiçbir başarı şansı olamazdı ve olmadı da. Kürt sorunu, bugün de, çözülememiş bir sorun olarak, tüm ağırlığı ile varlığını sürdürüyor. Kuşkusuz ülkede demokratikleşme yolunda bir gelişme olsaydı, cumhuriyet, halkın baskısı altında demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenebilseydi, Kürt sorunu da demokratikleşmenin bir parçası olarak çözüme kavuşturulabilirdi. Ancak peşpeşe gelen Cumhuriyet yönetimlerinin bu sorunu çözüme kavuşturmak gibi bir niyeti olmadı.
İlk Kürt isyanından sonra ilan edilen Takrir-i Sükun dönemi ile birlikte, başta sol olmak üzere tüm muhalefet ezildi. Zaten çok sınırlı bir çerçevede söz konusu olan söz ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldırıldı. Yeni devlet otoriter bir diktatörlük olarak şekillenirken, işçi ve emekçi halkın muhalefet hareketlerine hiçbir biçimde izin verilmemesi ilke edinildi.
Dinin siyasal yaşamdaki etkisini sınırlama, dinsel yasaların kaldırılması ve dini faaliyetlere belirli sınırlama ve yasaklar getirilmesi olumlu ve olumsuz yanları bir arada olan uygulamalar oldu. Laiklik yönünde atılan adımlar, modern bir toplumun şekillenmesi için atılması gereken zorunlu adımlar olarak kabul edilmelidir. Ancak bu adımlarla, din devlet ilişkisinin, dinin –Diyanet İşleri aracılığı ile– devlet tarafından kontrolü ve din gibi toplumsal bir sorunun yasa ve yasaklamalarla sürekli kontrol altına alınmaya çalışılması gibi dine ilişkin burjuva radikalizminin siyasi tavrını yansıtan önlemlerle çözülmesi tutumu halk arasında dinsel inanç ve önyargıların ömrünün uzatılmasından başka bir sonuç vermedi. Din toplumun derinliklerine doğru çekildi ve orada uygun anın gelmesini bekleyerek etkisini yaygınlaştırmaya çalıştı.
O dönemin laiklik anlayışının sınırlarını anlamak açısından şu örnek dikkat çekicidir: Giyim reformu tartışmaları ardından tekke, türbe, zaviyeler kapatılmış, din adamlarının kıyafetlerinin devlet kontrolüne alınması şöyle açıklanmıştı: “Diyanet İşleri Başkanlığı ve ona bağlı müftüler, imamlar, hatipler vardır. Bu sınıfa ait kılığı tanırız. Bu işle görevli olmayıp da dışarıda kalanların aynı kılığı giymeleri doğru değildir. Bu gibileri kimse tanımaz ve kabul etmez.” (M. Kemal, Çankırı konuşması, 1925) Burada ortaya atılan giyim-kuşam olsa da, din ve dinsel ritüellerin devletin kontrolü altında olacağı kesin bir dille belirtilmiş, laiklik anlayışının sınırları yeniden tarif edilmiştir. Bu anlayışın dinin devlet tarafından kontrol edilmesine dayandığı tartışmasızdır.
Burada, “o koşullarda başka türlüsü uygulanabilir miydi?” gibi bir soru kuşkusuz ortaya atılabilir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkmış prestiji yüksek bir yönetim, dini devlet yönetiminden ayırarak vatandaşın kendisine ilişkin özel bir alan olarak kabul edilmesi ve devlet tarafından kontrol altına alınmak amacıyla da olsa dinin desteklenmemesi gibi bir yola girseydi, kuşkusuz farklı bir gelişme yolu ortaya çıkabilirdi. Elbette bu bir olasılıktır. Ancak bugünden bakılınca, o dönemde dinsel temelde isyan hareketlerinin ya hiç olmaması ya da çok cılız kalması bu yolun izlenebileceğini akıllara getiriyor. Atılacak bu adım, dinin en etkili olduğu köylü kitlelerinin temel talebi olan bir toprak reformuyla desteklenebilseydi, kalıcı ve etkili olabilirdi. Ancak kesin olan bir şey var ki; bugün daha açık ve net görüldüğü gibi, dini devlet kontrolüne vermek istenilen sonuçları vermemiştir.
Cumhuriyet’in demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenmemesinin elbette temel nedenleri bulunuyordu. Daha Kurtuluş Savaşı içerisinde halkın direniş için kurduğu örgütler dağıtılmış, savaşın önderliği bütünüyle ticaret burjuvazisi, büyük toprak ağaları ve üst düzey asker sivil bürokratların yönetim ve denetimine geçmişti. Halk hemen hemen örgütsüzdü. Cumhuriyet Osmanlı’dan devraldığı ekonomik, toplumsal ilişkileri aynen korumuş ve devam ettirmiş, özetle ekonomik alt yapı sıkıca korunmuş, Cumhuriyet yönetimi ile onlara siyasi ve hukuksal yeni bir üst yapı kazandırılmıştır.
Şunu da açıkça ifade etmek gerekir ki; Cumhuriyet’i kurup yönetenleri demokratik bir düzen kurmadıkları, köklü toplumsal reformlar yapmadıkları için suçlamak, onları yapamayacakları ve yapmak da istemedikleri işler dolayısıyla eleştirmek ve bu eleştiri içerisinde örtülü bir beklentiyi ifade etmek anlamına gelecektir. Onların sınıfsal konumlarından kaynaklanan politik yaklaşımları, ülkeyi Batı kapitalizmi doğrultusunda geliştirmek, bu amaçla “modernleştirmek ve çağdaşlaştırmak”la sınırlıdır. Bu “modernleştirme ve çağdaşlaştırma” içerisinde demokratikleşme, demokratik bir yönetim bulunmamaktadır. Bugün “Cumhuriyet’in değerlerini savunmak” adına yola çıkanlar bulunsa da, Cumhuriyet’i yönetenlerin temel değerleri arasında halktan korkmak, halka inisiyatif tanımamak ve ona güvenmemek en başta gelenlerden birisiydi!
Osmanlı borçlarının ödenmesi konusunda radikal bir tutum almasa da –bu borçların ayrılan topraklara harcananlar dışındakiler ödenmiştir–,  kapitülasyonların kaldırılmasını, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in bir kazanımı olarak görmek gerekir. Kapitülasyonların kaldırılması ve milli sınırlar içerisinde kalan kıyılarda deniz taşımacılığı hakkının elde edilmesi, ileride şekillenecek olan ulusal ekonomi için temel kazanımlar oldular.
Başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet’i yönetenlerin 1929 büyük bunalımına kadar izledikleri “kalkınma yolu” devlet desteğinde bir burjuva gelişme ve “burjuvazi imal etme” yolu olmuş, ama bunda başarı sağlanamamış; büyük ekonomik bunalım, burjuva gelişme yolunda doğrudan devletçilik uygulamalarını gündeme getirmiştir. Sovyetler Birliği ile dostluk politikası, Cumhuriyet’in o dönemdeki olumlu adımlarından birisidir. Bu sayede Sovyetler’den ekonomik destek alınmış, kamu sektöründe ciddi sanayi kuruluşları devreye sokulabilmiştir. “Ulusal ekonomi” adına bu dönemde atılan adımlar önemlidir.
Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında Cumhuriyet hükümetlerinin uyguladıkları ekonomi politikaları ilginç bir biçimde geçmiş kazanımların tasfiyesine yönelik olmuştur. “Her mahallade bir milyoner yaratma” sloganı ile hükümet olan ve “Küçük Amerika” olmayı hedefi olarak belirleyen DP Hükümeti bağımlılık ilişkilerinde utanç verici adımlar atarken, dinsel gelişmelere de kapıyı ardına kadar açmıştır. Azınlıklara uygulanan baskı, sindirme ve göçürtme yolları devam etmiştir. KİT (Kamu İktisadi Teşekkülleri) sorunu hükümetler açısından sürekli bir sorun olmuş, KİT’lerin özelleştirilmesi DP Hükümeti’nden beri gündemde olmuş –ama somut koşullar KİT’lerin ekonomi içerisindeki ağırlığının artmasına yol açmıştır–, ANAP ve sonrasında gelen hükümetler ve nihayet AKP Hükümeti bu soruna son noktayı koymuştur. Yani Cumhuriyet, ekonomide, toplumsal yaşamda ve politikada tersine bir yolu katetmeye başlamıştır. Bu çerçeveden bakıldığında, Cumhuriyet’in kazanımları ve değerlerinin AKP Hükümeti’nden çok önce terkedilmekte olduğunu, AKP Hükümeti’nin açılan bu yolda atılmış en ileri adım olduğunu tespit etmek yanlış olmayacaktır.

GÜNCEL TARTIŞMALARIN ANLAMI
AKP Hükümeti’nin kurulduğu günden bu yana laiklik, dinin politikaya alet edilmesi, gizli bir gündeme sahip olmak, takiyye yapmak gibi tartışmalar hiç eksik olmadı. AKP Hükümeti’nin dinciliğe bulanmış sosyal ve politik uygulamaları, dini günlük yaşam içerisinde daha fazla öne çıkarma çabaları farklı tepkileri ve karşı çıkışları da hep beraberinde getirdi. Çeşitli çevreler Cumhuriyet’in temel değerlerinin elden gittiği ifade ettiler ve onları savunmak için mücadele çağrıları yaptılar, yapıyorlar.
Sosyalizm mücadelesi içerisinde bulunan, ama ülkedeki demokrasi ve özgürlükler sorununu da çözmenin zorunluluğunu bilen kesimler açısından, bu sorun, mücadelenin genel hedeflerine bağlı olarak, işçi ve emekçi halkın mücadelesiyle birlikte farklı bir düzeyde ele alınırken, kendilerini doğrudan Kemalist, Atatürkçü, ulusalcı vb. olarak adlandıran çevreler ve bazı sol çevreler soruna daha farklı anlamlar yükleyerek, onu özünde burjuva sınıfların bakış açısını ifade eden bir düzeyde ele alıyorlar.
Özünde iki farklı ele alışı ve doğal olarak iki farklı mücadele çizgisini ifade eden ve ayrışan bu yaklaşımların temel ayrılığı nerededir? Bu temel ayrılığın, doğrudan, onların sınıfsal açıdan soruna yaklaşımından kaynaklandığını, ideolojik temellerinin olduğunu, bütün bunların sonucu olarak bugünkü toplumu değiştirme mücadelesinde yüzün geriye mi, yoksa ileriye mi dönük olduğu ile belirlendiğini ifade etmek gerekir. “Cumhuriyet’in değerlerini savunma” çizgisinin –bu değerlerin ne anlama geldiğini yukarıda ana çizgileri ile özetlemeye çalıştık– statükoyu savunma ve onun hasar gören yönlerini onarmayı içerdiğini tespit etmek gerekiyor. Bu yanıyla da bu çizginin yüzü geriye dönüktür ve temel hedefinin de geleneksel geçmiş statükonun savunulması olduğunu ileri sürmek yanlış olmayacaktır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan Cumhuriyet’in burjuva demokratik devrim yönünde atılmış bir adım olduğunu, bunun tarihsel bir ilerlemeyi ifade ettiğini, ama toplumsal ilerlemenin artık farklı bir aşamasına gelindiğini, demokrasi, özgürlük, laisizm, bağımsızlık gibi ideallerin gerçek içeriklerine halk demokrasisine doğru ilerlemekle kavuşabileceğini, bugün sermaye ve gericiliğe karşı verilen mücadelenin bu hedeften ayrı düşünülemeyeceğini ileri süren sosyalist çizgi ise bir halk devrimini amaç edinmektedir. Bu yanıyla yüzü ileriye dönüktür ve toplumu köklü bir biçimde değiştirmenin yolunu açmak istemektedir.
Kısaca bir daha hatırlatmak gerekirse; Cumhuriyet, Türk toplumunu ümmet olmaktan kurtarmış, Türk uluslaşmasını sağlayarak –bu durumda, Kürt sorunu ve uluslaşması da kendi yolunu izlemiştir–, bireyi yurttaş konumuna yükseltmiştir. Öğretim birliğini (tevhidi tedrisat) sağayarak eğitim sistemini laikleştirmiştir. Laiklik ilkesini benimseyerek, dinin toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki ağır etkisine son vermiştir. Bu genel kazanımları, Hilafet’in kaldırılması, harf devrimi, kılık kıyafet, bağımsızlık vb. gibi daha pek çok unsurla genişletmek olanaklıdır. Hatta bu “kazanımlara” Atatürk ilkelerinin ifade ettiği içerikleri ekleyenlerin bulunduğu da bir sır değildir.
Ama yukarıda Cumhuriyet’in kazanımları olarak görülen ilerlemelerin, feodal, yarı-feodal bir toplumsal üst yapı ve ilişkilerinin tasfiye sürecine ait olduğu, bunların önemli ölçüde tasfiye edildiği, toplumun burjuva toplumuna doğru değiştiği bir tarihsel dönemin özellikleri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu yanıyla bakıldığında, Cumhuriyet’in, benzer süreçleri yaşayan diğer toplumların geçtiği süreçlerden ayrılan bir “özgünlüğü” bulunmamaktadır. Belki şu söylenebilir ki, bütün bunlar, İslam dininin egemen olduğu bir toplumda gerçekleşmiştir ve bu yönüyle bir farklılığı bulunmaktadır. Bu doğru olmakla birlikte, özellikle eğitimde ve devlet örgütlenmesinde Osmanlı’nın son dönemlerinde girilen sürecin birikimlerinin, 1908 Devrimi’nin kazanımlarının da hesaba katılması gerekir.
Ne yönden bakılırsa bakılsın, bu, bir tarihsel toplumsal ilerlemeye denk düşmektedir. Ne var ki, dinsel yapıların ve örgütlenmelerin toplum içerisinde saldığı derin kökler, köklü bir toplumsal devrimin yoksunluk ve burjuva demokratizminin egemen olamaması, sürekli olarak geri yönde bir baskı ve harekete neden olmuş, bu durum, politik mücadelelerin alanını genişletmiştir. Bir bakıma “ilericilik-gericilik” kavgası, bitmeyen bir mücadeleye dönüşmüştür. Dini politik amaçlarla kullanan siyasi parti ve hükümetlerin varlığı, bu mücadeleyi sürekli olarak “taze” tutmuştur. Hatta bu durumun askeri darbelerin gerekçeleri arasında sayıldığı, 28 Şubat “post-modern” darbesinin de ana gerekçesi olduğunu hatırlatmak gerekir.
Bu şu anlama gelmektedir ki, kesin ve açık tarihsel gerçek göz önüne alınmadan soyut bir Cumhuriyet ve onun değerlerini savunma tartışması yapılamaz. Cumhuriyet’in ilk yıllarının, hatta II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar olan tarihi kendi içerisinde farklı özellikler gösteren bir tarihtir. II. Dünya Savaşı ve ardından gelen süreç, “NATO’ya, CENTO’ya” üye olma, Marshall Planı, Truman Doktrini gibi uygulamalarla Batı emperyalizmine sıkıca bağlanma, halk hareketinin askeri faşist darbelerle bastırıldığı, IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulandığı, Kore’ye, ve diğer dış ülkelere ABD’ye uşaklık temelinde asker gönderildiği, eski “kazanımlar”ın önemli bir kısmının tasfiye edildiği bir dönemdir.
Değerleri savunanların tamamının “bütünlüklü” bir savunma içinde olduğu ve tutarlı bir programa sahip oldukları iddia edilemez. Ancak “değerleri savunma” adına yola çıkıldığında, bir bulanıklıktan ve ideolojik, siyasi karmaşadan kurtulunamayacağı da açıktır. Kuşkusuz Kemalistler ve ulusalcılar için sorun daha açıktır. Onlar, geçmiş statükoyu, din etkisinden arındırılmış olarak yeniden egemen kılma peşindedirler. Ancak “sol” adına hareket edenlerin platformu da, pratik gelişmelerin kanıtladığı gibi, ulusalcı akımların belirlediği çerçevenin dışına çıkamamaktadır.
Örneğin “Cumhuriyet”in değerlerinin savunulması gerektiği”ni ileri sürenlerin literatüründe çözülmemiş bir ulusal sorunun varlığı bulunmamaktadır. Bu sorun Kürt sorunudur ve demokrasinin diğer sorunları olduğu gibi, bu sorun da çözülmemiş, çözülmemesi bir yana, sistematik bir ulusal baskının konusu olmuştur. Kuşkusuz “Cumhuriyet’in değerlerini savunma” paydası altında bir araya gelenlerin kendilerini hemen sadece Kürtler karşısında konumlandıran bir ulusalcıkla şekillendirmeleri, diğer taraftan solcu olanlarının ise örtülü bir sosyal şövenizmle malul olmaları tesadüfi değildir. Bu konu çeşitli vesilelerle bu dergide ele alındığı için, özel olarak bu konuya burada yeniden girilmeyecektir. Ama sorunun laiklikle bağlantılı yönleri bulunmaktadır ve laiklik bağlantısı “değerler”in savunulmasında, özellikle toplumsal yaşantıda dinsel ögelerin daha görünür kılınması bağlamı içerisinde önemli bir yer tutmaktadır.
Bugün güncel bir laiklik tartışmasının yürütülüyor olması, bu nedenlerden dolayı şaşırtıcı değildir. “Değerleri” savunanlar, laiklik anlayışının zaten inançlara saygıyı içerdiğini, bunun içeriği ve kapsamı ile oynanmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Hatta şunu diyenler de vardır: “Din ve vicdan özgürlüğüne dayalı laiklik diye bir şey ortaya atıldı” vb. Onlara göre, bu gereksizdir, çünkü zaten laiklik bu ilkeyi içermektedir vb. Eğer laiklik soyut bir tartışmanın ve köklü bir çözüme ulaşmış burjuva devrimi sorunu içerisinde tartışılmış olsaydı, bu görüş haklı olabilirdi.
Ne var ki, laiklik, ülkede, somut olarak uygulanış biçimiyle bir tartışmanın konusudur ve içeriği ve kapsamı bu gerçeklikten ayrı tartışılamaz. Egemen laiklik anlayışının din ve devlet işlerini genel olarak birbirinden ayırmayı hedeflediği doğrudur. Bu adımla dinin etkisi sınırlanmış, ama bu yapılırken din devletin bünyesi içerisine alınmış, dinin yönetimi bir devlet kurumu aracılığı ile düzenlenmiştir. Bu durumun “resmi ve resmi olmayan bir din” anlayışını körüklediği, din ve inanç sahiplerinde “zülüm altında olma” duygusunu diri tuttuğu reddedilemez. İşte bu nedenle, din ve inanç özgürlüğü temelinde bir laikliği güvence altına alan demokratik bir devlet yapısının kurulması büyük bir önem taşımaktadır.
Devlet ve din işlerinin bütünüyle ayrılması, dinin kişinin özel yaşam alanı olarak kabul edilmesi, devletin her türlü dini inanç ve dinsizliğe karşı kör ve sağır olmasının sağlanması, demokratik bir cumhuriyetin vaz geçilmez temel ilkelerinden biri olmak zorundadır. Bugün “Cumhuriyet’in değerlerini savunmak” Cumhuriyet’in güdük ve sınırlı da olsa açtığı yolu genişletmek, halk için olumlu sayılabilecek kazanımları korumak ve geliştirmek, onları gerçek içeriklerine kavuştururken, Cumhuriyet’e örneğin Kürt sorununun demokratik çözümünü güvenceye alan kurum ve yasalarla yeni ve demokratik nitelikler kazandırmak – bütün bu kazanımlar halkın alttan gelen atılımına dayanmak anlamına geliyorsa, ilerici ve demokratik bir nitelik taşıyabilir.
Eğer “Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak”, eski devlet statükosunun aldığı yaraları iyileştirmek, gövdesinde açılan delikleri tıkamak, bir iktidar değişikliği olmadan işbirlikçi tekelci “laikçi burjuvazi”nin yedeğine takılmak olarak anlaşılıyor ve pratik olarak öyle davranmak anlamına geliyorsa, bu, kesinlikle siyasi olarak gerici bir tutumdur. Halk hareketi kendi bağımsız yolunu izlemektedir ve egemen sınıfların çeşitli kliklerine karşı demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık ideallerini savunmaktadır. Bu mücadele kendi yolunu açmakta, yeni güç ilişkileri üzerinden sınıfsal, ulusal ve politik saflaşma yeniden şekillenmektedir. Bu mücadelenin, Cumhuriyet kazanım adına ne sağladıysa o zemin üzerinde hareket ettiği, hatta ideal olarak onu geliştirdiği, ama “Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak”la yetinemeyeceği açık ve net olarak anlaşılmalıdır.
Şurası kesindir ki; İslami dinsel politika toplumun karşısına kendi “alternatif dünya görüşü” ile çıkmaktadır. Bu nedenle, onun karşısına “Ccumhuriyet değerlerini savunmak”la sınırlı bir platformla çıkmak, daha baştan etkisiz silahlara mahkum olmak anlamına gelecektir. Bugün laiklik, ancak, işçi sınıfının dünya görüşü temelinde ve sınıfsal kurtuluşa açılan bir platform üzerinde halk için demokrasiyi ileri sürerek savunulabilir. Din, bugün temel gücünü, ilahi güçlerden ve gökyüzünden değil, toplumsal eşitsizliklerden, yarına güvensizlikten, bugünün kapitalist toplumunun insanlığın geleceğini karartmasından almaktadır. Gerek İslam’ın, gerekse de diğer dinlerin bu temel sorunlara getirebileceği hiçbir çözüm bulunmamaktadır. Durum böyleyken, dinsel ideoloji ve politikalarla “Cumhuriyet’in değerlerini savunmak”la sınırlı bir platformla mücadele etmek, sosyalistlerin daha baştan kendilerini etkisiz ve inandırıcılığı olmayan ve üstelik başarısızlığı tescillenmiş bir platforma mahkum etmeleri anlamına gelecektir.
Bugün yaşanılanların anlamı çok açıktır. Cumhuriyet dini kullanabildiği kadar kullanmıştır. Bu dönemde din daha da palazlanmış ve güçlenmiştir. Sıra, dinin Cumhuriyet’i kendi amaçları için kullanmasına gelmiştir. Aynı devlet mekanizması köklü bir değişikliğe uğramadan dinci etkilere hizmet etmekte, aynı zamanda tüm halk üzerinde otoriter, despotik bir egemenlik kurabilmektedir. Bu durum, aynı zamanda, dinci politikaların ulaşabilecekleri en uç zirvedir. İşçi ve emekçi halkın önünde devlet ve din, onları ayakta tutan sermaye grupları ile birlikte tüm çıplaklığı ile durmaktadır. Demokratik bir toplum ve devlet yapısı için mücadele, giderek daha fazla biçimde işçi ve emekçi kitlelerin ulaşmak istedikleri temel hedeflerden birisi haline gelmektedir. İşçi ve emekçi sınıfların bu mücadeleden başarıyla geçmeleri demek, dinin toplumsal kökenlerinin ortadan kaldırılacağı toplum düzeninin kapılarının ardına kadar açılması demek olacaktır. Dolayısıyla buradan bakıldığında, “Cumhuriyet’in değerlerini savunma” ile sınırlı bir platformun sınırlılıkları, siyasal mücadelenin önüne koyduğu engeller daha açık ve net görülebilir olmaktadır.

iktidar politikası bağlamında akp‘nin “adalet ve ahlak felsefesi”

12 yıldır ülke yönetiminde olan, kendi tanımlamasıyla “muhafazakar demokrat, Müslüman ve milliyetçi“ bir parti ve hükümetinin bu süre içinde izleyip uyguladığı politikaların genel içeriği ve özellikleri dergimizin daha önce yayımlanan çeşitli sayılarında yer alan değişik makalelerde irdelendi. Bu makalede ise, hükümet ve partisinin “akçeli işler” ile “iman ve ahlak” anlayışı arasındaki bağı, aktüel gelişmelerden hareketle irdelemeye çalışacağız.
Kapitalist çıkar savunusunu dini ideolojiye dayalı inançlarla besleyip yığınların yedeklenmesi üzerinden iktidar sürdürmeye çalışmak, sağ gerici-faşist parti ve hükümetlerin belirgin bir özelliğidir. AKP Hükümeti, bu alanda, öncellerini geride bırakacak bir pratik sergiledi. Dini ideolojiyi çıkarları için kullandı ve toplum yaşamına etkisini artırmaya yöneldi. Yöneticileri, mal-mülk hırsları ve mali-parasal iş ve ilişkilerini güçlü imanlarıyla dini söyleme sarılarak gizlemeye çalıştılar. “Yaradılanı severiz yaradandan ötürü”; “yetim hakkına, kul hakkına el uzatmaz, yedirmeyiz!” söylemi, ülke zenginliklerini yağmalamanın örtüsü olarak kullandı. Hazine arazileri tapulanıp, üzerlerine villalar yapıldı. Yandaş sermayedarları güçlendirmek üzere hükümet ve devlet olanakları seferber edildi. Kamu işletmeleri peşkeş çekildi, vergi ve kredi kolaylıkları sağlandı. Özelleştirmelerle onlarca milyar dolarlık kaynak yaratılarak, lüks tüketim araçları dahil her olanak “har vurup harman savurur” şekilde pay edildi. Gazete ve televizyon kanallarının yandaş kapitalist gruplarca alımı için iç ve dış sermaye desteği sağlandı. Karşılığı rüşvet olarak alındı. Milyarlarca dolarlık rüşvet alınıp yolsuzluk yapıldığı savcılık fezlekeleriyle açıklık kazandı. Bu “hak, adalet ve ahlak anlayışı” ve “ahlak felsefesi”nin duvar çivisi ise, AKP’nin çeşitli düzeylerdeki temsilci ve yöneticilerinin Başbakan’ı “ululama” söylemleri; “İkinci Peygamber”; hatta “Allah’ın tüm vasıflarını üstünde toplamış” bir lider olarak zuhur ettiği(!) vaazları oldu. Akçeli işlerle “iman işleri”nin bu kapitalist bulamacı, iktidar partisi ve hükümetinin –ve onun temsil ettiği burjuvazinin– “ahlak ve adalet”inin bağlandığı dünya görüşü ve yaşam “felsefesi”, çok sayıdaki olay ve gelişme ile böylece daha belirgin hale geldi.
Burada, bu anlayış ve “felsefe”sini sergilemek üzere, önce iktidar partisinin mali-parasal çıkarlara tapınç düzeyindeki bağlılığını sergileyen ve iki aydır basında yer alan güncel bazı gelişmeler üzerinde duracak ve sonra da yazının ikinci bölümünde, aktüel politik gelişmelere ve hükümetin dinsel ideolojiyi toplumsal yaşamın belirleyici ögelerinden biri haline getirme çabalarına bağlanan ‘ahlaki-kültürel’ yaklaşımları, hükümet ve partisinin başını çektiği ve eteklerine yamanmış çanak yalayıcı takımının cüretle yaygınlaştırılmasına çalıştıkları, “iyiliğin, merhametin, yardımseverliğin, yurtseverliğin, ahlaklılığın” kendilerinin mülkü olduğu şeklindeki ikiyüzlülük ile, bu kavramlarca içerilen ‘değerler’in belirleyici ilişki ve koşullarını ve tarihsel değişime bağlanan değişimi üzerinde duracağız.

I-a) GÜNCEL OLAYLARIN TANIKLIĞINDA PARASAL “İMAN”!
“Ahlaksızlık”, “yolsuzluk ve rüşvet” sözcükleri iki ayı aşkın süredir, denebilir ki, üzerine en fazla söz edilen bir konunun başlıca kavramsal ifadesini oluşturdular. 17 Aralık 2013 sabahı erken saatlerde Tayyip Erdoğan’ın İçişleri, İmar ve Ekonomi Bakanlarının oğulları, Halk Bankası Genel Müdürü, bir AKP’li belediye başkanı, bunlara milyar dolar tutarında rüşvet verdiği belirtilen Azeri kökenli bir “işadamı”, hükümet desteğindeki bazı büyük müteahhitler, danışmanlar, özel kalem müdürü gibi çok sayıda rant ve kara para tüccarı ve paylaşımcısını kapsayan ‘yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ yapıldı.  Gazetelerde tefrika edilen belgelere göre, altın ve kara para tüccarı Reza Zarrab’ın ve Erdoğan Hükümeti’nin dört bakanı ile çocuklarının merkezinde bulundukları kapsamlı rüşvet ve yolsuzluk olayları, bazı belediye yetkilileri, çeşitli bürokratlar, banka müdürlerinin de karıştığı geniş bir çevreye yayılmıştı. Bilal Erdoğan aracılığıyla Erdoğan ailesi de işlerin içinde idi! 700 bin liralık kol saati, toplamda 63,5 milyon dolarlık rüşvet, arazi yağmaları, usulsüz yapılanma ruhsatları söz konusuydu. Hükümet üyelerine ve çevre ilişkilerine ‘suçüstü operasyonu’ydu bu.
18 Aralık 2013 sabahı, Başbakan T. Erdoğan’ın başlattığı karşı harekatta “görevi kötüye kullandıkları” iddiasıyla “emniyet örgütü” içinde, süreç içinde 6 bini bulan müdür, üst yönetici, istihbaratçı, karakol ve çevik kuvvet polisinin görev yerleri değiştirildi. Bunları, soruşturmayı başlatan savcılara yönelik operasyon izledi. Erdoğan, “elimde olsa HSYK’nın hesabını kendim sorarım” diyerek, kuruma yönelik değiştirme hamlelerini başlattı. “Kuvvetler ayrılığı” komedisine tümüyle son verip tüm yetkileri ve tüm kurumları Başbakan’ın emri altında-tek elde birleştirmek üzere hazırlıklar yoğunlaştırıldı. Soruşturma savcıları görevden alınıp, yerine atanan hükümet savcısı, “şüphelilerin dosyalarında suç işlediklerine dair bilgi olmadığı”(!) gerekçesiyle mal varlıkları üzerindeki “tedbir”in ve yurtdışı çıkış yasaklarının kaldırılmasına hükmedilmesini istedi.
Ne var ki, patlayan “kirli çıkın” yama tutmaz durumdaydı. Erdoğan başta olmak üzere hükümet yöneticiliği sorumluluğu taşıyanların adlarının karıştığı belgeli-ses kayıtlı rüşvet, yolsuzluk tehdit, işten attırma vb. haberleri birbiri ardına internet sitelerinde, televizyon kanallarında ve gazete sayfalarında yayınlanmaya devam etti. Hak-hukuk, yasa, adalet, ahlak, edep vb. kavramları muhaliflerini susturmak üzere suçlayıcı bir ton ve içerikte kullanan Başbakan’ın adı, ruhsatsız arazilere ruhsat karşılığı arsa payından, İzmir Urla’da 1. Dereceden SİT alanı olan bir arazinin ailesine yazlık villa yapılmasına uygun hale getirilmesi amacıyla 3. Dereceden SİT alanına çevrilmesi için baskı yapmaya ve üniversitelerden para zoruyla satın alınmış “bilirkişi” üyelerinin cebini doldurmaya kadar bir dizi iddianın içindeydi. Başbakan sıfatıyla Erdoğan’ın, Konsensus Araştırma Şirketi’nin Habertürk için yaptığı bir seçim anketinin yayınını değiştirmek için, Habertürk Televizyonu Yönetim Kurulu Başkanvekili Mehmet Fatih Saraç ve Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’ya; oğlu Bilal Erdoğan aracıyla talimat gönderdiği; söz konu haber kanalı ve yönetim sorumlularının da buna uygun manipülasyonu gerçekleştirdikleri, gazete ve televizyon haberlerinde yer aldı.  MHP Genel Başkanı’nın konuşmasını veren kanal sorumlularını arayarak, yayının durdurulmasını istediğini gösteren ses kaydı internet sitelerinde yayımlandı. Radikal gazetesinde yayımlanan ses kaydı deşifresine göre, Habertürk Yayın Grubu Yönetim Kurulu üyesi Fatih Saraç’ı telefonla arayan Erdoğan, “Fatih, sen izliyor musun şu andaki basın açıklamasını? Fatih, siz ne yaptığınızın farkında değilsiniz ya” diyor.. Saraç’ın, bütün partilerin grup toplantılarını yayınladıkları yönündeki yanıtına da, “Olur mu canım? Mecbur musunuz böyle bir şeyi vermeye? Bu ne biçim iş ya! Vay anasını ya” şeklinde öfkeyle karşılık veriyordu. Saraç, hemen ardından, Erdoğan’a “Anlaşıldı efendim. Hemen kestiriyorum. Özür dilerim” diyerek, kanalı arayıp yayını durduruyor; ardından da Bilal Erdoğan’ı arayarak babasına yayını durdurduğunu, tekrar özür dilediğini iletmesini istiyor ve “Büyüğümüz üzülmesin. O üzülünce ben üzülüyorum” diyordu. Erdoğan’ın, yine Habertürk gazetesinde yayımlanan “Bu mu sağlıkta çağ atladığı iddiasında olan Türkiye” başlıklı haber nedeniyle, haberin yapılmasında adı geçen üç gazetecinin işten atılmasını sağladığı, bir diğer gazete haberi oldu.  Azeri kökenli gazeteci Zeynalov, Hükümet’i eleştirdiği için, ailesiyle birlikte sınır dışı edildi. 9 Şubat 2014 günü, Başbakan kameralar karşışına çıkmış, “İnternet kalkmıyor, sınırlanıyor. Bu ahlaksızlıklar, yolsuzluklar devam mı etsin?… edepsizce sokağa çıkıyorlar. Allah ıslah etsin diyorum, başka da bir şey demiyorum.” diye bağırıyordu. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarını yayımlayan ve “görünmez kılıp unutturma” yönündeki Hükümet politikalarını deşifre eden gazetecilerle politikacıları “vatana ihanet”le suçluyor, kürsülerden sansürü savunuyordu. Gazetelerde ise, gazeteciler, birbirleri ardına kendilerine yönelik tehdit ve baskıları sergiliyorlardı.  10 Şubat akşamı, televizyon programına katılan Fatih Altaylı, program yapımcısı C. Özdemir’in sorusu üzerine “Bu baskılar hep var oldu” yanıtıyla Erdoğan ve Hükümet’inin gazete ve televizyonlarda kendilerine karşı program yapılması ve yazı yazılmasını engellemek için yaptıkları baskıyı ve kendilerinin nasıl kullanıldıklarını itiraf etti. Aynı gün, Başbakan başdanışmanı ve milletvekili Yalçın Akdoğan’ın “Biz Meclis TV’nin yayınını kesiyoruz, kimse izlemesin diye, siz ama yayını veriyorsunuz” diyerek, kanal yetkililerini azarlamasına ait ses kaydı da yayımlandı.
Daha onlarca örnek sıralanabilir; ama biz, çarpıcı iki örnekle yetinelim. Başbakan’ın ATV-Sabah Gazetesi grubunun satın alınması için topladığı yandaş patronlara “fon” oluşturup 630 milyon dolar toplattığı, karşılığında ise aynı kapitalist şirketlere 87 milyar dolarlık ihale verildiği gazetelere haber oldu. İkinci örnek, doğrudan Erdoğan ailesiyle ilgili: Erdoğan’ın başında bulunduğu Hükümet, 2004 yılında elmas, pırlanta, yakut, zümrüt, topaz, safir, zebercet, inci gibi değerli taşların KDV’sini yüzde 18’den sıfıra indirdi. Bilal ve Sema Erdoğan çiftinin değerli taş ve altın ticareti yapan bir şirkete ortak oldukları ve ticaret sicilini gizleyerek bu alana yatırım yaptıkları 2009’da açığa çıktı. Pırlanta, elmas ve inci gibi değerli taşlardan alınan KDV’nin kaldırılmasının nedeni Erdoğan ailesinin bu alana el atmış, ticaretini yapmaya başlamış olmasıydı.
Devlet ve hükümet olanaklarını kullanarak ülke kaynaklarının ve üretilen “değerler”in yağmalanmasından aldıkları payı büyütme “ahlakı”na “ahlak” üzerine söylevin eşlik etmesi de bir ahlak ve adalet anlayışı idi. 3 Kasım 2013 Ankara Kızılcahamam Parti toplantısında Erdoğan “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak” açıklaması yaptı. “Sorun” toplumun “ahlaki değerleri” çerçevesinde izaha çalışılıyor ve hatta yurttaşlara, “kızının bir erkekle aynı evde kalmasını istermisin?” şantajıyla kitle desteği sağlanmak isteniyordu. Yine Erdoğan’a göre, Batı’nın ilmi-sanatı değil, “değerlerimize ters düşen ahlaksızlıkları” alınmaktaydı! AKP’li Meclis Başkanı C. Çiçek’e göre de, kadın-erkek ilişkilerinde “flört” diye tabir edilen tanışma, birbirini anlamaya çalışma durumları dahi “fahişelikten farksız” idi! Laisizmin “ahlaksızlık ve din düşmanlığı”; “içki ve fuhuş özgürlüğü” olduğu ima ediliyor, “ateizm” terör eylemleriyle ilişkilendiriliyordu.
Açıklamalar, tartışmanın daha geniş kesimlere yayılmasına yol açtı. Hukukçular ve kimi gazeteciler ile politikacılar, bunun kişi hak-hürriyetlerine müdahale anlamı taşıdığını ve yasal dayanağının da bulunmadığını belirtince, İçişleri Bakanı “bir yolunu buluruz” diyerek, hükümetin “kararlılığı”nı ortaya koydu! Bakan’ın, kendisi ve oğlu etrafında dönen rüşvet iddiaları üzerine istifa etmek zorunda kalmadan önce, yayımladığı bir genelge ile öğrenci ve öğretmenlerin fişlenmesini sağladığı sonraki günlerde açıklık kazandı.

I-b) KARŞI HAREKATIN AHLAKI: BASKI, ŞANTAJ VE YALAN

İktidar sözcülerine göre, “ahlaklı olma”nın yolu “İslami ve milli değerlere bağlanma”dan geçiyordu! Dindar nesiller yetiştirilecek, “ortak değer”lere, “Milli ve İslamı Ahlak”a bağlılık güçlendirilecekti! 4.5 milyon doların banka müdürünün evindeki ayakkabı kutularında gizlenmiş olmasını dahi soruşturulacak bir durum olarak görmeyip, yolsuzluk ve rüşvet olaylarının soruşturulmasını kendi Hükümeti ve partisine karşı, özellikle de kendi şahsına karşı “dış güçlerle irtibatlı komplo ve darbe girişimi” olarak niteleyip, yargı ve polis örgütünde geniş kapsamlı görevden alma, görev yerini değiştirme operasyonuna baş vuran Başbakan ve Hükümeti ile partisinin “ahlakı”, amaç için her şey mübah anlayışı ve “ahlakı” idi. “Kul hakkı yenmez” söyleminin AKP ve yöneticilerinin Makyavelist ahlakı ve politikalarındaki karşılığı, iktidar gücü ve olanakları kullanılarak ülke zenginliklerinin uluslararası sermaye ile birlikte yağmalanmasıydı. Tayyip Erdoğan, hükümetinin “başı” olarak, “ şu kadar yatırım yapan ve şu kadar ihracat gerçekleştiren bir ülkede yolsuzluk olur mu?” mealinde konuşur ve sorarken, iktisadi yasaların cahili olmasını sergilemekle kalmıyor; kitlelerin yanıltılması amaçlı kara propagandanın militanlığını da yapıyordu. Rüşvet ve yolsuzluğu “mübah” gören “İslami fetva”lar üzerine tartışmalar haftalar boyunca gazetelerde devam etti. Başbakan, yolsuzluk ve rüşveti, “devletin kasası soyuluyor mu, soyulmuyor mu?” koşuluna bağlıyordu. Ona göre, Halk Bankası Müdürü’nün evindeki ayakkabı kutuları içerisinde ele geçirilen 4.5 milyon dolar “Halk Bankası’ndan alınan para değil”di ve aynı bankanın kasasından çalınmadığı/aşırılmadığı ve fakat müteahhitlerden ya da başka kaynaklardan alınan komisyon vb. olduğu için rüşvet-yolsuzluk kapsamına girmezdi! Bu anlayış, İslami ideoloji kaynaklı “gavur malı ganimet” ve amaç için her yol “mübah” düsturuyla uyumluydu!
Yasaların “herkes için geçerli olduğu” söyleminin, iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıf temsilcileri için geçersizliği, rüşvet ve yolsuzluk soruşturması yapan savcılar ile operasyona katılan polislerin hükümet operasyonuyla görevden alınmaları; Suriye’deki terörist çetelere silah taşıyan TIR’ların aranmasının engellenmesi ile yeniden ve alenen ilan edildi. Karşı harekatın gücü, devletin merkezi-otoriter gücünde; bu gücün hükümet eliyle kullanılması olanağında yatıyordu. Tamamlayanı ise, dini ideoloji, söylem ve uygulamalar üzerinden sağlanmış yedeklenmişlik durumu idi. Baskı ve yalan, başlıca araçlar olarak, yoğun şekilde kullanıldı.
Bu ve benzeri onlarca uygulama “hak, hukuk, adalet, dürüstlük, ahlak” üzerine soyut söylemin somut karşılığını oluşturuyorlardı. Dünya nimetlerini mülk edinme hırsıyla Karun’laşanlar, dini ideolojinin kitlesel etkisini kullanarak Erdoğan’dan bir “kutsal Peder” çıkarmayı da ihmal etmediler.
Kutsamalar, iktidar gücü etkisini ve etkinliğini sağlamlaştırıp yaydıkça daha da pervasızlaştı. AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin? “Gelen arkadaşlarla birlikte sayın Başbakanımızla 5 dakikalığına bile olsa sohbet etmek imkanı bulduk. Arkadaşlarım sayın Başbakanımıza yakınen sorular sordular, elini sıktılar. Sayın Başbakanımıza dokunmak bile, inanın, bence ibadettir. Ben bunu söylüyorum.” demişti. AKP Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser, partisinin merkez ilçe kongresinden önce başkan adaylarından Hakkı Aslan’ın düzenlediği ve binin üzerinde kişinin bulunduğu yemek sırasında yaptığı konuşmada, Tayyip Erdoğan’ı “adeta ikinci peygamber” olarak ilan etti. Burada da kalınmadı: Düzce Milletvekili Fevai Aslan, övgüyü, “Bugün Türkiye’de Allahu Teala’nın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var”a  kadar ilerletti. Devreye Van Milletvekili ve “sözcü” Hüseyin Çelik girdi. Şöyle diyordu: “Düzce Mv.miz Sn. Fevai Aslan’ın bir konuşmasında, dil sürçmesiyle söylediği bazı sözler, fazlasıyla istismar edilmektedir. İşin aslı şudur: Sn. Fevai Arslan’la görüştüm. Sn. Başbakan’la ilgili olarak “Allah’ın hoşnut olduğu vasıfları taşıyan lider” nitelemesi yapmak istemiş. Aksi takdirde “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” nitelemesini kimin için yaparsanız yapın bu kişiyi KÜFRE götürür. Bırakın İmam Hatip mezunu olan Sn. Fevai Aslan, herhangi bir bir Müslüman bile bunun böyle olduğunu bilir.”
Hüseyin Çelik tarafından “dil sürçmesi” olarak sözüm ona düzeltilen bu “değer yargısı” ve “inanç”, Erdoğan Hükümet’inin sözcülüğünde aktüel yaşamın işlevsel yönlendirici kurallarına dönüştürülmeye çalışılan din felsefesi ve dinsel ideolojinin “toplumun değerleri ve gelenekleri” adına politikaya yedeklenmesi ya da adaptasyonuyla dolaysız bağlıdır.
Başbakan’a yakıştırılan ve onun “suskunluk” ile dinlediği dinsel methiyelerin İslam’daki karşılığı, itirazsız, kuşkusuz ve “şirk”siz biat etmektir! Kapitalist ve “Müslüman” parti ve devlet yöneticileri, “yolsuzluk, ihaleye hile karıştırma, rüşvet alma, arazi çeteleri ve kara para aklama mafyasıyla ilişki” iddiaları karşısında, dini ideolojiyi bir koruma kalkanı oluşturmak üzere daha etkili tarzda tedavüle sokarlarken, emperyalizm işbirlikçiliğini; emperyalist ve uluslararası gericiliğin hakimiyeti için can siperane çalışmalarını da, benimsedikleri bu ahlakın bir unsuru haline getirdiler. Bu bakımdan, ”Kutlu adam” tasvirleriyle yaygınlaştırılan tapınç ve “şirk koşma” kampanyası, bir sapkınlığın ve “İslam dışı”lığın sonucu olmayıp, kapitalist yağmaya dinsel örtüler sağlamak üzere ve dinsel ideoloji kaynaklı “vasıflar”dan da güç alarak bilinçle yürütülen bir kampanya özelliğine sahiptir.

I-c) “DİL SÜRÇMESİ” Mİ, ORTAÇAĞCIL KÜLTÜR MÜ?
Burjuva politikasında, dini ideolojinin kapitalist çıkarlara yedeklenmesi ve bu çıkarların savunulmasının aracı olarak kullanılması biçimindeki din istismarcılığı, dönemsel gelişmelere de bağlanarak hep yapılagelmiştir. Dünyevi “otorite”lere, “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” ya da “temsilciliği” türünden uhrevi özellikler atfeden dini ideoloji ve politikanın, “insan-Tanrı ilişkileri”ni, “Rab-kul” bağlamında yöneten-yönetilen ilişkilerine adaptasyonu yeni değildir. Ortaçağ’ın en büyük İslam filozofları olan İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Gazali ve onları izleyen diğerlerinin uzun yıllar tartışadurdukları bu “vasıflar” sorununun günümüze değin, özellikle de Gazalici yorumuyla etkisini sürdürdüğü inkar edilemez. “Allahın sahip olduğu vasıflar”, “O’nun sahip olunmasını istediği özellikler”; iyilik, ahlaklılık, cömertlik, merhamet vb.’nin en üstün halleriyle kendi özellikleri oldukları; bunların “yaratılmışlar”da bulunması isteği ile bulunması “gerçekliği”nin insan ile Tanrı arasındaki ilişkide bir “aynılaştırma”ya denk düşeceği “tehlikesi” üzerine uzunca tartışmalar, bu filozofların yaşamları boyunca en önemli uğraşları olmuştur. Bunları burada etraflıca irdeleme olanağı yok.
Günümüz İslamcı politikacılarının özellikle de Gazalici “Fıkıh ve Kelam”a dayanan bir anlayışla siyasi-iktisadi sorunların sözüm ona çözüm yöntemlerinden söz etmelerinde görüldüğü üzere, daha Emeviler’den başlayarak ve Osmanlılarda farklı biçimde de olsa İslam dini idari sisteme entegre edilerek, “İslam Cemaati”nin(!) yönetimi sorunlarının önemli bir unsuru haline getirildi. Başbakan Erdoğan’ın “yaradan-yaradılan” ilişkisini politik polemiklerinin unsurlarından biri olarak kullanmasında tanık olunduğu gibi, Tanrı-insan ilişkileri “Tanrının adaleti, iyiliği, merhameti ve gazabı gibi vasıfları”yla birlikte devlet işlerinde bir biçimde güncellenmekte; insanın varlığı, düşüncesi ve eylemi ile “tanrısal belirleme”-“kader” arasında kurulan ilişki üzerinden insan(lar)a erdem, iyilik, kötülük, merhamet, ahlaklılık, sevgi, hak-hukuk vaazında bulunulmaktadır. Buna göre, her şey ve tüm düzen tanrısal irade tarafından belirlenmiştir. Her şey ve tüm varlıklar Tanrı’nın kudretine bağlıdır, onun istemine uygun olarak var ve yok olmaktadır. İyinin ve kötünün, adil olma ya da olmamanın ölçüsü tanrısal irade tarafından belirlenmiştir ve insan(lar)a düşen buna uygun hareket etmektir! Doğasal-nesnel ve nedensel ilişkilerden söz edilemez.
Ancak, Tanrı’nın varlığı, bir oluşu/tekliği, evreni ve evrendeki herşeyi “ol“ diyerek yaratması gibi tartışma götürmez kabul edilen mutlak görüşe rağmen, tanrısal öz ve sıfatlar üzerine farklı yaklaşımlar ortaya konmuş; bu farklı anlayışlar bünyesinde de, insana “Tanrı’yı hoşnut edici” olarak görülen vasıflar önerilmiş, daha doğrusu zorunlu gösterilmiştir. İman/inanma bunun birincil koşulu ve kuralıdır! Bu düşünce tarzında, insanın, kendisinin de içinde bulunup unsurlarından birini oluşturduğu dünyayı anlamak için duyumsal dünya ve varlığın özelliklerini bilgi, deneyim, algı gibi olgusal-akılsal özelliklerden hareketle bulmaya çalışması, bunlar aracıyla üzerinde ve içinde yaşadığı dünyayı değiştirmeye yönelmesi, ahlaksızlık ve kafirlik sayılmıştır. “Yaratan-yaratılan” ilişkisinin doğal sonucu olarak kul ile efendi arasındaki ilişkide kul’a kesin itaat; yaratıcı efendiye ise “merhamet ve hakkaniyet” uygun görülmüştür. Bütün öteki dinlere göre daha dünyasal özellikler taşıyan İslam dini, peygamberinin dünyasal ekonomik-sosyal uğraş ve ilişkiler ile iç içeliğinin de rol oynamasıyla adalet ve hakkaniyete özel bir yer ayırmış; insanların, inançlarından-iman etmesinden hareketle, mümin-mümin olmayanlar olarak ayrıştırılmaları ve peygamber ve Tanrı ile görevleri üzerinden bağlantılandırılmalarında bu dünyeviliğin de rolü olmuştur.
Ne var ki, Emeviler’de de, günümüz İslamcı parti ve hükümetlerde de “ahlak ve erdem“ söylemi, dünyevi gerçekliği; “dünya nimetleri”ne ilgiyi ve şan-şöhret sahibi olma, sermaye ve servet biriktirme istem ve fiilini ortadan kaldırmamıştır.
Ancak, dinin politik ve ideolojik kullanımı sanıldığı ve gösterilegeldiği üzere sadece istismar nedenli olmamıştır. İstismar, evet, bütün sınıflı toplumlar tarihinin karşıt güçler arasındaki başta olmak üzere birbirleriyle çıkar çatışması içindeki hemen tüm düzen güçleri açısından, onların özellikle öne çıkmış temsilcileri tarafından yapılagelmiştir. İslam dini gibi daha dünyevi ve sosyal karakterli dini zeminde bu çok daha belirgin özellikler kazanmıştır.
Buradan, istismar olarak gösterilen durumun istismar ile sınırlı olmayıp, dini ideolojinin kendi bünyevi yapısıyla da bağlı olduğu sonucu çıkar. Nitekim, din adına söz söyleyenlerin ortak paydası, kendilerinden önceki tarihlerde yaşamış ve “din uluları”-“ermişler” olarak yüceltilen çeşitli “din adamları”nın anlatı ve sözel aktarımlarıyla oluşturulan “Kelam” ağırlıklı söylenceleri veri alarak, insanı, akıl ve bilimin “yolu”ndan alıkoyarak rivayetlerin, tanıksız ve kanıtsız olağanüstü güçlerin; en sonunda da bütün varı “var eden”; kendisi görülmeyen ama her şeyi gören, her sesi duyan, iyinin ve kötünün de sahibi, her şeye kadir ve güç yetiren, yerin ve göğün “Tanrısı”na iman etme çağrısıdır. İslam felsefecilerinin üzerine kafa yordukları en önemli sorunun insan ile Tanrı; Tanrı ile dünya ve evren ilişkileri olması; ve hemen tümünde insandan istenen “ahlaklı olma” koşullarının Tanrı’ya atfedilen özelliklerle çakışıyor olması , yalnızca günümüzde değil, önceki zamanlarda da çeşitli iktidar temsilcileri ya da padişahların, Şah ve Sultanların kendilerini “peygamber ölçeğinde” görmelerine ya da hatta “Tanrının yer yüzündeki gölgesi” ilan etmelerine dayanak olmuştur. Osmanlı padişahlarının, kendilerini “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak görüp sunmaları, günümüz burjuva politikacılarından kimilerinin kendilerini “Tanrı ile ilişkide” göstermeleri, kaynağını bu türden bir “suret” olma anlayışından alır. Bu türden kutsama ve “Allah’ın suretindeki insan” tanımlamalarının İslam dahil, ve fakat İslam’a gelene kadar, Antik çağdan başlayarak çeşitli filozofların “Tanrı’nın vasıfları” ile insan arasında kurdukları ilişkiden büsbütün bağımsız olmadığı; bu filozoflarla “Ulema”nın, insana önerdikleri ve ondan istedikleri özelliklerin, Bay H. Çelik’in açıkladığı üzere, “Allahın hoşnut olduğu vasıflar“ olarak vaaz edilmesi, bu tür kutsamalar ile politik-ideolojik hedefler arasındaki ilişkiyi gösterir.
Tayyip Erdoğan’ın, yüceltici sıfatlandırmalar karşısındaki memnuniyeti, onun “en iyiyi bilme ve yapma” yetkesi olma ruh haliyle değil sadece, “Tayyibi üzmek Allah’ı üzmektir” şeklinde biat ve iman kültürünün ürünü bağlantılandırmalar ile de bağlıdır.
AKP’nin iki milletvekilinin açıklamalarında da ortak tema, “Allah’ın vasıfları”yla ilişkindir ve bunlar Erdoğan gibi bir “fani”ye yüklü gösterilmektedir. İlki, onu “Tanrısal kat”a yüceltirken, ikincisi –düzeltici olanı– sahip olduğu ya da olunması gerektiği düşünülen ve istenen “vasıflar”a, yeryüzündeki somut insanı layık görmüştür; aradaki fark bu kadardır.
“Allahın vasıfları” ile “Allahın hoşnut olduğu vasıflar”ın bu dünyevi-insanal karakteri, gökyüzüne uzaklaştırılarak etki alanı güçlendirilmek istenen düşüncelerin/ideolojinin yeryüzü insan(lar)ının ilişkilerinde anlam bulduğunu ve buldukları bu anlamın bu ilişkilerin üretildiği ve toplumsallık kazandığı üretim sistemi ile toplumsal koşulların belirleyiciliğinde şekillendiği böylece bir kez daha görülmüş oluyor.

II-a) AHLAK’IN İŞLEVİ; “İYİ” VE “KÖTÜ” AHLAK; ÖLÇÜ NE, BELİRLEYEN KİM?
“Ahlaki değer yargıları”nın farklı ve çeşitli biçimlerinin varlığı ve bunları kıstas alan çeşitli anlayışlar, kimi İslami ideologun ileri sürdüğü üzere İslam dini ile birlikte  insanlık tarihine girmedi. İnsan soyu topluluk halinde yaşamaya başlamasının ve ürün edinip-paylaşım sürecinin belirli bir uğrağında ilk sınıflı ilişkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, politika ve ahlakın, düşünüş ve inanışın farklı grup, kesim ve sınıflar açısından anlamının değişkenliği de başlamış oldu. AKP gibi kapitalist parti fraksiyonları sözcülerinin üretim ilişkileri/tarzı ve sınıf farklılıklarıyla birlikte tarihten ve koşullardan bağışık gösterip dini ideoloji bağlamına aldığı ve öyle göstererek kitlelerin ve kişilerin “inanç” biçimlerinin yanı sıra, oradan beslenen davranışları/tutumlarıyla izaha kalkıştıkları ahlak, adalet ve hak felsefesi, soyut tanımlama ve varsayımların aksine, toplumsal sınıf karşıtlıkları başta olmak üzere farklı çıkarlara bağlanarak, farklı biçimler ve özellikler kazandı. Burjuva ideologları ve “ahlak felsefesi” sözcüleri, ahlak sorununu bu tarihsel-toplumsal bağlamından kopararak, her koşulda ve tüm zamanlarda geçerli ve iyi olan bir ahlak ve ahlak anlayışı vaaz etmeleri, bazı toplumlara ahlaklı oluşun, diğer bazılarına ise ahlaksızlığın uygun görülmesine yol açabilmiştir. Buna, toplumsal bireylerin “uymakla mükellef oldukları kurallar bütünü” olarak tarif edilen ahlak anlayışının, inançlar ve gelenekler, alışkanlıklar ve davranışlar kıstas alınarak toplumların farklı grup ve kesimlerin “ahlaklı” ya da “ahlaksız” gösterilmesine dair yargı eklenmiştir.
Oysa, zaman ve mekandan, üretim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal sistem ve gelişmelerden bağışık, her zaman ve koşulda ve herkes için geçerli kurallar “bütünü”nden; “iyi” ve “kötü” ahlaktan söz edilmesinin dayanağı yoktur. Kölelik düzeninde, bir kölenin ahlaklı olmasının başlıca belirleyici koşulu sahibi-efendisinin bir malı/metası olmasıydı. Serfler, toprak sahibine kulluk ölçüsünde bağlılık gösterip tüm güçleriyle çalıştıklarında “ahlaklı” olurlardı. Çeşitli toplumlarda “ilk gece hakkı”nın egemen olanlara ait olduğu tarihsel evrelerden; kadının, kabilenin/topluluğun tüm erkeklerinin ortak kadını olduğu koşullardan geçildi.
Kapitalizmin ahlakına gelince, onun temel kuralı, emekgücü sahibinin sermaye sahibine sadakatle çalışması, onun daha çok kâr elde etmesini sağlamasıydı. Kapitalist için, baş kaldırmayan, itiraz etmeyen, sürekli ve daha çok çalışıp daha fazla üreten, kendi haklarını savunmaktan uzak duran sendikal faaliyete dahi katılmayan uysal işçi, en ahlaklı işçi sayılmıştır!
Emek gücünü satan işçi ile onun ürettiği artı-değere el koyan kapitalist arasındaki ilişki ve buna dayanan paylaşım, bu iki “özgür” kişinin kendi iradeleriyle yaptıkları bir anlaşma sonucu gerçekleşmesi nedeniyle görünürde ahlaki ve “adil”dir. Emek sermaye çelişkisi üzerinden atlanırsa, ilişkinin farklı taraflarını oluşturanların bu ilişkiden aynı şekilde etkilendikleri ve aynı anlayışlara sahip olabilecekleri sonucu çıkarılabilir. Oysa, bu bir yanılgı olur. Şu veya bu sınıftan bireylerin ya da daha kitlesel kesimlerin çıkarlarıyla uyumsuz tutum almaları mümkün olmakla birlikte, bu geçici bir durum oluşturur ve toplumsal iktisadi ilişki biçimlerinden kaynaklanan karşıtlığı ortadan kaldırmaz. Görünürde adil olan ilişkinin temel karakterini oluşturan çelişki, “taraflar”ın “İyi ahlak sahibi ve adil olma”larıyla çözümlenemez.
İşçi sirkülasyonu da, rekabetin yasasını oluşturduğu rakipleri ezip geçme ve yok etme de kapitalizmin, kapitalistin gerçeğidir. Burjuvazinin daha çok kâr için yapmayacağı kötülük ve ahlaksızlık yoktur. İşçi işten atılır, ucuza çalıştırılmak istenir, emekçilerin yoksulluğu ve yoksunluğu pahasına daha çok kâr elde edilir, sermaye ve servet artırılır, vb, vb.. Refah içinde ve mutlu olarak yaşama, insani yardımlaşma ve dayanışma gibi sözlerin sınırı, sınıflı toplum gerçeğiyle; ona temel teşkil eden üretim tarzı, üretim ve dolaşım ve paylaşım biçimleriyle çizilmiştir. İşçinin kendi açısından “iyi ahlak” göstergesi sayacağı dayanışma, paylaşma ve yardımlaşmanın, kapitalistler arası rekabetten farklılık göstermekle birlikte, işçi açısından da sömürü koşulları, rekabet ve pazar kavgalarından bağışık olmaması, sorunun bir diğer yanını oluşturur.
Ahlak ve adaletin Kantçı “özgürlük” koşulu ise, onun vardığı sonuçlardan bağımsız olarak, özgürlüğü şekli kılan tüm bağlamların, tüm sömürü biçimleri ve ilişkilerinin, buna bağlı olarak da tüm sınıf farklılıklarının ortadan kalkmasıdır. “İyilik” ve “kötülük” kendi başlarına ve yalnızca istence, istemeye bağlı kategoriler oluşturmadıkları gibi, istemin iyi ya da kötü oluşu da, içinde yer alınan durum, koşullar ve ilişkilerden soyutlanarak tanımlanamaz. Zira, koşullardan ve ilişkilerden bağımsız genel bir “iyi ve kötü”; “iyi ahlak- kötü ahlak”, “haklılık ve haksızlık”, “adalet veya adaletsizlik” iddiası dayanaksızdır. Ahlak, din, hukuk, politika gibi “ideolojik biçim”ler halindeki “ilke” ve “değerler” belirli toplumsal ilişkiler içinde şekillenirler. Sınıflı toplum koşullarında, bunlar, “hakim sınıfın var oluş koşullarının” çeşitli biçimlerdeki dışa vurumu olarak görülürler. Ahlak ve adalet, hukuk ve politika üzerine görüş(ler)in doğruluğu-yanlışlığı, üretim biçimi ve toplumsal ilişkiler ile aralarındaki bağın temel alınıp alınmadığıyla dolaysız bağlıdır. Engels’in deyişiyle, “Ebedi adalet düşüncesi, sadece zamana ve yere göre değil, hatta aynı zamanda kişiden kişiye” değişir. Herkes on(lar)dan, kendi koşullarına ve bu koşulların etkisi altında edindiği düşencelere göre başka başka şeyler anlar. Ahlak ve adalet üzerine ders veren hakim sınıf temsilcileri, burjuva ideolog ve sosyologları, toplumsal ölçekte genellik gösterebilir bir ahlak ve adalet anlayışını vaaz ederler. Sınıflı toplum koşullarında bu genel geçerlik mümkün değildir. Türkçe’de söylendiği üzere, “Beş parmağın beşi eşit değildir”! İslamcı Erdoğan, “ayakların baş olamayacağını”söylerken, hem ahlaki, hem de hukuki ve politik bir anlayış sergilemiştir.
“Adil ve temiz ahlaklı olmak” üzerine söylemin sorunu, üretim ve ilişki biçimlerini ve içerdikleri temel çelişkileri yok sayması veya yokmuş gibi almasıdır. Hak, hukuk, adalet ve ahlak böylece öznel kategoriler üzerinden istem ve inanç sorununa dönüştürülür. İstem ve inançların belirleyen koşulları, tarihsellikleri, toplumdan topluma değişim göstermeleri ise göz ardı edilir. Oysa, istem, eninde sonunda belirli bir ilişki tarzı ve sürecinin ürünü olarak belirir ve temsil edilen ya da karşısında durulan kişi(ler), sınıf(lar) ve güçlere göre, onların çıkarlarıyla uyumu ya da uyumsuzluğu ölçüsünde iyi ve kötü olarak nitelenir. Kapitalist toplumda “toplumsal ahlak” esas olarak hakim sınıf ve güçlerin çıkarlarının ifadesi olarak şekillenmiştir ve kendinden önceki toplumsal koşullar ve sistemlerden artakalan, ancak yine hakim sınıfların anlayışlarınca belirlenenlerle birlikte burjuva ahlakı olarak etkindir. Her ne kadar her bir sınıfın kendi ahlakından söz edilebilir olsa da, özel mülkiyet ilişkilerinin belirlediği toplumsal koşullarda, hakim ahlak ve değer yargıları, bu ilişkilerin ve temsilcisi güçlerin niteliğini belirledikleri ahlaki vb. değerlerdir. Bir ifadesi de, hukuksal kurallar ”bütünü“ olarak şekillenmiş hak, özgürlük ve adalet anlayışı ve “ölçüleri“dir. Bu anlayış ve kurallar bütünü, sistemi temsil eden güç, kurum, parti ve örgütlerin sözcüleri tarafından “toplumsal ortak değer” ve “en iyi” olarak gösterilir ve herkes tarafından benimsenmeleri istenir. Bu ilişkiler sisteminde, sömürü insan hakkına aykırılık olarak görülmez. Aksine o, toplumsal kalkınma ve ilerlemenin koşuludur! Emek gücünü kapitaliste belirli bir asgariye satan işçi ve emekçiden, ona biat etmesi, konulan kurallara uyması, zarar etmemesi için daha fazla çalışması ve fedekarlık etmesi istenir.
Burjuvazi tarafından herkes için ortak ve genel geçer gösterilen “iyi” veya “kötü” ahlak, fabrika ve işletmenin duvarları arasındaki de dahil olmak üzere emekçilerin kapitalist sisteme ve onun devletine itaat istemiyle dolaysız bağlıdır. Kapitalistler ile onların sözcüleri açısından, emek gücü sömürüsüyle işlevli olan kapitalist üretim kaynaklı bir ahlaksızlık, haksızlık, arsızlık ya da hırsızlık söz konusu olmayıp, bu tür özellikler “kişi veya kişilere ilişkin” gösterilir. 85 en zenginin dünya nüfusunun yarısı kadar kesiminin toplamından daha fazla gelire sahip olması, her bir ülkede en zengin beşte birin toplam gelirlerin yüzde altmışından fazlasına el koymaları, bu anlayışa göre haylice ahlakidir! Zira, inanç gereği, olup bitenlerin tümü, “her şeye hakim, her şeyi gören, duyan, bilen yaradan”ın iradesine tabidir. Buna göre, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğine el konulurken, özelleştirme yapılır ve işçiler işsizliğe itilirken, asgari ve düşük ücretle çalışma dayatılırken, iş ilişkileri patron-işçi “birliği” ve fakat patron lehine belirlenir ve yasalaştırılırken, işçinin grev, gösteri gibi eylemleri patronun yanında polis gücü seferberliğiyle bastırılır ve emre ve otoriteye itaat etmeyenlere “kötek” hak görülürken, herhangi ahlaksızlık yapılmamakta, aksine “yaradan tarafından da onaylandığı” ileri sürülen düzeni sürdürmek için “toplumsal yarar gözetilmekte”dir!
Dahası kapitalist rant ile beslenenlere göre, kapitalizm, gerçek özgürlüklerin, adalet ve eşitliğin sistemidir! Meta ticareti ve dolaşımını kadın bedeninin sergilenmesi eşliğinde sürdürenler dönüp kadını iffetsizlikle suçlayabilirler. Rüşvet ve yolsuzluk olayları dolaysız şekilde özel mülkiyet sisteminden kaynağını alır. Rekabete dayanan kapitalizm, her bir kapitalist ve kapitalist gruplar, ülkeler açısından rakibin etkisiz ve güçsüz bırakılmasını bir kaçınılmazlık olarak üretir ve bu durum,  “gemisini kurtaran kaptandır!” anlayışı doğrultusunda kıran kırana bir rekabet ve gasp kavgasını üretir. Ama bugünkü hükümetin de yaptığı üzere, kapitalizmin temsilcilerinin yağma ve soygun sisteminden daha fazla yararlanmak üzere ranttan daha fazla pay alma savaşının üzeri, yine ahlak ve hukuk örtüsüyle kapatılır. Sözde, kimse açlıktan, yoksulluk ve yoksunluktan, işsizlikten, savaş ve katliamlardan yana olduğunu söylemez. Ama, kapitalizm tümünün kaynağı, burjuvazi sınıf olarak failidir. Ülkeler işgal edilip katliamlar gerçekleştirilir, içerde hak mücadelesi yürütenlere karşı zorba yöntemlerle susturma politikası izlenir, işkence ve şiddet dayatılır.
Toplum ve ailenin kutsanan ahlakı üzerine burjuva vaazının gizlediği, onun meta üretimi ve ticaretinin vardığı kapitalist pazar ilişkileri içinde, üretim süreci tarafından paramparça edildiği; sınıfsal farklılıklara bağlı çıkar değişkenliklerinin eklentisi olarak bir tür ticari meta haline dönüştüğüdür. “Aile, vatan ve millet değerlerinin sahiplenilmesi”ne dair söylem, ticaret özgürlüğü ve dünya pazarının oluşumu ile biçimsel hale gelmiş, geçersizliği ya da geçersizleşmekte olduğu uluslararası sermaye hareketine bağlı olarak burjuvazinin kendisi tarafından ilan edilmiştir. Meta ve sermaye ihracı ve üretim ve sermayenin uluslararası karakter kazanması, “millet”in sınıf ve tabakalara bölünmesinin yanı sıra ve onu da aşacak şekilde devlet sınırlarını engel olmaktan çıkarıp biçimsel hale getirmiştir.
Ahlak ve adalet üzerine “ebedi”, değişmez; her zaman ve her toplum için geçerli ilkelerden söz etmek, toplumlar halindeki varoluşun hep aynı biçim ve nitelikte devam edeceği iddiası kadar akıl dışıdır. İslam ideologları ve “din uleması” adı verilenler, “dinsel, ahlaksal, felsefi, politik, hukuksal vb. düşüncelerin kalıcılığı“nı vaaz ederlerken, geçmişten gelen ve bugün var olan üretim ve mülkiyet ilişkilerinin hareket ve değişim zorunluluğunu ya üzerinden atlayarak ya da azımsayarak geçiştirmeye çalışırlar.
Dinsel ideoloji, özellikle de “Ehl-i Sünnet” olarak adlandırılanı, bu gelişme ve ilişkilerde esasa ilişkin bir adaletsizlik ve ahlaksızlık görmez. Adları günümüze dek anılan tüm İslam filozofları “iman ve biat“ fikri ve eylemini esas almakta ve “tüm kullara”-“tüm yaratılmışlara” koşul olarak koymaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın ikide bir “yaradılanı severiz, yaradandan ötürü!” diye, sözüm ona insancıl ve adaletçi(l) bir görünüm çizmeye kalkışmasının nedeni, bu ifadede de hakim-tabi ilişkisinin dile gelmiş olmasıdır. İnsanlara yaklaşımını, “yaratıcı“ bağlamını koşul koyarak anlamlandıranlar, baskı ve eşitsizlik içerikli bir anlayışı savunmaktan kaçınamazlar. Bu anlayışın çünkü diğer yanında, “beş parmak misali“ bir eşitsizliğin “yaradanın eseri olduğu” hükmü yer alır. Böylece, tüm sınıflı toplum pratiklerinde hakim güç durumundakilerin ayrıcalıklı yaşamı ve zenginliği, bugünkü koşullarda yapıldığı üzere “bütün iyi vasıflara sahip yaratıcı”nın korumasına alınır. Toplumun ezici yoksul ve yoksun kitlelerine totemleştirilmiş bu anlayışa bağlılık göstermeleri salık verilir ve “öbür dünyada mutlu yaşamak” üzere sabırlı olmaları telkin edilir. Hakim-tabi ilişkisinin egemen olduğu tüm kurumsal yapılar ve oluşumlarda, tabi durumdakilerin bu konumlarının değişimi hakim kurallar ve iradeye karşı “suç” sayılarak yaptırımlara tabi tutulurken, buna dini gerekçeler göstermek hiç de zor olmaz. Birey –ki sınıflı toplum koşullarında, özellikle de modern kapitalizmde o toplumsal birey olarak vardır, diğerleriyle yaşamın hemen her alanında farkında olarak ya da olmayarak ilişki halindedir– bu ilişkilerden ve gelişmelerden etkilenir ve kendi eylemiyle bir biçimde onları etkiler. Ancak mevcut ilişkiler sistemini korumak isteyenler, iktidar sahiplerinin “milli irade” söylemine benzer bir söylemle toplumsal çıkar, toplumsal iyi, ahlaki kurallar adına, “aşağıdakiler”in hak arayışını, söz söylemesini, yanlış gördüklerini değiştirmek üzere harekete geçmesini ahlaksızlık, anarşi, bozgunculuk olarak gösterir ve yine toplumsal iyi ve ortak çıkarlar adına onların bastırılmasını hak sayarlar. Kıssadan hisse söylenirse, “milli değerler” adına, dinsel-ahlaki söylem eşliğinde hakim kılınmak istenen, sınıfsal karşıtlıklarının kaynaklık ettiği farklı ahlaki anlayışların, adalet-hak-özgürlük anlayışların var olduğu gerçeğinin üzerini örtmektir.

II-b) “TOPLUMSAL İYİ” VE “ORTAK DEĞERLER”
Hakim sınıf sözcü ve temsilcileri, hemen her çağda, kendi sınıf çıkarlarına bağlanan ve onların “baki kalması”na hizmet eden kuralları ortak değerler ve “toplumsal iyi” olarak göstermişlerdir. “Değerlerimiz” ya da “milli değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklar” nitelemeleri, tüm toplum adına ileri sürülen bir görüş ifadesidir. Hareket noktası ya da gerekçesi “toplumsal iyi”nin “savunulması” olarak gösterilir. Ancak “toplumsal iyi”nin ne ve kim/hangi toplumsal kesim, sınıf ve çevreler açısından iyi ya da kötüyü belirleyen olduğu bu genellik ifadesi içinde saklı ve bulanıktır. İstenen de budur. Kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerden devralınmış değer yargıları ve ilişki biçimleriyle harmanlanmış kapitalist “iyi”nin, toplumsal ortak değer olarak gösterilmesi böylece gizlenmek istenir. Bu durumda, buna aykırı düşen her davranış ve düşünüş “kötü“ ve ahlaksız olma nitelemesini hak etmiş olur! Bu bakış açısına göre, toplumsal birey hakim otoriteye –bu devlet, hükümet, kapitalist patron, yönetici müdür, şef, ustabaşı vb. olabilir– itaat ettiği ölçüde ortak değerlere ve “toplumsal iyi”ye uygun davranmış olacaktır! Toplumsal değerlerin, iyi ve kötünün, ortak çıkarlar olarak ilan edilenlerin sınıfsal içerik taşıması ve sınıflara göre farklılık göstermesinin dayanağı, bu üretim tarzları, ilişkileri ve toplumsal koşullar bütünüdür.
Oysa, toplumsal çıkarların tümel bir ifadesinden ve herkesin ortak çıkarlarından söz etmek mümkün değildir. Köleci, feodal, burjuva-kapitalist çıkarlar; beylerin ve ırgatların, kapitalistlerin ve işçilerin, şu ya da bu grup veya çevrenin çıkar ve değerleri olabilir, ama tümünün ortak iyisi, ortak değerinden söz etmek, aynı ülkede ve ‘aynı dünyada’ yaşıyor olmak gibi, ölümlü olmak gibi türe ait, ve çok istisnai diğer bazı ortaklıklar dışında yalnızca bir aldatmaca olabilir.
Topluma dair “ortak değer” olarak gösterilen ve çoğunluk tarafından benimsendiği iddiasıyla savunulduğu belirtilen “ahlaki değerler”, ilkin, hangi süreçlerde, kim tarafından ve nasıl belirlenip toplumsal çoğunlukça benimsendiğinin belirsizliği nedeniyle sorunludurlar; ve ikinci olarak da, bir ya da birkaç ülke nüfusunca veya bu nüfusun bir bölümünce değer olarak kutsanan ritüel, anlayış ve kurallar, başka halkların yönetici sınıf ve kesimlerince de aynı iddia ile ileri sürülen onların değerleri ve ahlaklarının “ahlaksızlığı”na kanıt gösterilemezler.
Kapitalizmde –ve genel olarak sınıflı toplumlarda– bireysel/tikel çıkarlar ile kolektif toplumsal çıkarların uyumu üzerine söylenenler bir saptırmadan öteye geçmez. Makinanın icadı, bilim ve teknikteki gelişmeler herkes için yararlanabilir olanakların ortaya çıkmasının koşulları yönünden bir ilerleme olmasına karşın, kapitalist özel mülkiyet altında bunların sağlayabileceği yarar özel mülk sahiplerinin tekeline alınmıştır. Altyapı tesislerinin inşaası, yolların, köprülerin, ulaşım ve kullanım araçlarının modernleşmesi, tıpta ve diğer bilimlerdeki gelişmeler, daha iyi bir yaşam için, “ortak iyi” ya da toplumsal çıkar için kullanılabilir olma olanağı sağlamalarına karşın, kapitalist özel çıkar ve özel mülkiyet ilişkileri tarafından bu olanak ortadan kaldırılmış; yararlanabilmenin koşulları, sahip olunan paraya bağlanmıştır.
Bireylerin birbirleriyle tekil ilişkilerine aşkın olan toplumsal ilişkiler bağımlılığı içerir ve kişiyi, içinde hareket halinde olduğu ya da içine doğduğu/geldiği toplumsal ilişkiler bütününün unsuru olarak hareket etmeye koşullar(lar.) Bireysel hakkı ve adaletin her birey için ve eşit ölçüde varlığını kolektife ilişkin ve toplumsal ölçekte ele almayan hiçbir düşünce ve eylem, özgürlük, toplumsal iyi, eşit haklar savunusuna denk düşmez. “Ortak iyi”, tüm toplumun yararına olandır ve “kime ve neye göre ortak iyi?” sorusunu gereksiz kılan bir ilişkiler sistemini gereksinir. Sınıflı toplumlarda bunun olanağı yoktur. Sınıflı toplumların “ortak iyisi”, hakim olan sınıf ve güçlerin iyisidir! Onun toplumsallaşmasının koşulu, üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçirilerek, tüm toplumun çıkarlarını gözetecek şekilde işletilmesidir. Ortak değerler ya da ortak çıkarlardan söz etmek için, toplumsal ayrıcalıkların, sömürülen-sömüren, ezen-ezilen ilişkisinin bertaraf edilmiş olması gerekir. Herkes için geçerli ve herkesin uymakla görevli olduğu kuralların toplumsal irade haline gelmiş olması için, başkasının başı üzerinden toplumsal statü farklılıklarına yol açan koşulların aşılması gerekir. Toplumsal bireyin özgürlüğü ile toplumsal ödevler arasındaki çelişkinin kaldırılmış olması, tüm toplumsal zenginliğin toplumun tümünün malı haline gelmiş olması gerekir. Bu koşullar olmaksızın ortak çıkar ve ortak değerler söylemi yalandan öteye geçmez.
Ortak değerlerden gerçek anlamlarında söz etmek ve bu değerleri veri alarak şekillenen “ahlaki toplum”dan söz etmek, ancak hak ve ödevin, olanakların, toplumsal zenginliğin, kolektif yararına uygulama ve kuralların herkes için mümkün olabileceği bir toplumsal sistemde olanaklıdır. Böylesi bir sistem yeme-içme-çalışma-barınma koşulları yönünden “mutlak eşit” olmaya zorlamaz, aksine, herkese ihtiyaçlarını karşılayacakları bir yaşam olanağını en zengin haliyle sunar. İnsan bilgi birikimi ve emeğinin yaratımının kolektif kullanımı ile dünyasını/dünyayı ve doğayı ve yaşam koşullarını değiştirerek nesne üretimini gerçekleştirir ve bu değişimin merkezi unsuru olarak soyunun tarihsel ilerlemesinde rol oynar. Bu gerçeğin hilafına olan her düşünce ve davranış ahlaki olma hakkını yitirmiştir.

II-c) “AHLAK” EYLEM VE DÜŞÜNCENİN “ADALET TERAZİSİ” MİDİR?
Eylem ve düşünce biçimleri/tarzlarını ahlak “ölçüsü”ne vurarak “iyi” ve “kötü” ahlak değerlendirmesi yapanlar, herhangi eylem ve düşüncenin ancak kendi koşullarıyla ilişkileri içinde bir anlam kazandığı ve kazanacağı gerçeğini gözardı ediyorlar. Bu değerlendirme tarzında, insanın ve insan ilişkilerinin merkezinde yer aldığı bu kavramların koşullardaki ve toplumsal ilişkilerdeki değişim ile bağlarıyla birlikte, bu maddi toplumsal bağın tarihselliği ve sınıfsallığı da dikkatten kaçırılmıştır.
Oysa farklı toplumlarda ve şu ya da bu toplumun bünyesinde yaşanan değişiklikler çeşitli ve farklı kuralların benimsenmesinde ve bu kuralların da iyi ya da kötü sayılmalarında etkendirler. İyi ve kötü, ahlaki olan ve olmayan alışkanlıklar ve anlayışlar, insan eylemi ve düşünüş tarzlarından soyutlanmış, göksel güçlerin vahyeyledikleri değerler olmayıp, maddi yaşamın üretimi sürecinde ve toplumsal ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Bu anlayış ve kurallar, adalet ve özgürlük düşünceleri, ahlaksızlık ve ahlaki olma özelliğini, yaşam araç-gereçlerinin üretim ve dağıtım/dağılım tarzlarına ve içinde bulundukları/yer aldıkları toplumsal koşullara bağlı olarak kazanırlar. Eylem ve düşünme; “fikir ve zikir”; anlayış ve tutum doğasal, varlıksal ve insansaldır. Haksızlık, adaletsizlik, ahlaksızlık, eşitsizlik gibi kategoriler, sonuçta, insan(lar) aracıyla işlevsellik kazanan maddi etkinlik sürecinin ürünleri olarak anlamlı olurlar. Onların, şu ya da bu kesimin, şu ya da bu sınıfın, toplumsal kesim ve ulusal gücün yararına, onun damgasını taşıyacak şekilde belirlenmiş olması pekala mümkündür.
Değişen koşullar, toplumların ve bireylerin eyleyiş ve düşünüş tarzlarını da etkileyip değiştirirler. Asırlarca değişmeksizin kalan herhangi bir düşünce, aslında ancak toplumsal ve doğasal değişimi dikkate almayan, donuk, sabit ve dogmatik olabilir. Dogmalar ise, insanın ilerleyişi önüne barikat örmek gibi bir işleve sahiptirler. Değişim, yalnızca üretim biçimlerinde, insan ilişkilerinde, düşünüş ve eyleminde, ahlaki tutum ve davranışlarında etkili olmaz; sosyal “doku”da ve siyasal yapıların şekillenmesinde de etkili olur. Birey ve grupların iradesini aşan toplumsal ve iktisadi bir devingenlik, değiştirici güçlerini de üreterek, var olanın farklılaşmasını, yerine başka türden yeni biçim ve tarzların geçmesini, siyasal-sosyal yapı ve ilişkilerin yeniden belirlenmesini zorunlu hale getirir. “İnsanların maddi varoluş koşullarının, toplumsal ilişkilerinin, toplumsal varlıklarının, onlardaki tasarımları, görüşleri ve kavramları, kısacası insanların bilincini de değiştirdiği”nin en güçlü kanıtı toplumsal tarihin kendisidir. Düşünceler, tutum ve davranışlar maddi üretimdeki değişimle birlikte değişirler. Eski toplumların bağrında gelişen yeni maddi üretici güçlerin itkisiyle eski ilişkilerin erozyonu ve çözülmesi, yeni fikirlerin, yeni tutum ve davranışların oluşmasının da hazırlayıcısıdır.
Değişmezliği ve kalıcılığı üzerine söz söylenen, iddiada bulunulan tüm sözüm ona statik yapılar, şayet toplum yaşamıyla ve onun ortaya çıkardığı ilişkiler, kurumlar, düşünce-davranış biçimleri ile ilişkili iseler, ivmesi koşul ve etkenlere bağlı olmak üzere değişime sürüklenmeye mahkumdurlar. Dini inanç biçimleri de içinde olmak üzere, insan soyunun tarihi boyunca, içinde yaşadığı koşulların ve ilişkilerin etkisi altında şekillendirdiği tüm üretim, inşaa ve düşünüş biçimleri tarihsel bir özellik gösterirler. Toplumsal yaşam sürecinin belirli safhalarında ortaya çıkmış, etkili olmuş ve fakat değişerek yerine başkalarının geçmesine zorunlu olmuşlardır. Bunlardan hiçbiri “ezel-ebed” geçerliliği taşımaz. Kölenin üretim koşulları ile modern makinalı üretim sistemi, düşünüş ve davranışların, ne denli istenirse istensin ve baskı altına alanırsa alnsın, farklı biçimler almaları olasılığı ve kaçınılmazlığını ortadan kaldıramıştır. Bunun gibi, dünyanın farklı bölgelerinde, farklı ilişkiler içinde yaşayan toplulukların, toplumların gelenek, ahlak, inanç biçimleri birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Bu farklılıklardan hareketle yapılan suçlamalar, örnek olsun, İslami ideologlar tarafından bütün olumluluklar ve iyi ahlak ölçülerinin Müslümanlara atfedilerek, Hıristiyan ve Musevi inançları ile Şii-Alevi mezhebinin kötülük kaynağı gösterilmesi türünden düşünceler, bu nesnel gerçekliğin inkarına dayanır. Diğer yandan, insan soyunun tarihsel gelişmesinin sürecinde eşitlik, özgürlük, kardeşlik düşüncelerini geliştirmesi, daha da önemli olarak sömürüsüz bir dünya ideali ve görüşünün ortaya çıkması ve kurtuluşun yolu olarak görülmesinin kaynağında da sosyal-iktisadi koşullar ve ilişkilerdeki değişim; ortaya çıkan yeni üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önünde ayakbağı olan eski üretim ilişkileri ile karşıtlığı ve bu çelişkiden kaynaklanan eylemi vardır; ve gerçek toplumsal ortak iyinin gerçekleşebilir olmasının koşulu da bu amaca varılmasıyla mümkün olabilecektir.
Kapitalizm koşullarında “herkesin hakkı” bir soyutlama ifadesidir. Hakkın kime ve nasıl tanınacağı; ölçüsü ve kurallarının ne olacağı; bunları hangi tür ilişkilerin belirleyeceği göz önünde tutulmaksızın genel bir hak-hukuk, eşitlik ve özgürlük söylemiyle bunların sermayenin çıkarlarına bağlandığı gerçeği örtbas edilir. Hak ve adalet; eşitlik ve özgürlük burjuva egemenliğinin damgasını taşır ve esas olarak üretim araçları mülkiyetine sahip olanların –günümüzde onların da esas olarak en irilerinin– hakkı, özgürlüğü çerçevesinde söz konusu olur. Ahlak ve adalet kavramları, insan hakları ve özgürlükleri, insanın hak eşitliği kavramlarıyla ilişkileri içinde ele alınmadıklarında salt soyut bir düzlemde, salt kavramsal “iyi”ler olarak kalırlar. İslami söylemde insanlara adil olmaları vazedilir ve adil olmak haktanırlık gereği sayılır. Oysa, çıkarlar tarafından belirlenen, rekabete dayanan ve sömürülen-sömüren ilişkisini içeren toplumsal sistemlerde adalet ve adil olmak bir soyutlamadan ibarettir. Yoksul ve “varsıl”/zenginin bulunması sistemin işlerliğinin koşulu ve kuralıdır. Bu somut gerçeklik, adalet üzerine soyut söylemi geçersizleştirir. İşçiyi, gün boyu ve ürettiğinin küçük bir yüzdesi karşılığında çalıştırmak, bu sistemde kapitalistin hem hakkı, hem de toplumsal düzenin işlerliği açısından gerekliliktir! İşçi “ücretini aldığı” için de ilişki adil-hak tanır ve “özgürce” görünür!
Oysa, “adil” ve “iyi ahlak”lı olmak, herkese hakkını vermek; eşitliği öngörmek, savunmak ve uygulamaktır. Sömürünün ve sınıf ayrımlarının olduğu toplum koşullarında bu mümkün olmaz.

II-d) “BATILI AHLAKSIZLIK” SÖYLEMİNİN BAĞLANDIĞI GERİCİLİK

“Batı’nın değerlerimize ters düşen ahlaksızlıkları” söylemi, sistem savunusunu görev edinen sağ politikacı ve ideologlar tarafından, bu ve benzeri argümanlarla, dozajı ilişkilerin seyrine ve içerde milliyetçi ve dini istismar ihtiyacına bağlanarak, on yıllar boyunca sürdürülegeldi. İslamcı ve Türkçü; Türk-İslam sentezcisi tarih yazarları ve sosyologların bu doğrultuda kaleme aldıkları yüzlerce kitap ve makale bulunuyor.
Ahlak ve ahlaksızlığın şu ya da bu din, mezhep ve millet yararına veya aleyhine yorumu ne akli ne de bilimseldir. Böylesi bir yaklaşım, kendi “milleti ve dini” lehine, diğerlerine karşı önyargılı bir tutum ile birlikte toplumsal üretim sistemlerinin, toplumsal koşulların gelişimi ve değişiminin asıl belirleyenler oldukları gerçeğini de örtbas eder. Erdoğan gibi milliyetçi-muhafazakar İslamcıların “Batı”yı ahlaksızlıklarla yan yana ve iç içe, dahası ahlaksızlık merkezi göstermeleri, dünya kapitalist sistemi ve onun başlıca ana merkezleriyle “küresel kapitalist” değerler üzerinden kurdukları ortaklığı gizlemekle kalmaz, çeşitli diğer din ve mezheplere bağlı kitlelere karşı önyargıları beslemektedir. “Batılı ahlaksızlık” söylemi, “İslami” ve “milli” ahlaki değerlerin kalkış noktası alınırken, ülkenin limanlarının, işletmeleri, toprakları, yeraltı kaynakları, akarsuları ve deniz ve kara yollarının uluslararası tekellerin hizmetine sunulması politikasına örtü oluşturur.
Tayyip Erdoğan ve ‘avanesi’nin sürdürdüğü “Batı’dan ahlaksızlık alındı” söyleminde, Batı ile ahlaksızlık yan yana getirilmekte; ahlaklılık ise “Doğu”ya; dahası İslam’a ait bir mülkiyet iyeliği olarak alınmaktadır. Bu dogmatizmden öte bir şeydir. “İyi ahlak”ın koşullar, ilişkiler, zaman ve değişimden bağımsız olarak şu ya da bu toplum veya onun inanç sistemleriyle bağlı gösterilmesi, insanları din ve ırk ayrımlarıyla özelliklendiren bir yaklaşımın ifadesidir. Oysa herhangi bir ulus, toplum ya da kesimin iyi ve kötü özellikleri bulunabileceği gibi, bunların zamana ve iktisadi-sosyal ilişkiler sistemindeki değişime göre farklı anlamlara bürünüp değişime uğramaları da mümkün, hatta kaçınılmazdır. Ahlaklı olmayı ve iyi özellikleri “Batı” dışı ve özellikle de İslam’a ait gösteren dinsel politik ideolojik yaklaşım, bir yandan sorunu cinsler arası ilişkilere; giyim biçimleri ve yeme içme kültürüne daraltır ve kadın-erkek ilişkilerinin tarihsel seyrini ve toplumdan topluma fark etmekle birlikte toplumlar tarihi boyunca gösterdiği değişimi gözardı ederken, diğer yandan inanç biçimleri merkezli değerlendirir. Kadınların “iffetsizlik” iddiasıyla diri diri yakıldıkları, toplu tecavüzle cezalandırıldıkları –daha birkaç gün önce Hindistan’ın bir bölgesinde 23 yaşındaki bir kadın kendi kabilesi dışında birine aşık oldu diye bu cezayla cezalandırıldı– taşlanarak öldürüldükleri, kırbaç cezasına çarptırıldıkları “Doğu” toplumları, bir bölümü hala aktüel olarak yaşanan bu gibi “ahlak”a sahipken, “iyi ahlak” adına örnek gösterilmeleri ancak bağnaz bir gericilikte ısrarla mümkündür. Suudi Arabistan’da İslami ahlak adına kadının yalnız başına sokağa çıkması dahi yasaktır. Afganistan’da Burka aracıyla dış dünyaya bakması, anlaması, tanıması önleniyor. Türkiye’de hükümet partisi ile Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri ve görevlileri başta olmak üzere, politik güç sahipleri, ahlaklı olma adına ve 1400 yıl önceki koşullardan alındığı söylenen İslami yaptırımları güncelleyerek, kadının örtünmesi ile iyi ve kötü ahlak arasında dolaysız bağ kurmakta, kadının çalışması, toplumsal yaşama katılması, toplumsal yaşamda giderek daha aktif bir unsur olarak ve erkek cinsiyle yan yana, aynı mekan ve zamanlarda bulunması, kent hayatının bir parçası olmasına karşı tutum alarak, kadın cinsine bin türlü aşağılama ve ayrımcı baskı ve yaptırımı “hak” görürlerken, türbanı kadın özgürlüğünün sembolü olarak göstermektedirler.
Gerçek o ki, yeme içme alışkanlıkları, cinsellik ve kadın-erkek ilişkileri, inanç biçimleri ve ritüelleri, gelenekselleştirilmiş alışkanlıklar toplumdan topluma değişirler. Aynı zaman dilimlerinde farklı toplulukların farklı değer yargıları ve alışkanlıkları, bunların da rol oynadığı hareket ve düşünüş tarzları olabileceği gibi, farklı zamanlara göre de bunlar değişkenlik gösterirler. Bu da, bir toplumun belirli tarihsel koşullarda “ahlak” ve adalet-hukuk adına benimseyip uyguladığı kurallar ve anlayışların ölçü alınarak başkalarının davranış ve düşünce tarzlarıyla genel olarak yaşam biçimleri ve kültürlerinin suçlanması, aşağılanması, kötü ya da iyi gösterilmesinde ölçü oluşturamayacaklarını gösterir. Hakim sınıflar tarafından korunup savunulan, uygulamaya geçirilen ve uyulması istenen kuralların mevcut üretim sistemi ve toplumsal koşullarla bağlı oluşu, hakim düşünce ve anlayışların hakim sınıfların damgasını taşıması, dini ideoloji de dahil olmak üzere sisteminin ve devamını insan için gerekli gösteren ideolojik-politik ve kültürel görüşlerin maddi yaşamın üretimi etkinliğine bağlı oluşu, toplumlara ve koşullarına göre ileri-geri, iyi-kötü sayılabilir ve değişkenlik gösteren bir bağlam çerçevesinde anlam farklılıkları kazanabilir. Buradan da, “Batılı ahlaksızlık” söyleminin somut durum ve nesnel olguları değil, dogmatik önyargı ve öznel zorlama yorumları esas aldığı sonucu çıkar.

BU BÖLÜME SONUÇ YERİNE BİRKAÇ SÖZ

Politik parti ve örgütlerin, kurumsal ve kitlesel örgütlenmelerin ‘kimliği’ni açıklayıcı en önemli veri ve kıstas, kapitalist üretim sistemi karşısındaki tutum ya da bu sistem ile ilişkilerin niteliğidir. AKP ve hükümeti kapitalist sömürü sistemini; uluslararası sermaye ve emperyalist kapitalizmin dünya hakimiyetini sadaketle sahiplenip savunduğunu kuruluşundan bugüne kadar sürdürdüğü pratik politikaları, programı ve kuramsal görüşleriyle ortaya koymuş ve kanıtlamıştır. Onun, herkese sahiplenme çağrısı çıkarmakla kalmayıp, benimsenmesini dayattığı “adalet, hak ve ahlak” anlayışı, sömürüyü kaçınılmaz gösteren içeriğe sahiptir ve o bunu dinsel dogma ve söylemin mistik koruganlığına çekerek, işçi sınıfı ve emekçilerin akıl yoluyla ve bilimsel gelişmelerden öğrenerek bugünü ve geleceklerini kurma, tayin etme, daha insani bir yaşamı gerçekleştirme, sömürü ve baskının olmadığı bir toplumsal düzen için çaba gösterme kavrayışı ve hedefinden uzak tutmaya çalıştı/çalışıyor.
Bu politik-ideolojik tutum, iktidar partisi ve güçlerinin temsil ettikleri sömürü ve baskı sisteminin ürettiği düşünüş-davranış tarzıyla uyumlu olup, burjuva ahlakının da bir göstergesidir. Dini ideoloji ve politikaya sahip bir hükümetin iktidarını kötüye kullanması; yakınları ve yandaşlarına yönelik ‘yolsuzluk ve rüşvet’ operasyonunun üzerini kapatmak üzere soruşturma yapan devlet personelini cezalandırması, tehdit edip aşağılaması, soyut iyi olarak gösterilen ve İslami ideolojiye mal edilen “güzel ahlak” söylemi ile somut maddi çıkar ve ilişkiler ve bunların ürünü politik tutum ve davranışlar arasındaki bağı, gerçekliğinde olduğu üzere maddi çıkarlar lehine ve “çıplak hali”yle ortaya koymuştur. Belirleyici olanın soyut lafazanlık olmayıp, maddi gerçeklik olduğu bir kez daha açıklık kazanmıştır.
Daha iyi koşullarda yaşamak isteyen, kendisine karşı uygulanan haksız ve zorba politikalara direnç gösteren kişi, grup, çevre, sınıf vb. kesimleri bu tutum ve istemlerinden ötürü “ahlaksız”, “komplocu ve darbeci” göstererek, polis şiddeti ve emri altındaki kurumsal güçleri-devlet aygıtının çeşitli bürokratik kurumlarını harekete geçiren iktidar ve sınıf ahlakı, hak arayışındaki kesimleri bir de “ayak takımı” olarak hükmedilecek “aşağı” kesimler olarak görüyor ve niteliyorsa, savunduğu kapitalist çıkar, kapitalist sömürü sistemidir. “Ortak çıkarlar” söylem ve propagandasını boşa çıkaracak kanıtları işçi grev ve direnişlerine karşı politik-adli tutumda, Haziran 2013 Direnişi (Gezi Direnişi) karşısındaki zorbalık ve öfkede, TEKEL işçilerinin 78 gün dondurucu soğukta gerçekleştirdikleri direnişi “Ergenekon uzantısı” gösteren anlayış ve ahlakta, yüzlerce irili-ufaklı gençlik, kadın, kamu emekçileri eylemine yönelik saldırganlıkta, Roboski türü kitlesel imhaları gerçekleştiren düzen güçlerini sahiplenip eylemlerini örtbas etme tutumunda, cinayet işleyen, işkence yapan, her direnişe zorba yöntemlerle ve kin besleyerek saldıran polis gücünü “kahraman” ilan edip ödüllendiren sınıf tutumu, iktidar hırsı ve çıkarlarını koruma politikasında içerilmiş olarak, eklenebilecek yüzlercesiyle alenileşmiştir.
Dünya halklarının gaddar ve zalimane düşmanı olan emperyalistlerle –önceleri İngiliz ve Fransız, sonra Alman– ardından da altmış yılı aşan süredir Amerikan emperyalizmi ile “stratejik işbirliği ve müttefik” olma; onları hem “kafir” olarak görüp küfre layık sayma, hem de işbirliği yaparak kendi ülkesi ve halkının olduğu kadar diğer halkların da üzerindeki kapitalist-emperyalist hegemonyanın payandalığını yapma; bu ilişkileri zorunlu gösterme ve onlardan sınıfsal, zümresel ve kişisel çıkar edinme – bu, bir yönetim politikası ve ahlakıdır ve kendilerini “iyi Müslümanlar”, “temiz ahlaklı kişiler” olarak pazarlayan yöneticilerin söyleminin yasal ve yasa dışı hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, rant paylaşımı, güç ve yönetim mevzilerini ele geçirme ve koruma pratik hedefiyle bağlı olduğu giz olmaktan çıkmıştır. İktidar partisinin ve onun rant çanağından beslenen “muhafazakar milliyetçi” kapı çavuşlarının burjuva ideolojisi ile İslam’ın “sentezi” üzerinden geliştirdikleri adalet ve ahlak söylemi, kapitalist mülk sahipliğiyle politik iktidar gücü olma arasındaki ilişkiyi örtmeyi esas almıştır. Dini ideolojiyi kullanmasına ve politik söyleminde adalet, eşitlik, ahlak, dürüstlük ile ilgili İslami literatürden alıntılamalarla kitlelerin manipülasyonu yöntemlerine baş vurmasına karşın, günümüz iktidarının asıl belirleyici kaynağı ve dayanağı kapitalist toplumsal koşullar, kapitalist üretim tarzı ve sömürü ilişkilerinin sağladığı zemindir. Erdoğan iktidarının gücü, makalenin başkaca bölümlerinde de değinildiği üzere, savunusunu ve koruyuculuğunu üstlendiği kapitalist özel mülkiyetin kendisinden gelmektedir. İktidar partisi ve hükümeti oluşturanların devlet olanaklarını da kullanarak sahip oldukları ve büyüttükleri sermaye gücü, ölümüne yapışarak korumaya çalıştıkları yönetim koltuklarının asıl dayanağını oluşturuyor. Tutuculuğunun, gericiliğinin, giderek otoriterleşmesi ve “firavun”laşmasının nedeni de, bu asıl “kutsal”lara bağlılıktadır.

“Kızıl Ekim” Fabrikası*

Sovyet Hükümeti 15 Eylül-1 Ekim 1956 tarihlerinde Moskova’da “SSCB’de Kadınların hak eşitliği” konulu uluslararası bir seminer düzenledi. Seminere 39 ülkeden 98 kadın katıldı. Seminer katılımcıları arasında birçok tanınmış ve çeşitli resmi kademelerde görev yapan kadın vardı; uluslararası ve ulusal kadın örgütlerinin yöneticileri, milletvekilleri, bilim insanları, hukukçular, gazeteciler, yazarlar, pedagoglar ve hekimler.
Katılımcıların birçoğu ilk kez Sovyetler Birliğini ziyaret ediyordu ve ülke hakkında, özellikle de kadınların durumu hakkında oldukça yüzeysel bir fikre, çoğu zaman da gerçeklikle uyuşmayan bilgilere sahipti. 15 günlük seminer boyunca katılımcılar Sovyet ülkesinde kadınların durumu, kadınların devlet idaresine, kamusal, ekonomik ve kültürel hayata aktif katılımları hakkında çok yönlü bir fikir edinmek için hem çeşitli sunumlar dinleme hem de yerinde görme, inceleme fırsatı buldular. Bu deneyimlerden biri, aşağıda tutanaklarını aktardığımız Moskova’daki “Kızıl Ekim” fabrikasına ziyaret idi.

–19 Eylül 1956–

Anna Grinenko (Kızıl Ekim fabrikasının müdürü): Fabrikamızda yaklaşık 3 bin kişi çalışıyor ve bunların yüzde 85’i kadın. Büyüklerin ama özellikle de çocukların yemeyi çok sevdikleri türden çikolata ve şekerlemeler üretiyoruz.
İki vardiya halinde 180 ton şekerleme üretiyoruz; yani yılda 50 bin ton. Tüm ürünlerimiz makinelerce üretiliyor. Şekerlemelerin yapımı, süslenmesi ve paketlenmesini yapan makinelerimiz var ve işçilerin işi oldukça kolaylaşmış durumda.
Makineler sayesinde daha çok şekerleme üretebiliyoruz. Beş yıllık planın sonuna kadar 60 bin tonluk üretime ulaşmayı, ama aynı zamanda yedi saatlik işgününe geçmeyi hedefliyoruz. Yani daha az çalışıp daha çok şekerleme yiyebileceğiz. Bu nedenle, kadınlarımız tasarım ve teknolojik büroda olduğu gibi, kimya laboratuarında da daha az fiziksel emek gerektiren, ama aynı zamanda üretimi yükselten yöntemler bulmak üzere çalışmalarını sürdürüyorlar.
İşletmemizde birçok kadının çocukları var ve bu çocuklar fabrikadaki kreşte bakılıyor.
Keşke konuklarımız yaz aylarında gelselerdi; o zaman onları kır evlerimizde ağırlayabilirdik. Başka bir sefere yazın gelmelerini umuyoruz. Kır evlerinde birçok küçük yaştak çocuk yaz aylarını geçiriyor. Orada sık sık şenlikler, etkinlikler düzenliyoruz. Küçüklerin burada gösterdikleri performanslarını teybe alıyoruz ve sonra bunları fabrikada dinletiyoruz. Çocuklar inanılmaz seviyorlar bu etkinliklerde sahneye çıkmayı ve anneler çok mutlu oluyorlar. Küçük gösterilerimizde toplanan alkışlar kimi profesyonel sanatçıyı kıskandırabilir.
Annelerin çocukların bakımı konusunda endişelenmemeleri için fabrikada her gün kır evlerinin yemek listelerini asıyoruz.

KREŞ, ÇAMAŞIRHANE, KUAFÖR, POLİKLİNİK, KANTİN…
Fabrikamıza ait küçük bir polikliniğimiz var. Buradan kadınlar ve tüm personel ücretsiz faydalanabiliyorlar. Hem danışma hem de tedavi olanağına sahipler, ama her şeyden önce önleyici önlemlere ulaşabiliyorlar. İşçi kadınlarımızın sağlığını sürekli kontrol eden hekimlerimiz var.
Fabrikamızın işçilerin zaman kaybetmeksizin öğünlerini yiyebilecekleri bir kantini var. Ayrıca bu kantinden ev işlerine daha az zaman ayırabilmeleri için yarı-hazır öğünler de satın alabiliyorlar. Kantinimizin yöneticiliğini bir kadın yapıyor, çünkü kadınların neye ihtiyaç duyduğunu en iyi kendisi bilir.
Her tür iş elbisesi kadınlara ücretsiz dağıtılmaktadır. Yıkama ve ütüleme işlemleri burada yapılır. Her işçinin değiştirerek kullanabilmesi için üç adet giysisi var.
Fabrikada, çalışırken kusursuz ellere sahip olabilmeleri için kadın işçilerin manikürlerini yaptırdıkları bir kuaför salonumuz var.  Ama tırnaklarını boyayamıyorlar. Buna kimisi hayıflanıyor, çünkü genç kızlarımız güzel görünmek istiyor haliyle. Kafaya sıkı bağlanmasını istediğimiz başlıklar konusunda da benzer sıkıntılar yaşıyoruz, zira kimi arkadaşımızın güzel lüleleri var ve bunları göstermek istiyorlar. (Gülüşmeler) Evet, evet, kadın kadındır her daim. Hepimiz iyi görünmek istiyoruz, yaşımız, konumumuz ne olursa olsun.
Fabrikamızın ilgili bölümlerimize işçi yetiştiren iki yıllık bir meslek okulu var. Ayrıca genel on yıllık bir okulumuz mevcut. Bu okula genç kadın ve erkekler devam ediyor ve böylece işyeri öğrencisi olarak bakaloryayı (lise bitirme ve üniversiteye giriş için olgunluk sınavı) yapabiliyorlar. Okul hemen fabrikamızın yanı başında.

FABRİKA VE OKUL
Maria von Landschot (Kadınlara Eşit Haklar Derneği, Hollanda): On yıllık okul ile iki yıllık meslek lisesi arasındaki bağ nedir?
Anna Grinenko: İki yıllık meslek okulunda asıl olarak şekerleme üretimi konusunda eğitim veriliyor. Orada şekerleme üretimi teknolojileri, mekanik ve işletme konusunda dersler görülüyor. Ayrıca genel eğitimde yer alan dersler de veriliyor, ama daha kısıtlı olarak. Okul, fabrikaya girdiklerinde lise diplomasına sahip olmayanlar için var. On yıllık okulda, ardından üniversiteye gitmek için bakaloryayı yapabiliyorlar.
Çalışırken aynı zamanda bakaloryayı yapan ve üniversitede akşam ya da uzaktan eğitimine devam eden –kendi alanımızda ya da isteğe göre başka bir alanda– çok sayıda işçimiz var.
Laili Rosead (Kadın statüsü için BM Komisyonu üyesi, Endonezya): Okulunuzun masraflarını kim karşılıyor?
Anna Grinenko: Binanın masraflarını fabrika karşılıyor, geriye kalan her şeyi ise devlet, meslek okullarına emek reservleri dairesi ya da eğitim bakanlığı aracılığıyla sağlanıyor.
Monica Whately: Meslek okulunu bitirdiklerinde işçiler tanımlı bir meslek sahibi oluyorlar mı?
Anna Grinenko: Evet, elbette.
Monica Whately: Bununla herhangi bir fabrikaya girebilirler mi?
Anna Grinenko: Evet, girebilirler.
Maria von Landschot: Meslek okulunda ve genel okulda günde kaç saat ders görülüyor?
Anna Grinenko: Genel okulda, işten sonra dört saat; meslek okulunda da günde dört saat teorik eğitim ve iki saat fabrikada pratik eğitim görüyorlar.
Meslek okulundaki ders planı iki yıllık bir süreci öngörüyor. Bu nedenle ilk yıl ağırlıklı olarak teorik bilgiler veriliyor, ikinci yıl ise ağırlıklı olarak pratik.
Maria von Landschot: Meslek okulu öğrencileri eğer ki sonra yüksekokula devam etmek istiyorlarsa, genel okula devam eden öğrencilere göre ders çalışmak için daha fazla zamana ihtiyaçları olsa gerek?
Anna Grinenko: Meslek okulu eğitimi doğrudan yüksekokula geçiş sağlayan bir eğitim değil. Bunun için bakaloryanın yapılması gerekiyor. Çalışma yasalarımıza göre, ortaöğrenime, yüksekokul ya da üniversiteye devam eden çalışan genç kız ve erkeklerimize tam ücretli bir ek izin hakkı tanıyor. Bu nedenle sınavlarına hazırlanabilecekleri zamanları oluyor.
Maria von Landschot: Sizin akşam okulunuzdan mezun olan öğrenciler, bir üniversite ya da yüksekokula devam edecek donanıma sahip oluyorlar mı?
Anna Grinenko: Evet, elbette.
Zena Harman: Akşam lisesine gidenlerin yaşları nedir?
Anna Grinenko: Çoğu 16-18 yaşlarında, ama daha yaşlı olanlar da var aralarında.
Monica Whately: Çalışanların yaş ortalaması kaç?
Anna Grinenko: 16 yaşından itibaren işçi çalıştırıyoruz. Çırak olarak giriyor ve iki yıl boyunca eğitiliyorlar. Bu sırada günde dört saat ve yalnızca gündüz vardiyasında çalışıyorlar. On sekiz yaşını doldurduklarında ve gerekli mesleki yeterliliğe hak kazandıklarında, onlar için de sekiz saatlik çalışma günü geçerli oluyor.

‘BUNLAR KADINLARIN ÜRETİME KATILIMINI KOLAYLAŞTIRAN ŞEYLER’
Saidi Nayer (İran): Bütün fabrikaların bu türden kantin, okul, kreş ve yuvaları var mı? Fabrikanızın ürünleri ihraç ediliyor mu?
Anna Grinenko: Bütün fabrikaları tek tek bilmiyorum, ama bildiğim fabrikaların kreşi, çocuk yuvası, kantinleri vb. var.
Tekstil ve hafif sanayide çok sayıda kadının çalıştığı fabrikalar biliyorum. Buralarda çocuklar için bu tür düzenlemeler mevcut, çünkü bunlar, kadınların sanayi üretimine katılımlarını kolaylaştıran şeyler.
Evet, ürünlerimiz ihraç da ediliyor, örneğin “Mişka” markasını taşıyan çikolatalı şekerlememiz bunlardan biri.
Fabrikamız çok sayıda uluslararası fuara katılıyor; bu sene on altı fuara katıldık mesela.
Dovlatschahi Mehranguiz: Kadınlar için bir kantin, bir poliklinik ve başkaca düzenlemelere sahip olduğunuzu söylediniz. Aynı şey erkekler için de var mı, yoksa bu düzenlemeler her iki cins için de mi geçerli?
Anna Grinenko: Her iki cins için geçerli.
Dovlatschahi Mehranguiz: Ama erkeler kadınlardan ayrı değil, değil mi?
Anna Grinenko: Değiller, ama bizim burada çok sayıda erkek yok, toplam çalışan sayısının yalnızca yüzde 15-20’sini oluşturuyorlar.
Dovlatschahi Mehranguiz: Kantindeki yemek için ücret ödeniyor mu?
Anna Grinenko: Evet, elbette.
Dovlatschahi Mehranguiz: Peki sağlık için?
Anna Grinenko: O ücretsiz.
Dovlatschahi Mehranguiz: 3 bin çalışan olduğunu söylediniz. İki vardiyadaki toplam sayı mı bu?
Anna Grinenko: Evet ikisinin toplamı.
Firuz Safiyeh (İran Kadın Konseyi): Çıraklar, yerine getirdikleri işler için ücretlendiriliyorlar mı?
Anna Grinenko: Evet, elbette.
Firuz Safiyeh: Ne kadar ücret alıyorlar?
Anna Grinenko: Çıraklar için çırak normları uygulanıyor. Başlarda burslar ödeniyor, bir ya da iki ay boyunca; çırakların ne iş yaptıklarına bağlı olarak. Ardından işe adapte olduktan sonra ve bağımsız çalışabildiklerinde onlar için bir ücret belirleniyor.
Kamala Ratnam (Hindistan Kadın Konferansı): Değişken ücret basamakları mı var?
Anna Grinenko: Hayır. Her işçi parça başı ücret alıyor. Ayrıca artan oranlı bir ücret sistemimiz var, yani normu aşan her performans yüzdesi için işçi çift kat ücret alır.
Kamala Ratnam: Sizde standart, sabit bir saat başı iş üretkenliği ve saat ücreti var mı?
Anna Grinenko: Bu yapılan işe göre değişir. Bizde her türden iş ücret basamaklarına ayrılmıştır ve ücret basamağına göre saat normu ve ücret belirleniyor. Örneğin beşinci ücret basamağında çalışan bir kadın işçi normu yerine getirdiğinde yaklaşık 20 Ruble alır. Bu işçi norm üstünde iş çıkardığında daha fazlasını da alır.
Firuz Safiyeh: Bir işçinin maaşı nedir?
Anna Grinenko: Bu değişken olabiliyor, ama ortalama ücret 700 ile 800 Ruble arasındadır.

DEVLET ÖDENEKLERİ VE FABRİKA FONU
(Anna Grinenko, fabrikayı gezmeye davet eder. )
Biri sorar: Burada uzun süredir mi çalışıyorsunuz?
Anna Grinenko: Yüksekokuldan sonra burada usta olarak çalıştım, sonra üretim şefiydim ve son altı yıldır da müdürüm.
Dovlatschahi Mehranguiz: Ülkenizin yasalarına göre kadınlara büyük olanaklar sunulduğu için, herhalde çok sayıda kadın işçi çalıştıran fabrikalar –sizinki gibi– kadınların sosyal ve diğer ihtiyaçları için erkek ağırlıklı işçi çalıştıran fabrikalara göre çok daha fazla giderleri oluyordur. Peki bu giderler nasıl karşılanıyor?
Anna Grinenko: Devletin bize sağladığı ödeneklerin dışında kendimize ait bir işletme fonumuz var. Bu fon sayesinde sosyal ve başkaca amaçlar için tüm ekstra masraflarımızı karşılayabiliyoruz. Bu fon fabrikanın kazançlarından oluşturuluyor. Bu nedenle kadınlarımız, iyi çalıştıkları takdirde, fabrikamızın daha çok kazanç elde edeceğinin, dolayısıyla da daha büyük bir işletme fonuna sahip olacağının farkındalar. Çünkü böyle olunca sanatoryumlara çok daha fazla sevk yapma şansımız olur, kreşleri ve yuvaları daha iyi donatabiliriz, tıbbi hizmetimizi ve diğer yardımcı hizmetleri iyileştirebilir ve daha yüksek primler dağıtabiliriz.
Dovlatschahi Mahranguiz: Kadınlar, dört beş aya ulaşan doğum izinlerini kullandıklarında bu elbette işletmeye ek yük anlamına geliyordur. Bu giderler nasıl karşılanıyor?
Anna Grinenko: Doğum izinleriyle ilgili tüm masrafları işletme değil devlet karşılıyor.
Monica Whately: Peki bir çocuğun sağlık durumu nedeniyle özel bir bakıma ihtiyacı olduğundan nasıl emin oluyorsunuz?
Anna Grinenko: Çocukların sağlık durumlarını takip eden bir çocuk hekimimiz var. Bir çocuk özel bir bakıma ihtiyacı olduğunda hekim bunu ona reçeteler. Aynı şey, kır evlerimizde bulunduklarında yetişkinler için de geçerli.
Her kır evinin bostanlı, inek ve tavukların olduğu küçük bir arazisi var. Bu nedenle çocuklar tüm yaz boyunca taze gıdalarla besleniyorlar. Kır evleri Moskova’nın 30 km uzağında bulunuyor, Peredelkino’da. Orası çok güzeldir.
Monica Whately: İşçilerin bostanları mı var?
Anna Grinenko: Evet, vardiya sonrasında orada çalışabiliyorlar. Kır evlerinde ve bostanlarda dinleniyorlar. Yılın ilk günlerinde işçiler için, bölümlerine göre tatil zamanlarını belirleyen bir tatil listesi hazırlanıp dağıtılıyor. Böylece kadın işçi, tatil dönemi için evdeki planlamalarını rahat rahat yapabiliyor.

ÖNLEYİCİ HEKİMLİK, SAĞLIK EĞİTİMLERİ
(Konuklar, fabrikanın polikliniğini gezer)
Anna Grinenko: Polikliniğimizin başhekimini tanıştırmama izin verin: Angelina İvanovna Demyaşovskaya.
Zena Harman: Polikliniğinizde kaç hekim ve personel çalışıyor?
A. Demyaşovskaya: “Kızıl Ekim” fabrikası polikliniği çok büyük değil. Kadın hastalıkları için bir hekimimiz, iki diş hekimimiz –biri akşam, biri sabah geliyor–, bir cerrah, iki dahiliye uzmanı, bir nörolog, bir fizyoterapist ve bir radyolog. Ayrıca fizyoterapi için bir muayene odamız mevcut.
Anna Grinenko: Bu polikliniğin temel amacı olabildiğince az hastalık vakası yaşamak üzere önleyici hekimliktir. Hekimlerimiz ayrıca kapsamlı bir aydınlatma çalışması da yürütüyorlar fabrika bölümlerinde. Hijyen konusunda, annelerin yeni doğan beslenmesi, çocukların eğitim ve bakımı konularında bilgilendiriyorlar. Bu tür eğitim çalışmalarına kadınlarımız büyük ilgi gösteriyor ve çok sayıda soru yöneltiyorlar.
Zena Harman: İş kazalarına karşı önlemleriniz nedir?
Anna Grinenko: Fabrikanın işletme ve çalışma güvenliği için özel bir bölümü mevcut. Bu bölüm kazalar yaşanmasını önlemek için tüm makinelerimizi, üretim süreçlerimizi denetleyip kontrol ediyor.
(Katılımcılar suyla tedavi kurumunu gezer)
J. Voyitseşovskaya (Kurum hemşiresi): Burada fabrikamızın işçileri ve çalışanları tedavi ediliyor. Radon ve karbondioksit banyoları ve her türlü tedavi edici duşları alıyorlar.
Laili Rosead: Kadınlar ve erkekler?
J. Voyitseşovskaya: Evet.
Laili Roesad: Çeşitli duşlar ve banyolar arasındaki fark nedir?
A. Demyaşovskaya: Bunlar sağlık durumuna ve tanısı konulan hastalığa göre reçete edilmektedirler. Duş ya da banyodan sonra hastalarımız 15-20 dakika dinlenme odasında dinleniyorlar.
(Dinlenme odası gezilir)
Fuki Kushida (Japonya Kadın Örgütleri Birliği): Bunlar haricinde fabrika sağlık bakanlığınca da gözetiliyor mu?
A. Demyaşovskaya: Evet, bir genel sağlık hekimimiz var.
Laili Roesad (Grinenko’ya): Fabrikanın kendine ait dinlenme tesisleri ve sanatoryumları var mı?
Anna Grinenko: Kendimize ait yok, ama işçilerimizi başka örgütlenmelerin sanatoryumlarına gönderiyoruz.
Laili Rosead: Moskova’da kaç tane bu türden şekerleme fabrikası var?
Anna Grinenko: Moskova’da yedi tane var.
(Katılmcılar fabrikanın kreşini gezer)
Anna Grinenko: İzninizle kreşimizin yöneticisini tanıştırmak istiyorum: Fanya Moisseyevna Berkenblit.
Laili Roesad: Kreşte nasıl bir günlük akış uyguluyorsunuz?
F. Berkenblit: Çocuklar sabah yediden akşam sekiz buçuğa kadar buradalar. Sabah jimnastiğinden sonra kahvaltı ediliyor. Ardından oyun oynuyorlar, dışarıda gezintiye çıkıyorlar, öğle yemeklerini yiyip uykuya yatıyorlar. Uykudan sonra ikindi kahvaltısı yiyorlar ve yeniden gezintiye çıkıyorlar, ardından da akşam yemeği var.
Zena Harman: Kreşe kaç çocuk devam ediyor ve yaşları ne?
F. Berkenblit: Üç ile yedi yaş arasında yüz çocuğumuz var.
Zena Harman: Ebeveynler kreş için ne kadar ücret veriyorlar?
F. Berkenblit: Aldıkları ücrete göre değişiyor. Ortalama ayda 60 Ruble.
Zena Harman: Çocuk başına kaç kreş öğretmeniniz ve başka türden personeliniz var?
F. Berkenblit: Dört grubumuz var ve aşçı, bakıcılar ve kreş öğretmenleri dahil 28 personelimiz var. Her kreş öğretmenine 25 çocuk düşüyor. Kreş öğretmenlerimiz her biri altı saat olmak üzere iki vardiya halinde çalıyorlar.
Laili Roesad (Grinenko’ya): Fabrika işçilere konut sağlıyor mu?
Anna Grinenko: Evet, konut olarak kullanılan evler inşa ediyoruz ve konut sorununu çözmek için çabalıyoruz. Güney batı bölgesinde 2500 metrekarelik alan üzerine yeni bir bina inşa ediyoruz.
Laili Rosead: Tüm katılımcılar adına size misafirperverliğiniz ve bize gösterdiğiniz her şey için teşekkür ederim. Gördüklerimiz çok ilginçti. Fabrika gezimiz bizi çok memnun etti ve hepinize teşekkür ediyoruz.

Görevden alma*

Herhalde 1948/49 yıllarıydı. Matyas Rakosi’nin, Macar Şura Cunhuriyeti’nde oynadığı öncü rolü nedeniyle faşist Horthy rejiminin zındanlarında geçen 16 yıllık mahkumiyet dönemini anlattığı Hatıraları’nı okumuştum. O gün kesin kararımı vermiştim: Rakosi, komünist hareketin en cesur, kararlı ve bilgili önderlerinden biridir. Stalin’in ölümünün hemen ardından, özellikle de 20. Kongre’den sonra, Sovyet yönetiminin Tito ile elele vererek  Rakosi’yi önce nasıl geri plana ittiğini, ardından görevden alarak kötülediğini büyük bir öfke ve üzüntüyle izledim.
O zamanlar tuttuğum siyasi günlüğüme, 13 Ekim 1956 tarihli şu notu düştüm:
“Rakosi, devrimci komünist hareketin en trajik karakterlerinden biridir. Zamanı geldiğinde sosyalist bir Shakespeare ortaya çıkarak, Horty faşizminin 16 yıl boyunca zindanlarda yıkamadığı ve hayatının sonunda bir çınar gibi devrilen bu adamın trajedisini yazacaktır. Rakosi açık mücadelede değil; aksine kendisinin de yaklaştığını görmesine rağmen dikkat çekemediği bir komplo tarafından devrildi. Gerçek suçluları bilmesine rağmen suçu kendisi üstlenmek zorunda kaldı. Her zaman bir devrimciydi, ancak yaklaşan felaketi durdurabilmek için kendi devrimci onurunu kurban etmeye de razı oldu. Macar halkı, günü geldiğinde en büyük evlatlarından birisi olarak onun için anıtlar dikecektir.”
Henüz o gün gelmedi. Ama son dönemde, Matyas Rakosi’nin dört ciltlik Hatıralar’ı Budapeşte’de yayınlandı. Böylece Tito, Kruşçev ve İmre Nagy’nin kötü niyetli ve karşı devrimci sahtekarlıklarıyla resmettikleri Rakosi tablosunu temizlemek için ilk adımlar atılmış oldu. İlk iki cilt 1997, son iki cilt ise 2002 yılında yayınlandı. Komünist partileri, özellikle de KPD’yi (Almanya Komünist Partisi -Ç.N.) karalamakta uzmanlaşmış biri olarak yeterince tanınan Hermann Weber tarafından yayımlanan “Jahrbuch für historische Kommunismusforschung” (Tarihsel Komünizm Araştırmaları Yıllığı)’nın 2005 sayısı da, “demokratik sosyalistler” ve “reformist komünistler” adı verilen çevrelerde “Stalin’in en sadık ve eli kanlı taraftarı” olarak görülen Rakosi’nin Hatıralar’ını görmezden gelemedi. Ancak Weber, bu Hatıralar’ı tanıtan bir yazı yayımlamak için üç yıl bekledi ve Yıllık’ta Macar Endre Kiss tarafından kaleme alınan bir eleştiriye yer verdi. Karl-Heinz Graefe’nin 22.12.05 tarihinde, Neues Deutschland gazetesinde ve Werner Röhr’ün 26-27.11.05 tarihlerinde, Junge Welt gazetesinde yayınlanan makalelerinde, yazarların büyük bir şaşkınlıkla Rakosi hakkındaki düşüncelerini düzeltmek zorunda kaldıkları ifade ediliyor. Graefe şaşkınlığını şu sözlerle dile getiriyor: “Açıkça görüldüğü üzere Rakosi, bugüne dek kamuoyunda hakim olan yaygın kanının tersine Macar halkının nefret ettiği ilkel bir diktatör değilmiş. Halkın büyük bölümü Rakosi’ye saygı duyuyormuş.” Werner Röhr de, ne kadar etkilendiğini, Kiss’ten yaptığı şu alıntılarla ortaya koyuyor: “Rakosi Doğu Kültürleri Bilimi okumuştu ve altı dil konuşuyordu. Birçok alanda temel uzmanlık bilgilerine sahipti. (…)  Kavrama yeteneği olağanüstü düzeyde gelişmişti.”
Graefe”nin düştüğü notlar, bütün antikomünistlerin, antistalinistlerin ve Rakosi karşıtlarının yüreklerine su serper cinsten: “Buna rağman Kiss’e göre, Macaristan’daki Rakosi dönemini tümüyle yeniden değerlendirme gereksinimi yoktur. Sadece bazı düzeltmeler gerektiğini söylüyor. Rakosi bir psikopatik vaka değildi.”
Bizim burada yayınladığımız metin, Eberhard Kornagel tarafından Almanca’ya çevrilmiştir ve 2002 yılında, Budapeşte’de yayımlanan Rakosi’nin Hatıralar’ının 2. cildinin 1018-1021 sayfalarından alınmıştır.
Biz bu bölümü seçtik. Çünkü burada yer alan ifadeler, SBKP’nin Kruşçev-Mikoyan önderliğinde, 20. Kongre’den sonra Tito ile elele vererek mücadelede kendini kanıtlamış komünistleri kardeş partilerin yönetimlerinden temizlediğini ve onların yerine revizyonist, yani düşman unsurların yönetime gelmelerini sağladığını açık bir şekilde kanıtlıyor. Bu konuda sadece Macaristan’da değil, Polonya’da da başarılı oldular. Gerçi Polonya’daki müdahaleyi, yönetimdeki değişikliği sanki Polonya’nın bir iç meselesiymiş ve Kruşçev’in iradesine karşı gerçekleşmiş gibi dışarıya yansıtan bir oyun kurgulayarak yaptılar. Kruşçev 20. Kongre’den sonra Bulgaristan’da Georgi Dimitrov’un damadı olan parti önderi Vilko Çervenkov’un görevden alınarak yerine Todor Jivkov’un getirilmesini sağladı. Enver Hoca, Jivkov’un “Saatlerimizi Kruşçev’in saatine göre ayarlayalım”  şiarıyla hareket ettiğini söyler. Kruşçev’in DDR’de Walter Ulbricht’i devirerek, yerine kendi güvendiği kişilerden birini getirmek için defalarca girişimde bulunduğunu, ancak başarılı olamadığını Taubenfuss-Chronik adlı kitabımda (Cilt 2, sayfa 194-208) belirtmiştim.
Kruşçevci revizyonistlerin izlediği prensip, Gorbaçov’un izlediği prensibin aynısıdır. Gorbaçov hedefine ulaştıktan sonra bunu açıktan itiraf etmiştir:
“Hayatımdaki temel amacım komünizmi dağıtmak oldu. (…) Bu uğurda en fazla işi en üst düzeyde görevlere gelerek yapabilirdim. (…) SBKP ve SSCB’nin bütün yönetimini uzaklaştırmam gerekiyordu. Aynı şekilde bütün sosyalist devletlerdeki yönetimleri de uzaklaştırmam gerekiyordu.”
Kruşçev, kendisinin de ulaşmak istediği bu hedefe henüz ulaşamadığı için böylesi bir itirafta bulunamadı. Ancak yakından bakıldığında, onun da bu hedefin peşinde koştuğu görülebilir.
Rakosi’nin burada aktarılan hatıralarını ilk kez okuduğumda, Ekim 1956’da kendisine dair oluşturduğum değerlendirme ve fikirlerimin doğrulandığını gördüm. Ve bir kez daha gördüm ki; Rakosi’nin sergilediği tavırdan farklı bir tavır sergileme olanağı asla olmamıştı.
Ama ikinci ve üçüncü kez okuduğumda, bende huzursuzluk yaratan bir nokta dikkatimi çekti: Oportünizm nedeniyle değil, tersine partisinin geleceğine dair kaygılar duyduğu ve daha kötü sonuçların ortaya çıkmasını engellemek için, Mikoyan’ın parti yönetiminin değiştirilmesi yönündeki karşı devrimci taleplerinin Merkez Komitesi ve bütün parti tarafından direniş gösterilmeden kabul edilmesi için elinden gelen herşeyi yapmıştı.
Partimiz SED (DDR’deki Sosyalist Birlik Partisi -Ç.N.) ve onun yönetiminin, 20. Kongre’de dünya komünist hareketinin Marksist-Leninist temellerine yapılan bu saldırı karşısında gösterdiklerinden farklı bir tutum almasının gerçekten olanağı olmamış mıydı? Bu konuda kafa yordum ve tartışmalar sürdürdüm. Bunun sonucunda, bu soruyu bütün komünist partilerin ve yönetimlerinin, dolayısıyla Rakosi’nin kendisinin de aktardığı tavırları da kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğine inanıyorum.
Bu soruya, başka yoldaşların da yardımıyla hangi yanıtı bulduğum, Özgürlük Dünyası’ndan bir yoldaşla yaptığım söyleşide görülmektedir. Bu söyleşide Walter Ulbricht’in oynadığı rolün nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde bir tartışma sürdürmüştük. (ÖD’den yoldaşa göre Ulbricht bir revizyonistti ve dolayısıyla DDR’nin çöküşünde pay sahibiydi. Ben ise Ulbricht’i revizyonizme karşı mücadele eden bir savaşçı olarak savunmuştum.)
“ÖD: Şimdi bakın: SB’de bir parti kongresi gerçekleştiriliyor. Buraya, birçok şeyin değiştirildiği bir rapor sunuluyor. SED’nin (Sosyalist Birlik Partisi) bir heyeti de bu kongreye katılıyor. Sonra ülkeye geri dönüyor. Elbette bu kongrede neler olup bittiğinin raporunun sunulması gerekir. Ve partiniz, bu yeni gelişmeler karşısında tavır belirlemek, değerlendirmede bulunmak ve sonuçlar çıkarmak zorundaydı. Çünkü partiniz o güne dek belli bir hat izlemişti ve şimdi SBKB bir dizi yeni tez ileri sürüyor, yeni bir çizgi izlemeye başlıyor. Bu durumda, SED buna ilişkin nasıl bir tutum alacak? Bu soru kendiliğinden dayatmıyor mu kendisini zaten?
Gossweiler: Eğer partimiz ve hükümetimiz, “Moskova’da, partinin ve devletin tepesinde revizyonistler oturuyor. Biz onların çizgisine uymayacağız” şeklinde bir açıklama yapmış olsaydı, Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptıklarını bize de yaparlardı. İttifak Sözleşmesi’ni feshederler, Federal Almanya emperyalizminin sürdürdüğü her türden ekonomik, politik ve askeri saldırıya karşı sundukları yardım ve desteği keserlerdi. (…) Zaten Krusçev, Walter Ulbricht’i devirmek için bir vesilenin, daha doğrusu bahanenin ortaya çıkmasını bekliyordu. (…) Krusçev’in Tito ile birlikte yaz ve sonbahar aylarında Rakosi ve Gerö’ye nasıl davrandığını siz de biliyorsunuz.
ÖD: Rakosi geri adım attı. Enver Hoca, Rakosi’nin samimi olduğunu, ancak yorgun düştüğünü söylüyor.
Gossweiler: Size söylemek istediğim şu: Bizim, yani parti ve devlet yönetimin yapabilecekleri ve yapması gerekenler kousunda sizin önerdiğiniz ve düşündüğünüz şey DDR’nin ömrünün kısalmasına yol açardı.
ÖD: DDR gibi, (…) bir ülke biraz önce söylediğimi yapsaydı belki sizin söylediğiniz gelişmeler de olabilirdi. Yani çökebilirdi. Ama aynı şekilde şu da olabilirdi. DDR’de gerçekten Bolşevik çizgide olan yönetim iktidarda olsaydı; yani her şeyi partisi ve halkı ile paylaşan, onlardan hiçbir şey gizlemeyen, onlarla birlikte mücadele eden bir yönetim iktidarda olsaydı, nihayetinde yenilgiye de uğrasa, bu mücadele sonunda SB ile bağlar kopardı. Ve bu durumda ideolojik açıdan sağlam durulsaydı –yenilgi ihtimalini de göz önünde bulundursak bile– tarihsel açıdan Sovyet revizyonistlerini açıktan tutum almaya zorlayan bir süreç başlardı.
Burada yenilip yenilmemek bir güç sorunudur. Bu soruyu gündeme getirmemiş olmak, kaçınılmaz olarak yenilgiye yolaçtı, hem de sosyalizmin bütün Avrupa’da yenilmesine. (…)
Belki bu sağlamlık tarihin akışını etkileyebilirdi. Ancak revizyonizmin kesintisiz, gizli ve yavaş yavaş etkisini artırmasını bir parça olsun mutlaka engelleyebilir ve revizyonistlere mücadeleyi dayatabilirdi, maskelerini çıkarmaya zorlayabilirdi. (…) Ama şu kesin: DDR, Çekoslavakya, Fransa, İtalya gibi gelişmiş ülkelerdeki komünist partiler revizyonizme karşı açıktan tavır almış ve mücadeleye girişmiş olsalardı, bu tarihin akışını değiştirirdi. Belki de Sovyetler Birliği’nde Leninist çizginin galip gelmesini sağlardı. Ancak pratik bir oportünizm nedeniyle harekete geçilmedi.
Gossweiler: Sovyetler Birliği’ndeki ve buna bağlı olarak bizdeki gelişmelerin nasıl sonuçlanacağını öngörmemiz mümkün olsaydı, yani karşı devrimin galip geleceğini bilseydik, parti yönetimimiz elbette farklı bir yol izleme kararı alırdı. Ama ben şundan eminim ve sanırım Walter Ulbricht açısından da durum farklı değildi: Krusçev ile başlayan revizyonizm, uzun süre sahnede kalamaz. Sağlıklı güçlerin Krusçevci çeteye karşı galip gelmeleri uzun sürmez. 1964’de Krusçev görevden alındığında bu inancımın doğru çıktığını düşündüm ve uzun süreden beri umduğum şeyin gerçekleştiğini sandım. O dönem olduğu gibi bugün de aynı şeyi düşünüyorum: Walter de benimle aynı düşüncededir. Bu geçici bir durumdur. Bu süreyi sağlıklı bir şekilde geçiştirmeye çalışmalıyız. (…)
Daha önce de söyledim: Revizyonizmin Sovyetler Birliği’ndeki etkisinin, bir şekilde geçiştirilmesi gereken dönemsel bir durum olmadığını önceden bilemezdik. Bunu bile bile böylesi bir tutum almış olsaydık, bu affedilmesi mümkün olmayan bir suç olurdu. Ama gerçeği uğradığımız yenilgiyle öğrendik.
Bu yüzden şu noktada haklısınız: Bu yenilgiden ders çıkarmamız gerekir. Baştan itibaren revizyonizme ve revizyonistlere karşı mücadeleyi başlatmamış olmak bir hataydı. Ancak bu sonucu, yaşadığımız yenilgiden ve sizin gibi yoldaşlarla yaptığım tartışmalardan çıkardım. Önceleri partimin ve Ulbricht önderliğindeki yönetimin izlediği politikanın, biz Marksist-Leninistler açısından izlenmesi mümkün yegane politika olduğunu düşünüyordum. Bugün farklı değerlendiriyorum. Bu politika, yozlaşmanın ilerlemesini ve felaketle sonuçlanmasını engelleyemedi.”
Bu gecikmiş, çok geç kalınmış sonuç çıkarma, Rakosi’nin o dönemdeki tavrını, bugün 1956’dakinden daha eleştirel görme sonucunu doğurdu. Ancak bu, komünist hareketin 20. yüzyıldaki en fazla örnek alınacak önderlerinden biri olarak ona gösterdiğimiz saygıyı azaltmaz.

MATYAS RAKOSİ’NİN HATIRALARI’NDAN
Mikoyan yoldaş, 13 Temmuz 1956’da hiç beklenmedik bir anda Budapeşte’ye geldi. Telefonla, derhal üç yoldaşla görüşmek istediğini bildirdi. Benim dışımda Gerö ve Hegedüs’ün görüşmeye katılmasını istiyordu. Ben diğerlerini görüşmeye çağırdım. Mikoyan yoldaş hemen konuya girdi. Sovyet yoldaşların Macaristan’daki gelişmelerden huzursuz olduğunu söyledi. Petöfi çevresinde yaşananları, henüz silahlı çatışmalar olmasa da, ikinci bir Poznan vakası olarak gördüklerini aktardı. Silahlı çatışmaların çıkmasını beklememizin yanlış olacağını, bu yüzden durumu düzeltecek bazı önerileri olduğunu bildirdi. Bu önerilerden biri, derhal parti yönetiminden ayrılmam, Genel Sekreter olarak yürüttüğüm görevlerin elimden alınmasını istemem ve Siyasi Büro üyeliğini bırakmamdı. Benim yerime Gerö yoldaşın Parti merkez yönetiminde Genel Sekreterliğe getirilmesini öneriyordu. Ardından, bir kısmı itibarları iade edilmiş yoldaşlarla yönetimin güçlendirilmesi gerekiyordu. Bu şekilde güçlendirilen önderliğin, başgösteren tehlikelere karşı daha etkili ve başarılı mücadele edebileceğini ekledi.
Öneri hepimiz için beklenmeyen bir şekilde geldi. Hızla durumu muhakeme ettim. SBKP Merkez Komitesi’nin bu öneri üzerinde tartıştığını ve önüme bir karar olarak koyduğunu gördüm. Diğer yoldaşların olmadığı ikili bir görüşmede bu durum bildirilmiş olsaydı bile, konuyu açma isteğinde bulunma imkanım olmayacaktı. Zaten böyle bir istek sonucu da değiştiremezdi. Benim bir rol oynamadığım bir parti önderliğinin, yaygınlaşan düşman akımlarla daha kolay başedebileceği düşüncesi, belki belli bir anlam taşıyabilirdi. Öte yandan benim yönetimden ayrılmam, düşman unsurlar açısından bir başarı olurdu, onları cesaretlendirip iştahlarını kabartabilirdi. Ama 1953’te, Moskova’da yapılan pazarlıklar aklıma gelince, o dönem söylediklerimin bugün daha geri bir noktadan kabul edildiğini gördüm. Bu görüşmelerde, gereksiz sarsıntılara yol açmamak adına, benim başbakanlık görevinden alınmam için gerekli hazırlıklara başlanmasını önermiştim. Ayrılmamın yol açacağı olumsuz etkileri öne çıkarsam, sanki yönetimde kalmak için ajite çekiyormuşum, bunu da partinin çıkarlarıyla gerekçelendiriyormuşum gibi bir izlenim oluşacaktı. Partiden ayrılmamın yaratacağı olumsuz etkilerin olumlulardan daha ağır basacağını düşündüğümü, bu yüzden konuyu tartışmaya açmak istediğimi söylesem, umut edilen olumlu etkilerin önemli bir bölümü baştan kaybolacaktı. Önder yoldaşların kararlarının doğruluğu hakkında şüpheler uyandıracaktım ve bu da onların şevkini kıracaktı. Ama çoğunluğun benim görüşlerimi paylaşması ve buna karşılık Sovyet yönetiminin kararında ısrar etmesi durumunda, SBKP ile bir çatışma ortaya çıkardı. Böylesi bir çatışma ise, başta partinin Yugoslavya’nın yoluna itilmesi olmak üzere, bir dizi tehlikeyi doğurabilirdi. Asla yeni zorlukların doğmasını istemediğim için, benim ayrılmama bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel olumsuzluklara atıfta bulunarak Mikoyan Yoldaş’ın önerisini tartışmaya açmayı istemek fikrinden çabucak vazgeçtim.
Partinin çizgisiyle ilgili olarak ise şöylesi bir durum ortaya çıkacaktı: Gerö Yoldaş Genel Sekreter olacaktı ve bu da beni rahatlatıyordu. Çünkü onun da, eğer görevde kalsaydım yapacaklarımdan başka birşey yapmayacağından emindim. Aramızdaki tek fark, onun işinin daha kolay olmasıydı. Çünkü saldırılar esas olarak beni hedef almaktaydı. Aklıma gelen fikir, Mikoyan Yoldaş’ın önerisinde, Tito’nun benim kellemi istemesinin etkili olduğuydu. Ama o sırada bunu dillendirmenin önemli olmadığını düşündüm. Buna karşılık, benim yönetimden ayrılmamın, beklenmedik bir durum olacağı için, düşmanlarımızın saflarında ciddi bir kafa karışıklığı yaratacağını düşündüm. Onlar yeni bir saldırı planı hazırlayıncaya kadar, partimiz kendi saflarını çoktan sıklaştırıp saldırıları geri püskürtebilirdi.
Mikoyan Yoldaş önerisinin doğruluğunu ifade ederken benim aklımdan bütün bu düşünceler geçti. Kendisine, sunduğu öneriye karşı olmadığımı ve hayata geçirilmesinde yardımcı olabileceğimi söyledim. Mikoyan Yoldaş sevincini gizlemeden telefonun başına geçip Kruşçev Yoldaşı bilgilendirdi. Benim haberi nasıl karşıladığımı ve kararı nasıl uygulanacağımızı aktardı. Önerim üzerine, Siyasi Büro’yu derhal toplantıya çağırdık ve üyelerini gelen öneri ve benim öneriyi kabul ettiğim konusunda bilgilendirdik.
Yoldaşlar çok şaşırdı, gelişmelerin bu şekilde bir yön değiştirmesi hepsi için büyük bir sürpriz oldu. Bu sırada, benim için partide onursal başkanlık gibi bir görev alanı yaratmanın veya en azından Siyasi Büro üyeliğimin sürmesinin daha doğru olup olmayacağı sorusu gündeme geldi. (Kovacs ve Szalai yoldaşlar söz alıp bu doğrultuda görüş bildirdiler.) Ben derhal söz alıp buna karşı olduğumu söyledim. Siyasi Büro’nun buna rağmen bu yönde bir karar alması durumunda, Merkezi Yönetime bu kararın reddi için başvuracağımı belirttim. Bunun üzerine öneri sahipleri bu planlarından vazgeçti. Siyasi Büro’nun bir tek üyesi söz alarak aleyhimde konuştu. Antal Apro, bir zamanlar şöyle bir cümle sarfettiğimi bana hatırlattı: “Kolayca özeleştiri veren yoldaşlarımız var, ama ben onlardan değilim.” Saldırı olarak algılanması mümkün bu sataşmaya tepki göstermedim. Çünkü başka nedenlerin yanı sıra, böyle veya benzeri bir cümleyi kurduğumu hatırlamıyordum ve ayrıca bir karara varmamız gereken konumuzla bağlantısı da yoktu.
Hemen işe koyulduk. Merkezi Yönetime seçmek istediklerimizle, Siyasi Büro için önerdiklerimizin listesini çıkardık. Bu yoldaşlarımızı (Kadar, Kallai, Marosan, Kim Karoly v.d.) teker teker içeri çağırdık. Üç kişi (Mikoyan Yoldaş, Gerö ve ben) kendileriyle konuştuk. Gerö bu görüşmelere, Siyasi Büro tarafından Genel Sekreter olarak önerilmiş aday olarak katıldığı için, ben esas itibarıyla bir figüran gibi kaldım. Çünkü Mikoyan Yoldaş, benim bu görüşmelere Partinin önder yöneticisi olarak katıldığım izlenimi yaratılmasının artık doğru olmadığını düşünüyordu. Benim görevden alınmam sorununun ortaya çıktığı ilk andan itibaren taşıdığım kaygılar, bu görüşmeler sırasında derinleşti. Merkezi yönetime seçilmesi öngörülen yoldaşlar, bu fırsattan istifade edip, partinin asıl yöneticilerinin kendilerinin olduğunu hisstettirmeye başladılar. Ve partinin kimin eline geçtiğini görmek beni huzursuz etti. Mikoyan Yoldaş’ın gerek Merkezi Yönetime önerilen, gerekse diğer adaylarla özel görüşmeler yapması, benim huzursuzluğumu derinleştirdi. Bir seferinde Sovyet yoldaşların, İmre Nagy’nin ihracını onaylamadıklarını söyledi. Ben o anda bu ifadeyi, Nagy’nin tekrar partiye alınmak istendiği şeklinde yorumladım. Bu da, dışarıya karşı “Rakosi gidiyor, onun yerine Nagy geri dönüyor” izlenimini verirdi. Mikoyan’ın, ihraç kararı hala yürürlükte olan Nagy ile pazarlıklar yaptığını duyunca bundan rahatsız oldum. Bu haber elbette gizli kalmamıştı ve revizyonistleri havalandırmakta gecikmemişti. Bir başka seferinde, Mikoyan’ın yoldaşlara şöyle dediğini duydum: “Arpad Szakasits ve İmre Vajda için, kendilerine uygun çalışma alanları yaratılmalı.” Derhal Gerö’ye, Mikoyan Yoldaş’ın nasıl tanımadığı insanlara bu tür öneriler yapabildiğini sordum. Aldığım cevap şu oldu: “Dün akşam uzun süre Marosan ile pazarlık sürdürdü, bilgileri ondan almıştır.”
Merkezi Yönetime, 18 Temmuz’da toplanma çağrısı yapılmıştı. Bu hazırlıklar sırasında bir nokta gözden kaçmıştı: Merkezi Yönetimin raporunu benim sunmam ve raporun aklanmasının ardından görevden alınmamı istemem, pek iyi bir görüntü sunmayacaktı. Bu yüzden, kabul edilen karar tasarısı doğrultusunda, raporu benim yerime Gerö’nün sunmasını önerdim. Bu tabii ki hemen kabul edildi. Aynı şekilde benim önerim üzerine, görevden alınmamla bağlantılı olarak devredeceğim görevlerin sıralaması üzerinde çalıştık. Bu, görevden alınacağım haberi duyulduğu için gerekli hale gelmişti. Ayrıca peşpeşe yoldaşlar yanıma gelip, görevden alınmamın parti içinde sarsıntı yaratabileceğine dikkat çektiler. Eğer görevden alınmam iyi örgütlenmezse, hem parti üyelerinin, hem de yönetici kadroların bu kararı Londra Radyosu veya Amerika’nın Sesi’nden duyacaklarını, bunu da hoş karşılamayacaklarını ifade ettiler. Bu yüzden yönetici kadroları Budapeşte’ye çağırmayı, Merkezi Yönetimin benim görevden alınmama onay vermesinin ve yeni üyeleri seçmesinin hemen ardından toplantıya ara vermeyi kararlaştırdık. Bu toplantı arasında, ülkenin dört bir tarafından çağrılmış ve Budapeşte’den katılmış yönetici kadrolar huzuruna çıkılacak, kendilerine benim görevden alınmamı istediğime dair açıklama, Merkezi Yönetime seçilenlerin listesi ve Gerö Yoldaş’ın sunacağı rapor (Merkezi Yönetim bu raporu henüz görmemişti) okunacaktı. Bu bilgileri alan yoldaşlar hemen bölgelerine, işlerinin başına dönecek ve partinin aktif üyelerini bilgilendirecekti. Böylece en azından partinin yönetici kademeleri direkt parti tarafından bilgilendirilmiş olacak, düşman radyo istasyonlarının bu sansasyonel haberden yararlanması engellenecekti. Yoldaşlar bu önlemleri onayladılar ve böylece beklenmedik bir şekilde görevden alınmamın yaratacağı sürprizin etkileri dar kalacaktı. Öyle de oldu. Yoldaşlar kendilerine okunan raporu henüz dinlemişlerdi ki, saat 2’ye doğru Londra Radyosu görevden alındığımı duyurdu.
Merkezi Yönetimin toplantısından önce, görevden alındığıma dair açıklamamı, beni bu kararı almaya iten nedenleri gerekçelendirmekle kalmayan, aynı zamanda Merkezi Yönetim ve Siyasi Büro’nun işini kolaylaştıran bir açıklama şeklinde yapmamın doğru olacağını ifade ettim. Mikoyan ve diğerleri buna onay verdi. (İlk başta görevden alınma isteğimi, birkaç hafta öncesinde Çervenkov Yoldaş’ın Bulgaristan parlamentosunda yaptığı gibi, benim de tek cümlelik kısa bir açıklamayla duyurmamı planlamıştık.) Sağlık durumumun yanı sıra, görevden alınma adımının doğruluğunu kanıtlayan bir dizi siyasi nedenin yer aldığı bir açıklama hazırladım. Bu açıklamayı usulen Mikoyan Yoldaş’a ve Siyasi Büro’nun eski üyelerine gösterdim ve tek bir kelimesini değiştirmeden onay verdiler. Hatta Hegedüs Yoldaş, yeni yönetimin politikasını doğru bulduğum ve tüm gücümle destekleyeceğim yönünde bir ifade eklememi önerdi. Ben ise böylesi bir eklemenin doğru ve gerekli olmadığını söyleyerek açıklamayı değiştirmedim.
Merkezi Yönetimin toplantısı, planladığımız çerçevede ve olağan bir şekilde gerçekleşti. Siyasi Büro üyeleri, aktif partililerin yanından döndükten sonra toplantıya devam ettik. Oldukça sıkıntılı bir hava hakimdi ve yoldaşlar, toplantılara katılan dinleyicilerin aynı şekilde sıkıntılı olduklarını aktardı. Eğer doğru hatırlıyorsam, Merkezi Yönetimin toplantısı dört gün sürdü. Tartışmada söz alanlar öncelikle gelecek dönem görevleri üzerinde konuştular. Bana karşı bir tek konuşmacı söz aldı. Sandor Nogradi, Halk Cephesi’nin başına bir komünisti getirmemize saldırarak, bunun sol sosyal demokratlarla gerçekleştirilen işbirliği sırasında düşülen bütün hatalardan daha ağır bir hata olduğunu söyledi. Karşı çıkmam durumunda Nogradi’nin dikkatleri kendi üzerinde toplayacağını ve beni eleştiren birisi olarak prim yapmak istediğini düşünerek, bu eleştiriye katılmamama rağmen söz almadım. Kasım 1956’dan sonra, Merkezi Yönetimin ve Siyasi Büro’nun çoğunluğunun bana karşı olduğu, benim de tüm gücümle koltuğuma yapıştığım yönünde şehir efsaneleri dolaşmaya başladı. Bu iddiaların bir tek kelimesi bile doğru değildir. Ben Siyasi Büro’da (Mikoyan Yoldaş’ın verdiği bir görev olduğunu belirtmeden) görevden alınmamı isteyeceğime dair planı duyurduğumda, bazı yoldaşlar, kendilerinin de bu yönde düşünceler taşıdığını söylemişlerdi, ama hiçbiri bunu dile getirmemişti. Bu nedenle bütün gücümle koltuğuma yapışma fırsatım da olmadı hiçbir zaman. Buna karşılık Merkezi Yönetimin toplantısının sona ermesinin ardından benimle özel konuşmalar yapan bazı Siyasi Büro üyeleri, tutumum ve açıklamamla durumu önemli oranda kolaylaştırdığımı söylediler.
Mikoyan Yoldaş herşeyin yolunda gittiğini görünce, daha Merkezi Yönetimin toplantısı sona ermeden Budapeşte’den ayrıldı. Belgrad’a gittiğini duyunca buna hiç şaşırmadım. “Tito’ya bir tepsi üzerinde benim kellemi sunacak” diye düşündüm ve hızla bu düşünceyi zihnimden kovdum. Bu arada, Macar emekçilerinin benim görevden alınmama gösterdikleri tepki, Mikoyan üzerinde derin bir etki bırakmıştı. Karar, 18 Temmuz günü, öğleden sonra işletmelerde duyurulmuştu. Ertesi gün postacı, işletmelerin, parti örgütlerinin ve tek tek parti üyelerinin bana sempati duygularını gösterdikleri, bir an önce sağlığıma kavuşarak tekrar partinin başına dönmemi diledikleri yüzlerce mektup getirdi. Parti Yönetimindeki sekreterlerden biri olan Bela Vegh, bu mektuplar hakkında Mikoyan Yoldaş’a bilgi verdi. Mikoyan’ın yanıtı şuydu: “Bu sevindirici bir durum. Rakosi Yoldaş’ın Macar halkı içinde derin köklere sahip olduğunu hepimiz biliyoruz.” O sıralar, benim halka yabancılaştığım yönündeki suçlama henüz piyasada dolaşmıyordu.
Başta işçi kitleleri olmak üzere yığınlar görevden alınmama o kadar şaşırmıştı ki; Gerö Yoldaş Merkezi Yönetimin Genel Sekreteri olarak yaptığı kapanış konuşmasında bu konuya değinmek zorunda kaldı. Merkezi Yönetimin Temmuz kararlarının yankıları hakkında konuşurken, emekçilerin bu kararları onayladığını ve anladığını belirterek şöyle dedi: “İşçilerin birçoğunun, Rakosi Yoldaş’ın Siyasi Büro’dan ayrılmasını ve Merkezi Yönetim Genel Sekreterlik görevini bırakmasını teessürle karşıladıkları doğrudur. Partimizin üyesi olsun ya da olmasın; işçiler onun görevden ayrılmasından üzüntü duyduklarını ifade ediyorlar. Ancak aynı zamanda Merkezi Yönetimin kararını anlayıp onaylıyorlar da. İşçilerin ve diğer halk kesimlerinin, Rakosi Yoldaş’ın Siyasi Büro’dan ayrılmış ve Merkezi Yönetimin Genel Sekreterliği görevini bırakmış olmasını üzüntüyle karşılamalarını olumlu bir işaret olarak değerlendiriyoruz. Rakosi Yoldaş elbette Merkezi Yönetimin ve Başkanlık Divanının üyesi olarak kalacak, Meclisteki milletvekilliği vd. görevlerini sürdürecektir.”
Bu konuda özel bir yorum yapmak gerekmiyor. Merkezi Yönetim bu açıklamaları onayladı. Üç ay sonra, bütün bu konuşulanları unutarak benim uzun süre önce Partiye ve kitlelere yabancılaştığımı söyleyen yoldaşlar da oradaydı. Yukarıda yaptığım alıntı, gerçek durumun nasıl olduğunu gösteriyor.
Bu bağlamda Gerö Yoldaş şunu da eklemişti: “Bizim burada aldığımız karar emperyalistleri şaşkınlığa uğrattı. Biraz zaman kaybettiler. Karşı saldırıya geçmeleri için kendilerine fazla zaman tanımayalım, biz kendimiz saldırıyı örgütleyelim.” (abç) Maalesef Partinin bu saldırısı gerçekleşmedi. Oysa benim görevden alınmamı düşünürken gözetilen ana nokta buydu: Düşmanın şaşkınlığından faydalanıp karşı saldırıya geçmek.

Kapitalizm ve Savaş

Kapitalist ekonomiyle emperyalist politikalar ve özellikle savaş politikaları arasında dolaysız bağlar bulunduğu geçen yüzyılın başlarından itibaren bilinen ve teorik olarak açıklanan bir gerçektir. Ne var ki, II. Emperyalist Savaş’tan sonra, yani 1940’lı yılların ortasından bu yana, o çapta yeni bir savaşın olmaması bu teorinin yanlış olduğu propagandasına güç verdi. Yeni bir dünya savaşının imkânsız olduğu görüşü yaygınlaştı ve buna bağlı birçok yeni teori ileri sürüldü. “Savaşsız ortam” görünümü, emperyalizmin “küreselleşme çağının” olumlu bir özelliği olarak onaylandı.
Emperyalizmin savaşsız da yaşabileceği, “nükleer dehşet dengesinin” bir barış unsuru olduğu, buna bağlı olarak savaşı belirleyici etken olarak gören devrim teorilerinin eskidiği, sosyalizmle kapitalizm arasında uzlaşmaz çelişkinin ortadan kalkarak yerini barış içinde yarışa bıraktığı gibi görüşler, özellikle 1960’lı yıllarda çetin tartışmalara yol açtı.
Bir yandan Asya, Afrika, Latin Amerika savaşlar ve devrimlerle yıkılıp yeniden kurulurken, aynı anda “Dünya Savaşı” üzerine yapılan tartışmaların bu kadar önemsenmesinin SSCB ile ABD arasındaki bir savaştan başkasını savaş olarak kabul etmemek, savaş alanı olarak da yalnızca Avrupa’yı görmek gibi bir yanılgıdan kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Ne var ki, savaş sanayisiyle emperyalist politikalar ve dolaysız olarak kapitalist ekonomi arasındaki ilişkiler açısından bakılınca, savaşın bir ihtiyaç olarak öneminin devam ettiğini ve bu ihtiyacın dünyanın tümüne yayılmış bölgesel savaşlarla da karşılanabildiğini görüyoruz. Bununla birlikte, doğrudan doğruya emperyalistler arası bir savaş da tümüyle imkânsız hale gelmemiştir.
Bugün savaş sanayisi, birçok ülkede alışılmış ölçülerle bakıldığında yadırganacak bir gelişme gösteriyor, birçok ülke geleneksel tehditlere maruz olmadıkları halde, silah ve mühimmat alım satımları ticaretlerinin büyük bir bölümünü teşkil edebiliyor, yatırımlarının büyük bölümünü savaş araçları üreten tesislere yapabiliyor. Başlıca emperyalistlerin savaş sanayilerini geliştirmek için sınaî ve teknik yatırımları giderek artıyor. Bütün ülkeler, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah depolamak, üretmek, alıp satmak için bütün potansiyellerini seferber ediyor.
Savaş sanayisine yönelik bu büyük ilginin sebebi nedir? Sebep, yalnızca tehdit altında olmak ya da yayılma emelleri beslemek olarak görüldüğünde, bu özellikleri taşımayan ülkelerin tutumları nasıl açıklanabilir?
İstatistikler, bugün bütçesinin önemli bir bölümünü savaş sanayisine ayıran ülkeler sıralamasında şaşırtıcı bir görünüş sergiliyor.
Askeri alanda en çok harcama yapan ilk beş ülke, sırasıyla ABD, Çin, İngiltere, Fransa ve Rusya…
Fakat bu ülkelerin askeri harcamalarının GSYH’ye oranları bakımından sıralamaları pek çok yoksul ülkenin altında kalıyor. Dünya birincisi ABD, bu sıralamada 27., Çin 96., Fransa 61., Almanya 111. sırada yer alıyor.
Aynı ölçü bakımından birinci olan ülke Umman! Onu, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Yemen, Ermenistan, Eritre, Makedonya gibi ülkeler izliyor. Türkiye bu listede 17. sırada yer alıyor. (2009 yılı itibariyle)
Basitçe, ileri emperyalist ülkeler genel refah düzeyini tahrip edici biçimde etkilemeyen bir harcama düzeyinde kalırken, görece geri ve emperyalizme bağımlı ülkeler silahlanma ve genel olarak savaş yatırımları yapma uğruna ağır bedeller ödemeyi göze alıyorlar. Bu yalnızca “caydırıcı güç olma” kavramıyla ifade edilen ve “savaşı önlemeye yönelik” olduğu iddia edilen masum bir silahlanma değildir. Elbette emperyalist-kapitalist ilişkiler sistemi, bütün ülkeleri birbirinin muhtemel tehdidi haline getiriyor, herkesi “komşusundan korkmaya” ya da komşusunun kaynaklarını ele geçirmek için sinsi hesaplar yapmaya zorluyor. Kimse kendini güven içinde görmüyor, kimse olası sorunların barış içinde halledilebileceğine inanmıyor. Fakat bunun yanında, savaş savaşın bizzat kendisine bir “yatırım ve kâr alanı” olarak bakmanın temelinde neler var?
Bu olgu, bir yandan genel olarak devletlerarası savaşların mümkün ve muhtemel olduğunu, koşullar gerektirdiğinde savaşmak üzere herkesin hazırlık yaptığını gösteriyor, diğer yandan kapitalizmle savaş arasında canlı, yararlı bir ilişkinin bulunduğunu…
Pek çok bölgede süregelen savaşların biçimsel özelliklerine bakıldığında alışılmış tipte bir devletlerarası savaşa pek rastlanmıyor. Bugün yeryüzünün pek çok bölgesinde işgal, iç savaş, etnik çatışma, gerilla savaşı biçimlerinde çatışmalar sürerken, geçen yüzyılda son örnekleri görülen tipte savaşlar görülmüyor. Bazı yorumcular, son büyük savaşta ölen insan sayısından daha fazlasının sürmekte olan çatışmalarda öldüğüne, çatışma sayısına ve kullanılan silah ve mühimmat miktarına bakarak bu durumu gizli III. Dünya Savaşı olarak adlandırabiliyor. Kuşkusuz böyle adlandırabilmek için her iki savaş tipinin sonuçlarına ve etkilerine göre de karşılaştırılması gerekir. Büyük ölçüde dünyanın tüm siyasal ve toplumsal görünümünü değiştiren, devletleri yıkan ve sınırları değiştiren, devrimleri tetikleyen I. ve II. Dünya Savaşlarıyla bugün yaşanmakta olanlar arasında çok büyük nitel farklılıklar vardır. Ama yaşadığımız zaman içinde, dünyanın büyük bir bölümünde milyonlarca insanı etkileyen bir savaş ortamının bulunduğu da açık bir gerçektir.

SAVAŞLARIN BİÇİM DEĞİŞTİRMESİ
Özellikle 1980 yılından itibaren yaşanan savaşların gerçekleştiği alanlar, “az gelişmiş ülkeler” olarak adlandırılan ülkelerde gerçekleşmiştir. Afrika, Asya, Latin Amerika, Ortadoğu başlıca savaş alanlarıdır. Tüm savaşların yalnızca %17’si Avrupa’da (Yugoslavya’nın parçalanması) olmuş, geri kalan %83’ü diğer kıtalarda cereyan etmiştir. Bütün bu savaşların hemen hemen tümünde “büyük güçlerden” en az biri dolaylı ya da doğrudan taraf olarak yer almış, ya da yardım veya destek biçiminde müdahalede bulunmuştur.  
I. Dünya Savaşı’nda ölenlerin sadece % 5’i sivil iken, II. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin içinde sivillerin oranı % 66’ya yükselmiştir. 20. yüzyılın sonuna doğru ise, savaşlarda ölenlerin % 80’i sivil halktan oluşmaktadır. Bu korkunç rakam, dünyamızın genel durumu hakkında geçmişteki büyük savaşlarla kıyaslanabilecek bir görüntü sunmaktadır. Sivillerin ölümünde görülen bu büyük artışın nedeni, esas olarak savaşın zaman ve mekân bakımından geleneksel sınırlarının dışına taşınması, saldırıların ağır kayıp verme riskinden kurtaran ileri teknoloji ürünü silahlarla harekete geçen küçük çaplı birliklerce yapılması ve söz konusu silahların sivil-asker ayrımı yapmaması olarak açıklanmaktadır.  Bu dönemde savaşlarda cephe ortadan kalkmış, büyük çaplı meydan muharebelerine rastlanmamış, askeri güçler birbirlerine saldırmaksızın güçlerini idareli kullanarak şiddeti sivil halka yöneltmişlerdir. Böylelikle 20. yüzyılın son büyük savaşları, “topyekûn” olarak tanımlanırken, günümüz savaşlarında, özellikle “orantısız güç kullanımı” ve “gayri meşru yöntemler” kullanılan ve sivil halkın daha fazla zarar görmesine yol açan savaş biçimi “asimetrik savaş” olarak adlandırılmaktadır. Bu da, günümüz savaşlarının temel özelliğinin halklara karşı saldırı olduğunu göstermektedir. Bunun nedenleri ve egemen sınıfların bundan sağladıkları yararlar üzerinde ayrıca durulabilir.
Ülkeler arası savaşların yerini ağırlıklı olarak iç savaşların ve bölgesel çatışmaların aldığı günümüzde artık düzenli ordular karşı karşıya nadiren gelmektedir. Savaşlarda kullanılan hafif silahlar uzun bir askeri eğitim sürecini de gereksiz kılmıştır. Bugün çoğu zaman ücretleri uyuşturucu ile ödenen mahkûmların ve çocukların ateşe sürüldüğünü, savaş zenginlerinin otoritesinde ve bireysel özel çıkarın gerçekleştirilmesi için savaşan grupların başrolde olduğu savaşlar görebiliyoruz.  Emperyalist ordular ise, görece küçük profesyonel operasyon birlikleri aracılıyla savaşa katılmakta, bunu çoğunlukla “özel güvenlik şirketleri” aracılığıyla yapmaktadır. Bu durum, önceki savaşlarla kıyaslandığında, daha ahlaksız, daha vahşi, daha insanlık dışı yöntemlerin kullanıldığını göstermektedir.

Savaşın Özelleştirilmesi

Bizde özel şirketlerin, lüks sitelerin, bankaların vs. korunmasında görev alanlara “özel güvenlik”, bunları kiralayan şirketlere de “özel güvenlik şirketi” deniyor. Dünyada ise, bundan farklı olarak “özel güvenlik şirketleri” denildiğinde özel askeri hizmetler, lojistik ve tüm silahlı güvenlik hizmetleri dâhil yüklenebilen firmalar anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yapılan iş, “özel askerlik hizmetleri” olarak tanımlanmaktadır. Bu şirketlerin yaptığı iş; kimi zaman paralı askerlik olarak anılsa da, uluslararası hukuk açısından bu tanım, şimdiki şirketler için uygun görülmemektedir. Özel güvenlik şirketleri, aslında uluslararası hukukun açıklarından faydalanarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. Onları rahatlıkla kullanan büyük devletlerin ise, uygun ve yeni bir hukuki düzenleme yapma derdi elbette yoktur.
Kamuoyu, ilk kez Irak savaşı ve Ebu Garip cezaevindeki işkence görüntüleri dolayısıyla Blackwater ve benzeri şirketlerin varlığından haberdar olmuştu.  Dünyanın en büyük özel güvenlik şirketleri Aegis Defence, Xe, DynCorp International, Fluor, KBR gibi firmalardır. Blackwater, büyük şirketler arasında yıllık 485 Milyon Amerikan Dolarlık geliriyle ancak on ikinci sırada yer almaktadır. Gerisini düşünmek bile akla zarar!
Bu firmalar güvenlik hizmetlerinden çok öte bir hizmet servisi sunmaktadır. Aegis Defence ve DynCorp’un hizmet listesinde lojistik, enformasyon ve saldırı helikopterleri dahi bulunmaktadır. Aynı şekilde Dyncorp’un envanterinde askeri nakliye gemileri, yüksek teknolojiye dayanan istihbarat, “cyber savaş” hizmetleri yer almaktadır. İsteyen ülke bedelini ödeyebildiği sürece bu hizmetlerden faydalanmakta ve adeta kiralık bir ordu hizmeti satın alınmaktadır. İşte bunun içindir ki uluslararası literatürde özel güvenlik şirketleri isim olarak “özel askeri şirketler” olarak geçmektedir. Fakat hukuki boşluklardan ötürü hiçbir zaman  “savaşan taraflardan biri” olarak değerlendirilememektedirler. Dolayısıyla hiçbir hukuki ve yasal sorumluluk taşımamaktadırlar.
20. yüzyılın sonlarında savaşın özel şirketler eliyle sürdürülmeye başlaması neoliberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde devletler geleneksel faaliyetlerini (posta hizmetleri, hapishane, polis ve hatta silahlı kuvvetler  vb.) kâr amaçlı özel şirketlere devretmişler ve ordunun oluşturulması da piyasanın doğrudan etkisine bırakılmıştır. Ayrıca ordularda yüksek ücret talep eden profesyonellerin varlığı ve biyolojik-nükleer silahların yayılmasıyla savaş alanlarının dönüşmesi robot askerlere (örneğin insansız uçaklara) ihtiyacı da artırmaktadır. 2001 yılında dünya genelinde silahlı kuvvetlerde 1985 yılıyla karsılaştırıldığında % 30 oranında bir azalma yaşanmıştır. Gelişmiş ülkelerde savaşın sermaye yoğun özelliği öne çıkmakta iken; düşük gelirli, düşük gelişmişlik düzeyindeki ülkeler genelde silahlı kuvvetlerini artırmaktadır.
Savaşta mıyız, Barışta mı?
Günümüzün en önemli sorunlarından bir diğeri, savaş ve barış arasındaki belirgin ayrımın ortadan kalkmış olmasıdır. Açık çizgilerle savaş ve barış ortamı birbirinden ayrılabilirken, bugün nasıl bir dünyada, savaşın mı yoksa barışın mı egemen olduğu bir ortamda yaşadığımızın cevabı yoktur. Savaş uzak topraklara sürülmüş, büyük kapitalist ülkelerin halkları kendilerini barış içinde zannederken, yoksul ülkelerde kan gövdeyi götürmektedir.  Böylece savaşın yıkıcı etkilerinden uzak bir kâr mekanizması içinde “barışın hâkim olduğu bir dünya” imajı yaratılabilmektedir.
Savaşın Çok Yönlü Faydaları
Kapitalizm ve savaş arasındaki ekonomik ilişkinin özellikleri ve savaşın kapitalizmin sorunlarına çözüm getiren etkileri, kimi özel koşullara ve kaynaklarının ve gelişme koşullarının farklılıkları açısından değişik biçimlerde yorumlansa da, birkaç noktada ortak özellikler olarak özetlenebilmektedir.
Bu özellikler tarihsel koşullara, uluslararası ilişkilere, sermayenin dönemsel hareket tarzlarına bağlı olarak farklılıklar gösterse de en genel çerçevede kapitalizm ile savaş arasındaki ilişkinin içeriğini göstermektedir. Ancak burada dikkate alınması gereken bir özellik vardır: Savaş ve kapitalizm arasındaki ilişkileri ele alan farklı teoriler, krizi açıklamada temel olarak farklı alanları incelediğinden, askeri harcamalar, savaş sanayi ve savaş konularının iktisadi etkileri üzerindeki görüşler de değişiklik göstermektedir. Yine de esas olarak kapitalizm ve savaş arasındaki ilişkinin temel özellikleri konusunda büyük farklılıklar yoktur.
Kısa başlıklar altında bunları özetleyebiliriz. 
Askeri harcamalar ve savaş sanayisinin, sermaye birikimine kapitalizm açısından olumlu etki yaptığı kuşkusuzdur.
Bu çerçevede askeri harcamalar, savaş sanayisinin ve savaşın neden oldukları iktisadi etkiler aracılığıyla krizin görünür kıldığı sorunlara geçici çözümler de sunabilmektedir.
Kapitalist sistemin krizinin sermayenin organik bileşiminin yükselme eğilimine bağlı olduğu varsayımından hareket edildiğinde, savaş, askeri harcamalar ve savaş sanayinin kâr oranını belirleyen faktörlere etkilerine göre krizin ötelenebilmesinde rol oynayabilmektedir.
Krizin nedenini, artan ücretler dolayısıyla kârın milli gelirden aldığı payın sıkışması olarak kabul eden görüş açısından savaşın, askeri harcamaların ve savaş sanayisinin ücretler üzerindeki etkisi önem taşımaktadır. Söz konusu çerçevede savaş dönemlerindeki ve savaşın hemen sonrasındaki toplumsal mücadeleler (sendikalaşma, grev, çalışma saatleri vb.) sonucunda ücretlerin artırılmasına veya düşürülmesine yol açan durumlar gözlenebilmektedir.
Krizin nedenini eksik tüketimde gören teori açısından savaş, askeri harcamalar ve savaş sanayi efektif talebi artırıcı bir etkiye sahiplerse krizi öteleyebilmektedir.
Özetle hangi açıdan ve hangi veriler kullanılarak bakılırsa bakılsın, savaşın kapitalizmin krizini öteleyebilen özellikleri vardır.
Bazı koşullarda, askeri harcamaların yükseltilmesi, kapitalist sistemin devamlılığı için yarar sağlayabilmekte ve askeri harcamalar, devletin iktisadi canlanmayı finanse etme yollarından biri haline gelmektedir.
Bu kapsamda öncelikle kapitalist sistemde devlet, sistemin sürekliliğini sağlamak amacıyla askeri harcamaları artırabilmektedir. İkinci olarak bir devletin diğer devletler üzerinde emperyalist hegemonya kurabilmesi, büyük ölçüde askeri harcamalarına bağlıdır.
Bunlara ek olarak, artı-değerin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan dış pazarların elde edilmesinde askeri harcamaların önemli rolü bulunmaktadır; savaş sanayisindeki yerli sermayedar, yabancı sermayedarla rekabetinde devletçe korunabilme imkânına sahiptir. Askeri sanayinin burjuvaları, bir bakıma imtiyazlı burjuvalardır. Askeri harcamalar, devletin ekonomiye müdahalesini istemeyenlerce bile, “ulusal güvenliğin sağlanması veya terörizmle mücadele” kapsamında kabul görmektedir. Böyle bir çerçevede askeri harcamaların, diğer kamu harcamalarının aksine, ücretleri artırmadan krize çözüm oluşturabildiği ifade edilmektedir.
Askeri harcamalarla desteklenen savaş sanayisi, kendi başına bir sermaye birikimi alanı olabilmektedir. Bu kapsamda savaş sanayisinde sistemin devamlılığını koruyan ordunun ihtiyaçları karşılanır ve sermaye daha fazla birikim olanağı elde ettiği bir alandan yararlanır.
Silah üretiminin gerçekleştiği ve orduya malzeme sağlayan büyük sanayilere yönelik, hükümetlerin iktisadi dalgalanmalardan uzak ve düzenli siparişlerinin karşılanması, artı-değer üretimi ve sermaye birikimi için uygun şartlar sunmaktadır. Yüksek üretkenlikte çalışan savaş sanayisi belli koşullar altında sermaye birikimini hızlandırmaktadır. Bu koşullar, savaş sanayisinin rekabetçi bir piyasaya sahip olmaması; issizliğin azaltılmasında etkili olabilecek denli ekonomide büyük paya sahip olması; sivil üretim alanlarında ücret artışına neden olmaması; tüketim malları ile ara malların üretimini artırmaması olarak sıralanabilir. Bu kapsamdaki koşulları sağlayan askeri harcamaların ve savaş sanayisinin sermaye birikimi krizini ötelemede etkili oldukları ifade edilmektedir.
Askeri harcamaların ve savaş sanayisinin sadece tekil sermayedarlar acısından olumlu olduğunu ifade eden görüşe göre, savaş sanayisinde artan teknoloji çalışmaları, düşük teknolojiye sahip ucuz silah satışından elde edilen kârla yetinmeyen silah üreticilerinin aralarındaki rekabetten kaynaklanmaktadır ve başta savaşlar olmak üzere, kâr elde etmenin maliyeti de sivil halka ödettirilmektedir.
Kapitalizm, belirli koşullarda istihdam yaratma olanağı sağladığı için ve sektördeki kapitalistler için kâr oluşturma imkânı nedeniyle savaş sanayisine ihtiyaç duymaktadır. Ancak savaş sanayisinde israf edilen kaynaklar göz önüne alındığında savaş, sermaye birikimini artırmamakta, sadece daha önce üretilmiş olan artı-değerin yeniden bölüşümünü sağlamaktadır.
Dolayısıyla tüketilmeyen kârın tümü, yatırıma ayrılmaksızın silah üretimine aktarılırsa, sermaye birikimi duraklar; üretim sistemi genişlemez. Ne var ki, orta ya da uzun vadede karşılaşılabilecek olan bu durum, kısa vadede elde edilen çıkarlar yüzünden görmezden gelinebilmektedir.
Bu yüzden, farklı sektörlerdeki burjuva kesimler arasında çelişkiler doğabilmektedir.
Kapitalist, kâr elde etme ve sermaye biriktirme amacı taşıdığı için, silah ekonomisinin varlığı, eğer kâr oranlarında düşmeye neden oluyorsa, savaş sanayisinin gelişimi diğer sektörler tarafından direnişle karşılanabilmektedir. Zira silah sektöründe artı-değeri az sayıda şirket elde edebilmektedir. Bu nedenle savaş sanayisinin genişlemesi kapitalist sınıf içinde siyasal ve toplumsal gerilimlerin şiddetlenmesine neden olabilmektedir. 
Hepsi özel koşullara bağlı olarak gözlenebilen diğer etkileri de şöylece özetleyebiliriz:
Askeri harcamalar savaş sanayisinin kâr oranlarını artırmada önemli bir rol oynamaktadır.
Eğer savaş sanayi, toplumsal hâsılanın büyük bir kısmını oluşturuyorsa, tüketim malları üretilen kesimde yüksek üretkenlik mevcutsa ve söz konusu üretkenlik tüm isçilerin değil sadece savaş sanayisinde istihdam edilen isçilerin ücretlerinin düşük tutulmasına imkân veriyorsa, üçüncü kesimde (savaş sanayisinde) artı-değer oranı yükselmektedir.
Savaş sanayisinde faaliyet gösteren şirketler, genellikle düşük vergi uygulamalarından yararlanmakta ve bu da kâr oranını yükseltmektedir.
Askeri harcamalar bir yandan sermayenin merkezileşmesini artırırken, diğer yandan askeri harcamalar aracılığıyla sürdürülen savaş sanayisindeki planlı üretim sureci, aşırı üretim sorununun çözümüne katkı sağlayabilmektedir. 
Daimi silah ekonomisi çerçevesinde konuyu ele alan görüşlere göre, aşırı üretim tehdidi altında, savaş sonrasında da sürdürülen askeri harcamalar, sivil ekonomiden artı-değeri çekerek devlet ihaleleriyle çalışan savaş sanayisinde yatırımda kullanmakta ve kapitalizmi istikrara kavuşturabilmektedir.
Kapitalist üretim sistemini aşırı üretim ve işsizlik sorunlarından koruyan askeri harcamalardaki yüksek seviyede sürekliliktir. Öyle ki daimi silah ekonomisinde kapitalizmdeki aşırı üretimin emilmesinde ve dolayısıyla da krizin ertelenmesi surecinde askeri harcamaların önemli rolü bulunmaktadır.
Savaş sanayisi, yatırımları teşvik ederek, istihdam yaratarak, teknolojik gelişmelere olanak vererek ve ticareti artırarak genel bir durgunluğa girişi de engellemekte ya da en azından geciktirmektedir.
Askeri harcamaların söz konusu işlevlerini de içeren militarizm, iktisadi artık sorununu çözen bir mekanizma olarak görülmektedir.
Savaşın ve savaş sanayisinin kapitalist sermaye birikimi ve kapitalizmin krizleri üzerindeki etkisinin kaynakları ve sonuçları üzerinde değişik açılardan tartışmalar yapılmış olsa da, genel olarak savaş ve savaş sanayisinin kapitalizmin sorunlarını çözmek, sermaye birikimini ve merkezileşmesini hızlandırmak açısından “olumlu” etkileri olduğu gerçeği kabul görmektedir.
Askeri harcamalar, savaş sanayi ve savaş da krizi oluşturan yani krize neden olan etkenler değil; krizin görünür kıldığı sorunların çözümlenmesinde rol oynayan etkenlerdir.
Askeri harcamalar ve savaş sanayisi sermaye birikimi, kâr oranları, aşırı üretim-aşırı birikim ve talep yaratma gibi alanlardaki etkileri bakımından kapitalizmin çeşitli sorunlarına çözüm olabilmektedir.
Savaş sadece cephelerdeki askeri kuvvetler arasında gecen bir olay değildir. Savaşın etkisinin tüm ekonomiyi, üretim ilişkilerini, sınıfsal ilişkileri etkileyecek denli geniş bir alana yayılmıştır. Bu yüzden savaş ve savaş sanayisi, toplumsal denetim mekanizmalarını güçlendirmekte, yönetici sınıfların siyasi ve ekonomik iktidarını sağlamlaştırmakta etkili olmaktadır.
Bombalamalar ya da savaşın diğer yıkıcı etkileri sonucunda yıkılan kentlerin, ulaşım ve haberleşme ağlarının, tarımsal üretimin yeniden inşası, yeni yatırım ve kâr alanları açmaktadır. Savaş sırasında yaşanan tahribatın etkisi, savaş sonrasında uluslararası tekelci sermayenin daha çok merkezileşmesini sağlamakta, aşırı birikmiş sermaye için yeni olanaklar sunmakta, yeni pazarlar açmaktadır.
Sırf bu yüzden bile savaş, dünya kapitalizminin gıdası olma özelliğini göstermektedir. 
Ayrıca, kapitalist sistem içinde askeri güç ve militarist değerlerin ideolojik kullanımıyla ülke içerisindeki sistem için tehlike yaratabilecek unsurlar baskı altında tutulabilmektedir. Öyleyse savaş, egemen sınıflar için ideolojik hegemonyanın pekiştirilmesi bakımından da güçlü bir araçtır. Milliyetçiliğin, dinsel ideolojilerin, diğer halklara ve ırklara karşı düşmanlığı güçlendiren faşist teorilerin yayılması ve toplumsal etki gücü kazanması, savaş ortamında daha da kolaylaşmaktadır. Bunu yanı sıra, özellikle savaş sanayisinde çalışan işçiler üzerinde ücret, sendikalaşma, her türden örgütlenme serbestliği, özgür tartışma ve düşünme gibi konularda da ağır baskı koşullarına gerekçe yapılabilmektedir. Basın-yayın kurumları üzerindeki baskıya ve yönlendirmeye imkân tanıyan, gerici ve faşist propagandaya meşruiyet kazandıran özellikleriyle de, genel olarak toplumun baskı altında tutulmasına yol açmaktadır. 
II. Emperyalist Savaş sonrasında faşizmin yenilmesine karşın, faşist ideolojinin birçok temel tezi savaşın olumlanması için kullanılmıştır. Savaşın, bilim ve teknolojinin gelişmesine katkıda bulunduğu, artan dünya nüfusunu dengeleyen bir rol oynadığı, “geri ülkelere uygarlın taşınmasına” hizmet ettiği gibi görüşler bugün de rahatlıkla savunulabilmektedir.
Kimi “sol” çevrelerde ise, savaşın devrimlere yol açan olumlu bir etken olduğu düşünülmekte, devrim umudu bir savaş beklentisiyle birlikte yaşayabilmektedir.
Bütün bunlara karşı, savaşın esas olarak kapitalizmin yaralarını onarmaya hizmet eden, ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak emperyalizmin koruyucu meleği olduğunu unutmamak gerekir. Emperyalizmin meleği, halkların Azrail’idir.

1990’lı yıllarda işçi eylemleri ve sendikal mücadele

1980 sonrasında işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket pek çok yönden köşe sıkıştırılmış, anti-demokratik yasalarla ezilmeye çalışılmıştır. Çıkarılan yasalar ve fiili baskıların yaşandığı yılların ardından, işçi hareketinin ve sendikal mücadelenin yeniden ivme kazanması açısından en belirgin dönem 1989 Bahar Eylemleri sonrasında yaşananlar olmuştur. 1990’lı yılların başı, dünya çapında “soğuk savaş”ın sona ererek “tek kutuplu” dünya tartışmalarının yapıldığı, Yeni Dünya Düzeni propagandası eşliğinde “Tarihin sonu” tezlerinin gündemde olduğu, “Elveda proletarya” söyleminin popüler olduğu bir dönem olarak bilinmektedir. Ancak aynı dönemde, dünyada yaşanan gelişmelere ters bir şekilde, Türkiye işçi sınıfının ana gövdesi, çoğu zaman mevcut sendikal yapıları da aşan bir şekilde, İstanbul başta olmak üzere, tüm ülkeyi sarsan yaygın ve kitlesel eylemlere girişmiştir.
1987’de başlayan 1989 Bahar Eylemleri ile hızlı bir yükselişe geçen işçi sınıfı mücadelesi, 1990’lı yılların başından itibaren bir taraftan sendikal harekette yeni bir dönemin kapılarını aralarken, diğer taraftan sermayenin giderek yoğunlaşan siyasal-ideolojik saldırısına karşı güçlü ve etkili bir yanıt olmuştur.
Türkiye işçi sınıfının 1980’li yılların bitimiyle birlikte geçmiş yılların telafisi temelinde bir “hesap sorma” mücadelesi içine girdiği bilinmektedir. 12 Eylül askeri darbesi ve ANAP Hükümetlerinin, örgütlü işçi mücadelesinin ve sendikaların sendikal yasalar aracılığıyla ve fiilen tasfiyesine dayanan bir ekonomik-toplumsal yapı yaratma girişimleri, işçi sınıfının istikrarsız, ancak zaman zaman etkili ve açık direnmeleri sonucunda başarısızlığa uğramıştır.
Kuşkusuz 1980’li yıllar boyunca sermaye güçlerinin işçi haklarına yönelik saldırılarına karşı baştan sona örgütlü ve açıktan bir direnme tablosundan bahsetmek mümkün değildir. Bu dönemde işçi hareketinin aşırı yasakçı yasal düzenlemelerle kuşatıldığı, fiili olarak ciddi anlamda baskı altında tutulduğu görülmüştür. Yıllar içinde işçi sınıfı saflarında biriken öfke patlaması, ANAP Hükümetlerinin uyguladığı özelleştirme ve diğer işçi düşmanı uygulamalara paralel olarak, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren kendisini göstermeye başlamış, ’80’li yılların sonu, ’90’lı yılların başından itibaren farklı bir yol izlemiştir. Bu noktada NETAŞ Grevi’ni özel olarak vurgulamak gerekir. Çünkü, sendika bürokrasisinin “mevcut yasalarla grev yapılamaz” gerekçesini çöpe atan ve Bahar Eylemleri de dahil olmak üzere sonraki pek çok grev, direniş ve eyleme bir anlamda ilham veren bir özellik taşır NETAŞ Grevi. TİS anlaşmazlığı nedeniyle 18 Kasım 1986 tarihinde 3150 işçi greve çıkmış, yasanın ancak 4 işçinin grev gözcüsü olarak fabrika önünde kalacağını belirtmesine karşın yüzlerce işçi fiilen grev gözcüsü olarak görev yapmış, bine yakın işçi grevde aktif olarak faaliyet yürütmüştür. 93 gün süren ve kazanımla biten grevin sermayenin dönemsel yönelimlerine indirdiği darbe, işçiler tarafından grev anında söyledikleri “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun, iki kaşın arasına taş koydun” şarkısında dile geliyordu.
Türkiye, özellikle 1990’lı yıllarda önemli kitle eylemlerine sahne olmuştur. Bu dönemde zaman, zaman da olsa, işçi sınıfının ana kitlesi eyleme geçebilmiş, hatta bu süreçte sendika bürokrasisinin devletle en çok bütünleşen, en geri kesimlerini bile harekete geçmek zorunda bırakmış olması önemlidir.
Kamu emekçileri hareketinin, Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyerek, mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde kendi sendikalarını kurmaya girişmesi, sendikal hareketin dünya çapında ciddi bir gerileme yaşandığı bir dönemde, işçi ve kamu emekçileri hareketinin kitle mücadelesi açısından ciddi bir performans göstermiş olması, 1990’lı yılları önemli kılan bir diğer özelliktir.
1990’ların bir diğer dikkat çeken özelliği, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenen kamu emekçileri hareketinin, Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyerek mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde kendi sendikalarını kurmaya girişmesidir. Sendikal hareketin dünya çapında ciddi bir gerileme yaşandığı bir dönemde, işçi ve kamu emekçileri hareketinin kitle mücadelesi acısından ciddi bir performans göstermiş olması, 1990’lı yılları önemli kılan bir diğer özelliktir.
1990’lı yıllar aynı zamanda, sayısı hızla artan sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerindeki genç işçilerin işten çıkarmalar, sendika, sigorta, sekiz saatlik iş günü mücadelesinin de canlanmaya başladığı, KİT’lerde başlatılan özelleştirme süreci ile birlikte, özelleştirme karşıtı mücadelenin yükselişe geçtiği bir dönemi ifade etmektedir.
Sendikalı işçilerin Bahar Eylemleri ile başlattığı sendikal mücadele süreci, kamu emekçilerinin, özelleştirmelere karşı mücadele eden KİT işçilerinin ve her tür haktan yoksun koşullarda çalışmaya zorlanan milyonlarca genç işçinin katılımının yolunu açan gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bir bütün olarak emek hareketinin temel bileşenlerinin ortak hareket etme iradesini gösterebildiği dönemlerde hükümetlere geri adımlar attırılabilmiş, hatta hükümetlerin devrilmesine kadar giden gelişmeler yaşanmıştır.
Türkiye’de özellikle 1989 Bahar Eylemleri’nden 1990’lı yılların sonuna kadar gelişen sendikal mücadele deneyimleri, grevler ve grev dışı işçi eylemleri, işçi sınıfının temel mücadele araçlarından birisi olan sendikalar olmadan, sayıları sürekli artan işçilerin sendikalar aracılığıyla örgütlenmeden, sınıf mücadelesinde ileriye yönelik somut adımlar atılmasının çok zor olduğunu göstermiştir.

BÜYÜK MADENCİ YÜRÜYÜŞÜ
1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bütün dünyada işçi sınıfının bittiği, “radikal demokrasi” söylemlerinin ve “yeni toplumsal hareketler”in popüler olduğu, işçi sınıfı merkezli sınıf siyasetinin küçümsendiği bir dönemde Türkiye işçi sınıfının önce Bahar Eylemleri, hemen ardından Zonguldak Madenci Yürüyüşü bütün bu iddialara meydan okurcasına sahneye çıkmıştır.
Zonguldak’taki Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Maden Tetkik ve Arama (MTA) işyerlerinde örgütlü olan Türk-İş’e bağlı Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) ile işveren arasında 48 bin işçi için sürdürülen toplusözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine sendika 30 Kasım 1990’da başlamak üzere grev kararı almıştır. Grev, 30 Kasım günü çeşitli siyasi partiler, meslek ve kitle örgütlerinin desteğiyle başlamış, Zonguldaklılar ilk gününden itibaren greve aktif bir biçimde katılmışlardır.
Hükümetin kamu açıklarını kapama gerekçesiyle kamuya ait işletmeleri özelleştirerek tasfiye etmek istemesi ve genel olarak işçi ücretleri konusundaki tutumu, Zonguldak’ta maden işçileri ile yapılan toplusözleşme uyuşmazlığının boyutlarını genişletmiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yıllardır savunduğu ekonomik politikalar ve greve karşı tutumu nedeniyle o dönem işçi eylemlerinin temel hedefi haline gelmiştir.
4 Ocak 1991’de başlayan Ankara Yürüyüşü’ne işçilerle birlikte bütün Zonguldak halkı katılmış, 100 bin kişinin katıldığı madencilerin Ankara Yürüyüşü büyük bir coşkuyla başlamıştır. Yürüyüş sırasında Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşetten “Adım, adım geliyorlar!” ifadesini kullanması, yürüyüşün ne kadar ciddi bir etki yarattığını görmek açısından önemlidir. İşçi sınıfının bu mücadeleci tutumu, sadece işçi hareketinin somut hakları bakımından dayanaklar sağlamakla kalmamış; aydınlara, gençliğe ve geniş halk kesimlerine yeni bir moral, güç ve kararlılık aşılamıştır.
4 Ocak’ta madenci yürüyüşü başladığında dönemin hükümeti o kadar çok korkmuştur ki, daha işçiler yürüyüşe başladığında Çankaya Köşkü’ne çıkan bütün yolları kapatmışlar, yürüyüş güzergahı boyunca askeri araçlarla ve iş makineleri ile yollara barikatlar kurulmuştur. Dönemin DGM savcısının yürüyüşü yönlendiren sendikacıların gözaltına alınacağını açıklaması dikkat çekicidir. Yürüyüşün sürdüğü 5 gün boyunca Türk-İş içinde yürüyüşü destekleyen mücadeleci sendikacılarla, derhal bitirilmesi için çabalayan sendika bürokratları arasında yoğun tartışmalar yaşanmış, ancak hiçbir tedbir işçilerin yürüyüşünü engelleyememiştir.
Yürüyüş boyunca geçtikleri yerlerde büyük destek alan maden işçilerinin kitlesel eyleminin etkisi bütün Türkiye’ye yayılmış ve Zonguldak Madenci Yürüyüşü ülkenin bir numaralı gündemi haline gelmiştir. Madencilere verilen toplumsal destekten çekinen ANAP Hükümeti ile yeniden görüşmeler yapılmış ve 8 Ocak’ta, Hükümet’in talepleri kabul edeceği yönündeki beklentilerle birlikte yürüyüş sona erdirilmiştir.

İŞÇİ EYLEMLERİNİN KARAKTERİ
Bahar Eylemleri, işçi sınıfının mücadelesinin 12 Eylül 1980’den sonra yaşanan bütün olumsuz gelişmeler ve baskılara rağmen, emek hareketi açısından güçlü ve etkili bir yükselişin en somut ifadesi olmuştur. Yaklaşık üç yıllık bir dönemi kapsayan bu mücadele sürecinde işçi eylemleri tek tek işyerlerinden başlayarak yaygınlaşmış, yapılan grevlerin sayısı artmış, işçiler ve kamu emekçilerinin katılımıyla ülke çapına yayılan genel eylemler, hatta genel grevlere kadar uzanan geniş bir içerik ve kapsayıcılıkla işçi eylemleri hayata geçirilmiştir.
Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin, sınıfın en geri ve örgütsüz kesimlerini de içine alarak işçi sınıfının o tarihe kadar en yaygın ve kitlesel katılımı ile gerçekleştirilmiş olması kuşkusuz tesadüf değildir. İşçi hareketini yasal olarak boğma ve etkisizleştirmekten başka bir işe yaramayan dönemin 2821-2822 sayılı sendikal yasalarına, hükümet ve patronların “düşük ücret, yüksek verimlilik” dayatmalarına rağmen işçiler hakları için eylemler yapmaktan geri durmamıştır.
İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının zorluğu, işçilerin eyleme geçerken tek meşruiyet olarak taleplerinin haklılığını görmelerini beraberinde getirmiş, bunun sonucunda, işçi eylemlerinde “yasallık” ya da “yasa dışılık” gibi kalıpların dışına çıkılması sağlanmıştır. Bu durum, kısa süre içinde işyeri temsilcilikleri üzerinden sendikaları da fiili olarak harekete geçmeye zorlamış, özellikle toplusözleşme dönemlerinde, gerçekleştirilen işçi eylemleri çoğu zaman yasal sınırları zorlayan bir biçimde hayata geçirilerek, işçiler arasında fiili anlamda mücadele ortaklığının sağlanmasını kolaylaştırmıştır.
Bahar Eylemleri sürecine sendikalı-sendikasız 1,5 milyonu aşkın işçinin katıldığı tahmin edilmektedir. Kamuda çalışan ve büyük bölümü Türk-İş’e bağlı sendikalara üye olan işçiler, diğer işçileri de peşlerinden sürüklemiş, bu süreçte eylemlerin kitleselleşmesi ve yaygınlaşmasında belirleyici olmuşlardır.
İşçiler, geçmiş deneyimlerinden hareketle, sendika bürokrasisinin grev kırıcı ve kendiliğinden başlayan işçi eylemlerini etkisizleştiren rollerini çok iyi bildiklerinden, kendi aralarında fiili olarak işyeri ve eylem komiteleri kurmuşlar, doğrudan işçilerin tepkilerini örgütleyerek dönemin sendika yönetimlerini harekete geçmeye zorlamışlardır.
Sendikal eylem kararlarının sendikaların gerçek sahipleri olan işçiler tarafından alınmaya başlamasıyla birlikte, alınan eylem kararlarının büyük bölümü bütün engelleme girişimlerine rağmen hayata geçirilmiş ve işçilerin eylem kararlarına katıldığı işyerlerinde sendika içindeki bürokratik ilişkiler büyük ölçüde işlemez hale getirilebilmiştir.
Bahar Eylemleri’nin toplumsal anlamda ciddi bir meşruiyet üzerinden yükselmesi, örgütlü ya da örgütsüz binlerce işçinin şu ya da bu biçimde bu eylemler içinde fiilen yer almasını sağlamıştır. Yapılan eylemlerin meşruluğu yasalardan değil, sınıfın kendi özgüveninden ve dinamikliğinden kaynaklanmıştır. 1989’da başlayan ve sonraki yıllarda devam eden grev dışı işçi eylemleri çeşitlenerek artmıştır.
Saç ve bıyık kesme, sakal bırakma, siyah gömlek giyme, siyah çelenk bırakma, telgraf çekme, yalınayak yürüme, açlık grevi yapma, servis araçlarına binmeme, yemek boykotu, tüketici boykotu gibi üretimi doğrudan etkilemeyen eylemlerden, toplu viziteye çıkma, işe geç başlama, vezne önünde kuyruk oluşturma, iş yavaşlatma gibi üretimi doğrudan etkiler nitelikte eylemlere kadar, miting ve hemen her gün yapılan yürüyüşlerle hayata geçirilen çok çeşitli eylem ve direnişler, işçi sınıfının günlük mücadelesinin önemli bir parçası olmuştur.
’89 Bahar Eylemleri sürecinden itibaren, işçi sınıfı mücadelesinin önündeki en ciddi engellerden birisi olan sendikal bürokrasiyi aşmak ve işçilerin taleplerini savunmak için çeşitli düzeyler ve biçimlerde yerel sendikal platformlar kurulmuştur. Konfederasyon ve sendika merkezlerinin dışında, bizzat mücadeleci işçi sendika şubelerinin inisiyatifi ile kurulan bu platformlarda yer alan sendikacılar ve işçi temsilcileri, sendikal mücadeleyi, yerel sendikal platformlar üzerinden ayakları üzerine dikerek, sendika yönetimlerini ve konfederasyonları ciddi anlamda harekete geçmeye zorlamışlardır. Özellikle 2000’li yıllara kadar etkili bir işlev gören İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin dört bir yanında yerel düzeyde birleşik mücadelenin ilerletilmesi açısından örnek bir yerel sendikal platform olarak dikkat çekmiştir.
İşçi sınıfı mücadelesi içinde defalarca karşılaşıldığı gibi, 1989 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki eylemlerin kitleselleşerek yaygınlaşmasında belirleyici olan, işçilerin ağırlıklı olarak ekonomik talepleri olmuştur. Başlangıçta ekonomik taleplerle başlayan mücadele, bir süre sonra politik taleplerin de duyulduğu, dönemin siyasi iktidarını hedef alan bir hareketlenmeye dönüşmüştür. Örneğin ’89 Bahar Eylemleri dönemin ANAP Hükümeti’ne ciddi bir darbe vurmuş, 1989 Mart’ındaki yerel seçimlerde ANAP’ın oyları belirgin bir şekilde azalmış, 1991’de yapılan genel seçimler ise ANAP Hükümeti’nin sonu olmuştur.

İŞÇİ HAREKETİ VE GREVLER
1990’lı yıllar boyunca, Türkiye işçi sınıfının istikrarsız da olsa, ciddi bir kitlesellikle eylemlere başvurduğu, sınıfın ana kitlesinin hareketlendiği bir sendikal eylem döneminin yaşandığını söylemek mümkündür. Bu dönemde yapılan sendikal eylemler, geçmiş dönemlerden farklı olarak, sadece sendikalarda örgütlü işçilerin eylemleriyle sınırlı kalmamış, sayıları hızla artan sanayi sitelerinde çalışan işçilerin de içinde bulunduğu farklı işçi kesimleri de, sınırlı da olsa çeşitli eylemlerle hak alma mücadelesine katılmıştır.
1990 yılında 200 bini aşkın işçinin, metal, tekstil, gıda, kâğıt, petro-kimya ve maden işkollarında greve çıktığı bilinmektedir. İşçi sınıfının kendi inisiyatifi ile başlatıp geliştirdiği eylemler sayesinde sendikal bürokrasinin, hükümet ve patronların işçileri bölme oyunları ve karşılarına çıkardığı engeller aşılabilmiştir. Bahar Eylemleri ile başlayan bu sürecin somut bir sonucu olarak, 1990’lı yılların başında Türk-İş’e bağlı sendikaların yönetiminde önemli kadro değişiklikleri meydana gelmiştir. Bu dönemde 900’e yakın sendikacı, işçilerin aşağıdan başlayan mücadelesine ve basıncına daha fazla dayanamamış ve yerlerini daha muhalif sendikacılara bırakmak zorunda kalmış, Türk-İş’e bağlı 35 sendikanın yarıya yakınında yönetim değişiklikleri yaşanmıştır.
1991 sonrasında işçi eylemleri, kimi zaman toplu sözleşmelerle bağlantılı, kimi zaman özelleştirme uygulamalarını engelleme amaçlı, kimi zaman da daha küçük kapsamlı işçi kıyımlarına karşı ve sendikalaşma amaçlı olarak yaşanmıştır. Özellikle kamu işçilerinin toplusözleşme görüşmeleri gündeme geldiğinde, sayıları yüz binlerle ifade edilen büyük işçi kitleleri, Türkiye çapında ve Ankara merkezli olarak büyük kitle gösterileri yapmıştır.
1991 yılı “3 Ocak Genel Eylemi” ile başlamış, Zonguldak madenlerindeki grev ile sürmüştür. Toplu pazarlık görüşmelerindeki tıkanıklığı aşmak için, Türk-İş merkezi bir kararla, 3 Ocak’ta yurt çapında “üretimden gelen gücü kullanmak” amacıyla işe gitmeme kararı almıştır. Bir günlük olarak planlanan bu eylemin etkisi büyük olmuştur. Genel Eylem kararı, halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyen belediye hizmetleri, sağlık, eğitim, ulaşım alanları ile enerji, bankacılık ve haberleşme alanlarında etkisini hissettirmiş ve etkili olmuştur.
1990 yılında olduğu gibi 1991 yılında da, hem kamu kesiminde hem özel kesimde grev eğilimi sürmüştür. Kamu kesiminde greve katılım belirgin bir şekilde artarken, özel sektörde yapılan grev sayısında bir düşüş meydana gelmesine rağmen grev başına katılım sayısında bir artış yaşanmıştır. Daha öncesinde olduğu gibi, 1991 yılında da grevler yoğun olarak işçilerin grev dışı eylemleri ile desteklenmiş, toplu pazarlık dönemlerinde işçiler pasif eylemler yapmayı sürdürmüşlerdir.
Türkiye’de, 1995 yılı ile birlikte, hem işyeri, hem de katılan işçi sayısı açısından tüm zamanların en büyük grevleri gerçekleştirilmiştir. IMF’nin direktifler doğrultusunda hareket eden dönemin hükümeti işçi ücretlerine zam yapmamayı hedeflemiştir.
Dönemin hükümeti, ekonomik kriz gerekçesiyle “sıfır zam” kararını medyanın da desteğini arkasına alarak işçilere kabul ettirmeye çalışmıştır. Türk-İş ile hükümet arasındaki toplu pazarlık süreci, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in sendikalar için söylediği “mutlu azınlık”, “kan içiciler” gibi suçlamalarının ardından doruğa çıkmıştır. Başbakan’ın işçileri hedef alan sözleri üzerinde Türk-İş, bini aşkın sendika yöneticisi ile Ankara’da toplanarak oybirliği ile eylem kararı almış ve 5 Ağustos 1995’te Ankara’da büyük bir miting gerçekleştirmiştir.
1990’ların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfı hareketinin ikinci unsuru özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması gibi bütün bir sınıfa yönelik saldırılara karşı mücadeleler dönemi olmuştur. İşçiler, zaman zaman işyerini terk etmemeye, hatta “işgal etmeye” varan eylemlere başvurmuştur.
1980 sonrasında yaşanan grevlerin yaklaşık yüzde 70’i 1990’lı yıllarda meydana gelmiştir. Toplam grev sayısı içinde kamu kesiminin payının düşük olmasına rağmen, greve katılan işçi ve grevde kaybolan işgünü sayısı dikkate alındığında, kamunun payı daha yüksektir. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, metal, petrol-kimya ve lastik ile çimento-toprak ve cam işkolları grev eğiliminin yüksek olduğu iş kolları olarak dikkat çekmiştir. Dış pazarlara dönük üretim yapan sektörlerde grev eğilimi düşükken, iç pazara yönelik üretim yapan sektörlerde grev eğilimi daha yüksek olmuştur. Dönem boyunca alınan her dört grev kararından sadece birisi uygulanmıştır. Bütün grevler hayata geçirilememiş, dönem dönem “grev ertelemesi” uygulaması nedeniyle yasal grevlerin fiilen yasaklandığı görülmüştür.
İşçi sınıfı ve sendikal hareketin en kitlesel, en yaygın eylemleri ve grevleri 1990’lı yılların ortalarında gerçekleşmiştir. Sadece 1995 yılında yaşanan grevler bunun en açık göstergesidir. Bu dönemde işçiler ve kamu emekçileri, örgütlü güçleri ve yaptıkları kitlesel eylemlerle hem sermaye hükümetleri üzerinde baskı oluşturmuş, hem de ülke siyasetinin gündemine yerleşmiştir. Ancak, işçi sınıfı ve sendikal hareketin  başta toplu sözleşme talepleri olmak üzere çok sayıda talebin dönemin hükümetine kabul ettirilmesi mümkün olmamıştır. Bu durumun temel nedeni, mücadelenin toplu sözleşmelerle istenen ekonomik taleplerle sınırlı kalması; sadece sendikalı işçileri kapsaması, nesnel koşullar uygun olmasına rağmen birleşik bir sınıf hareketinin yaratılamamasıdır.
İşçiler; özelleştirmenin, düşük ücret dayatmasının, sosyal güvencesizliğin, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, tarım ve hayvancılığın çökertilmesinin hep aynı merkezlerden; arkasına uluslararası sermayeyi alan IMF, hükümetler ve büyük patronlar tarafından belirlendiğini ve uygulandığını içine girdikleri eylemlilik süreci içinde daha net olarak görmüşlerdir. Türkiye işçi sınıfının ileri kesimi; bu dönemde sadece Türkiyeli emekçilerle de değil, Yunanistan’dan Amerika’ya, Güney Kore’den Latin Amerika’ya kadar bütün dünyanın işçileriyle aynı talepler için mücadele ettiğinin de farkına varmaya başlamıştır.
Türkiye’de işçi ve sendika hareketinin geniş kesimi bakımından, siyasal alanda kendilerine güven veren, somut çözümün ne olduğu konusunda yeterli açıklığa kavuşmalarını sağlayacak koşullar 1990’lı yıllar içinde gittikçe belirginleşmeye başlamış, bu dönemde sendikal hareketin giderek genişleyen bir kesiminin siyasal arayışları artarak devam etmiştir.
Bu dönemde gerçekleştirilen işçi eylemleri üzerinden özellikle genç işçi kuşakları arasında küçümsenemeyecek bir birikim ve deneyim kazanmış bir işçi kesimi oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde kamu işçileri ağırlıklı olarak gelişen işçi hareketi, Türkiye’nin çeşitli illerinde sendika, sigorta, 8 saat işgünü talepleriyle yapılan işçi eylemlerine de sahne olmuştur. Örneğin Gaziantep Ünaldı’da sigortasız çalışmaya mahkum edilen binlerce dokuma işçisinin sigorta ve insanca yaşayacak ücret mücadelesi, o dönem sendikalı işçilerin eylemleri arasında kendisine yer edinmiş ve ülke gündemine girmeyi başarmıştır.
1990’lı yıllarda kamu emekçilerinin bütün yasal ve idari baskılara rağmen kendi sendikalarını kurması ve “fiili-meşru mücadele” anlayışıyla o dönem yüzde 20-25’lik bir kesimi fiilen kurdukları sendikalarda örgütlemiş olmaları önemlidir. Bu dönemde işçi hareketi, kamu emekçilerinin yükselen sendikal hak ve özgürlükler mücadelesiyle birlikte, geçmiş yıllarda bulunmayan çok önemli bir müttefik kazanmıştır.

KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKAL HAREKETİ
1980’li yılların son çeyreğinde başlayan ve 1989 Bahar Eylemleri ile doruk noktasına ulaşan kamu işçilerinin eylemlerine paralel olarak, önce eğitim emekçileri ile başlayan, ardından hızla diğer alanlara yayılan kamu emekçileri hareketi önemli bir çıkış gerçekleştirmiştir.
1990’lı yıllar, acil ve somut talepleri üzerinden binlerce kamu emekçisinin mücadeleye çekildiği, ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için alanlara çıktığı ve siyasi iktidarla karşı karşıya geldiği bir dönem olması açısından ayrıca önemlidir. Bu dönemde kamu emekçileri fiilen işyerlerinden başlayarak örgütlenmeye başlamışlar ve daha sonra KESK’i oluşturacak olan işkolu sendikalarını kurmaya yönelmişlerdir.
Kamu emekçileri sendikaları kurma ve yaşatma yılı olarak bilinen 1990-91 yılları arasında sendikalar ilk baskılarla karşılaşmaya başlamıştır. Bu dönemlerde sendikaların tümü hakkında kapatma davaları açılmış, bazı yöneticiler geçici sürelerle görevden uzaklaştırılmış ve sendikalar mühürlenmiştir. Baskılar sonucunda sendikalar bir yandan hukuksal alanda girişimlerini sürdürürken, diğer yandan fili ve meşru temelde mücadelelerine devam etmiş, o güne kadar “kapı kulu” olarak görülen kamu emekçileri sendikalarına vurulan mühürleri birer birer sökerek “fiili sendikacılık” fikrine uygun bir tutum sergilemiştir. Devletin mührünü sökmek ciddi bir suç olmasına rağmen, kamu emekçileri hareketinin dayandığı toplumsal meşruiyet, o dönem gündeme gelen soruşturma, sürgün ve cezaların fiilen işlevsiz hale gelmesini sağlamıştır.
Kamu emekçileri, yüz yıllık mücadele deneyimlerine dayanarak, hiçbir makamdan icazet almadan tek tek işyerlerinde fiilen sendikalarını kurmuştur. Bahar Eylemleri’yle birlikte mücadelelerini işçi sınıfı ile dayanışma içinde, omuz omuza veren kamu emekçileri, sınıf mücadelesi içinde yürüttüğü fiili-meşru mücadele anlayışı ile 1990’lı yıllarda sendikal hareket içinde saygı durulan bir yer edinmiştir.
Kamu emekçileri, sendikalarını kurmadan önce Kamu Çalışanları Platformu’nu (KÇP) oluşturmuş, sendikalar kurulduktan sonra, aralarındaki koordinasyon ve güç birliğini sağlamak amacıyla Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) kurulmuştur. KÇSP öncülüğünde geniş katılımlı çok sayıda iş bırakma eylemi, kitlesel ve yaygın basın açıklamaları ve Ankara yürüyüşleri yapılmıştır.
8 Aralık 1995 yılında KESK’in kurulmasının ardından emek hareketi içinde kamu emekçilerinin ağırlığı artmaya başlamıştır. Eğitim Sen başta olmak üzere, KESK’e bağlı sendikaların hem kendi işkollarına yönelik hem de genel ülke sorunlarına yönelik olarak yapmış olduğu eylem ve etkinlikler kamu emekçileri sendikaları hareketinin kitlesel ve coşkulu eylemler yapmasını beraberinde getirmiştir.
KESK ve bağlı sendikalar, 1990’lardan itibaren başta grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı olmak üzere, kamu emekçilerinin ekonomik, sosyal, demokratik ve siyasal taleplerinin savunucusu olmuştur. KESK ve bağlı sendikalar, bu dönemde ekonomik-sosyal sorunlar kadar ülke sorunları, demokratikleşme, düşünce ve ifade özgürlüğü, Kürt sorunu vb gibi, çoğu sendikanın tartışmaktan bile geri durduğu konularda ileri atılmış, hatta bu özelliği nedeniyle pek çok kez hedef haline getirilmiştir. 1990’lı yıllarda bütün dünyada sendikalar üye ve itibar kaybederken KESK’in Türkiye’nin kendine özgü koşullarında doğup gelişen mücadeleci bir sendika merkezi olarak ortaya çıkmış olması önemlidir.

SONSÖZ
Türkiye işçi sınıfı, son 30 yıl içinde bütün tarihinde görülenden çok daha kitlesel, çok daha radikal ve siyaset yapmaya elverişli taleplerle harekete geçmiştir. Ama şu da bir gerçektir ki, bütün bu eylemlerde, 1989-1991 ve 1994-1996 yılları arasındaki eylemleri bir yana bırakırsak, belirli bir istikrarın yakalanamamış olduğu görülmektedir. Zaman zaman alevlenip kitleselleşen eylemler yaşanırken, hemen ardından uzun sessizlik dönemlerine girildiği görülmüştür.
1989 Bahar Eylemleri ve sonrasında yaşanan işçi eylemleri içinde genç bir sendikacı kuşağı ortaya çıkmış; bu kuşak 1992 ve 1994’te olmak üzere iki kez tırpanlanmıştır. İleri işçiler ve mücadeleci sendikacılar, her dönem olduğu gibi, kitlesel işten çıkarmaların başlıca hedefi olmuş, sendika bürokrasisi tarafından işçi mücadelesi üzeriden geldikleri sendika yönetimlerinden çeşitli müdahalelerle tasfiye edilmeye çalışılmıştır.
Sendikal bürokrasinin bütün girişimlere rağmen, geçmiş dönemin mücadele deneyimlerini kendilerinden sonraki kuşaklara taşımakta kararlı olan 1990’lı yılların ileri işçi kuşağı ve az sayıda mücadeleci sendikacılar sınıf hareketinin önünde yer alarak mevcut konumlarını 1990’lı yılların sonuna kadar koruyabilmiştir. Özellikle mücadelenin kabardığı dönemlerde mücadeleci, ileri işçileri ve sendikacıları çıkaran bu kuşak, sendikal hareketin içinde önemli bir rol oynamış, kimi zaman şube yönetimleri üzerinden, kimi zaman işyeri temsilcilikleri üzerinden işçilerin mücadele enerjisinin canlı tutulmasında etkili olmuştur.
2000’li yıllarda çok daha belirgin bir şekilde görüleceği gibi, 1990’lı yılların sonunda her sendikal eylem, ne kadar büyük ve kitlesel olursa olsun, sendikal hareketin belli bir mücadele stratejisinin olmamasının kaçınılmaz bir sonucu olarak adeta kendi başına bir amaç olarak ortaya çıkıp sonra birden bire bitebilmiştir.
İşçi ve sendika hareketinde asıl olarak eknomik taleplerle sınırlılığın ürünü olarak ortaya çıkan istikrarsızlık, mücadelenin sürekliliğinin olmaması, sonraki yıllarda sınıfın kitlesel olarak yeni ögelerinin öne çıkmasını zorlaştırmış, sadece işçi sınıfı açısından değil, kamu emekçileri açısından da mücadelesinin birleşik bir karakter kazanarak genişlemesini ve güçlenmesini büyük ölçüde engellemiştir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑