12 yıldır ülke yönetiminde olan, kendi tanımlamasıyla “muhafazakar demokrat, Müslüman ve milliyetçi“ bir parti ve hükümetinin bu süre içinde izleyip uyguladığı politikaların genel içeriği ve özellikleri dergimizin daha önce yayımlanan çeşitli sayılarında yer alan değişik makalelerde irdelendi. Bu makalede ise, hükümet ve partisinin “akçeli işler” ile “iman ve ahlak” anlayışı arasındaki bağı, aktüel gelişmelerden hareketle irdelemeye çalışacağız.
Kapitalist çıkar savunusunu dini ideolojiye dayalı inançlarla besleyip yığınların yedeklenmesi üzerinden iktidar sürdürmeye çalışmak, sağ gerici-faşist parti ve hükümetlerin belirgin bir özelliğidir. AKP Hükümeti, bu alanda, öncellerini geride bırakacak bir pratik sergiledi. Dini ideolojiyi çıkarları için kullandı ve toplum yaşamına etkisini artırmaya yöneldi. Yöneticileri, mal-mülk hırsları ve mali-parasal iş ve ilişkilerini güçlü imanlarıyla dini söyleme sarılarak gizlemeye çalıştılar. “Yaradılanı severiz yaradandan ötürü”; “yetim hakkına, kul hakkına el uzatmaz, yedirmeyiz!” söylemi, ülke zenginliklerini yağmalamanın örtüsü olarak kullandı. Hazine arazileri tapulanıp, üzerlerine villalar yapıldı. Yandaş sermayedarları güçlendirmek üzere hükümet ve devlet olanakları seferber edildi. Kamu işletmeleri peşkeş çekildi, vergi ve kredi kolaylıkları sağlandı. Özelleştirmelerle onlarca milyar dolarlık kaynak yaratılarak, lüks tüketim araçları dahil her olanak “har vurup harman savurur” şekilde pay edildi. Gazete ve televizyon kanallarının yandaş kapitalist gruplarca alımı için iç ve dış sermaye desteği sağlandı. Karşılığı rüşvet olarak alındı. Milyarlarca dolarlık rüşvet alınıp yolsuzluk yapıldığı savcılık fezlekeleriyle açıklık kazandı. Bu “hak, adalet ve ahlak anlayışı” ve “ahlak felsefesi”nin duvar çivisi ise, AKP’nin çeşitli düzeylerdeki temsilci ve yöneticilerinin Başbakan’ı “ululama” söylemleri; “İkinci Peygamber”; hatta “Allah’ın tüm vasıflarını üstünde toplamış” bir lider olarak zuhur ettiği(!) vaazları oldu. Akçeli işlerle “iman işleri”nin bu kapitalist bulamacı, iktidar partisi ve hükümetinin –ve onun temsil ettiği burjuvazinin– “ahlak ve adalet”inin bağlandığı dünya görüşü ve yaşam “felsefesi”, çok sayıdaki olay ve gelişme ile böylece daha belirgin hale geldi.
Burada, bu anlayış ve “felsefe”sini sergilemek üzere, önce iktidar partisinin mali-parasal çıkarlara tapınç düzeyindeki bağlılığını sergileyen ve iki aydır basında yer alan güncel bazı gelişmeler üzerinde duracak ve sonra da yazının ikinci bölümünde, aktüel politik gelişmelere ve hükümetin dinsel ideolojiyi toplumsal yaşamın belirleyici ögelerinden biri haline getirme çabalarına bağlanan ‘ahlaki-kültürel’ yaklaşımları, hükümet ve partisinin başını çektiği ve eteklerine yamanmış çanak yalayıcı takımının cüretle yaygınlaştırılmasına çalıştıkları, “iyiliğin, merhametin, yardımseverliğin, yurtseverliğin, ahlaklılığın” kendilerinin mülkü olduğu şeklindeki ikiyüzlülük ile, bu kavramlarca içerilen ‘değerler’in belirleyici ilişki ve koşullarını ve tarihsel değişime bağlanan değişimi üzerinde duracağız.
I-a) GÜNCEL OLAYLARIN TANIKLIĞINDA PARASAL “İMAN”!
“Ahlaksızlık”, “yolsuzluk ve rüşvet” sözcükleri iki ayı aşkın süredir, denebilir ki, üzerine en fazla söz edilen bir konunun başlıca kavramsal ifadesini oluşturdular. 17 Aralık 2013 sabahı erken saatlerde Tayyip Erdoğan’ın İçişleri, İmar ve Ekonomi Bakanlarının oğulları, Halk Bankası Genel Müdürü, bir AKP’li belediye başkanı, bunlara milyar dolar tutarında rüşvet verdiği belirtilen Azeri kökenli bir “işadamı”, hükümet desteğindeki bazı büyük müteahhitler, danışmanlar, özel kalem müdürü gibi çok sayıda rant ve kara para tüccarı ve paylaşımcısını kapsayan ‘yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ yapıldı. Gazetelerde tefrika edilen belgelere göre, altın ve kara para tüccarı Reza Zarrab’ın ve Erdoğan Hükümeti’nin dört bakanı ile çocuklarının merkezinde bulundukları kapsamlı rüşvet ve yolsuzluk olayları, bazı belediye yetkilileri, çeşitli bürokratlar, banka müdürlerinin de karıştığı geniş bir çevreye yayılmıştı. Bilal Erdoğan aracılığıyla Erdoğan ailesi de işlerin içinde idi! 700 bin liralık kol saati, toplamda 63,5 milyon dolarlık rüşvet, arazi yağmaları, usulsüz yapılanma ruhsatları söz konusuydu. Hükümet üyelerine ve çevre ilişkilerine ‘suçüstü operasyonu’ydu bu.
18 Aralık 2013 sabahı, Başbakan T. Erdoğan’ın başlattığı karşı harekatta “görevi kötüye kullandıkları” iddiasıyla “emniyet örgütü” içinde, süreç içinde 6 bini bulan müdür, üst yönetici, istihbaratçı, karakol ve çevik kuvvet polisinin görev yerleri değiştirildi. Bunları, soruşturmayı başlatan savcılara yönelik operasyon izledi. Erdoğan, “elimde olsa HSYK’nın hesabını kendim sorarım” diyerek, kuruma yönelik değiştirme hamlelerini başlattı. “Kuvvetler ayrılığı” komedisine tümüyle son verip tüm yetkileri ve tüm kurumları Başbakan’ın emri altında-tek elde birleştirmek üzere hazırlıklar yoğunlaştırıldı. Soruşturma savcıları görevden alınıp, yerine atanan hükümet savcısı, “şüphelilerin dosyalarında suç işlediklerine dair bilgi olmadığı”(!) gerekçesiyle mal varlıkları üzerindeki “tedbir”in ve yurtdışı çıkış yasaklarının kaldırılmasına hükmedilmesini istedi.
Ne var ki, patlayan “kirli çıkın” yama tutmaz durumdaydı. Erdoğan başta olmak üzere hükümet yöneticiliği sorumluluğu taşıyanların adlarının karıştığı belgeli-ses kayıtlı rüşvet, yolsuzluk tehdit, işten attırma vb. haberleri birbiri ardına internet sitelerinde, televizyon kanallarında ve gazete sayfalarında yayınlanmaya devam etti. Hak-hukuk, yasa, adalet, ahlak, edep vb. kavramları muhaliflerini susturmak üzere suçlayıcı bir ton ve içerikte kullanan Başbakan’ın adı, ruhsatsız arazilere ruhsat karşılığı arsa payından, İzmir Urla’da 1. Dereceden SİT alanı olan bir arazinin ailesine yazlık villa yapılmasına uygun hale getirilmesi amacıyla 3. Dereceden SİT alanına çevrilmesi için baskı yapmaya ve üniversitelerden para zoruyla satın alınmış “bilirkişi” üyelerinin cebini doldurmaya kadar bir dizi iddianın içindeydi. Başbakan sıfatıyla Erdoğan’ın, Konsensus Araştırma Şirketi’nin Habertürk için yaptığı bir seçim anketinin yayınını değiştirmek için, Habertürk Televizyonu Yönetim Kurulu Başkanvekili Mehmet Fatih Saraç ve Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’ya; oğlu Bilal Erdoğan aracıyla talimat gönderdiği; söz konu haber kanalı ve yönetim sorumlularının da buna uygun manipülasyonu gerçekleştirdikleri, gazete ve televizyon haberlerinde yer aldı. MHP Genel Başkanı’nın konuşmasını veren kanal sorumlularını arayarak, yayının durdurulmasını istediğini gösteren ses kaydı internet sitelerinde yayımlandı. Radikal gazetesinde yayımlanan ses kaydı deşifresine göre, Habertürk Yayın Grubu Yönetim Kurulu üyesi Fatih Saraç’ı telefonla arayan Erdoğan, “Fatih, sen izliyor musun şu andaki basın açıklamasını? Fatih, siz ne yaptığınızın farkında değilsiniz ya” diyor.. Saraç’ın, bütün partilerin grup toplantılarını yayınladıkları yönündeki yanıtına da, “Olur mu canım? Mecbur musunuz böyle bir şeyi vermeye? Bu ne biçim iş ya! Vay anasını ya” şeklinde öfkeyle karşılık veriyordu. Saraç, hemen ardından, Erdoğan’a “Anlaşıldı efendim. Hemen kestiriyorum. Özür dilerim” diyerek, kanalı arayıp yayını durduruyor; ardından da Bilal Erdoğan’ı arayarak babasına yayını durdurduğunu, tekrar özür dilediğini iletmesini istiyor ve “Büyüğümüz üzülmesin. O üzülünce ben üzülüyorum” diyordu. Erdoğan’ın, yine Habertürk gazetesinde yayımlanan “Bu mu sağlıkta çağ atladığı iddiasında olan Türkiye” başlıklı haber nedeniyle, haberin yapılmasında adı geçen üç gazetecinin işten atılmasını sağladığı, bir diğer gazete haberi oldu. Azeri kökenli gazeteci Zeynalov, Hükümet’i eleştirdiği için, ailesiyle birlikte sınır dışı edildi. 9 Şubat 2014 günü, Başbakan kameralar karşışına çıkmış, “İnternet kalkmıyor, sınırlanıyor. Bu ahlaksızlıklar, yolsuzluklar devam mı etsin?… edepsizce sokağa çıkıyorlar. Allah ıslah etsin diyorum, başka da bir şey demiyorum.” diye bağırıyordu. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarını yayımlayan ve “görünmez kılıp unutturma” yönündeki Hükümet politikalarını deşifre eden gazetecilerle politikacıları “vatana ihanet”le suçluyor, kürsülerden sansürü savunuyordu. Gazetelerde ise, gazeteciler, birbirleri ardına kendilerine yönelik tehdit ve baskıları sergiliyorlardı. 10 Şubat akşamı, televizyon programına katılan Fatih Altaylı, program yapımcısı C. Özdemir’in sorusu üzerine “Bu baskılar hep var oldu” yanıtıyla Erdoğan ve Hükümet’inin gazete ve televizyonlarda kendilerine karşı program yapılması ve yazı yazılmasını engellemek için yaptıkları baskıyı ve kendilerinin nasıl kullanıldıklarını itiraf etti. Aynı gün, Başbakan başdanışmanı ve milletvekili Yalçın Akdoğan’ın “Biz Meclis TV’nin yayınını kesiyoruz, kimse izlemesin diye, siz ama yayını veriyorsunuz” diyerek, kanal yetkililerini azarlamasına ait ses kaydı da yayımlandı.
Daha onlarca örnek sıralanabilir; ama biz, çarpıcı iki örnekle yetinelim. Başbakan’ın ATV-Sabah Gazetesi grubunun satın alınması için topladığı yandaş patronlara “fon” oluşturup 630 milyon dolar toplattığı, karşılığında ise aynı kapitalist şirketlere 87 milyar dolarlık ihale verildiği gazetelere haber oldu. İkinci örnek, doğrudan Erdoğan ailesiyle ilgili: Erdoğan’ın başında bulunduğu Hükümet, 2004 yılında elmas, pırlanta, yakut, zümrüt, topaz, safir, zebercet, inci gibi değerli taşların KDV’sini yüzde 18’den sıfıra indirdi. Bilal ve Sema Erdoğan çiftinin değerli taş ve altın ticareti yapan bir şirkete ortak oldukları ve ticaret sicilini gizleyerek bu alana yatırım yaptıkları 2009’da açığa çıktı. Pırlanta, elmas ve inci gibi değerli taşlardan alınan KDV’nin kaldırılmasının nedeni Erdoğan ailesinin bu alana el atmış, ticaretini yapmaya başlamış olmasıydı.
Devlet ve hükümet olanaklarını kullanarak ülke kaynaklarının ve üretilen “değerler”in yağmalanmasından aldıkları payı büyütme “ahlakı”na “ahlak” üzerine söylevin eşlik etmesi de bir ahlak ve adalet anlayışı idi. 3 Kasım 2013 Ankara Kızılcahamam Parti toplantısında Erdoğan “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak” açıklaması yaptı. “Sorun” toplumun “ahlaki değerleri” çerçevesinde izaha çalışılıyor ve hatta yurttaşlara, “kızının bir erkekle aynı evde kalmasını istermisin?” şantajıyla kitle desteği sağlanmak isteniyordu. Yine Erdoğan’a göre, Batı’nın ilmi-sanatı değil, “değerlerimize ters düşen ahlaksızlıkları” alınmaktaydı! AKP’li Meclis Başkanı C. Çiçek’e göre de, kadın-erkek ilişkilerinde “flört” diye tabir edilen tanışma, birbirini anlamaya çalışma durumları dahi “fahişelikten farksız” idi! Laisizmin “ahlaksızlık ve din düşmanlığı”; “içki ve fuhuş özgürlüğü” olduğu ima ediliyor, “ateizm” terör eylemleriyle ilişkilendiriliyordu.
Açıklamalar, tartışmanın daha geniş kesimlere yayılmasına yol açtı. Hukukçular ve kimi gazeteciler ile politikacılar, bunun kişi hak-hürriyetlerine müdahale anlamı taşıdığını ve yasal dayanağının da bulunmadığını belirtince, İçişleri Bakanı “bir yolunu buluruz” diyerek, hükümetin “kararlılığı”nı ortaya koydu! Bakan’ın, kendisi ve oğlu etrafında dönen rüşvet iddiaları üzerine istifa etmek zorunda kalmadan önce, yayımladığı bir genelge ile öğrenci ve öğretmenlerin fişlenmesini sağladığı sonraki günlerde açıklık kazandı.
I-b) KARŞI HAREKATIN AHLAKI: BASKI, ŞANTAJ VE YALAN
İktidar sözcülerine göre, “ahlaklı olma”nın yolu “İslami ve milli değerlere bağlanma”dan geçiyordu! Dindar nesiller yetiştirilecek, “ortak değer”lere, “Milli ve İslamı Ahlak”a bağlılık güçlendirilecekti! 4.5 milyon doların banka müdürünün evindeki ayakkabı kutularında gizlenmiş olmasını dahi soruşturulacak bir durum olarak görmeyip, yolsuzluk ve rüşvet olaylarının soruşturulmasını kendi Hükümeti ve partisine karşı, özellikle de kendi şahsına karşı “dış güçlerle irtibatlı komplo ve darbe girişimi” olarak niteleyip, yargı ve polis örgütünde geniş kapsamlı görevden alma, görev yerini değiştirme operasyonuna baş vuran Başbakan ve Hükümeti ile partisinin “ahlakı”, amaç için her şey mübah anlayışı ve “ahlakı” idi. “Kul hakkı yenmez” söyleminin AKP ve yöneticilerinin Makyavelist ahlakı ve politikalarındaki karşılığı, iktidar gücü ve olanakları kullanılarak ülke zenginliklerinin uluslararası sermaye ile birlikte yağmalanmasıydı. Tayyip Erdoğan, hükümetinin “başı” olarak, “ şu kadar yatırım yapan ve şu kadar ihracat gerçekleştiren bir ülkede yolsuzluk olur mu?” mealinde konuşur ve sorarken, iktisadi yasaların cahili olmasını sergilemekle kalmıyor; kitlelerin yanıltılması amaçlı kara propagandanın militanlığını da yapıyordu. Rüşvet ve yolsuzluğu “mübah” gören “İslami fetva”lar üzerine tartışmalar haftalar boyunca gazetelerde devam etti. Başbakan, yolsuzluk ve rüşveti, “devletin kasası soyuluyor mu, soyulmuyor mu?” koşuluna bağlıyordu. Ona göre, Halk Bankası Müdürü’nün evindeki ayakkabı kutuları içerisinde ele geçirilen 4.5 milyon dolar “Halk Bankası’ndan alınan para değil”di ve aynı bankanın kasasından çalınmadığı/aşırılmadığı ve fakat müteahhitlerden ya da başka kaynaklardan alınan komisyon vb. olduğu için rüşvet-yolsuzluk kapsamına girmezdi! Bu anlayış, İslami ideoloji kaynaklı “gavur malı ganimet” ve amaç için her yol “mübah” düsturuyla uyumluydu!
Yasaların “herkes için geçerli olduğu” söyleminin, iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıf temsilcileri için geçersizliği, rüşvet ve yolsuzluk soruşturması yapan savcılar ile operasyona katılan polislerin hükümet operasyonuyla görevden alınmaları; Suriye’deki terörist çetelere silah taşıyan TIR’ların aranmasının engellenmesi ile yeniden ve alenen ilan edildi. Karşı harekatın gücü, devletin merkezi-otoriter gücünde; bu gücün hükümet eliyle kullanılması olanağında yatıyordu. Tamamlayanı ise, dini ideoloji, söylem ve uygulamalar üzerinden sağlanmış yedeklenmişlik durumu idi. Baskı ve yalan, başlıca araçlar olarak, yoğun şekilde kullanıldı.
Bu ve benzeri onlarca uygulama “hak, hukuk, adalet, dürüstlük, ahlak” üzerine soyut söylemin somut karşılığını oluşturuyorlardı. Dünya nimetlerini mülk edinme hırsıyla Karun’laşanlar, dini ideolojinin kitlesel etkisini kullanarak Erdoğan’dan bir “kutsal Peder” çıkarmayı da ihmal etmediler.
Kutsamalar, iktidar gücü etkisini ve etkinliğini sağlamlaştırıp yaydıkça daha da pervasızlaştı. AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin? “Gelen arkadaşlarla birlikte sayın Başbakanımızla 5 dakikalığına bile olsa sohbet etmek imkanı bulduk. Arkadaşlarım sayın Başbakanımıza yakınen sorular sordular, elini sıktılar. Sayın Başbakanımıza dokunmak bile, inanın, bence ibadettir. Ben bunu söylüyorum.” demişti. AKP Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser, partisinin merkez ilçe kongresinden önce başkan adaylarından Hakkı Aslan’ın düzenlediği ve binin üzerinde kişinin bulunduğu yemek sırasında yaptığı konuşmada, Tayyip Erdoğan’ı “adeta ikinci peygamber” olarak ilan etti. Burada da kalınmadı: Düzce Milletvekili Fevai Aslan, övgüyü, “Bugün Türkiye’de Allahu Teala’nın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var”a kadar ilerletti. Devreye Van Milletvekili ve “sözcü” Hüseyin Çelik girdi. Şöyle diyordu: “Düzce Mv.miz Sn. Fevai Aslan’ın bir konuşmasında, dil sürçmesiyle söylediği bazı sözler, fazlasıyla istismar edilmektedir. İşin aslı şudur: Sn. Fevai Arslan’la görüştüm. Sn. Başbakan’la ilgili olarak “Allah’ın hoşnut olduğu vasıfları taşıyan lider” nitelemesi yapmak istemiş. Aksi takdirde “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” nitelemesini kimin için yaparsanız yapın bu kişiyi KÜFRE götürür. Bırakın İmam Hatip mezunu olan Sn. Fevai Aslan, herhangi bir bir Müslüman bile bunun böyle olduğunu bilir.”
Hüseyin Çelik tarafından “dil sürçmesi” olarak sözüm ona düzeltilen bu “değer yargısı” ve “inanç”, Erdoğan Hükümet’inin sözcülüğünde aktüel yaşamın işlevsel yönlendirici kurallarına dönüştürülmeye çalışılan din felsefesi ve dinsel ideolojinin “toplumun değerleri ve gelenekleri” adına politikaya yedeklenmesi ya da adaptasyonuyla dolaysız bağlıdır.
Başbakan’a yakıştırılan ve onun “suskunluk” ile dinlediği dinsel methiyelerin İslam’daki karşılığı, itirazsız, kuşkusuz ve “şirk”siz biat etmektir! Kapitalist ve “Müslüman” parti ve devlet yöneticileri, “yolsuzluk, ihaleye hile karıştırma, rüşvet alma, arazi çeteleri ve kara para aklama mafyasıyla ilişki” iddiaları karşısında, dini ideolojiyi bir koruma kalkanı oluşturmak üzere daha etkili tarzda tedavüle sokarlarken, emperyalizm işbirlikçiliğini; emperyalist ve uluslararası gericiliğin hakimiyeti için can siperane çalışmalarını da, benimsedikleri bu ahlakın bir unsuru haline getirdiler. Bu bakımdan, ”Kutlu adam” tasvirleriyle yaygınlaştırılan tapınç ve “şirk koşma” kampanyası, bir sapkınlığın ve “İslam dışı”lığın sonucu olmayıp, kapitalist yağmaya dinsel örtüler sağlamak üzere ve dinsel ideoloji kaynaklı “vasıflar”dan da güç alarak bilinçle yürütülen bir kampanya özelliğine sahiptir.
I-c) “DİL SÜRÇMESİ” Mİ, ORTAÇAĞCIL KÜLTÜR MÜ?
Burjuva politikasında, dini ideolojinin kapitalist çıkarlara yedeklenmesi ve bu çıkarların savunulmasının aracı olarak kullanılması biçimindeki din istismarcılığı, dönemsel gelişmelere de bağlanarak hep yapılagelmiştir. Dünyevi “otorite”lere, “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” ya da “temsilciliği” türünden uhrevi özellikler atfeden dini ideoloji ve politikanın, “insan-Tanrı ilişkileri”ni, “Rab-kul” bağlamında yöneten-yönetilen ilişkilerine adaptasyonu yeni değildir. Ortaçağ’ın en büyük İslam filozofları olan İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Gazali ve onları izleyen diğerlerinin uzun yıllar tartışadurdukları bu “vasıflar” sorununun günümüze değin, özellikle de Gazalici yorumuyla etkisini sürdürdüğü inkar edilemez. “Allahın sahip olduğu vasıflar”, “O’nun sahip olunmasını istediği özellikler”; iyilik, ahlaklılık, cömertlik, merhamet vb.’nin en üstün halleriyle kendi özellikleri oldukları; bunların “yaratılmışlar”da bulunması isteği ile bulunması “gerçekliği”nin insan ile Tanrı arasındaki ilişkide bir “aynılaştırma”ya denk düşeceği “tehlikesi” üzerine uzunca tartışmalar, bu filozofların yaşamları boyunca en önemli uğraşları olmuştur. Bunları burada etraflıca irdeleme olanağı yok.
Günümüz İslamcı politikacılarının özellikle de Gazalici “Fıkıh ve Kelam”a dayanan bir anlayışla siyasi-iktisadi sorunların sözüm ona çözüm yöntemlerinden söz etmelerinde görüldüğü üzere, daha Emeviler’den başlayarak ve Osmanlılarda farklı biçimde de olsa İslam dini idari sisteme entegre edilerek, “İslam Cemaati”nin(!) yönetimi sorunlarının önemli bir unsuru haline getirildi. Başbakan Erdoğan’ın “yaradan-yaradılan” ilişkisini politik polemiklerinin unsurlarından biri olarak kullanmasında tanık olunduğu gibi, Tanrı-insan ilişkileri “Tanrının adaleti, iyiliği, merhameti ve gazabı gibi vasıfları”yla birlikte devlet işlerinde bir biçimde güncellenmekte; insanın varlığı, düşüncesi ve eylemi ile “tanrısal belirleme”-“kader” arasında kurulan ilişki üzerinden insan(lar)a erdem, iyilik, kötülük, merhamet, ahlaklılık, sevgi, hak-hukuk vaazında bulunulmaktadır. Buna göre, her şey ve tüm düzen tanrısal irade tarafından belirlenmiştir. Her şey ve tüm varlıklar Tanrı’nın kudretine bağlıdır, onun istemine uygun olarak var ve yok olmaktadır. İyinin ve kötünün, adil olma ya da olmamanın ölçüsü tanrısal irade tarafından belirlenmiştir ve insan(lar)a düşen buna uygun hareket etmektir! Doğasal-nesnel ve nedensel ilişkilerden söz edilemez.
Ancak, Tanrı’nın varlığı, bir oluşu/tekliği, evreni ve evrendeki herşeyi “ol“ diyerek yaratması gibi tartışma götürmez kabul edilen mutlak görüşe rağmen, tanrısal öz ve sıfatlar üzerine farklı yaklaşımlar ortaya konmuş; bu farklı anlayışlar bünyesinde de, insana “Tanrı’yı hoşnut edici” olarak görülen vasıflar önerilmiş, daha doğrusu zorunlu gösterilmiştir. İman/inanma bunun birincil koşulu ve kuralıdır! Bu düşünce tarzında, insanın, kendisinin de içinde bulunup unsurlarından birini oluşturduğu dünyayı anlamak için duyumsal dünya ve varlığın özelliklerini bilgi, deneyim, algı gibi olgusal-akılsal özelliklerden hareketle bulmaya çalışması, bunlar aracıyla üzerinde ve içinde yaşadığı dünyayı değiştirmeye yönelmesi, ahlaksızlık ve kafirlik sayılmıştır. “Yaratan-yaratılan” ilişkisinin doğal sonucu olarak kul ile efendi arasındaki ilişkide kul’a kesin itaat; yaratıcı efendiye ise “merhamet ve hakkaniyet” uygun görülmüştür. Bütün öteki dinlere göre daha dünyasal özellikler taşıyan İslam dini, peygamberinin dünyasal ekonomik-sosyal uğraş ve ilişkiler ile iç içeliğinin de rol oynamasıyla adalet ve hakkaniyete özel bir yer ayırmış; insanların, inançlarından-iman etmesinden hareketle, mümin-mümin olmayanlar olarak ayrıştırılmaları ve peygamber ve Tanrı ile görevleri üzerinden bağlantılandırılmalarında bu dünyeviliğin de rolü olmuştur.
Ne var ki, Emeviler’de de, günümüz İslamcı parti ve hükümetlerde de “ahlak ve erdem“ söylemi, dünyevi gerçekliği; “dünya nimetleri”ne ilgiyi ve şan-şöhret sahibi olma, sermaye ve servet biriktirme istem ve fiilini ortadan kaldırmamıştır.
Ancak, dinin politik ve ideolojik kullanımı sanıldığı ve gösterilegeldiği üzere sadece istismar nedenli olmamıştır. İstismar, evet, bütün sınıflı toplumlar tarihinin karşıt güçler arasındaki başta olmak üzere birbirleriyle çıkar çatışması içindeki hemen tüm düzen güçleri açısından, onların özellikle öne çıkmış temsilcileri tarafından yapılagelmiştir. İslam dini gibi daha dünyevi ve sosyal karakterli dini zeminde bu çok daha belirgin özellikler kazanmıştır.
Buradan, istismar olarak gösterilen durumun istismar ile sınırlı olmayıp, dini ideolojinin kendi bünyevi yapısıyla da bağlı olduğu sonucu çıkar. Nitekim, din adına söz söyleyenlerin ortak paydası, kendilerinden önceki tarihlerde yaşamış ve “din uluları”-“ermişler” olarak yüceltilen çeşitli “din adamları”nın anlatı ve sözel aktarımlarıyla oluşturulan “Kelam” ağırlıklı söylenceleri veri alarak, insanı, akıl ve bilimin “yolu”ndan alıkoyarak rivayetlerin, tanıksız ve kanıtsız olağanüstü güçlerin; en sonunda da bütün varı “var eden”; kendisi görülmeyen ama her şeyi gören, her sesi duyan, iyinin ve kötünün de sahibi, her şeye kadir ve güç yetiren, yerin ve göğün “Tanrısı”na iman etme çağrısıdır. İslam felsefecilerinin üzerine kafa yordukları en önemli sorunun insan ile Tanrı; Tanrı ile dünya ve evren ilişkileri olması; ve hemen tümünde insandan istenen “ahlaklı olma” koşullarının Tanrı’ya atfedilen özelliklerle çakışıyor olması , yalnızca günümüzde değil, önceki zamanlarda da çeşitli iktidar temsilcileri ya da padişahların, Şah ve Sultanların kendilerini “peygamber ölçeğinde” görmelerine ya da hatta “Tanrının yer yüzündeki gölgesi” ilan etmelerine dayanak olmuştur. Osmanlı padişahlarının, kendilerini “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak görüp sunmaları, günümüz burjuva politikacılarından kimilerinin kendilerini “Tanrı ile ilişkide” göstermeleri, kaynağını bu türden bir “suret” olma anlayışından alır. Bu türden kutsama ve “Allah’ın suretindeki insan” tanımlamalarının İslam dahil, ve fakat İslam’a gelene kadar, Antik çağdan başlayarak çeşitli filozofların “Tanrı’nın vasıfları” ile insan arasında kurdukları ilişkiden büsbütün bağımsız olmadığı; bu filozoflarla “Ulema”nın, insana önerdikleri ve ondan istedikleri özelliklerin, Bay H. Çelik’in açıkladığı üzere, “Allahın hoşnut olduğu vasıflar“ olarak vaaz edilmesi, bu tür kutsamalar ile politik-ideolojik hedefler arasındaki ilişkiyi gösterir.
Tayyip Erdoğan’ın, yüceltici sıfatlandırmalar karşısındaki memnuniyeti, onun “en iyiyi bilme ve yapma” yetkesi olma ruh haliyle değil sadece, “Tayyibi üzmek Allah’ı üzmektir” şeklinde biat ve iman kültürünün ürünü bağlantılandırmalar ile de bağlıdır.
AKP’nin iki milletvekilinin açıklamalarında da ortak tema, “Allah’ın vasıfları”yla ilişkindir ve bunlar Erdoğan gibi bir “fani”ye yüklü gösterilmektedir. İlki, onu “Tanrısal kat”a yüceltirken, ikincisi –düzeltici olanı– sahip olduğu ya da olunması gerektiği düşünülen ve istenen “vasıflar”a, yeryüzündeki somut insanı layık görmüştür; aradaki fark bu kadardır.
“Allahın vasıfları” ile “Allahın hoşnut olduğu vasıflar”ın bu dünyevi-insanal karakteri, gökyüzüne uzaklaştırılarak etki alanı güçlendirilmek istenen düşüncelerin/ideolojinin yeryüzü insan(lar)ının ilişkilerinde anlam bulduğunu ve buldukları bu anlamın bu ilişkilerin üretildiği ve toplumsallık kazandığı üretim sistemi ile toplumsal koşulların belirleyiciliğinde şekillendiği böylece bir kez daha görülmüş oluyor.
II-a) AHLAK’IN İŞLEVİ; “İYİ” VE “KÖTÜ” AHLAK; ÖLÇÜ NE, BELİRLEYEN KİM?
“Ahlaki değer yargıları”nın farklı ve çeşitli biçimlerinin varlığı ve bunları kıstas alan çeşitli anlayışlar, kimi İslami ideologun ileri sürdüğü üzere İslam dini ile birlikte insanlık tarihine girmedi. İnsan soyu topluluk halinde yaşamaya başlamasının ve ürün edinip-paylaşım sürecinin belirli bir uğrağında ilk sınıflı ilişkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, politika ve ahlakın, düşünüş ve inanışın farklı grup, kesim ve sınıflar açısından anlamının değişkenliği de başlamış oldu. AKP gibi kapitalist parti fraksiyonları sözcülerinin üretim ilişkileri/tarzı ve sınıf farklılıklarıyla birlikte tarihten ve koşullardan bağışık gösterip dini ideoloji bağlamına aldığı ve öyle göstererek kitlelerin ve kişilerin “inanç” biçimlerinin yanı sıra, oradan beslenen davranışları/tutumlarıyla izaha kalkıştıkları ahlak, adalet ve hak felsefesi, soyut tanımlama ve varsayımların aksine, toplumsal sınıf karşıtlıkları başta olmak üzere farklı çıkarlara bağlanarak, farklı biçimler ve özellikler kazandı. Burjuva ideologları ve “ahlak felsefesi” sözcüleri, ahlak sorununu bu tarihsel-toplumsal bağlamından kopararak, her koşulda ve tüm zamanlarda geçerli ve iyi olan bir ahlak ve ahlak anlayışı vaaz etmeleri, bazı toplumlara ahlaklı oluşun, diğer bazılarına ise ahlaksızlığın uygun görülmesine yol açabilmiştir. Buna, toplumsal bireylerin “uymakla mükellef oldukları kurallar bütünü” olarak tarif edilen ahlak anlayışının, inançlar ve gelenekler, alışkanlıklar ve davranışlar kıstas alınarak toplumların farklı grup ve kesimlerin “ahlaklı” ya da “ahlaksız” gösterilmesine dair yargı eklenmiştir.
Oysa, zaman ve mekandan, üretim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal sistem ve gelişmelerden bağışık, her zaman ve koşulda ve herkes için geçerli kurallar “bütünü”nden; “iyi” ve “kötü” ahlaktan söz edilmesinin dayanağı yoktur. Kölelik düzeninde, bir kölenin ahlaklı olmasının başlıca belirleyici koşulu sahibi-efendisinin bir malı/metası olmasıydı. Serfler, toprak sahibine kulluk ölçüsünde bağlılık gösterip tüm güçleriyle çalıştıklarında “ahlaklı” olurlardı. Çeşitli toplumlarda “ilk gece hakkı”nın egemen olanlara ait olduğu tarihsel evrelerden; kadının, kabilenin/topluluğun tüm erkeklerinin ortak kadını olduğu koşullardan geçildi.
Kapitalizmin ahlakına gelince, onun temel kuralı, emekgücü sahibinin sermaye sahibine sadakatle çalışması, onun daha çok kâr elde etmesini sağlamasıydı. Kapitalist için, baş kaldırmayan, itiraz etmeyen, sürekli ve daha çok çalışıp daha fazla üreten, kendi haklarını savunmaktan uzak duran sendikal faaliyete dahi katılmayan uysal işçi, en ahlaklı işçi sayılmıştır!
Emek gücünü satan işçi ile onun ürettiği artı-değere el koyan kapitalist arasındaki ilişki ve buna dayanan paylaşım, bu iki “özgür” kişinin kendi iradeleriyle yaptıkları bir anlaşma sonucu gerçekleşmesi nedeniyle görünürde ahlaki ve “adil”dir. Emek sermaye çelişkisi üzerinden atlanırsa, ilişkinin farklı taraflarını oluşturanların bu ilişkiden aynı şekilde etkilendikleri ve aynı anlayışlara sahip olabilecekleri sonucu çıkarılabilir. Oysa, bu bir yanılgı olur. Şu veya bu sınıftan bireylerin ya da daha kitlesel kesimlerin çıkarlarıyla uyumsuz tutum almaları mümkün olmakla birlikte, bu geçici bir durum oluşturur ve toplumsal iktisadi ilişki biçimlerinden kaynaklanan karşıtlığı ortadan kaldırmaz. Görünürde adil olan ilişkinin temel karakterini oluşturan çelişki, “taraflar”ın “İyi ahlak sahibi ve adil olma”larıyla çözümlenemez.
İşçi sirkülasyonu da, rekabetin yasasını oluşturduğu rakipleri ezip geçme ve yok etme de kapitalizmin, kapitalistin gerçeğidir. Burjuvazinin daha çok kâr için yapmayacağı kötülük ve ahlaksızlık yoktur. İşçi işten atılır, ucuza çalıştırılmak istenir, emekçilerin yoksulluğu ve yoksunluğu pahasına daha çok kâr elde edilir, sermaye ve servet artırılır, vb, vb.. Refah içinde ve mutlu olarak yaşama, insani yardımlaşma ve dayanışma gibi sözlerin sınırı, sınıflı toplum gerçeğiyle; ona temel teşkil eden üretim tarzı, üretim ve dolaşım ve paylaşım biçimleriyle çizilmiştir. İşçinin kendi açısından “iyi ahlak” göstergesi sayacağı dayanışma, paylaşma ve yardımlaşmanın, kapitalistler arası rekabetten farklılık göstermekle birlikte, işçi açısından da sömürü koşulları, rekabet ve pazar kavgalarından bağışık olmaması, sorunun bir diğer yanını oluşturur.
Ahlak ve adaletin Kantçı “özgürlük” koşulu ise, onun vardığı sonuçlardan bağımsız olarak, özgürlüğü şekli kılan tüm bağlamların, tüm sömürü biçimleri ve ilişkilerinin, buna bağlı olarak da tüm sınıf farklılıklarının ortadan kalkmasıdır. “İyilik” ve “kötülük” kendi başlarına ve yalnızca istence, istemeye bağlı kategoriler oluşturmadıkları gibi, istemin iyi ya da kötü oluşu da, içinde yer alınan durum, koşullar ve ilişkilerden soyutlanarak tanımlanamaz. Zira, koşullardan ve ilişkilerden bağımsız genel bir “iyi ve kötü”; “iyi ahlak- kötü ahlak”, “haklılık ve haksızlık”, “adalet veya adaletsizlik” iddiası dayanaksızdır. Ahlak, din, hukuk, politika gibi “ideolojik biçim”ler halindeki “ilke” ve “değerler” belirli toplumsal ilişkiler içinde şekillenirler. Sınıflı toplum koşullarında, bunlar, “hakim sınıfın var oluş koşullarının” çeşitli biçimlerdeki dışa vurumu olarak görülürler. Ahlak ve adalet, hukuk ve politika üzerine görüş(ler)in doğruluğu-yanlışlığı, üretim biçimi ve toplumsal ilişkiler ile aralarındaki bağın temel alınıp alınmadığıyla dolaysız bağlıdır. Engels’in deyişiyle, “Ebedi adalet düşüncesi, sadece zamana ve yere göre değil, hatta aynı zamanda kişiden kişiye” değişir. Herkes on(lar)dan, kendi koşullarına ve bu koşulların etkisi altında edindiği düşencelere göre başka başka şeyler anlar. Ahlak ve adalet üzerine ders veren hakim sınıf temsilcileri, burjuva ideolog ve sosyologları, toplumsal ölçekte genellik gösterebilir bir ahlak ve adalet anlayışını vaaz ederler. Sınıflı toplum koşullarında bu genel geçerlik mümkün değildir. Türkçe’de söylendiği üzere, “Beş parmağın beşi eşit değildir”! İslamcı Erdoğan, “ayakların baş olamayacağını”söylerken, hem ahlaki, hem de hukuki ve politik bir anlayış sergilemiştir.
“Adil ve temiz ahlaklı olmak” üzerine söylemin sorunu, üretim ve ilişki biçimlerini ve içerdikleri temel çelişkileri yok sayması veya yokmuş gibi almasıdır. Hak, hukuk, adalet ve ahlak böylece öznel kategoriler üzerinden istem ve inanç sorununa dönüştürülür. İstem ve inançların belirleyen koşulları, tarihsellikleri, toplumdan topluma değişim göstermeleri ise göz ardı edilir. Oysa, istem, eninde sonunda belirli bir ilişki tarzı ve sürecinin ürünü olarak belirir ve temsil edilen ya da karşısında durulan kişi(ler), sınıf(lar) ve güçlere göre, onların çıkarlarıyla uyumu ya da uyumsuzluğu ölçüsünde iyi ve kötü olarak nitelenir. Kapitalist toplumda “toplumsal ahlak” esas olarak hakim sınıf ve güçlerin çıkarlarının ifadesi olarak şekillenmiştir ve kendinden önceki toplumsal koşullar ve sistemlerden artakalan, ancak yine hakim sınıfların anlayışlarınca belirlenenlerle birlikte burjuva ahlakı olarak etkindir. Her ne kadar her bir sınıfın kendi ahlakından söz edilebilir olsa da, özel mülkiyet ilişkilerinin belirlediği toplumsal koşullarda, hakim ahlak ve değer yargıları, bu ilişkilerin ve temsilcisi güçlerin niteliğini belirledikleri ahlaki vb. değerlerdir. Bir ifadesi de, hukuksal kurallar ”bütünü“ olarak şekillenmiş hak, özgürlük ve adalet anlayışı ve “ölçüleri“dir. Bu anlayış ve kurallar bütünü, sistemi temsil eden güç, kurum, parti ve örgütlerin sözcüleri tarafından “toplumsal ortak değer” ve “en iyi” olarak gösterilir ve herkes tarafından benimsenmeleri istenir. Bu ilişkiler sisteminde, sömürü insan hakkına aykırılık olarak görülmez. Aksine o, toplumsal kalkınma ve ilerlemenin koşuludur! Emek gücünü kapitaliste belirli bir asgariye satan işçi ve emekçiden, ona biat etmesi, konulan kurallara uyması, zarar etmemesi için daha fazla çalışması ve fedekarlık etmesi istenir.
Burjuvazi tarafından herkes için ortak ve genel geçer gösterilen “iyi” veya “kötü” ahlak, fabrika ve işletmenin duvarları arasındaki de dahil olmak üzere emekçilerin kapitalist sisteme ve onun devletine itaat istemiyle dolaysız bağlıdır. Kapitalistler ile onların sözcüleri açısından, emek gücü sömürüsüyle işlevli olan kapitalist üretim kaynaklı bir ahlaksızlık, haksızlık, arsızlık ya da hırsızlık söz konusu olmayıp, bu tür özellikler “kişi veya kişilere ilişkin” gösterilir. 85 en zenginin dünya nüfusunun yarısı kadar kesiminin toplamından daha fazla gelire sahip olması, her bir ülkede en zengin beşte birin toplam gelirlerin yüzde altmışından fazlasına el koymaları, bu anlayışa göre haylice ahlakidir! Zira, inanç gereği, olup bitenlerin tümü, “her şeye hakim, her şeyi gören, duyan, bilen yaradan”ın iradesine tabidir. Buna göre, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğine el konulurken, özelleştirme yapılır ve işçiler işsizliğe itilirken, asgari ve düşük ücretle çalışma dayatılırken, iş ilişkileri patron-işçi “birliği” ve fakat patron lehine belirlenir ve yasalaştırılırken, işçinin grev, gösteri gibi eylemleri patronun yanında polis gücü seferberliğiyle bastırılır ve emre ve otoriteye itaat etmeyenlere “kötek” hak görülürken, herhangi ahlaksızlık yapılmamakta, aksine “yaradan tarafından da onaylandığı” ileri sürülen düzeni sürdürmek için “toplumsal yarar gözetilmekte”dir!
Dahası kapitalist rant ile beslenenlere göre, kapitalizm, gerçek özgürlüklerin, adalet ve eşitliğin sistemidir! Meta ticareti ve dolaşımını kadın bedeninin sergilenmesi eşliğinde sürdürenler dönüp kadını iffetsizlikle suçlayabilirler. Rüşvet ve yolsuzluk olayları dolaysız şekilde özel mülkiyet sisteminden kaynağını alır. Rekabete dayanan kapitalizm, her bir kapitalist ve kapitalist gruplar, ülkeler açısından rakibin etkisiz ve güçsüz bırakılmasını bir kaçınılmazlık olarak üretir ve bu durum, “gemisini kurtaran kaptandır!” anlayışı doğrultusunda kıran kırana bir rekabet ve gasp kavgasını üretir. Ama bugünkü hükümetin de yaptığı üzere, kapitalizmin temsilcilerinin yağma ve soygun sisteminden daha fazla yararlanmak üzere ranttan daha fazla pay alma savaşının üzeri, yine ahlak ve hukuk örtüsüyle kapatılır. Sözde, kimse açlıktan, yoksulluk ve yoksunluktan, işsizlikten, savaş ve katliamlardan yana olduğunu söylemez. Ama, kapitalizm tümünün kaynağı, burjuvazi sınıf olarak failidir. Ülkeler işgal edilip katliamlar gerçekleştirilir, içerde hak mücadelesi yürütenlere karşı zorba yöntemlerle susturma politikası izlenir, işkence ve şiddet dayatılır.
Toplum ve ailenin kutsanan ahlakı üzerine burjuva vaazının gizlediği, onun meta üretimi ve ticaretinin vardığı kapitalist pazar ilişkileri içinde, üretim süreci tarafından paramparça edildiği; sınıfsal farklılıklara bağlı çıkar değişkenliklerinin eklentisi olarak bir tür ticari meta haline dönüştüğüdür. “Aile, vatan ve millet değerlerinin sahiplenilmesi”ne dair söylem, ticaret özgürlüğü ve dünya pazarının oluşumu ile biçimsel hale gelmiş, geçersizliği ya da geçersizleşmekte olduğu uluslararası sermaye hareketine bağlı olarak burjuvazinin kendisi tarafından ilan edilmiştir. Meta ve sermaye ihracı ve üretim ve sermayenin uluslararası karakter kazanması, “millet”in sınıf ve tabakalara bölünmesinin yanı sıra ve onu da aşacak şekilde devlet sınırlarını engel olmaktan çıkarıp biçimsel hale getirmiştir.
Ahlak ve adalet üzerine “ebedi”, değişmez; her zaman ve her toplum için geçerli ilkelerden söz etmek, toplumlar halindeki varoluşun hep aynı biçim ve nitelikte devam edeceği iddiası kadar akıl dışıdır. İslam ideologları ve “din uleması” adı verilenler, “dinsel, ahlaksal, felsefi, politik, hukuksal vb. düşüncelerin kalıcılığı“nı vaaz ederlerken, geçmişten gelen ve bugün var olan üretim ve mülkiyet ilişkilerinin hareket ve değişim zorunluluğunu ya üzerinden atlayarak ya da azımsayarak geçiştirmeye çalışırlar.
Dinsel ideoloji, özellikle de “Ehl-i Sünnet” olarak adlandırılanı, bu gelişme ve ilişkilerde esasa ilişkin bir adaletsizlik ve ahlaksızlık görmez. Adları günümüze dek anılan tüm İslam filozofları “iman ve biat“ fikri ve eylemini esas almakta ve “tüm kullara”-“tüm yaratılmışlara” koşul olarak koymaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın ikide bir “yaradılanı severiz, yaradandan ötürü!” diye, sözüm ona insancıl ve adaletçi(l) bir görünüm çizmeye kalkışmasının nedeni, bu ifadede de hakim-tabi ilişkisinin dile gelmiş olmasıdır. İnsanlara yaklaşımını, “yaratıcı“ bağlamını koşul koyarak anlamlandıranlar, baskı ve eşitsizlik içerikli bir anlayışı savunmaktan kaçınamazlar. Bu anlayışın çünkü diğer yanında, “beş parmak misali“ bir eşitsizliğin “yaradanın eseri olduğu” hükmü yer alır. Böylece, tüm sınıflı toplum pratiklerinde hakim güç durumundakilerin ayrıcalıklı yaşamı ve zenginliği, bugünkü koşullarda yapıldığı üzere “bütün iyi vasıflara sahip yaratıcı”nın korumasına alınır. Toplumun ezici yoksul ve yoksun kitlelerine totemleştirilmiş bu anlayışa bağlılık göstermeleri salık verilir ve “öbür dünyada mutlu yaşamak” üzere sabırlı olmaları telkin edilir. Hakim-tabi ilişkisinin egemen olduğu tüm kurumsal yapılar ve oluşumlarda, tabi durumdakilerin bu konumlarının değişimi hakim kurallar ve iradeye karşı “suç” sayılarak yaptırımlara tabi tutulurken, buna dini gerekçeler göstermek hiç de zor olmaz. Birey –ki sınıflı toplum koşullarında, özellikle de modern kapitalizmde o toplumsal birey olarak vardır, diğerleriyle yaşamın hemen her alanında farkında olarak ya da olmayarak ilişki halindedir– bu ilişkilerden ve gelişmelerden etkilenir ve kendi eylemiyle bir biçimde onları etkiler. Ancak mevcut ilişkiler sistemini korumak isteyenler, iktidar sahiplerinin “milli irade” söylemine benzer bir söylemle toplumsal çıkar, toplumsal iyi, ahlaki kurallar adına, “aşağıdakiler”in hak arayışını, söz söylemesini, yanlış gördüklerini değiştirmek üzere harekete geçmesini ahlaksızlık, anarşi, bozgunculuk olarak gösterir ve yine toplumsal iyi ve ortak çıkarlar adına onların bastırılmasını hak sayarlar. Kıssadan hisse söylenirse, “milli değerler” adına, dinsel-ahlaki söylem eşliğinde hakim kılınmak istenen, sınıfsal karşıtlıklarının kaynaklık ettiği farklı ahlaki anlayışların, adalet-hak-özgürlük anlayışların var olduğu gerçeğinin üzerini örtmektir.
II-b) “TOPLUMSAL İYİ” VE “ORTAK DEĞERLER”
Hakim sınıf sözcü ve temsilcileri, hemen her çağda, kendi sınıf çıkarlarına bağlanan ve onların “baki kalması”na hizmet eden kuralları ortak değerler ve “toplumsal iyi” olarak göstermişlerdir. “Değerlerimiz” ya da “milli değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklar” nitelemeleri, tüm toplum adına ileri sürülen bir görüş ifadesidir. Hareket noktası ya da gerekçesi “toplumsal iyi”nin “savunulması” olarak gösterilir. Ancak “toplumsal iyi”nin ne ve kim/hangi toplumsal kesim, sınıf ve çevreler açısından iyi ya da kötüyü belirleyen olduğu bu genellik ifadesi içinde saklı ve bulanıktır. İstenen de budur. Kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerden devralınmış değer yargıları ve ilişki biçimleriyle harmanlanmış kapitalist “iyi”nin, toplumsal ortak değer olarak gösterilmesi böylece gizlenmek istenir. Bu durumda, buna aykırı düşen her davranış ve düşünüş “kötü“ ve ahlaksız olma nitelemesini hak etmiş olur! Bu bakış açısına göre, toplumsal birey hakim otoriteye –bu devlet, hükümet, kapitalist patron, yönetici müdür, şef, ustabaşı vb. olabilir– itaat ettiği ölçüde ortak değerlere ve “toplumsal iyi”ye uygun davranmış olacaktır! Toplumsal değerlerin, iyi ve kötünün, ortak çıkarlar olarak ilan edilenlerin sınıfsal içerik taşıması ve sınıflara göre farklılık göstermesinin dayanağı, bu üretim tarzları, ilişkileri ve toplumsal koşullar bütünüdür.
Oysa, toplumsal çıkarların tümel bir ifadesinden ve herkesin ortak çıkarlarından söz etmek mümkün değildir. Köleci, feodal, burjuva-kapitalist çıkarlar; beylerin ve ırgatların, kapitalistlerin ve işçilerin, şu ya da bu grup veya çevrenin çıkar ve değerleri olabilir, ama tümünün ortak iyisi, ortak değerinden söz etmek, aynı ülkede ve ‘aynı dünyada’ yaşıyor olmak gibi, ölümlü olmak gibi türe ait, ve çok istisnai diğer bazı ortaklıklar dışında yalnızca bir aldatmaca olabilir.
Topluma dair “ortak değer” olarak gösterilen ve çoğunluk tarafından benimsendiği iddiasıyla savunulduğu belirtilen “ahlaki değerler”, ilkin, hangi süreçlerde, kim tarafından ve nasıl belirlenip toplumsal çoğunlukça benimsendiğinin belirsizliği nedeniyle sorunludurlar; ve ikinci olarak da, bir ya da birkaç ülke nüfusunca veya bu nüfusun bir bölümünce değer olarak kutsanan ritüel, anlayış ve kurallar, başka halkların yönetici sınıf ve kesimlerince de aynı iddia ile ileri sürülen onların değerleri ve ahlaklarının “ahlaksızlığı”na kanıt gösterilemezler.
Kapitalizmde –ve genel olarak sınıflı toplumlarda– bireysel/tikel çıkarlar ile kolektif toplumsal çıkarların uyumu üzerine söylenenler bir saptırmadan öteye geçmez. Makinanın icadı, bilim ve teknikteki gelişmeler herkes için yararlanabilir olanakların ortaya çıkmasının koşulları yönünden bir ilerleme olmasına karşın, kapitalist özel mülkiyet altında bunların sağlayabileceği yarar özel mülk sahiplerinin tekeline alınmıştır. Altyapı tesislerinin inşaası, yolların, köprülerin, ulaşım ve kullanım araçlarının modernleşmesi, tıpta ve diğer bilimlerdeki gelişmeler, daha iyi bir yaşam için, “ortak iyi” ya da toplumsal çıkar için kullanılabilir olma olanağı sağlamalarına karşın, kapitalist özel çıkar ve özel mülkiyet ilişkileri tarafından bu olanak ortadan kaldırılmış; yararlanabilmenin koşulları, sahip olunan paraya bağlanmıştır.
Bireylerin birbirleriyle tekil ilişkilerine aşkın olan toplumsal ilişkiler bağımlılığı içerir ve kişiyi, içinde hareket halinde olduğu ya da içine doğduğu/geldiği toplumsal ilişkiler bütününün unsuru olarak hareket etmeye koşullar(lar.) Bireysel hakkı ve adaletin her birey için ve eşit ölçüde varlığını kolektife ilişkin ve toplumsal ölçekte ele almayan hiçbir düşünce ve eylem, özgürlük, toplumsal iyi, eşit haklar savunusuna denk düşmez. “Ortak iyi”, tüm toplumun yararına olandır ve “kime ve neye göre ortak iyi?” sorusunu gereksiz kılan bir ilişkiler sistemini gereksinir. Sınıflı toplumlarda bunun olanağı yoktur. Sınıflı toplumların “ortak iyisi”, hakim olan sınıf ve güçlerin iyisidir! Onun toplumsallaşmasının koşulu, üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçirilerek, tüm toplumun çıkarlarını gözetecek şekilde işletilmesidir. Ortak değerler ya da ortak çıkarlardan söz etmek için, toplumsal ayrıcalıkların, sömürülen-sömüren, ezen-ezilen ilişkisinin bertaraf edilmiş olması gerekir. Herkes için geçerli ve herkesin uymakla görevli olduğu kuralların toplumsal irade haline gelmiş olması için, başkasının başı üzerinden toplumsal statü farklılıklarına yol açan koşulların aşılması gerekir. Toplumsal bireyin özgürlüğü ile toplumsal ödevler arasındaki çelişkinin kaldırılmış olması, tüm toplumsal zenginliğin toplumun tümünün malı haline gelmiş olması gerekir. Bu koşullar olmaksızın ortak çıkar ve ortak değerler söylemi yalandan öteye geçmez.
Ortak değerlerden gerçek anlamlarında söz etmek ve bu değerleri veri alarak şekillenen “ahlaki toplum”dan söz etmek, ancak hak ve ödevin, olanakların, toplumsal zenginliğin, kolektif yararına uygulama ve kuralların herkes için mümkün olabileceği bir toplumsal sistemde olanaklıdır. Böylesi bir sistem yeme-içme-çalışma-barınma koşulları yönünden “mutlak eşit” olmaya zorlamaz, aksine, herkese ihtiyaçlarını karşılayacakları bir yaşam olanağını en zengin haliyle sunar. İnsan bilgi birikimi ve emeğinin yaratımının kolektif kullanımı ile dünyasını/dünyayı ve doğayı ve yaşam koşullarını değiştirerek nesne üretimini gerçekleştirir ve bu değişimin merkezi unsuru olarak soyunun tarihsel ilerlemesinde rol oynar. Bu gerçeğin hilafına olan her düşünce ve davranış ahlaki olma hakkını yitirmiştir.
II-c) “AHLAK” EYLEM VE DÜŞÜNCENİN “ADALET TERAZİSİ” MİDİR?
Eylem ve düşünce biçimleri/tarzlarını ahlak “ölçüsü”ne vurarak “iyi” ve “kötü” ahlak değerlendirmesi yapanlar, herhangi eylem ve düşüncenin ancak kendi koşullarıyla ilişkileri içinde bir anlam kazandığı ve kazanacağı gerçeğini gözardı ediyorlar. Bu değerlendirme tarzında, insanın ve insan ilişkilerinin merkezinde yer aldığı bu kavramların koşullardaki ve toplumsal ilişkilerdeki değişim ile bağlarıyla birlikte, bu maddi toplumsal bağın tarihselliği ve sınıfsallığı da dikkatten kaçırılmıştır.
Oysa farklı toplumlarda ve şu ya da bu toplumun bünyesinde yaşanan değişiklikler çeşitli ve farklı kuralların benimsenmesinde ve bu kuralların da iyi ya da kötü sayılmalarında etkendirler. İyi ve kötü, ahlaki olan ve olmayan alışkanlıklar ve anlayışlar, insan eylemi ve düşünüş tarzlarından soyutlanmış, göksel güçlerin vahyeyledikleri değerler olmayıp, maddi yaşamın üretimi sürecinde ve toplumsal ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Bu anlayış ve kurallar, adalet ve özgürlük düşünceleri, ahlaksızlık ve ahlaki olma özelliğini, yaşam araç-gereçlerinin üretim ve dağıtım/dağılım tarzlarına ve içinde bulundukları/yer aldıkları toplumsal koşullara bağlı olarak kazanırlar. Eylem ve düşünme; “fikir ve zikir”; anlayış ve tutum doğasal, varlıksal ve insansaldır. Haksızlık, adaletsizlik, ahlaksızlık, eşitsizlik gibi kategoriler, sonuçta, insan(lar) aracıyla işlevsellik kazanan maddi etkinlik sürecinin ürünleri olarak anlamlı olurlar. Onların, şu ya da bu kesimin, şu ya da bu sınıfın, toplumsal kesim ve ulusal gücün yararına, onun damgasını taşıyacak şekilde belirlenmiş olması pekala mümkündür.
Değişen koşullar, toplumların ve bireylerin eyleyiş ve düşünüş tarzlarını da etkileyip değiştirirler. Asırlarca değişmeksizin kalan herhangi bir düşünce, aslında ancak toplumsal ve doğasal değişimi dikkate almayan, donuk, sabit ve dogmatik olabilir. Dogmalar ise, insanın ilerleyişi önüne barikat örmek gibi bir işleve sahiptirler. Değişim, yalnızca üretim biçimlerinde, insan ilişkilerinde, düşünüş ve eyleminde, ahlaki tutum ve davranışlarında etkili olmaz; sosyal “doku”da ve siyasal yapıların şekillenmesinde de etkili olur. Birey ve grupların iradesini aşan toplumsal ve iktisadi bir devingenlik, değiştirici güçlerini de üreterek, var olanın farklılaşmasını, yerine başka türden yeni biçim ve tarzların geçmesini, siyasal-sosyal yapı ve ilişkilerin yeniden belirlenmesini zorunlu hale getirir. “İnsanların maddi varoluş koşullarının, toplumsal ilişkilerinin, toplumsal varlıklarının, onlardaki tasarımları, görüşleri ve kavramları, kısacası insanların bilincini de değiştirdiği”nin en güçlü kanıtı toplumsal tarihin kendisidir. Düşünceler, tutum ve davranışlar maddi üretimdeki değişimle birlikte değişirler. Eski toplumların bağrında gelişen yeni maddi üretici güçlerin itkisiyle eski ilişkilerin erozyonu ve çözülmesi, yeni fikirlerin, yeni tutum ve davranışların oluşmasının da hazırlayıcısıdır.
Değişmezliği ve kalıcılığı üzerine söz söylenen, iddiada bulunulan tüm sözüm ona statik yapılar, şayet toplum yaşamıyla ve onun ortaya çıkardığı ilişkiler, kurumlar, düşünce-davranış biçimleri ile ilişkili iseler, ivmesi koşul ve etkenlere bağlı olmak üzere değişime sürüklenmeye mahkumdurlar. Dini inanç biçimleri de içinde olmak üzere, insan soyunun tarihi boyunca, içinde yaşadığı koşulların ve ilişkilerin etkisi altında şekillendirdiği tüm üretim, inşaa ve düşünüş biçimleri tarihsel bir özellik gösterirler. Toplumsal yaşam sürecinin belirli safhalarında ortaya çıkmış, etkili olmuş ve fakat değişerek yerine başkalarının geçmesine zorunlu olmuşlardır. Bunlardan hiçbiri “ezel-ebed” geçerliliği taşımaz. Kölenin üretim koşulları ile modern makinalı üretim sistemi, düşünüş ve davranışların, ne denli istenirse istensin ve baskı altına alanırsa alnsın, farklı biçimler almaları olasılığı ve kaçınılmazlığını ortadan kaldıramıştır. Bunun gibi, dünyanın farklı bölgelerinde, farklı ilişkiler içinde yaşayan toplulukların, toplumların gelenek, ahlak, inanç biçimleri birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Bu farklılıklardan hareketle yapılan suçlamalar, örnek olsun, İslami ideologlar tarafından bütün olumluluklar ve iyi ahlak ölçülerinin Müslümanlara atfedilerek, Hıristiyan ve Musevi inançları ile Şii-Alevi mezhebinin kötülük kaynağı gösterilmesi türünden düşünceler, bu nesnel gerçekliğin inkarına dayanır. Diğer yandan, insan soyunun tarihsel gelişmesinin sürecinde eşitlik, özgürlük, kardeşlik düşüncelerini geliştirmesi, daha da önemli olarak sömürüsüz bir dünya ideali ve görüşünün ortaya çıkması ve kurtuluşun yolu olarak görülmesinin kaynağında da sosyal-iktisadi koşullar ve ilişkilerdeki değişim; ortaya çıkan yeni üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önünde ayakbağı olan eski üretim ilişkileri ile karşıtlığı ve bu çelişkiden kaynaklanan eylemi vardır; ve gerçek toplumsal ortak iyinin gerçekleşebilir olmasının koşulu da bu amaca varılmasıyla mümkün olabilecektir.
Kapitalizm koşullarında “herkesin hakkı” bir soyutlama ifadesidir. Hakkın kime ve nasıl tanınacağı; ölçüsü ve kurallarının ne olacağı; bunları hangi tür ilişkilerin belirleyeceği göz önünde tutulmaksızın genel bir hak-hukuk, eşitlik ve özgürlük söylemiyle bunların sermayenin çıkarlarına bağlandığı gerçeği örtbas edilir. Hak ve adalet; eşitlik ve özgürlük burjuva egemenliğinin damgasını taşır ve esas olarak üretim araçları mülkiyetine sahip olanların –günümüzde onların da esas olarak en irilerinin– hakkı, özgürlüğü çerçevesinde söz konusu olur. Ahlak ve adalet kavramları, insan hakları ve özgürlükleri, insanın hak eşitliği kavramlarıyla ilişkileri içinde ele alınmadıklarında salt soyut bir düzlemde, salt kavramsal “iyi”ler olarak kalırlar. İslami söylemde insanlara adil olmaları vazedilir ve adil olmak haktanırlık gereği sayılır. Oysa, çıkarlar tarafından belirlenen, rekabete dayanan ve sömürülen-sömüren ilişkisini içeren toplumsal sistemlerde adalet ve adil olmak bir soyutlamadan ibarettir. Yoksul ve “varsıl”/zenginin bulunması sistemin işlerliğinin koşulu ve kuralıdır. Bu somut gerçeklik, adalet üzerine soyut söylemi geçersizleştirir. İşçiyi, gün boyu ve ürettiğinin küçük bir yüzdesi karşılığında çalıştırmak, bu sistemde kapitalistin hem hakkı, hem de toplumsal düzenin işlerliği açısından gerekliliktir! İşçi “ücretini aldığı” için de ilişki adil-hak tanır ve “özgürce” görünür!
Oysa, “adil” ve “iyi ahlak”lı olmak, herkese hakkını vermek; eşitliği öngörmek, savunmak ve uygulamaktır. Sömürünün ve sınıf ayrımlarının olduğu toplum koşullarında bu mümkün olmaz.
II-d) “BATILI AHLAKSIZLIK” SÖYLEMİNİN BAĞLANDIĞI GERİCİLİK
“Batı’nın değerlerimize ters düşen ahlaksızlıkları” söylemi, sistem savunusunu görev edinen sağ politikacı ve ideologlar tarafından, bu ve benzeri argümanlarla, dozajı ilişkilerin seyrine ve içerde milliyetçi ve dini istismar ihtiyacına bağlanarak, on yıllar boyunca sürdürülegeldi. İslamcı ve Türkçü; Türk-İslam sentezcisi tarih yazarları ve sosyologların bu doğrultuda kaleme aldıkları yüzlerce kitap ve makale bulunuyor.
Ahlak ve ahlaksızlığın şu ya da bu din, mezhep ve millet yararına veya aleyhine yorumu ne akli ne de bilimseldir. Böylesi bir yaklaşım, kendi “milleti ve dini” lehine, diğerlerine karşı önyargılı bir tutum ile birlikte toplumsal üretim sistemlerinin, toplumsal koşulların gelişimi ve değişiminin asıl belirleyenler oldukları gerçeğini de örtbas eder. Erdoğan gibi milliyetçi-muhafazakar İslamcıların “Batı”yı ahlaksızlıklarla yan yana ve iç içe, dahası ahlaksızlık merkezi göstermeleri, dünya kapitalist sistemi ve onun başlıca ana merkezleriyle “küresel kapitalist” değerler üzerinden kurdukları ortaklığı gizlemekle kalmaz, çeşitli diğer din ve mezheplere bağlı kitlelere karşı önyargıları beslemektedir. “Batılı ahlaksızlık” söylemi, “İslami” ve “milli” ahlaki değerlerin kalkış noktası alınırken, ülkenin limanlarının, işletmeleri, toprakları, yeraltı kaynakları, akarsuları ve deniz ve kara yollarının uluslararası tekellerin hizmetine sunulması politikasına örtü oluşturur.
Tayyip Erdoğan ve ‘avanesi’nin sürdürdüğü “Batı’dan ahlaksızlık alındı” söyleminde, Batı ile ahlaksızlık yan yana getirilmekte; ahlaklılık ise “Doğu”ya; dahası İslam’a ait bir mülkiyet iyeliği olarak alınmaktadır. Bu dogmatizmden öte bir şeydir. “İyi ahlak”ın koşullar, ilişkiler, zaman ve değişimden bağımsız olarak şu ya da bu toplum veya onun inanç sistemleriyle bağlı gösterilmesi, insanları din ve ırk ayrımlarıyla özelliklendiren bir yaklaşımın ifadesidir. Oysa herhangi bir ulus, toplum ya da kesimin iyi ve kötü özellikleri bulunabileceği gibi, bunların zamana ve iktisadi-sosyal ilişkiler sistemindeki değişime göre farklı anlamlara bürünüp değişime uğramaları da mümkün, hatta kaçınılmazdır. Ahlaklı olmayı ve iyi özellikleri “Batı” dışı ve özellikle de İslam’a ait gösteren dinsel politik ideolojik yaklaşım, bir yandan sorunu cinsler arası ilişkilere; giyim biçimleri ve yeme içme kültürüne daraltır ve kadın-erkek ilişkilerinin tarihsel seyrini ve toplumdan topluma fark etmekle birlikte toplumlar tarihi boyunca gösterdiği değişimi gözardı ederken, diğer yandan inanç biçimleri merkezli değerlendirir. Kadınların “iffetsizlik” iddiasıyla diri diri yakıldıkları, toplu tecavüzle cezalandırıldıkları –daha birkaç gün önce Hindistan’ın bir bölgesinde 23 yaşındaki bir kadın kendi kabilesi dışında birine aşık oldu diye bu cezayla cezalandırıldı– taşlanarak öldürüldükleri, kırbaç cezasına çarptırıldıkları “Doğu” toplumları, bir bölümü hala aktüel olarak yaşanan bu gibi “ahlak”a sahipken, “iyi ahlak” adına örnek gösterilmeleri ancak bağnaz bir gericilikte ısrarla mümkündür. Suudi Arabistan’da İslami ahlak adına kadının yalnız başına sokağa çıkması dahi yasaktır. Afganistan’da Burka aracıyla dış dünyaya bakması, anlaması, tanıması önleniyor. Türkiye’de hükümet partisi ile Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri ve görevlileri başta olmak üzere, politik güç sahipleri, ahlaklı olma adına ve 1400 yıl önceki koşullardan alındığı söylenen İslami yaptırımları güncelleyerek, kadının örtünmesi ile iyi ve kötü ahlak arasında dolaysız bağ kurmakta, kadının çalışması, toplumsal yaşama katılması, toplumsal yaşamda giderek daha aktif bir unsur olarak ve erkek cinsiyle yan yana, aynı mekan ve zamanlarda bulunması, kent hayatının bir parçası olmasına karşı tutum alarak, kadın cinsine bin türlü aşağılama ve ayrımcı baskı ve yaptırımı “hak” görürlerken, türbanı kadın özgürlüğünün sembolü olarak göstermektedirler.
Gerçek o ki, yeme içme alışkanlıkları, cinsellik ve kadın-erkek ilişkileri, inanç biçimleri ve ritüelleri, gelenekselleştirilmiş alışkanlıklar toplumdan topluma değişirler. Aynı zaman dilimlerinde farklı toplulukların farklı değer yargıları ve alışkanlıkları, bunların da rol oynadığı hareket ve düşünüş tarzları olabileceği gibi, farklı zamanlara göre de bunlar değişkenlik gösterirler. Bu da, bir toplumun belirli tarihsel koşullarda “ahlak” ve adalet-hukuk adına benimseyip uyguladığı kurallar ve anlayışların ölçü alınarak başkalarının davranış ve düşünce tarzlarıyla genel olarak yaşam biçimleri ve kültürlerinin suçlanması, aşağılanması, kötü ya da iyi gösterilmesinde ölçü oluşturamayacaklarını gösterir. Hakim sınıflar tarafından korunup savunulan, uygulamaya geçirilen ve uyulması istenen kuralların mevcut üretim sistemi ve toplumsal koşullarla bağlı oluşu, hakim düşünce ve anlayışların hakim sınıfların damgasını taşıması, dini ideoloji de dahil olmak üzere sisteminin ve devamını insan için gerekli gösteren ideolojik-politik ve kültürel görüşlerin maddi yaşamın üretimi etkinliğine bağlı oluşu, toplumlara ve koşullarına göre ileri-geri, iyi-kötü sayılabilir ve değişkenlik gösteren bir bağlam çerçevesinde anlam farklılıkları kazanabilir. Buradan da, “Batılı ahlaksızlık” söyleminin somut durum ve nesnel olguları değil, dogmatik önyargı ve öznel zorlama yorumları esas aldığı sonucu çıkar.
BU BÖLÜME SONUÇ YERİNE BİRKAÇ SÖZ
Politik parti ve örgütlerin, kurumsal ve kitlesel örgütlenmelerin ‘kimliği’ni açıklayıcı en önemli veri ve kıstas, kapitalist üretim sistemi karşısındaki tutum ya da bu sistem ile ilişkilerin niteliğidir. AKP ve hükümeti kapitalist sömürü sistemini; uluslararası sermaye ve emperyalist kapitalizmin dünya hakimiyetini sadaketle sahiplenip savunduğunu kuruluşundan bugüne kadar sürdürdüğü pratik politikaları, programı ve kuramsal görüşleriyle ortaya koymuş ve kanıtlamıştır. Onun, herkese sahiplenme çağrısı çıkarmakla kalmayıp, benimsenmesini dayattığı “adalet, hak ve ahlak” anlayışı, sömürüyü kaçınılmaz gösteren içeriğe sahiptir ve o bunu dinsel dogma ve söylemin mistik koruganlığına çekerek, işçi sınıfı ve emekçilerin akıl yoluyla ve bilimsel gelişmelerden öğrenerek bugünü ve geleceklerini kurma, tayin etme, daha insani bir yaşamı gerçekleştirme, sömürü ve baskının olmadığı bir toplumsal düzen için çaba gösterme kavrayışı ve hedefinden uzak tutmaya çalıştı/çalışıyor.
Bu politik-ideolojik tutum, iktidar partisi ve güçlerinin temsil ettikleri sömürü ve baskı sisteminin ürettiği düşünüş-davranış tarzıyla uyumlu olup, burjuva ahlakının da bir göstergesidir. Dini ideoloji ve politikaya sahip bir hükümetin iktidarını kötüye kullanması; yakınları ve yandaşlarına yönelik ‘yolsuzluk ve rüşvet’ operasyonunun üzerini kapatmak üzere soruşturma yapan devlet personelini cezalandırması, tehdit edip aşağılaması, soyut iyi olarak gösterilen ve İslami ideolojiye mal edilen “güzel ahlak” söylemi ile somut maddi çıkar ve ilişkiler ve bunların ürünü politik tutum ve davranışlar arasındaki bağı, gerçekliğinde olduğu üzere maddi çıkarlar lehine ve “çıplak hali”yle ortaya koymuştur. Belirleyici olanın soyut lafazanlık olmayıp, maddi gerçeklik olduğu bir kez daha açıklık kazanmıştır.
Daha iyi koşullarda yaşamak isteyen, kendisine karşı uygulanan haksız ve zorba politikalara direnç gösteren kişi, grup, çevre, sınıf vb. kesimleri bu tutum ve istemlerinden ötürü “ahlaksız”, “komplocu ve darbeci” göstererek, polis şiddeti ve emri altındaki kurumsal güçleri-devlet aygıtının çeşitli bürokratik kurumlarını harekete geçiren iktidar ve sınıf ahlakı, hak arayışındaki kesimleri bir de “ayak takımı” olarak hükmedilecek “aşağı” kesimler olarak görüyor ve niteliyorsa, savunduğu kapitalist çıkar, kapitalist sömürü sistemidir. “Ortak çıkarlar” söylem ve propagandasını boşa çıkaracak kanıtları işçi grev ve direnişlerine karşı politik-adli tutumda, Haziran 2013 Direnişi (Gezi Direnişi) karşısındaki zorbalık ve öfkede, TEKEL işçilerinin 78 gün dondurucu soğukta gerçekleştirdikleri direnişi “Ergenekon uzantısı” gösteren anlayış ve ahlakta, yüzlerce irili-ufaklı gençlik, kadın, kamu emekçileri eylemine yönelik saldırganlıkta, Roboski türü kitlesel imhaları gerçekleştiren düzen güçlerini sahiplenip eylemlerini örtbas etme tutumunda, cinayet işleyen, işkence yapan, her direnişe zorba yöntemlerle ve kin besleyerek saldıran polis gücünü “kahraman” ilan edip ödüllendiren sınıf tutumu, iktidar hırsı ve çıkarlarını koruma politikasında içerilmiş olarak, eklenebilecek yüzlercesiyle alenileşmiştir.
Dünya halklarının gaddar ve zalimane düşmanı olan emperyalistlerle –önceleri İngiliz ve Fransız, sonra Alman– ardından da altmış yılı aşan süredir Amerikan emperyalizmi ile “stratejik işbirliği ve müttefik” olma; onları hem “kafir” olarak görüp küfre layık sayma, hem de işbirliği yaparak kendi ülkesi ve halkının olduğu kadar diğer halkların da üzerindeki kapitalist-emperyalist hegemonyanın payandalığını yapma; bu ilişkileri zorunlu gösterme ve onlardan sınıfsal, zümresel ve kişisel çıkar edinme – bu, bir yönetim politikası ve ahlakıdır ve kendilerini “iyi Müslümanlar”, “temiz ahlaklı kişiler” olarak pazarlayan yöneticilerin söyleminin yasal ve yasa dışı hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, rant paylaşımı, güç ve yönetim mevzilerini ele geçirme ve koruma pratik hedefiyle bağlı olduğu giz olmaktan çıkmıştır. İktidar partisinin ve onun rant çanağından beslenen “muhafazakar milliyetçi” kapı çavuşlarının burjuva ideolojisi ile İslam’ın “sentezi” üzerinden geliştirdikleri adalet ve ahlak söylemi, kapitalist mülk sahipliğiyle politik iktidar gücü olma arasındaki ilişkiyi örtmeyi esas almıştır. Dini ideolojiyi kullanmasına ve politik söyleminde adalet, eşitlik, ahlak, dürüstlük ile ilgili İslami literatürden alıntılamalarla kitlelerin manipülasyonu yöntemlerine baş vurmasına karşın, günümüz iktidarının asıl belirleyici kaynağı ve dayanağı kapitalist toplumsal koşullar, kapitalist üretim tarzı ve sömürü ilişkilerinin sağladığı zemindir. Erdoğan iktidarının gücü, makalenin başkaca bölümlerinde de değinildiği üzere, savunusunu ve koruyuculuğunu üstlendiği kapitalist özel mülkiyetin kendisinden gelmektedir. İktidar partisi ve hükümeti oluşturanların devlet olanaklarını da kullanarak sahip oldukları ve büyüttükleri sermaye gücü, ölümüne yapışarak korumaya çalıştıkları yönetim koltuklarının asıl dayanağını oluşturuyor. Tutuculuğunun, gericiliğinin, giderek otoriterleşmesi ve “firavun”laşmasının nedeni de, bu asıl “kutsal”lara bağlılıktadır.