Kapitalizmin kriz yılı

“Global bir kriz”in varlığı ya da yokluğu tartışmaları, yerini hızla, “her yerde ve her şeyde kriz var”a bırakıyor. Daha birkaç ay önce. “bizde kriz yok”, “bize kriz işlemez” diyenler şimdi; “kriz olmasaydı böyle olmazdık” mazeretine sığınıyorlar. Kriz, kimi zaman her kötülüğün bahanesi, kimi yer ve zamanda ise denize düşenin sarıldığı bir “şans” olarak değerlendiriliyor. Kısacası; ister “yok” denilsin, ister “var” denilsin, özellikle son bir yıldır dünyada, bir “hayalet” dolaşıyor. Bazen bir ülkeyi çökerttiği, bir grup ülkeyi birden girdabına çektiği duyulan bu “hayalet”, bazen de dünyanın şu ya da bu finans kentlerindeki borsalarda boy gösteriyor. “Kara Pazartesi”ler, “Kara Çarşamba”lar. “Kara Perşembe”ler derken, son bir yıl içinde bu malum “hayalet”in karartmadığı gün kalmadı neredeyse!
Tahmin edileceği gibi, burada sözü edilen ve kapitalist dünyanın çeşitli merkezlerinde “icrai sanat” eyleyen bahse konu hayalet; son aylarda etkisini daha da artıran “ekonomik kriz”dir! Bir yıl kadar önce “Asya kaplanları” diye adlandırılan ve dünya kapitalizminin “medar-ı iftiharı” olarak gösterilen Güneydoğu Asya ülkeleri krizin pençesine düştüler. Önce borsalarda çöküş olarak “finans krizi” şeklinde kendisini gösteren krizin, kısa zamanda bu ülkelerdeki “anarşik yatırım” sonucu ortaya çıkan bir “aşırı üretim krizi” olduğu ortaya çıktı. Birkaç haftalık felaketin arkasında kalanlar, terk edilmiş (ya da kapatılmış) depoları mal dolu fabrikalar ve kiracıları ülkeyi terk etmiş devasa gökdelenler oldu. Yıllardır bu ülkelerdeki bütün doğal kaynakları yağmalayan ve ucuz işgücünden yararlanan yabancı patronlar ve uluslararası spekülatörler “kriz bölgesi”ni çoktan terk etmişti. Ve tabii burjuva medyası, kriz haberlerine paralel olarak, garsonluk yapan fabrika müdürlerinin, işportacılığa soyunan borsacıların dramatik öyküleri eşliğinde, bu ülkelerin düştüğü sefaleti yansıtmaya koyuldu.
Yeni Dünya Düzeni globalizminin ideolog ve propagandacılarının “kaplanlar”daki yıkıntı karşısında ilk tepkileri; “krizin Güneydoğu Asya’ya özgü olduğu, diğer ülkeleri etkileyemeyeceği” biçimindeydi. Sadece, sistemin propagandacıları değil, krizin kıyısında dolaşan ülke yetkilileri de sürekli olarak kendilerinin etkilenmeyeceğini vurguladılar. Örneğin 1992’den beri durgunluk içinde olan ve ekonomi çevrelerinin krize en yakın ülke olarak niteledikleri Japonya’nın yetkilileri bile, “Güneydoğu Asya’da olup bitenlerle Japonya’nın bir ilgisi yoktur. Bizim ekonomimiz sağlamdır” diyordu. Ya da örneğin Türkiye’nin serbest piyasacıları, para denince gözleri fal taşı gibi açılan “uyanık takımı”, bu krizin ülke için iyi olduğunu, çünkü Türkiye’nin kriz bölgesinden kaçan 400 milyar dolarlık “yüzer-gezer” finans sermayesinden yüzde 10 pay alabileceği, bunun ise “Türkiye’nin köşeyi dönmesi” anlamına geleceğini ileri sürebildiler. Oysa bunlar söylenedursun, “adamlar” gelmiş ve gitmek için valizlerini toplamışlardı bile… Nitekim daha bu tartışmalar sürerken, son iki haftada hızla yükselen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) çöktü. Güneydoğu Asya’dan Avrupa ve Amerika’ya doğru uçarken Türkiye’ye uğramış dolarlardan bir bölümünün, yirmi gün içinde 400 milyon dolarlık bir vurgun yaparak Türkiye’yi terk ettiği, ancak İMKB’nin çöküşünden sonra anlaşılmıştı. En azından gelişmeler kamuoyuna böyle açıklandı. Ortaya çıkan durum, kime bulaşsa onu mahvedecek bir cüzam gibiydi. Ortada bir kriz vardı ama kimse sahiplenemiyordu. Yıllardır; artık “krizsiz bir kapitalist gelişme yolu bulunduğu”, geri ülkelerin de sanayileşip dünya refahından pay almasının mümkün olduğunu öne süren kapitalizmin ideologları ve her ülkedeki sermaye politikacıları; bu tezlerinin kanıtı olarak “Asya kaplanlarını gösteriyordu. “Kaplanlar”daki çöküş ise gerçekte globalizm (küreselleşme) ideolojisinin çöküşüydü. Bu yüzden de Güneydoğu Asya krizini, kapitalizmin bir krizi olarak görmeye yanaşmadılar. Bazıları George Soros’un spekülatif açıklamalarını, bazıları ise bu ülkelerin yöneticilerinin yanlış uygulamalarını çöküşün gerekçesi yaptı. Söz konusu uygulamaları planlayarak diğer ülkelere örnek gösteren IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası sermayenin öncü kuruluşları ise, bir yandan olup bitenlerden sorumluluk kabul etmezken öte yandan da yeni faturalar eklenmiş eski reçetelerle, çökmüş ve çaresiz kalmış hükümetlerin kapısına dayandılar.

BİR YILDA; NEREDEN NEREYE…
Çok değil, daha bir yıl öncesinde; kapitalist dünyada kriz alametlerinden söz edenlere karşı, serbest piyasacıların, globalizm yanlılarının yanıtı; ufukta “global bir kriz” filan olmadığı, bazı ülkelerin ekonomilerinde görülen dalgalanmaların ya hükümetlerin kimi hatalı uygulamalarının sonucu ortaya çıkan “lokal sorunlar” ya da ekonominin kendi kuralları içinde “kabul edilir sapmalar” olduğu şeklindeydi. “Kriz”den söz edenler ise ya “Ekonomiden anlamayanlar” ya da “Kötü niyetli Marksistler” olarak niteleniyordu. “Asya kaplanlarının çöküşü bile spekülatörlerin aşırı kâr hırsına, spekülatif sermayenin yatırımlarını realize ederek bölgeyi terk etmesine bağlandı. “Bölgede gerçek bir krizden söz edilemez” deniyordu. Ama artık, kapitalizmin küreselleşmeci ideologlarına kimse inanmıyordu. Gerekçesi ne olursa olsun; daha birkaç yıl önce herkese örnek gösterilen, Güney Kore’den Endonezya’ya kadar bir dizi ülkede ekonomi iflas etmiş; bu ülkelerin ekonomik düzeyi bir anda 20–30 yıl geriye gidivermişti. Sorun sadece borsalarda çöküşle kalmamış; işletmeler iflas etmiş; her ülkede yüz binlerce işçi sokağa atılmış; dünya çapında üne sahip tekeller (Hyundai, Kia, Daewoo…) bir anda ya çökmüş ya da el değiştirmişti. Hükümetler ise olup bitenler karşısında çaresizce boyun eğerken; kimi istifa etmek, kimisi de halkın karşısına geçip “aldatıldık” yollu açıklamalarla koltuklarını korumaya çalışmak zorunda kaldı. Örneğin, Endonezya’nın 32 yıllık diktatörü Suharto, iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Şimdi, krizin ortaya çıkışından 15 ay sonra Malezya’da sokak çatışmaları ortaya çıktı. Güney Kore’de işletmelerin yabancı tekellere devredilmesine karşı çıkan işçilerle polis arasında çatışmalar aylardır sürüyor.
Burjuva ideologlarının, mevcut krizi kapitalizmin krizi olarak kabul etmemelerinin pek çok nedeni var. En başta, kapitalizmin artık krizsiz büyüyeceği biçimindeki; küreselleşmecilerin temel tezinin iflasının kanıtlanması korkusu gelmektedir. Çünkü “Krizsiz büyüyen bir kapitalizm” keşfedilemezse; “Barış içinde, uluslar ve ülkeler arasında adaletin esas alındığı bir uluslararası sistem, sınıflar arasında mücadelenin bittiği bir toplumsal düzen” vb. gibi yeni dünya düzencilerinin, globalistlerin tüm temel tezleri çökerdi. Bu yüzden de sistemin savunucuları, artık inkâr edilemez boyutlara ulaşmadıkça, içine sürüklenilen krizin bir sistem krizi olmadığı konusunda ısrar ettiler. Ve tabii kriz sorununu tartışmaya yanaşmamalarının bir diğer nedeni de krizler ile sistemin niteliği arasındaki ilişkiydi. Tarih boyunca her toplumsal düzen, kendi özelliklerini taşıyan ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik vb. kurumların gerçek niteliklerini saklayarak biçimlenmiştir. En vahşi sömürü sistemleri bile kendilerini, vahşetlerini dengeleyen ya da meşru gösteren din, politik kurumlar, sosyal örgütlenmeler vb. ile gizlemeye çalışmıştır. Kuşkusuz ki; sömürü sistemlerinin en acımasızı ama aynı zamanda kendisini gizlemek için önceki sınıflı toplumlardan çok daha büyük olanaklara sahip olan kapitalizm, asli niteliklerini saklamayı başarmada önceki sistemlerden daha becerikli olmuştur. Ve ancak, krizler, üzerlerindeki cilayı ortadan kaldırarak sistemlerin olduğu gibi görünmesini, emekçiler karşısında egemen sınıfların gerçek pozisyonlarının herkesçe görülür hale gelmesini sağlamışlardır. Bu yüzdendir ki; Marx, ancak, 1775–76, 1825–26 krizlerini inceleyerek, krizin ortaya çıkardığı gizli özü yorumlayarak kapitalist mekanizmayı çözümlemiştir. Lenin, 1900–1901 krizinin ortaya çıkardığı olguları inceleyerek kapitalizmin emperyalizm aşamasının niteliklerini tarif etmiştir. Stalin de, 1929 krizini analiz ederek 2. Dünya Savaşma giden sürecin gerçeklerini, emperyalistlerin amaçlarını deşifre etmiştir. Şimdi ise; Yeni Dünya Düzeni olarak tarif edilen tekellerin dünyasındaki ilişkilerin kendine has özelliklerinin ortaya çıkarılması için, yaşanan son kriz çok önemli veriler sunmaktadır. Dahası, Japonya, ABD, Almanya gibi ana kapitalist ülkelerin krize yuvarlanmasıyla bu ilişkilerin gerçek niteliği daha çok ortaya çıkacaktır. Bir krizin yaşanıyor olması bile, bu sistemin orta direği durumundaki “krizsiz kapitalizm dönemi” yalanının iflasına yetmiştir. Serbest rekabetçiliğin bir ütopya olduğu, gerçek olanın tekeller ve onların çıkarları olduğu, yoksul ülkelerin yoksullaşması sürerken, zenginlerin daha zengin olmaya devam edeceği ya da her ülkede burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki gelir uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara vardığı, eğilimin bu uçurumun daha da derinleşmesi yönünde olduğu gösterildiği ölçüde sistemin niteliği anlaşılır olacaktır. Kriz, şimdiden bunu doğrulayacak veriler sunmaya başlamıştır. Derinleştiği ölçüde de açığa çıkan kanıtlar inkâr edilemez boyutlara ulaşacaktır. Sisteme karşı mücadele edenler açısından, krizin asıl önemi de bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Bu açıdan, yaşanan krizin kapitalist sistemin krizi olduğu gerçeğinin kapitalizmin savunucuları tarafından kabul edilmesi elbette güç olacaktı. Ancak, kriz bir sarsıntı yaratmakla yetinmedi; belirsiz aralıklarla Güneydoğu Asya ülkelerini sallamaya devam etti. Dahası bu sarsıntılar, her seferinde dünyanın geri kalan bölgelerinde kendisini daha çok duyurdu. Çin ve Japonya gibi dev ekonomilerdeki kriz sinyalleri veren gelişmelerin arkasından Rusya’nın krizin girdabına kapılarak adeta alt üst olması; krizin etkilerinin ABD ve Güney Amerika gibi, Güneydoğu Asya’dan oldukça uzak ülkelerde de kendini duyurmaya başlaması; en son da, İngiltere’nin ’99’da krize gireceğine dair verilerin ortaya çıkması dünyayı saran krizin lokal değil genel, sistemin krizi olduğu gerçeğini dayattı. Newsweek ve The Ekonomist gibi dünya kapitalizminin sözcüsü durumundaki yayın organları; nihayet krizi; “Global kriz”, “Global çöküş” olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Ve en sonunda, spekülasyonda “piyasaların” en popüler yıldızı olan George Soros; gelişmeleri “kapitalizmin çöküşü” olarak tarif etti.
Soros ve kapitalizmin “itibarlı” dergilerinin “kapitalizmin çöküşü”, “Global çöküş” gibi yargıları henüz tam durumu yansıtmasa da; gidişatın varacağı noktayı işaret etmesi bakımından önemlidir. Bizim için bu saptamaların önemi ise; bu saptamalardan kalkarak krizin etkisini azaltacak önlemlere başvurulması, krizin yükünün emekçi sınıfların ve geri ülkelerin üstüne yıkılması için girişilecek saldırılardır. Yoksa kapitalizm bu dergiler öngördü diye çökmeyeceği gibi, onlar inkâr etti diye de içinde bulunduğu sorunlar ortadan kalkmaz.

KRİZİN NEDENLERİ TARTIŞILIYOR
Mevcut krizin “sistemin krizi” olarak kabul edilmesinden sonra, nedenleri konusunda da daha elle tutulur açıklamalar başladı. Örneğin uluslararası sermayenin seçkin dergisi Newsweek’e göre; “Birçok ülkeye son yıllarda aşırı miktarda yabancı sermaye girdi. Ve son yıl içinde bu sermaye hızla geri dönmeye başladı. Bu geri dönüşü başlatan mekanizma ise ülkelere giren yabancı paranın kapitalizm adına israf edilmesi ve sanayilerin yanlış yönlendirilmesi oldu. Asya, içi boş ofis binaları ve üretim fazlası malların dolup taştığı fabrikalarla donandı. Denizaşırı bankalar verdikleri kredileri yenilemeyi reddettiler; çok uluslu şirketler hisselerini sattılar ve birikimlerini dolara çevirdiler.” vs.
Hiç kuşkusuz ki: Newsweek’in bu açıklaması da, pek çok burjuva akıl hocasınınki gibi, sebebi sonuçla açıklamaktan ibarettir. Ancak, şu bir gerçek ki: kapitalizmin içine sürüklendiği bu krizden nasıl çıkacağını tartışmak bir yana; bugüne kadar (en azından son bir yıla kadar) tartışılmaz, adeta bir dogma olarak görülen serbest piyasa ekonomisinin, tekelci kapitalist dünyanın temel argümanlarının tartışılması gündeme gelmiştir. Dahası, hâlâ bilim kaygısı taşıyan burjuva iktisat çevrelerinde “Yoksa Marx haklı mıydı” sorusu sadece bir soru olarak değil cevabı kendisi olan bir soru olarak gündeme gelmeye başlamıştır. Elbette bu gelişme, emperyalist Yeni Dünya Düzeni ideolojisinin bilim ve ekonomi çevrelerinin de ideolojik hegemonyasının sona ermeye başlamasının habercisidir. Böylece, tartışılmaya başlanan her •’dogma”nın başına gelenler, serbest piyasacılığın, “küreselciliğin” de başına gelecektir, gelmeye başlamıştır. Çünkü daha bugünden, “küreselciliğin” savunucusu ekonomistlerden bazıları, “geçici de olsa serbest piyasa yerine korumacı önlemlere başvurulabileceği, ekonomi düze çıktıktan sonra tekrar serbest piyasa ilkelerine dönülebileceği” konusunda fetvalar vermeye başlamışlardır. Dolayısıyla kriz, bugünkü sınırlan içinde kalsa bile artık, emperyalist ekonomik doktrinleri tartışmaya açmış olmasıyla önemli bir işlev görmüş olacaktır.
Bugün içinde bulunulan sürecin seyri açısından bakıldığında; yaşanan krizin gelip geçici olmadığı gözleniyor. Her şeyden önce; Meksika’da patlak veren ve ABD’nin ve IMF’nin bir gecede 50 milyar doları pompalamasıyla ABD krizden kendisini korudu. Ancak, krizin “Asya kaplanları”nı vurmasından sonra saklanması olanaksız hale geldi.
Böylece “krizsiz kapitalizm” tezleri bir kez daha, yerle bir oldu. Her seferinde “Kaplanlara” komşu olan Japonya ve Çin’i daha derinden etkileyen krizin ilk dalgaları; New York, Londra, Paris, Frankfurt gibi, Batının “sakin limanları”nda da büyük dalgalanmalar yarattı. Bu finans merkezlerindeki borsalar, Hong Kong ve İstanbul Borsası kadar olmasa da, hayli sallandı, borsa yatırımcılarının uykusu kaçtı. Krizin ikinci şok dalgası ise Rusya’yı da içine alarak genişledi. Dünya borsaları yeniden ve daha derinden sarsılırken; yaşanan krizin niteliği ve sistemle bağlantısı daha açıktan görülür oldu ve böylece sistemin kendisinin de tartışmaya açılmasının koşulları daha da olgunlaştı. Rusya’nın krize sürüklenmesiyle eşzamanlı olarak Amerikan ekonomisindeki durgunluk belirtileri ve Güney Amerika ülkelerindeki kriz öğelerinin yükseldiği haberleri de burjuva medyasında yer almaya başladı. Ve nihayet, Yeni Dünya Düzenine uyumda çok sancılı ama emperyalist politikacılar tarafından çok başarılı bulunan İngiltere de şimdiden Avrupa’nın “hasta adamları” kategorisine katıldı. İngiltere’den gelen en son haberler, bu ülkenin ’99’da krizin pençesine düşme olasılığının arttığı, çünkü ekonomik göstergelerin ’99’da durgunluğa işaret ettiği biçiminde… Kısaca bir yıl içinde, krizin dalgaları giderek büyüyen ve etkisi derinleşen bir trend izlemekte olup, daha şimdiden dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına almıştır. Gerçi Kara Avrupa’sı ve Kuzey Amerika gibi kapitalist dünyanın asıl merkezleri henüz krizin darbelerinden uzak görünüyorlar. Ama Japonya ve Çin gibi büyük ekonomileri içine çekecek bir krizin Avrupa ve Amerika’yı vurmaması beklenemez.

KRİZ VE “ŞANS”!
Daha önce de belirttiğimiz gibi bundan daha bir yıl öncesine kadar, kapitalizmin artık genel bir krize sürüklenmeyeceğini iddia eden emperyalist sistemin propagandacı ve ekonomistleri; gelinen noktada krizin “global bir kriz” olduğunun inkar edilemediği koşullarda; krizin bir “şans” olabileceğini öne sürüp, bu durumdan yararlanmayı öneriyorlar. Özellikle de henüz krizin girdabına girmemiş olan emperyalist merkezler; krizin daha çok etkilediği ülkeleri “parçalayıp yutmak” (burada “parçalamak”, “yutmak” tanımlamaları, klasik anlamlarıyla değil; ekonomik olarak kendi pozisyonunu daha da güçlendirme, karşısındakini ezebildiği kadar ezmek anlamında kullanılmıştır.) için olağanüstü bir iştah gösteriyor. Örneğin ABD, Uzakdoğu’da zaten zorda ve geniş ölçekli bir krizle her an yüz yüze gelebilir pozisyondaki Japonya’yı Asya kaplanlarına, Çin’e “yeterince yardım etmemekle” suçluyor. Yine ABD ve Batılı ülkeler Rusya’ya ancak “IMF direktiflerine uyarsa yardıma devam edileceği” “garantisi” veriyorlar. Aksi halde, “herkes başının çaresine baksın” deniliyor.
“Kriz-şans” ilişkisi Türkiye’de daha açıktan ve daha da kaba bir şekilde kullanıldı. “Asya kaplanları”nın krizini Türkiye’nin yöneticileri kendi ekonomik düzenleri için bir “şans” olarak değerlendirdiler ve oradan kaçan spekülatif paranın İMKB’ye geleceğini, böylece ülkenin bugüne kadar elde edemediği ölçüde bir dolar bolluğuna uğrayacağını iddia ettiler. Türkiye’nin dış ticaretinde Almanya’dan sonra en önemli yere sahip Rusya’nın krizin pençesine düşmesi üzerine; hükümet yetkilileri, büyük sermayenin önde gelenleri, hatta Rusya’ya yatırım yapan ve Rus hükümetinden alacaklı olan firma sorumluları da dâhil patronların sözcüleri; Rusya krizinin Türkiye’yi pek de etkilemeyeceğini hatta bu krizin bir şans olduğunu ileri sürdüler. Fakat çok geçmeden kazın ayağının hiç de öyle olmadığı görülünce de bir başka illüzyon edebiyatı başlatıldı: Başlarına gökten taş düşse krize bağlamak! Borsada spekülasyon mu yapılıyor; “Global kriz var. Eh, bizim de etkilenmemiz doğaldır”, “Her yerde olduğu gibi bizde de üretimin düşmesinin nedeni global krizdir”, “Seçime gitmeyelim; aksi halde kriz derinleşir; ekonomimiz çöker”… Yetmedi; Vergi Yasası’yla repo, stopaj gibi kimi kazanç kalemlerinden vergi alınacağının ortaya çıkmasıyla beraber; banka faizleri birkaç günde yüzde 50’ler dolayında yükselirken borsa; krizin girdabındaki Rusya borsasından daha sert düşüşler yaşadı. Bunun üzerine de banka sisteminin ve borsa aracı kurumlarının iflasın eşiğine geleceği, geldiği yaygarasına başlandı. (Türkiye’nin, henüz krizin ortasında değil, kıyısında duran bir ülke olmasına rağmen son iki ay içinde dünyada en çok düşen, en çok kaybettiren borsa İMKB’dir.) Ve hükümet önce bankalara 900 trilyona varan bir vergi muafiyeti getirerek banka kazançlarından alacağı vergiyi kaldırdı. Arkasında da borsayı “kurtarma”ya, “aracı kurumlara” yardıma karar vererek borsa endeksinin yeniden 2000 puanın üstüne çıkmasına yardımcı oldu.
Kısacası; banka ve borsada etkin durumdaki para babaları, üstlerine düşebilecek her tür vergiden muaf hale gelirken krizi gerçekten de bir şans olarak kullandılar. Çünkü bunların iddiası; banka sisteminin ve borsanın bünyesinin dünya krizi dolayısıyla çok hassaslaştığı, bu yüzden de bu alandaki rant gelirleri vergilendirilirse; paranın banka ve borsadan kaçıp dövize gideceği; dolayısıyla sistemin ayakta kalması için banka ve borsanın desteklenmesi gerektiği, şeklindeydi. Yoksa bankalar ve borsa, vergilerini seve seve ödeyecek kurumlardı; ah bir de şu kriz olmasa!
Açıktır ki; bankalar ve borsanın arkasından da diğer kurumların; örneğin Rusya’da yatırım yapanların zararlarının hükümet tarafından karşılanması, ihracatçıya vergi iadesi ya da ucuz kredi isteği, ithalatçılara vergi indirimi, büyük patronlara kriz karşısında özel teşvikler verilmesi gibi taleplerle sıraya girmesi de doğal olacaktır. Daha şimdiden hükümet zora giren sektörlere yardım edileceğini açıklayarak, “kriz mağdurlarını” rahatlatmıştır

SİSTEMİN KRİZİNİN KAYNAĞI
1990’lann başında, kapitalist sistem, yeni “altın çağı”nı ilan ederken, dünyada yaratılan refahtan herkesin yararlandığını, evrensel bir barış ve adaleti” egemen olduğu bir dünya düzeninin kurulacağını ilan etmişti. Newsweek dergisi krizi incelediği sayısında bu vaadi kendi jargonlarını da kullanarak şöyle tarif ediyor: “Küreselleşme mekanizması devreye girdiği zaman çokuluslu şirketler ve yatırımcılar yoksul bölgelere teknoloji getirecek sermaye akıtacaklardı. Böylece orta sınıf tüketiciye hitap eden bir pazar oluşacak, bunlar Toyota marka araba kullanacak, CNN izleyecek, McDonalds’larda, BigMac’lerde yiyeceklerdi. Dünya ticareti ve yatırımlar böylece pıtrak gibi arttı. Ancak beklenen sonucu vermedi.” Çünkü dünya, vaat edilenin tam tersine bir yöneliş içindeydi ve yukarı sınıflarla aşağı sınıflar, işçi sınıfı ile burjuvazi, yoksul ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki fark tarihte görülmedik ölçüde arttı. Söz konusu gerçekler IMF. WHTO, OECD, BM gibi Yeni Dünya Düzeninin, küreselleşmenin savunucuları tarafından da kabul ediliyor. Bu kuruluşlar tarafından yapılan her istatistik; dünyadaki zenginler ve yoksullar arasındaki büyük parçalanmışlığı gözlerden saklayamıyor. Biz burada; 11 Eylül tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan Dr. Şevket Sayılgan’ın yazısından bir bölüm aktararak Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl bir aşamaya geldiğini göstereceğiz: “500 büyük şirket, dünya parasal gücünün yüzde 42’sini elinde tutuyor. Dünyamızın en güçlü 100 ekonomisini büyük şirketler ve ülkeler yarı yarıya paylaşıyor. En büyük 10 şirket, 100 küçük ülkeden daha çok ciroya sahip. Shell ve Exxon petrol şirketlerinin dünya cirosunu geçebilen ülke sayısı 27’dir. Shell’in elindeki 400 bin kilometrekarelik arazi 144 ülkenin yüzölçümünden büyüktür. İngiltere’de bir yıl içinde harcanan tüm paranın yarısını 250 şirket paylaşıyor. General Motors’un yıllık satış kazancı 133 milyar dolar; Tanzanya, Etiyopya, Nepal, Bangladeş, Zaire, Uganda, Nijerya, Kenya ve Pakistan’ın toplam GSMH’sinden fazla. Yani General Motors tek başına, söz konusu ülkelerde yaşayan 500 milyon insandan çok daha fazla para kazanmaktadır.
Dünya’nın en önemli 12 sanayi kolunun -otomotiv, uzay, havacılık, elektronik, çelik, petrol, bilgisayar ve medya dâhil- yüzde 40’ını sadece 5 firma paylaşmaktadır. Dünya gıda ticaretinin hemen hemen tümünü 10 firma elinde bulundurmaktadır.”
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı rapor da dünyadaki gidişat konusunda çarpıcı rakamlar sunuyor:
“Dünyanın en zengin 3 kişisinin servetleri, en yoksul 48 ülkenin milli hasıla geliri toplamını aşıyor. 1960’da zengin ülkelerde yaşayanlar yoksul ülkelerdekinden 30 kat daha fazla kazanıyordu. 1995’te bu fark 82 katına çıktı. Amerikalıların yüzde 19’u, İngilizlerin yüzde 18,5’i, İrlandalı, Japon ve Kanadalıların yüzde 11’i Fransızların yüzde 7,5’i, Finlandiyalı ve Almanların yüzde 6’sı yoksulluk sınırının altında. 1,3 milyar insan içecek temiz su bulamıyor. Bir milyar ise başını sokacak eve sahip değil 841 milyon insan beslenemiyor. 55 milyonu gelişmiş ülkelerde olmak üzere dünyada 2 milyar insan kansızlık çekiyor. Kalkınmakta olan ülkelerde 2 milyar 64 milyon insan temel sağlık hizmetlerinden yoksun yaşıyor. Herkese temel eğitim vermek için yılda 6 milyar dolara, temel gıda için 13 milyar dolara ihtiyaç var. Oysa Avrupa’da parfümlere 12 milyar dolar, Avrupa ve ABD’de kedi ve köpek maması için 17 milyar dolar harcanıyor. Dünya uyuşturucu maddelere 400 milyar, askeri malzemelere 780 milyar dolar sarf ediyor.”
İşte yaşanan krizler, sergilenen bu tablo üzerinden cereyan ettikleri için özellikle anlamlıdır. Bu yüzden de krizin daha çok finans sektöründe mi yıkıntıya yol açtığı ya da üretim alanında bir aşırı üretim sonucu mu olduğu çok önemli değildir. Gerçekte de finans sektöründe görülen her kriz kaçınılmaz olarak, aynı şiddette olmasa da üretim alanında kendisini duyuracaktır. Ya da tersi; üretimde meydana gelen bir aşırı üretim kaçınılamaz olarak borsalara, bankalara yansıyacaktır. Ekonominin bir bütün olması; tekelci sermayenin banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçerek “finans sermaye” biçimine bürünmesinin kaçınılmaz sonucudur bu. Tabii ki, finans sektörünün spekülasyona açıklığı, bu alanda suni krizlerin yaratılabilmesi gibi olguları bir yana bırakarak bunları söylüyoruz. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları; güçlünün güçsüzü yutması üstüne kuruludur ve her kriz, eğer emekçi sınıflar tarafından bir müdahale olmazsa, güçlünün güçsüzü yutmasının bir vesilesidir. Bu yüzden de yaşanan krizin sonucu, sınıflar ve ülkeler arasındaki uçurumların daha da büyümesi; patlamalar ve savaşlar için koşulların daha da olgunlaşmasıdır. Bu gidişatı emekçi sınıflar lehine bozmanın tek yolu ise; krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçiler tarafından reddedilmesidir. Bu da, anti-emperyalist mücadeleden, işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve demokrasi mücadelesine daha büyük bir güçle katılmasından geçmektedir. Emperyalist sulta altındaki ülkeler emperyalistlerin dünya hegemonyasının dayanağı olmaktan çıktıkları, işçi sınıfı ve emekçiler tekellerin, kapitalizmin baskı ve sömürüsüne karşı hak mücadelesine atıldıkları, sömürüyü ortadan kaldıracak bir hedefe yöneldikleri ölçüde; krizler, tekellerin dünyasının çöküşünü hızlandıracak bir rol oynarlar. Aksi halde krizler büyük tekellerin ve emperyalist merkezlerin dünya egemenliğini daha da pekiştirici bir tarzda değerlendirilirler. Burada dikkate alınması gereken noktalardan birisi de; krizlerin kendi başına kapitalist sistemin bitişini sağlayamayacağı gerçeğidir. İşçi sınıfı ve halklar, krizin kaynağına yani sisteme karşı bir savaş açmamışlar, ya da giriştikleri bu savaşta ileri adımlar attıracak taktikler izleyemiyorlarsa; belirtildiği gibi, ne kadar derin etkilerde bulunursa bulunsun yaşanan kriz sistemin kendisini yenilemesiyle sonuçlanır. Dahası her krizin mantıki sonuçlarının son sınırına kadar ilerlemesi, her ülkeyi aynı düzeyde etkilemesi de söz konusu değildir. Krizin etkileri ülkelere göre farklı düzeylerde etkide bulunacağı gibi zaman itibariyle de bir ülkeyi bu yıl bir diğerini ise birkaç yıl sonra etkisine alabilir. Nitekim bugünkü dünya krizi de her ülkeyi aynı düzeyde etkilememektedir.
Yine bazı ülkeler, etkisini çok derinden hissetmeden bu krizi atlatabilirler. Örneğin Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerin mevcut krizden zincirin diğer halkalarından daha az etkilendiği biliniyor ve gerekli önlemler alınırsa, kriz bu ve bu türden ülkelerde yıkıcı sonuçlara yol açmadan geçiştirilebilir de. Bu yüzden de emperyalizme, kapitalizme, globalizme karşı mücadele eden güçlerin, umutlarını sadece nesnel bakımdan krizin “yıkıcılığına” bağlamaları elbette yanlış ve sonuç alınmaz bir hesap olacaktır. Tam tersine kriz; deyim yerindeyse iki yanı keskin bir kılıçtır ve sisteme karşı mücadele eden sınıflar için bir fırsat olabileceği gibi, eğer bu olanaktan yararlanılamazsa, bu sınıflar için yıkıma yol açan sonuçlar doğurabilir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; işçi sınıfı ve emekçiler için krizin ne kadar derinleşeceğinden çok: kriz yükünün emekçilere, geri ülkelere yıkılması için girişilen saldırıyı anlamak ve bu yükü reddetmek için mücadeleye atılmak önemlidir. Bugün bu mücadele, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinden, özelleştirmeye karşı mücadele ve tekellerin dünya hegemonyasının engellenmesi mücadelesine kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Elbette ki krizin her yeni dalgası, krizdeki her derinleşme, emperyalist dünya ilişkilerinin gerçek niteliğinin daha açık sergilenmesi, sistemin mekanizmasının daha kolay öğrenilmesi bakımından son derece önemli ve eğiticidir. Ama kriz yükünü reddetmek için atılacak adımlar da en az bu öğreticilik kadar önemlidir. Bu açıdan, kapitalist sistemin bugünkü dünya krizi; mücadelenin zenginleştirilmesi açısından sayısız fırsatlar sunmaktadır. Yaşanan kriz sadece burjuvazi, büyük tekelci gruplar ve emperyalist ülkeler için değil; işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen ülke halkları için de sayısız olanaklar sunmaktadır. Emekçi sınıflar kendi tarihsel görevlerine uygun şekilde üstlerine düşeni yaptıkları ölçüde krizler, emperyalist kapitalist sistemin unsurları için bir fırsat olmaktan çıkıp felaket haline gelecektir.

Ekim 1998

İç ve uluslararası alanda gelişmeler; çelişkiler, çatışmalar ve işçi hareketi

Burjuvazinin uluslararası propaganda güçleri, kapitalizmin, bolluklar ve özgürlükler sistemi olduğunu tekrarlayıp duruyor; bütünleşme, çıkar ortaklığı, mutluluk, özgürlük ve refah üzerine gerici propagandayı aralıksız olarak sürdürüyorlar. Emperyalizmin dünya jandarması ABD’nin ve diğer emperyalistlerin, geri ülkelere müdahaleleri ve emperyalist askeri saldırılar “hür dünya”nın korunması için zorunlu ve haklı eylemler olarak ilan ediliyor. ABD yöneticileri başta olmak üzere, dünya burjuvazisi, göz önündeki onca gerçeğe karşın, barıştan, dostluktan, refahtan, “bütünleşme ve ortak insani çıkarlar”dan söz ediyor, iletişim araç ve aygıtlarını kullanarak, işçileri ve tüm ezilenleri aldatmaya çalışıyor.
Yeni olmayan, ancak içinde bulunduğumuz dönemde, dünyanın birçok ülkesinde, işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı mücadelelerinde görülen yeniden yükseliş nedeniyle, daha güçlü ve yaygın bir biçimde tekrarlanan bu iddialar, sermaye ve meta hareketinin, kapitalist uluslararasılaşma kapsamında ulaştığı düzey veri alınarak güçlendirilmek ve inandırıcı kılınmak isteniyor. Burjuvazinin uluslararası propaganda güçleri, küreselleşme olarak niteledikleri uluslararasılaşmanın bugünkü düzeyini, emperyalist burjuvazi ve tekeller arası rekabet ve paylaşım kavgalarını geçersiz kılan bir gelişme aşaması olarak gösterirken, bunun, kapitalizmin çelişkilerinin yumuşaması ya da yok olmasına, çatışma ve savaşların geçersiz hale gelerek tarihe karışmasına yol açtığını ileri sürmektedirler. Bu gerici iddia ve varsayım, burjuva revizyonist teorisyenler, Marksist olma iddiasındaki kimi oportünist akım ve hareketler tarafından da doğru kabul edilip savunuluyor.
Devrime ve işçi sınıfı hareketine karşı burjuva emperyalist ideolojik saldırı dalgası, bir yan ürün olarak, burjuva reformist ve revizyonist saldırıyı besleyip geliştirirken, onun şahsında, emekçi hareketi içinde uzlaştırıcı ve yozlaştırıcı bir dalgakırana kavuştu. Burjuva reformcu ve revizyonist akım ve hareketler, emperyalist ideolojik saldırı dalgasının rüzgarına kapılarak, işçi sınıfı öncülüğünde proletarya ve halk ayaklanmalarıyla burjuva diktatörlüğünün yıkılması ve sosyalizmin zaferi olanaklarının sona erdiği üzerine vaazlar verdiler. Bunlar, burjuvazinin, emperyalist kapitalizm üzerine iddialarını, “ideolojik doğrular” olarak benimsemekle kalmadılar, emperyalist kapitalizmin nitelik değiştirdiğini, kendini yenileyerek, çürüme, çökme ve yıkımdan kurtulduğunu ileri sürdüler. Buna göre, emperyalist kapitalizmi yıkılmaya mahkûm eden çelişkiler ve bunalımlar sona ermiş, pazar paylaşım mücadelesi, savaşları gereksinmeyecek uzlaşmacı-barışçıl biçimler almış; sınıf karşıtları, küreselleşme nedeniyle “ortak çıkarlar” temelinde uzlaşır hale gelmiştir.
Marksistler ve işçi sınıfının devrimci partisi, uzun yıllar boyu, bütün olanaklarını kullanarak, bu gerici tez ve iddiaların kof ve çürük olduğunu, nesnel dayanaktan yoksun varsayımlar olarak ileri sürüldüğünü, işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimlere kavratmak için mücadele ettiler, iletişim teknolojisindeki büyük niceliksel gelişmenin ve uluslararasılaşmanın devasa boyutunun, kapitalist emperyalizmin niteliğini değiştirmediğini, emperyalist burjuvazi ve mali sermaye grupları arasında, pazarların, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının paylaşımı için süren rekabetin daha keskin biçimler alarak devam ettiğini, emperyalist bunalımın, yeni bir aşamasına doğru yol aldığını; bunun emperyalistlerle ezilen halklar ve burjuvaziyle proletarya çelişkisini keskinleştirici bir rol oynadığını; sınıfların ve sınıflar-arası çelişki ve mücadelenin, yumuşama şurda dursun, daha da sertleşerek ve yeni devrimleri gündeme getirecek biçimde devam ettiğini savundu.
İçinde bulunduğumuz dönem, uluslararası ve ulusal düzeyde ortaya çıkan olgular ve yaşanan ekonomik ve politik gelişmeler, işçi sınıfının devrimci partisini, onun devrimci dünya görüşünü, sisteme ve döneme ilişkin belirlemelerini doğrulayıcı ve güçlendirici bir rol oynadı. Partimiz ve dünya Marksistlerinin ekonomik ve politik maddi nesnel gerçeklere dayanan belirleme ve öngörüleri, son birkaç yılda uluslararası alanda meydana gelen olaylarca kanıtlanıp doğrulandı. Emperyalist kapitalist sistemin, ana kapitalist ülkeler başta olmak üzere, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin daha sert biçimler alarak devam etmesini olanaksız kılacak herhangi bir temel ve niteliksel değişime uğramadığı, uluslararası alanda, artan saldırılara karşı proletarya ve emekçi kitlelerin yüz binler halinde alanlara çıkarak taleplerini haykırmalarıyla bir kez daha açıklık kazandı. Büyük tekellerin küçük ve orta işletmeleri yutmaları ve tekelci birleşmeler, emperyalist tekeller arasındaki rekabetin arttığını gösterir veriler sundu. Emperyalist büyük devletlerarasında, dünya egemenliği mücadelesinde önemli stratejik konuma sahip olan bölgeler üzerinde sürdürülen rekabet daha da kızıştı. ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin başta olmak üzere emperyalist devletler etki alanı mücadelesinde birbirlerine üstünlük sağlamak için ekonomik, politik ve askeri araç ve yöntemler kullandılar. 98 mali krizi, Japonya gibi, dünya kapitalizminin en güçlü ülkelerinden birinin, aşırı üretim nedeniyle içine düştüğü durgunluk ve gerileme döneminin sonuçlarının, yalnızca Güneydoğu Asya’da değil, dünyanın daha geniş bir alanında kapitalist ekonomi üzerinde etkide bulunduğunu ortaya koydu. Rusya’daki politik ve ekonomik bunalımın giderek ağırlaşması, uluslararası burjuvazinin saflarında, sosyalist devrim “ihtimaline karşı” önlemlerin “aciliyeti” tartışmalarını yeniden alevlendirdi.
Gelişmeler, proletarya devriminin olanaklı ve kaçınılmaz olduğu üzerine Marksist öngörü ve teoriyi doğrulamakla kalmadı, devrimi başarmak üzere, işçi ve emekçi hareketinin geliştirilip ilerletilmesine hizmet eden politik taktik ve örgüt biçimlerine ilişkin Marksist devrimci anlayış ve uygulamayı da güçlendirdi ve doğruladı. İşçi sınıfının politik partisinin, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale gücü gösterecek düzeye ulaşmasına hizmet eden taktiklerin doğruluğu bir kez daha kanıtlandı.
Yazının devamı içinde, bu iddialarımızı doğrulayan politik, pratik ve ekonomik gelişmeleri ele alacağız.

A) EMPERYALİST HEGEMONYA MÜCADELESİNDE YENİ ADIMLAR VE KAPİTALİZMİN “HÜR DÜNYA” YALANI
Kapitalist emperyalizmi, uygarlığın zirvesi, tekelci burjuvaziyi tüm insani değerlerin temsilcisi ilan eden ve kapitalist haydutluğu aklamaya çalışan teori, “hür dünya” denilen emperyalist sistemin, ulusların ve halkların hapishanesi; açlık, vahşet, yoksulluk, işsizlik; kadın ve çocuk emeğinin yok pahasına sömürülmesi; doğanın tüm kaynaklarıyla birlikte ve insanın geleceği düşünülmeksizin yağmalanıp tahrip edilmesi; militarizm, saldırganlık ve savaş demek olduğunu gizleme çabasındadır. Ama burjuvazinin uluslararası alanda yaymak için onca uğraş verdiği bu yalan, sistemin gerçeklerine çarpıp geri püskürüyor. Öncesi bir yana, son beş-on yılın uluslararası gelişmeleri ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede devam ede-giden yerel ve bölgesel gerginlik, çatışma ve artan silahlanma, emperyalist burjuvazinin ve sağ oportünist teorisyenlerin, kapitalist emperyalizm hakkında ileri sürdüğü savların hiçbirinin geçerli ve doğru olmadığını ortaya koyuyor.
Emperyalist büyük devletlerin dolaysız sorumluluğunda, Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlar’da halkların boğazlaşmaları, çatışmalar, sabotajlar ve toplu öldürmeler devam ediyor. Dünya emperyalist zincirine bağlanan tüm kapitalist ülkelerde, burjuvazi daha fazla kâr için, işçi ve emekçilere karşı uluslararası karakterde ve ölçekte bir saldırı politikası yürütüyor.
Tekelci burjuvazi, içte, egemen sınıf olarak “kendi” işçi ve emekçilerine; dışta diğer ülkelerin halklarına karşı baskı ve saldırıları artırmakta, mali sermayenin çıkarlarınca belirlenen hegemonyacı bir politika izlemekte; dayatmalarda bulunmaktadır. Sermaye ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde görülen büyük artış, emperyalist burjuvazinin ve uluslararası tekellerin kaynak ihtiyacını artırmakta ve çelişkileri keskinleştirici bir rol oynamaktadır. Güç ilişkilerinin değişimi ve buna bağlı olarak yeni bloklaşma, çatışma ve paylaşmaların gündeme gelmesi kapitalist emperyalizmin temel bir gerçeğidir. Emperyalist devletlerin, -çeşitli ülkelerdeki işbirlikçilerini de harekete geçirerek- pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde denetim kurma ve rakiplerinin etkisini kırma çabaları, içinde bulunduğumuz dönemde artmış bulunuyor.
Mali sermaye grupları arasındaki tekelci rekabet, halklara yönelik baskının artmasına ve küçük işletmelerin büyükler tarafından yutulmasına yol açarken, emperyalist devletler rakiplerini zayıf düşürecek ve hâkimiyet alanını sınırlayacak politikalar geliştiriyor ve ticaret savaşları yürütüyorlar. Uluslararası politik ve askeri toplantılarda, taraflar birbirlerinin gücünü öğrenmeye ve sınamaya; politik-askeri taktikleri hakkında bilgi edinmeye çalışmakta, çeşitli tatbikatlarda ve küçük çaplı bölgesel savaşlarda güç denemesine girişmektedirler. Rekabet, dünyanın tüm önemli bölgelerinde, stratejik önem taşıyan geri ve ileri ülkelerde yoğunlaşarak devam etmekte; çelişkiler yalnızca geri ve bağımlı ülke pazarlarının elde tutulması ya da ele geçirilmesi için yürütülen mücadele nedeniyle değil, gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerin pazarlarında üstünlüğü ele geçirme mücadelesi nedeniyle de keskinleşmektedir. Stratejik değerdeki hammadde kaynaklarının bulunduğu Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya, ABD, İngiliz, Fransız ve Alman emperyalistlerinin yanı sıra, Çin ve Japonya’nın da ilgisini çekmektedir. Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını barındıran bölge ülkeleri üzerinde sağlanacak etkinlik, enerji kaynaklarının denetimi ve Batıya nakil yollarının hangi ülke ya da ülkeler grubunun ekonomik, politik ve askeri çıkarlarına uygun bir rota izleyeceği, hangi bloğun ya da hangi büyük emperyalist ülkenin rekabette öne geçeceği bakımından önem taşımaktadır.
Günümüzde, pazarların ve petrol ve doğalgaz başta olmak üzere hammadde kaynaklarının denetime alınması için büyük emperyalist devletlerarasındaki mücadele daha da sertleşmiştir. Emperyalist büyük devletler, önce bulundukları bölgedeki denetimlerini güçlendirmekte ve bununla birlikte (buna da dayanarak), uzak ve stratejik bölgelerde mücadeleye girişmektedirler. ABD, Amerika kıtasındaki hegemonyasını pekiştirmeyi, Balkanlara yerleşme, Ortadoğu ve Kafkasya’da etkinliğini artırmanın dayanaklarından biri olarak kullanmaya ve “en stratejik bölge” olarak ilan ettiği Ortadoğu’da, Rusya’nın etkinliğini yeniden artırmasının önünü kesmeye çalışmaktadır, İngiliz emperyalizmi, ABD’nin yanı başında yer almayı temel bir politika olarak benimsemekle birlikte, sömürgeci geleneğinin kazananlarından bugünün uluslararası ilişkilerinden yararlanma ve “pasta”dan pay kapma çabasındadır. Fransa, Ortadoğu’daki sömürgeci deneylerini yeniden değerlendirerek, ABD’nin bu bölgedeki etkinliğinin güçlenmemesi için çaba göstermekte; Japonya ve Çin, Asya’da ve Rusya’nın etkinlik alanında nüfuz alanları için mücadele etmektedir.
Rusya, içinde bulunduğu ekonomik ve politik istikrarsızlığı aşma ve gücünü yeniden toplamaya bağlı olarak, Ortadoğu ve Uzakdoğu’da konumunu güçlendirmek, etki alanını yeniden genişletmek ve ABD’nin onu mahkûm etmeye çalıştığı sınırlı alandan çıkmak istemektedir. Sahip olduğu doğalgaz rezervlerini etkinlik mücadelesinin aracı olarak kullanırken, bir yanda Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini yenileme ve Kuzey Irak’ta ABD’nin fiili olarak biçimlendirdiği siyasal haritayı çıkarları yönünde değiştirmeyi hedeflemekte; diğer yanda ABD’nin, Japonya ile yaptığı işbirliği anlaşmalarıyla elde ettiği mevzileri sınırlamaya çalışmaktadır.
ABD emperyalizminin, uluslararası ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek üzere, Amerika kıtasında yer alan 34 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarını, Şili’nin başkenti Santiago’da “21, yüzyılda serbest ticaret ve liberal demokrasi” vaazlarıyla bir araya getirmesi, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya’daki atakları, Arnavutluk ve Afganistan’da işbirlikçiler örgütleyerek, bunalımdan yararlanmaya çalışması, Türkiye-İsrail Stratejik işbirliği Anlaşmasını koordine etmesi, Ürdün ve Mısır’ı aynı ittifak içine çekme çabaları; İngiliz ve Fransızların Ortadoğu’daki girişimleri; Almanya’nın Balkanlar’a artan ilgisi, ABD ile birlikte Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynaması, Hırvatlara verdiği destek ve NATO bünyesinde askeri operasyonlara fiili katılmaya gösterdiği istek ve ataklık; Rusya’nın Ortadoğu ve Balkanlar’da yeniden etkin rol oynamak üzere gösterdiği çaba; bütün bunlar pazar arayışı ve etkinlik mücadelesinin kızıştığını gösterir gelişmelerdir. ABD’nin bir gece vakti (Ağustos–98), Afganistan ve Sudan’a düzenlediği askeri saldırı ve aralarında bir ilaç fabrikasının da bulunduğu hedefleri vurması, emperyalist başkentlerde ve askeri karargâhlarla, emperyalizmin işbirlikçileri tarafından hararetle desteklenirken, ileri sürülen gerekçeler, insan yaşamı ve insan haklarının, kapitalist sistemde herhangi bir değerinin olmadığını ortaya koydu. Kapitalist emperyalizmi, barış ve refahın sistemi olarak reklâm eden burjuvazi ve emrindeki asalaklar güruhu, dünyayı iki kez kana boğan savaşların; 187 milyon insanın yok olmasına yol açan bölgesel, yerel vb. savaşların bir başka sistemde değil, kapitalist-emperyalist sistem bünyesinde ve proletarya ve emekçilerin en küçük bir sorumluluğu olmaksızın, tekelci burjuvazi tarafından çıkarıldığını; hemen tüm ülkelerde burjuvazinin, iş, ekmek, özgürlük ve sosyalizm için mücadele eden işçi ve emekçilere karşı vahşi saldırılara yöneldiğini gizleme çabasındadırlar.
ABD yönetimi, dünyanın hemen tüm bölgelerini Amerika’nın çıkar alanı ilan ederken, bunu “küresel ticaret, mali piyasalar ve enerji arzı sistemlerinin çöküşünün önlenmesi… ABD’nin müttefiklerinin varlıklarını sürdürmelerinin güvence altına alınması” gerekçesine bağlayarak, saldırgan ve hegemonyacı politikasını “zorunlu ve kaçınılmaz” ilan etmektedir. Amerikan istihbarat ve dışişleri örgütleri, bu amaçla, çeşitli ülkelerde kargaşa çıkarmaktan ve bölgesel savaş kışkırtıcılığı yapmaktan kaçınmıyorlar. Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik Batılı emperyalistlerin atakları, NATO’nun genişletilmesi çabalan, sürdürülen aşırı silahlanma ve yeni silah teknolojisinin geliştirilmesi için ayrılan büyük paralar, nükleer deneme ve tehditler, küçük ülkelere yönelik emperyalist tehdit, Irak’a uygulanan ambargo, Somali, Haiti ve Grenada’ya askeri müdahaleler, Fransa’nın Kongo ve Ruanda’da; ABD ve Almanya’nın Balkanlar ve Arnavutluk’ta; ABD’nin Türkiye gericiliği aracılığıyla Orta Asya ülkelerinde yürüttükleri kışkırtıcı, karıştırıcı ve darbeci politikalar, çelişkileri keskinleştirmekte ve çatışma öğelerini artırmaktadır. Balkanlar’da izlenen politika; Sırp, Hırvat ve Boşnak çatışmasının kışkırtılması, Arnavutluk’ta Sali Berişa kliği aracılığıyla hazırlanan CIA planları, Kosova Arnavutlarının haklı davasını, emperyalist çıkarlara göre kullanılan bir soruna dönüştürülmesi, Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde denetim kurma ve bu kaynakların Batıya aktarılması için girişilen çabalar ve Afganistan’da Taliban gericilerini kullanarak, bölgedeki konumunu İran ve Rusya aleyhine güçlendirme tutumu, bu politikanın ürünüdür.
Amerikan emperyalist burjuvazisi, “200 milyar varil petrol rezervi bulunan Kafkas ve Orta Asya bölgelerinin ABD için büyük önem taşıdığını” ilan etmekte, ABD’nin “gezegene egemen” konumunu, rakiplerine karşı tehdit ve halklara karşı baskı aracı olarak kullanmayı elde edilmiş hak saymaktadır. ABD, nükleer silahlara en fazla sahip ülke olarak Asya, Avrupa ve Basra Körfezi’nde büyük kuvvetler bulundurmakta ve dünya hâkimiyeti mücadelesinde bugünkü üstünlüğünü sürdürmek için, ‘Avrasya’yı (Asya-Avrupa-Rusya bölgesi) denetim altına almaya çalışmaktadır. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) planları, Amerikan emperyalizminin petrol ve doğalgaz rezervlerinin bolca bulunduğu Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya üzerinde denetimin güçlendirilmesini, Rusya’nın gücünün daha fazla kırılması için İran ve Irak politikalarının değiştirilmesini ve bu ülkelerin yönetimlerini ABD çıkarları yönünde daha aktif biçimde kullanabilecek bir politikaya zorlanmalarını öngörmektedir. ABD, Türkmenistan doğalgazının, Batı pazarlarına Türkiye üzerinden naklinin sağlanmasını, bölgedeki etkinliğini güçlendirmek için gerekli görmekte; Türkiyeli işbirlikçilerini daha fazla uşaklığa zorlamak üzere, Kafkas petrolünün Bakû-Ceyhan hattından naklini sağlamaya çalışmakta, Rusya’yı buna “ikna” için çaba göstermektedir. ABD, İsrail-Türkiye Askeri ve Stratejik İşbirliği Anlaşmasının imzalanmasını dolaysız biçimde yönlendirerek, Ortadoğu’daki mevzilerini güçlendirdi. Saddam’ı daha fazla sıkıştırmak ve uygun gördüğü zaman da, tamamen etkisiz hale getirerek devre dışı bırakmak üzere çeşitli planlar hazırlayan ABD, “Irak Ulusal Kongresi” adıyla işbirlikçi güçleri örgütlemekte (onlara 25 milyon dolarlık bir yardım paketi hazırlandığı açıklandı), ve Irak kuvvetlerini uçuşa yasak bölgenin yani sıra kara ulaşımında da sınırlamak istemektedir. Irak Kürt hareketini, burjuva feodal gericilik (ve onun başı Barzani-Talabani) aracılığıyla yedekleyen ABD, bunu, egemenliğini güçlendirmenin araçlarından biri olarak ve Kürt sorununa muhatap bölge ülkelerini daha fazla köşeye sıkıştırmak üzere kullanmaktadır. Amerikan emperyalist burjuvazisi, Latin Amerika’da gerici iktidarları korumakta, Meksika’da emekçilerin baskı altında tutulmaları ve sömürülmelerinin dolaysız sorumluluğunu taşımakta, G. Kore üzerinden Güneydoğu Asya’da etkinliğini güçlendirmeye çalışmaktadır. Deniz, kara ve hava savaş filolarını dünyanın korsan jandarması rolünde, her tarafta tehdit ve bastırma gücü olarak bulundurmaktadır.
a) Militarizm, savaş ve saldırganlığın kaynağı olarak emperyalizm
Kapitalizmi barış, huzur ve refah toplumu olarak reklâm eden burjuvazi, kapitalist ülkelerde ve kapitalist ülkeler arasında ortaya çıkan çatışmaları, silahlanma yarışını; nükleer silahların geliştirilmesini, emperyalistlerin, Ortadoğu ve Balkanlar başta olmak üzere, çeşitli ülkelere müdahalelerini, şu ya da bu ülkenin yöneticilerinin tutumuyla açıklamaya çalışıyor. Burjuva propagandası, bu tutumu belirleyen ve besleyen temel kaynağı; rekabet ve çıkar çatışmalarını göz ardı ederek, kapitalizmi aklamayı esas alıyor. Dünyanın “çelişkisiz küçük köy” e dönüştüğü ve bunun ekonomik, kültürel ve politik-askeri düzeyde elde edilmiş bir ortak kazanım olduğu söyleniyor. Burjuva ideologları ve liberal reformist politikacı ve yazarlar, “küreselleşme” dedikleri bugünkü gelişme aşamasında, ülkelerin, tekellerin ve sınıfların çelişkilerinin ortadan kalktığını, savaşların ve çatışmaların gereksiz hale geldiği bir “global bütünlük”ün gerçekleştiğini ileri sürüyorlar.
Emperyalist kapitalist ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinde, ekonomik, mali ve askeri gücün baskı, şantaj ve saldırı aracı olarak kullanılmadığı bir durum olmamasına karşın; serbest ticaret, liberal demokrasi, özgürlük ve eşit ilişkiler üzerine burjuva vaazı eksik olmuyor. Bu temelsiz düşüncenin dayanaklarından biri olarak, 1950’li yılların ikinci yarısından sonra girdiği kapitalistleşme yolunu, 1980’li yılların sonunda, kapitalist emperyalizmle biçimsel bütün farklılıklarını tasfiye ederek, emperyalist pazar ve kapitalist sistemle bütünleşen eski Sovyetler Birliği (ve Doğu Avrupa ülkelerinde), revizyonist “sosyalizm” iddialarının açıktan son bulması gösteriliyor. Buna göre; dünya “iki kutuplu” olmaktan çıkarak “tek kutuplu” hale gelmiştir ve ABD’nin patronluğunu ve politik-askeri stratejistliğini üstlendiği bu “yeni dünya”da, artık kavgaya yer kalmamıştır!
Burjuvazi böylece savaşların, çatışmaların, bölünmüşlüklerin nedeni olarak sosyalizmi, sorumlusu olarak da proletaryayı göstermekte; kapitalizmi çelişkilerden, çatışmalardan, eşitsizliklerden arındırarak(!), ebedi bir sistem düzeyine çıkarmaktadır. Uluslara, devletlere, bloklara ve sınıflara bölünmüş bir sistem olan kapitalizmin, sömürü sistemi olması ve bunun yol açtığı çelişkiler gizlenerek, kapitalizmin çelişkilerinin emperyalizmle birlikte daha da keskinleştiği, pazar paylaşımı kavgasının bloklaşmaları da içermek üzere, devam ettiği ve uluslararasılaşmanın, bu yolda kat edilen onca mesafeye karşın, yeni olmayıp yüzyılın başından bu yana devam eden bir süreç olduğu gerçeğinin üzeri örtülüyor. Oysa kapitalist emperyalizm, bugün, adına globalleşme ya da küreselleşme denilen ve yeni bir aşama olarak sunulan dünya sistemini, daha on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında, esas olarak yaratmıştı. Bu süreç, yüz yılı aşkın bir zamandır devam ediyor. Sermayenin ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesi bu süre içinde muazzam boyutlara ulaştı. Mali sermaye ve uluslararası tekeller, sermaye ihracı yoluyla (meta ihracıyla birlikte ve onu da teşvik ederek), bütün dünya topraklarına yayıldılar; pazarları ve hammadde kaynaklarını ele geçirip yağmaladılar.
Emperyalist burjuvazi ve kapitalizmin dünya jandarması olarak ABD, geçmişte de dünyanın hemen her tarafında özgürlükleri için mücadele eden ve sömürgeciliğe karşı ayağa kalkan halklara karşı, çağın en vahşi savaşlarını yürütmekten kaçınmadı. ABD, ikinci Dünya Savaşı’nın yenilmiş ülkeleri dâhil, Sovyetler Birliği ve birkaç doğu ülkesi dışındaki hemen tüm ülkelerde, ekonomik, politik ve askeri etkinlik için, savaş koşullarında ve iki savaş arası dönemde kazandığı güçlü politik, ekonomik ve askeri konumunu kullandı. Almanya ve Japonya’da “ekonominin yeniden inşası” operasyonuyla, bu ülkelerin kaynaklarını kullanma olanağını elde etti. Marshall Planı çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan dâhil, Avrupa, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde ekonomik egemenliğini güçlendirdi. ABD burjuvazisi, “özgürlük, eşitlik, demokrasi…” gibi kavramları ikiyüzlüce kullanarak, bu kavramlarda içerilen haklar için mücadele eden halkları aldatmaya çalıştı, içeride ve dışarıda özgürlük, eşitlik ve demokrasi düşmanı olmasına ve Latin Amerika halkları başta olmak üzere, ulusal-siyasal hakları için mücadele eden ezilen halklara karşı, saldırgan ve yok edici bir politika izlemesine karşın, bu propagandayı ısrarla sürdürdü. Vietnam, Kamboçya, Laos, Nikaragua, Salvador, Kolombiya, Uruguay, Peru, Iran, Türkiye, Güney Afrika Cumhuriyeti ve daha birçok ülkede, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük isteyen emekçilerin üzerine modern imha silahlarıyla giderek, ölüm kusmaktan ve işbirlikçi faşist diktatörlükleri destekleyerek, halklara zulüm uygulamaktan geri durmadı. Ancak, bütün bu saldırılara ve fiili işgallere (Vietnam, yakın zamanda Somali, Haiti, Guatemala ve son olarak Irak) karşın, ABD emperyalist burjuvazisinin başını çektiği uluslararası gerici propaganda, özellikle batılı ülkelerin emekçi yığınları üzerinde etkili olabildi.
Uluslararası gericiliğin göstermek istediğinin aksine, iki büyük dünya savaşı da, farklı toplumsal sistemlere sahip ülkeler arasında değil, aynı sistemin; kapitalist emperyalizmin büyük güçleri arasındaki çatışmalarla başlayıp, dünyaya yayıldı. Tümü de kapitalist dünyanın gücü olan büyük emperyalist devletler, kapitalizmin sıçramalı bir hal alan dengesiz gelişmesi sonucu, pazar paylaşım mücadelesini, güçleri oranında ve askeri alana dökerek, sürdürdüler. Her iki savaş da, emperyalist burjuvazinin dünya toprakları, hammadde kaynaklan ve ucuz işgücü alanları üzerindeki rekabeti ve mücadelesinin sonucu olarak dünya gündemine geldiler; on milyonlarca insanın ölümüne, yüz milyonlarcasının yaralanmasına ve sakat kalmasına ve yenilen ülkeler başta olmak üzere ekonomilerin tahrip olmasına ve açlık, yoksulluk ve işsizliğin yükünün emekçi sınıflara daha fazla bindirilmesine yol açtılar. (Birinci Savaşta İngiltere ve Fransa ekonomik varlıklarının % 50’sini, İtalya % 70’ni, Rusya % 90’ını kaybetti. Savaş açlık, yoksulluk, fiyat artışı ve işsizliğe yol açtı ve İkinci Savaş dünya ölçeğinde büyük bir ekonomik yıkıma neden oldu.) Dünyanın, yalnızca “Soğuk Savaş” yıllarında bloklara bölündüğü ve soğuk savaşın (Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloğu”nun çökmesi sonucu) sona ermesiyle bu durumun ortadan kalktığı iddiası bir burjuva yalanından ibarettir. (Kapitalizm ve onun en son, en yüksek aşaması; sonrasında sınıflı toplumun tarihe karışacağı ve sömürünün tasfiyesinin gerçekleştirilip, sosyalizmin kurulacağı, emperyalizm; çelişkilerin, çatışmaların, bölünmüşlüklerin, bloklaşmaların, sınıf ve ulus kavgalarının, bloklar ve ülkeler arası savaşların kaynağı ve arenasıdır. Bitiminin sonuna yaklaştığımız yüzyılımızın tarihine bakanlar, bu gerçeği, insanlığı büyük acılara boğan nice bölgesel ve ulusal savaşlarla; emperyalist büyük devletlerin başlatıp sürdürdükleri iki büyük dünya savaşı; ve emperyalistler tarafından kışkırtılan bölgesel savaşları ve onlarca ülkedeki iç savaşlarla anacaklardır. Bloklaşma birinci savaş sonrasında da, ikincisi döneminde de vardı; bugün de bu yönlü girişimler var olmaya devam ediyor.)
Birinci Dünya Savaşı emperyalist ülkeler arasında patlak vermesine ve İtilaf ve ittifak devletlerinin tümü de emperyalistlerle uydularından oluşmalarına karşın; savaşın sonuna doğru Rusya’da Çarlığın yıkılması ve proletaryanın, Paris Komünü deneyi bir yana bırakıldığında, ilk ve en uzun süreli devrimci iktidarını kurması, bloklaşmış emperyalistlerle işbirlikçilerinin saldırı oklarını bu yeni düşmana çevirmelerine yol açtı. Fransız ve İngiliz emperyalistleri, Almanlar ve işbirlikçi Osmanlı yönetimi; Japon gericiliği, Rusya proletaryasının başarısını engellemek üzere harekete geçtiler. Çarın generalleri Kolçak ve Denikin’in orduları, Batılı emperyalistlerin desteğinde Rusya işçi ve köylülerinin üzerine yürüdüler. Osmanlı ordusu, Bakû gaz madenlerini işgal etti ve Alman ordularıyla birlikte, Dağıstan, Kuban ve Ukrayna üzerine saldırarak, Rus devrimini boğma çabalarına katıldı. (Oysa aynı dönemde, Lenin’in önderliğindeki devrimci Rusya, Türkiyi’nin Kuzey ve Doğusunu İngiliz tehditlerinden ve işgalci Çarlık ordularından temizlemiş ve Türkiye’ye dayatılmış köleci anlaşmaları geçersiz sayarak, batılı emperyalistlere karşı mücadelesinde ona, askeri yardımda bulunmuştu. Müslüman Asya halklarının Bolşevik devrimiyle kazandığı gerçek dostluk ve özgürlük yolundaki yürüyüşlerinde aldıkları destek, emperyalistler ve faşist sömürgeciler tarafından gizlenmeye ve alçakça yalanlarla karalanmaya çalışıldı.) Sovyet devriminin başarısı ve dünya topraklarının altıda birine yakın bir kısmının kapitalist emperyalizmin sömürü alanı dışına çıkması, kapitalizmin krizini daha da derinleştirdi. Pazar paylaşım mücadelesi kızıştı ve dünya kapitalizminin 1929 büyük bunalımı, yeni bir dünya savaşına doğru yol alışı hızlandırdı. Kapitalist emperyalizmin genel bunalımı, İkinci Büyük Savaş’ı doğurdu.
İkinci Dünya Savaşı, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle, emperyalist Almanya İtalya ve Japon militaristlerinin oluşturdukları blok arasında patlak verdi. Hitler Almanyası’nın ve Nazi kıtalarının öncelikli hedefi, Avrupa’nın fatihleri olarak güç kazanıp, sosyalist Sovyetler Birliği’nin üzerine yürümekti. Bütün emperyalist devletlerin temel amaçları arasında, sosyalizmi anavatanında boğarak, dünya proletaryası ve halklarının sosyalizm ve ulusal kurtuluş yolunda ilerlemelerinin önünü kesmek, öncelikli bir yer tutuyordu. Buna karşın; ikinci büyük savaş da burjuva ideolog ve propagandacılarının göstermek istedikleri gibi, sosyalizm ve kapitalizm kampı arasında değil; iki blok halinde saf tutmuş emperyalistler arasında patlak verdi, İngilizler ve Fransızlar, Münih politikasıyla, Hitler ordularını Moskova üzerine sürmeyi planladılar. ABD, Sovyetler Birliği’nin Hitler tarafından yenilgiye uğratıldığı ve rakip emperyalistlerin güçten düşürüldüğü bir aşamada devreye girerek, savaşın tek ve gerçek kazanan tarafı olmayı hedefliyordu. Ancak Stalin yönetimindeki S. Birliği, dünya proletaryası ve ezilen halkların desteğine de sahip olarak, faşist işgalciyi Stalingrad önlerinde yenilgiye uğratanca, ABD ve İngiliz emperyalistlerinin planları bozuldu. ABD derhal savaş ilan etti ve imparatorluk tahtının korunması koşuluyla teslim olacağını açıklayan Japonya’ya atom saldırısı düzenleyerek, savaş sonrası gelişmeleri yönlendirmek üzere atom tekelini bir koz olarak kullanmaya başladı. Kızıl Ordu, Hitler’in faşist kıtalarını Berlin’e kadar kovalayarak, Alman halkının Nazi cinayet şebekesinden kurtuluşuna dolaysız destek oldu. Faşizm yenilgiye uğratıldı. Proletarya ve ezilen halkların sosyalizme ve sosyalist Sovyetler Birliği’ne sevgisi ve güveni arttı. Anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri yeniden ivme kazandı. Sömürgecilik önemli darbeler yedi. Arnavutluk ve Çin’de halk iktidarları kuruldu. Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmı emperyalistlerin denetiminden çıktı.
Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler ve emperyalist burjuvazinin bu çelişkileri barındıran bloklaşmaları, uluslararası gericiliğin sosyalizme, uluslararası proletaryaya ve ezilen halklara karşı ortak saldırı kıtaları halinde hareket etmelerine engel teşkil etmedi. Emperyalist dünya sisteminin, çelişkilerin en keskin olduğu en zayıf halka ya da halkalarında yarılması ve proletaryanın sömürüşüz yeni bir dünya sistemi kurma idealinin, bir ideal olmaktan çıkarak pratik bir soruna dönüşmesi, saldırının daha örgütlü ve çok yanlı olarak sürdürülmesini gündeme getirdi.
ABD, sosyalizme karşı uluslararası ölçekte ve ideolojik, kültürel, ekonomik ve askeri alanda yürütülen savaşı koordine etti. Batılı emperyalistler ve dünya gericiliği, sosyalizme karşı savaşta, bir dönemin tüm uluslararası (ve ulusal) toplumsal sorunları üzerinde etkide bulunacak bir basan sağladılar.
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin tasfiye edilmesi, Batılı emperyalist burjuvaziye, Ekim Devrimi’yle kapitalist dünya pazarından koparılmış, dünyanın altıda biri kadar geniş bir alanda yeniden “at oynatma” olanağı sağladı. ABD, Alman, Japon, Fransız ve İngiliz burjuvazisi “Sovyet Bloğu” ülkelerinin pazarlarına, 1960’lı yıllardan itibaren sızmakla birlikte, kapitalist entegrasyonu bir süreç içinde gerçekleştirdiler ve zaferlerini 1990’a doğru, kötü ünlü Gorbaçov reformlarıyla ilan ettiler.
Yeni bürokrat burjuvazinin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve dağılması, uluslararası gericiliğin propaganda güçlerine, kapitalizmin ebedi ve son sistem olduğu yönündeki gerici ve temelsiz propagandaya hız verme olanağı sağladı. Yıkılan ve dağılan, gerçekte yirmi beş-otuz yıl önce kapitalist entegrasyon yoluna giren ve sosyalizmi tasfiyeyi önüne görev koyan gericiliğin eliyle “Batı kapitalizmine eklemlenmiş bir sistem olmasına karşın; propaganda araç ve aygıtlarını ve iletişim tekniklerini elinde tutan uluslararası burjuvazi, bunu, sosyalizmin yıkımı olarak göstermeyi ve on milyonlarca emekçiyi inandırmayı başarabildi. Proletarya ve emekçilerin geniş kesimleri, yıkılan ve yenilgiye uğrayanın sosyalizm olduğuna inandılar. Burjuvazinin uluslararası birlikleri bu yeni durumdan azami yararı elde etmek için, CIA kaynaklarının açıklamalarına göre, yüz milyarlarca doları gözden çıkardılar. En iddialı burjuva iktisatçıları, politik ve askeri stratejistleri ve siyaset sosyologları seferber edildiler. Sosyalizmin bir daha “asla kazanamayacağını ispat için, kapitalizmi allayıp pullamaya çalışan bu görevliler; kapitalizmin çelişkilerinin sona erdiğine, ezilenleri ikna etmeye giriştiler. Sosyalizm yenilmiş, Varşova Paktı dağılmış, Doğu ülkelerinin birçoğunda eski yöneticiler devrilmişti. Artık “bloklar” ve “paktlar” gereksizdi(l); artık, “hasım” blokların üst rütbeli subayları, ortak sorunlarını, barışçıl biçimde konuşuyor ve “çözüyorlar”dı!
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve “Soğuk Savaş” dönemi, ABD emperyalist burjuvazisi için, ekonomilerin tahribi sonucu yeni pazar imkânı yaratırken, kaynakların yağmalanmasının olanaklarını da genişletti. (Bu elbette “kapitalizm kampı” için geçerliydi. Genelde ise Sosyalizm’in Sovyetler Birliği’nde kazandığı zafer nedeniyle kapitalist pazar daralmıştı.) Kapitalizmin savunucusu, Amerikalı Profesör Huntington, ABD’nin politikasını şöyle özetliyor: “Soğuk savaş boyunca Birleşik Devletler birçok dış politika hedefi güttü; ama bir egemen ulusal amacı, komünizmi durdurmak ve yenmek idi. Öteki hedefler ve çıkarlar bu amaçla çatıştığı zaman, genellikle ona tabi oluyorlardı. Gerçekte kırk yıl boyunca dış politikadaki bütün büyük Amerikan girişimleri, iç politikadaki pek çokları da dâhil olmak üzere, hep bu temel önceliğe bağlandı. Grek-Türk yardım programı, Marshall Planı, NATO, Kore Savaşı, nükleer silahlar ve stratejik füzeler, dış yardım, istihbarat operasyonları, ticaret engellerinin indirilmesi, uzay programı, Japonya ve Kore ile askeri ittifaklar, İsrail’e destek, denizaşırı askeri harekâtlar, görülmemiş büyüklükte askeri kuruluşlar, Vietnam Savaşı, Çin’e açılış, Afgan mücahitlerinin desteklenmesi ve öteki antikomünist ayaklanmalar. Eğer Soğuk Savaş olmasaydı, bu tür programların ve girişimlerin mantığı da kalmazdı.”
ABD, eski Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine, emperyalist sömürgeci politikayı, “yeni dünya düzeni” adıyla ve yeni yöntemlerle sürdürdü. Pazar paylaşımı ve hâkimiyet mücadelesinde üstünlüğü elde tutmak için bir yandan büyük emperyalist ülkelerin bir kısmını da kapsayan “blok”ları ve askeri ittifakları genişletip “sağlamlaştırma”ya çalışırken, diğer yandan geri ve bağımlı ülkelere karşı baskı, tehdit ve fiili saldırıları da içeren teslim alma ve kullanma politikasını yoğunlaştırdı.
Savaş ve “soğuk savaş” dönemi yeni teknolojilerin geliştirilmesine yol açtı. Amerikan ekonomik ve teknolojik gelişmelerinin pek çoğu bu dönemde gerçekleşti. Soğuk Savaş boyunca, “komünizmi yenme” hedefiyle ve emperyalist çıkarları doğrultusunda, kitleleri etkileme ve kazanma politikası izledi ve denebilir ki bunda başarılı da oldu. Dünya jandarmalığını üstlendikten sonra, her yıl milyarlarca dolar parayı, başka ülkelerin pazarlarına sızmak, hükümetleri etkilemek ve satın almak, sosyalizm hedefli işçi hareketinin gelişmesine set çekmek, Sovyetler Birliği başta olmak üzere, sosyalist ve halk demokrasili ülkelerde sabotaj ve casusluk faaliyeti yürütmek, bu ülkelerin ekonomilerini yıkıma sürüklemek; işbirlikçilik-te yeterli ölçüde verimli olmayan hükümetlere karşı darbe tezgâhlamak vb. amaçlarla harcadı.
Batılı emperyalistlerin, sosyalizme karşı sürdürdükleri mücadelenin bir yanını, “çevre ülkeler”in SSCB’nin etkisinden kurtarılması oluşturuyordu. ABD emperyalizmi, önceleri sosyalizme karşı ve sonra da, “iki süper devlet”ten biri olan Rusya ile giriştiği etki alanı mücadelesi kapsamında, işbirlikçi güçler örgütleyerek, onları Rusya’ya karşı harekete geçirdi. İşbirlikçileri aracılığıyla Pakistan’ı kurdurdu. 1980’li yıllarda, Rus işgaline karşı yürüttüğü mücadele sırasında, bu mücadeleye sızan CIA aracılığıyla “Afgan mücahitleri”ni örgütledi, Afgan halkının Rus işgalcilerine karşı haklı eylemlerinin ardına gizlenerek, bölgede yeni işbirlikçi güçler örgütledi. Uzun süren savaş sonunda Rus birlikleri çekilirken, geride tahrip olmuş, ama aynı zamanda Batılı emperyalistlerin mevzi kazandığı bir ülke bıraktı.
Amerikan emperyalizmi, bugün, bölgedeki etkinliğini artırmak için, çıkarlarına hizmet eden herkesi kullanmaya, çelişki ve gerginliklerden yararlanmaya ve bu çelişkiler üzerinden hâkimiyetini güçlendirmeye çalışıyor. Batılı emperyalistler ve Rusya, bölge (ve dünya) halklarını savaş cehennemine sürmeye hizmet eden faaliyetlerini devam ettiriyorlar. İran-Taliban gerginliği, İran’ın Afganistan sınırına asker yığması, Türkiye’nin, Suriye sınırında tatbikat yapması ve savaş açacağı tehdidinde bulunması, bölgede gerginliği daha da artırdı.
ABD’nin başını çektiği emperyalist ve gerici “koalisyon” ordularının Irak’a saldırısından bu yana, Ortadoğu’daki istikrarsızlık ve kargaşa daha da arttı. İran, Irak ve Libya’nın ABD karşıtı bazı tutumları, bu ülkelerin “hizaya” sokulmalarını, emperyalist bir gereksinim olarak gündeme getirdi. ABD, Fransa, Rusya ve yer yer Almanya’nın itirazlarına karşın, Irak işgalini sürdürdü ve İran’ı da birçok kez tehdit etti. (ABD, günümüzün en büyük ekonomisine ve en yüksek zenginlik düzeyine sahip, dünyanın “tek süoer gücü”durumunda. Savunma harcamaları bütün öteki büyük emperyalist devletlerin harcamalarının toplamından daha fazla. Dünyanın her tarafında kara, deniz, ve hava saldırıları gerçekleştirme olanağı ve gücüne sahip bulunuyor ve teknolojik üstünlüğü elinde tutuyor. Amerikan popüler kültürü ve tüketim ürünleri, en uzak ve en dirençli toplumlara bile sızarak kültürel egemenliği sağlamış durumda.) ABD ya da diğer emperyalist ülkeler burjuvazisi için, önemli stratejik bölgelerin denetime alınması, rekabette üstün gelme ve üstünlüğü sürdürme, rekabet, çatışma ve gerginlik bölgelerinde rakipleri geriletme, dünya halklarının tepkilerini ve karşı eylemlerini engelleme vb. önem taşımaktadır.
ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin başta olmak üzere emperyalist devletler, nükleer silah tekelini ellerinde tutarak, bunu, diğer ülkelere karşı bir tehdit gücü olarak kullanıyorlar. Pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve dünyanın paylaşılması mücadelesinde, gücün belirleyici bir etken olması nedeniyle, nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer denemelerin yasaklanması iddiasıyla imzalanan anlaşmalar kâğıt üzerinde kalmakta ve çoğu kez, “anlaşmaların mimarı” büyük emperyalist ülkeler tarafından ihlal edilmektedir. (1963’te imzalanan 186 devletin imzası bulunan anlaşmada, 1996’da, tüm denemeleri yasaklar biçimde değişiklik yapıldı.) Hindistan ve Pakistan’ı, yaptıkları denemeler nedeniyle yaptırıma tabi tutan Amerikan emperyalizmi, Eylül ‘98’de kendisi, birden fazla sayıda nükleer deneme gerçekleştirdi. ABD, İngiltere, Fransa ve Çin, nükleer denemeleri sürdürüyorlar. Rusya dâhil bu ülkeler, nükleer teknoloji tekelini korumayı ihmal etmeden, taşeron olarak kullandıkları geri ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi egemen sınıflarını, nükleer güçle donatmaktan geri durmuyorlar. İsrail bu tür örneklerden birini oluşturuyor. Türkiye, ABD’nin nükleer silah deposu durumunda. Pakistan, Güney Kore, Güney Afrika, Brezilya gibi ülkeler, önemli oranda ABD’nin desteğiyle nükleer silah üretme programları geliştirdiler. Büyük emperyalist ülkelerin yanı sıra birçok diğer ülke, nükleer teknolojiye ve nükleer silahlara sahip bulunuyor. Emperyalist burjuvazi, nükleer silah tekelini, hegemonya mücadelesinde rakiplere karşı tehdit unsuru ve geri ülkeleri daha fazla teslimiyete zorlamanın ve uşaklık ilişkilerini güçlü tutmanın araçlarından biri olarak kullanıyor.
Nükleer silahlara sahip olanlar, bunu “insanlığı nükleer bir felaketten kurtarmak için caydırıcı güce sahip olma zorunluluğu” ile Hindistan ve Pakistan örneklerinde olduğu gibi, nükleer silah geliştirmek üzere denemeler yapan diğerleri de, eylemlerini, “güçlü düşmana karşı caydırıcı olma” ve “kendini savunma hakkı” ile gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Her yıl, 35 milyar doları silahlanmaya ayıran ve son elli beş yılda 5,8 trilyon doları, nükleer silahlar geliştirme programları çerçevesinde harcayan ABD’nin, ve bütçelerinin % 4’ü ile % 8’i arasındaki bölümünü silahlanmaya ayırarak, olası bir savaşta üstünlüğü sağlamaya hazırlanan emperyalist burjuvazinin ve yılda 7–8 milyar doları silaha yatıran geri ülkelerdeki emperyalizm işbirlikçilerinin, bunu barışı korumak ve sürdürmek için yaptıklarını ileri sürmeleri hiçbir inandırıcılık taşımıyor. Çelişkiler keskinleştikçe, silahlanmaya ayrılan para artıyor. Yoksulluk ve işsizlikle silaha daha fazla kaynak aktarma “at başı” gidiyor.
Bu gelişmeler, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiğini ve stratejik tüm bölgelerde gerginliğin devam ettiğini, uluslararası her toplantıda, “barış ve dostluk” üzerine vaaz veren her türden burjuva politikacısının yalan söylediğini, kapitalizm dünyasında, barış, dostluk ve düşmanlık gibi kavramların pazar ve hegemonya mücadelesine bağlandığını, Balkanlar’da olduğu gibi, Ortadoğu ve Kafkasya’da da, halkların ve ulusların düşmanı emperyalist büyük devletlerin gelişmeleri yönlendirmeye çalıştıklarını ve kendi çıkarları yönünde dayatmalarda bulunduklarını göstermektedir.
b) Kapitalist istikrar üzerine burjuva yalanları, mali kriz ve çelişkilerin keskinleşmesi
Burjuvazi, kapitalist sömürü sistemini, ebedi bir sistem ve uygarlığın zirvesi olarak reklâm ederek, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çelişki tarafından belirlenen proletarya-burjuvazi uzlaşmazlığını ve bu çelişki nedeniyle kapitalizmin yıkılmaya mahkûm olduğu gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır. Oysa proletarya ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığı, kapitalist emperyalizmi, er ya da geç, ama mutlaka yıkıma götürmektedir. Mali sermaye egemenliği altında, bütün toplum, içten içe kaynayan bir yanardağ gibi, patlama öğelerini biriktirerek, sömüren ile sömürülenin yeni bir toplumu doğuracak kavgasını hazırlar. Emperyalist kapitalist sistem, proletarya ile burjuvazinin çelişkisinin yanı sıra, bir avuç ileri emperyalist ülke ile bağımlı ve sömürge halklar arasındaki çelişki ve pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi için emperyalistlerin ve mali sermaye gruplarının sürdürdüğü rekabet nedeniyle de yıkılma tehdidi altındadır. Merkezinde proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin durduğu, bu çelişkiler, kapitalist istikrar ve ebedi sistem üzerine burjuva propagandasını geçersiz kılmaktadır. Dengesiz ve sıçramak gelişmenin belirlediği güç ilişkilerine bağlı olarak, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması gündeme gelmekte; kapitalist rekabet ve etki alanı mücadelesi savaşların ve savaş tehlikesinin gündemde kalmasını sağmaktadır,
Mali sermaye egemenliği, başlı başına bir istikrarsızlık etkenidir. Sermaye ve üretimin merkezileşmesi ve yoğunlaşması; uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin, ezilen halklar ve uluslararası proletarya üzerindeki baskı ve sömürüsünün yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Sürekli büyüyen yedek işgücü ordusu, açlık ve yoksulluk, kapitalizmin yol arkadaşları ve ürünleri olarak var olmaya devam etmektedir. Kapitalist dünya ekonomisi, 1,3 milyar insanın yoksulluk sınırlarında yaşamaya mahkûm edilmesi, 200 milyon çocuğun, yaşıyla uyumsuz, ağır işlerde çalıştırılması, 120 milyon işsizin açlıkla boğuşması, düşük ücret uygulaması, özelleştirme ve sosyal güvenlik alanındaki hakların gaspı, artan silahlanma ve bitmek bilmeyen bölgesel ve yerel çatışma ve savaşlarla birlikte anılırken; burjuvazi, bu sistemi, istikrar, bolluk, refah ve özgürlük sistemi olarak sunmaya devam ediyor. Kapitalizmin ürünü toplumsal sorunlar, burjuva propagandasını yalanlıyor. Gerçekte, burjuvazinin propaganda ettiği türden bir istikrardan söz etmek olanaklı değil. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri dâhil, hiçbir ülkede, ekonomik istikrar yok. Aksine, istikrarsızlık ve kriz etkenlerinin artışından söz etmek daha gerçekçi. ‘98 Mali krizi bunu daha açık biçimde ortaya koydu.
Kısa bir zaman öncesine dek, ekonomilerinin güçlü olduğu ve herhangi bir krizden etkilenmeyecekleri propagandası yürüten çeşitli ülkelerin hükümet ve devlet yetkilileri, mali krizin yayılması ve uluslararası bir özellik kazanmasıyla birlikte, Japon ve Rus ekonomisini krizin sorumlusu olarak göstermeye başladılar. Dünya borsalarında baş gösteren mali kriz, kapitalist istikrar üzerine burjuva propagandasının inandırıcılıktan uzak olduğunu bir kez daha gösterdi. “Asya Kaplanları” adı verilen ve son on-on beş yılda, IMF politikalarının “başarıyla” uygulanmasına örnek gösterilerek, kapitalist emperyalizmin “sorunsuzluğu” propagandasına dayanak yapılmaya çalışılan Güneydoğu Asya ülkeleri 1997’de krize girdiler. Mali kriz, G. Kore’de üretimin tüm sektörlerini etki altına aldı. 98 mali krizi, Japon ekonomisinin devam eden durgunluk durumunu daha da ağırlaştırdı. Kriz, Amerika kıtasına da yansıdı ve Güney Amerika ülkelerinde etkili olmaya başladı. Japonya ve G. Kore gibi ülkelerde, mali kriz, son yıllarda etkisini gösteren aşırı üretim krizinin hem bir yansıması olarak gündeme geldi, hem de ekonominin tüm sektörlerini etkileyen bir yaygınlık gösterdi.
Meksika’yı bir yana bırakırsak, ilk kriz belirtileri “Asya kaplanları” olarak reklâm edilen ve IMF’nin dikte ettirdiği ekonomi politikayı uygulayan G. Kore, Malezya, Endonezya, Hong-Kong gibi ülkelerde ortaya çıktı. İçte halk kitlelerinin tüketimini, onları, temel ihtiyaç maddelerini alamaz duruma düşürerek kısıtlamaya, yatırımları durdurma ya da en alt düzeye düşürmeye ve bu temelde, sermaye yararına sağlanan birikimle iç ve dış borç ana para ve faizlerini halkın sırtından ödemeye ve ihracatı artırmaya dayanan bu politika, uluslararası ve işbirlikçi tekellerle kapkaççı-vurguncu spekülatörlerin kısa vadede rant ve faiz gelirlerini artırmalarına ve bu ülkelerin kaynaklarını yağmalamalarına yol açtı. Bu ülkelerin ekonomileri iyileşme bir yana, daha da kötüleşti. Asya ülkeleri paralarının dolar karşısında yüksek oranlı değer kaybetmesiyle ve öncelikle mali alanda başlayan kriz, kısa sürede bu ülkelerin tüm ekonomilerini etkiledi. IMF’nin “yardımlarına karşın, krizin büyümesi ve peş peşe gelen iflaslar engellenemedi. Emperyalist ülkelerden ve uluslararası tekellerden gelen borç ve kredilerin kullanımı ile sağlanan gelişme; bu gelişmenin istikrarsız ve sağlam bir ekonomik temelden yoksun oluşu ve dış borç, anapara ve faizlerinin ödenmesine ayarlanmış olması nedeniyle, çok geçmeden tersine döndü ve önce mali alanda ortaya çıkan kriz, giderek ekonominin tümünü sarsan bir krize dönüştü. Bu ülkelerin kaynakları, emperyalist sermaye yararına yağmalandı. Yüksek faiz geliri karşılığı akan sermaye, büyük vurgunlar sağlandıktan sonra ve krizle birlikte geri çekildi. İşletmeler kapandı, on binlerce işçi sokağa atıldı. Emekçilerin satın alma gücü düştü, yoksulluk arttı.
1992’ye kadar istikrarlı bir büyüme gösteren Japon ekonomisi, aşırı üretim nedeniyle son yıllarda ekonomik durgunluk ve düşüş içine girdi. Benzer bir durum Güney Kore’de yaşandı. (Japonya’da sanayi üretimi, 1996-97 döneminde % 3,4 oranında artarken; ‘1997-98 döneminde %10,4 ve 1998 yılı Ocak-Mayıs dönemi için % 8,6 oranında küçülme gösterdi. G. Kore’de sanayi üretimi 1996-97 döneminde % 6,8 oranında büyürken; 1997-98 Mayıs döneminde % 190,9 oranında küçüldü ve bu ülke son mali krizden en fazla etkilenen ülkeler arasında yer aldı.) ‘98 baharında Japon piyasalarında kriz işaretleri daha açık biçimde görülür hale geldi. Japon mallarının Amerikan pazarlarındaki yayılmasını sınırlamak üzere, ABD’nin yürüttüğü karşı faaliyet ve Avrupa’da özellikle Almanya’nın aynı doğrultudaki eylemi, Japon tekelleri aleyhine gelişmeleri etkiledi. Asya ülkelerindeki bunalım, Japon bankalarının bu ülkelere açtığı kredinin geri dönememesi, Japonya’nın krize doğru sürüklenmesinde bir diğer etkendi. Japonya, “Asya Kaplanları”ndaki krizin etkilerini dolaysız biçimde yaşayarak, krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri oldu. Önemli bazı şirketlerin de aralarında bulunduğu çok sayıda işletme iflas ederken, yen’in dolar karşısında değer yitirmesi, ihracatın gerilemesine yol açtı, yatırımlar kısıtlandı, işçi çıkarımı arttı, üretim geriledi, dış ticaret dengeleri Japonya aleyhine bozuldu, ihracat azaldı. Ekonomik gerileme ve durgunluk devam ediyor. Kriz Japon ekonomisini ciddi biçimde sarstı, hisse senetleri değerlerinde bir hafta içinde 240 milyar dolar değerinde düşme olduğu açıklandı. Japon bankalarının “şüpheli alacakları”nın 650 milyar dolara yükselmesi, banka sisteminde sarsıntılara yol açtı. Endonezya, Malezya, G. Kore, Tayland ve Çin’e açılan kredilerin geri dönmemesi, Japon banka sistemi için iflas tehdidi anlamına geliyor.
Mali kriz, Japonya ve Rusya ile ekonomik ilişki içindeki birçok ülkede, daha ilk günlerden itibaren ihracatın ve onunla bağlantılı olarak üretimin olumsuz etkilenmesine yol açtı. Dış borç yükü altındaki ülkeler krizden daha fazla etkilendiler. ABD ekonomik yönden hâlâ dünyanın “bir numarası” olmasına karşın ekonomi çevrelerinde mali krizin etkilerinin artışından duyulan korku giderek büyümektedir. (Sanayi üretimi 1996-97 yılında % 5; 1997-98 için % 4,4 ve 1998’in ilk üç ayı için % 5,5 oranında bir büyüme gösterdi.) Wall Street bir günde % 3 oranında değer kaybedince uluslararası piyasalarda büyük karışıklıklar yaşandı. New York Borsası’nda, 1929 bunalımından bu yana, en yüksek oranlı düşüşler görüldü.
Mali krizden en az etkilenenler ise, ekonomik büyümenin devam ettiği Batı Avrupa ülkeleri oldu. (Dünya üretiminin % 40’ına sahip OECD ülkeleri ekonomik bakımdan içinde bulunduğumuz dönemin en ‘istikrarlı’ ülkeleri durumunda. İngiliz ekonomisi 1997 yılında, 96’ya göre % 1,4 oranında büyüme gösterirken; bu oran 1997 Mayısı’ndan 98 Mayısına olan sürede 961,4 oldu. Alman ve Fransız ekonomisinde kriz göstergeleri henüz yok. Ancak buralarda da aşırı üretim söz konusu. Son on yıl itibari ile ortalama büyüme oranı% 2’den aşağı düşmedi. Fransız ekonomisi 96–97 yılında % 3,8; Nisan ayı itibariyle 98 Nisanına kadar % 5,1 ve 1998 Ocak-Nisan döneminde % 2,2 oranında büyürken; Alman sanayi üretimi 1996–97 için % 4; Nisan 97-Nisan 98 dönemi için % 6,5 ve 98 Ocak-Nisan dönemi için % 1,6 oranında büyüme gösterdi.) Buna karşın, mali krizin Asya, Latin Amerika ve Rusya’daki etkileri, Avrupa borsalarında paniklemeye yol açtı ve uluslararası piyasalarda, Rusya’da tahvillerin geri ödenme belirsizliği nedeniyle şaşkınlık yaşandı.
Rusya, IMF’nin 22 milyar dolarlık yardımına karşın, krize saplanmaktan kurtulamadı. Fiili devalüasyon, borç ödemelerinin 90 gün süreyle durdurulması (moratoryum), diğer ülkelerin ekonomik durumlarını olumsuz etkiledi ve ruble’nin dolar karşısında % 50’yi de aşan oranda değer kaybetmesi, hammadde kaynaklarının Batılı tekeller tarafından ele geçirilmesini daha da kolaylaştırdı.
Rus bankaları krizin etkilerini atlatmak için birleşme kararı aldılar ve Uneximbank, Most Bank ve Menetap, 19 milyar dolar tutarındaki dış borçlarını ödeyebilmek için birleştiklerini açıkladılar. Rusya Merkez Bankası, Eylül başında, “Borçlular ve Alacaklılar Kulübü” oluşturarak, Rusya bankalarının Batı bankalarına olan borçlarını ödeme planı yapacağını, devletin ticari banka borçları için sorumluluk kabul etmeyeceğini belirtti ve yabancı bankaların baskı yapmamalarını istedi. IMF daha önce, taahhüt edilen 11,2 milyar dolar kredinin ödenmesinin, “istikrar programının hızlandırılmasına bağlı olduğunu” açıkladı. Mali kriz siyasal alana da yansıdı ve hükümet değişikliğine gidildi.
Rusya ekonomisindeki krizin, uzun süredir, siyasal istikrarsızlık içindeki bu ülkede, siyasal çatışma ve çelişkileri daha da keskinleştirmesi, emperyalist burjuvazinin tedirginliğini artırdı. Kapitalizmin zaferinin gerçekte çürük ve kof olduğunu gören uluslararası burjuvazi, “Rusya’yı kurtarma” seferberliği ilan etti. G-7’ler olarak bilinen Batılı emperyalist ülkeler, “Rusya’nın kurtarılması” ya da Rusya emekçilerini daha fazla sömürmek ve zengin doğal ve hammadde kaynaklarını yağmalamak için harekete geçtiler.
’98 mali krizi ve bu krizin Japonya gibi dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü oluşturan bir ülke dâhil, birçok ülkede yarattığı etki, burjuvazi ve kapitalizmin her türden savunucularının sahte cennetinin nasıl bir şey olduğunu gözler önüne serdi. ( Rusya’da daha sosyalizmin ilk birkaç yılı sonunda,ağır olumsuz koşullara karşın, emekçi kitlelerin durumu bugünkünden daha iyiydi. Savaşa, ekonominin tahribine, ekonomik varlığın % 90’ının kaybedilmiş olmasına ve iç ve dış düşman saldırılarına karşın, 1930’lu yıllarda üretim ileri kapitalist ülkelerin düzeyine çıkmıştı. Bu, üretim araçlarının kolektif mülkiyetine ve proletaryanın iktidar aygıtını elinde tutmasına dayanan sosyalizmin ürünüydü.)
Rusya’da kapitalizme dönüşün bunalıma dönüş olduğu, fazla zaman geçmeden görüldü. Sosyalizmin tüm birikimlerinin yağmalandığı, kaynakların Batılı emperyalist tekellerin yağmasına açıldığı, üretimin çeşitli sektörlerinin topluca yerli tekelci azınlık tarafından ele geçirildiği Rusya’dan söz edince, bugün akla bunalım, açlık, yoksulluk, işsizlik, bir avuç asalak burjuvanın trilyonları cebe indirmesi pahasına on milyonların acınacak durumu; özelleştirme furyasıyla kaynakların yağmalanması, yolsuzluk ve soygun olayları gelmektedir. Burjuva araştırma kurumlarının verileri, Rusya’da 1989’dan sonraki 9 yıl içinde 250 milyar dolar değerinde ve yalnızca son kriz döneminde 40 milyar dolar civarında bir sermayenin dışarı çıktığını göstermektedir. Sosyalizmi yıkarak iktidarı ele geçiren yeni burjuvazi, tam bir oligarşik tekelci egemenlik kurmuş, büyük işletmeleri, petrol ve maden işleme tesisleri, askeri malzeme üreten fabrikaları, her biri milyonlarca baskı yapan yayın kuruluşlarını ele geçirmiştir. Tekelci mafya grupları biçiminde örgütlenen burjuvazi, işçi ve emekçilere karşı şiddet kullanarak, yüksek kârları cebe indirmekte ve vergi vermemektedir. Rusya’da özelleştirilen işletmelerin %80’i gizli zengin denilen yeni kapitalistlerin ve üst düzey bürokratların elinde bulunmaktadır. Ülkenin doğal zenginlikleri Batılı tekellerle birlikte bu “hırsız baronlar” tarafından yağmalanmakta, bir avuç dolar milyarderinin çıkarı uğruna yüz-milyonlarca işçi ve emekçi yoksulluğa ve bunalıma sürüklenmektedir.
Devam etmekte olan mali kriz, ekonominin herhangi bir sektöründe durağanlık, gerileme ya da kriz durumunun, bütün diğer sektörleri değişen yoğunluk ve ölçüde etkilediğini de gösterdi.
’98 mali krizinin yayılması ve neredeyse tüm ülkeleri (bugünden dünyanın üçte birini etkilemiş bulunuyor ve Çin gibi büyük pazarlara yayılması olanak dışı değil) etki altına almasının en önemli nedenlerinden biri sermayenin uluslararasılaşmasının günümüzde ulaştığı düzeydir. Uluslararasılaşma, dünyanın neresinde olursa olsun, ekonomik zincirin herhangi bir halkasında görülen kriz ya da gerilimin, zincirin tüm halkalarını değişen hız ve düzeyde etkilemesine yol açmaktadır. Genel olarak sermayenin, ve özel olarak spekülatif sermayenin uluslararası karakteri ve kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, dünyanın herhangi bir bölgesinde patlak veren ekonomik, mali, politik olayların, dünyanın diğer bölgelerini ve uluslararası ilişkileri şu ya da bu ölçüde etkilemesini kaçınılmaz kılarken; burjuvazinin uluslararası karakter taşıyan bu türden gelişmelere müdahalesi de uluslararası özellik taşımaktadır. Asya-Pasifik bölgesinde patlak verip, Doğu Asya’yı ve Latin Amerika ülkelerini etkileyen ve Rusya’da tüm ekonomiyi sarsarak, dünyanın diğer bölgelerindeki kriz etkenlerinin gelişmesine ivme kazandıran son mali kriz, kapitalist emperyalizmin genel bunalımının bu özelliğini bir kez daha ortaya koydu.
Çeşitli ülke ekonomilerinin bir tek dünya ekonomisi içindeki unsurlar olarak birbirlerine bağlanması, geri ve bağımlı ülke ekonomilerinin emperyalizme ve uluslararası tekellere bağımlılığı, bu bağımlılık ilişkisinin, emperyalist ülkelerde ortaya çıkan ekonomik bunalım etkenlerinin geri ülkelere artarak yansımasına neden olması, çeşitli sektörler arasındaki, bağlanmanın kazandığı ileri boyutlar vb. nedenlerle, ekonominin şu ya da bu sektöründe görülen daralma ve durgunluk diğer dalları ve ülkeleri de etkilemektedir.
Daha fazla kâr ve bilinmeyen bir pazar için daha fazla üretim ve yığınların yoksulluğu; pazarların paylaşılmış olduğu bugünkü dünyada, ürün fazlalığı ve stokları gündeme getirmekte; emekçi kitlelerin yoksulluğu ve temel gereksinmelerini karşılayamamaları ile ürün bolluğu açık bir zıtlık içinde, yan yana durmaktadır. Kâr için durmadan üretme zorunluluğu ile üretilenin tüketilememesi, kapitalist pazarda dolaşım tıkanıklığının ortaya çıkması, üretici sermayenin artı-değerin bir bölümünü yeniden devreye sokarak, genişlemiş biçimde geriye dönmemesi, bunalım etkenlerinden biridir. Stoklanmış ürün, kapitalist için, ileride yüksek fiyatla satma ihtimali olmakla birlikte, istenilen bir şey değildir. Piyasanın ortalama kâra göre işlemesi, stoklara sahip işletmelerin aleyhinedir ve bunun için ürün kapitalistin elinde kalmamalıdır. Ürün stoklarının erimesi için, üretimin kapasitesi düşürülerek işçi çıkarımına gidilmesi veya fiyatların düşürülerek, fazla ürünün elden çıkarılmaya çalışılması; her ikisi de kapitalist için, istenmeyen zorunluluklardır. Kapitalist kâr ancak artı-değer sömürüsü süreklilik gösterdiği, sermaye, üretici sermaye olarak işlev gördüğü ve genişleyen yeniden üretimle arttığı zaman, güvencelenmiş olur. Artan miktarda sermayenin üretim dışı faaliyetlere yönelmesi, başlı başına bir istikrarsızlık ve çürüme nedenidir.
Mali sermayenin özel bir sermaye türü olarak ortaya çıkıp, tüm ekonomiye hakim olması, rantiyeciliğin büyümesine, kupon kesen, hisse alım satımıyla uğraşan ve borsa oyunlarıyla para kazanan spekülatörlerin faaliyetinin, “özel bir ekonomik faaliyet” olarak önem kazanmasına, sermayenin üretim sürecinde geri dönüş zamanının uzunluğu ve kâr oranındaki oynama nedeniyle, üretim dışı faaliyetlerin özel bir önem kazanması, kısa sürede katlanan rant ve faiz geliri, kapitalist ekonominin istikrarsızlığı ve bunalıma sürüklenmesinin etkenlerinden bir diğeridir. Emperyalizm koşullarında bu durum, kapitalizmin genel bunalımının temel etkenlerinden birini oluşturur.
Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, mali krizin daha fazla tahrip edici olmasını engellemek üzere, uluslararası mali kuruluşları harekete geçirerek bazı ortak önlemler almalarına ve ortak açıklamalar yapmalarına karşın, her biri kendi çıkarları doğrultusunda davranmakta ve aralarındaki çelişkilerin keskinleşmesine hizmet eden politikalar izlemektedirler. Mali sermaye ve uluslararası gericilik, mali krizden, tekel kârını artırmak için yararlanmaya ve krizin tüm yükünü emekçilere ve ezilen halklara yıkmaya çalışıyor. Krizin etkisine giren hemen tüm ülkelerde yeni zamlar, vergiler ve işçi çıkarmalar gündeme getirildi. Aynı gerekçeyle düşük ücret dayatılacak, yatarımlar kısıtlanacak ve zorunluluklardan söz edilerek, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi ve özelleştirme girişimleri artırılacak. Baskı ve saldırıların ekonomik alanla sınırlı kalmayacağı, hükümetlerin uygulamalarıyla açıklık kazandı. Mali krizin daha uzun bir süre ve ekonominin daha fazla sektörüne yayılarak devam etmesi, çelişkilerin daha da keskinleşmesine ve mali gruplarla emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin sertleşerek, politik alana da yansımasına yol açabilecek ve bundan en fazla zararı emekçiler görecektir.
c) Mali sermayenin artan saldırıları ve işçi-emekçi hareketi
Pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi için yürütülen gerici rekabetin, işçi ve emekçilere yönelik saldırıların artmasına yol açması kaçınılmazdı. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde, sosyal haklara karşı girişilen saldırılar, artan işsizlik, ücretlerin düşük tutulması, emekçiler aleyhine yasaların ağırlaştırılması; Latin Amerika halklarına karşı ABD’nin artan baskısı, Amerikan hava ve deniz gücünün dünyanın hemen her tarafında tehdit edici korsan rolünde dolaşması, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik emperyalist hegemonya mücadelesinin kızışmasının bölge halkları için oluşturduğu tehdit, Türkiye, Rusya, G. Kore, Endonezya, Meksika ve Japonya’da, saldırıların yoğunlaşması, Almanya ve Fransa’da yasaların sertlik yönünde değiştirilmesi vb. gelişmeler bunu gösterdi. Kapitalizm işçi ve emekçilere baskı ve sömürüden başka bir şey vermiyor ve dünyanın hemen her tarafında, proletaryanın antikapitalist hareketi, kısa sayılamayacak yenilgi döneminin ardından yeniden yükselme ve ilerleme işaretleri verdiler. Rusya gibi ülkelerde, bu “tehlike” daha somut! Uluslararası gericilik, bunun için elindeki tüm silahlan devreye sokuyor ve özellikle ideolojik-politik saldırıyla kitleleri aldatmaya ve kapitalizme bağlamaya çalışıyor. Diğer kapitalist ülkelerde de, proletarya ve emekçilerin sömürü sistemine karşı devrimci bir ayaklanmasını önlemek için, burjuvazi, şiddet yöntemlerine daha fazla başvurmaktan, reformcu yollarla emekçileri düzene bağlamaya çalışmaya kadar bir dizi yönteme başvuruyor.
Ancak, ekonomik ve politik saldırı altındaki işçi ve emekçilerin kapitalist sömürüye ve burjuva sınıf baskısına karşı mücadelesi de devam ediyor. Dünyanın hemen her tarafında, siyasal baskıya, sosyal hakların gaspına, işsizliğe ve düşük ücret politikalarına karşı emekçi eylemleri yeni bir yükseliş içinde. Dünyanın hemen her tarafında, proletarya ve emekçi orduları, tekellerin ve burjuva diktatörlüklerinin saldırılarına karşı yeni bir mücadele dönemi açtıklarının işaretlerini veriyorlar. Fransa’dan Rusya’ya; Endonezya’dan Danimarka’ya; Yunanistan’dan Avustralya’ya yüz binlerin yükselen mücadelesi, dünya işçi ve emekçileri için de moral ve güç kaynağı oldu. Uluslararası sermayenin artan baskısı ve “yeni dünya düzeni” propagandasıyla birlikte yoğunlaştırılan saldırı dalgasının, bir dönem için geri attığı emekçi kitle hareketi, son yıllarda, işçilerin öncülüğünde yeniden yükseliş içine girdi. Düşük ücret, çalışma saatlerinin uzunluğu, sosyal hakların kısıtlanması ya da bütünüyle gasp edilmesi, işten atma ve temel tüketim maddelerine yapılan zamlar, Asya, Avrupa, Amerika ve Afrika’da birçok ülkenin işçi ve emekçilerinin protestolarıyla karşılandı. Fransa ve Almanya’da yüz binlerce emekçi sokaklara döküldü. Belçika’da dört yüz bin kişi yürüdü. ABD’de, dünyanın en büyük otomotiv tekellerinden General Motors’da 9200 işçinin başlattığı ve sonraki günlerde daha fazla işçinin katılmasıyla etkisi daha da artan grev, tekelin tüm fabrikalarında üretimin aksamasına yol açtı. İngiltere’de 12 bin demiryolu işçisi, ücretlerinin düşürülmesi ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasını protesto ederek, haftalık çalışma süresinin 35 saate indirilmesi için greve gittiler. Liverpool Liman İşçilerinin yıllarca süren eylemi, tüm dünya işçi ve emekçilerinin ileri kesimlerinin desteğini buldu. Avustralya Liman İşçileri, Liverpool direnişinden öğrendiklerini ilan ederek, hakları için eyleme geçtiler. Danimarka’da 500 bin kişi sokağa çıktı. İtalya’da 300 bin işçi ve emekçi, Romano Prodi hükümetinin ekonomi politikasını protesto ederek, taleplerinin dikkate alınmaması durumunda genel greve gideceklerini ilan ettiler. Rusya’da aylarca ücret alamayan maden işçileri Duma’yı basarak, Yeltsin’in istifasını istediler. İspanya’nın başkenti Madrid’de 40 bin işçi, haftalık çalışma süresinin, ücretler aynı kalmak üzere 35 saate düşürülmesi talebiyle alanlara çıktılar. G. Kore’de, işçiler ve gençler birçok kez polisle çatışarak talepleri için direnişe geçtiler. Güney Afrika’da 50 bin otomotiv işçisi, ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle greve gitti. Yunanistan’da öğretmenler ve diğer kamu çalışanları genel greve gittiler. Kolombiya ve Ekvador’da, hükümetin ekonomi politikasını protesto eden birer milyon işçi ve emekçi genel grev gerçekleştirdi. Türkiye’de yüz binlerce işçi ve emekçi, hükümetin politikalarını ve sermaye baskılarını protesto etmek için birçok kez alanlara çıktı, işçilerin ve kamu çalışanı emekçilerin eylemleri aralıklı olarak devam ediyor. Fransa ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde kamyon sürücüleri, çalışma saatlerinin uzunluğunu protesto ederek genel bir direniş örgütlediler. Fransız işçilerinin, hemen her seferinde tüm Avrupa ülkelerinde yankı bulan ve işçi hareketinde ilerletici bir rol oynayan eylemlerinin ardından Almanya ve Belçika’da da yüz binler sokağa döküldü. Fas, Tunus, Cezayir gibi ülkelerde, emekçiler zamlara karşı protestolar ve grevler gerçekleştirdiler. Kolombiya’da, Barencabermeja kentinde, devletin saldırılarını protesto eden on bin köylünün gösterisini petrol işçileri, iş bırakarak desteklediler, İsrail’de öğretmenler genel greve gitti. Kamyoncular, iş saatlerinin düşürülmesi talebiyle ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde topluca iş bıraktılar.
32 yıllık Suharto diktatörlüğüne karşı, başkent Cakarta’da başlayan halk ayaklanması diğer önemli kentlere de yayıldı. Ayaklanmacıların, örgütsüz yığınların pratiğini sergilemeleri, Suharto diktatörlüğünün temel dayanağı faşist ordunun halk üzerindeki etkisi ve ABD emperyalizminin müdahalesiyle Yusuf Habibi’nin başkanlığa getirilmesi sonucu yatıştırıldı. ABD ve işbirlikçileri, halkın öfkesini yatıştıracak ve diktatörlüğün önemli darbeler yemeden devam etmesini sağlayacak, “liderlik” ya da yönetim değişikliğini gündeme getirdiler. CIA ve Pentagon planlamasıyla işbaşına gelerek yüz binlerce işçi ve emekçiyi; devrimci ve sosyalisti katlederek, faşist rejimi sürdüren, emperyalist burjuvazinin ve ABD tekellerinin çıkarları doğrultusunda Endonezya emekçilerine zulmeden faşist Suharto görevden alındı. Amerikancı diktatörlük, Endonezyalı işçi ve emekçilerin politik örgütlenmesinin geriliği gibi nedenlerle, ciddi darbeler almadan, kendini sürdürme olanağı buldu.
Cakarta’daki ayaklanma, ABD emperyalist burjuvazisi ve Suharto gericiliği başta olmak üzere, emperyalistlere ve bütün ülkelerin gerici sınıflarına, o “korkunç son”u bir kez daha anımsattı. “Sosyal patlama tehlikesi”ne karşı sürekli silahlanan tekelci burjuvazi, devrim ve sosyalizmin gündemden kalktığı üzerine propagandaya karşın, azgın kapitalist sömürü ve baskı altındaki proletarya ve ezilen halkların, kurtuluş için ayağa kalkmalarının kaçınılmazlığını biliyor. Cakarta’da başlayıp, Endonezya’nın önemli kentlerine yayılan başkaldırı, ne denli örgütsüz ve hedefleri bakımından bulanık ya da belirsiz görünse de, bu sona işaret eden yeni bir deneydi.
Ya kapitalizm ya sosyalizm tartışması, 98 mali krizi nedeniyle, bir kez daha, -ancak eskisinden daha yaygın biçimde-, gündeme geldi. Mali krizin etkisindeki ülkelerde ve Rusya gibi, ekonomik ve politik kargaşanın devam ettiği ülkelerde krizin etkilerini en fazla hissedenler, kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve ezilen halk kitleleri oldu. Asya’da kriz nedeniyle on milyon işçi işsizler ordusuna katıldı. Rusya’da gıda maddeleri ithalatında görülen zorluklar, devrim öncesi Rusyası’nın en önemli sorunlarından biri olan açlığı yeniden somut bir tehdit olarak gündeme getirdi. Bütün temel tüketim maddelerinin fiyatları arttı. Emekçiler, en zorunlu ihtiyaç maddelerini almak için, kuyruklarda sabahlıyor. Burjuva kurumların anketleri, halkın % 65-70’inin, Yeltsin kliğinin çekilmesini istediğini gösteriyor. Rusya Parlamentosu’nda Yeltsinciler, faşistler ve sahte komünistler, bir ucu halk kitlelerini aldatmaya dönük ikiyüzlü politik düello içinde.
Batı emperyalizminin Rusya’da kapitalizmi sürdürmek üzere besleyip büyüttüğü yerli büyük burjuvazinin iktidardaki temsilcisi Yeltsin’in ve temsil ettiği kliğin, geniş halk kitleleri tarafından hain olarak görülmesi, Rus işçi sınıfıyla emperyalist iç ve dış tekeller arasındaki çelişkinin daha da keskinleşmesi, sosyalizmin yaşandığı bir ülkede, bugün, henüz burjuvaziyi devirecek sınıfın örgütlü politik hareketi somut bir tehdit olarak ortaya çıkmasa da, sosyalizmi akla getiriyor.
Burjuvazinin, iktidarını korumak için feda etmeyeceği bir “değer”in olmadığı, tüm güçlerini seferber ettiği, savaş entrikaları dahil, her araç ve yöntemi devreye koyduğu, hemen her önemli halk başkaldırısı tarafından yeniden tanıtlanmaktadır. Proletarya ve emekçilere karşı, burjuvazinin amansız saldırısı, onun sert darbelerini püskürtmek için, ezilenlerin örgütlü bir güç halinde hareket etmelerinin ilk koşul olduğunu ortaya koyuyor, iktidarın alınmasını hedefleyen proletarya ve emekçi mücadelesinin, işçi sınıfı ve emekçiler içinde sağlamca örgütlenmiş politik devrimci bir parti olmaksızın başarıya ulaşamayacağı, son yılların uluslararası işçi eylemleri ve Arnavutluk, Zaire ve Endonezya’daki ayaklanmalar tarafından yeniden kanıtlandı.

B) TÜRKİYE’NİN AĞIRLAŞAN SORUNLARI: EKONOMİK-POLİTİK İSTİKRARSIZLIK VE İŞÇİ HAREKETİ
Türkiye gericiliği, ekonomik ve politik alanda önemli sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Genel olarak ele alındığında, Türkiye’nin sorunları, emperyalist kapitalist sistemin sorunlarından ayrı ya da farklı değil. Ancak, Türkiye’nin, emperyalist hegemonya mücadelesinin en keskin biçimler aldığı bir bölgede yer alması, iç ve dış sorunlarının ağırlaşmasına yol açmaktadır.
Türkiye, bölgedeki tüm komşularıyla, önemli politik çelişkilere sahip bir ülke durumundadır. Yunanistan, Suriye, Irak, İran gibi sınır komşularıyla ve Rusya, AB üyesi ülkelerle küçümsenemez ve kısa sürede çözümü olanaklı olmayan sorunları var. Batılı emperyalistlerin Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik emellerine hizmet eden, şantaja dayalı ve saldırgan bir dış politika sürdüren ve Kuzey Irak’ı askeri sefer yolu haline getiren Türkiye gericiliği, ABD emperyalizminin Ortadoğu taşeronluğunu, içerde halk kitlelerine karşı bir manipülasyon ve bastırma aracı olarak kullanmaktadır. ABD’nin bölge taşeronluğunu üstlenmiş olması, komşu ülkelerle sorunlarını ağırlaştırıcı bir rol oynamakta, onu etki alanları mücadelesine katılmaya itmekte ve bunun sonuçları içerdeki sorunların ağırlaşmasında rol oynamaktadır.
Uluslararası sermayenin, IMF-Dünya Bankası gibi mali sermaye kuruluşlarının dayattığı ekonomi politika ve program, örnekleri Güneydoğu Asya’da görüldüğü gibi, ekonomik istikrarsızlığı artırmakta, yoksul ile zengin arasındaki uçurumun açılmasına, işsizliğin ve pahalılığın artarak sürmesine yol açmakta, bu ise, işçi ve emekçilerle işbirlikçi burjuvazi arasındaki çelişkiyi daha da keskinleştirmektedir.
Burjuvazi, işçi sınıfı ve kent ve kır emekçilerinin artan sömürülmesi pahasına ödenen dış borçların 95 milyar doları bulduğu, büyük faiz ve rant vurgununun gerçekleştirildiği iç borçların 9 katrilyona yükseldiği, dış ticaret açığının 23 milyar dolar, bütçe açığının 1,5–2 katrilyon, enflasyonun Eylül ‘98 itibariyle % 85 civarında gerçekleştiği, 6 milyon civarındaki işsiz sayısının büyümeye devam ettiği bir ekonomik durumu “istikrar ve iyileşme göstergesi” olarak sunuyor, işbirlikçi burjuvazi ve uluslararası kuruluşlar, Türkiye’nin yüksek faizli dış borçlarını ödeme sadakatini, holding patronları ve spekülatörlerin yüksek kâr ve rant vurgununu, ya da enflasyon oranında birkaç puanlık düşüş sağlanmasını “ekonomik iyileşme” belirtisi sayıyorlar.
Türkiye, emperyalist ülkelere ve uluslararası sermaye kuruluşlarına borçlarını, faizleriyle birlikte düzenli ve aksatmaksızın ödeyen ülkelerin başında gelmektedir. Ortalama yıllık ödenen dış borç miktarı 6–7 milyar doları bulmakta, ödemeler, proletarya ve halk kitlelerine karşı izlenen aşırı sömürü politikası sonucu gerçekleşmektedir, işçi ücretleri düşük tutulmakta, dört buçuk milyon kişi, asgari ücretle ve sosyal güvenlikten yoksun olarak çalıştırılmakta, on bir milyon kişi yoksulluk sınırları altında, açlık ve sefaletle yüz yüze yaşamaya mahkûm edilmekte, kamu emekçilerine % 20-% 30’luk sözde ücret ve maaş artışı dayatılmakta, fiyat artışları ve zamlar birbirini izlemektedir.
Dış ve iç borç anapara ve faizlerinin ödemelerine ayarlanmış Türkiye ekonomisinin sorunları, 98 mali krizinin etkisiyle daha da ağırlaşmıştır. Mali kriz nedeniyle ve borsada yatırım yapan yabancı sermayenin döviz olarak çekilmesi sonucu, döviz rezervleri iki hafta gibi kısa bir süre içinde 26 milyar dolardan 21,9 milyar dolara geriledi. İMKB iki ayda % 53,3 oranında düştü ve aynı süre içinde hisse senetleri değeri 13,5 milyar dolardan 6 milyar dolara geriledi. İhracat pazarlarındaki daralma ve iç piyasalardaki durgunluk (yoksulluk, tüketimin azalması) nedeniyle, bazı sektörlerde (deri ve tekstil) satışlar % 50 oranında gerileme gösterdi ve işten atmalar arttı. Otomotiv sektöründe satışlar düştü. Faiz oranları Ağustos sonu itibariyle % 130’a, Eylül’ün ilk günlerinde % 143’e fırladı. Krizin “Türk ekonomisiyle ilgili olmadığını açıklayan hükümet”, işçi ve emekçilere yeni yükler bindiren ve sermaye yararına yeni olanaklar ve kolaylıklar sağlayan yeni önlemler aldı. Büyük sermaye ve bankalar yararına vergi kesintileri ve stopajlar sıfırlandı. Uluslararası tekeller, büyük bankalar ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin en büyükleri başta olmak üzere rantiyeler, faiz gelirlerinin vergi dışı tutulmasıyla 900 trilyon lirayı bir hamlede kasalarına indirdiler. Merkez Bankası’nın bankaların vadeli döviz alım-satımlarına müdahalesi durduruldu. Kamu tahvillerinin alım-satımında alınan % 5 banka ve sigorta muameleleri vergisi % 1’e indirildi. Bu da yetmedi. Özelleştirme İdaresi fonundan borsaya 100 trilyon aktarılması kararlaştırıldı. Tekellerin çıkarları yönünde izlenen ekonomi politika, işçilere, kamu emekçilerine ve küçük üreticilere ağır yükler getirmektedir. Ücret ve maaşlar, % 85–90 civarındaki enflasyon karşısında erimesine karşın, hükümet, “kriz” edebiyatıyla emekçilerin taleplerini reddetmektedir.
İşbirlikçi burjuvazi ve emrindeki asalaklar sürüsü, enflasyon artışı, borçlanma ve işsizlikle işçi ücretleri arasında tersten bir ilişki kurarak, her fırsatta, ücret ve maaşlardaki artışın tüketimi ve enflasyonu azdıracağı propagandası yürütmektedirler. Artı-değer sömürüsüyle gerçekleşen burjuva zenginliği ve sermayenin daha küçük bir kesim elindeki birikimi ve yoğunlaşmasıyla yoksulların sayısındaki artış ve işsizlik, karşıt uçlarda devam etmektedir. İşçiler ve işsizler, kır ve şehrin tüm yoksulları ve emekçiler temel gereksinmelerini karşılayamamaktadırlar. Sömürücü egemen sınıflar, devlet asalakları güruhu, emperyalist kapitalizmin ve faşizmin hizmetindeki burjuva aydınları, bankaların ve büyük kapitalist işletmelerin reklâmcıları, pazarlamacıları ve tekellerin her türden uşakları ise emekçilerin sırtından vurgunlar sağlayarak gününü gün etmektedirler. Bakanlar, milletvekilleri, generaller, genel müdürler, bankaların yönetim ve denetim kurulları üyeleri, burjuva basın-yayın organlarının dolar maaşlı yazar ve yorumcuları, halk kitlelerinin yoksulluğu ve işçi sınıfının azgınca sömürülmesi pahasına sürdürdükleri lüks yaşamı gizlemek üzere, işçi ücretlerini ve emekçilerin zorunlu (ve yetersiz) tüketimlerini istikrarsızlık ve enflasyon artışının nedeni olarak göstermektedirler.
a) Emperyalizm hesabına taşeronluk ve “bölge gücü” rivayeti
İşbirlikçi burjuvazinin politik ve askeri temsilcileri, Türkiye’nin, Balkanlar’dan Kafkasya’ya uzanan stratejik alanda, etkin ve söz sahibi bir bölge gücü olması için gerekli tüm koşulların mevcut olduğu; Türkiye’nin stratejik öneminin, “soğuk savaş”ın sona ermesinden sonra daha da arttığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, “bağımsız” devletler olarak şekillenen Orta Asya “Türkî Cumhuriyetler” ile Türkiye’nin “ortak kültürel-milli değerleri”nin, söz konusu rolün devamı için yeni olanaklar sunduğu, petrol ve doğalgaz gibi zengin hammadde kaynaklarına sahip bu ülkelerin pazarlarına girişi olanaklı kıldığını ileri sürmektedirler. Bu “etki” ve “ortak kültürel bağ”ın, Batılı emperyalist ülkelerle ilişkilerde, yararlanabilir bir olanak olarak kullanılabileceği belirtilmekte, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” söyleminde ifadesini bulan şoven propaganda, bu “olanaklar” üzerinden güçlendirilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’nin bölge ve uluslararası ilişkilerinin gerçek durumu ise, olanaklar üzerine dayanaksız burjuva propagandasını yalanlamaktadır. Türkiye’nin ekonomik, politik ve askeri olarak bölgede söz sahibi bir güç haline geldiği ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası”nın mimarı olarak, önünde büyük olanaklar ve geniş bir alan bulunduğu yönündeki gerici burjuva propagandası gerçeği yansıtmıyor. Kapitalizme açılan “Doğu pazarı”nda, yeni kaynak ve ucuz işgücü olanağını elde eden, Türkî Cumhuriyetleri’nin ve İslam ülkelerinin “büyük ağabeyi” rolünü oynayan Türkiye gericiliği değil, Batılı emperyalist burjuvazidir. Emperyalist büyük devletlerin en önemli kapışma bölgelerinden biri olan Ortadoğu ve Kafkasya’da, “pastadan pay alma”yı belirleyen şey, sahip olunan politik, ekonomik ve askeri güçtür. ABD’nin ve diğer büyük emperyalist devletlerle uluslararası tekellerin etki alanı mücadelesine giriştikleri bu bölgede, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ve taşeronluk rolü üstlenerek kırıntı peşinde koşan bir ülkenin, hâkimiyet mücadelesi yürüten emperyalistlere karşın, söz konusu pazardan yararlanma olanağı son derece az ya da hiç yoktur. Bu gerçek, Türkiye gericiliğinin “Türkî kardeşler” üzerine planlarının, petrol ve doğalgaz boru hattı görüşmeleri ve buğday ve pamuk alanlarından yararlanma projeleri kapsamında, boşa çıkmasıyla bir kez daha kanıtlandı. Petrol ve doğalgaz boru hatları için sürdürülen pazarlık ve görüşmelerde, Türkiye lehine bazı küçük adımların atılması, ancak devreye ABD emperyalizminin girmesiyle mümkün olabildi. Türkiye egemen sınıfları, bölgede, ancak ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik emellerine hizmet eden saldırgan ve şantajcı bir dış politikayı sürdürdüğü; emperyalist burjuvazinin taşeronluğunu yaptığı oranda “söz sahibi” olabilmektedir. (Bölge gücü olma olanakları üzerine burjuva vaazını sürdüren Türkiye gericiliğinin, ABD emperyalizminin planları doğrultusunda İsrail Siyonistleriyle savunma ve askeri işbirliği anlaşması imzalayarak, Arap halklarına karşı bir mevziiye daha fazla yerleştiği, ABD’nin saldırıları ve öncülüğünü yaptığı gerici yaptırımlarla “kolu kanadı kırılan” Irak’a karşı belli bir mevzii kazandığı ve Irak Kürt topraklarına düzenlediği askeri harekâtları birer savaş tatbikatı olarak değerlendirerek yeni savaş teknikleri geliştirdiği söylenebilir. Türkiye egemen sınıfları, ABD emperyalizminin savaş arabasına bağlanarak, 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve sosyalizmin yenilgiye uğratılması için yakın komşu olarak faal bir rol oynadılar ve kapitalist emperyalizmin bu hedefine ulaşmasıyla, emperyalist burjuvazi nezdinde uşaklık sadakatini ispatladılar. Türkiye gericiliği, kapitalist “Türkî Cumhuriyetler” olan Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Çeçenistan gibi ülkelerle belirli bir ilişkiye sahip olması nedeniyle güç ilişkilerindeki değişikliklere ve emperyalistler arası yeni kapışmalara bağlı olarak, bu bölgede bazı yeni olanaklara kavuşabilir.)
Türkiye gericiliği, İsrail işbirliğiyle Arap, Filistin ve Kürt halklarının öfkesini kazanmıştır. Türkiye, bölge halkları tarafından, Batılı emperyalistlerin saldırgan bir öncü kuvveti olarak görülmektedir ve bu durum, “bölge gücü olma” hayal ve planlarının önündeki önemli engellerden birini oluşturmaktadır. Emperyalistlerle girilen uşaklık ilişkisi, ülkenin emperyalizmin açık pazarı haline getirilmiş olması ve ABD’nin çıkarlarına -ki bu bölge halklarına düşmanlık çizgisidir- bağlanarak izlenen bölge politikası, Türkiye’nin en önemli açmazlarından biridir. On milyonlarca emekçinin yoksulluğa itilmesi pahasına, savaş araçlarıyla donatılan askeri kuvvetlerin, bölgede halk kitleleri ve komşu ülkeler karşısında bir saldırı ve imha gücü olarak yeniden organize olmasının emekçi kitlelere herhangi bir yararı yoktur. ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bölgede üstlenilen taşeronluk rolü, emekçi kitleleri nereye varacağı belirsiz askeri maceraların kurbanları durumuna düşürmektedir.
b) Siyasi istikrarsızlık ve tank paletlerinde istikrar arayışı
Uzun süredir ekonomik ve politik istikrarsızlık içinde bulunan Türkiye’de, işçi ve emekçilerin düzen partileri ve kurumlarından uzaklaşmaları ve gericiliğin güçleri arasındaki çelişkilerin derinleşmesi, işlerin eski tarz yürütülememesi, bir devlet operasyonu gereksinimini doğurdu. 28 Şubat ‘97’de, MGK ve generaller, siyasal istikrarsızlığa son vermek üzere, sistemin ve devletin reorganizasyonunu hedefleyen yeni bir hamle yaptılar. Türkiye gericiliğinin, ABD emperyalizminin bölge ve dünya politikasına daha fazla bağlanması ve bir süre öncesine kadar dış ilişkilerde nispeten kullanabildiği kartlarını kaybetmesi, Ege ve Kıbrıs’ta Yunanistan’la, Kürt sorunu nedeniyle Irak ve Suriye’yle ilişkilerinin gerginleşmesi, içerde işçi ve emekçilere karşı sürdürdüğü baskı ve şiddet politikasının yığınların ileri kesimlerini mücadeleden alıkoymada yetersiz kalması, “demokratikleşme” üzerine yıllardır sürdürülen burjuva vaazının inandırıcılığını yitirmesi, emekçi kitlelerin devlet ve düzen kurumlarından uzaklaşma eğiliminin artarak devam etmesi, düzen partileri ve kurumlarını saran çürüme ve gericiliğin güçleri arasında giderek artan çekişme ve çatlaklar, işbirlikçi sermaye gruplan arasındaki ilişkileri sarstı ve çelişkileri artırıcı bir rol oynadı.
MGK ve generaller, “İç ve dış tehdit konsepti”nde değişiklikler olduğunu ileri sürerek, yürüttükleri operasyonun, emekçi kitlelerin tepkisini çekmeden ilerletilmesi ve sonuca ulaştırılması için, çeşitli “savaş hileleri”ne başvurdular. Kullanabilecekleri her araç ve olanağı en etkili tarzda kullanmak üzere, emekçilerin politik gelişmelere ilgi ve tepkilerinin düzeyini gözeterek, gericiliğin güçlerini birleştirip seferber etmek üzere, harekete geçtiler. Generaller, önceki darbe ve müdahalelerin deneylerinden yararlandılar; uluslararası konjonktürel gelişmeleri ve ülkenin ekonomik ve politik durumunu, emekçi kitlelerin tutumlarını ve emekçi hareketinin boyutlarını özenle irdelediler ve emekçilerin ileri kesimlerinin ve aydın çevrelerin saflarında bulanıklık, tereddüt ve bölünmeye yol açabilecek sorunları, politik konumlarını güçlendirmek üzere kullandılar.
Generallerin ve MGK’nın, iç tehdit unsurları arasında “irtica”yı baş sıralara almaları, sistem muhalifi çevrelerde ve çeşitli politik kümelenmeler ve gruplar içinde kargaşa ve bulanıklıklar yaratarak, kitlelerin hareketinin sömürü sistemine ve faşist baskı mekanizmasına yönelmesine set çekme gibi bir amaç da taşıyordu. Refah-yol Koalisyonu’nun, dini, politikanın aracı olarak kullanması,. Erbakan’ın Başbakanlıkta tarikat şeyhlerini toplantıya çağırması, RP’li belediyelerin şeriatçı toplantı ve eylemleri, RP yandaşı politikacıların, düzenlenen gecelerde laiklik karşıtı sloganlar haykırmaları, cuma namazlarının şeriatçı gövde gösterilerine dönüştürülmesi, vb. eylemlerin, emekçilerin önemli bir kesiminde ve burjuva liberal çevrelerde yarattığı tepkinin farkında olan generaller, “laik devletin korunması” söylemiyle, şeriatçılık karşısında duyarlılığı bulunan burjuva liberal çevreleri, başlıca burjuva basın yayın organlarını, üniversite çevrelerini ve yargı kurumlarını harekete geçirdiler.
Genelkurmay yönetiminde TSK’nın politik yaşama doğrudan müdahalesinin bir hamleden ibaret olmadığı ve bir süreci kapsadığı son iki yıl içindeki önemli tüm politik gelişmeler ve iç ve dış politikada “askerin oynadığı rol tarafından kanıtlandı. Düzen kurumlan ve üstyapıdaki çözülmeyi durdurmayı, gerici politik kurum ve güçler ilişkisini yenilemeyi de içeren generaller yönlendirmesindeki politik operasyon devam etmektedir. Bir yanında işbirlikçi büyük burjuvazinin “köklü” ailelerinin, onların holdinglerinin ve generallerin durduğu, ve diğer yanında son yıllarda artan spekülatif sermaye hareketinden de yararlanarak kısa zamanda büyük vurgun sağlayan ve hızla gelişen, -bir bakıma yeni yetme- “İslami” büyük sermaye holdinglerinden güç alan ve devletin temel kurumlarının denetimini zorlayan, bu denetim dışına çıkma gücüne -emekçilerin ekonomik ve siyasal talepleri ve inanç ve dini duygularını istismar temelinde-, ulaşan RP ve destekçisi tarikatların bulunduğu gericilik içi çelişme, henüz sonuçlanmış değildir. TİSK’in, “siyasi ve ekonomik istikrar için güçlü hükümet” isteği doğrultusunda çalışmaları sürüyor. Generaller, kendi denetimleri altında iş görecek, “sağı ve solu birleşmiş iki güçlü partinin temsil ettiği, demokratik parlamenter sistem”den yana olduklarını propaganda ediyorlar. İki partili “güçlü parlamenter yapanın ve “başkanlık sistemi”nin oluşturulması yönündeki “telkinler” devam ediyor. Politik sistemin istikrarı için, MGK’nın direktifleri doğrultusunda çalışacak “iki, güçlü parti”nin varlığına “icazet veren” bir seçim sistemi hedefleniyor. İç ve dış politikada bütün önemli ve belirleyici kararların alınmasında generallerin damgası var. Devlet kurumları ve düzen partilerinin halk kitleleri nezdindeki güven yitiminin, şiddeti artırmakla giderilemeyeceğini bilen egemen sınıflar ve generaller, bir yandan emekçilerin, -özellikle de ileri kesimlerinin- saflarında yeni bölünmeleri sağlamaya çalışırken, diğer yandan onları düzene ve düzen partilerine bağlamak üzere, acil taleplerini ikiyüzlüce kullanıyorlar. Aynı amaç doğrultusunda ve gericiliğe bir nefes molası sağlamak üzere erken seçimler gündeme getirildi. Burjuvazinin uzun erimli sınıfsal çıkarları, düzen partilerinin “ekonomik ve politik iyileştirme” vaatleriyle emekçilerin karşısına çıkmalarını zorunlu kılıyor. Halka karşı kontra çeteleri biçiminde örgütlenen düzen güçleri, kapitalist çürümenin doruğa ulaştığı bir dönemde, dürüstlük, huzur ve güven yalanıyla emekçileri yeniden kazanmaya çalışıyorlar. Halkı, faşist terörle sindirme politikasının şampiyonu Çiller yönetimindeki DYP, Türkeş artığı BBP ve gerici-dinci FP(RP), “demokrasi cephesi”(!) kurarlarken; ANAP ve DSP, “demokratik reformlardan ve “ekonomik iyileştirme”den söz ediyor; emekçilerin faşist baskı ve yasaklar altında bunaldıklarını bilen ve egemen sınıfların dönemsel gereksinimleri ve planlarını gözeten bir tutum içindeki CHP yöneticileri “demokratikleştirme” raporlarıyla yeniden güç toplama çabasındalar. Generaller, işbirlikçi gerici güçleri birleştirerek ve parlamento ve hükümeti, üniversiteleri, basını ve tüm diğer düzen kurumlarını, kumandaları altında koordineli harekete sürerek, işçi ve emekçilere karşı ekonomik ve politik yaptırımları başarıyla sürdürmeye, emekçi örgütlerini zayıflatıp dağıtmaya ve onları mücadele araçlarından yoksun kılmaya çalışıyorlar.
İşçi ve emekçiler yoğun baskı altında. Ekonominin kilit sektörleri yabancı ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekiliyor. Ülke emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekellerin açık pazarına dönüştürülmekte. Kürtlere ve bütün işçi ve emekçilere yönelik saldırılar aralıksız devam ediyor. Özelleştirmenin hızlandırılması, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiye edilmesi, sendikaların daha fazla güçsüzleştirilmesi, işçi sınıfının politik mevzilerinin zayıflatılması ve çökertilmesi, faşizme karşı mücadele potansiyeli taşıyan güçlerin etkisiz hale getirilmesi, Kürt sorununun ve emekçilerin demokrasi taleplerinin püskürtülmesi ya da geriye atılması, faşist operasyonun önemli hedefleri arasındadır. Mahkeme salonlarında, yargıçların ve savcıların gözü önünde işkenceci ve katil çetelerinin mensupları, avukatlara, gazetecilere ve dinleyicilere saldırıyor, kontra tetikçisi katiller, “koruma” adlı cinayet mangalarıyla dolaşıyor, mahkeme salonlarına elleri cepte yaylanarak giriyor, tehditler savurarak çıkıp gidiyor; binlerce insanı katleden kontra mangalarına kumanda eden milletvekilleri, halkın sırtından yüz milyonları cebe indirmeye devam ediyorlar. İşkenceci katiller, “görevlerini yaptıkları” ya da “verilen emri yerine getirdikleri” gerekçesiyle hiçbir ceza görmeden icraatlarını sürdürüyorlar.
Gericiliğin iç çelişki ve çatışması sonuçlanmış değildir. Tekelci burjuva partileri ve holdinglerin mafya çeteleriyle iç içe geçen faaliyetleri, gericilik içi çete hesaplaşmalarını gündeme getirmiştir. İşbirlikçi burjuvazi ile ezilen halk kitleleri arasındaki çelişki, faşist saldırganlığın ve ekonomik baskıların artmasıyla daha da keskinleşmiştir. Ekonomik, politik ve sosyal alanlarda yapılacağı ilan edilen onarım ve “reformlar” sürecinin, halkın beklentileri yönünde gelişmediği ve gelişmeyeceği ortaya çıkmıştır. Genelkurmay koordineli “onarım ve reform uygulamalarının diktatörlük kurumları ve güçlerinin yeniden organize edilmesini ve buradan alınan güçle de birleşen, yeni ekonomik-politik saldırıları hedeflediği aradan geçen zamanda daha da açıklık kazanmıştır. İşbirlikçi burjuvazi ve faşist gericilik, düzen güçlerini organize ettiği ve iç çelişkilerinin “üstesinden geldiği” ölçüde ekonomik ve politik saldırıları artıracak, işçi ve emekçilerin ve örgütlerinin mücadeleyle elde ettikleri ve kullanmaya çalıştıkları olanak ve araçları işlevsiz kılmaya çalışacaktır. MGK ve generaller, faşist, gerici ve reformist partilerle liberal burjuva aydın çevreleri, üniversite yönetimleri ve sendika ağalarının desteğiyle küçümsenemez bir mesafe kat ettiler. Dış ilişkilerinde beklentilerinin de ötesinde sıkışık ve gerilimli bir dönemi yaşayan, ABD, AB ülkeleri ve Rusya’nın tavizlere zorladığı ve tek yol olarak ABD’nin bölge politikalarına daha fazla bağlanmayı seçen Türkiye gericiliği, içerde şiddet ve baskı politikalarını daha da yoğunlaştırma çabasındadır. Sistemin tahkimi devam ediyor. Milli güvenlik siyaset belgesi, kriz yönetim merkezi, İller İdaresi Yasası ve olağanüstü hal uygulaması, oligarşik tekelci egemenliği takviye amacıyla yürürlüğe kondu. Kürt politikasında bir dönem işçi hareketinin ve Kürt emekçilerinin alanlara taşan kitlesel öfkesinin sonucu ve bir “savaş hilesi” olarak başvurulan “realiteyi tanıyoruz” söylemi terk edilmiş, “Kürtler Orta Asya’dan gelen Türk kavimleridir”, “Türkiye’de kendilerini Kürt kabul eden vatandaşlarımızın hiçbir sorunu yoktur” gerici söylemine geri dönülmüştür
c) Burjuva reformcu ve liberal aydın çevreleri generallerin emirerliğine soyundular
Generallerin ve MGK’nın, devleti ve sistemi yeniden yapılandırma amacıyla başlattıkları gerici devlet operasyonu, beklendiği gibi, burjuva liberal ve reformcu sol çevrelerin ve Kemalist aydınların desteğini kazandı. Şeriatçılığın emperyalizm ve gericiliğin emekçi kitlelere karşı kullanılan araçlarından biri olması, ve RP’nin laiklik karşıtı eylemleri, bu devletçi, Kemalist ve oportünist çevrelere, emperyalizmin Türkiye’deki en güvenilir ve en güçlü işbirlikçilerine ve onların kurumlarına destek verme, generallerin eylemlerini alkışlama gerekçesi sundu. Laik devleti savunma adına, liberal aydın çevreleri, üniversitelerin yöneticileri, sosyal demokratlar ve her renkten Kemalistler, sendika üst bürokratları ve tekelci basında emperyalizm ve gericiliğin çıkarlarının savunuculuğunu yapan yazarlar çetesinin yanı sıra bazı ilerici aydın ve yazarlar da, generallerin belirlediği çizgide safa girdiler.
Laiklik-şeriat ikilemi (ve Kürt sorunu), işbirlikçi burjuvazi tarafından, burjuva aydın çevrelerini yedekleme ve emekçi hareketini zaafa uğratma amacıyla kullanıldı. Bu sorunların, gericilik yararına hâlâ kullanılabiliyor olmasının nedenlerinden biri, işçi ve halk hareketinin bünyesel zaaflarıyla bilinç ve örgütlenme düzeylerinin geriliği; bir diğeri de, işçi sınıfına bilinç taşıma iddiasındaki aydınların önemli bir kesiminin, burjuvaziyle ideolojik-politik (ve maddi) olarak gerçek bir kopuşu gerçekleştirememeleridir. Solcu, devrimci ve Marksist olma iddiasındaki aydınların bir kesimi de dâhil, burjuva liberal ve reformist aydınlar, “şeriat karşıtlığı” gerekçesine sarılarak, işçi ve emekçi hareketine saldırıyı ifade eden karşı-devrimci yeniden yapılandırma operasyonuna omuz vermektedirler. Bunlar, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin düşmanlarına ve burjuva iktidarını silahla koruyanlara yardakçılık yapmakta, emperyalizmin en kararlı işbirlikçilerine ve bölgedeki taşeronlarına övgü düzmekte, onları “ilerici” ve “devrimci” olarak sunmaktadırlar. Şeriatçılığa karşı olma adına generalleri destekleme tutumunu ısrarla sürdüren reformist ve liberal solcu aydınlar, Türkiye’de kapitalizmin henüz oldukça geri bir düzeyde ve esas olarak liman kentlerinde, yabancı kapitalizmin uzantısı olarak geliştiği bir dönemde, ulusal bağımsızlık şiarıyla harekete geçen işgal karşıtı güçler -ve onların başına geçme başarısı göstermiş olan milli Türk ticaret burjuvazisinin politik temsilcileri olan Kemalistler- ile bugünün emperyalizm işbirlikçisi tekelci burjuvazisi ve onun politik ve askeri temsilcilerini; sınıf konumları, bağlantıları ve ulusal değerlere ilişkin tutumları arasındaki farklılıklara karşın, bir ve aynı sınıflar ve bu sınıfların politik temsilcileri gibi gösteriyor; iki farklı dönemin olgularını ve politik gelişmelerini; burjuvazinin yüzyılın başındaki ve bugünkü durumu ve ilişkilerini birbirleriyle aynılaştırıyorlar. Emperyalist işgale karşı başkaldırıya önderlik ederek, biçimsel bir siyasal bağımsızlığın kazanılmasında rol oynayan, içerde halifelik kurumunun lağvını, tarikat ve zaviyelerin kapatılmasını, Latin alfabesinin kabulünü, zorunlu ve parasız genel ilköğrenim uygulamasını gerçekleştiren ve “ulusal kaynaklara yönelme” yönünde adımlar atan 1920’lerin burjuva feodal önderliğiyle ABD emperyalizminin taşeronluğunu yapan, Türkiye’yi emperyalizmin açık pazarı haline getiren ve İsrail Siyonistleriyle işbirliği içinde bölge halklarına karşı saldırgan bir politika izleyen bugünün işbirlikçileri arasındaki farklar göz ardı ediliyor.
Elli yıllık bir süreden beri, Pentagonla bağlantılı güçlerin başında Amerikana işbirlikçi burjuvazi ve generallerin yer aldığı açık olmasına; Türkiye gericiliğinin, NATO üyeliğine imza atmasından bu yana, ordunun yönetim kademeleri, ülkenin gündemine giren bütün önemli (politik-askeri) konularda, NATO ve Pentagon’la bağlantılı olarak hareket etmelerine karşın, darbe spekülatörleri ve MİT ve Genelkurmay avukatlığı yapan halka ihanet çeteleri, generalleri ve tekelci burjuvazinin en irileriyle faşist ve gerici partileri, ilerici ve laik ilan ediyorlar. Amerikancı güçlerden bazılarıyla, halk yararına ittifaklar kurabileceği ve onların yedeğinde yürünebileceği savunularak, Amerikan emperyalizminin işbirlikçilerinin bir kısmına demokrat, devrimci, cumhuriyetçi payesi veriliyor.
Diktatörlüğün ve kapitalizmin hizmetindeki yazarlar, militarizm ve ordu övgüsünü sürdürürlerken, Kürt düşmanı şoven propagandayı yoğunlaştırmakta; işçi sınıfı ve emekçilere yönelen politik ve ekonomik saldırıları alkışlamakta; özelleştirmeyi, sendikasızlaştırmayı, sendikaların düzen kurumları olarak düzenlenmesini, enerji kaynaklarının, madenlerin, demir ve deniz yollarının tekellere peşkeş çekilmesini ve ülkenin emperyalistlerin açık pazarı haline getirilmesini öngören devlet ve hükümet politikalarının başarıyla uygulanması için çaba göstermekte, militarizm destekçiliğini, dinin siyasal gericiliğe alet edilmesine emekçi tepkisinin ardına gizlenerek, haklı çıkarmaya çalışmaktadırlar. (Halkın dini inanç ve duygularını gerici amaçlara alet edenler RP ve yandaşı tarikatlarla sınırlı değildir. 12 Eylül generalleri, DYP, BBP, MHP ve ANAP gibi gerici-faşist düzen partileri, dini inançları kullanma yoluyla emekçileri aldatma ve mücadeleden alıkoymada, RP ve yandaşı tarikatlardan geri kalmayan bir tutum içinde oldular. DSP ve CHP, ortağı oldukları koalisyonların halkın dini duygularını istismar etmesine ve inanç özgürlüğünün ayaklar altına alınmasına destek vermekten geri kalmadılar. Düzen savunucusu bu gerici parti, tarikat ve çevrelerin tümü için din, proletarya ve emekçilerin sömürülmelerinin araçlarından biridir. Bin yılları bulan geçmişten gelen ve etki alanı oldukça geniş olan dini inanç ve duyguları, emekçileri kaderciliğe sürüklemek, onların sömürü ve baskı karşısında boyun eğmelerini ve verilenle yetinmelerini sağlamak amacıyla kullanmaktadırlar. Bugün “gadre uğradıklarını” söyleyen şeriatçı taifesi, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi yürütenlerin hemen her zaman karşısında oldu, devrimci gençliğe karşı “cihad” ilan etmekten, linç saldırıları düzenlemekten, insanları diri diri ateşe vermekten kaçınmadılar. Amerikan emperyalizminin emrinde, Arap halklarının düşmanı Siyonistlerle anlaşmalar yapmaktan, IMF ve Dünya Bankası reçetelerini Türkiye halkına dayatmaktan, baskı ve zulüm programı uygulamaktan bir an bile geri durmadılar. Susurluk kazasıyla açık kimlikleriyle ortaya çıkan devlet cinayet örgütünü korumak için, belgeli-tanıklı cinayetleri “fasa fiso” olarak değerlendirip, bu cinayetleri işleyen kontra mangalarına sahip çıktılar. Özelleştirme, işten atma, sendikasızlaştırma biçimindeki saldırılar onlar tarafından da yürütüldü. Erbakan’ın komandolarının halka saldırıları, belediyeler bünyesinde günlük olaylar haline geldi.) Bu bakımdan söz konusu sorunun emekçilerle ilgili yanını, bugün esas olarak, kendi talepleri için mücadeleyi sürdürmek ve bu çatışmada gerici parti ve güçlere alet olmamak oluşturmaktadır. Burjuva liberalleri, reformist solcu aydınlar ve kimi küçük burjuva reformist-sağcı gruplar, düzen güçleri arasındaki çelişme ve çatışmada, “yararlanma” adına, ABD ve CIA’nın, 1947’den başlayarak işçi sınıfına, onun örgütlerine ve örgütlü mücadelesine, tüm halk kitlelerine ve özel olarak sosyalizme ve sosyalistlere karşı örgütlediği Gladio’nun Türkiye kolunu çekip çevirenleri aklamaya ve desteklemeye devam etmektedirler.
d) Ağırlaşan toplumsal sorunlar; burjuvazi-proletarya çelişkisinin keskinleşmesi, Kürtlerin inkârı politikası ve devam eden çözümsüzlük
Sermaye ve gericiliğin izlediği ekonomi politika ve iç toplumsal sorunlara yaklaşımı, politik istikrarsızlığı artırıyor ve ezen-ezilen çelişkisini daha da keskinleştiriyor. Demokrasi düşmanı faşist siyasal sistem, işçi sınıfına, emekçilere ve Kürtlere karşı izlenen baskı ve saldırı politikası, egemen sınıfları daha fazla açmaza sürüklüyor ve siyasal istikrarsızlığı ağırlaştıran toplumsal sorunlar çözümsüz kalmaya devam ediyor. Emperyalizme bağımlılık, siyasal demokrasi yoksunluğu ve Kürtlerin ulusal varlığı ve haklarının reddi politikası, bu sorunların en önemlilerini oluşturuyor.
1- Kürt sorununda inkâr ve imha politikası devam ediyor
Türkiye gericiliğinin Kürt politikasında, demokratik ulusal-siyasal hak ve özgürlüklerin yeri yoktur. Diktatörlüğün, Kürt politikasının esasını, inkar, imha ve asimilasyon oluşturuyor. (Burjuvazi, kuşkusuz, Kürt ulusal varlığının, Kürt dili ve kültürünün bilincindedir. “Kürtler ve Kürt dili diye bir şeyin olmadığı” yönündeki züğürt tesellisinin, geri önyargılara sahip ve burjuvazinin ideolojik-politik etkisi altındaki emekçi çevrelerinde bile inandırıcı özelliğinin fazlaca kalmadığı bir gerçektir. Buna karşın, burjuvazi ve gericilik, “ilkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” propagandasıyla, Kürt halk kitlelerine yönelik imha, yok sayma ve sindirme poitikasını sürdürebilmekte, Türk milliyetinden emekçilerin önemli sayılabilecek bir tepkisini görememenin sağladığı avantajla, Kürt düşmanı şovenizmi, kullanabilmektedir.) Ezen ulus milliyetçiliğini gerici-şoven bir dalgaya dönüştürerek, içine düştüğü açmazları “aşma”ya çalışan işbirlikçi gericilik, bu sorun seksen yıla yakın bir süredir devam etmesine ve izlenen politika nedeniyle daha da ağırlaşarak siyasal gündemin baş sıralarına oturmasına karşın, Kürt varlığını inkâra devam etmekte, Kürt emekçilerinin özgürlük taleplerini silah ve şiddetle bastırmaya çalışmaktadır.
İşbirlikçi egemen sınıflar, Türk emekçi kitlelerini aldatmak amacıyla, Kürt sorununu “bölücü terör” ve “dış kışkırtma” demagojisi ile izah etmekte, uluslararası burjuvazinin tüm kollarının, gereksinim duyduklarında körüklemekten geri durmadıkları şovenizm ve gerici burjuva milliyetçiliğini, ideolojik silahlardan biri olarak kullanmaktadırlar.
Kürtlerin ulusal varlığı ve haklarından söz edilmesi, şoven, ırkçı ve gerici güruh ve çevreleri ayağa kaldırmakta, bunlar, Kürt kentlerinde ve köylerinde devam ede-giden askeri saldırıları, yüz binlerce asker, polis ve korucunun yıllardır sürdürdüğü aralıksız operasyonları; köy boşaltma ve yakmaları, milyonları bulan Kürt köylüsünün zora dayalı sürgününü, yayla yasağı ve hayvanların imhasını gizlemek için her tür demagoji ve yalana başvurmaktadırlar. Emperyalizm ve tekellerin emrindeki politikacı, general ve yazarlar, Kosova Arnavutları, Kıbrıs Türkleri, Çeçenler, Boşnaklar vb. söz konusu olduklarında, insan haklarından, etnik köken kaynaklı dil ve kültür serbestîsinden, otonomi, özerklik ve bağımsızlıktan söz etmekte; 120 bin nüfuslu Kıbrıs Türk kesimi için “ayrı devlet kurma hakkı”nı savunmakta, Kürtler söz konusu olduğunda ise, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”, “üst ulusal kimlik” vb. demagojik propagandaya sarılarak, “Kürtlerin ulusal hakları”ndan söz edilmesini bölücülük ve “iç işlere karışma” saymaktadırlar.
Kürt sorunu siyasal özgürlükler ve ulusal kaderini tayin hakkı sorunundan soyutlanarak, bölgede yeni işletmelerin kurulmasına ve ekonomik önlemlerin alınmasına indirgenmekte; ulusal kaderini tayin hakkının Türkiye’de ve Kürtler için söz konusu olamayacağı propaganda edilmektedir. Ezen-ezilen ulus gerçeği ve onların demokratik olmayan ilişkisini gizlemek üzere, Kürt sorunu ekonomik-sosyal dengesizlik ve geri kalma ile izah edilmekte, uygulanacak özel bir ekonomik kalkınma planıyla bu sorunun aşılacağı ileri sürülmektedir.
Kürt sorununun çözümüne hizmet edeceği söylenen “özel kalkınma planı”yla emperyalist tekellere, Türkiye işbirlikçi burjuvazisine ve işbirlikçi Kürt çevrelerine yeni imtiyazlar tanınmakta; tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin ucuz işgücü ve devlet desteğinden yararlanmaları sağlanmakta, GAP kapsamında tarıma açılan geniş topraklar uluslararası ve yerli tekellere peşkeş çekilmektedir.
Kürt emekçi kitlelerine karşı sürdürülen vahşetin sona ermesi; köylülerin zararlarının tazmin edilerek, köye dönüşlerin serbest bırakılması; küçük üretici köylülere karşılıksız kredi verilmesi, çalışma yaşındaki herkese iş olanağı sağlayacak yeni iş alanlarının açılması; işçi ücretleri ve kamu emekçilerinin maaşlarının insanca yaşayacak bir düzeye yükseltilmesi, genel sağlık ve işsizlik sigortasının uygulanması, olağanüstü halin kaldırılması, koruculuğun dağıtılması, gıda ambargosunun ve yayla yasağının son bulması, okulların ve hastanelerin insanların hizmetine açılması, savaş ağalığı kurumunun dağıtılarak, halka karşı suç işleyenlerden hesap sorulması gibi talepler, Kürt emekçilerinin acil ekonomik ve politik taleplerinden bazıları olmalarına karşın, işbirlikçi burjuva diktatörlüğü ve hükümet, bu talepleri karşılama yerine, ulusal talepli mücadeleyi ezmek üzere baskı politikasını ısrarlı bir biçimde sürdürmektedir. Onlarca yıldır sürdürdüğü imha ve inkar politikasıyla Kürt bölgelerindeki ekonomik yapıyı tahrip eden, yüzlerce köyü ateşe vererek, tarlaları, bahçeleri, meraları ve ormanları imha eden, tarım ve hayvancılığın ölmesine yol açan, ve kışla, karakol ve cezaevi dışında esaslı hiçbir yatırım yapmayan işbirlikçi egemen sınıfların, “ekonomik ve sosyal önlemler” propagandası bir burjuva ikiyüzlülüğünden ibarettir.
2-) Emperyalist burjuvazi, uluslararası bir sorun haline gelen Kürt sorununu etki alanı mücadelesinin bir unsuruna dönüştürmeye çalışıyor
Kürt sorununa gösterilen uluslararası ilgi, uluslararası ekonomik ve politik gelişmelerden ve çıkar ilişkilerinden bağımsız değildir. Kürtlerin yaşadıkları topraklar kapitalist uluslararasılaşmanın dışında kalamazdı ve kalmadı. Kapalı ekonomik birimlerin parçalanması ve ihraç edilen sermayenin genişleyen yeniden üretimi sonucu kapitalizmin bu topraklarda da modern sınıfları oluşturarak gelişmesi, tarihsel açıdan geç kalmış olsa da, sonuçta gerçekleşti. Sermaye ve meta hareketinin bir dünya ekonomi sisteminin oluşmasını sağlaması ve tekellerin ortaya çıkarak tüm iktisadi hareketi kontrol etmeleri, iletişim ve ulaştırma alanındaki gelişmeler, hemen tüm toplumsal olayların uluslararası özellik kazanmasında etkili oldular.
Kürt sorununun, birden fazla ülkenin “ortak sorunu” olması ve dünyanın en önemli çatışma bölgelerinden biri olan Ortadoğu’daki politik gelişmelerle olan ilişkisi, onu uluslararası bir sorun haline getirmektedir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında ve yüzyılımızın ilk yarısı içinde patlak veren Kürt ayaklanmalarına, İran, Irak, Osmanlı (ve Türkiye), Çarlık Rusyası (ve Sovyetler Birliği), İngiltere ve Fransa, sonradan ABD, İtalya ve Almanya, şu ya da bu biçimde müdahalede bulundular. İkinci Dünya Savaşı koşullarında, S. Birliği desteğinde kurulan Mahabat Kürt Cumhuriyeti, ABD ve İngiltere’nin karşı koymalarıyla ve dönemin güç ilişkilerinin bu devletin devamına olanak tanımaması nedeniyle yıkıldı. Mustafa Barzani hareketi nedeniyle 1970’li yıllarda Kürt sorunu uluslararası alanda güncel bir sorun olarak yıllarca tartışıldı. 1974’te Kuzey Irak’ta Kürtlere tanınan “otonomi”, ABD emperyalist burjuvazisinin bilgisi dâhilindeydi. Türkiye Kürt hareketinin, ülkenin gündeminin baş sıralarına bir kez daha çıkması ve on beş yıldır buradaki yerini “koruması”, Irak Savaşı sonrasında kurdurulan kukla “federe devlet” gibi gelişmeler, sorunun uluslararası alanda daha fazla tartışılır hale gelmesinin etkenleri oldular.
Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller, ekonomik alanda olduğu gibi, politik ve askeri alanda da, belirledikleri politikaları geri ve bağımlı ülkelere dayatmaktadırlar. Emperyalist burjuvaziyle daha kuruluşunun ilk yıllarından başlayarak girdiği ilişkileri, süreç içinde tam bir işbirlikçilik ve uyduluğa genişleten Türkiye egemen sınıflarının, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik faaliyetleri, emperyalistlerden; özellikle de ABD emperyalizminin politikalarından bağımsız değildir. Türkiye gericiliğinin Kürt politikası, günümüzde, emperyalizm ve işbirlikçilerinin Ortadoğu ve Kafkasya politikasına bağlanmıştır.
Kürt halkına karşı işbirliği yapmaktan bir an dahi geri kalmayan, emperyalizmin denetimi altındaki bu ülkelerin egemen sınıfları, aralarındaki ilişkilerin seyrine ve dış ve iç politik gereksinmelerine göre, sorunu birbirlerine karşı kullanmaktadırlar. “Kendi Kürtleri”ne karşı vahşi bir imha politikası uygulayan Türkiye gericiliğinin, ABD ve İngiliz emperyalistleriyle birlikte Kuzey Irak Kürt sorununun “çözümü” senaryoları hazırlaması ve “çözüm”ün sınırlarını belirleme çabalarına katılması bunun kanıtlarından biridir. Dublin ve Ankara toplantıları, Barzani ve Talabani’nin Washington’a çağrılarak, kukla federe devletin yeniden canlandırılması yönünde işbirliğine zorlanmaları ve Irak Kürdistan’ına yapılan kısa aralıklı seferler, ABD emperyalizminin bölge politikasıyla doğrudan ilişkilidir.
Türkiye gericiliği, Kürt sorununda inkâr ve imhaya dayalı politikayı esas almakla birlikte, sorunun sistem içi bir çözümünü de bir biçimde öngörmekte; kendilerini açmaza alan bu sorunu, Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik gerici-emperyalist politikanın daha etkili kullanılabilir bir unsuruna dönüştürerek, yararlanılabilir bir sorun haline getirmeye çalışmaktadır. İşbirlikçi gericiliğin politik ve askeri temsilcileri içerde işçi ve emekçi halk kitlelerinin taleplerini bastırma ve emekçi hareketinin yükselmesini engelleme gereksinimi duydukları her zaman, Sevr sorununu gündeme getirmekte ve ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkelerin, Türkiye’yi bölmeye ve bir Kürt devleti kurmaya çalıştıklarını ileri sürmektedirler. Emperyalizm işbirlikçisi gerici burjuvazinin bu propagandası, burjuva reformcu ve liberal sol çevrelerde de yankı bulmakta; sosyal-şoven bir politika izleyen bu çevreler, antiemperyalizm adına, Kürtlerin ulusal köleliğini savunmaktan geri kalmamaktadırlar. İşbirlikçi burjuvazi, Türkiye emekçilerini ve Türkiye’nin yeraltı-yerüstü kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekmesine, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerine karşı emperyalist burjuvazinin, özellikle de ABD emperyalizminin kılıcı olarak rol oynamasına ve Ortadoğu’da ABD’nin vurucu öncü kıtası olmaya soyunmasına karşın, Kürt sorunu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve dağılma süreci arasında bağ kurarak, Türkiye’ye “yeni bir Sevr’in dayatıldığını ileri sürmekte; emperyalizme uşaklık ve halka ihanet politikalarını bu biçimde gizlemeye çalışmaktadır.
İkiyüzlü burjuva propagandası ve bu propagandanın hizmet ettiği burjuva hedefler bir yana, Batılı emperyalist devletlerin, Türkiye gericiliğini daha fazla uşaklığa zorlamak üzere, “Kürt kozu”nu kullandıkları bir gerçektir. Kürt sorunu demokratik halkçı bir çözüme kavuşturulmadıkça, Kürt halkının Türk ve diğer bölge halklarıyla eşit ilişkilere dayalı kardeşliği önündeki tüm gerici engeller ortadan kaldırılmadıkça, bu sorunun Türkiye işbirlikçi sınıflarını daha fazla tavize zorlamak için, emperyalistler arası dalaşmada kullanılması olanağı ve tehlikesi ortadan kalkmayacaktır. Emperyalistler Kürt sorununu, Türkiye başta olmak üzere, ilgili ülkeler üzerindeki etkilerini güçlendirmek ve bu ülkelerin egemen sınıflarını daha fazla uşaklığa zorlamak için kullanmaktadırlar. Ancak, Türkiye egemen sınıflarının emperyalist ülkelerle, özellikle de ABD ile girdiği uşaklık ilişkisi ve batılı emperyalistlerin Ortadoğu ve Kafkasya planlarında Türkiye’ye biçilen rol, emperyalistlerin korumasında bir Kürt devletinin, güncel bir tehdit olarak öne çıkarılmasının engelidir. Emperyalist devletler, Kürt sorununu, bu sorunun dolaysız muhatabı ülkelerin yöneticilerini emperyalist politikalara daha fazla uşaklığa zorlamak amacıyla kullanmakta, uzun vadeli çıkarları gereği, işbirlikçi bir Kürt üst sınıfını “el altında tutma”ya çalışmakta, “ayrı bir Kürt devleti”ni ise, bugün için çıkarlarına uygun görmemektedirler.
Emperyalist hegemonya mücadelesi kapsamında, bölgede güç üstünlüğünü elinde tutmak isteyen büyük devletler, Kürt ulusal mücadelesinin, anti-emperyalist bir halk hareketi olarak gelişmesinin ve gerçek bir kurtuluşa yönelmesinin önünü kesmeye çalışmaktadırlar.
Uluslararası burjuvazi ve mali sermayenin, anti-emperyalist kurtuluş hareketlerine düşman oldukları, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı başta olmak üzere ve Filistin hareketi dahil, ulusal kurtuluş savaşlarını kana boğmak için savaştıkları, Kürt hareketi dahil, hemen tüm ulusal hareketlere karşı ilgisiz kalmadıkları, pazar paylaşım mücadelesi kapsamında ve bu hareketleri kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek ve kullanmak amacıyla, koşullara göre kiminde sızma ve kullanma, kiminde bastırma ve imha yöntemlerine başvurdukları bilinmektedir.
Emperyalizm, başka şeylerin yanı sıra ezilen ulusların ulusal bağımsızlığının ve özgürlüğünün ayaklar altına alınmasıdır. Emperyalist burjuvazi yalnızca ulusların doğrudan ilhakı yoluyla değil, biçimsel siyasal bağımsızlık görüntüsü ardında ekonomik bağımlılık yoluyla da ulusların köleliğini gerçekleştirmekte ve günümüzde, emperyalist sömürgeciliği esas olarak bu biçimde sürdürmektedir.
Türkiye, diğer sosyal ve siyasal sorunlarla birlikte, Kürt sorunu nedeniyle istikrarsızlık içindedir ve bu da Türkiye ile çeşitli ekonomik ve politik çıkar ilişkileri bulunan emperyalist devletler açısından bir risk etkeni sayılmaktadır. Emperyalist burjuvazi, Türkiye egemen sınıflarından, bu sorunu sistem sınırları içinde ve “Türkiye’nin de yararına olacak” bir biçimde, bazı kültürel hakların tanınması yoluyla “çözümü”nü istemektedir.
Diğer yandan, uluslararası burjuvazinin Kürt sorununa kendi çıkarları doğrultusunda gösterdiği ilgi, Kürt burjuva, küçük burjuva reformcu ve liberal çevrelerde, uluslararası sermaye yararına bir beklentiye yol açmakta ve bu çevreler tarafından, sorunun “çözümü”nün başlıca belirleyici etkeni sayılmaktadır. Emperyalist sömürgeci politikanın ürünü bu gerici ilgi, söz konusu çevreler tarafından, Kürt üst ve orta sınıflarının çıkarlarına denk düşecek bir anlayışla karşılanmakta, emperyalist büyük devletlerin işin içine girmesi için özel bir çaba gösterilmekte; Türkiye’nin kapılarının Batı’dan, Washington’dan açılacağı söylenmekte, Batılıların “getireceği bütün çözümlerin kabul edileceği” ilan edilmekte ve bu tutum, “devrimci diplomasi” olarak sunulmaktadır. “Kürt dostu” Batı ise, Kürt burjuva, küçük burjuva reformcu çevrelerinin işbirliğine açık bu tutumunu gözetmekte, çıkarları doğrultusunda kullanmayı hedeflemektedir.
3-) Sorunun devrimci çözümü için Kürt hareketinde devrimci yöneliş zorunlu hale gelmiştir
Kürt toplumundaki parçalanmışlık, kapitalizm öncesi geri-feodal yapı, aşiret, mezhep ve tarikat çelişkileri ulusal baskıya karşı mücadeleyi zaafa uğratan ve diktatörlüğün planlarının uygulanmasını kolaylaştıran etkenlerdi, işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahipleri diktatörlüğü, Kürt direnişlerini bastırmada bu nesnel durumdan yararlandı, işbirlikçi aşiret ağalarının kullanılması ve onlar aracılığıyla yüz bin kişilik korucu ordusunun oluşturulmasında bu etkenler önemli bir rol oynadı.
Ancak kapitalist gelişme kaçınılmaz biçimde modern sınıfları Kürt kentlerinde de doğurdu, feodal parçalanmışlığın gerici sınıflar yararına oluşturduğu zemini darbeledi; Kürt toplumunu politik ve toplumsal kurtuluşa götürecek Kürt proletaryasının gelişip, soruna el koymasını gündeme getirdi. Kürt toplumsal gerçeğinin günümüzdeki belirleyici nesnel yanı budur ve bu gelişme, diktatörlük politikalarının eski tarz devamını zora sokan en önemli etkenlerden biridir. Kürt sorununun, emperyalistlerin dünya ve bölge hâkimiyeti planlarına bağlı ve Kürt gericiliğiyle Kürt orta sınıflarının çıkarlarına bağlı bir çözümü için dayanaklar giderek zayıflamaktadır. Kapitalist gelişme Kürt toplumunda sınıf farklılaşmasını bir daha geri dönülmez biçimde belirgin hale getirmekte ve sınıf çıkarlarına bağlı çelişkilerin giderek keskinleşmesi, Kürt işçi ve emekçilerinin, dost ve düşmanlarını daha iyi tanımalarına yol açmaktadır.
Kürt kentlerindeki toplumsal gelişme, işbirlikçi gericiliğin planlarını ve politikasını dar-beleyip boşa çıkaracak ve sorunun devrimci çözümünü olanaklı kılacak bir yolu açmış bulunuyor. Kürt sorunu giderek daha net biçimde Kürt işçi ve emekçilerinin -Türk işçi ve emekçilerinin de-, sorunu haline geliyor. Böyle olmasının en önemli etkenlerinden bir diğeri, feodal burjuva ve burjuva-feodal sınıf ve önderliklerin, Kürt sorununun halktan yana ve nispeten kalıcı bir çözümü için olumlu bir rol oynayamayacaklarının pratik içinde az-çok görülmüş olmasıdır. Irak Kürdistan’ında Barzani ve Talabani’nin, ABD politikasının izleyicileri olmaları, PKK, HADEP vb. gibi siyasal kümelenmeler içinde yer alanların ve reformcu Kürt aydınlarının, ulusal talepleri sınıf talepleriyle birleştirme gereği görmemeleri, emekçilerin sınıf taleplerini, ekonomik ve demokratik acil sorunlarını “ulusu bölen” etkenler saymaları ve reformcu burjuva bir platformda, emperyalist büyük devletlerin baskısını da kullanarak, Türkiye egemen sınıflarını tavize zorlama biçimindeki politikaları, Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kesimleri tarafından burjuva önderliklere güvensizlik ve onlardan uzaklaşma nedeni sayılmaktadır.
Kürt emekçileri pratik siyasal gelişmelerden öğrenmektedirler. (Kürt emekçi hareketi, bir dönemin derslerinin de yardımıyla, yeni bir mücadele hattına girmekle karşı karşıyadır. Görülmüştür ki, işçi ve emekçilerin taleplerini temel almayan ve işbirlikçi gericilik ve emperyalistler arası ilişki ve çelişkileri “kullanma” yoluyla sonuca ulaşmaya çalışan bir politik çizginin başarı olanağı yoktur. Kürt burjuva ve küçük burjuva reformculuğunun uzlaşmaya dayalı “siyasal çözüm” çağrıları, uluslar arası burjuvazinin desteğini alan işbirlikçi gericiliğin aralıksız saldırılarıyla karşılaştı; bunun çıkar yol olmadığı bir kez daha ve açıkça ortaya çıktı. Bugüne dek ısrarla sürdürülen uzlaşmacı ve kitle hareketine dayanmayan mücadele çizgisinin Kürt halk kitlelerinin, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesini ilerletmediği açıklık kazanmıştır.
Kürt emekçilerinin, faşizme ve ulusal baskıya karşı direnişini, “yalvar-yakar” diplomasisinin aracına dönüştürmeye çalışan bir hareketin açmaza düşmesi kaçınılmazdır. Kürt işçi ve emekçilerinin temel taleplerinin savunulmasını esas alan ve kitle hareketinin geliştirilmesine hizmet eden bir mücadele ve örgüt çizgisinin izlenmesi, mücadelenin başarıya ulaşması için zorunludur.
Kürt şehri ve kırında, faşist baskı ve terör altında ve yoksulluk içinde acı çeken milyonlarca işçi ve emekçinin, yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yürüttüğü mücadelede yer almadan, Kürtlerin ulusal karakterli istemleri ile sınıf talepleri arasındaki zorunlu bağı gözeten bir mücadele platformu benimsenmeden, hareketin ilerlemesine hizmet etmek olanaklı değildir. Ezilen bir halkın ya da ezilen sınıfların sorunlarının, bu sınıfların ve halkların mücadelelerinden koparılarak, uluslararası burjuvazinin çeşitli politik organları ve kuruluşlarında yapılan görüşmeler ve alınan kararlarla, baskı altındakiler yararına çözümlenmesi, olanaklı değildir. Ezilen sınıf ve halkların, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelede, düşman güçlerin çatışmaları ve rekabetinden ve bunun doğurduğu olanaklardan yararlanma tutumu ile etki alanları mücadelesi içindeki güçlerden birine ya da bir kesimine yaslanma, dahası, sorunun “çözümü”nü onlara ipotek etme tutumu arasındaki ayrımın unutulduğu veya bilinçli olarak birbirine karıştırıldığı her durumda kaybedenler ezilen halklar ve sömürülen sınıflar olmuştur. Irak Kürt gericiliğinin emperyalizm ve Türkiye burjuvazisiyle girdiği gerici ilişkiye tanık olan Kürt işçi ve emekçileri, diğer halkların deneylerinin yanı sıra, kendi siyasal pratikleriyle de emperyalist burjuvazi ve işbirlikçi gerici sınıfların dost olamayacağını görebilecekleri bir tarihsel dönemi yaşamaktadırlar.) Kürt sorununun, Kürt işçi ve emekçilerinin emperyalizm ve sömürgecilikten kurtuluşu sorunu; işçi ve emekçilerin toplumsal kurtuluş sorununa bağlanan siyasal bağımsızlık sorunu olduğu, bugün daha geniş kesimler tarafından anlaşılmış bulunuyor. Kürt emekçi hareketinin gelişmesi; işçi ve emekçilerin sorunun gerçek sahipleri olarak ortaya çıkmaları, Türk işçi ve emekçilerinin, işbirlikçi gericiliğin Kürtlere yönelik saldırılarına karşı daha tutarlı bir tutum almaları, bütün milliyetlerden ülke emekçilerinin, güvensizlik nedenlerinin zayıflamasına ve Türk ve Kürt emekçilerinin güvene dayalı ortak mücadelesi için öznel etkenlerin olgunlaşmasına hizmet etmektedir. Türkiye işçi hareketinin yükselişi kaçınılmaz biçimde, Kürt hareketinde burjuva olanla emekçi olan arasındaki ayrışmayı hızlandırmakta, devrimci bir ayrışmayı geliştirmekte, emekçi sınıfların birliği için maddi (ve manevi) koşulları olgunlaştırmaktadır. İşçi sınıfının ileri kesimleri Kürtler üzerindeki faşist baskının son bulmasını talep etmekte, özgür, eşit ve gönüllü birlik için mücadele edeceklerinin işaretini vermektedirler.
Diktatörlüğün politik ve ekonomik saldırılarını püskürtmenin ve belli bazı başarıları elde etmenin, ancak birleşik bir mücadeleyle olanaklı olduğunun görülmesi, Kürt sorununun da, ancak Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle çözümlenebileceğinin emekçiler tarafından anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Kürt emekçilerine karşı baskı ve yok sayma politikasının sürdürülmesi, yüz binleri bulan askeri güç ve polis kuvvetlerinin yanı sıra korucu ordularının oluşturulması, olağanüstü halin uzatılması, sözde ülke savunması adına Kürtlere boyun eğdirmek üzere yılda 7–8 milyar dolar para harcanması vb. gibi uygulamalar ile yoksullaşma, açlık ve işsizliğin artışı; ekonomik bunalımın yükünün zam ve vergilerle sırtlarına yıkılması arasındaki bağı, Türkiye’nin emekçi kitlelerinin en azından ileri kesimleri artık daha iyi görüyorlar.
Kürt sorununun Kürt (ve Türk) emekçileri yararına çözümü için, Kürt işçi ve emekçilerinin, Türk işçi ve emekçileriyle birlikte emperyalizme, işbirlikçi gericiliğe ve aşiret ve toprak ağası gericiliğinin baskı ve tahakkümüne karşı mücadelesinin zorunlu olduğu fikri, Kürt emekçilerinin ileri kitlesi içinde daha geniş bir kesim tarafından benimsenmeye başlanmıştır. Son yılların tüm iç ve uluslararası gelişmeleri, işçi ve emekçilerin emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı birleşik devrimci mücadelesinin zorunluluğunu yeniden kanıtladı.
Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin çıkarı, emperyalizm işbirlikçisi burjuvazinin Kürt halkına yönelik askeri operasyonlarına ve ülkenin, ABD’nin çıkarları için ateşe atılmasına karşı durmayı gerektirmektedir. Ortadoğu ve Kafkaslardaki ABD taşeronluğu, emperyalistler arası dalaşmada işbirlikçi olarak rol alma ve Kürt düşmanlığı Türkiye halkına acı, gözyaşı ve bunalımdan başka bir şey vermiyor.
e) İşçi sınıfının anti-kapitalist mücadelenin başarısı için, siyasal demokrasi mücadelesinin başında yürüme görevi aciliyet kazanmıştır
Gericiliğin iç çatışma ve çelişmelerinde hangi kesimin ötekine üstün geleceği ve onu tasfiye edeceği, halk kitlelerini doğrudan ilgilendirmez. Ancak, gericiliğin ve sermayenin silahlı-silahsız güçlerinin çelişme ve çatışmaları nasıl bir sistem, nasıl bir yönetim biçimi ve hangi politika sorunundan bağımsız değildir. Bu çelişki ve gelişmeler halk kitlelerinin yaşamına da değişik biçimlerde yansımakta, yığınların siyasal yaşamını etkilemektedir. Bugün de MGK ve Genelkurmay yönetiminde sürdürülen operasyon, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin politik-ekonomik, sosyal-kültürel yaşamına müdahale özelliği taşımaktadır ve generallerin politik sistemde kazandıkları ağırlık siyasal gericiliğin ve bundan kaynaklı saldırıların yoğunlaşmasını getirmektedir. MGK ve generallerin tüm siyasal yaşam üzerinde kurdukları tekel, halkın demokrasi talepleri ve çıkarlarıyla bağdaşmazdır.
Kitlelerin temel demokrasi talepleri önemini korumaktadır. Türkiye’de burjuva demokrasisi gerçekte hiçbir dönem olmadı ve bugün de yoktur. MGK ve generallerin dikte ettikleri politika tüm emekçilerin demir bir cendereye alınmasını hedeflemektedir. (RP gibi, emperyalizm ve Siyonizm’le işbirliği yapan ve emekçiler karşıtı ekonomi politikanın uygulanmasında diğer düzen partilerinden farklı bir yol izleyen bir partinin kapatılması, olsa olsa bu saldırıların şiddeti ve yoğunluğuna işaret sayılabilir.) Ülkemiz işçi ve emekçileri, faşizmin ve gericiliğin azgın bir saldırısı altındadır. İşçi ve emekçilerin serbestçe örgütlenme, grev ve gösteri hakları ya bütünüyle yoktur ya da biçimsel olarak yalnızca kâğıt üzerinde sözü edilmektedir. Demokratik hakların elde edilmesi ve kullanılması için mücadele edenlere karşı, kıyım ve yok etme politikası izlenmektedir. İşçi sınıfının çıkarları ve sınıfsal kurtuluşundan, onunla birlikte tüm ezilenlerin toplumsal kurtuluşundan söz etmek dahi bedel ödemeyi gerektirmekte, küçük hak kırıntıları dahi, ancak büyük riskler göze alınarak ve siyasal gericiliğin saldırı ve baskıları göğüslenerek kullanılabilmektedir.
Kapitalizmin, yüzyılın başından bu yana sermaye ihracı ve feodalizmin çözülmesi temelinde gelişmesini sürdürdüğü, emperyalizme bağımlı, çokuluslu geri kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasal demokrasi sorunu işçi sınıfı ve emekçilerin en önemli gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır. Türkiye’de, demokratik siyasal haklar son derece güdük ve kısıtlıdır. Toplumun demokratikleşmesinin, işçilerin ve emekçilerin siyasal demokrasi kültürü edinmeleri ve bu mücadele içinde yetişmelerinin önü, faşist gericilik tarafından kapatılmıştır. Grev, gösteri, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü gasp edilmiştir. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmamaktadır. Kürt emekçilerine yönelik sindirme ve yok etme politikası devam etmektedir. Anayasa ve yasalar, birbirlerini bütünleyecek ve boşluklarını dolduracak biçimde faşist baskı maddeleri ve yasaklarla doludur. Burjuva anlamda demokratik bir siyasal sistemden söz edilemez. MGK ve generaller politik yaşam üzerinde bürokratik bir tekel kurmuşlardır. Kürt kentlerinde yirmi yıla yakın bir süredir sıkıyönetim (sonradan olağanüstü hal uygulaması olarak isim değişikliğine gidildi) ve bölge valiliği uygulaması devam etmekte ve işkence, gözaltı, kurşunlama, toplu tutuklama, köy ve ev yakma, sürgün, yerleşim yeri yasağı, gıda ambargosu vb. günlük yaşamın bir parçasına dönüşmüş durumda. Kürt varlığı kabul edilmemekte, Kürtlere karşı, “bölücü terör” gerekçesinin ardına sığınılarak vahşi bir saldırı politikası sürdürülmektedir. Proletarya ve halk kitleleri, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin (ve onların politik ve askeri temsilcileri olan devlet asalaklarının) diktatörlüğü altındadır. (Generallerin ve üst subayların erler ve astlar üzerinde mutlak bir diktası, zora dayalı kesin otoritesi vardır).
İşçi sınıfı ve emekçiler MGK ve generallerin dayatmalarının, politik baskıların, siyasal ve sendikal örgütlenmeye yönelik engelleme ve yasakların son bulmasını; faşist siyasal saldırıların durdurulmasını, çeteler halinde örgütlenmiş katil sürülerinin tüm suçlarının ve halka karşı örgütlenme ve provokasyonların açıklanmasını; işkencecilerden hesap sorulmasını, terör organizatörü örgütler olan Özel Tim, JİTEM ve korucuların dağıtılmasını; Kürtlere yönelik saldırıların son bulmasını; emperyalistler ve Siyonistlerle imzalanan ülke ve halk çıkarlarına aykırı tüm anlaşmaların iptal edilmesini; özelleştirme ve işten atmaların durdurulmasını istemektedirler. Milyonlarca işçi ve işsizin, kırın ve şehrin yoksullarının, Kürt emekçilerinin, gençlik ve kadın kitlelerinin demokratik bir ülke için mücadelesi devam etmektedir. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri, sermaye kurumları ve partilerinin oyunlarını boşa çıkardıkları, saldırılarını püskürttükleri, düzen güçleri arasında ekonomik çıkar ve politik etki çatışmasına alet olmaksızın bağımsız sınıf politikası izledikleri ve bu amaçla örgütlendikleri ve mücadele ettikleri oranda bu mücadele yeni mevzilerin kazanılmasıyla ilerleyecektir. İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleri, siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve ülkenin demokratikleştirilmesinin işbirlikçi burjuvazi ve burjuva diktatörlüğünün icazeti ve gericiliğin iç çelişmelerinin ürünü olarak değil, ancak dişe diş bir mücadelenin ürünü olabileceğini bilmektedirler.
Türkiye gibi bir ülkede, siyasal demokrasi sorununun işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gündeminde yer alması; siyasal özgürlükler için mücadelenin acil bir görev olarak öne çıkması kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ve halk kitlelerinin siyasal yaşama katılma, kendi temsilcilerini baskı görmeden seçme, kendilerini temsil etmeyenleri görevden alma, siyasal yaşamla ilgili karar alma gibi haklarını kullanması, bu mücadelenin başarısına bağlıdır. İşçi sınıfı ve bütün ezilenlerin sömürüden ve burjuva sınıf egemenliğinden kurtulması için, kapitalizmin tasfiyesini hedefleyen bir toplumsal-ekonomik devrimin zorunluluğu ve proletaryanın mücadelesinin anti-kapitalist karakteri, içinde bulunulan toplumsal koşulların ve karşı karşıya bulunulan toplumsal sorunların göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir. Emperyalizmin hegemonyası altında ve faşist diktatörlükle yönetilen bir ülkede, baskı ve suiistimalin her çeşidine karşı mücadele deneyimi içinde eğitilmemiş proletaryanın sosyalizm mücadelesini başarıya ulaştırması olanaklı değildir. İşçi sınıfı, şehir ve kır yoksullarıyla bütün ezilenlerin taleplerini sahiplenerek, emperyalizmin hegemonyasına ve faşizme karşı mücadele etmek, bağımsızlık ve demokrasinin gerçekleşmesi, siyasal özgürlüklerin kazanılması ve işbirlikçi burjuva diktatörlüğünün yıkılması için, ezilenlerin başkaldırılarını örgütlemek zorundadır. Sınıf bilinçli işçi, siyasal özgürlüklerin işçileri kapitalist sömürüden, açlık ve yoksulluktan kurtaramayacağını bilerek, açlık ve yoksulluğa ve onun kaynağı kapitalizme karşı daha güçlü bir mücadele yürütmek üzere, her koşul altında mücadeleyi sürdürecek örgüt biçimleri geliştirerek, siyasal demokrasi mücadelesinin başında yürüyecektir.
Bünyesinde siyasal bağımsızlık hakkı gasp edilmiş bir ulusu zora dayalı olarak tutan, burjuva anlamda demokratik hakların olmadığı emperyalizme bağımlı, çalışma durumundaki nüfusunun % 44,6’sı tarımsal alanda istihdam edilen, geri kapitalist bir ülkede, işçi sınıfı, işbirlikçi burjuvazinin faşist diktatörlüğünü siyasal devrimle yıkmak ve proletaryanın (ve kent ve kırın yoksulları) hazırlık durumuna bağlı olarak, durmaksızın sosyalizmin inşasına girişmek gibi bir görevle yükümlüdür. Türkiye’de “bütün uluslar için eşit haklar ilanı” burjuvazi tarafından bir aldatmaca aracı olarak bile gerekli görülmüyor. “Tek millet, tek devlet, tek dil” gerici propagandasına uygun olarak ulusların ve dillerin tam hak eşitliği, reddediliyor. Ezen ve ezilen ulus arasında “etkin bir biçimde düzenlenmiş demokratik ilişkiler” olmadığı için, bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı mücadelesi yara almakta, güç kaybetmektedir. Bu durum, (kapitalizm koşullarında siyasal olarak gerçekleşebilir bir şey olan ulusların siyasal bağımsızlık hakkını), ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini garanti eden ve siyasal özgürlükleri içeren, “baştan aşağı demokratik bir devlet” yapısının gerçekleşmesi için mücadelenin önemini artırmaktadır. Kuşkusuz, ne ulusların tam hak eşitliği, ne siyasal demokrasinin elde edilmiş olması, kapitalist sömürünün ve ondan kaynaklı baskı ve bağımlılık ilişkilerinin ortadan kalkması anlamına gelmeyecektir. Ulusal baskı politikasının kapitalizm koşullarında bütünüyle ortadan kalkmamasının toplumsal temeli, kapitalist özel mülkiyet sistemidir. Pazarlara ve hammadde kaynaklarına sahip olmak, devlet olarak örgütlenmiş burjuvazinin, başka ulusları baskı altına almasını da olanaklı kılmaktadır. Ama bu, siyasal gericilik ve hak yoksunluğu karşısında hayırhah bir tutumu; “burjuva karakteri” ileri sürülerek siyasal demokrasinin önemsenmemesini hiçbir biçimde haklı çıkarmaz, işçi sınıfı ve emekçilerin, bugünkü baskı ve sömürünün nedeninin kapitalist özel mülkiyet sistemi olduğunu anlamaları ve iktisadi bir devrimle kapitalizmin tasfiyesinin gerekliliğini kavramaları başka türlü olanaklı değildir.
Faşist diktatörlükle yönetilen Türkiye’de, siyasal demokrasi ve demokratik haklar talebinde bulunmak ve kapitalizme ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele yoluyla bunu elde etmeye çalışmak devrimci bir görevdir. Kürt ve Türk tüm ezilenlerin, kullanabildikleri hak kırıntılarını ancak yasalara karşın ve polis ve jandarma dayağı ve işkencesine direnerek elde ettikleri ve kullanabildikleri koşullarda, ülkenin demokratikleşmesi için mücadele, özel bir önem kazanmaktadır. Burjuva diktatörlük kurumlarının ancak proletaryanın devrimci girişkenliğiyle tasfiye edilebileceği (ve edilmesinin kesin zorunluluğu) gerçeğinin ve kapitalizmin demokrasi düşmanlığı gerekçesinin ardına sığınarak, bu görevden kaçılamaz. İşbirlikçi burjuvaziye (ve onun yedeğindeki büyük toprak sahiplerine); onların çıkarlarının bekçiliğini yapan kurumlara ve silahlı özel adam müfrezelerine karşı mücadele ilerletilmeden ve faşist diktatörlüğün yıkılmasını hedefleyen bir mücadele programı benimsenmeden, ne işçi sınıfının, toplumun hangi kesimini hedefliyor olursa olsun baskının her türüne karşı “sosyal demokrat açıdan” mücadelesi örgütlenebilir ne de işçi sınıfının bilinci, bu mücadele içinde toplumsal yaşamın ve sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisi üzerinden ve kendi siyasal deneyleri temelinde siyasal sınıf bilinci düzeyine yükseltilebilir.
Proletaryanın hedefi, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü devrimle yıkmak, iktidarı almak ve sosyalizmi kurarak, her türden sömürü ve baskıyı tasfiye etmektir. Türkiye işçi sınıfı bu hedefe ulaşmak için, içinde bulunduğu toplumsal koşulların, önüne çözmek üzere çıkardığı sorunları gündemine alarak ilerlemek zorundadır. Başka bir yol yoktur. Bunu yaparken, şematik planlar ve programlarla kendini sınırlamayacak, ideolojik, politik ve örgütsel hazırlığına; ezilen sınıfları, -taleplerine sahip çıkma yoluyla- yanına almadaki başarısına; ara tabakaları burjuvazinin yedeklemesini engellemeye ve egemen sınıfların ve emperyalistlerin aralarındaki çelişkilerden yararlanma ustalığına bağlı olarak proleter devrimi gerçekleştirmeyi hedefleyecektir.
İşçi sınıfı, eğer sınıf bilinçli bir sınıf olarak hareket edecekse, nihai hedeflerini unutmaksızın, bütün demokratik istekleri sosyalizm hedefine bağlayan bir mücadele hattında yürümek zorundadır. Bu ise, ancak, devrimci partinin, demokratik talepleri, proletarya ve emekçilerin sınıf çıkarlarına bağlı olarak öne sürmesi ve elde edilmeleri için mücadele etmesiyle mümkündür.
Sosyalizm her türlü baskının ortadan kaldırılmasının toplumsal temelini yaratacak, gerçek eşitliğin sağlanmasını olanaklı kılacaktır. Ama bu, her demokratik talebin mutlak olarak ekonomik devrime bağlanmasını ve ekonomik devrim olmaksızın demokratik hakların elde edilemeyeceği anlayışını haklı çıkarmaz. (Türkiye, demokrasinin olmadığı bir ülke ve demokratik özgürlükler işçi sınıfına, burjuvaziye karşı mücadelesinde daha ileriye gitmek için gerekli. Sınıf bilincine ulaşmış işçiler bunun için mücadele ediyor. Adlarının önüne çeşitli yakıştırmalar bulunan küçük burjuva “sol”cuların ise, demokrasi mücadelesinde sözü edilir bir yerleri ve katkıları olmaması gerçeği bir yana, bunlar var olabildikleri kadarıyla da kitle hareketinde tasfiyeci bir rol oynuyor ve mücadele yöntem ve çizgileriyle harekete zarar veriyorlar.)
İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleri, siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve ülkenin demokratikleşmesinin, işbirlikçi burjuva diktatörlüğünün icazeti ve gericiliğin iç çatışmalarının ürünü olarak değil, dişe diş bir mücadeleyle ve sosyalizm için mücadelenin bir ürünü olarak elde edilebileceğini bilmektedirler. İşçi ve emekçiler, ekonomik ve politik hakları için yürütecekleri mücadeleyle, emperyalizm işbirlikçisi gerici sınıfları püskürttükleri, diktatörlüğe darbe vurdukları oranda siyasal özgürlükler mücadelesi ilerleyecek, ülkenin demokratikleşmesi yönünde adım atılacak, mücadelenin ürün olarak tek tek reformların ve siyasal özgürlüklerin elde edilmesi söz konusu olabilecektir. Bu ise, kapitalizme, emperyalizmin hegemonyasına ve gericiliğe karşı mücadelenin daha ileri mevzilere yürümesi demektir.
Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri, karşı karşıya oldukları azgın saldırıların tek tek patronların ötesinde, aralarında pazar kavgası ve ucuz işgücü sömürüsüne dair çelişki olmakla birlikte, işbirlikçi burjuvazinin örgütlü oligarşik gücü olan politik ve askeri erk tarafından silahla korunup sürdürüldüğünü kavradıkları oranda, sınıf çıkarlarını savunma ve iktidar mücadelesini kararlılıkla ilerletmede başarılı olacaklardır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bu mücadelede başarıya ulaşmaları aynı zamanda, düzen güçleri arasındaki çatışmanın aleti olmamalarına bağlıdır. Faşizm ve gericiliğin siyasal kurum ve güçleri arasındaki iç çatışmada taraf olmak, birinden birinin yanında yer almak, yedeklenme olanaklarını da güçlendirmektedir. Düzen partileri ve kurumlarının çelişme, çözülme ve çatışmalarından yararlanmak; onların kitleler üzerindeki etkilerinin kırılmasını gerçekleştirmek üzere, politik ve ekonomik talepleri ısrarla savunarak, işbirlikçi burjuvazi ve diktatörlüğün saldırılarını püskürtmeye hizmet eden güç, araç ve olanakları geliştirmekle mümkündür.
f) burjuva saldırısının püskürttüğü işçi-emekçi hareketi güç biriktirme döneminden mücadeleyi yükseltme dönemine girmiştir
Son on yıl, işçi sınıfı ve emekçi hareketinde, istikrarsız bir biçimde de olsa, kitlesel ve devrimci çıkışların yaşandığını gösterdi. Uluslararası gelişmelerden bağımsız olmayan Türkiye’deki gelişmeler karşısında işçi ve emekçilerin ileri kesimleri ilgisiz ve sessiz kalmadıkları gibi, emekçi hareketinde giderek büyüyen ve hareket üzerindeki etkisi artan bir ileri kesim ortaya çıktı, burjuvaziden bağımsız ve burjuvaziye karşı örgütlenme ve mücadeleyi daha ileri mevzilere taşıdı. Başlıca iki kesim; işçi sınıfı ve kamu çalışanı emekçiler, ekonomik saldırılara ve halk aleyhtarı uygulamalara karşı, kiminde önemli zaaflar gösteren ve güç kaybeden, kiminde ise yüz binleri alanlara çekerek, saldırıların püskürtülmesinin yolunu gösteren eylemler geliştirdiler. Ankara, İstanbul, Adana ve İzmir gibi büyük kentlerin yanı sıra, irili-ufaklı onlarca il ve ilçe merkezinde ve daha da önemlisi hemen tüm Kürt kentlerinde, diktatörlüğün baskı kuvvetlerinin panzerli, coplu, gaz bombalı saldırılarına boyun eğmeyen emekçiler alanlara çıktılar ve acil ekonomik ve demokratik taleplerini haykırarak, bu talepler doğrultusunda daha kitlesel ve kararlı bir mücadele sürdüreceklerini dile getirdiler. Düşük ücret uygulamasına, işsizliğe ve özelleştirme politikalarına karşı mücadeleye, toplam sayıları yüz binleri aşan işçi ve emekçi katıldı. Ankara’da Türk-İş’in düzenlediği “İşsizliğe Hayır, Özelleştirme Talanına Son!” mitinginde, on binlerce işçi, emperyalist ve işbirlikçi tekellerin yağmasına ve açlık ve yoksulluğa mahkûm edilmek olan işsizliğe karşı öfkesini haykırdı. İşçiler, iş, ekmek için faşist cinayetlere ve bütün ezilenleri hedefleyen kontra saldırılarına karşı öfkelerini haykırdılar ve özgürlük; özelleştirmenin son bulması ve kaynakların tekelci talanının durdurulması taleplerini dile getirdiler. Kamu çalışanı emekçiler, hükümetin grevsiz “sendika hakkı” ve düşük ücret ve maaş politikasına karşı, birçok kere iş bıraktılar ve polis barikatlarını yararak alanlara çıktılar. Emekçi kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kapsamında daha güçlü eylemler düzenlediler. Yakınları gözaltında katledilen ve kaybedilen “Cumartesi Anneleri”, her seferinde, polis saldırısıyla karşılaşmalarına karşın, yılmadan, periyodik eylemlerini sürdürdüler ve faşist katillerin suratlarına sloganlarını haykırdılar. Son üç yılda, 1 Mayıs kutlamaları, burjuvazinin engellemeye yönelik saldırıları ve küçük burjuva grupların kitle mücadelesini sabote edici tutum ve davranışlarına karşın, önceki yıllardan daha güçlü olarak gerçekleşti ve kutlamalara katılanlar arasında işçilerin sayı ve etkinlik gücü bakımından ağırlığı giderek arttı. ’98 1 Mayısı, işgününe denk gelmesine, patronların işten atma tehditlerine ve polis saldırıları ve engellemelerine karşın, en kitlesel ve en yaygın gösteri ve mitinglerle kutlanan 1 Mayıs’lardan biri oldu. İşçi sendikaları konfederasyonlarının, KESK’in ve EMEP, HADEP gibi partilerin, ortak kutlama yönündeki tutumları, EMEP’in 1 Mayıs öncesi çalışmaları, Türk-İş üyesi ve İstanbul işçi Sendikaları Şubeler Platformu’nu oluşturan sendikaların etkin tutumu ve iş bırakma çağrılan, kitlesel katılım yönünde olumlu rol oynadı. İşçi yoğun büyük kentlerin yanı sıra, önemli Kürt kentlerinde de 1 Mayıs, önceki yıllardan farklı olarak daha fazla sayıda merkezde ve daha kitlesel olarak kuttandı.
1 Mayıs kutlamaları ve işçi ve kamu çalışanlarının eylemleri, burjuvazi ve diktatörlüğün saldırılarına karşı izlenmesi gereken kitle mücadelesi çizgisinin kesin doğruluğunu yeniden kanıtladı. İşçi ve emekçilerin geniş kesimlerini, faşizme ve emperyalizme karşı seferber etmeye hizmet etmeyen hiçbir mücadele yöntemi ve biçiminin, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin geliştirilmesine katkıda bulunamayacağı bir kez daha doğrulandı. Görüldü ki, yanlışta direnenler, emekçilerin mücadelesini geliştirmedikleri gibi, emperyalizmin uşağı halk düşmanlarının eline, halkın mücadelesini karalamada kullanacakları araçları vermek durumuna da düşmektedirler. Kürt ve Türk işçi ve emekçisinin sermaye ve gericiliğe karşı birliği ve birlikte mücadelesinin acil ve kaçınılmaz önemi artmıştır. Emekçilerin gücünü bölen ya da mücadelesini zayıf düşüren tutumların terk edilmesi kesin bir zorunluluk haline gelmiştir. Başarı, bütün milliyetlerden proletarya ve emekçilerin işbirlikçi Türk ve Kürt gericiliğine karşı birliğinden geçmektedir. Bu tutumda ısrar, halkın çıkarlarına bağlılıkla eş anlamdadır.
Proletaryanın ve ezilen halkların uluslararası deneylerinin birikimi üzerinden edinilen kazanımların miras alınarak sürdürülmesine; işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına bağlılığa ve kitle çizgisinde ısrara; proletarya ve ezilenlerin her koşulda mücadeleye yetenekli örgütlerinin fabrika, işyeri, sendika ve yerleşim alanlarında yaratılması kararlılığına; sınıf bilinçli işçinin ve işçilerin devrimci partisinin gösterdiği özenin tartışmasız doğruluğu, bir kez daha kanıtlanmıştır.
Kapitalist saldırının fütursuzluğuna karşı, işçi hareketi, yalnızca yasakları çiğneyerek ve sokaklara taşarak değil, ama ülke düzeyinde gösterdiği yaygınlıkla da yeni mevziler için zemin hazırladı ve işçilerin ellerine kendi güçlerinin farkına varmaları için önemli silahlar verdi. İşçi hareketi içinde öncü bir işçi kuşağı giderek daha etkin tarzda sınıf eyleminin yönlendirici gücü olarak ileri çıktı.
İşbirlikçi burjuvazinin politik ve ekonomik saldırılarının yoğunlaşması, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin, burjuva partileri ve devlette güvensizliğini artırdı. Burjuva partilerine karşı güvensizlik, giderek açık bir kopuş ve uzaklaşmaya yol açarken; sınıfın ileri kitlesi, hareketin kendi diyalektiği içinde, deneyimini ve bilgisini geliştirdi.
İşçi kitle hareketinin geliştiği bu süreçte, baskı altındaki diğer emekçi yığınlar sınıfın direnişinden aldıkları güç ve destekle sınıf hareketinin çekim alanı içine girerek, kendi talepleri ile işçi talepleri arasında kurulan bağ üzerinden sermaye cephesine karşı, sınıfla birlikte davranmaya başladılar. İşçi sınıfı içindeki çalışmayı tüm devrimci çalışmasının merkezine alan ve işçilerin kendi deneyleri temelinde kendi mücadelelerinden öğrenerek, burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleyi geliştirmelerinde, onlara yardımcı olmayı günlük eyleminin içeriği olarak benimseyen devrimci işçi partisinin, sınıf hareketinin öne çıkardığı ileri işçi kitlesiyle birleşmesi, bu ileri işçi kuşağının, sınıf içindeki konumunu güçlendirdiği gibi, onların sendika bürokrasisine karşı mücadelesini de ilerletici bir rol oynadı. Sendika bürokrasisinin sınıf içindeki gücü bu dönem içinde büyük darbe yedi. İşçi hareketini örgütleme ve sınıfın taleplerini kararlılıkla savunma tutumu içindeki ileri işçi kuşağı, bürokrat sendikal kastın çözülmesine ve eski gücünü yitirmesine yol açan bir mücadele yürüttü. Sendikaların şube ve işyeri temsilcilikleri önemli oranda yenilenirken, ileri işçilerin ve sınıfa yakın sendikacıların mevzi kazanma olanakları genişledi, hareket içinde oynadıkları rol arttı. Tabandan gelen ve sınıfın talepleri üzerinde yükselen muhalefet, sendika şubelerinin bir kısmının bu işçilerin yönetimine geçmesiyle sonuçlandı. Bu sınıfın, burjuvaziye ve onun sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadelenin yeni ve daha güçlü bir mevzide sürdürülmesi demekti. Sendika şube yönetimleri, genel merkez ve Türk-İş delegelerine de yansıyan bu mücadele içinde işçiler, bürokratik sendikal kastın parçalanıp çökertilebileceğini ve daha iyi organize edilmiş, fabrika temeline oturan ve sendika şubeleri üzerinde yükselen bir çalışmayla ve güç biriktirilerek alaşağı edilebileceğini somut olarak da gördüler.
Bu süreç aynı zamanda, işçi hareketinin biriktirdiği öfkeyi gören sendika bürokrasisinin, mücadeleyi yozlaştırmak amacıyla, eylemlerin başına geçmeye çalıştıkları bir süreç oldu. Sendika ağalarının, tabandan yükselen mücadelenin bütünüyle karşısında durulamayacağını görerek ve mücadeleyi, burjuvaziye karşı yaptırım gücü zayıf olacak tarzda, geri bir düzeyde tutmak amacıyla işçi eylemlerinin başında boy göstermeleri, işçilerin bu hain sınıf düşmanlarına karşı protestoya yönelmelerini engellemedi. Türk Metal Sendikası’nın, işçi düşmanı bürokratlarına karşı gelişen protesto ve işçilerin bu sendikadan istifaya başlamaları, işçi hareketinde, yeni bir anlayış ve hareketlenmenin olgunlaşmakta olduğuna işaret etmektedir.
Burjuva emperyalist saldırıya karşı mücadelenin yeni bir döneminden söz edilmesi için koşullar olgunlaşmaktadır. Proletarya ve emekçi hareketinin ilerlemesine hizmet eden bir mücadele çizgisine gereksinim, uluslararası alanda daha da artmış bulunmaktadır. Devrimci sınıf partilerinin her bir ülkede, görev ve sorumlulukları artmıştır. Emekçi kitlelerinin, ileri kesimlerinin etrafında birleştirilmesine; sendikaların ve diğer sınıf örgütlerinin güçlendirilmesine yardımcı olacak bir mücadele hattında gösterilecek sebat, yalnızca burjuvazinin uluslararası saldırılarının püskürtülmesi bakımından değil; işçi-emekçi hareketini oportünist tarzda etkilemeye çalışarak, şu ya da bu biçimde burjuvazinin yedeğine sürükleme çabasındaki “sol” ve sağ küçük burjuva anlayış ve çevrelere karşı da bir güvence özelliği taşımaktadır. Küçük burjuva sekterliği, koşulları ve güç ilişkilerini gözetmeyen ve kitlelerden kopuk sorumsuz eylem çizgisi, bütün keskin slogancılığa karşın emekçi hareketine ve mücadelesine zarar vermeye devam ediyor. Burjuva işbirlikçiliğinin, hareketin safrası olarak dışarı atılması için daha kararlı mücadele gerekiyor. İşçi hareketinin yeniden canlanarak, az-çok bağımsız bir çizgide ilerlemeye başladığı ülkelerde, Marksistlerin kitle hareketini örgütleme çizgisinde gösterecekleri ısrar, harekette politik güç birikimi, deney ve olgunluğun artmasına hizmet edecektir. Onlarca yıldan beri, çok sayıda genç kuşağın ve işçi ve emekçilerin en ileri kesimlerinin başarıya ulaştırmak için can ve kan bedeli bir mücadele yürüttükleri gerçek bağımsızlık, özgürlük ve sosyalizm mücadelesini, onlarca yılın deneyimi ve proletaryanın uluslararası kazanımlarına dayanarak ilerletmek, ancak, yanlışlığı Marksist teori ve pratik eylem tarafından kanıtlanmış biçim, yöntem, tutum ve davranışların terk edilmesiyle mümkün olmaktadır. Bu, yalnızca uzun vadeli hedeflere ulaşmak için değil, işçi sınıfı, Kürt halkı ve bütün ezilenler için, bugünün politik ve ekonomik saldırılarının püskürtülmesi bakımından da gerekli şartlardan biridir.
Bu çizginin kararlılıkla sürdürülmesi, başarmanın koşullarından biridir.

Ekim 1998

Dünya işçi hareketinde yeni bir döneme doğru

Batılı kapitalist sistemin, yine kendisiyle aynı ekonomik ve siyasal temele sahip olmakla birlikte hâlâ sosyalist yaftası takmaya devam eden Doğu kapitalist bloğu karşısında 1990’lara gelindiğinde kazandığı ‘zaferin’ yarattığı sarhoşluk henüz kaybolmaya yüz tutmuşken, kapitalizmin ideologlarının bir bölümü alarm sinyallerini vermeye başlamışlardı. Sanki kendi aralarında önceden kararlaştırılmış bir görev bölümü çerçevesinde çalışıyorlardı. İçlerinden bazıları, hâlâ yaşananları ‘tarihin sonu’, ‘insanlığın gelişiminin varabileceği son nokta’ ve kapitalist sistemi de ‘insan soyuna en fazla yaraşan ve insan doğasına denk düşen’ sistem olarak tanımlamaya devam ederken, başka bir bölümü, gelecekteki tehlikelere dikkat çekiyorlardı.
Birinci grupta yer alanların şarlatanlıklarının anlaşılması pek uzun sürmedi. Her türlü bilimsel yaklaşıma aykırı idealizmin ömrü uzun olamazdı ve olmadı da. Örneğin, bugün hâlâ Fukuyama’nın saçmalıklarını savunacak kadar babayiğit olanları giderek azaldı. Ama mesele burada değil. Zaten tehlikenin büyüğü o zaman da, gerçekleri kabaca çarpıtanlardan değil, kapitalizmin rafine ideologlarından ve iyi eğitilmiş akıl hocalarından geliyordu. Çoğunlukla dönek Marksistler arasından ve ünlü üniversite kürsülerinden devşirilmiş olan bu tür, bugün de zehrini bütün acılığıyla kusmaya devam etmektedir.
Bir tarafta bütün yalınlığı ile toplumsal hareket var, öte tarafta ise toplumsal hareketin dinamiklerini kısırlaştırmaya, bazen korkuyla geriletme, bazen de hayalci hedeflere yöneltip erken tahrik ederek etkisizleştirmeye çalışanlar… Ama temel hareket noktası ve referans aynı kalmaya devam ediyor: Sosyalizm insan doğasına aykırıdır, Marksizm öldü, kapitalizm rakipsizdir vb.
Kapitalizmin nihai zafer kazandığı ve kendisini kaçınılmaz sonuna götürecek olan çelişkilerinden arındığı iddia ediliyordu. Batılı klasik kapitalizmin revizyonist ve sosyal emperyalist Doğu Bloğu karşısında zafer kazandığı ve onu sonuçta kendi pazarına bağlayarak sırtını yere çaldığı doğrudur. Bu, her ne kadar sosyalizmin yenilgisi olarak gösterilmeye çalışıldıysa da, bugün ortaya çıkan manzara, yenilenin sosyalizm olmadığını aksine, sosyalizme duyulan ihtiyacın keskinleşmiş olduğunu kanıtlıyor. Bugün devrimin koşulları geçmişte olduğundan daha fazla olgunlaştırmış ve işçi-emekçi hareketinin yenilenmiş dinamiklerle ortaya çıkmaya başlamıştır.
Son on yılın gelişmeleri kapitalist şarlatanları yalanladığı gibi, yeni devrimci gelişmelerin koşullarının olgunlaştığına da işaret etmektedir.
Doğu Bloğu’nun parçalanması ile birlikte dünyada yeni bir düzenin tesis edileceği, bunun için koşulların oluştuğu iddia edilmişti. Fakat yeni dünya düzeni savunucularının uluslararası ilişkiler bakımından ileri sürdükleri bütün görüşler kısa bir süre içerisinde iflas etmiştir. Tek tek ülkelerin kendi içlerinde ve devletlerarasında çatışmalara yol açan nedenlerin ortadan kalktığı ve evrensel barışa doğru giden yolun açıldığı iddia edilmişti. Aradan geçen yaklaşık on yıllık sürecin ortaya koydukları bu yönde midir? Öyle olduğunu iddia edebilecek aklı başında herhangi bir kişi ya da parti kalmış mıdır? Büyük devletlerin geri ve küçük devletlere, geri ülkelerin birbirine ve birçok ülkedeki milli, etnik, dini tabakaların bir diğerine karşı kışkırtılması ve yerel savaşlar; bu dönem içerisinde başka bütün zamanlardakinden daha tahrip edici ve sürekli olmuştur.
ABD emperyalizminin, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana dünyanın tek patronu durumuna gelme planının önemli oranda gerçekleştiği, ABD’nin her bakımdan hâkim güç olmaya devam ettiği ve hatta Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle bu konumunu sağlamlaştırdığı söylense bile, bu, yansıtılmaya çalışıldığı gibi, tek kutuplu bir dünyanın kurulduğu anlamına gelmiyor. Tek kutuplu dünya, kapitalizm koşullarında olanaksızdır ve nitekim Almanya, Japonya ve hatta Fransa, Rusya gibi büyük kapitalist devletler ABD’nin karşısına son on yıl içerisinde daha fazla dikilmişlerdir. Şimdi söz konusu olan, tek kutuplu değil, değişik emperyalist güçlerin başını çektikleri ya da çekmek için güç biriktirdikleri “çok kutuplu” bir dünyadır. Yeni dünya düzeninin evrensel barış, güvenlik, adalet ve küreselleşme ile ilgili tüm öngörü ve vaatleri yerle bir olmuş ve gelişmeler tarafından geçersiz kılınmıştır. Ekonomik, politik ve askeri güç ve çıkarlar, emperyalist dünyaya istikrar, barış ve küreselleşme getirmemiş, tam aksine belirsizlik, gerginlik, bölünme, gruplaşma, bloklaşma, çatışma ve savaş eğilimini dayatmıştır.
Sosyalizm, ceberut-dinozor solcuların umutsuz bir saplantısı değil, sömürüsüz baskısız bir dünya için mücadele eden emekçilerin özlemini duydukları toplumsal sistemin adıdır. Bugün dünyanın şu veya bu köşesinde, ileri kapitalist ülkelerde ve geri-bağımlı ülkelerde aşırı sömürü kıskacına alınmış olan ve kafasını kaldırdığında sopayla, demagojiyle karşılaşan işçi ve emekçiler; açıktan sosyalizm talebini haykırmıyor olabilirler. Hatta burjuva yalanlarıyla yaratılmış zehirli ortamdan etkilenerek sosyalizme bir ölçüde mesafeli durdukları bile söylenebilir. Ama bu, işin yalnızca bir yanıdır.
Diğer yandan, bugün bazı ülkeler daha önden gitmek üzere, dünyanın hemen her ülkesinde işçi ve emekçi hareketinde yeni bir kıpırdanma ve giderek de yükseliş olduğunu kimse inkâr edemez. Bunun için rakamlara başvurmaya ihtiyaç bile yoktur, dikkatli bir gözlem bile yeterlidir. Sınıfın ve ezilen emekçi halkların hareketinin en geriye püskürtüldüğü, şiddetli bir fiziki saldırıyla birlikte yaygın bir aldatma ve demagoji kampanyasının sürdürüldüğü ve etkili olduğu dönemle, beş on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında; bugün hareketin nispi bir toparlanma içerisine girdiği ve dünküne göre daha ileride seyrettiği göz önündedir.
Bugün artık tartışma konusu edilen şey, proletaryanın ve ezilen emekçi kitlelerin yeniden belini doğrultup, pervasız emperyalist saldırıya karşı direnme gücü gösterip gösteremeyeceği değildir. Bundan altı-yedi yıl önce bu tartışmanın bir anlamı vardı ve sınıfı, hem karşı cepheye ve hem de kendi saflarından umutsuzluk ve karamsarlığa kapılarak geriye çark edenlere karşı uyarmak, kendi haklarını savunmak ve geleceği için mücadeleye teşvik etmek, yenilgi ruh halinden sıyrılmasına yardım etmek için, böyle bir tartışma yürütmeye ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, sadece proletaryanın ve emekçi halkların geniş ana kitlesi açısından değil, aynı zamanda ve özellikle de onun ileri kesimleri ve hatta bir kısım partiler açısından da gerekliydi. Verili durumun değişmezliği yönünde pompalanan ve giderek yerleşmekte olan kanaati sarsmak, sınıfı ve onun ileri güçlerini bir sonraki dönemin kaçınılmaz mücadelelerine her bakımdan hazırlamak önemli bir görevdi. Bir kısım ‘komünist’ partilerin bile paniğe kapılarak teslimiyetçi-reformist bir çizgiye savruldukları ya da ‘geçmişten ders çıkarma’ adına, proletaryanın mücadele birikimi ve tarihine burun büktükleri bir dönemden geçildi. İşte bu koşullarda, kapitalizmin iradeden bağımsız krizine, çelişkilerine, eğer kölece yaşama boyun eğmek istemiyor ve az çok insanca yaşamak istiyorsa proletaryanın ve halkların önünde, burjuvaziye ve uluslararası kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadeleye atılmaktan başka bir seçeneğin olmadığına vurgu yapmak ve tartışmayı öncelikle bu yönden yürütmek gerekli idi. Bugün kapitalist burjuvazinin açmazları ve açlığa ve işsizliğe ittiği işçi kitlelerinin gelişen mücadelesi bu tartışmanın eski tarz yürütülmesini gereksiz kılıyor. Kanıt, ‘gözler önünde cereyan etmekte olan’ toplumsal hareketin kendisidir.
Kapitalizmin ebedi zaferinin ilan edildiği on yıl kadar öncesiyle karşılaştırıldığında, dünyada her bakımdan önemli değişimlerin yaşandığını söylemek, abartı sayılmamalıdır. On sene önce Rusya’da ve diğer Doğu Bloğu ülkelerinde yaşananları bir düşünün. Halk komünizme karşı ayaklanmış ve “hür dünya” ile bütünleşmek için can atıyor, engel tanımıyordu. Duvarlar yıkılıyor, rejimler ardı ardına çöküyordu.
Rusya’da son zamanlarda açıkça ilan edilmiş olan iflas durumu, borsanın (borsaların) çatırdaması, “henüz uygarlaşamamış” bu ülkeyi komünizm tehlikesinin baş hedefi durumuna yeniden getirdi. Daha, kısa sayılabilecek bir süre önce, ‘komünizm artık öldü ve gömüldü, şimdi bir sistem olarak kapitalizmin üstünlüğü ebediyen ilan edildi’ diyenler, bugünlerde Rusya’nın ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin ciddi olarak yeniden komünizme dönüş yapma seçeneğiyle de karşı karşıya olduğunu ileri sürüyorlar.
“Bu kış komünizm gelecek!” Eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın anti-komünist kudurganlık ve histeriyle her yılın sonbahar aylarında mütemadiyen tekrarladığı bu ünlü sözü söyleyenler, sadece Türkiye’nin bu laftan haberli alaycı bazı aydınları değil artık. Bayar’ın adını bile duymamış Avrupalı burjuva iktisatçıları ve siyaset yorumcuları da şimdilerde aynı telden çalmaya başladılar. Giderek kapitalist dünyanın tümüne yayılmakta olan mali kriz, ekonomik durgunluk ve resesyon belirtileri karşısında paniğe kapılmış olanlar, bu öngörüyü (ya da kendilerince tehlikeyi) bütün dünya için tespit ediyorlar.
Son tahlilde her gelişimi belirleyen mademki sınıflar arasındaki mücadeledir; günümüzün sınıflar mücadelesi çağımızın iki temel sınıfı olan proletarya ile burjuvazi arasında yürümektedir. Burjuvazinin, tarih sahnesine egemen sınıf olarak çıktıktan sonra; işgücünün kapitalist sömürüsü, yaratılan artık-değere el konulması ve üretim ve dolaşım araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu kendi düzenini, değişmez ve ebedi ilan ettiği biliniyor. Proletaryanın hareketinin geriletildiği, ezildiği, uluslararası planda de-moralizasyona itildiği her dönemde, kapitalist sömürü düzeninin değişmezliği ve üstünlüğü “üzerine bilinen nakarat daha üst perdeden ve kuvvetle tekrarlanır. Bundan yaklaşık on yıl kadar önce yapılan da, bundan başka bir şey değildi.
Çünkü kapitalistler, bu yüzyılın başında büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile emperyalist dünya zincirinin bir halkasında başlayan ve sonradan başka halkalara da sıçrayarak yayılan kopuşun önünü, nihayet almış ve yeniden tek bir emperyalist dünya pazarını onarmış bulunuyorlardı. Bu durum, ebedi zafer ilanının bir kez daha, o günün devasa imkânları sonuna kadar kullanılarak yapılmasını burjuvazi açısından haklı çıkaracak kadar önemli bir değişimdi kuşkusuz.
Ama unutulan iki şey vardı.
Bir: Yenilgiye uğratılıp yeniden Batılı Klasik kapitalizme iltihak etmeye zorlanan karşıdaki sistem, hakiki sosyalizm değil, örtülü-maskeli emperyalizmdi, sosyal emperyalizmdi. Sovyetlerde ve Doğu Bloğu’nda çöküp yıkılanın sosyalizm olmadığını bilenler, emperyalistlerin bizzat kendileri ve öte yandan da gerçek Marksist-Leninist parti ve güçlerdi. Ama Batı’da ve Doğu’da milyonlarca işçi ve emekçi, yıkılanın sosyalizm olduğuna inandırılmak için yoğun ideolojik bombardımana tabi tutuldu.
İki: Uzun süren kapışmadan galip ayrılan Batı kapitalizmi, kendisini çaresiz ölüme, çöküşe hazırlayan iç çelişkilerinden arınmış değildi. Bu, kapitalist sistemi ve egemen sınıf olarak burjuvaziyi her an tehdit eden nesnel zeminin varlığı anlamına gelmektedir.
Nitekim aradan henüz kısa sayılabilecek bir süre geçmişken, bu durum kanıtlanmış bulunuyor. Bir kere, birbirleriyle çarpışan ekonomik, politik, askeri çıkarlara sahip büyük kapitalist devletler ve emperyalist tekeller, bir iki istisna haricinde tek bir şemsiye altına toparlanamamış ve homojen bir yapı oluşturamamışlardı. Doğu pazarının da eklenmesi, emperyalist sisteme yeni bir nefes aldıramamış, boğucu kriz ortamından çıkmasına yardımcı olmamıştır. Aksine ek zorluklara, bunalımlara zemin hazırlamıştır.
Derinleşen ekonomik kriz burjuvaziyi, sistemini yeni araçlarla tahkim edecek aldatıcı yöntemlere başvurmaktan alıkoymuş ve uluslararası emperyalist saldırı dalgasının fitilini ateşleyen bir rol oynamıştır. Sadece herhangi bir ülke veya bölgede değil, ileri kapitalist ülkeler de dâhil olmak üzere dünyanın her tarafında koordineli olarak yürütülen bu birleşik saldırı kampanyası, sınıfın ve halkların yüz yıllık mücadelesiyle elde edilen kazanımları silip süpürmek, krizin ve paylaşım mücadelesinin yüklerini işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına bindirmek amacını gütmektedir.
Bu intikamcı ve eşi görülmedik saldırı dalgasından proletaryaya ve ezilen halklara düşen pay; daha fazla sömürü, yoksulluk, özelleştirmeler, işsizlik, sendikal örgütlerin parçalanması, örgütsüzlük, geri ülkelerin sanayi ve tarımının parçalanması, sosyal haklardan yoksunluk, eğitim-sağlık-barınma ihtiyaçları bakımından perişanlık ve hatta bazı bölge ve ülkelerde açlık, savaşlar, gözyaşı, politik yaşamın dışına sürüklenmek vb. olmuştur.
Şimdi dünyanın dört bir yanında proletarya ve ezilen halk yığınları, dünya emperyalizmine karşı, çapı giderek büyüyen bir hareketlilik içerisindeler. Sınıfın ve halkların hareketi, yerkürenin istisnasız her köşesinde yaşanıyor ve yeni bir yükselişe işaret eden gelişim gösteriyor. Bizzat kapitalizmin merkez ülkeleri de bu gelişimden azade değiller.
İleri kapitalist ülkeler proletaryası içerisinden, küresel ve topyekûn emperyalist saldırı dalgasına karşı, güçlü bir tarzda ilk karşı koyusu gerçekleştirenler, tarihte bir kez olduğu gibi yine Fransız işçileri oldu. 1995 sonlarında yaklaşık iki ay süren grevler ve kitlesel birleşik eylem dalgası ile sokağa taşan işçi-emekçi öfkesi, aynı zamanda, başta ileri ülkelerin proletaryası olmak üzere dünya emekçilerine bir uyanış çağrısı özelliği taşıyordu. Fransız işçileri, nispeten uzun bir zamana yayılan bu eylem vasıtasıyla, sadece söz konusu kapitalist saldırıyı geriletmekle kalmadılar. Hatta esas olarak, sınıfın gücü, birliği, kendi tarihinden öğrenme ve onu kendine basamak yapma vb. bakımlardan elde edilen kazanımların daha önemli olduğu söylenebilir. Ve her şeyden önemlisi de, emperyalist saldırı kampanyasının, kaçınılamaz birer doğa yasası gibi göstermeye çalıştığı önlemlerin geri alınabilirliğini, burjuvazinin geriletilebileceğini ortaya koyması idi.
Avrupa’nın diğer gelişmiş kapitalist ülkelerinin işçileri, Fransızların açtığı yoldan tepki ve öfkelerini dile getirdiler. Belli başlı Avrupa ülkelerinde son kırk-elli yılın en kitlesel işçi ve halk eylemleri bu dönemde yaşandı. Almanya, İtalya, ispanya, Belçika, Danimarka, İsveç ve hatta İngiltere’nin işçi ve emekçileri ücretlerine, sendikalarına, kazanılmış sosyal haklarına yönelen saldırılara, bu dönemde gerçekleştirdikleri onlarca grev, genel grev, yürüyüş ve başka eylemlerle yanıt verdiler.
Bizzat Avrupa Birliği ülkelerinin bazılarında nüfusun önemli bir kesimini uyandırarak peşinden sürükleyen büyük çaplı işçi eylemleri, halk hareketleri yaşandı. Danimarka gibi sakin, sorunsuz sanılan bir ülkede, aktif nüfusun yaklaşık yüzde yirmisini oluşturan 500 bin işçi ve emekçi, iki hafta süren grev ve eylemlerle hayatı durdurdular. Ücret artışı ve 35 saatlik iş haftası talepleriyle gerçekleşen eylemler, hükümetin açıklamalarına göre 8,5 milyar kuron’a (GSMH’nin % l’i) mal oldu. Üstelik Danimarka’da grev ve direnişleri gerçekleştiren emekçiler bunu, sendikanın kösteklemesine ve büyük ölçüde ona rağmen başardılar.
Yunanistan, son beş yıl içerisinde adeta grevler, genel grevler, direnişler ülkesi durumuna geldi. İşçiler, kamu emekçileri, köylüler ve öğrenciler kapitalist saldırı programlarına karşı ve kazanılmış haklarını savunmak için onlarca kez yüz binler halinde sokaklara döküldüler, uzun süren sektörel grevler gerçekleştirdiler.
Belçika’da güçlü işçi eylemleri ve grevlerin yanı sıra, emekçi kitlelerin düzenin kurumlarına, yozlaşma, çürüme ve kapitalizmin ahlaksızlığına karşı öfkesinin ifadesi olan ‘Beyaz Yürüyüş’e, nerdeyse nüfusun onda biri katıldı. Pislikleri paçasından akmaya başlayan sömürü düzeni, Belçikalı işçi ve emekçilerin nezdinde bütün güvenilirliğini yitirmiş ve mahkûm olmuştur.
İtalya, ispanya gibi AB ülkelerinde ücret, sendikal özgürlükler, iş saatlerinin kısaltılması için ve özelleştirmelere, esnek çalışmaya, işsizliğe karşı on binlerce emekçi, daha sık aralıklarla sokağa çıktılar.
Son yıllarda sınıf hareketi bakımından ilginç bir gelişim seyri gösteren ülkelerden bir tanesi ABD’dir. ABD işçi hareketinde mücadeleci yeni bir eğilimin uç vermekte olduğunu, gelişmeleri az çok yakından takip eden herkes teslim edebilir. Kapitalist düzen savunuculuğunu ve ücret sendikacılığını temel alan “çağdaş” sendikaların yönetiminde ve son yirmi yılda tepesine darbe üstüne darbe yiyen işçiler arasında, şimdi yeni bir eğilim güç kazanıyor. Bu da, sendikalara yeniden yönelme, sendika yönetimlerini sınıfın çıkarları doğrultusunda davranmaya zorlama ve kapitalistlere karşı mücadeleye atılma eğilimidir. ABD’de son yirmi hatta otuz yıldan beri görülmeyen olaylar yaşanıyor. Sendikaların da kısmen destek verdikleri büyük kitlesel grevler gerçekleştiriliyor ve uzun yıllardan bu yana ilk defa bazı grevler kazanımla sonuçlanıyor. Kazanımla sonuçlanan her grev, aynı sektörde olsun ya da olmasın, bir sonrakinin kıvılcımını da çakmış oluyor. Son yıllarda çelik sektöründe, otomobil, metal, telekomünikasyon ve taşımacılıkta yaşanan grevler, hepsinin zirvesi olmak üzere geçen yıl yaşanan UPS grevi buna örnektir. UPS grevinin kazanımla sonuçlanmasının verdiği moral güçle bu yılın Haziran ayında greve çıkan ve dünyanın en büyük tekeline karşı 54 gün boyunca direnerek onu 2,2 milyar dolar (600 trilyon lira) zarara sokan General Motors (GM) işçileri, sınıf içerisinde yeni bir kıpırdanmanın motor gücünü teşkil ettiler. GM işçilerinin ardından, telekomünikasyon alanında çalışan on binlerce işçi nispeten kısa süreli grevlerle amaçlarına büyük ölçüde ulaştılar. Grevci işçiler, eylemleri boyunca sadece ücret ve iş güvencesi talep etmekle yetinmediler, kendi sendikalarını, küreselleşmeyi, borsayı, spekülasyonu, işçi sınıfının sırtından elde edilen ve astronomik miktarlara varan haksız kazançları vb. de tartıştılar, sorguladılar.
Japonya, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde sayısız grev, direniş, yürüyüş gibi eylemler gerçekleşti ve bugün de gerçekleşiyor. Aylardır maaşlarını alamayan, sefil bir yaşantıya mahkûm edilen Rus işçileri, grevden parlamento baskını ve işgaline kadar değişik eylemlere başvuruyorlar. Sefalete itilen milyonlarca emekçinin öfke ve gazabından kaygılanan uluslararası burjuvazi, vurguncu-mafyacı-militarist kesimleri destekleyip tahkim ederken, öte yandan hükümet olmaları eğer kaçınılmaz duruma gelirse, Zuganov’un sahte komünist partisini en zararsız bir şekilde kullanma hazırlıkları da yapıyor. Zaten karşı tarafın da, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanma aşkına, bu türden bir kullanılmaya itirazının olmadığı da biliniyor.
Emperyalizme bağımlı, az ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi ve halk hareketi ise, temelleri daha derinde, daha şiddetli bir mücadele eğilimine girmiş bulunuyor. Bu kategoriye dâhil edilebilecek, daha gelişkin G. Kore, Endonezya, Malezya, Tayland, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Arjantin, Şili, Meksika vb. gibi ülkelerin hemen hepsinde işçi ve halk hareketleri, grevler, işten atmalara, zamlara, düşük ücret politikasına karşı gösteriler, emperyalist dayatmalara karşı direnişler, artık neredeyse süreklilik kazanmış durumdadır.
Geri, bağımlı bir dizi ülkede emperyalist talan ve dayatmalara, pervasızca kararlaştırılmış ekonomik ‘istikrar paketleri’ne karşı direnişler, halk isyanlarına dönüşmüş ve Endonezya, Arnavutluk, Zaire, Ekvador gibi ülkelerde isyanlar, hükümetlerin ya da 30–35 yıllık diktatörlerin yıkılmasına kadar varmıştır. Endonezya’nın 32 yıllık diktatörü Suharto, Zaire’nin 35 yıllık kanlı emperyalist işbirlikçisi Mobutu, halkın öfkesine boyun eğmek ve tahtı-tacı terk etmek zorunda kalmışlardır.
Avrupa’nın İtalya, İngiltere, Fransa ve şimdi de Almanya gibi en büyük ve önde gelen etkili ülkelerinde sosyal adaletçi ve sol söylemli sosyal demokrat hükümetlerin işbaşına gelmesi, emek ve emekçi düşmanı klasik sağ partilerin art arda gelen iflasları, işçi ve halk hareketindeki bu yeni eğilim ve yönelimlerden bağımsız olarak ele alınamaz. Sosyal demokrat partilerin gerçek programları ve icraatları bir yana, kitlelerin onlara yeniden yönelmesinin nedeni, kapitalist sömürü ve saldırganlığa duyulan öfkeden başka bir şey değildir. Sosyal demokratların da ötesinde, kendisine hâlâ ilerici, sosyalist, komünist sıfatlarını yakıştıran revizyonist partilerin ya da onların bir nevi artıklarının bile yeniden dirilmeye ve güç kazanmaya başlaması, bu gelişmenin ürünüdür.
Burada dikkat çekilmesi gereken iki yön var. Birincisi; çok değil, daha on yıl önce sosyalizm düşmanlığına çekilmeye çalışılmış olan azımsanmayacak bir emekçi kitlesinin, burjuva demagojiyi bir tarafa iterek yeniden, adı sosyalist ve komünist olanlara yönelmiş olmasıdır. Bu, hareketteki ve kitlelerdeki değişimin yönünü göstermesi açısından nesnel olarak olumlu bir gelişmedir, ikincisi; sosyalist ve komünist diye peşinden gidilenlerin, aslında pespaye burjuva partileri ve revizyonizmin, kendini bugünün koşullarına göre uyarlamış yeni varyantları olduğunun, geniş kesimler ve hatta işçi sınıfının ileri ve mücadeleci kesimleri tarafından bile yeterince görülmemesidir. Hareketin geleceği, işçi ve emekçi sınıfların ileri unsurlarının sosyalist eğitimi ve yetişmesi açısından asıl tehlike teşkil eden ve proletaryanın Marksist-Leninist partilerine sorumluluk yükleyen yön de budur.
Revizyonist, oportünist ve hatta sosyal demokrat partilerin kendilerini, dönemin koşullarına uyarlamak üzere yenilenmelerinde, yeni, çekici ve muhtemel önyargıları kıracak bir pozisyona geçmelerinde ya da geçmeye yeltenmelerinde şaşılacak bir yan yok. Mücadeleci, dürüst ve sınıftan tümüyle kopmamış sendikacıların, işçilerin ileri unsurlarının ilk elde bunlara yönelmelerinde de bir gariplik yok. Çünkü bu partiler, yaklaşık yüz yıllık bir geçmişe sahip, başlangıçta işçi sınıfının devrimci önder partileri olarak rol oynamış, sınıfın ve emekçilerin kazanımları namına ne varsa hepsinin elde edilmesi kavgasında en önde çarpışmış eski ve köklü partilerdir. Revizyonist çürüme ve yozlaşma içerisine girdikleri dönemde bile sosyalizm lafzını terk etmemiş, işçi ve emekçilerin çıkarlarına sahip çıkıyor görünmüş ve hepsinden de önemlisi örgütlü bir aygıt olarak ayakta kalmış olan partilerdir. (Ayakta kalmış ve bugün yeniden çekim merkezi olma imkânını elde etmiş olanları kast ediyoruz. Yok değilse, birçok revizyonist partinin TKP örneğinde olduğu gibi, eriyip gittikleri de biliniyor.)
Öyleyse asıl sorun, hareketin yeniden canlandığı ve yükseliş eğilimine girdiği koşullarda işçi sınıfının gerçek devrimci partilerinin, Marksist-Leninist partilerin; sorumluluklarının farkına varıp varmaması, farkına vardıysa ona uygun bir konumlanma ve çalışma içerisine girip girmemesi olarak ortaya çıkıyor.
Fransız, ABD’li, G. Koreli, Türkiyeli proleterler, Guatemala’nın, Ekvador’un Kızılderilileri, Brezilya’nın topraksız köylüleri, çelik-metal işçileri ve favela’ların evsiz, aç, çıplak yoksulları, Meksika’nın Zapatistaları, Filistin’in, Kürdistan’ın yurtsuz yoksulları, Peru’nun, Uruguay’ın Tupac Amaruları, G. Afrikalı madenciler, Zaire, Ruanda ve Angola’nın emperyalist çıkarlara peşkeş çekilerek büyük topluluklar halinde katliama sürüklenen ezilen halkları vb. tekellerin egemenliğine, büyük emperyalist devletlerin köleci tahakkümüne karşı bir hareket ve mücadele içerisinde bulunuyorlar. Ancak eksik olan, zaaflara yol açan yanlar da var ve bunların tespiti ve giderilmesi önem taşıyor. Zaaflar, zayıflıklar nerede yatıyor?
Bir: Tek tek ülkelerde sektörler bazında olsun, uluslararası planda olsun işçi eylemleri, esas olarak birbirinden yalıtık ve hâlâ ayrı kanallardan yürümeye devam ediyor. Mücadelenin, kendiliğinden de olsa az çok birleşik bir karakter kazandığı her yerde kazanan, işçi ve emekçiler oluyor. Kazanımın düzeyi ise kuşkusuz, mücadeleye atılanların bilinç ve örgütlülük, kararlılık düzeyine bağlıdır.
İki: Başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere tek tek ülkelerde ve uluslararası çapta, işçi sınıfının sendikaları ve emekçi yığınların kitle örgütleri hâlâ burjuvazinin denetim ve kontrolünden çıkarılabilmiş, ezilen sınıfların direniş ve örgütlenme merkezleri konumuna getirilebilmiş değildir. Emperyalist saldırı dalgası ile birlikte, geleneksel ücret sendikacılığı çizgisinden de geriye savrulmuş ve kapitalist işletmelerin eklentileri durumuna dönüşmüşlerdir. Ama bu durum sendikaları, hem üye erozyonuna uğrayan etkisiz danışma kurullarına dönüştürmüş, hem de tabanda yeni arayışların uç vermesine, merkezlerin zorlanmasına da zemin hazırlamıştır.
Üç: İşçi sınıfı, birçok ülkede, henüz bağımsız parti olarak örgütlenmiş değildir. Ya da bu yönde atılan bazı adımlar, kendini yenileyemeyen, hareketin gerisine düşen güdük girişimler olarak kalmışlardır. (Türkiye işçi sınıfının bu bakımdan, dünyanın birçok ülkesindeki sınıf kardeşlerine göre daha olumlu ve ileri bir konumda olduğunu, küçümsenmeyecek bir tecrübeyi şimdiden biriktirmiş olduğunu vurgulamakta yarar var.)
Bağımsız parti olarak örgütlenmemiş, sendika ve kitle örgütlerini burjuvazinin egemenliğinden henüz kurtaramamış, hareketini sektörler, ülke, kıta ve dünya çapında birleştirememiş işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin, muazzam çaplı emperyalist-kapitalist saldırıyı püskürtmesi, mevziler kazanması ve proleter dünya devrimine doğru yürümesi ise, kolay değildir.
Öyleyse, işçi sınıfının gerçek devrimci partilerine, Marksist-Leninist partilere bu dönemde, her zamankinden daha önemli tarihsel sorumluluklar yüklenmiştir. Karşı-devrimin saldırısını püskürtmek kadar, hareketin toparlanmasından cesaret alarak ve onun yarattığı olanaklara yaslanarak yeniden canlanan revizyonist, sosyal demokrat ihaneti de açığa çıkarmak, önünü kesmek, bir kez daha sınıfı aldatmasına müsaade etmemek de önem taşımaktadır. Sınıfın ileri ve devrimci güçlerinin uyanık, bilinçli, örgütlü ve parti olarak öne atılması bunu sağlayacaktır. İşçi-emekçi hareketinin, bugün yeniden girdiği devrimci mücadele yolunda ileri mevziler kazanması ve burjuvazi ve sermayenin uluslararası saldırılarını püskürterek, iktidar mücadelesi için güç biriktirmesi, saflarını ve mevzilerini sağlamlaştırması, yeni mücadele araçlarını ve yöntemlerini geliştirip, ustalıkla uygulaması için buna ihtiyaç vardır.

Ekim 1998

Kapitalist dünya ekonomisindeki durum ve gelişme doğrultusu

Son bir yıldır kapitalist dünya ekonomisi art arda cereyan eden önemli gelişmelere sahne oluyor. Önce, geçtiğimiz yılda patlak veren Asya krizi, ardından Rusya krizi. Ve en son olarak, peş peşe çalkalanan dünya borsaları. Belirtiler hafife alınabilir cinsten değil, ister Asya, ister Rusya, isterse emperyalist ülke borsaları olsun, hiçbir yerde henüz düzelme belirtileri görünmüyor.(1) Gözler, her an 1929 büyük bunalımın benzeri bir krizin patlak vereceği endişesiyle, dünya borsalarına odaklanmış bulunuyor.
Kapitalist dünya ekonomisindeki son gelişmeler, burjuva siyasetçileri, ekonomistleri ve basını arasında hâlâ kesilmeyen histerik bir tartışmayı başlattı. Bir yanda; muhakkak ve bir an önce “bir şeylerin yapılması” gerektiğini avazı geldiğince bağıranlar.(2) Diğer yanda; durumun böylesine nazik olduğu bir dönemde paniğin hiçbir şeye yaramadığı, “durumun abartılmaması gerektiği” tekerlemeleriyle, sükunete çağıranlar.(3) Bir tarafta; her şeyin sorumlusu olarak gördükleri Soros gibi spekülatörlere veryansın edenler, “spekülatif sermaye”ye sınırlar çekmek gerektiğini, “denetimsiz sermaye akışının yanlış olduğu”nu, “uluslararası mali sistemin yeniden düzenlenmesi gerektiği”ni, Rusya örneğinde de görüldüğü gibi “çok hızlı globalleştirmenin” sadece zarar verdiğini söyleyenler.(4) Diğer tarafta; “sermaye akışına denetim getirmenin çok yanlış olacağı”nı, böylesi tedbirlerin “geriye dönüş” anlamına geleceğini, dahası yeniden “himayeciliğe geçiş” olacağını savunanlar.(5)
“1929 bunalımı” hayaletinin ortalıkta dolaşmasının, ‘globalizm başlamadan bitti mi?’ içerikli tartışma ve kaygıların etrafı bu kadar hızlı kaplamasının, son gelişmelerin ayrıca şu özelliğiyle de bir ilgisi bulunmaktadır: Burjuva propagandanın, özellikle son on yılda öne çıkardığı iki olgu vardı. Birincisi, Japon mucizesinin yanı sıra, ‘Asya Kaplanlarının “sınırsız büyümesi”. İkincisi, Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Bloğu’nun çöküşü, ‘serbest piyasa ekonomisini benimseyişi’. Başka bir ifadeyle, burjuva propagandanın bir süredir üzerinde yükseldiği bu iki sütun, temelden sarsıldı. Bir yandan, kapitalist ekonominin “sınırsız gelişmesi”nin canlı örneği olarak gösterilen ülkeler derin bir ekonomik krize yuvarlandılar. Bu, ‘neoliberal politikalar’ diye adlandırılan emperyalist saldırı politikalarının gerekçeleri ve mantığı hakkında çeşitli soru işaretlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Diğer yandan, bu ülkelerdeki sarsıntı henüz yatışmamışken, Rusya krizi patlak verdi. Ekonomik planda patlak veren kriz, politik krize dönüştü. Bu, söz konusu ülkenin Rusya olması nedeniyle, ister istemez, kapitalizm-sosyalizm tartışmasını yeniden gündeme getirdi.
Açıktır ki, burada, bütün bu tartışmalarda taraflardan hangisinin haklı ya da haksız olduğundan ziyade, bu tür tartışmaların ortaya çıkmış olması önemlidir. “Komünizmin enkazı” üzerinde kapitalizmi kutsayan histerik karşı-devrimci propagandanın yerini, sekiz yıl gibi nispeten kısa bir süreden sonra, kapitalizmin geleceğiyle ilgili tartışmalar almıştır! Bu değişimin ideolojik-politik anlamı ortadadır: Olay ve gelişmeler, karşı-devrimin kulakları sağır eden propagandasını değil, Marksist-Leninistleri doğrulamaktadır.(6) Ve daha büyük, daha sarsıcı gelişmelerin henüz başında olduğumuzu belirtmeye bile gerek yoktur.

GÜNCEL DURUM
Asya, Rusya ve Japonya’daki gelişmelerden hareketle bugünkü somut durum şöyle ifade edilebilir: Kapitalist dünya ekonomisinin üçte biri; kısmen krizde, kısmen de -kronik bir durgunluk içindedir. Bu durum, besbellidir ki, kapitalist dünya ekonomisinin bir bütün olarak krize yuvarlanması tehlikesini artırmaktadır.
“Oxfam’ın tahminlerine göre, üç neslin biriktirdiği refah tahrip edildi; bu insanlık tarihinin en berbat olaylarından biri.”(7) Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO)’ göre, tek başına Asya’daki kriz, 10 milyon işçiyi işsiz bıraktı.(8) Kitlesel protestoların yeniden alevlendiği Endonezya’da halk açlıkla karşı karşıya. Ülkenin bazı bölgelerinde halk yemek karneleriyle besleniyor. Batılı bankaların bölge uzmanlarına göre, Güneydoğu Asya’nın gözde ülkesi Güney Kore’deki büyük iflas dalgası henüz önümüzde duruyor. Aynı kaynaklara göre, G. Kore’nin otomobil sanayisindeki güncel kapasite kullanım oranı yüzde 44’tür. Ekonominin bu yıl da % 5–6 oranında gerileyeceği, ancak 2–3 yıl sonra kendisini toparlayabileceği tahmin ediliyor. Emperyalist tekeller ise, “kriz fırsatı”ndan faydalanarak, bu ülkeleri yağmalıyorlar. General Motors, Ford, Siemens, BASF, büyük bankalar ve sigorta şirketleri, adeta bitpazarındaymışçasına, bölgenin hemen hemen tüm büyük fabrika ve işletmelerini çok ucuza satın alıyorlar.
Güneydoğu Asya’da, bir yıldan beridir, “bozulmuş denge” böyle yeniden kurulmaya çalışılıyor. Bu “bozulmuş denge”nin tekrar kurulmasının ne derece ve hangi düzeyde başarılacağını zaman gösterecektir. Fakat burada daha önemli olan şudur: Son on yılda ekonomik büyüme oranları ortalama yüzde 10 dolaylarında seyreden bu bölge ülkeleri, nasıl böylesi derin ve yıkıcı bir krize yuvarlanabilmiştir?
İlginçtir ki, kendisini mali krizle dışa vuran ekonomik krizlerin patlak verdiği ülkelerin hemen hepsinin durumu çok iyi ilan edilen ülkelerdi. Anımsanacağı gibi, Meksika ekonomisi, krizin patlak vermesinden altı ay önce herkese örnek gösteriliyordu. Güneydoğu Asya kaplanları için yapılan övgüleri anımsatmanın bir gereği yok. Aynı şekilde Rusya’da, “Çok iyi bir gidişat”, övgüler, enflasyon oranlarında düşüşler vb. Burada söz konusu olan, ekonomik bakımdan kötü olan durumun kasıtlı olarak iyi gösterilmesi değil kuşkusuz; aksine, durum gerçekte de yüzeyde iyi görünmektedir. Çarpıcı olan da budur zaten.
Krize sürüklenen tüm ülkeler, kriz öncesinde çok yoğun sermaye akışının yaşandığı ülkelerdi. “Asya kaplanlarına yabancı sermaye akışı 1996 yılında 120 milyar doların üzerindeydi. 1992 yılıyla kıyaslandığında, bu, 80 milyar dolarlık bir artış demekti!(9) Bu ülkelerin tümünde ilkin borsa krizleri patlak verdi. Borsa krizleri ise, genellikle, söz konusu ülkelerin devalüasyona gitmesi ya da gitme tehlikesinin çok belirgin olması üzerine gündeme geldi. Devalüasyon, aslında teşekkül etmiş bir ekonomik durumun resmiyet kazanmasıysa, bu olgu, söz konusu ülkelerdeki ekonominin giderek güç kaybettiğinin, zor bir döneme girdiğinin bir göstergesidir. Başka bir deyişle, “spekülatif sermaye”nin, daha doğrusu, emperyalist devlet, tekel ve bankaların ellerinde biriken para sermayesi fazlalığın spekülasyona yatırılan kısmının(10) dünyanın belli başlı yatırım bölgelerinden hızla kaçışı(11), krizin nedeni değildir, tersine neden, söz konusu ülkelerdeki ekonomik gidişatın girdiği veya girmek üzere olduğu darboğazdır. Kısacası, krizin çok bariz emareleridir bu kaçışın nedeni. Zira devalüasyona başvuruş, emperyalizme bağımlı bu ülkelerin söz konusu darboğazı geçmek üzere başvurmak zorunda kaldıkları bir tedbirdir ancak. Dolayısıyla, söz konusu ülkelerde patlak veren mali kriz, bu ülkelerdeki (temel nedeni aşırı üretim olan) ekonomik krizin ya da darboğazın (bazı ülkelerin soluğu henüz tam kesilmemişti) dışavurumundan başka bir şey değildi. Tabii ki, mali kriz, ateşe atılan benzin gibi, aşırı üretim krizini daha da alevlendirdi, etrafa saçılmasını hızlandırdı. Bu nedenledir ki, Soros gibi spekülatörler, krizi yaratmıyorlar, krizden faydalanıyorlar ancak.
Kendisine en kârlı yatırım alanları seçen ve devasa boyutlara ulaşmış bulunan göçebe bir para sermaye fazlalığı vardır. Bilindiği gibi özellikle emperyalizme bağımlı ülkeler, esasında emperyalist ülkelerde biriken bu sermayeyi çekebilmek için, başka şeylerin yanı sıra, yüksek faiz politikalarını uyguluyorlar. Bu sermaye, köpekbalığının kan kokusuna geldiği gibi, yüksek faizin olduğu yere akın ediyor. İlkin; ekonomide ‘rahatlama’ beliriyor, döviz rezervleri artıyor, ödemeler dengesi finanse edilebiliyor, ithalat daha kolay büyüyor, tabii dış borçlar da daha kolay ödeniyor.
Aynı anda ama söz konusu ülkenin para birimi, emperyalist sermaye o ülkenin para birimine yatırıldığından, gerçek ekonomik “gücünün üstünde” değer kazanıyor. (Aslında uluslararası mali sermaye, böylelikle, emperyalizme bağımlı ülkeleri kazanmaları mümkün olmayan bir yarışa sokuyor.) Rahatlama, kısa ömürlü oluyor; kaldı ki, yüksek faizler, genel olarak sermayeyi üretken yatırımlardan uzaklaştırıp ranta yöneltiyor; yatırımları pahalılaştırıyor. Bu çelişki, o ülkenin ithalatını ve ihalelerini büyütse de (ki bu emperyalist devlet ve tekellerce arzulanan bir durumdur!), ihracatını alabildiğince olumsuz etkiliyor, çünkü sattığı ürünlerin fiyatı artıyor. Ekonomik büyümesi ihracatı artırmaya dayalı bir ekonomide bu dezavantajın doğurduğu sonuçlar ortadadır. Her şey bir yana, (ihracat ürünlerini üreten sanayinin satışlarının gerilemesi ve bunun zincirleme sonuçları vb.) döviz kazanmanın koşulları alabildiğince ağırlaşıyor; bir şeytan çemberi beliriyor, döviz elde etmek için ya yeniden faizleri daha yükseğe çıkarmak gerekiyor ya da devalüasyona başvurmak zorunda kalınıyor. Yaşananların ortaya koyduğu şu ki, yüksek faiz politikası izleyen emperyalizme bağımlı ülkeler, eninde sonunda devalüasyona başvuruyorlar. (Soros gibi spekülatörlere gün doğuyor; onlar bu adımın eninde sonunda atılacağını bildiklerinden, ülke para biriminin aleyhine spekülasyonda bulunuyorlar; tüm maharetleri, bunun zamanını doğru kestirmekte yatıyor.) Uluslararası mali sermaye, bu zorunlu adımı bildiğinden, yatırımlarını yeniden dövize çevirerek geldiğinden çok daha büyük bir hızla ülkeyi terk ediyor. Sonuç: Kanın aniden insan vücudundan çekilmesi gibi, bütün organlar fonksiyonlarını yitiriyor: Ülke acil borç ödemelerini karşılayamadığı gibi, borçları katlanıyor; bankalar likidite sorunuyla karşı karşıya kalıyorlar, iflaslar birbirini izliyor; borsa çöküyor; sıcak paranın ülke para birimine kazandırdığı ‘değer artışıyla’ ters orantılı, hatta birkaç kat üstünde ülkenin bütün maddi değerleri hızla değer kaybediyor. Üretici güçler fütursuzca tahrip ediliyor. Uluslararası sermaye, zamanında kaçmışsa, cebini doldurarak gidiyor. Zamanında kaçamayanlara ise, Meksika krizinde olduğu gibi, o ülkeye “kriz nedeniyle”(!) verilen borç doğrudan aktarılıyor.(12) Sonuç her iki durumda da aynı: Uluslararası sermaye o ülkede yaratılmış bulunan artı-değerin önemli bir bölümüne en kısa yoldan el koyuyor; gelecekte yaratılacak artı-değeri ise önceden ipotek altına almış bulunuyor. Bu ülkelerin işbirlikçi hükümetlerine düşen görev ise; “ülke ekonomisini koruma”, “yeniden inşa etme” ya da “krizi el ele vererek toplum olarak atlatma” vb. demagojileriyle bu faturayı, bu ülkelerin işçi ve emekçilerine ödetmekten ibarettir.
Süreç genellikle böyle gelişmekle birlikte, “Asya kaplanları” krizinde asıl yanıtlanması gereken, son on yılda adeta kesintisiz ekonomik büyüme kaydeden bu ülkelerin, neden yukarıda belirtilen süreci devam ettirme gücünü gösteremedikleridir. Bu husus, kapitalist dünya ekonomisinin içinde bulunduğu sürecin gerçek boyutlarının anlaşılması bakımından da önem taşımaktadır.
Bugünkü dünya ekonomisinin üç büyük gücü (ABD, Almanya ve Japonya; üçü dünya ekonomisinin yüzde 50’sini oluşturuyor) yakından değerlendirmeden, kapitalist dünya ekonomisini etkileyebilecek düzeydeki hiçbir gelişme açıklanamaz. Bu durumda, “Asya kaplanlarının içine yuvarlandığı krizin dünya ekonomisi açısından yerini anlayabilmek için Japonya’ya bakmak gerekir.
Bilindiği gibi, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olan Japonya, 1992 yılında ekonomik krize girdi. Krizi, durgunluk izledi. Burjuva ekonomistlerinden Lester C. Thurow bu süreci şöyle anlatıyor:
“Nikkei Endeksi’ne göre Japon borsası, Aralık 1989’da 38.916’dan 18 Ağustos 1992’de 14.309’a düştü; bu reel olarak Amerikan borsasının 1929 ve 1932 arasındaki düşüşünden daha büyük bir değer kaybıdır. Bu çöküş Japonya’da, emlak değerlerindeki benzer bir çöküşle birlikte, hâlâ ne zaman duracağı belli olmayan bir durgunluk başlattı. …dünyanın en büyük ikinci kapitalist ekonomisi tıkanıp kaldı; ekonomik gücünü harekete geçiremiyor.”(13)
“Borsadaki çöküş… , arazideki düşüş… , barınma ve ticari taşınmaz değerleri ve yen üzerinden değerlendirildiğinde dış varlıklardaki kayıpları… beraberce toplarsak, Japon halkının net varlıkları neredeyse 14.000 milyar dolar düşmüştür. Bütün Japon ailelerinin ellerindeki toplam net değerin % 36’sı silinmiştir…”(14)
Japonya’nın GSYİH’sı 1988’de % 6,3 büyürken, 93’te ancak % 0,3 büyüdü. 97’de küçük bir artışla % 0,86’ya çıktı. 1998 için yapılan tahminler, GSYİH’sının büyümeyip % 0,4 küçüleceği yönünde.(15) En son tahminlere göre, Japonya’nın GSYİH’sı Nisan 1998-Mart 1999 arasında % 1,6 ila 1,8 arası küçülecek. Oysa hükümet bu süre için önceleri % 1,9 oranında bir artış tahmininde bulunmuştu.(16)
Japonya çarpıcı bir durgunluk yaşıyor. Örneğin faizler düşmesine rağmen (1990’da % 6 olan ıskonto oranı 1998’de % 0,5’e düştü), ekonomi canlanmıyor. Aksine, faiz oranlarında düşüşün de bir yansıması olarak, sermayenin yurtdışına akışında iki misli artışlar var. Adeta kronikleşen durgunluğun ne denli derin olduğunu gösteren diğer bir gösterge ise, Japon hükümetlerinin, 1992 yılındaki borsa çöküşünün ardından ekonomiyi canlandırmak için uygulamaya soktukları, ancak hâlâ sonuç alamadıkları “konjonktür programları”dır. (Esasında, bu programların başarısı, canlanma şöyle dursun, ekonominin köklü bir krize yuvarlanmasını şimdiye kadar engellemek olmuştur.) Uygulanan programların tarihi, miktarları ve içeriği şöyledir:
“- Ağustos 1992–123 milyar mark (devlet harcamalarının artırılması, emlak satışları, faiz sübvansiyonları);
– Nisan 1993–194 milyar mark (ek devlet harcamaları, orta boy işletmelere krediler, emlak pazarının desteklenmesi);
– Eylül 1993–90 milyar mark (altyapı için kamu yatırımları);
– Şubat 1994–239 milyar mark (rezidans ve gelir vergisinin yaklaşık % 20 düşürülmesi, harcamaların artırılması, inşaat finansmanı için ek yardımlar);
– Nisan 1995–107 milyar mark (başta Kobe deprem bölgesi için olmak üzere devlet harcamalarının artırılması);
– Eylül 1995–215 milyar mark (altyapı projeleri, eğitim ve sosyal önlemler için harcamalar);
– Nisan 1998–230 milyar mark (emlak pazarının canlandırılması için inisiyatifler, gelir vergisini azaltma).”(17)
Başka bir deyişle: Japonya’daki ekonomik durgunluk, hükümet tarafından 6 yılda toplam miktarı 1 trilyon 198 milyar markı bulan yedi “konjonktür programının yaşama geçirilmesine rağmen, aşılamamıştır! (Başbakan Keizo Obuchi’nin derin durgunluktan çıkış yolu seleflerininkinden farklı değildir; şunlar planlanmakta yine: Yüksek gelirliler ve işletmeler için vergi yükü hafifletici -yaklaşık 75 milyar mark dolayında-tedbirler alınacak. Öte yandan yaklaşık olarak 200 milyar markı kapsayan 8. konjonktür programı tasarlanıyor. Ayrıca bölgeyle ticaret fazlasını finanse etmek için olsa gerek, krizdeki Asya ülkeleri için 30 milyar dolarlık bir “yardım paketi” planlanmakta.) (18)
Bir ülkedeki ekonomik krizin ya da durgunluktan ileri gelen sorunların diğer ülkelere yansımasının esas olarak iki yolu vardır: Bir yandan sermaye ve meta ihracatının artırılarak sermaye ve kapasite fazlalığı sorununun hafifletilmesi, diğer yandan ithalatın kısılması yoluyla iç pazarın korunması. Görünen şu ki, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Japonya, 1992’de girdiği kriz ve bunu izleyen uzun durgunluk sürecinde, bir nevi hastalığını tedricen tüm dünyaya yaymıştır. Japonya’nın; dünyanın en büyük ihracatçı ülkelerinden olması, hemen hemen her ülkeyle ticaret fazlasına sahip olması, aynı zamanda iç pazarını dışarıya karşı en sıkı koruyan ülke olması ve emperyalist kapitalist dünyanın en büyük kreditörü olması; Japonya’nın bütün bu özellikleri, belirtilen ekonomik sorunlarının diğer ülkelere aktarılmasının yolu üzerine bir fikir vermektedir sanırız. Denilebilir ki, “Asya kaplanları” bu hastalığa ilk yakalananlardır. Nitekim Japonya ‘90’lı yıllarda ekonomik etkinliğini giderek Güney ve Doğu Asya’da yoğunlaştırdı. Bu bölge pazarı, 1997 yılına gelindiğinde Japonya’nın ihracatının % 41’ini ve dış yatırımlarının da % 23’ünü çekmişti.(19) Ve Asya çöktü. Tıpkı, yaralı bir adamın kendisinden zayıf bir insanın omzuna yaslanması gibi. Zayıf adam bu yüke bir süre dayanır, sonra yere düşer. Bununla birlikte, düşmesi diğerini de yaralar. Asya çöktü ve sonuç olarak, Japonya’nın batık, karşılığı olmayan 550 milyar dolarlık kredilerini 250 milyar dolar daha büyüttü!
Japonya açısından şunu özellikle vurgulamak gerekir: Dünyanın hemen hemen her ülkesiyle ticaret fazlası olan Japonya, bugün öyle bir konumdadır ki, bu fazlalığı, onu, her emperyalist ülkeden daha fazla yaralamaktadır. Zira açıktır ki, çöken ya da gerileyecek olan her pazar ve ülkede o en büyük zararı görecektir. Bu yüzden, “Asya kaplanları” krizinden de en çok o zarar görmüştür. Büyük emperyalist ülkeler arasında, en hızlı düşüşleri yaşayan borsanın Tokyo borsası olması, kuşkusuz bir tesadüf değildir. Aynı şekilde, ileri kapitalist ülkeler arasında bu dönemde ilk banka iflasları da Japonya’da ortaya çıkmıştır.(20) Besbelli ki, kapitalist dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır.
Japonya’nın Ekonomik Planlama Ajansı Başkanı Taichi Sakaiya bir röportajda şunları söylüyor: “Japon ekonomisi tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor. Kimse önünü göremiyor. Bu yıl ekonomik büyüme Hızının eksi 1,9 olması tahmin edilmekte. Bu da artan işsizlik ve yoksulluk demektir. Japon halkını zor günler bekliyor. Büyük bir tehlikenin önündeyiz ve yaşadığımız kriz, tüm dünyayı saracak gözüküyor. Domino etkisine hazır olun.”(21) Şurası kesin: Japon emperyalizmi önündeki sancılı süreci nasıl atlatırsa atlatsın, Japon işçi ve emekçilerini gerçekten de çok “zor günler bekliyor”. Geçtiğimiz temmuz ayında Japonya’daki işsizlik oranı % 4.3’ü bularak rekor seviyeye ulaştı. Bundan beş yıl önce bu oran % 2 idi. Haziran ayında işsizlerin sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre, dörtte bir artarak 2 milyon 840 bine ulaştı. Aynı zaman diliminde çalışanların sayısı 710 bin azalarak 66 milyon 8 bine geriledi.(22) Thurow’un yazdığına bakılırsa, “Japonya, işverenleri tarafından ücretleri ödendiği için resmi olarak işsiz sayılan % 3–4 arasında yer almamasına karşın, işçi sınıfının en az % 10’ünun gerçekte işsiz olduğunu kabul etmekledir.”(23) Bunun anlamı açıktır: mevcut koşullarda bir krizin patlak vermesi durumunda, Japonya’daki işsizlik rakamları olağanüstü bir hızla artacaktır.
Nereden bakılırsa bakılsın, Japonya zor durumdadır. Gerek ABD ve gerekse Avrupa’nın bu durum karşısında izlediği politika bellidir: Bir yandan Japon ekonomisinin tam çöküşünü engellemek için yardıma hazır olmak (Japonya’nın belirtilen özelliklerinden ötürü muhtemel bir krizin tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdır), diğer yandan ise, adeta bir savaş ekonomisi uygulayan ve iç pazarını sıkı kapalı tutan Japonya’nın bu durumundan azami ölçüde faydalanmak, tavizler elde etmek, Japonya’nın ülke içi ve dışındaki pazar paylarından parçalar koparmak. Nitekim şu haberler durumu yeterince açıklamaktadır:
ABD yatırım bankalarından Merrilly Lynch’in iflas eden menkul kıymet alım satımı şirketi Yamaichi’yi satın aldığı, Travelers Group’un da ‘Broker’ firması Nikko’da en büyük hissedar olduğu söylenmekte. ABD ve dünyanın en büyük otomobil tekellerinden General Motors (GM) Japon küçük araba üreticisi Suzuki’den daha fazla hisse aldı. GM, Suzuki’deki hisselerini % 3,3’den % 10’a çıkartarak en büyük tek hisse sahibi oldu. Yine GM, Isuzu’nun % 37,4 hissesinin sahibi olarak Isuzu’nun asıl sahibi durumunda. Belirtelim ki, ABD ve Avrupa’nın (başta Almanya ve İsviçre) büyük banka ve sigorta şirketleri bugünlerde Tokyo’da Japon banka ve sigortalarıyla “görüşmeler” yapmaktadırlar.
Bu arada şunu da vurgulayalım ki, gerek Japonya’nın ve gerekse Asya’nın ve dolayısıyla dünyanın bütünü açısından ayrı bir önem arz eden Çin’in durumudur. Açıktır ki, Çin’in giderek ağırlaşan koşullara (aşırı üretim, pazarların daralması vb.) dayanamayıp devalüasyona gitmesi ya da doğrudan ekonomik krize girmesi, gelişmelere yepyeni boyutlar kazandıracaktır.
Peki, krizden kronik durgunluğa, durgunluktan ise her an daha ağır bir krize düşme tehlikesiyle gidip gelen Japonya ekonomisinin hâlihazırdaki durumunun ve “Asya kaplanları” ve Rusya krizinin, ABD ve Avrupa ekonomisi üzerindeki şimdiye kadarki etkisi ne düzeydedir?
ABD’deki somut durumu ele almadan önce, şunu belirtmekte fayda var: Bilindiği gibi, söz konusu ülkelerdeki ekonomik gidişat ilkin Latin Amerika’yı vurdu. Brezilya’da Sao Paulo ve Rio de Janeiro borsa endeksleri Ağustos başından beri yüzde 50 düştü. Brezilya Merkez Bankası’nın verilerine göre, ağustos ayının son iki haftasında günde ortalama 1 milyar dolar yabancı sermaye ülkeyi terk etti. Sermaye kaçışını engellemek için kısa sürede faizler yüzde 40’lara yükseltildi. (Bu kararın Brezilya’nın ekonomik büyüme oranlarına çok olumsuz yansıyacağı açıktır. Deutsche Bank’ın tahminlerine göre, Brezilya ekonomisi gelecek yıl en iyi durumda yüzde 1 büyüyecektir. Diğer bankalar ise, ekonominin durgunluğa gireceğinden yola çıkmaktadırlar) Ancak IMF’nin her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu açıklaması üzerine, sermaye kaçışı nispeten azaldı. IMF bu açıklamasıyla bir nevi şu teminatı vermiş oldu, “korkmayın, Brezilya dayanamayıp devalüasyona gitse de, Meksika krizinde olduğu gibi, her türlü kaybınızı ben karşılarım, faturayı da Brezilya halkına ödetirim”!
Açıktır ki, Brezilya’nın krize yuvarlanması demek, tüm Latin Amerika kıtasının krize girmesi demektir. Nitekim Brezilya Latin Amerika kıtasının toplam GSYİH’sının yaklaşık yarısını üretmektedir. Böylesi bir kriz en başta ABD’yi yaralayacaktır. (ABD toplam ihracatının % 20’sini Latin Amerika pazarına yapmaktadır. ABD şirketlerinin tek başına Brezilya’da 35 milyar dolar yatırımı bulunmaktadır.(24) Bu nedenlerle, ABD’nin bugünlerde Brezilya için bir “mali yardım paketi” hazırlaması bu çerçevede değerlendirilmelidir.) Şimdilik böylesi bir kriz püskürtülmüş görünüyor. Fakat Latin Amerika Kıtasının bir bütün olarak Japonya’daki durgunluk ve Asya ve Rusya krizinden olumsuz etkilendiği ortadadır. IMF’nin dünya ekonomisinin geleceğiyle ilgili yaptığı son tahminlerde, tüm ülkelerde olduğu gibi Latin Amerika kıtasında da ekonomik büyüme gerileyecektir. (Geçtiğimiz yıl Latin Amerika Kıtasındaki ekonomik büyüme oranı % 5,1 iken, bu oranın bu yıl ancak % 2,8’i bulacağı tahmin edilmektedir.) Sonuç olarak, emekçi halkın yaşam koşulları daha da kötüleşmiş, işsizlik ve yoksulluk büyümüştür. Borsadaki rantiye takımı, Brezilya emekçilerinin yarattığı artı-değeri aralarında paylaşma kavga verirken yaklaşık 1,5 milyon işçi ve emekçi Brezilya’nın 2 bin kentinde “açlığa, yoksulluğa ve sosyal adaletsizliğe karşı” gösteriler yapıyordu. Bu iki olayın bir arada yaşanması bir kere daha göstermektedir ki, yoksul işçi ve emekçi yığınları açısından son tahlilde önemli olan ekonomik büyüme oranlarındaki artış ya da borsa puanlarının yükselmesi veya düşmesi değildir. Hangi kapitalist ülkede olursa olsun, işçi sınıfı ve emekçi halk en temel çıkarları uğruna kendisi mücadeleye atılmadıkça, yaşam koşullarında kalıcı hiçbir düzelme gerçekleşmeyecektir.
Şu tespitler IMF’nin dünya ekonomisinin durumuyla ilgili en son açıkladığı raporundan alınmıştır: Dünya ölçeğindeki ekonomik büyüme 1998 yılında sadece % 2 oranında olacak. (Bu, geçtiğimiz mayıs ayında IMF’ce yapılan tahminden yüzde 1,1 oranında daha düşük bir oran.) Ekonomik koşullar geçtiğimiz aylarda dünya çapında daha da kötüleşmiş, Asya’nın gelişen ülkelerindeki ve Japonya’daki resesyon daha da ilerlemiş ve Rusya mali krizi ise bir devlet iflası hayaletini ortaya çıkarmıştır.
1999 yılına ilişkin iyileşme beklentileri zayıflamış, daha derin ve daha geniş bir gerilemenin rizikoları belirginlik kazanmıştır. (1999 yıl için % 3,7 olarak yapılan ekonomik büyüme oranı tahmini % 2,5 olarak düzeltilmiştir.)
IMF’nin sözünü ettiği gerilemenin belirtileri, dünya GSYİH’nın % 23’ünü oluşturan ABD’de bugün özet olarak şöyle kendisini dışa vurmaktadır:
– ‘ABD’deki sanayi üretimi (1992 yılı 100 varsayıldığında) 1994’ün dördüncü çeyreğinde 112 iken, 1998’in birinci çeyreğine kadar hemen hemen kesintisiz yükselişe geçip 128’i ulaşır. Ancak, bu yükseliş ilk defa 1998’in ikinci çeyreğinden sonra düşmeye (yaklaşık 124) başlar. (98’in ilk üç ayında büyüme oranı % 5,4 iken, bunu izleyen üç ayda %1,4’tür.) Aynı şekilde kapasite kullanım oranı 1994’ün sonunda yüzde 84,5 oranındayken, (üç yıl boyunca % 82–83 civarında seyrettikten sonra) 1998’in ikinci çeyreğinin sonunda % 80,5’lere düşer. Veriler, ekonomik canlanmanın hızını yitirip tersine doğru bir gelişmeye girdiğini gösteriyor.
Ödemeler dengesi: Bu yılın ikinci çeyreğindeki açık, bu yılın birinci çeyreğine göre 10 milyar dolar artarak 56,5 milyar dolara çıkar. Bu gelişmeye gerekçe olarak giderek büyümekte olan ticaret açığı gösterilmekte. Bu yılın ikinci çeyreğinde ithalatın değeri ihracattan elde edilen değerden 20 milyar daha fazla olmuştur. Böylelikle 98’in birinci yarım yılındaki ticaret açığı yaklaşık 114 milyar dolar olarak hesaplanmakta. (18 Eylül 98 tarihli “Handelsblatt” gazetesinin ABD Ticaret Bakanlığı’nın verilerinden aktardığına göre, ticaret açığı 98’in ilk 7 ayında 103,7 milyar dolardan 132,9 milyar dolara yükselmiştir.) Uzmanların tahminine göre, ABD’nin 1998 yılı ticaret açığı 230 milyar doları bulabilir.
Ekim ayı ABD’de tekellerin ekonomik durumlarıyla ilgili raporlarını açıkladığı aydır. Ancak, pek çok gösterge, belli başlı tekellerde, kâr oranları başta olmak üzere sözünü etmeye değer bir gerilemenin şimdiden uç verdiğini göstermektedir. ABD’nin en büyük şirketlerinden Boeing, 1998’in ikinci çeyreğindeki kârının bir önceki yıla göre %46 gerilediğini, 1999 yılında ise toplam 20 bin kişiye çıkış vereceğini ya da işyerini tasfiye edeceğini açıkladı. Aynı şekilde ABD’nin en büyük tüketici ürünleri üreten şirketi Gillette, “uluslararası pazarlardaki düşük talep nedeniyle” 14 fabrikasını kapatacağını ve çalıştırdığı personelin % 11’ine (4700 kişiye) çıkış vereceğini duyurdu. Öte yandan dünyanın en büyük oyuncak tekeli olan Amerikan Toys R Us kârında 495 milyon dolar düşüş olduğu için Avrupa’daki 50 işyeri ve deposunu kapatacağını bildirdi. Tekel 3000 kişiyi işten çıkartacak.
ABD Federal Merkez Bankası’nın, ekonomik durumda giderek belirginleşen bozulmayı frenlemek amacıyla kısa vadeli faiz oranlarını düşürmesi ya da hükümetin, kriz ülkelerine yapılan ihracata devlet güvencesini getirmeyi planlaması vb. bütün bunlar, bir yandan durumun ciddiyetine işaret etmekte, diğer taraftan ise ABD’nin, durumun daha da kötüleşmesini engellemek için elinde küçümsenmeyecek olanaklarının hâlâ bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bütün veriler, ABD’nin, henüz patlak vermiş bir krizle karşı karşıya olmadığını, ancak birkaç yıldır yükseliş grafiği çizen ekonomik büyümenin artık düşüşe geçtiği ve bu düşüşün de önümüzdeki dönemde daha da ilerleyeceğini göstermektedir. Bununla birlikte, pek çok gösterge, muhtemel bir dünya ekonomik krizinin patlak vermesi durumunda, bu krizin merkezinin ABD olacağına işaret etmektedir.
Kapitalist dünya ekonomisinin son bir yılında uç veren gelişmelerin Avrupa üzerindeki etkilerini Almanya ve İngiltere örneğinde irdelemek gerekir.
Almanya’daki araştırma kuruluşlarının tahminlerine göre, Almanya’daki ekonomik büyüme, en iyi durumda, hafif gerileyecektir. Güçlü bir şekilde gerileyeceği daha kuvvetli bir ihtimal olarak görülüyor. Almanya’da başta makine yapımı ve kimya sanayisinde olmak üzere, şirketler kâr tahminlerini aşağıya çekiyorlar. Almanya’da ayrıca banka sektörünün durumu, özellikle Rusya krizi nedeniyle, kötüleşmekte. Frankfurt borsasında şimdiden banka hisseleri ciddi boyutlarda değer yitirmekte.(25)
Son verilere göre, Almanya’daki ekonomik büyümenin motoru olarak görülen ihracatta, gerileme baş göstermiştir. Bu yılın ocak ve haziran ayları arasında ihracattaki büyüme % 14,4’ten % 5,6’ya gerilemiştir. (Almanya’nın Japonya’ya ihracatı % 11,7 geriledi.) Yurtdışından kaydedilen siparişler geçtiğimiz temmuz ayında bir önceki yıla göre ancak % 2,5 oranında gerçekleştiğinden, ihracattaki gerilemenin devam edeceği belirtilmekte. Münih’teki Ifo-enstitüsü’ne göre, ihracattaki bu gerilemenin üç nedeni bulunmakta: “1. Japonya’da sürmekte olan kötü ekonomik durum; 2. ABD’deki konjonktürel gerileme ve 3. Alman Markının artan dış değeri”. Gelinen yerde, Almanya’daki ekonomik konjonktürün esas olarak “tüketim ve yatırımlar” tarafından omuzlanması gerektiği bir döneme girildiği vurgulanmakta.
Asya krizinin Almanya’nın yatırım malları sanayisine etkisi önceden tahmin edilenden daha büyük oldu. Yatırım mallarına talep Asya’da büyük oranda sıfırlandı, Japonya’da ise güçlü bir şekilde geriledi. Alman yatırım malları sanayisinin yaptığı ihracatın yüzde 20’si bu kriz bölgelerine gidiyordu. Bu kriz ülkelerinden yapılan siparişlerin önümüzdeki dönemde yüzde 30 ila 40 oranında daha da gerilemesi bekleniyor. Umutlar, bu talep gerilemesinin başka bölgelerden sağlanacak siparişlerle karşılanmasına bağlanmıştır. Almanya’da yatırım malları sanayisinin toplam üretiminin % 65’i ihraç edilmektedir.
“Chartered Institute of Purchasing and Supply” adlı resmi araştırma ve analiz kurumunun Ağustos 1998 sonunda yayınladığı rapora göre, İngiltere’de imalat sanayisi alanında üretim yapan üreticilerin % 40’ının üretimlerinde düşüş oldu. Son bir ay içinde, fabrika son ürünü üretimlerindeki bu düşüş oranı son altı buçuk yılın en büyüğü idi.
“Business Strategies” adlı araştırma kuruluşunun yaptığı analize göreyse, İngiltere’de gerek sanayi, gerekse hizmet sektöründeki ekonomik büyüme önümüzdeki yıl hissedilir bir şekilde gerileyecektir.
“Wirtschafts Woche” dergisinin 1 Ekim 1998 tarihli sayısında İngiltere üzerine şunlar yazılıyor: Enflasyonun düşürülmesi nedeniyle “bir yıl içinde beş kez artırılan faizler, Britanya ekonomisini oldukça zorladı. Sanayi üretimi yerinde sayıyor, ve imalat sanayisinde kaydedilen siparişler beş yıl öncesinde olduğu gibi kötü – o zamanlar Büyük Britanya derin bir resesyon içerisindeydi. … Yurtdışı siparişleri, tıpkı 1983 yılında olduğu gibi az miktarda. … Sanayi Birliği CBI’ye göre, ekonomik büyüme ‘gelecek 9 ay içinde duracaktır’. Sendikalar, yarım milyon kişinin işsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya olmasından şikâyet ediyorlar.”
Verilerden de anlaşılıyor ki, Avrupa ülkeleri arasında Asya krizinden en çok İngiltere etkilenmiştir. Bunun nedeni açıktır: İngiltere’nin Uzakdoğu’ya yaptığı ihracat, toplam ihracatının %11’ini oluşturmaktadır (Almanya’nın iki misli). Örneğin İngiltere’nin Tayland, Güney Kore ve Malezya’ya olan ihracatı 1998’in ilk yarım yılında % 50, Japonya’ya olan ihracatıysa % 20 gerilemiştir. Bununla birlikte, İngiltere’nin genel olarak ihracatı 1998’in ilk yarım yılında % 6 gerilemiştir; bu sürede ithalatı azalmadığından ticaret bilânçosu açığı 3,6 milyar pound artarak 11,2 milyar pounda çıkmıştır.
Japonya’daki yıllara yayılan ve giderek derinleşen durgunluğun ve Asya ve Rusya’da patlak veren ekonomik krizin kapitalist dünya ekonomisi üzerindeki etkileri esas olarak böyle özetlenebilir.
Kapitalizmde krizler kaçınılmazdır. Bunu burjuvazinin ideologları da bilmektedir. Ancak, bu, mali oligarşinin ve emperyalist devletlerin kaderlerine boyun eğip gelişmelere seyirci kaldıkları anlamına da gelmemektedir. Aksine, görüldüğü gibi, kapitalist dünya ekonomisinin hâlihazırdaki durumu karşısında emperyalist devletlerle uluslararası tekelci burjuvazinin aldığı tutum, bir dünya ekonomik krizinin patlak vermesini can havli ile engellemeye dönüktür. Çin’de sellere karşı mücadeleyi andırıyor bu iş. Taşan nehrin aktığı bölgeye göre mücadelenin yöntemleri değişmekte; bir yerde setler daha da tahkim ediliyor, başka bir yerde daha büyük bir felaketi önlemek için mevcut setler yıkılıyor. Başka bir ifadeyle, bugün yapılan, kapitalist dünya ekonomisinin bütününü içine çekecek bir ekonomik krizi ertelemeye çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Öte yandan, “bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır.”(26) Bu nedenledir ki, uluslararası proletarya ve dünya halkları, emperyalist devletlerin ve işbirlikçilerinin “anti-kriz politikaları”nı başarıyla geri savurmadıkça, ortaya çıkması kaçınılmaz olan krizler “bozulmuş denge”nin yeniden kurulmasıyla sonuçlanabilecektir.
Bununla birlikte, ekonomik krizler, nesnel olarak, emperyalist kapitalizmin temel çelişkilerinin genel olarak keskinleşmesine de neden olmaktadır.

GENEL DURUM
Emperyalist kapitalizmin genel durumuyla ilgili bugün vurgulanması gereken temel olgulara değinmeden önce, güncel ekonomik krizin ortaya çıktığı koşulların bazı özgün yönlerine dikkat çekmek gerekir.
Birincisi: SB ve Doğu Bloğu’nun yıkılmasının kapitalist dünya pazarı açısından doğurduğu temel sonuçlardan birisi, başta petrol olmak üzere hammadde pazarlarındaki rekabetin keskinleşmesiydi. Örneğin SB’nin yıkılmasıyla, OPEC ile Basra Körfezi ülkelerinin petrol üreticisi olarak konumları zayıfladı. Ve sadece petrol de değil; Rusya, tek başına 1993 yılında, 1,6 milyon ton alüminyum ihraç etti. Hammadde pazarlarında bir süredir gözlenen büyük fiyat düşüşlerin gerisinde, keskinleşen rekabet olgusu yatmaktadır. Kızışan rekabet, hammadde üretimini had safhaya çıkarmış; aşırı üretim sonucu pazar adeta şişmiştir. Bugün hammadde pazarlarında muazzam bir kapasite fazlalığı bulunmaktadır. Japonya’daki durgunluğun üzerine Asya krizinin patlak vermesi, başta petrol olmak üzere hammaddeye olan talebi küçümsenmeyecek düzeyde geriletmiştir. (Asya krizi öncesinde, ham petrole dünya ölçeğinde duyulan talebin yüzde 40’ı Asya’dan geliyordu.) Bu durum, fiyatların daha da düşmesine neden olmuştur (Asya krizinden bu yana ham petrol fiyatları % 33, bakır, alüminyum ve çinko fiyatlarıysa % 26 oranında düşmüştür). Kısacası, hammadde pazarlarındaki bugünkü durum, aşırı fiyat düşüşleri ve gerileyen talep tarafından karakterize olmaktadır. Bu durumun hammadde üreticisi ülkeler açısından doğurduğu sonuçlar açıktır. Hammadde ihracatçısı ülkelerin tek başına bu yıl içinde ettikleri zarar 100 milyar doları bulmaktadır. Rusya, İran, Suudi Arabistan, Avustralya, Güney Afrika, Nijerya, Norveç, Venezuela ve Kanada’nın bu yılki zararları kendi GSYİH’lerinin % 1,4 ila % 12,2’sini bulmuştur.
Açıktır ki, Rusya krizinin önümüzdeki dönemdeki en önemli ekonomik etkisi, hammadde pazarlarında zaten keskinleşmiş bulunan rekabetin daha da keskinleşmesinde ifadesini bulacaktır.
İkincisi: Tek başına 1987 borsa çöküşü üzerine, ABD, Japonya ve Avrupa’nın başarılı “eşgüdümlü maliyet ve para politikaları” izlemeleri göz önünde bulundurulursa; 1995 Meksika krizinde ABD’nin ataklığı, buna karşın başta Almanya olmak üzere AB’nin ataleti ya da son Rusya krizinde AB’nin aşırı hassasiyeti ve ABD’nin yardımda isteksizliği vb. gelişmeler, bu “birlikte davranma” tutumlarını geliştirme koşullarının giderek zayıfladığına işaret etmektedir. Örneğin Almanya ve Fransa başta olmak üzere AB devletlerinin son gelişmeler karşısında aldıkları tutum, dünya ekonomisindeki durumun aktüel olarak gerekli kıldığı adımlardan ziyade, Euro planlarını tehlikeye atmama çıkarları tarafından belirlenmektedir. Kısacası, bir yandan çok daha iç içe geçmiş bir dünya ekonomisi, diğer taraftan ayrışan çıkarlar, artan rekabet.
Üçüncüsü: Üretken sermayenin son 20 yılda en çok yatırıldığı dallardan birisi, yarıiletken ve mikroçip üretimidir. Bu ikisi, bugünkü modern sanayinin temel maddeleri haline gelmiştir. İleri kapitalist ülkelerdeki son borsa düşüşlerinde dikkat çeken gelişmelerden birisi de, yarıiletken ve mikroçip üreten şirketlerin hisselerinde görülen değer kaybıdır. Örneğin ikisi de Avrupa’nın en büyük yarıiletken ve mikroçip üreticilerinden olan Alcatel ve Siemens’in hisselerinin değerleri düşmüştür (Alcatel hisseleri Paris borsalarında 17 Eylül günü % 40 oranında düştü). Her iki tekel de kâr tahminlerini aşağıya çekmişti. Siemens, iki ay önce, İngiltere Tynesi’deki mikroçip üretim tesislerini kapatacağını ve 1100 işçisini işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca Fransa’daki mikroçip fabrikasıyla Malezya’daki yarıiletken fabrikasını da kapatmayı planladığını duyurdu. Japon elektronik tekeli Fujitsu da İngiltere’nin Durham bölgesindeki 570 kişinin çalıştığı yarıiletken fabrikasını kapatacağını açıkladı. (Bu fabrika 1991’de açılmış ve tekel tarafından 350 milyon sterlinlik yatırım yapılmıştı.) Bu arada, Mitsubishi ve Hitachi tekelleri de mikroçip üretimlerini, fiyat düşüşleri nedeniyle büyük oranda kısacaklarını bildirdiler. Amerikan tekeli Motorola da Virginia eyaletinde 3 milyar dolara kurmayı planladığı yarıiletken fabrikasından şimdilik vazgeçtiğini açıkladı. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak, anlaşıldığı üzere, günümüz sanayisinin hayati üretim maddelerinden olan ve son yılların en büyük büyüme oranlarının kaydedildiği yarıiletken ve mikroçip üretiminde ciddi bir daralma ortaya çıkmıştır. Bu sektördeki bugünkü durum da, fiyat düşüşleri(27) ve kapasite fazlalığı tarafından karakterize olmaktadır. Kendisini talep gerilemesi olarak dışa vuran nispi bir aşırı üretim sorunuyla karşı karşıya kalınmıştır.
“Yükselen pazarların” (Güneydoğu Asya ve Rusya) çökmesi ve dünyanın ikinci büyük ekonomisinin (Japonya) büyüme yolundan çıkıp gerilemesi üzerine ciddi bir kapasite fazlalığıyla baş başa kalan bu sektörün hâlihazırdaki durumu, diğer sektörleri de etkileyecektir. En başta kendi sektöründe üretici güçleri, kısmen de olsa, tahrip edecektir. Bu üretici güçlerin büyük bölümü ise, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçilerdir.
Dördüncüsü: Dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı öncesiyle sonrası arasında bir kıyaslama yapıldığında ve özellikle son 25–30 yıl dikkate alındığında, ülkelerarası sermaye dolaşımının serbest hale geldiği görülür (ekonomik birlikler içinde ise, ayrıca, meta ve kısmen de işgücü dolaşımı serbesttir). İlk bakışta, basit bir ticari hukuk değişikliği gibi görünse de, doğurduğu sonuçlar ortadadır: Sermaye akışının doğrudan denetimi olmadığından, emperyalist ülkelerde devasa boyutlara ulaşan sermaye fazlalığı, arzuladığı yatırım bölgelerine öncesine göre çok daha kolay, çok daha hızlı ve dolayısıyla çok daha büyük miktarlarda akabilmekte ya da kaçabilmektedir.(28) (Bu gelişmenin, ulaşım ve iletişim teknolojisinin gelişmesi ve maliyetlerinin de büyük ölçüde düşmesi koşullarında söz konusu olduğu unutulmamalıdır.) Sermaye ihracatının boyutları öncesine göre daha hızlı genişleye-bilmiştir; döviz ticaretinde yeni olanaklar doğmuştur; kısacası, gelişmekte olan ülkelerde yaratılan artı-değere daha kısa yoldan ve daha kolay el koyma olanakları artmıştır. Bununla birlikte, Asya ve Rusya krizi, emperyalist devletlerle tekelci burjuvazinin elde etmiş oldukları bütün bu avantajların, çok kısa bir sürede tersi sonuçlar da doğurabildiklerini gösterdi.
Üretim araçlarına yatırılmış sermaye ile spekülasyona ya da repoya yatırılmış sermayenin kendi değerini artırma süreçleri farklıdır. Bu sermayelerin sahiplerinin sonuçta aynı tekeller ya da bankalar olması, süreçlerin bu farklılığını ortadan kaldırmamaktadır (örneğin doğrudan yatırımlar açısından düşük faizler uygun düşerken, rant elde etmeye dönük yatırımlarda yüksek faize gereksinim duyulur). Son bir yılda yaşananların da gösterdiği gibi, bu farklılık, kriz koşullarında, sorunların çok daha çabuk ağırlaşmasını beraberinde getirebilmektedir. Bu çelişki, ‘mali krize’ girdiği söylenen ülkelerin izledikleri doğru ya da yanlış mali politikalardan ziyade, esasında mali sermayenin tabiatından kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, emperyalist devletler açısından, bugün, ellerinde birikmiş ve gelinen noktada devasa boyutlara ulaşmış para sermaye fazlalığı bir baş belası olmuştur. Kendi değerini en hızlı bir şekilde ve en büyük oranlarda artırma hırsıyla, dünyanın bir ucundan diğer ucuna hızla hareket eden bu para sermaye fazlalığı, dünya ekonomisinin reel büyüme gücünü kat be kat aşan oranlarla değerini artırmaya çalışmaktadır; bizzat sermaye olarak niteliği ve ulaşmış olduğu hacim onu buna zorlamaktadır.
“1960’lı on yılda dünya ekonomisi, enflasyon düzeltmesi yapıldıktan sonra, yılda % 5,0 oranında büyüdü. 1970’lerde, büyüme yılda % 3,6’ya düştü. 1980’lerde daha da yavaşlayarak yılda % 2,8’e geriledi ve 1990’ların ilk yarısında dünyamız yılda yalnızca % 2,0’lık bir büyüme sağlayabildi. Yirmi yıl içinde, kapitalizm, büyüme hızının % 60’ını kaybetti.”(29)
Açıktır ki, büyüme oranları giderek gerileyen kapitalist dünya ekonomisinin bu basınca dayanma gücü baştan sınırlıdır.
Emperyalist kapitalizmin bugünkü durumunu karakterize eden özellik, tüm temel çelişkilerinin keskinleşmesi, temel sorunlarının ağırlaşmasıdır. Dünya ekonomisindeki güncel gelişmelerin asıl önemi, aktüel durumun kendisinin ortaya çıkardığı sorunlardan ziyade, bu sorunların, emperyalizmin temel çelişkilerinin giderek keskinleştiği bir tarihsel dönemde ortaya çıkmasında yatmaktadır. Bugün pek çok ekonomik-politik gelişme ve belirtinin, emperyalist kapitalizmin II. Dünya Savaşı öncesi olgu ve gelişmeleriyle benzeşmesi, kim tarafından yapılırsa yapılsın, kıyaslamaların ister istemez o dönemle yapılması, kuşkusuz, bir tesadüf değildir.
Kapitalizmin genel bunalımının ifadesi olan pek çok sorunun bugün giderek daha fazla ağırlaştığı görülmektedir. Örneğin:
– Pazar sorununun keskinleşmesi (bir yandan pazar uğruna emperyalistler arası rekabetin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmeyen boyutlarda kızışması -bunun bugünkü belki de en bariz belirtilerinden biri, son yıllarda hızla büyüyen füzyon dalgasıdır-, diğer yandan kapitalist aşırı üretimin had safhaya varması);
– İşletmelerin kapasitelerinin altında çalıştırılmasının kronikleşmesi;
– Kronik kitlesel işsizliğin artması;
– Mutlak yoksulluğun giderek büyümesi;
– Kronik sermaye fazlalığının devasa boyutlara ulaşması.
Bu olguların ifadesi olan verileri burada yeniden sıralamanın bir gereği yok, çünkü bunlar bugün artık herkesçe görülebilen ve bilinen olgulardır.
Daha zayıf emperyalist devletler bir yana, dünya kapitalizminin hâlâ en büyük gücü ABD’de bile, emperyalizmin genel bunalımının belirtilerindeki güçlenmenin yansımaları somut olarak görülebilmektedir. Son yirmi yıl boyunca reel ücretlerde sürekli düşüş ve gelir eşitsizliklerinin giderek büyümesi(30); kitlesel işsizliğin gerçekte artmaya devam etmesi(31); aile yapılarının tahrip edici bir şekilde çözülmesi(32); orta sınıfın ekonomik bakımdan yıkıma sürüklenmesi(33) ve benzer olgular, bugünün ABD toplumuna ait olgulardır. ABD’nin bu bakımdan bir istisna oluşturmadığı açıktır.
Nereden bakılırsa bakılsın, içinde bulunduğumuz dönem; dünya ölçeğinde, üretici güçlerin giderek daha fazla tahrip edildiği, işsizler ordusunun hızla büyüdüğü, orta sınıfların ekonomik ve sosyal yıkımının hızlandığı, mutlak yoksulluğun ve açlığın giderek yayıldığı bir dönemdir. Uzlaşmaz sınıflara bölünmüş bir dünyada bu sürecin anlamı, başta emek ile sermaye arasındaki çelişki olmak üzere, emperyalist kapitalizmin tüm çelişkilerinin daha da keskinleşmesi; proletarya ile burjuvazinin, ezilen halklar ile emperyalizmin ve emperyalistlerin kendi aralarındaki mücadelenin büyümesidir.
Japonya’daki ağır durgunluk ve Asya ve Rusya krizlerin, kapitalist dünya ekonomisi açısından yol açtığı sorunların büyüyüp büyümeyeceği bir tarafa, kapitalizmin genel bunalımının unsuru olan sorunları daha da ağırlaştırdığı bugünden açıklık kazanmıştır.

Ekim 1998

Dipnotlar
1) Bu yazı kaleme alındığında New York, Tokyo ve Frankfurt borsaları endekslerinde son yılların en büyük düşüşleri gerçekleşiyordu.

2) Almanya’nın bulvar gazetelerinden “Bild”: “Dünya şirazesinden çıkıyor”. “Der Spiegel” dergisi: “Globalleşme çağı, doğru dürüst başlamadan sona mı eriyor?” Washington’daki “Uluslar arası Ekonomi Enstitüsü” şefi Fred Bergsten, krizin daha tam ortaya çıkmadığını savunanlardan: “Durum daha da kötüleşecek.” New York’taki “”Deutsche Bank Securities”in şef ekonomisti Ed Yardeni’ye göre, dünya yüzyılımızın sonunda ‘ABD’yi de kapsayacak bir resesyona’ sürüklenecek.

3) ABD’nin tanınmış ekonomistlerinden Rudi Dornbusch: “Dünya ekonomisinin kalbi sağlam”, “Resesyonun ABD’de hiç şansı yok.” Aimanya’nın Merkez Bankası Başkanı Hans Tietmeyer: “Şimdilik ufukta uluslararası bir depresyon görmüyorum.”

4) Eylül ayında ülke para birimi Ringgit’in konvertibilitesine sınırlamalar getiren Malezya Başbakanı Mahathir Mohamad: “Döviz ticareti ahlak dışıdır.” Serbest Pazar sistemi “yıkıcı bir biçimde iflas etmiştir.” “Spekülatif sermaye”nin önünün bütünüyle açık olmasına Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt’in getirdiği yorum: “Vahşi hayvan kapitalizmi.” Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac’a göreyse, başını almış giden spekülasyon, “halk ekonomimizin aids’idir.”! IMF Başkanı Michel Camdessus bile bu koroya katıldı ve “dünya finans düzeni için yeni bir yapılanma’nın gerektiğinden dem vurdu.

5)Tietmeyer’e göre, sermaye hareketine denetimlerin getirilmesi yanlıştır, zira bu denetimler çok hızlı atlatılabileceğinden ötürü “herhangi bir çözüm de getirmeyecektir.” Alman sermayesinin çıkarlarını savunan haftalık “Wirtschafts Woche” dergisi ise şöyle tepki göstermekte: “Döviz krizlerine karşı çözüm olarak sermaye hareketine kontroller getirmek – bu, bronşite karşı morfin vermek gibidir: Ağrıyı keser ama hastalığın nedenlerini ortadan kaldırmaz.”

6) Yabancı dillerden okuduğu kitaplardan alıntılarla koyu karşıdevrimci düşüncelerine bilimsel bir hava veren ve ülkemizin emperyalist sermaye tarafından yağmalanmasına karşı çıkanları; geçmişe takılıp kalmakla, dünyanın somut gerçeklerini görmemekle suçlayan ve sorunlara ‘rasyonel bakmak’ gerektiği öğüdünü veren Taha Akyol ve onun gibilere, Almanya’da antikomünist propagandanın başını çeken “Der Spiegel” dergisinin şu itirafı cevap olarak yetmektedir: “Anlaşılan o ki, Demir Perde’nin düşmesinden sonra engellenemez bir şekilde yayılır gibi görünen Amerikan tipi kapitalizmin zafer geçiti durmuştur. Çaresizlik yayılmaktadır.” (37/98 sayısı, s.23)

7)Bu tespit, 3 Ekim 1998 tarihli “The Guardian”ın başyazısında aktarıldığına göre, Japonya, Asya ve Rusya’daki durumdan kalkınarak yapılıyor.

8) 25. Eylül 98 tarihli Yeni Evrensel gazetesi. Bu arada Filipin havayolları “Philippine Airlines” uçuşlarını durdurdu, iflasın eşiğinde olan şirket bir alıcı bulamazsa, 8 bin çalışanı işsiz kalacak.

9) “Wirtschafts Woche”, sayı 41, 1 Ekim 1998, s.57

10) Daha kolay anlaşılabilmesi nedeniyle “spekülatif sermaye”kavramını kullandığımız yerlerde de kast ettiğimiz bu tanımdır.

11) Asya ülkelerinden bir “sürü güdüsü”yle kaçan emperyalist sermayenin miktarı Dünya Bankası’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı rakamlara göre, 110 milyar dolardır.

12) “Gerçekte, 52 milyar dolarlık borç paketi Meksika’dan çok ikili Amerikan fonlarını korudu, borçların ödenmesi ise Meksikalılara bırakıldı.” (Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları, s.192)

13) Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları, s. 1

14) age, s.165

15) “Der Spiegel”, sayı 26, 22 Haziran 1998, s.108

16) “Handelsblatt”, 1 Ekim 1998

17) “Der Spiegel”, sayı 26, 22 Haziran 1998, s.108

18) “Handelsblatt”, 1 Ekim 1998

19) “Le Monde Diplomatique”, Eylül 1998 sayısı

20) Japonya’da Long Term Credit Bank (LTCB) iştiraki olan Japanese Leasing, 2,2 trilyon yen (16 milyar dolar) borcundan dolayı iflas etti. LTCB’nin diğer kuruluşlarının da aynı durumda oldukları ve bugünlerde iflaslarını duyuracakları belirtildi. Japanese Leasing’in iflası, 2 trilyon yen’lik Yamaichi Securities’in iflasını gölgede bıraktı ve Japon sermayesini telaşlandırdı. (…) Japon uzmanlar, en az üç büyük bankanın aynı anda batabileceğini, bunun ekonomide 1 trilyon dolarlık bir boşluk yaratacağını ve sonuçta hükümetin, bunalımı aşabilmek için, dolaylı etkileri de hesaba katılınca, 2 trilyon dolara yaklaşan bir kaynak bulması gerektiğini belirtiyorlar.” (“Yeni Evrensel” gazetesi, 5 Ekim 1998)

21) agy

22) “Wirtschafts Woche”, sayı 36, 27 Ağustos 1998.

23) Lestor C. Thurow, age, s.137

24) Brezilya’daki Başkanlık seçimlerini, emperyalist devletlerin de desteklediği eski başkan Cardoso kazandı. Vergi artışları, sıkı tasarruf politikaları gibi “anti-kriz” tedbirleriyle, Brezilya halkına yıllardır ödetilen faturalar daha da büyütülmeye çalışılacaktır.

25) “Wirtschafts Woche”, sayı 41 1 Ekim 1998. New York ve Tokyo borsası gibi, Frankfurt borsası da diken üstünde. Frankfurt borsasındaki Dax Endeksi, birkaç yıl önce 3000 puan iken, Temmuz 1998’de 6000’e kadar yükseldi. 1 Ekim 1998’de ise % 7 oranında bir düşüş yaşayarak 3900’e geriledi.

26 Karl Marx, “Kapital” 3. Cilt, Sol Yayınları, s.262

27) ABD Yarıiletken Üreticileri Birliği’nin açıklamasına göre, “depo çip” fiyatları son on iki ayda & 70 oranında düşmüştür! (“Handelsblatt”, 18/19 Eylül 1998)

28) “Gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerde uzun bir süre, kamu parasının borç olarak verilmesi egemendi. 10 yıl öncesinde, sınai ülkelerden gelişmekte olan ülkelere akan özel sermaye sadece 20 milyar dolardı. 1996 yılında ise bu 250 milyar dolardı – öncesinde hiçbir dönem bu kadar olmamıştı.” (“Wirtschafts Woche”, sayı 39 17 Eylül 1998)

29) Lester C. Thurow, age, s.1

30) “ABD’de enflasyon arındırıldıktan sonra, kişi başına reel gayri safi milli hâsıla (GSMH), 1973’ten 1995 ortasına kadar % 36 arttı, buna karşın (işgücünün büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve kimsenin amiri olmayan) vasıfsız işçilerin reel saat ücretleri % 14 azaldı. 1980’li yıllarda, bütün kazanç artışları işgücünün ilk % 20’sine gitti ve inanılmaz bir % 64 ise ilk % 1’in cebine girdi.” (age, s.2)
“Verilerin toplanmaya başlamasından bu yana, Amerikan ortalama reel erkek ücretlerinin hiçbir zaman yirmi sene boyunca sürekli olarak düşüş gösterdiği görülmemişti. Amerikalı işçilerin çoğunluğu kişi başına düşen reel GSYİH artarken reel ücretlerde düşüşle daha önce hiç karşılaşmamıştı.
… Reel ücretler 1994 yılının sonlarına gelindiğinde, 1950’li yılların sonlarındaki düzeye geri döndü. Şimdi görülen eğilimlere bakıldığında, yüzyılın sonunda reel ücretler 1950 yılındakinden de geriye gidecektir. Yarım yüzyıldır ortalama normal işçiler reel hiçbir ücret kazanımı elde edememiştir. Böyle bir durum Amerika’da daha önce hiç söz konusu olmamıştı.” (age, s. 19)

31) “95 sonbaharında, Amerika’nın resmi işsizlik oranı % 5,7 idi… Resmi olarak işsiz olanlar ile (yaklaşık 7,5 milyon), çalışmak istedikleri halde gerekli kıstaslardan birini veya diğerini yerine getirememeleri sebebiyle faal işgücü içinde yer almayan, bu yüzden de resmi olarak işsiz sayılmayanları (S6 milyon) ve tam günlük iş isteyen, ama kendi istemleri dışında yarım gün çalışanları (yaklaşık 4,5 milyon) toplamak, nihai işsizlik oranını yaklaşık % 14 olarak verir.” (age, s.137)
En ileri düzeydeki endüstriyel ekonomiler, aynı zamanda, Marx’ın lümpen proletarya olarak nitelendireceği bir kesim… yaratıyor. … Günümüzde bunları, evsiz barksız olarak nitelendiriyoruz. Bugün ABD’de herhangi bir gecede yaklaşık 600 bin kişi olarak tahmin edilen bu kesim, beş yıllık süre içinde sayılan 7 milyonu aşabilecek değişken ölçekte bir gruptur. Evsiz barksızlarla belli oranda örtüşen… ABD’nin normal çalışma ekonomisinden atılmış ya da çıkarılmış olan 5,8 milyon erkek vardır. Bu, önemli ölçülerde bir toplumsal başıboşluktur…. Şu anda ABD’de hapiste ya da cezaları tescilli olan erkeklerin sayısı, işsiz erkeklerin sayısından fazladır. Evsiz bekâr erkeklerin %40’ı bir kere hapse girmiştir. … Ekonomi, vatandaşlarının büyük bir grubuna gereksinim duymuyor, onları istemiyor ya da nasıl yararlanacağını bilmiyor.” ( age, s.25)

32) “Amerika’da 2S39 yaş grubu arasındaki bütün erkeklerin % 32’si dört kişilik bir aileyi sefalet çizgisinin üstünde tutmaya yetecek kadar kazanamıyor. Ailenin makul bir yaşam standardına sahip olabilmesi için annenin işe gitmesi gerekiyor.
… Anne babalar çocuklarıyla, otuz sene öncesine göre % 40 daha az zaman geçiriyorlar. Anne işte olduğundan, 13 yaşın altındaki iki milyondan fazla çocuk okul öncesi ve sonrasında yetişkin denetiminden tamamen yoksun bırakılıyor. … Sistem, ailenin geçiminin büyük kısmını sağlayan bir babaya ve çocuklara bakan bir anneye sahip eski tip ailelerin var olmasına izin vermiyor. Tek kişinin para kazandığı orta sınıf ailenin nesli artık tükenmiştir… Kapitalizmdeki değişiklikler aileyi ve pazarı gitgide daha uyuşmaz hale getirmektedir.” (age, s.26–28)

33) “… Şimdi orta sınıfa eski beklentilerinin tarihe karıştığı söylenmektedir. Kendi evine sahip olacakların sayısı gitgide azala çaktır. Eşitsizliğin arttığı ve çoğunun reel ücretlerinin düşeceği bambaşka bir dünyada yaşayacaklardır. Yıllık ücret zamları çağı sona ermiştir; yıllar geçtikçe kendilerinin ya da çocuklarının yaşam standartlarının artacağı umudu ortadan kalkacaktır. Orta sınıf korkmaktadır ve korkmakta da haklıdır. Miras kalmış servetleri yoktur ve ekonomik güvenceleri için topluma bel bağlamak zorundadırlar, fakat bu da kesinlikle sahip olamayacakları bir şeydir…
Gerçek yavaş yavaş sızmakta ve toplumsal algıyı değiştirmektedir. 1964 yılında nüfusun yalnızca % 29’u ülkenin zenginlere çalıştığını söylerken, bu oran 1992 yılına gelindiğinde % 80’e çıkmıştır.” (age, s.29)

Emperyalizm: kapitalizmin son ve ölümcül aşaması

Emperyalistler arasındaki ilk büyük savaş, bütün şiddetiyle devam ederken, 1916 yılında Lenin, olup bitenlerin teorik ve bilimsel açıklamasını yapmayı son derece acil bir görev olarak gördü. Çünkü savaşın ortaya çıkardığı çeşitli sorunlar, sosyalistler arasında yeni tartışmalara ve kafa karışıklıklarına yol açmıştı. Diğer, yandan savaş, ekonomik sıkıntıları artırmış, kitlelerin kapitalizme karşı tepkisini yoğunlaştırmış ve bir devrimin gerçekleşmesi olasılıklarını son derece güçlendirmişti. Öyleyse, emperyalizmi yalnızca bilimsel bakımdan çözme görevinin yerine getirilmesinin yanı sıra, yaklaşan devrimde nasıl bir tutum takınılacağını ve emperyalist savaşın devrim için yarattığı olanakları da görmek ve göstermek gerekiyordu. Lenin, emperyalizmin, kapitalizmin diğer evrelerinden biri gibi, sıradan bir aşaması olmadığını bunun en yüksek -ve son- aşama olduğunu, kitabının adında belirtmeyi bunun için gerekli gördü.
Şu halde “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eser, bilimsel Marksist yöntemin güncel bir olguya uygulanmasının örneği olduğu kadar, devrimci işçi sınıfı partisinin taktiklerini de, yeni duruma göre belirleyen siyasal bir eserdir.

ESERİN YAZILDIĞI DÖNEMDE SİYASAL KOŞULLAR
Lenin, 1916 yılının kış aylarında, Rusya dışında, İsviçre’nin Bern kentinde bulunuyordu. Kitabı burada yazmaya başladı ve daha sonra Zürich’e geçerek, çalışmalarını buradaki zengin kütüphaneden yararlanarak sürdürdü. Yüzlerce kitabı, dergi ve gazeteyi taradı, istatistikleri ve kapitalistlerin birinci elden raporlarını inceledi. Lenin’in ölümünden sonra, 1939’da yayınlanan notları, bu süreçteki çalışmanın yoğunluğunu ve genişliğini göstermektedir. Lenin, 1916 yılının yaz aylarında çalışmasını bitirdi. Eserini o sırada yayın kurulunda Menşeviklerin egemen olduğu “Parus” yayınevine gönderdi. Yayın kurulu, eserde bulunan bazı bölümleri, kendilerinin de savunduğu oportünist teorileri sert bir biçimde eleştirdiği için sansür etti. Son derece önemli bazı sözcükleri değiştirerek, Lenin’in çalışmasının devrimci içeriğini zayıflatmaya çalıştılar. Aslında Lenin, eserinin Çarlık sansürü tarafından engelleneceğini hesap ederek, teorik-ekonomik çözümlemelere ağırlık vermiş, siyasal sonuçları ise, örtük bir dille, ancak devrimcilerin anlayabileceği biçimde yazmıştı. Daha sonraki basımlarda Lenin, ilk yazıldığı biçimi korudu. Fakat özellikle emperyalizmin, sosyalist devrimin arifesi olduğu yolundaki öngörüsünü ve emperyalizmi savunan sözde sosyalistlerin tutumunun tam bir ihanet olduğu yolundaki saptamasını, başka makalelerinde belirttiği için, yeni basımlara eklemedi. 1917 yılında yapılan yeni basıma yazdığı önsözde, bu durumu anlamayı kolaylaştıracağını düşünerek, 1914–1917 arasında yazdığı kimi makaleleri okuyucuya önermekle yetindi.
Söz konusu makalenin önemli bir kısmı, Türkçede, “Emperyalist Savaş Üzerine”(1) başlıklı derleme içinde ve “Sosyalizm ve Savaş”(2) adlı kitapta yayınlanmıştır. “Emperyalizm” adlı eserle birlikte bu makalelerin de incelenmesi, konunun tam olarak anlaşılabilmesi için gereklidir.
Eserin yazıldığı dönemde, dünya işçi hareketinde de önemli gelişmeler yaşanıyordu. Avrupa’nın her ülkesinde komünist ve sosyalist partiler güç kazanıyor, fakat aynı zamanda, oportünist görüşler de hızla yayılıyordu. Uluslararası işçi örgütü durumunda olan İkinci Enternasyonal’in yönetimi, reformistlerin elindeydi ve bunların emperyalizmin tabiatı hakkında yanlış ve harekete zarar veren görüşleri vardı.
1914’te patlayan savaşın nereden kaynaklandığı ve hangi gelişmeleri içerdiği görülmüyor, en önemlisi, bu savaşın bir proletarya devrimi için gerekli koşulları hazırlayıp geliştirdiğinin farkına varılmıyordu. Bundan ötürü, Lenin için, emperyalizme karşı mücadelenin esaslarını saptamak ve bunu bütün ülkelerin proleter partileri için geçerli genel bir teori halinde sunmak önem kazanıyordu.

BAŞLICA TEORİK TEMELLER VE YÖNTEM
Lenin’in emperyalizmi çözümlerken dayandığı başlıca kaynak, Marx’ın “Kapital”de bütün açıklığıyla yaptığı kapitalizm çözümlemesiydi. Lenin’in çalışması, “Kapital”de yapılan çözümlemenin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Ancak, kapitalizmin kaydettiği gelişmeleri nesnel olarak ortaya koyabilmek için, yalnızca “Kapital’le yetinilemezdi. Emperyalizm olgusunu bütün boyutlarıyla görebilmek için, Lenin, 148 kitap ve 232 makaleden yararlandı. Bunlar arasında, özellikle, Alman sosyal demokrat teorisyen R. Hilferding’in “Finans Kapital” adlı eseri ve İngiliz teorisyen T. Hobson tarafından yazılan “Emperyalizm” adlı kitap, Lenin tarafından dikkatle incelendi. Lenin’in eseri, büyük ölçüde bu kitaplarda ileri sürülen görüşlerin eleştirisi sonucunda ortaya çıktı. Hilferding ve Hobson, kapitalizmin içeriğindeki gelişmeleri görmekle beraber, olgular arasındaki bağıntıları bulamamışlar, ortaya çıkan yeni nitelikleri açıklayamamışlardı.
Bununla birlikte, Lenin, bu iki araştırmacının eserlerinden yararlandı ve kitabında onlardan sık sık alıntılar yaptı. Lenin, emperyalizmi, bir yandan istatistiksel verilere dayanarak açıklarken, eserin inandırıcılığını güçlendirmek için, kendi deyimiyle, “burjuva iktisatçıların itiraflarına” da yer vermeyi uygun bulmuştu.

ESERİN İÇERİĞİ
“Emperyalizm”, iki temel kısımdan ve on bölümden oluşmaktadır. İlk altı bölüm, Lenin’in emperyalizmin ayırt edici özellikleri olarak saptadığı beş temel olguyu açıklamaktadır. İkinci kısımda ise, emperyalizmin genel özellikleri anlatılır.
Lenin’e göre, emperyalizmi tanımlamakta olan beş temel özellik şunlardır:
1- Tekellerin ortaya çıkması.
Kitabın birinci bölümü, “Üretimin Yoğunlaşması ve Tekeller” başlığını taşır, tekellerin ortaya çıkışını ve bunun etkilerini anlatır…
2- Banka sermayesinin sanayi sermayesi ile birleşmesi.
Bu özelliğin incelendiği bölümün adı, “Bankalar ve Yeni Rolleri”dir. Bunu izleyen üçüncü bölümde de, Lenin, mali sermaye ve mali oligarşi kavramlarını inceler.
3- Sermaye ihracı.
Emperyalizmin, meta ihracına dayanan eski sömürgeci kapitalizmden farklı olarak, sermaye ihracına dayanan bir dolaşım ağı kurduğunu anlattığı bu bölüme Lenin, “Sermaye ihracı” adını vermiştir.
4- Dünyanın nüfuz alanlarına bölünmesi.
Emperyalizmin dördüncü ayırt edici özelliği, dünyanın başlıca kapitalist gruplar tarafından paylaşılmasıdır.
5- Dünyanın paylaşılması, yeni dünya savaşlarının kaynağıdır.
Kitabın beşinci ve altıncı bölümleri, dünyanın kapitalist gruplar ve büyük güçler tarafından paylaşılmasının nedenlerini ve sonuçlarını anlatır.
Kitabın yedinci bölümü, Lenin’in bu bölüme kadar anlattıklarının bir özetini ve değerlendirmesini içerir. Lenin, bu bölümde, emperyalizm olgusu karşısında Avrupalı eski Marksistler arasında baş gösteren oportünist görüşlerin bir sergilemesini verir. Lenin, emperyalizmin, kapitalizmin çelişmelerini derinleştirirken, aynı zamanda devrimci Marksizm’le burjuva reformizmi arasındaki farklılıkları da açığa çıkardığını yazar. Bir bakıma, bu bölüm, kitabın yazılış amacının açıklanmasını içerir.
Emperyalizmin çözümlenmesinden ortaya çıkan sonuçları ve emperyalizmin belli başlı özelliklerini çok açık bir biçimde yeniden anlattığı için, bu bölüm, kitapta ilk okunacak bölüm özelliği taşır. Okuyucular ve kitap üzerinde eğitim çalışması yapacak olan gruplar, kitabın bu bölümünü, ilk önce okuyarak, kitapta geçen temel kavramları, emperyalizmin temel özelliklerini ve kitabın başlıca siyasal amaçlarını öğrenebilirler. Bu, diğer bölümlerin okunmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırır.
Kitapta çok sayıda istatistiksel bilgi ve tablo yer almaktadır. Bu rakamların ve tabloların incelenmesi, oldukça güçtür. Bunlar, eserin yazıldığı dönemin kimi özelliklerini göstermek ve Lenin’in tezlerini desteklemek için kitaba konulmuşlardır. Günümüz okuyucusu, eğer bir uzmanlık çalışması yapmayacaksa, bu rakamları ve tabloları ayrıntılı olarak incelemeden, yalnızca bunlara dayanarak ileri sürülen tezlere yoğunlaşmalıdır.

“EMPERYALİZM-KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI”NIN GÜNCEL ÖNEMİ
Yazıldığı yıllarda, “Emperyalizm”, sürüp gitmekte olan savaşın, bütün savaşan emperyalistler için, dünyanın paylaşılması ve yeniden paylaşılması savaşı olduğunu kanıtlamıştır. Savaşan tarafların bazılarının “haklı” olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini ileri süren kimi Avrupalı eski Marksistlere karşı bu tezin ispatlanmış olması çok önemliydi. Lenin, emperyalistler arasında, “iyi-kötü”, “haklı-haksız” ayrımı yapılamayacağını, birine karşı diğerinin desteklenemeyeceğini söylüyor ve devrimci proletaryanın bütün zamanlar için geçerli bir ilkesini de formüle ediyordu. “Emperyalizm” adlı eser, bu bakımdan, günümüzde de tamamen geçerli bir siyasal ilkeyi kanıtladığı için, önemini ve geçerliliğini korumaktadır.
İkinci olarak, Lenin, bu eserinde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tekelci biçim almasının, emperyalistler arasındaki savaşları kaçınılmaz kıldığını göstermiştir. Bu, bütün insanlık için, daha ağır sömürü ve yıkım demektir. Oysa bazı oportünist sosyal demokratlar, emperyalizmin uygarlık ve demokrasi getirdiğini, geri kalmış ülkelerde üretici güçlerin gelişmesine hizmet ettiğini ileri sürüyorlardı. Örneğin, Alman emperyalizminin demiryolları politikasının Ortadoğu için yararlı olduğunu söylüyorlar, bu ülkelere demokrasinin emperyalizm eliyle geleceğini iddia ediyorlardı. Bu iddialar, günümüzde de ileri sürülmektedir. Özellikle, Avrupa Birliği söz konusu olduğunda, insan hakları ve demokrasi konularında Türkiye’de bir gelişme sağlanacağına inanan ya da emperyalistler adına bunun propagandasını yapan pek çok çevre bulunuyor. Amerika’nın demokrasinin temsilcisi olduğu ve her ülkede insan haklarının garantisi olarak rol oynadığını söyleyenler bile var. Birinci Emperyalist Savaş döneminde de, ABD Başkanı Wilson, kendi adıyla anılan prensiplerini açıklamış, bu bütün dünyada ilericiler tarafından olumlu karşılanmıştı. Lenin, Wilson prensiplerinin aslında büyük emperyalist planın bir parçası olduğuna dikkat çekmiş, kendisini “barışsever olarak adlandıranların yanılgısını göstermişti. Aynı yanılgılı ya da kasıtlı tutum, günümüzde de görülmektedir. “Emperyalizm” adlı eseri derinlemesine inceleyenler, emperyalizmin barış ve demokrasi getiremeyeceğinin, bundan seksen yıl önce kanıtlandığını göreceklerdir.
Emperyalizm, aynı zamanda, işçi sınıfı hareketi içinde çeşitli provokasyonlar ve komplolarla ya da doğrudan doğruya satın alma yöntemleriyle, bölünmeler ve oportünist fraksiyonlar yaratmaktadır. Lenin, “bu evrensel olgunun ekonomik kökleri”ni, emperyalizmin dünya çapındaki sömürüsünde bulmaktadır. Günümüzde de, özellikle emperyalist ülkelerde yaratılmış bulunan “işçi aristokrasisi”, san sendikalar, çeşitli sözde solcu partiler, bu faaliyetin devam ettiğini göstermektedir.
Son olarak, “Emperyalizm” adlı eser, emperyalizmin, proletaryanın toplumsal devriminin önkoşullarını hazırladığını göstermektedir. Günümüzde dünya çapında yaşanan bunalımlar, bölgesel savaşlar, uluslararası provokasyonlar ve kışkırtmalar, derinleşen yoksulluk ve işsizlik, emperyalizmin doğasından kaynaklanmaktadır ve bütün bunlardan kurtulmanın tek yolu, proletaryanın toplumsal devrimidir.
“Emperyalizm”, yalnızca kapitalizmin son aşamasının özelliklerini sergilemekle kalmaz, aynı zamanda bu son aşamanın emperyalizmin ölümcül aşaması olduğunu kanıtlayarak, bir proletarya devrimi için gerekli koşulların, günümüz dünyası için de geçerli olduğunu kanıtlarıyla sergiler.
Onun asıl ve büyük önemi de buradadır.

1) Lenin, “Emperyalist Savaş Üzerine”, çeviren, Ahmet Yurdaer, Güne Yayınları, 1976
2) Lenin, “Sosyalizm ve Savaş”, çeviren, N. Solukçu, Sol Yayınları, 1992

Ekim 1998

Sanatçı parti ilişkisi üzerine Örgütlenme ve yaratma özgürlüğü

Ülkemizde, 80’li yılların baskı ortamında sanatçı örgütlenmesinin -mesleki alanda bile- hemen hemen ortadan kalktığı, sanatçının toplumundan koptuğu, koparıldığı, yalnızlaştırılıp örgütsüzleştirildiği bir gerçek. Ancak ’80’li yılların ikinci yarısından sonra yükselen işçi sınıfı mücadelesi ve demokratikleşme hareketleri; sayısı fazla olmasa da bazı aydınların, sanatçıların ‘90’lı yılların başında, bu hareketlerin içinde yer almasını sağlamıştır. Ne var ki, bu hareketlerin içinde yer alan, sınıf mücadelesine katılan, kendini bir politik parti içinde ifade eden aydın ve sanatçıların sayısı, iki elin parmakları kadardır. Bu durumu oluşturan nedenler arasında, ‘80’li yıllarda iktidarın aydınlar üzerindeki hapis, işkence, sürgün, kitap yasaklama vb. biçiminde kendini gösteren yoğun baskısını belirtmekle birlikte; yine burjuva ideologları tarafından öteden beri ileri sürülen ve sanatçıları politikadan uzaklaştırmayı, yansızlaştırmayı, örgütsüzleştirmeyi amaçlayan şu propagandanın da yeniden yaygınlaştırılmasını sayabiliriz: “Sanatçı yansız olmalıdır, bir parti ya da sınıfsal oluşumun içinde yer almamalı, bunların üstünde ve tarafsız olmalıdır. Partililik, sanatçının yaratma özgürlüğünü ortadan kaldırır.”
Bu yazının amacı; bu tarafsızlık söyleminin gerçekte burjuvazinin bu alanda da kendini gösteren ikiyüzlülüğünün bir yansıması olduğunu ortaya koymak; sınıflı toplumlarda sanatçının yaratma özgürlüğünün sınırlarını ve sanatçının bağlanma konusunu tartışmak.

SANATIN SINIFSALLIĞI
Sanatın da, din gibi, bir üstyapı kurumu olduğu ve üstünde yükseldiği toplumun ekonomik ilişkilerinden ayrı düşünülemeyeceği, bugün artık kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek. Yine de Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi adlı yapıtından küçük bir alıntı yaparak, bir kez daha anımsayalım: “Her çağda, egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir, yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun egemen manevi gücüdür de. Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçları üzerinde de denetim sahibi olur; zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri genellikle buna bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin düşüncesel anlatımından, düşünce olarak kavranan, egemen maddi ilişkilerden başka bir şey değildirler; bundan ötürü, bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin anlatımıdırlar, yani egemen sınıfın egemenliğinin düşünceleridirler.”
Egemen sınıfın egemenliğinin düşünceleridir; o toplumda geçerli olan egemen ideolojiyi belirleyen; yani felsefe, din, ahlak, siyaset, hukuk, kültür, sanat ve edebiyatı, hatta bilimi koşullayan. Bu yüzden, sınıflar üstü ya da dışı bağımsız bir ideolojiden, dolayısıyla sanat ve sanatçıdan söz etmek olanaklı değil. Burjuva ideologlar, sanatın, sanatçının yansızlığından, yansız kalması gereğinden söz ederken büyük bir ikiyüzlülük içindedirler. Yansız olduğu söylenen sanat ya da sanatçılarsa, ideolojik üstyapının bir parçası olarak; ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ya açıkça ya da üstü örtülü, burjuva toplumunun, onun genel çıkarlarının hizmetindedirler.
Asım Bezirci de, 1974’te yazdığı ve nesnel eleştiri konusunu tartıştığı “Tarafsızlık mı?” başlıklı yazısında şöyle yazıyordu: “Bilelim ki tarafsızlık da, aslında sinsi bir uzlaşma, gizli bir taraf tutmadır. Bir yana bağlanmadığını, tarafsız davrandığını, özgür olduğunu öne sürenler gerçekte egemen sınıfa (günümüzde burjuvaziye), onun eğilim ve beğenilerine bağlanmış, sunduğu ün ve kazanç tuzaklarına düşmüş olurlar…”

KAPİTALİST TOPLUMDA SANATÇININ YARATMA ÖZGÜRLÜĞÜ MASALI
1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak, ABD emperyalizmi tarafından, dünya halklarına dayatılan Yeni Dünya Düzeni’nin; uluslararası tekellerin, emperyalizmin salt ve sınırsız egemenliğinden başka bir şey olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Ne var ki, aynı dönemde Sovyetler Birliği’nde ve öteki sosyalist görünümlü ve sosyalist ülkelerde yaşanan olaylar ve geriye gidişler; ülkemizde ve dünyada kitlelere, sosyalizmin yıkılışı olarak sunuldu, inançlarını yitiren kimi insanlar, Yeni Dünya Düzeni ve Globalleşme söylemine cankurtaran simidi gibi sarıldılar. Bu eğilim, kültür sanat alanında da yaygın olarak kendini gösterdi. 80 sonrasının baskı koşullarında; emekçiler en küçük bir hak arama eylemi yapamazken; insan hakları ayaklar altına alınmışken; on binlerce insan işkenceden geçirilirken;’burjuva kültür sanat çevrelerince ve inancını yitirmiş sanatçı çevrelerinde; bireyin önemsenmesi, sanatta bireysel özgürlük gibi kavramlar yeniden tartışılmaya başlandı. Yine bu dönemde; sosyalist öğretinin, partililiğin, bağlanmanın sanatı, sanatçıyı daralttığı; partinin, sanatçının yaratıcılığını kısıtladığı biçiminde savlar ileri sürülürken; sanatçının yaratma özgürlüğüne ortam sağlayacağı savıyla Yeni Dünya Düzeni umut olarak öne sürüldü. Toplumcu gerçekçiliğe karşı görüşler, yeniden ısıtılıp ortaya çıkarıldı. Bütün bunlar tartışılırken, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan yasalar bir bir gündeme getirildi. (141-142’ler sözde kaldırılmış; TMY’nin 8. maddesi, ardından da 312. madde yürürlüğe konmuştu.) Bu yasalara uygun olarak sanatçının nasıl bir ‘yaratma özgürlüğü’ ortamında bulunduğunu, özgür yaratıların sonunun nerelere vardığını hepimiz biliyoruz. Bu, işin bir yanı. Bir başka yanı da; kültür sanat üretiminin ve etkinliklerinin, yine ‘80 sonrası ülkemizde de yaygınlaştırman sponsorluk uygulamalarıyla bankalara, ‘sanatsever’ işadamlarına, uluslararası tekellerin yerli temsilcilerine, dolayısıyla burjuvaziye ve emperyalist hegemonyaya teslim edilmesidir. Bu uygulamanın da, sanatçıya nasıl bir ‘yaratma özgürlüğü’ sağladığını, sağlayacağını kolayca kestirebiliriz. (Bir banka tarafından finanse edilen yayınevinde yayınlanan kitabı, yine bu yayınevi tarafından toplatılmış bir yazar olarak ben bunu çok yakından biliyorum.) Genel olarak, burjuvazinin; sağlıktan eğitime, örgütlenmeden hukuk sistemindeki uygulamalara kadar, yaşamın her alanında nasıl bir ikiyüzlülük içinde olduğunu ve bunu kitle iletişim araçlarıyla bilinci bulandırılan kitlelere nasıl ‘özgürlük’ diye yutturmaya çalıştığını hepimiz biliyoruz.
Kapitalist toplumda, sanatçının yaratma özgürlüğünün ne durumda olduğunu ve gelecekte nasıl olacağını, daha 1956 yılında, Londra’daki Pen Club Kongresi’nde, Amerikalı yazar Elmer Rice şu sözlerle ifade etmeye çalışmıştı:
“Günümüzde, yazarın çabalarının endüstrileşmesi olarak niteleyeceğim yepyeni olaylarla karşı karşıya geliyoruz. Başka bir deyişle, yazar, eskiden önce şiirlerini, oyunlarını, romanlarını yazıp daha sonra bir yayıncı veya sahneye koyucu ararken, şimdi bunun tam tersi oluyor: Bizde, Amerika’da, işlenmesi gereken malzemeyi dağıtan, yazara konu ısmarlayan büyük bir endüstri var. Yazar bu dev endüstriyel çarkın bir dişlisi haline geliyor ve bir teknisyen, bir kameraman, bir dekoratörle aynı konumda sayılıyor.”
Rice’ın, televizyon ve sinema sektörünün gelişimi nedeniyle gündeme getirdiği bu konu, gerçekten çok önemli ve kapitalist sistem içinde sanatçının yerini ve ‘yaratma özgürlüğü’nün sınırlarını somut biçimde belirleyen bir örnektir. Bir TV dizisinin metninin hazırlanması sırasında yazardan, belirli bir konuda yazması isteniyor; yani imgeleminde canlanan, özgürce düşünüp kurguladığı herhangi bir olayı değil de, film şirketinin ya da yayınevinin kendisine ısmarladığı konuyu işlemesi isteniyor. Teknik bir iş yani; bir terziye giysi, bir marangoza dolap sipariş etmek gibi bir şey. Yazar, şirketteki diğer elemanlar gibi para karşılığında tutulmuş bir memur, bir elemandır. Patronun istediği biçimde yazdığı sürece, şirkette yeri vardır; karşı çıktığı an sistemin dışına atılır. ABD’deki bu uygulama, daha sonra Batı Avrupa ülkelerine sıçrıyor ve giderek bütün dünyada yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz yıl, benim de konuşmacı olarak bulunduğum, Türkiye’den ve Almanya’dan uzmanların katıldığı Çocuk Kültürü başlıklı toplantıda, Almanya’dan Prof. Dr. Horst Heidtman’ın çocuk kültürünün ticarileşmesi konusunda söyledikleri de, sistem içinde hem üretenin (yazarın) hem de tüketenin (izleyici-okuyucu) özgürlüğünün kısıtlanmasını belirtmesi açısından son derece çarpıcıdır: “Çocuklar mültimedya (çok amaçlı medya) ile kuşatılmış bir çevrenin içinde yetişiyorlar. Neredeyse bütün evlerde televizyona ek olarak video cihazlarını bulmak mümkün. Evlerde çocukların en çok kullandıkları ise, video kameralar, kişisel bilgisayarlar ve daha birçok yeni medya aracı. … Aile içinde birlikte kitap okuma alışkanlığına artık pek rastlanmıyor. … Ticari kanallar, büyük ölçüde bu sektörde film ve televizyon yapımcıları tarafından talep uyandıran ve ABD’de üretilen hedef kitle odaklı dizilerle Alman gençlerine yönelerek kendileri için yaşamsal önem taşıyan çizgi film ve aksiyon dizilerine ağırlık veriyor (Örneğin David Hasselhoff). Sabahın erken saatleri veya öğleden sonraları televizyon dizileri çocuklara yönelik ürünler konusunda reklâm pazarını oluştururken, diziler içinde yer alan figürlerin oyuncaklarının da dizilerin hemen ardından reklâmı yapılıyor. Çocuk kültürünün ticarileşmesi sonucu ürüne yönelik yapılan dizilerde şunları görebiliyoruz: Sunucunun Benetton tişört giymesi ya da masasında herhangi bir markanın logosunu bulundurması, bulunduğu mekâna belli marka oyuncakları veya bir bisikleti yerleştirmesi bunlara örnektir.”
“Diziler her zaman indirgenmiş karakterler, klişeler ve kişiler arasındaki belirli ilişki kalıplarıyla aynı doğrultuda bir gelişme gösterse de, izleyicinin alışkanlıktan doğan ihtiyacını karşılamaya yetmektedir.” diyen Prof. Dr. Horst Heidtman; yazarlardan ya da yayınevlerinden telif hakkı alınan bir yapıtın, şirketlerdeki ‘teknik yazar ordusu’ tarafından seri kitaplar ya da dizi film senaryoları biçiminde çoğaltıldığını anlatmıştı. Bu uygulama, Rice’ın 1956’da işaret ettiği gerçeklere ne çok benziyor!
Aynı toplantıdaki bir başka konuk konuşmacı olan Almanya’dan Prof. Dr. Malte Dahrendorf ise, sistemin, çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine etkilerinden söz etmişti: ‘Kitaplar istese de istemese de modern medyanın yöntemlerine ayak uydurmak zorunda kalmaktadır. Kitaplar, giderek kısalmakta ve kısa soluklu olmaktadırlar. Gerçi eskiden de dizi kitaplar vardı (örneğin kız kitapları, Blyton’un serüven kitapları gibi), ancak günümüzde televizyon filmlerinin gençlik kitabı olarak ‘dizileştirilmesi’ yaygındır. … En büyük sorunlardan birisi modern boş zaman kültürünün kullandığı çocuk ve gençlik edebiyatı üzerinde içeriksel olarak yarattığı etkidir. Bu alanda olasılıkla gerek yazarların kendilerinin edebi sosyalizasyonlarına, gerek kuşak farklarına dayalı olarak büyük olumsuzluklar yaşanmaktadır. Çünkü kendileri de medya ile birlikte yetişmiş olan (ya da kendi çocukları bu koşullarda yetişen) yazarların büyük çoğunluğu yapıtlarında kurdukları dünyada değişik medyalara da yer vermektedirler’.” Prof. Dr. Malte Dahrendorf, konuşmasını; “Bütün bunlardan yeni bir çocuk ve gençlik edebiyatı mı çıkacak, yoksa bu alan büsbütün ortada mı kalacak, bu bilinmemektedir.” sorgulamasıyla bitirmişti.
ABD ve Batı Avrupa’daki bu olgular; kapitalist sistemin, kültür sanat alanında da üretilen her şeyin metalaştırılmasını; pazara, alınıp satılabilecek şeylerin sürülmesini öngören pazar ekonomisi kurallarını egemen kılmasının bir sonucu. Üstelik beynini ve kalemini patrona satmamış yazarlarca yıllar önce görülüp işaret edilmeye çalışılmış bir tehlike… Sovyet yazar K. Zelinski, Sovyet Edebiyatı adlı kitabında, 1958’de Napoli’de Avrupalı Yazarlar Birliği’nin kuruluş kongresinde karşılaştığı ve daha sonra bu birliğin başkanı olan Angioletti’nin şu sözlerini aktarıyor bize: “Kitap ve dergi satan dükkâncıklarımıza bakın. En çok aranan eserler hangileri? Polisiye romanlar, gangsterlik hikâyeleri ve benzerleri… Kapağında yarı çıplak bir kadının, yatakta yine yarı çıplak bir başka kadını öldürmesinin görüldüğü bu türden kitaplardan birini karıştırdım. Bu küçük kitapçıktaki pis hikayeler yanında, bir de Edgar Poe’dan da bir hikaye yok mu! Her şey birbirine karışmış durumda. Bir süre sonra, okur iyiyi kötüden ayıramaz olacak.”
K. Zelinski’nin aktardığına göre; Angioletti, Avrupa Yazarlar Birliği’nin başlıca görevlerinden birinin, Batı ve Doğu Avrupa’nın anti-faşist yazarlarını bünyesinde toplamanın yanında, edebiyatı işadamlarının baskılarından ve kendi ticari amaçları için kullanmalarından korumak olduğunu düşünüyordu.
Bu uygulamaların ülkemizde de uzun süreden beri geçerli olduğunu biliyoruz. Sahne gösterilerinin, müzik dinletilerinin büyük firmaların mali desteği sonucunda gerçekleştirilmesi yeni bir uygulama değil. TV dizileri ve programlarının yayınlanabilmesi de sponsorlara bağlı; bazı kitapların yayınlanması da. Ama artık günümüzde, demokrat düşünceli biri olarak tanınan bir yazar tarafından; bir ilaç firmasının isteği üzerine, bir ilacın reklâmını konu edinen bir roman da yazılabiliyor. Yine, metin yazarının demokratik düşünceli biri olduğunu bildiğimiz, -en azından buna inandığımız- bir TV dizisinde, metin içinde bir araba markasının reklâmına yer verilebiliyor. Bu uygulamalara, gerek kapitalizmin kalbi olan Batılı ülkelerden, gerekse ülkemizden benzer pek çok örnek vermek olanaklı; ama ben “kapitalist sistem içinde sanatçının yaratma özgürlüğünün” koşullarını ve sınırlarını açıkça ortaya koyan bu örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum. Sanatçının özgürlüğü, TV şirketinin, reklâm ajansının, yayınevi sahibinin, film, yapımcısının istekleriyle çakıştığı oranda vardır; çatıştığı oranda hiçbir özgürlüğe, hiçbir hakka yer yoktur, Bireysel özgürlük, yaratma özgürlüğü, sanat için sanat vb.- söylemlerle kendi toplumuna yabancılaştırılmış, yansızlaştırılmış yalnız ve örgütsüz sanatçı, böylesi bir ortamda güçsüzdür. Karşı çıkacak güce ve bilince sahip olmayanlar; piyasa ekonomisinin gerektirdiği koşul ve kurallara göre yazarlar, üretirler. Bunun da adı yaratma özgürlüğü, bireysel özgürlük, sanat için sanat yapmak olur!
Gerçekte gerici bir propagandanın ürünü olan bu savı ve bunun doğurduğu ikiyüzlülüğü Lenin; daha yüzyılın başında görmüş ve 1905’te yazdığı Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı başlıklı makalesinde çürütmüştür:
“İkinci olarak da, sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiçbir ‘özgürlük’ olamaz. Siz, Bay Yazar, sizden allı pullu, çerçeve içinde açık saçıklık ve ‘kutsal’ sahne sanatı ‘üstüne örtülü’ bir kılıf içinde fuhuş isteyen burjuva yayıncıya karşı, burjuva kamuya karşı özgür müsünüz? O mutlak özgürlük denen şey ya bir burjuva palavrasıdır ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır, insan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.”

PARTİLİLİĞİN, PARTİ RUHUNUN SANATÇIYA SUNDUĞU OLANAKLAR
Sanatçının yaratım özgürlüğü için mutlak bağımsızlığın, bireysel özgürlüğün ve yansız olmanın gerektiğini savlayan burjuva propagandanın etkisinde kalan sanatçı; yalnızdır. Halkın gerçeklerinden, toplumsal yaşamdan kopuk; kendini sınırladığı, dar bir çevrede; kapitalist ilişkiler ağı içinde yaşar. Bu çevre, bu yaşam tarzı; sanatçının yaşamı bütünlüklü olarak algılayıp yansıtabilmesine olanak vermez. Söylendiğinin aksine, sisteme ekonomik olarak bağlanmasının yanı sıra, ideolojik olarak da bağlanır örgütsüz, yansız sanatçı. Yapıtları da bu ideolojik bağlanmanın izlerini taşır; yansızlık ya da sanat için sanat üretmek adına. Öyle ya, eğer düşündüğün gibi yaşamıyorsan, bir süre sonra yaşadığın gibi düşünmeye başlarsın ve bu kısır döngü sürüp gider. Yazdıklarıyla ve yaşamıyla halkın sorunlarına duyarlı davranmış, emeğin kurtuluş mücadelesine bağlanmış olan Nâzım Hikmet, böylesi kişilerin durumunu, Dünya Barış Konseyi’nin toplantılarından birinde şu sözlerle özetleyivermiştir: “Bugün halkının ve bütün ilerici insanlığın mutluluk ve barış mücadelesinin dışında kalan aydın, ya egemen sınıfın elinde basit bir araçtır ya da havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş bir verimsiz ottan ibarettir.”
Yapıtlarıyla ve yaşamıyla, sınıf mücadelesine bağlanmış, kendini emeğin örgütlü gücünün içinde ifade eden bir sanatçıya, bu seçimi; iktidarlardan gördüğü baskının yanı sıra, Nâzım Hikmet ve dünya ölçeğindeki pek çok örnekte görüldüğü gibi, sanatsal üretim sürecinde zengin olanaklar sunar. Öncelikle parti ruhu, sanatçıyı halka bağladığı için, ona yaratım olanaklarını genişletmesi açısından büyük bir üstünlük sağlar. Bu üstünlük, sanatçının dünya görüşünün, dünyayı bilimsel sosyalizmin ışığı altında değerlendirmesinden, yaşamı bütünsel olarak algılayıp yapıtlarını bu bütünlük içinde üretmesinden kaynaklanır. Yaşam, bütünsel olarak algılanıp yansıtıldığında, yaşamdaki zenginlik ve çeşitlilik, sanatçının yapıtında da kendini gösterir. Yaşama, toplumsal olaylara, insana karışık bir kafayla değil; bilenin sağladığı duru bir bakış açısıyla bakarken sanatçı; insan davranışlarının kaynağına inen, toplumsal çelişki ve çatışmaları çözümleyebilen, yaşamdaki yenilenme ve gelişme dinamiklerini görüp ortaya koyabilen yapıtlar üretebilir. Herhangi bir çıkar gözetmeden bağlandığı halkın yaşamına ilgisi, emekçilerin yazgı ve mücadelesine katılmaktan duyduğu coşku, hiç eksilmez ve kitaplarının sayfalarından fışkırarak yine insanlara ulaşır.
Ekim Devrimi sırasında ve sosyalist inşa döneminde birçok sanatçı bu duyguyu yaşadı ve yapıtlarında yansıttı: Şiirinin, parti ruhunun sanatsal somutlaşması olduğunu söyleyen Mayakovski’den; “Benim için edebiyatın bir tek anlamı vardır: Toplum, halk hizmetinde bir çalışma” diye yazan Fedin’e kadar.
Bu arada, idealistlerin “partililik yaratıcılığı sınırlar” söylemi kadar sık başvurdukları,  “iletisi olan yapıtın sanatsal değeri yoktur” söylemi üzerine de birkaç söz etmek gerekir. Bu konuda, parti ruhuyla üretilen yapıtları, bağlanma ilkesiyle yaşamını ve sanatını yönlendirmiş sanatçıları yeren idealistlere karşı, Pudovkin’in şu sözlerini anımsamakta yarar var: “Düşüncesiz sanat olmaz, ama sanatçıda inanç yoksa büyük sanat da olmaz.” Bununla birlikte, dünya görüşü de tek başına, büyük sanat yapıtlarının üretilmesi, sanatçı olunması için yeterli değildir. Yaşamdan alınanın, halktan esinlenilenin sanatçının yeteneği ölçüsünde doğru estetikle biçimlendirilip yoğrulmuş olması gerekir.
‘Gerçekçi sanat, oldum olası halkçı bir ihamın izlerini taşır. Ama bu esin ille de gerçekçi yaratımın çıkış noktası değildir.” diyor Avner Ziss, Estetik adlı kitabında ve sürdürüyor sözlerini: “Parti ruhu ve halkçı esin kaynağı, toplumcu sanatta gerçekçiliğin basit bir sonucu değildir. Tersine, sanatçıya yaşamı derinlemesine kavrama fırsatını veren ve onun insani konumunu belirleyen, daha çok onun bu iki ilkeye bağlılığıdır. Toplumsal olanla insanın evrenselliği, sanatta, birbirine karşıt olmak bir yana, aslında eşanlamlı kavramlardır. Evrensel insani öğenin sınıf ilkesiyle çelişeceği kabul edilemez.”

SONUÇ
İçinde yaşadığımız dünyada; toplumlar, sömürenler ve sömürülenler olarak ikiye ayrılmıştır. Sömürenler, çokuluslu şirketler aracılığıyla yalnız kendi ülkelerindeki emekçileri değil, başka ülkelerdeki emekçileri de sömürmektedirler. Sermaye sınır tanımamaktadır. Emperyalist tekeller ve onların yerli işbirlikçisi olan para babaları, maddi üretim araçlarını elinde tutan güçlerdir. Günümüzde, kitle iletişim araçlarında ve telekomünikasyondaki gelişme, egemen düşüncenin de ülkeler düzeyinden çıkıp dünya ölçeğinde etkili olmasını sağlamıştır. Sermayenin sınır tanımazlığını, kitle iletişim araçlarının yaygın ve yoğun etkisi bütünlemektedir. Sömürüşüz bir dünya özlemi içindeki insanlar, örgütlü mücadele sürecinde; kendi toplumlarındaki baskı ve zulümle başa çıkmanın yanı sıra, emperyalist propagandanın yalanlarını da çürütmekle yükümlüdürler. Emekçileri, burjuva propagandanın etkisinden kurtarıp kendileri için bir dünya kurma doğrultusunda değiştirip dönüştürmekle yükümlüdürler. Bunun için; sınıf mücadelesi sürecinde, halkı aydınlatacak, insanların değişip dönüştürülmesini sağlayacak yapıtlar verecek olan; beynini, kalemini, yaratıcılığını egemen sınıflara satmamış yazarlara, öteki sanat dallarından sanatçılara, gerçeği halka ulaştıracak gazetecilere gereksinimleri vardır. Gerçekte kendisi de bir emekçi olan ve seçimini emeğin dünyasından yana yapmış olan sanatçının da; toplumun demokratikleştirilmesi ve gerçekten ‘yaratma özgürlüğü’ne kavuşacağı bir dünya için verdiği mücadeleyi; bu köhnemiş sistemi yıkma ve yaşamın her alanını özgürleştirme mücadelesi veren işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirmesi gerekmektedir. Çünkü sanatçının kendi özgür iradesiyle yaşamın gereksinimlerinden kaynaklanıp, halkın istek ve özlemlerini yansıtabilecek yapıtlar üretebilmesi ve sisteme düşünce ve eylem düzeyinde karşı çıkışının getirdiği baskılan bir başına göğüsleyebilmesi olanaksızdır. Çünkü içinde yaşadığımız dünyada, burjuvazinin egemenliğine dayalı toplumlarda, sanatçıya; yalnızca paraya ve çıkara dayalı ilişkiler ağı içinde üretme, yazma şansı tanınırken; sistem karşıtı en küçük bir düşünce, eylem, etkinlik ya da yapıt hapisle, baskıyla cezalandırılırken; yazarların, sanatçıların ‘yaratma özgürlüğü’nün bulunduğunun iddia edilmesi, sanatçının bağlanmasının bu özgürlüğü ortadan kaldıracağının söylenmesi pis bir yalandan, egemenlerin ikiyüzlülüklerinden başka bir şey değildir. Yalanın perdesini yırtacak olan ve sanatçının ‘yaratma özgürlüğü’nün gerçekte ne anlama geldiğini anlatacak olan da, yine sınıfsız bir dünyayı kurmak için mücadele eden sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfı devrimcileridir; tıpkı Lenin’in daha 1905’te Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı makalesinde dile getirdiği gibi:
“İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak), ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz.
Bu edebiyat özgür bir edebiyat olacaktır, çünkü bu edebiyatın saflarına hep yeni güçler katacak olan şey, hırs ya da kariyerizm değil, sosyalizm fikri ve emekçilere duyulan yakınlık olacaktır. Bu edebiyat özgür olacaktır, çünkü birtakım içi geçmiş kadınlara, şişmanlamaktan yakınan, canı sıkkın ‘üst tabaka’ya değil, ülkenin gözbebeği, gücü ve geleceği olan milyonlarca, yüz milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. Bu özgür edebiyat; insanoğlunun devrimci düşüncesindeki son sözü sosyalist proletaryanın deneyi ve canlı faaliyetiyle zenginleştirecek, geçmişin deneyi, (ilkel, ütopik biçimlerinden başlayarak gelişen sosyalizmin vardığı son aşama olan bilimsel sosyalizm) ile günümüzün deneyi (işçi yoldaşların bugünkü mücadelesi) arasında sürekli bir karşılıklı etki yaratacaktır.
O halde yoldaşlar, işbaşına!”
Neredeyse yüz yıla yakın bir zaman önce yazılan Lenin’in makalesinin hâlâ geçerli ve güncel olduğunu belirtip; bu yazıyı, her sözcüğüne bütünüyle katıldığım, Nâzım Hikmet’in 5 Eylül 1956 tarihli güncesinde yazdığı şu sözlerle bitirmek istiyorum:
“Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgin kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız olunduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Bana gelince, ben kesinlikle yan tutmayı yeğlerim.”

Ekim 1998

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑