Bir ideoloji olarak iktisat

Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdo­ğan’ın Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ile faiz politikası üzerine yürüttüğü açık polemik sırasında azımsanamayacak sayıda iktisatçının, “bilimsel gerekçelerle” Merkez Bankası yöne­timinin yanında yer alması, yerleşik iktisadın hegemonik gücünün en güncel kanıtı olarak kar­şımıza çıktı. Sonradan tatlıya bağlanan bu tartış­mada, Erdoğan’ın otoriter yaklaşımına duyulan tepkinin, birçok eleştirel iktisatçıyı Merkez Ban­kası’nın “bağımsızlığı”nı savunmaya yönelttiğini gözlemledik. Söz konusu tartışmada Erdoğan’ın tavrının demagojik olduğu gerçeği bir yana, Mer­kez Bankası yönetiminin yasalarca kendisine ta­nınmış “politika bağımsızlığı”nı öne sürerek faiz indirimine yanaşmamasının temel nedeni, fiyat istikrarını temel hedef olarak benimseyen pa­rasalcı makro iktisadi yaklaşımı tartışmasız bir doğru olarak kabul etmesiydi.1 1980’lerden iti­baren egemen hale gelen bu makro iktisadi yak­laşım, temelde mali sermayenin giderek genişle yen uluslararası spekülatif yatırımlarının enflas­yon nedeniyle değersizleşmesinin önüne geçmek ve işsizlik ve enflasyonu alternatifleri arasında enflasyonu temel sorun olarak saptayarak işçi sınıfının işsizlik yoluyla disipline edilmesi için formüle edilmiştir. Bu yaklaşım, 1980’lerden iti­baren küresel ölçekte hayata geçirilen neoliberal politikaların en önemli ayaklarından birisidir. Bu süreçte Merkez Bankalarının, büyüme ve işsiz­lik gibi sorunlar yerine enflasyonla mücadeleyi önceleyen politikaları uygularken hükümetler­den bağımsız [ve elbette uluslararası finans ka­pitale bağımlı] hareket etmeleri yasal güvence altına alınmıştır. Türkiye’de Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile ilgili düzenlemeler, Türkiye’nin büyük finansal krizler yaşadığı 1994 ve 2001 yıl­larında IMF gözetiminde oluşturulmuştur.

Yakın dönemdeki bu tartışmada akılda ka­lan bir diğer ilginç ayrıntı ise, Erdoğan’a karşı Merkez Bankası yönetimi savunan ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan hak­kında CHP’nin ekonomiden sorumlu başkan yardımcısı Doç.Dr. Selin Sayek Böke’nin yaptığı açıklamalardı. Böke, Babacan’a şu sözlerle des­tek verdi:

“2007’ye kadar kendisine verilmiş olan prog­ramı iyi uygulayarak çok doğru bir şey yaptı. 2008’den itibaren, ‘Hadi siz kendi reform pa­ketinizi yazın’ dendiğinde maalesef aynı gücü göstermedi. Daha sessiz ve daha geride durarak piyasaları sakinleştiren yaklaşımı kıymetli, ama onun esas yükümlülüğü Türkiye’nin ihtiyaç duy­duğu reformların yapılmasını sağlamak.”2

CHP’nin Tansu Çiller’i diye lanse edilen ve kendisinin de bundan rahatsız olmadığı anlaşılan Böke’nin söz ettiği program, 2001 krizi sonrasın­da IMF gözetiminde Kemal Derviş’in parlamento­yu “15 günde 15 yasa” dayatmasıyla esir alarak çıkardığı “yapısal reform” yasalarını içeren neo­liberal saldırı programı. Tarımı ve köylülüğü çö­küşe sürükleyen, Türkiye’yi güvencesiz ucuz işçi cenneti haline getiren, her yıl binlerce işçinin ölü­müyle sonuçlanan iş kazalarının, taşeron çalış­manın olağanlaştığı bir çalışma düzeni oluşturan milyonlarca insanı sosyal yardıma muhtaç eden, eğitim sağlık ve sosyal güvenliği piyasalaştıran ve tarihin en büyük özelleştirmelerini hayata geçi­ren bu program, CHP sözcüsü tarafından iktisat biliminin gereği olarak savunuluyor.

Bu yazıda, iktisat biliminin kapitalizmin sü­rekliliğini sağlamak için oynadığı rolü açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Bu çerçevede, ikti­sadın belli bir toplumsal sınıfın çıkarlarını ifa­de eden görüşleri nasıl evrensel yasalar olarak formüle ettiğini ve kapitalizmin konjonktürel gereklerini nasıl yegane bilimsel doğrular ola­rak savunduğunu, tarihsel gelişimi çerçevesinde tartışacağız.

***

İktisadın sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu mevcut dünyaya bakışı, 18. yüzyıl Fransız Aydın­lanmasının önde gelen düşünürlerinden Voltai­re’in Candide romanındaki Dr. Pangloss’u akla getiriyor.3 Voltaire, mevcut dünyadan daha iyi bir dünyanın mümkün olmadığını, dünyada ya­şanan acıların kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu nu savunan Leibniz’in felsefesini eleştirmek için kaleme aldığı bu romanda hayali bir yolculuğu anlatır. Bu yolculuğa katılan saf ve iyimser genç Candide’e, Leibniz felsefesini temsil eden Dr. Pangloss ve sağduyulu filozof Martin eşlik eder. Yolculuk boyunca sayısız felaketle karşılaşan üç­lüden Dr. Pangloss, karşılaştıkları her felakette, diğerlerine her şeyde iyi bir taraf olduğu ve olay­ların başka türlü olamayacağını söyler.

Dr. Pangloss’un mevcut dünyanın olabilir dünyaların en iyisi olduğunu telkin eden felse­fesinin, modern sosyal bilimlerin inceleme nes­nesi ile kurduğu ilişkinin mükemmel bir tasvirini verdiğini söyleyebiliriz. Pozitivizmin etkisi altın­da şekillenen yerleşik sosyal bilim pratiği, doğa bilimlerinin araştırma mantığını toplumsal alana taşıyarak, toplumu bir mekanizma olarak ince­ler, böylece toplumdaki eşitsiz güç ilişkilerini doğallaştırarak değer yargılarından bağımsız saf bir bilim yapılabileceğini iddia eder4. Neoklasik ya da marjinalist denilen iktisat anlayışının ege­men olduğu yerleşik akademik iktisat, sosyal bi­limlerde pozitivizmin etkisinin kendisini en kaba biçimiyle gösterdiği alandır.5 Yaklaşık bir buçuk asır önce pozitivizminin etkisi altında oluşturul­muş sözde bilimsel bir teorik çerçeveye dayanan bu iktisat ekolü, o günden bugüne öngörüleri gerçek yaşam tarafından defalarca yanlışlanma­sına, içsel tutarsızlığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyan sayısız eleştiriye rağmen iktisadi incele­melere temel oluşturmaya, üniversite eğitimine egemen olmaya devam etmektedir.

Neoklasik iktisat, bir dizi gerçek dışı varsa­yım temelinde oluşturduğu teorik model aracılı­ğı ile, “piyasa ekonomisi”nin insan doğasına en uygun sistem olduğunu ileri sürmekte, toplumsal eşitsizlik, sömürü, yabancılaşma, ekolojik yıkım, azgelişmişlik, savaşlar vb. sayısız sorunun siste­min işleyişinden değil, devletin sistemin işleyişi­ne engel olan dışsal müdahalelerinden, rasyonel olmayan insan davranışlarından kaynaklandığı­nı savunmaktadır. Bu yönüyle bu ekol, mevcut toplumsal ilişkileri meşrulaştıran güçlü bir ide­olojidir ve egemen ideolojinin en önemli kurucu öğelerinden birisidir.

İktisadın ideolojik gücü, her şeyden önce her çağın egemen fikirlerinin o çağın maddi egemen gücü olan sınıfının fikirleri olması gerçeğinden kaynaklanır. “Egemen düşünceler, …düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir. Bu düşünceler egemen sınıfın düşünürleri tarafından sistemleştirilir. Başka bir deyişle, “egemen sınıfın bilinçli üye­leri, egemen konumların sağladığı olanaklarla, kendi çağlarının düşünce üretimini ve bu düşün­celerin yayılmasını düzenlerler”. Egemen sınıfın çıkarlarını, “geçerli yegane rasyonel düşünceler” olarak sunarlar.6

İdeolojinin gücü yalnızca egemen sınıfın gü­cünden kaynaklanmaz. İdeoloji kaynağını ger­çekliğin kendisinin tersyüz edilmiş olarak görün­mesinden alır. Aşağıda daha ayrıntılı tartışılacağı gibi, kapitalist gerçeklik, ilk bakışta kendisini bir metalar yığını ve onların değişim etkinliği ola­rak gösterir. Yerleşik akademik iktisat, görünüş­le gerçek arasındaki farkı dikkate almadan, bu tersyüz edilmiş gerçekliği, gerçeğin kendisi ola­rak görür. Marx’ın yüzeysel [vulgar] politik eko­nomi adını verdiği yaklaşımın izinden giderek “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış, burjuva üretimini sürdüren” kişilerin piyasada­ki davranışlarına ilişkin “fikirlerini doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan başka bir şey yapmaz”7 Örneğin yerleşik akademik iktisadın kurucularından Alf­red Marshall, 1890 yılında yayınlanan İktisadın İlkeleri adlı eserinde bu eğilimi şu sözlerle açığa vurur: “Politik ekonomi ya da iktisat gündelik iş hayatı içindeki insanın incelenmesidir. Bireysel ve toplumsal eylemin refahın maddi gereklerinin elde edilmesi ve kullanılmasıyla en yakından bağlantılı bölümünü araştırır.” Bir başka akade­mik iktisatçı, Lionel Robbins, 1932 yılında yazdı­ğı bir kitapta kullandığı iktisat tanımıyla daha da ileri gider ve bütün insan deneyimini piyasadaki davranışlara indirger; “İktisat, alternatif kulla­nım alanlarına sahip kıt kaynaklar ile amaçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını ince­leyen bilimdir.” Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, yerleşik iktisat, bütün insan davranışlarını, 19. yüzyıldaki İngiliz işadamının piyasadaki davra­nışları ile özdeşleştirerek, kapitalizmin çelişkisiz bir şekilde kendisini yeniden üretmesini sağlaya­cak toplumsal ilişkilerin ve buna dayanak oluş­turacak bireysel davranışların oluşturulmasına hizmet eden bir bilim pratiği sergilemektedir.

Kapitalizmin görünüş öğelerini sistemleştiren bu sözde bilimi icra eden profesyonel iktisatçıla­rın bu ideolojinin taşıyıcı olması, yalnızca ters­yüz edilmiş gerçekliğin sistemleştirilmesi ve ras­yonel biçim olarak kavranmasından kaynaklan­maz. Akademik iktisat örgütlü bir güçtür. İktisat içindeki araştırma gündemleri ve kuramsal yak­laşımlar, geleneğin seçkin temsilcileri tarafından Nobel ödülleri vb. mekanizmalarla belirlenmek­te; bu ödüller, büyük ölçüde kapitalizmin dö­nemsel ihtiyaçlarına uygun araştırmalara imza “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış, burjuva üretimini sürdüren” kişilerin piyasada­ki davranışlarına ilişkin “fikirlerini doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan başka bir şey yapmaz”7 Örneğin yerleşik akademik iktisadın kurucularından Alf­red Marshall, 1890 yılında yayınlanan İktisadın İlkeleri adlı eserinde bu eğilimi şu sözlerle açığa vurur: “Politik ekonomi ya da iktisat gündelik iş hayatı içindeki insanın incelenmesidir. Bireysel ve toplumsal eylemin refahın maddi gereklerinin elde edilmesi ve kullanılmasıyla en yakından bağlantılı bölümünü araştırır.” Bir başka akade­mik iktisatçı, Lionel Robbins, 1932 yılında yazdı­ğı bir kitapta kullandığı iktisat tanımıyla daha da ileri gider ve bütün insan deneyimini piyasadaki davranışlara indirger; “İktisat, alternatif kulla­nım alanlarına sahip kıt kaynaklar ile amaçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını ince­leyen bilimdir.” Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, yerleşik iktisat, bütün insan davranışlarını, 19. yüzyıldaki İngiliz işadamının piyasadaki davra­nışları ile özdeşleştirerek, kapitalizmin çelişkisiz bir şekilde kendisini yeniden üretmesini sağlaya­cak toplumsal ilişkilerin ve buna dayanak oluş­turacak bireysel davranışların oluşturulmasına hizmet eden bir bilim pratiği sergilemektedir.

Kapitalizmin görünüş öğelerini sistemleştiren bu sözde bilimi icra eden profesyonel iktisatçıla­rın bu ideolojinin taşıyıcı olması, yalnızca ters­yüz edilmiş gerçekliğin sistemleştirilmesi ve ras­yonel biçim olarak kavranmasından kaynaklan­maz. Akademik iktisat örgütlü bir güçtür. İktisat içindeki araştırma gündemleri ve kuramsal yak­laşımlar, geleneğin seçkin temsilcileri tarafından Nobel ödülleri vb. mekanizmalarla belirlenmek­te; bu ödüller, büyük ölçüde kapitalizmin dö­nemsel ihtiyaçlarına uygun araştırmalara imza atan iktisatçılara verilmektedir. Üniversitelerde okutulan iktisat derslerinin içeriğini ise, ABD’nin seçkin üniversitelerinde çalışan, aynı zamanda yönetici sıfatıyla IMF ve Dünya Bankası gibi em­peryalist kuruluşların politikalarını tasarlayan, Goldman Sachs gibi mali sermayenin önde gelen kuruluşlarında danışmanlık yapan iktisatçılar belirlemektedir. Buradan iktisadın, emperyaliz­min doğrudan müdahalesi ile egemen hale gel­diği sonucu çıkarılmamalıdır. Yerleşik akademik iktisat, bir ideolojik aygıt olarak üniversitelerin kendine özgü işleyiş mekanizmaları sayesinde, hegemonik bir güç haline gelir ve profesyonel iktisatçıların çoğunun bilinçli ya da bilinçsizce uluslar arası kapitalizmin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlar. Buradaki kritik öğe, akademinin iç örgütlenmesi ve geleneklerinin, belirli araştırma alanları ya da belirli perspektif­leri kendi üyelerine dayatmasına olanak tanıma­sıdır. Birçok iktisatçı, iktisat öğretiminin eleştirel yaklaşımları dışlayan katı müfredatının rahle­sinden geçtikten sonra öğrendiklerini iktisadi meseleleri anlamaya dönük alternatifsiz bir yak­laşım olarak içselleştirir. Yoğun ve teknik yönü baskın bir öğrenim sürecinden sonra, alternatif /eleştirel bir yaklaşıma yönelmenin entelektüel maliyeti, böyle eğilimleri olan birçok kişi üzerin­de caydırıcı bir rol oynar. Yani bu kişiler kendi kendini kandırmayı tercih ederler.

Öte yandan akademik camianın geçerli ka­bul ettiği araştırma alanlarının ve bu alanlardaki egemen yaklaşımların dışına çıkmaya yeltenen iktisatçıların ve iktisat öğrencilerinin karşısına sayısız engeller çıkarılır. Zaten kapitalizmin işle­yişinin ürettiği rasyonel (hesap kitapçı) ve birey­ci insan davranışını benimseyen birçok iktisatçı daha kolay derece alınabilecek, daha kolay ya­yın yapılabilecek moda konuları ve yaklaşımları tercih eder. Örneğin kapitalizmin son 30 yılına damgasını vuran spekülatif sermaye hareketleri üzerine, teorik çerçevesini önde gelen ABD’li ik­tisatçıların ve IMF gibi emperyalist kuruluşların belirlediği birbirinin kopyası binlerce çalışma / tez yazılmıştır. İktisadın hegemonik gücü daha çok bu “rasyonel tercihler”den kaynaklanır. Akademi, ortaçağlardaki gibi farklı düşünceleri cezalandırmaz, caydırır; örgütlü gücü sayesinde, akademik yükselme ve dikkate alınma vaadiyle kendi dili içinden konuşmaya ikna eder. Bugün, emekçilerin yaşam koşullarına duyarlı birçok ik­tisatçı, çoğu kez farkında olmadan bu hegemo­nik dilin içinden konuşmakta, gerçekçi olmak adına iktisadın belirlediği sınırlar içindeki araş­tırma konularına ve yöntemlerine odaklanarak mevcut hegemonyayı yeniden üretmektedir.

İzleyen başlıklarla, iktisadın bir ideoloji ola­rak oynadığı rolü açıklığa kavuşturmak üzere, gelişiminin temel dönüm noktalarını ele alaca­ğız. Günümüzün yerleşik akademik iktisadı ka­pitalizmin tekelci aşamasında ortaya çıkmıştır. Ancak, entelektüel açıdan kökleri Antik Yunan’a kadar izlenebilen bir inceleme alanıdır. Bu tür bir inceleme, kendisini ebedi ve doğal gerçek­lerin rasyonel ifadesi olarak gören iktisadın bu iddiasının geçerli olmadığını ortaya koymak ba­kımından da yararlı olacaktır.

I. KAPİTALİZMDEN ÖNCE: PARA KAZANMA SANATINA KARŞIT OLARAK OİKONOMİA

Bağımsız bir bilgi alanı olarak iktisadın do­ğuşu, ekonomi alanının siyasal – dinsel alandan bağımsızlaşmış bir alan olarak belirdiği kapita­lizmin doğuşu ile örtüşür. Kapitalizm öncesi sı­nıflı toplumlarda iktisadi meseleler üzerine ge­liştirilen düşünceler, kapitalizm öncesi dünyanın yönetim meselelerini ahlaki ve dinsel temelde tartışan metinlerde ele alınmıştır. Kapitalizm ön­cesi dünyada ekonomik ilişkiler, siyasi ve dinsel tahakküm ilişkileri içinde gömülüdür. Toplumsal gelişmenin bu aşamasında; askeri, idari ve dinsel gücü elinde bulunduranlar, bu güçlere dayana­rak doğrudan üreticinin artı ürününe zor yoluyla el koyarlar. Artı ürüne ekonomi dışı yollarla el koyma süreci, doğrudan üreticinin, kişisel olarak yönetici sınıfa bağımlı olmasını beraberinde geti­rir. Bu bağımlılık, doğrudan üreticinin doğrudan mülk edinilmesi [kölecilik] biçiminde olabileceği gibi, daha yaygın olarak, zor yoluyla bir dizi yü­kümlülüğe tabi kılınması biçiminde gerçekleşir. Kapitalizm öncesi dünyada doğrudan üreti­cinin yönetici sınıfa bağımlı hale gelişi zaman­la kurumsallaşmış, sömürü ilişkileri gelenek ve dinin meşrulaştırıcı gücüne dayanarak sürdü­rülmüştür. Yönetici sınıf, Tanrı’nın ya da tanrı­ların yeryüzündeki temsilcisi olma, kahraman­lık, soyluluk, adalet dağıtma vb. kutsal ögelerle egemenliğini meşrulaştırır. Öte yandan, egemen sınıfların artı ürüne üretimin koşullarını de­ğiştirmeden zor yoluyla el koyması, doğrudan üreticilere, üretimin koşulları ve üretim araçları üzerinde belli bir kontrol olanağı sağlar. Köylü ve zanaatkâr, üretimi, kendi üretim araçlarını kulla­narak gerçekleştirir. Ancak kişisel bağımlılıktan ötürü, yönetici sınıfa, artı ürünü ve artı emeğini (angarya) sunmak zorundadır.

Kapitalizm öncesi dünyada, toplumsal üre­tim kullanım değeri temelinde örgütlenir. Kulla­nım değeri insanının doğa üzerindeki değiştirici etkinliğinin en önemli yönünü oluşturan üretim faaliyeti sonucunda elde edilen ürünün [eski Türkçe:mamül, ing. product] ihtiyaçları giderme özelliğine işaret eder. Bir ekmeğin açlığı gider­me özelliği onun kullanım değerini ifade eder. Kullanım değeri, ürünün niteliği ile ilgilidir, yani niteliksel bir kavramdır.

Buna karşılık, ürün üreticinin ihtiyacının öte­sinde üretilip başka ürünlerle değiştirilmek ya da para kazanmak üzere pazara çıktığında, ih­tiyaçları giderme özelliğini ifade eden kullanım değerine yeni bir değer biçimi eklenir. Buna, değişim değeri denilir. Değişim değeri, kullanım değerinin üzerine bir fiyat etiketinin takılmasıyla ortaya çıkar. Fiyat etiketi taşıyan ürüne, kulla­nım değeri için üretilmiş olan üründen farkını ortaya koymak üzere, meta [Arapça, çoğulu emtia, ing. commodity] denilir. Metanın alameti farikası, kullanım değerine ek olarak, değişim değerine sahip olmasıdır. Bu yönüyle, kullanım değeri niteliksel bir kavram iken değişim değeri nicelikseldir.

Kullanım değerinin egemen olduğu toplum­larda üretimin temel amacı, temel ihtiyaçların giderilmesidir. Üretici güçlerin sınırlı gelişimi ko­şullarında, beslenme, barınma, ısınma, giyinme vb. temel ihtiyaçlar, doğrudan üreticiler tarafın­dan ev ekonomisi içinde çözüme kavuşturulur. Üretim sürecinde elde edilen ürünün bir bölü­mü ise, vergi, rant vb. adı altında yönetici sınıfa aktarılır. Bu toplumlarda, piyasa, toplumsal ya­şamda oldukça sınırlı bir rol oynar. Egemen sını­fın lüks ihtiyacı için seferber edilen uzak mesafe ticaret dışında, piyasa çoğunlukla kullanım de­ğerlerinin değiştirilmesine dayalı meta dolaşımı bağlamında söz konusudur. Burada doğrudan üretici pazara, kâr elde etmek üzere değil, satın almak için satmak üzere çıkar. Sözgelimi kasa­bada ayda bir kurulan pazara giden bir çoban, elindeki hayvanı et ihtiyacı olan birisine satıp, elde ettiği para ile çiftçiden kendi ihtiyacı olan ekmeklik buğdayı satın alır. Bu dolaşım Meta-Para-Meta formülüyle ifade edilir.

Kapitalizm öncesi dünyada, lüks mallar dı­şında, şarap, zeytinyağı, sabun, tuz, kereste vb. kimi ürünlerin uzak mesafe ticaretinde uzmanla­şan toplumlara da rastlanır. Örneğin Fenikeliler, Antik Yunan şehir devletleri, Arap-İslam İmpara­torluğu, dönemlerine göre gelişkin bir dış ticaret ağı kurmuştur. Benzer bir şekilde kapitalizmin doğuş sürecinde feodal İspanyol ve Portekiz ve Hollandalı tüccarlar yaygın bir deniz aşırı ticaret ağı oluşturmuştur. Buralarda ticaret, çoğunlukla devletin ve devlet gücüne yaslanan aristokrasi­nin ve tüccarların imtiyazlar ve tekelci düzenle­melerle yürüttüğü tekelci bir faaliyettir. Rekabet, birikim gibi kapitalizme özgü ilkelere tabi değil­dir, bu nedenle mevcut üretim biçimi üzerinde dönüştürücü bir rol oynamaz.

Kapitalizm öncesi dünyada iktisadi mesele­ler, yönetim, ahlak ve din vb. toplumsal sorunla­rı kapsayan bir üst bilim olarak felsefenin içinde, kullanım değerine dayalı toplumsal yapının mu­hafaza edilmesi kaygısıyla ele alınmıştır. Bu kay­gı ekonomi kavramının kökeninde açıkça görü­lür. Ekonomi kavramı, Yunanca oikonomia’dan gelir. Yunanca ev halkı anlamına gelen oikos ve idare anlamına gelen nomos sözcüklerinin birleşmesinden oluşan oikonomia, ev halkının idaresi anlamına gelir.8 Kavramın içeriğini ilk kez tartışmaya açan Aristoteles, oikonomia’nın içeriğini, ticaret ve tefecilik gibi para kazanmaya yönelik faaliyetlerden dikkatli bir şekilde ayırır. Bu faaliyetler için, Thales’in önerdiği, para ka­zanma sanatı anlamına gelen krematistik kav­ramını kullanır. Aristoteles’e göre, köleci Yunan kentinin temel birimi olan ve köleler, kadınlar ile çocuklardan oluşan hanenin, erkek aile rei­si tarafından idaresi anlamına gelen oikonomia doğal bir faaliyeti ifade eder. Buna karşılık, para kazanma sanatı olan krematistik, toplumsal dü­zen üzerinde ve bizzat bu işlerle uğraşanlar üze­rinde yozlaştırıcı etkiler doğuran doğal olmayan bir faaliyettir.

Aristoteles’in oikonomia-krematistik ayrımın­dan hareketle para kazanma sanatını toplumsal düzeni bozucu, yozlaştırıcı bir faaliyet olarak mahkum etmesinin temel nedeni, kapitalizm ön­cesi toplum biçimlerinin ekonomik değil siyasal-dinsel kaynaklı mülkiyete dayalı sömürü ilişkile­ri üzerinde yükselmesidir. Tek tanrılı dinlerdeki faiz yasağı, adil fiyat saplantısı vb. para kazan­ma sanatına dair faaliyetlere konulan sınırlar, temelde, aristokratik toplumun kalıtsal nitelikli hiyerarşik ilişkilerine parasal gücün sızmasını engellemeyi amaçlar. Aynı anlayış, İncil’de “De­venin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği’ne girmesinden daha kolaydır” (Mar­kos, 10:25) ifadesinde yankısı bulur. Ortaçağ Skolastiğinin temel metinleri ve Klasik dönem İslam düşünürleri aynı bakış açısını benimser.

II. KAPİTALİZMİN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ: OİKONOMİA’DAN POLİTİK EKONOMİYE

15. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa feodaliz­minin iç krizinin şiddetlendirdiği sınıf mücade­leleri, kapitalizmin doğuşuyla sonuçlanacak ta­rihsel gelişmeleri harekete geçirdi. Kapitalizmin doğuşu ile egemenliğini ilan edişi arasında uzun bir tarihsel geçiş süreci yaşandı. Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin temel özelliği, kapitalist üretim biçiminin tanımlayıcı özelliği olan ilişkilerin adım adım yerleşmesiydi. Bu ilişkilerin en önemli ayağı, doğrudan üreti­cileri üretim araçlarından kopararak, üretimin koşullarını ve üretim araçlarının mülkiyetini ele geçiren yeni bir sınıfın, burjuvazinin doğuşu ve hayatta kalmak için emek gücünü piyasada satmak dışında bir seçeneği olmayan geniş bir mülksüz emekçiler yığınının ortaya çıkmasıydı. Kapitalizmin oluşumu için:

“..Birbirlerinden tamamıyla farklı iki meta sahibi karşı karşıya gelmeli ve bunlar arasında ilişki kurulmalıdır; bir yanda, sahip bulundukları değerler toplamını başkalarının emek güçlerini satın alarak artırmaya can atan para, üretim ve geçim aracı sahipleri, öte yanda, kendi emek güçlerini satan ve dolayısıyla emek satıcısı olan özgür işçiler yer almalıdır. İşçiler iki anlamda öz­gür olmalıdır; köleler, serfler vb. gibi, doğrudan doğruya üretim araçları arasında yer almamalı, ama bağımsız çalışan çiftçiler vb. gibi de üre­tim araçları kendilerine ait olmamalıdır; bu gibi şeylerden yoksun, serbest ve boş kimseler olma­lıdırlar. Meta piyasasındaki bu kutuplaşma ile birlikte kapitalist üretimin temel koşulları yerine gelmiş olur. Sermaye ilişkisi, işçilerle, emeğin gerçekleşme koşullarını oluşturan mülkiyetin, birbirlerinden ayrılmış olmasını gerektirir. Kapi­talist üretim, kendi ayakları üzerinde durabile­cek hale gelir gelmez, bu ayrılmayı korumakla kalmaz, bunu giderek büyüyen bir ölçekte yeni­den üretir.”9

Kapitalizmi tanımlayan en önemli özellik, toplumsal ilişkilerin değişim değeri temelinde örgütlenmesidir. Kapitalizmin doğuşunu izleyen dönemde, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri önemi ve ağırlığı azalsa da, uzun bir süre var­lığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu süreçte, eski egemen sınıflar, kapitalist gelişmenin feo­dal egemenlik biçimi üzerinde yarattığı tehdide karşı mutlak monarşiler etrafında bir araya gele­rek, feodal sömürüyü merkezi devlet eliyle sür­dürmeye yöneldiler. Birbiri ile rekabet halindeki mutlak monarşiler, yeni ekonomik ve politik koşullarda egemenlik inşası için ateşli silahlarla donatılmış güçlü daimi ordular ve merkezi dev­letin işlerinin yürütülmesi için kalıcı bürokratik organlar oluşturmak zorunluluğu ile karşı kar­şıya geldi. Bu durum, mutlak monarşilerin, gelir kaynağı olarak, gelişen uluslararası ticarete ve sömürgecilikten elde edilecek gelir olanaklarına odaklanmalarına yol açtı. Bu çerçevede Krallık beratlarıyla kurulmuş tekelci dış ticaret şirketleri oluşturdular.

Kapitalist gelişmenin bu erken aşamasında, Antik Yunan’dan bu yana iktisadi meseleleri ta­nımlamak için kullanılan oikonomia kavramın­dan hareketle, yeni koşullara uygun bir kavram olarak ekonomi politik ya da doğru tanımıyla politik ekonomi kavramı üretildi. Bu kavram, genellikle sanıldığının aksine, ekonomi ve poli­tikanın sentezi ya da iktisadi meselelerin politik dolayımlarını değil, doğrudan doğruya devlet idaresini ifade etmekteydi. Yunanca devlet an­lamına gelen “polis” kelimesinden gelen politik, Kralın mülkü ya da evi olarak görülen ülkenin, bu geniş evin reisi olarak Kral tarafından idare edilmesinin bilimi anlamında kullanıldı. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği eserinde politik eko­nomiyi bu çerçevede şöyle tanımlar:

Devlet adamlarının ya da yasa koyucuların biliminin bir alt dalı olan politik ekonominin iki temel amacı vardır: Birincisi halk için bol gelir ya da geçim olanağı sağlamak ya da daha doğru­su halkın kendisi için gelir ya da geçim kaynağı yaratmasına yardımcı olmak; ikincisi ise devlete ya da Commonwealth’a kamu hizmetlerini sağ­lamak için yeterli gelir sağlamak. [yani] politik ekonomi, hem halkın hem de devletin zenginleş­mesini sağlar.

17. Yüzyıldan 18. Yüzyıl ortalarına kadar, po­litik ekonomi başlığı altında, daha ziyade, döne­min iktisadi ortamına uygun olarak dış ticaret sorunları ele alındı. Bu dönemin literatürü, ik­tisadi düşüncede merkantilizm başlığı altında değerlendirilir. Merkantilist literatür, zenginliğin kaynağını üretim sürecinde değil dolaşım süre­cinde görmüş, özel olarak dolaşımın uluslararası ticaret kısmına ve buradan elde edilecek parasal zenginliğe odaklanmıştır. Daha sonraki kuşak­tan iktisatçılar, bu durumu bir kuramsal yanıl­gı olarak yorumlamıştır. Oysa sorun, kuramsal eksiklikten değil, meta üretiminin ekonominin bütününde egemen hale gelmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Marx, “parasal sistem” diye adlandırdığı bu ekolün yandaşlarının “modern dünyanın ilk sözcüleri” olduğunu vurgular. Ona göre, bunlar, sermayenin toplumda giderek bü­yüyen gücüne, ticari sermaye biçimi altında zen­ginliği değerli madenlerle özdeşleştirerek yanıt vermiştir. Marx’a göre, bunlar, burjuva ekonomi politiğin gelişiminin yönünü önceden tasarlayan “değeri bilinmemiş peygamberlerdi. Nitekim 17. Yüzyılın bilim devriminin yarattığı entelektüel ortamın sağladığı itkiyle, parasal sistemin tem­silcileri arasında iktisadi sorunların bilimsel bir temelde ele alınması yolunda önemli adımlar atılmıştır. Sözgelimi, emek-değer kuramını ilk olarak formüle eden bir düşünür olması nede­niyle Marx’ın bilimsel politik ekonominin baş­langıcı olarak gördüğü Sir William Petty, parasal okulun bir temsilcisidir.

17. yüzyıldan itibaren politik ekonominin bi­limsel niteliği iki eksen üzerinde gelişti. Birincisi, piyasadaki fiyatlar sisteminin ve bölüşümün dü­zenleyici ilkesi olarak emek değer teorisi; diğeri ise, iktisadi yeniden üretimin koşullarının araş­tırılması. Bu iki eksen, bilimsel politik ekono­minin daha sonraki gelişiminin bir yol haritası özelliği taşır. İktisadi sorunların bilimsel bir te­melde ele alınması, nesnel koşullardan bağımsız saf bir bilimsel çaba olarak değil, bir yandan ka­pitalist gelişmenin ortaya çıkardığı yeni sorun­ları anlamaya çalışırken, diğer yandan bu geliş­melere yön vermeye çalışan bir etkinlik olarak gelişmiştir. Bu çabalar sonucunda ortaya çıkan etkinlikler, Marx tarafından klasik politik ekono­mi adı verilen bilimsel literatürü doğurmuştur.

Marx, klasik politik ekonominin 17. yüzyılda İn­giltere’de William Petty ile Fransa’da Pierre Bo­isguilbert ile başladığını, 19. yüzyıl başlarında yine bu ülkelerde David Ricardo ve Sismondi ile sona erdiğini söylemiştir. Marx’ın bilimsel politik ekonominin sınır çizgilerini ortaya koyarken dik­kate aldığı temel ölçütler, emek-değer teorisi ve iktisadi yeniden üretimin bilimsel ele alınışıdır. Klasik politik ekonomide emek-değer kuramı, ağırlıklı olarak İngiltere’de geliştirilirken, iktisadi yeniden üretime ilişkin kuramsal yenilikler esas olarak Fransız düşünürlerce hayata geçirilmiştir.

Klasik politik ekonomi geleneği iktisadi haya­tı, kapitalist toplumun üç temel sınıfını oluşturan kapitalistler, işçi sınıfı ve toprak sahipleri arasın­daki ilişkiler temelinde kavrar. Bu üç sınıfın sı­rasıyla kâr, ücret ve rant biçimindeki gelirlerinin nasıl belirlendiğini ve bunlar arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışır. Ancak bunu açıklamaya çalı­şırken, Ricardo örneğinde olduğu gibi, “sınıf çı­karlarının, ücret ile kârın, kâr ile toprak rantının karşıtlığını safça toplumsal bir doğa yasası ka­bul ederek, bu karşıtlığı, bilinçli bir şekilde, araş­tırmalarının hareket noktası haline getirir.10

Marx’a göre, klasik politik ekonominin bi­limsel başarıları, büyük ölçüde burjuvazinin fe­odalizme ve feodalizmin kalıntısı sınıflara karşı verdiği iktidar mücadelesi sırasında, toplumun bütün sınıflarının çıkarlarını sahiplenen ilerici ve eleştirel konumundan kaynaklanır. Özellikle 18. Yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, dinsel dogma­tik düşüncelerin, geleneğin ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin egemen olduğu Ortaçağ dünyasına karşı, üretici güçlerin gelişmesini sağlayarak toplumun maddi gönencini ve entelektüel geli­şimini artıran, bireysel özgürlüğü destekleyen ve sözleşme ilişkileri uyarınca yasal eşitliği güvence altına alan piyasa toplumunu ve onun ilişkileri­ni, insanlığın ilerlemesinin ve uygarlığın temel koşulu olarak görmüştür. Bu bakış açısı, piyasa ilişkilerinin ebedileştirilmesine, piyasa kurum­larının karşı konulmaz doğal düzenin rasyonel biçimi olarak kavranmasına yol açtı. Böylece kapitalizm öncesi bütün tarih, piyasanın doğal düzenine doğru bir ilerleme olarak görüldü ve burjuva toplumunun yasaları insanın üretici etkinliğini düzenleyen ezeli ve ebedi yasalar olarak formüle edildi. Bu çerçevede piyasa iliş­kilerinin rekabetçi yapısının yarattığı bireycilik ve rekabetçilik, insan doğasıyla ilişkilendirildi. 18 yüzyıl başlarında “en büyük sayının en bü­yük mutluluğu” formülüyle ifade edilen ve daha sonradan Jeremy Bentham tarafından geliştirilen faydacı doktrin doğrultusunda, insan davranış­larının, “hazza yönelme-acıdan kaçınma” ilkesi çerçevesinde anlaşılabileceği ileri sürüldü.

Bir bütün olarak klasik politik ekonomi gele­neği, kapitalizme özgü kurumlar ve ilişkileri bir doğa yasası olarak görmesi nedeniyle, kapitaliz­mi tanımlayan başlıca kurumsal özellikleri bi­linçli bir şekilde görmezden geldi. Bu bakış açısı temelinde, sermaye, kapitalist sınıfa kâr getiren ve doğrudan üreticileri kendi gelişimine tabi kı­lan bir toplumsal ilişki olarak değil, evrensel ola­rak geçerli genel bir üretim sürecini gerçekleştir­meye yarayan alet ve makineler olarak görüldü. Benzer bir şekilde, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, evrensel bir mülkiyet tanımı al­tında, bütün farklı mülkiyet biçimlerini kapsaya­cak bir içerikte ele alındı. Bu çerçeve, örneğin bir köylü ekonomisinde küçük üreticinin ailesiy­ le birlikte işlediği toprak üzerindeki mülkiyeti ya da bir avcı toplumunda avcının kullandığı ok ve yay, kapitalist mülkiyetle özdeş olarak ele alındı. Kapitalizmin görünüş özelliklerinden hareketle inşa edilen bu mülkiyet kavrayışı, kapitalizmin meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynadı.

Klasik politik ekonomi geleneği, kapitalist üretim biçiminin ayırt edici özelliklerini ebedi­leştirerek analiz dışına itilince, kaçınılmaz bir şekilde, temel analiz birimi olarak mübadele ya da değiş tokuş ilişkilerine yöneldi. Bu bakış açı­sı, kapitalizmin meşrulaştırılması bakımından oldukça işlevseldi. Çünkü değiş tokuş alanı, öz­gür ve eşit bireyler arasındaki gönüllü, karşılıklı yararı gözeten bir etkinlikti. Bu alanda kalındığı sürece, “eşitliğe dayalı” sonuçlar üretmek kaçı­nılmazdı. Marx, değiş tokuş alanının ürettiği eşit­lik ve özgürlük yanılsamasını şu sözlerle açıklar:

“Sınırları içinde emek gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadele­si alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Bura­da tek sözü geçen, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Arala­rındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine or­tak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşit­lik! Çünkü, birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde ta­sarrufta bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bun­ları bir araya getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel çıkarlarıdır. Ve böylece, herkes kendi çıkarını kolladığından ve kimse başkaları için bir şey yapmadığından, şeylerin önceden kurulmuş uyumunun sonucu olarak ya da her şeye gücü yeten bir Tanrı inayetinin himayesi altında, her­kes, yalnızca, onlara karşılıklı avantaj sağlayan, herkes için yararlı, ortak çıkarlara uygun işler yapar.”11

“Eşitlik” ve “özgürlük” yanılsamasını üreten değişim alanını terk ettiğimiz anda, aynı kişiler farklı kişiliklerle kendini ortaya koyacaktır:

“Bir zamanların para sahibi şimdi kapitalist olarak önden gidiyor, emek gücü sahibi de onun işçisi olarak arkasından yürüyor; birinde anlam yüklü bir bıyık altından gülümseme ve iş yapma hevesi, diğerinde, kendi derisini pazara getirip de bunu yüzdürmekten başka bir şey bekleme­sine imkân olmayan bir kimsenin çekingenlik ve tutukluğu.”12

Klasik politik ekonomi geleneği, burjuva top­lumsal ilişkilerini evrensel olarak geçerli ilan et­mesine karşın, 1830’lara kadar, eski toplumsal yapıya karşı verdiği mücadele içinde burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimi inşa etti. Klasik politik ekono­minin Adam Smith ve David Ricardo gibi kurucu düşünürleri üretici güçlerin gelişmesini ilerleme­nin temel koşulu olarak görmüş ve bütün analiz­lerini, burjuvazinin dar çıkarlarını meşrulaştırma endişesi taşımadan, üretici güçlerin gelişmesi endişesi çerçevesinde kaleme almıştı. Bu tutum, onların, burjuva toplumun ilişkilerini bilimsel bir nesnellik içinde ele almalarını sağladı. Örneğin Ricardo’nun makineleşmenin işçi sınıfının ça­lışan nüfus için bir fazla nüfus ve yoksullaşma tehdidi yarattığını teslim etmesi, Marx’a göre, onun “dürüstlüğünün kanıtı”ydı.13 Marx’a göre, Ricardo, kişilere, partilere ya da sınıflara hatta burjuvazinin kendisine sadakati önemsemeden üretici güçlerin gelişmesine o denli tereddütsüz­ce bağlıydı ki, eğer burjuvazi bu amaçla çatış­maya düşerse, “ona karşı da, başka zamanlarda proletaryaya ve aristokrasiye karşı olduğu kadar acımasızdı.”14

Klasik politik ekonominin sınırlı bilimsel nes­nelliği, burjuvazinin Batı Avrupa’da geleneksel aristokrasiye karşı iktidar mücadelesi başarıya ulaştığı ölçüde gerileme eğilimine girdi. Üretici güçlerin gelişimine safça bağlılık yerini egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazinin dar çıkar­larının meşrulaştırılması kaygısına bıraktı. Ri­cardo’nun 1823’deki ölümünü izleyen dönemde ortaya çıkan politik ekonomi literatürü, giderek bilimsellikten uzaklaşarak, kapitalist sınıfın dar, günlük çıkarlarının savunulmasına yöneldi ve özürcü ve yüzeysel bir akıma dönüştü. Marx bu dönemi şu sözlerle açıklar:

“Fransa ve İngiltere’de burjuvazi, siyasi ik­tidarı ele geçirmişti. O zamandan sonra, sınıf mücadelesi, hem pratikte hem de teoride, gide­rek daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Sınıf mücadelesi bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Şimdi artık şu ya da bu teo­remin doğru olup olmadığı değil, fakat sermaye için yararlı mı yoksa zararlı mı, işini kolaylaştı­rıcı mı yoksa zorlaştırıcı mı, yasalara uygun mu aykırı mı olduğu tartışılıyordu. Çıkar sağlamaya dönük olmayan araştırmaların yerini para kar­şılığı yapılan seyirlik dövüşler, tarafsız bilimsel incelemelerin yerini özürcülüğün (Apologetik) vicdan azabı ve kötü niyeti almıştı.”15

Marx’ın betimlediği bu sürecin temelleri 19. yüzyıl başlarına kadar götürülebilir. Ricar­do’dan önce, Fransa’da J. B. Say, İngiltere’de Thomas Malthus gibi düşünürler Smith’in de­ğerin emek tarafından yaratıldığı yönündeki görüşünü eleştirerek, sermaye ve doğanın da değer yarattığını savunmuş, bu görüşünü te­mellendirmek için üretimin faydayı artıran bir süreç olduğunu ileri sürmüştü. Ricardo’dan sonra gelen John Ramsay McCulloch, Nassau Senior, John Stuart Mill gibi yazarlar, Ricar­do’nun değer çözümlemesindeki eksiklikleri, sübjektif bir değer çözümlemesine yönelmenin gerekçesi olarak kullandılar. Örneğin Ricar­do’nun ölümünü izleyen dönemde, onun sadık bir izleyicisi olarak öne çıkan McCulloch, Ri­cardo’nun reel maliyetler (emek değer) ile üc­retler, ücretlerle piyasa değerleri arasında bir özdeşlik olduğu yönündeki görüşünü savun­mak adına, emek değer kuramına psikolojik unsurları da eklemişti. Böylece, reel maliyetin, belli bir malın üretiminden dolayı katlanılması gereken zahmet ve eziyeti de içine alan psikolo­jik, sübjektif bir kavram haline gelmesinin önü açıldı. Ancak bu konuda asıl adımı atan İngiliz iktisatçı Nassau Senior oldu. Oxford Üniversi­tesinde Politik Ekonomi profesörü olan Senior, 1836 yılında fabrikalardaki çalışma koşullarını düzenlemek için çıkarılan Fabrika Yasası’na (Factory Act) ve giderek yükselen 10 saatlik işgünü taleplerine karşı çıkan Manchesterli sanayicilerin danışmanı olarak sahneye çıktı. Senior, kârı, sermayenin zenginliğini hemen tüketmek yerine yatırıma yönelterek katlandı­ğı fedakarlığın bir karşılığı olarak ele aldı. Ve bu karşılığa “feragat” adını verdi. Böylece kâr, tıpkı ücret gibi, bir reel maliyet kategorisi hali­ne geliyordu. Senior’un feragat kavramı, mar­jinalist iktisatta alternatif maliyet ya da fırsat maliyeti olarak ifade edilen kavrama benzer

bir içeriğe sahiptir. Ve kapitalistin kâr biçimin­de el koyduğu artığın, sermayesini başka bir kullanım alanına yatırmayarak yapmış olduğu fedakarlığın ödülü olarak, bir maliyet unsuru olmaktadır. Böylece, reel maliyet, emek ve feragatın toplamından meydana gelmekte, pa­rasal maliyet ise, ücret ve kâr toplamına, bu da fiyata eşit olmaktadır. Dolayısıyla sistemde herhangi bir artık söz konusu olmadığı gibi, Ricardo’nun emek değer kuramından mantık­sal olarak çıkarsanabilecek sömürü kavramı da ortadan kalkmaktadır. Sonuç olarak, bu kuramdan, marjinalizme geçmek için atılacak yalnızca bir adım kalmaktadır: Söz konusu yaklaşıma matematiksel bir kesinlik getirmek.

III. SERBEST REKABETÇİ KAPİTALİZMDEN TEKELCİ KAPİTALİZME, POLİTİK EKONOMİDEN İKTİSADA

Ricardo sonrasında klasik politik ekonomi yüzeysel ve özürcü bir bilime dönüşmesine kar­şın, son tahlilde farklı toplumsal sınıflar ve onla­rın gelir kategorileri ekseninde tanımlanmış bir iktisadi /toplumsal çerçeveye dayanıyordu. Sınıf yapıları ve sınıf gelirlerini eksen alan bir teorik model, kâr ve rant gibi mülk gelirlerini meşru­laştırmak için ne denli akıl almaz teorik manev­ralar yapılırsa yapılsın, iktisadi tartışmaları sınıf mücadelesinin dolaysız hedefi haline getiriyor­du. Klasik politik ekonominin dayandığı teorik model, kapitalizmin serbest rekabet temelinde geliştiği sanayi kapitalizminin ihtiyaçları çerçe­vesinde oluşturulmuştu. Bu modelin emek değer teorisini eksen almasının nedeni, iktisadi artığın önemli bir bölümüne el koyan aristokrasiye kar­şı iktidar mücadelesi veren burjuvazinin, serma­ye sahipliğinden kaynaklanan kârının, üretim sürecine doğrudan nezaret ederken sarf ettiği emeğin karşılığı olarak algılanmasıydı. Emek de­ğer teorisi, sanayi devrimi öncesinde geçerli üre­tim örgütlenmesi olan manüfaktür döneminde oluşturulmuştu. Manüfaktür patronu ve sanayi devriminin ilk döneminin fabrikatörleri üretim sürecinde yönetici olarak doğrudan yer alıyor­lardı. Dolayısıyla emek değer teorisi, mantıksal sonuçları bakımından herhangi bir rahatsızlık yaratmıyordu.

Ancak 1830’lardan başlayarak sermayenin yapısı önemli bir dönüşüme uğradı. Özellikle 1850’lerden sonra sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimi dev anonim şirketler ve güç­lü finans kapital gruplarının egemen olduğu yeni bir iktisadi ortam yarattı. Üretimin artan toplum­sallaşmasının ifadesi olan dev şirketler, profes­yonel yöneticiler eliyle, rasyonel yönetim ilkeleri çerçevesinde yönetilmeye başladı. Bu gelişmeler kapitalizmin serbest rekabetçi aşamadan tekelci kapitalizme geçişinin ifadesiydi. Bu yeni koşullar­da kapitalistin geliri, geçmişte topraklı aristokrasi­nin rant gelirine benzer bir görünüm aldı. İşlerini profesyonel yöneticilere bırakıp çalışmadan ya­şayan, aristokrasiye özgü gösterişli yaşam tarzını taklit eden, hayatını hisse senedi, tahviller üzerine spekülasyon yaparak geçiren kapitalist sınıfın kâ­rının, bugünkü, tüketimden feragat, üretim süreci­nin organizasyonunda rol alma vb. argümanlarla savunulması mümkün değildi.

Aynı tarihsel süreçte Fransa’da sınıf müca­delelerine karşı toplumsal sorunların doğa ya­salarına benzer bir şekilde ele alınmasını salık veren ve modern devletin idari ve sosyal işlev­lerini yerine getirecek pratik bilgi üretim süreç­lerine odaklanan pozitivizmin artan etkisi, ikti­sadın aynı çerçevede dönüştürülmesi yolundaki girişimlere hız kazandırdı. Yukarıda değinilen tarihsel dönüşümler ve yükselen pozitivizmin egemen olduğu düşünsel ortamın etkisiyle poli­tik ekonominin yeni bir temelde ele alınması için koşullar olgunlaşmıştı.

İktisadın sınıf mücadelesinin terimlerinden arındırılması arayışıyla bağlantılı olarak, 1870’li yıllarda, İngiltere, Avusturya ve Lozan’da, sırasıy­la William Stanley Jevons, Carl Menger ve Leon Walras’ın neredeyse eşzamanlı olarak yayınla­dığı eserler, o döneme değin politik ekonomi adıyla anılan bilim dalının, yöntem, kapsam ve içeriğinde kökten bir kopuşa işaret ediyordu. Bu düşünürlerin ortak noktası, analiz yöntemi ola­rak, marjinal fayda kavramından hareket etme­leriydi. Bu nedenle oluşturdukları iktisadi kura­ma marjinalizm denildi. Bu okul, klasik politik ekonominin emek değer teorisi ve objektif ma­liyeti esas alan çerçevesini tümüyle terk ederek, değerin subjektif bir öge olan kullanım değerine göre tanımlandığı yeni bir iktisadi anlayışın te­melini attı. Bu çerçevede tutarlı bir teorik model oluşturabilmek üzere marjinal fayda analizini geliştirdi. Bu analizi matematiksel bir araç olan diferansiyel kalkülüsü kullanarak gerçekleştirdi.

Marjinalizmin kurucularından W.S. Jevons, il­ginç ama manidar bir tarihsel rastlantıyla elyaz­malarını Paris Komünü’nün yenilgiye uğradığı gün matbaaya teslim ettiği The Theory of Poli­tical Economy adlı eserinde şunları söylüyordu:

“Bu çalışmada Ekonomiyi Haz ve acının kal­külüsü olarak inceledim. Geçmişteki görüşler­den neredeyse tümüyle bağımsız olarak, bana göre bilimin nihai olarak alması gereken biçimi ortaya koymaya çalıştım.

“… Bu eserde ortaya konulan teori fayda ve öz-çıkarın mekaniği olarak tanımlanabilir.

“… Açıktır ki İktisat (Economics), eğer tam manasıyla bir bilim olacaksa, matematiksel bir bilim olmalıdır.”

İktisadın kapsam ve yönteminde yaşanan bu dönüşüm, söz konusu bilim dalının adında da bir değişimi beraberinde getirdi. Politik ekonomi yerine iktisat [economics] terimi kullanılmaya başlandı. Politik ekonomi adlandırması, içeriği konusunda yaklaşım farklılıkları olmasına kar­şın, toplumsal sınıf gerçeğini temel alıyordu. Economics adlandırması ise, bunun yerine, bi­rer haz makinası olarak tasarlanan ve rasyonel oldukları varsayılan bireylerin çıkarlarını maksi­mize etmeye çalışmalarını temel alan bir “özel çıkar mekaniği”ni iktisadi incelemenin temeli olarak görüyordu.

Marjinalist iktisat ya da bu akımı benimse­yenlerin deyimiyle modern iktisat, ortaya çıkı­şında, kendisini farklı toplumsal tasarımlar ara­sında kayıtsız ya da nötr bir bilim olarak sundu. Bu okulun öncü isimlerinden Leon Walras’ın temel eseri, Saf İktisadın Ögeleri başlığını taşı­maktadır. Marjinalist iktisatçılar, çözümlemele­rinde mekanik biliminden devraldıkları kavram­ları kullanarak, matematiksel kesinliğe dayalı evrensel bir iktisadi çözümlemenin inşa edile­bileceğini ileri sürdüler. Evrensel olarak geçerli bir mekanik bilim inşa edebilmek için, üretim ve değişim sürecinde insanlar arasında kurulan ilişkilerin, kurumların analizin dışına itilmesi ge­rekiyordu. Marjinalizmin kurucuları, bu ögeleri normatif alana ait ilan ederek, fayda ve özel çı­kar ilkesi temelinde, metaların mübadelesi sü­recinin çözümlenmesine dayalı pozitif (müspet) iktisadı oluşturduklarını iddia ettiler. Böylece, insan doğasına ilişkin faydacı varsayımlara da­yalı mübadele çözümlemesini, 19. yüzyılın kaba pozitivizminin araçlarını kullanarak evrensel ve doğal gerçeklere dönüştürdüler.

Marjinalistlere göre, iktisadın amacı ekono­mideki kaynakların etkin tahsisini sağlamaktır. Bu amaca yakından bakıldığında, en özet haliy­le, etkin kaynak tahsisi sorununun, rasyonel ve kazancının azamileştirme peşindeki tekil karar birimlerinin, kendi çıkarları doğrultusundaki bağımsız davranışlarının sonucunda çözüme kavuşturulduğu görülür. Modeldeki en önemli varsayım, piyasa mekanizmasını işleyişi önünde hiçbir engelin bulunmamasıdır. Mülkiyet güven­cesi, girişim özgürlüğü veri koşulları oluşturur. Bunlara modeli tanımlayan tam rekabet [türdeş bir mal üreten çok sayıda firma ve bu malı talep eden çok sayıda alıcı, rekabet sonucu oluşmuş veri fiyat üzerinden gerçekleşen piyasa mübade­lesi] ve tam bilgi gibi gerçekçi olmayan bir dizi varsayım eşlik eder. Bu varsayımlar temelinde ekonomide, tüketime ve üretime yönelik karar­ları alan iki temel karar birimi tanımlanır; Tüke­tim kararını veren birim olarak HANEHALKLARI, üretim kararını alan birimler olarak FİRMALAR.

Modelde hanehalkları, firmalar tarafından üretilen mal ve hizmetleri talep eder. Bu mal ve hizmetlere yönelik talep, insanlarla metalar arasındaki psikolojik bir ilişki sonucunda şe­killenir. Hanehalkı belirli bir gelir kısıtı altında faydasını azamileştirecek bir mal ve hizmetleri bileşimini talep eder. Bu azamileştirme etkinliği bir seçim sürecidir. Tüketiciler metalar ve onla­rın kendilerine sağlayacağı fayda düzeyleri hak­kında ansiklopedik bilgiye sahiptir. Tüketicilerin kendilerine en yüksek faydayı sağlayan mal bile­şimini, malların son biriminin kendilerine sağla­yacağı faydanın fiyatlara oranını eşitleyerek elde ederler. Buradan tüketicinin bireysel talep eğrisi elde edilir. Bütün tüketicilerin talep eğrileri top­lulaştırılarak toplam talep eğrisi elde edilir. Tü­keticilerin metaları talep edebilmek için gerekli satın alma gücünün kaynağı, sahip oldukları işgücü, sermaye ve doğal kaynakların firmalara satışından elde ettikleri gelirdir. Dikkat edilirse, burada tüketici olarak, işçi de, kapitalist de aynı konumdadır. Her biri mülkiyetine sahip olduğu şeyi satar: İşçi emek gücünü, kapitalist serma­yesini. Herkes mülk sahibidir ve eşittir. Model aracılığıyla sınıflar, iktisadi hayattan kovulur ve sınıfsız topluma geçilir!

Marjinalist analizde, üretimden sorumlu so­yut karar birimi olan firmalar, tıpkı hanehalkı sektörü gibi belli kısıtlar altında azamileştirme yapar. Firmalar hanehalkı sektöründen satın al­dıkları üretim faktörlerini, en etkin bir şekilde kullanarak, kârlarını azamileştirmeye çalışırlar. Burada üretim, her türlü toplumsal ve kurumsal özelliğinden soyutlanmış, girdilerle çıktılar ara­sındaki teknik bir ilişki olarak kurgulanmıştır. Piyasa rekabetçi olduğu için firmalar piyasa fi­yatını veri almak zorunda olduğundan, kârı aza­mileştirmenin yolu maliyeti asgariye indirmektir. Firmalar, üretimin teknik koşullarının bilgisi çer­çevesinde davranarak arz eğrisini oluştururlar. Bireysel firmaların arz eğrileri toplulaştırılarak bütüncül arz eğrisi elde edilir. Yinelersek, mo­delde hanehalkları ve firmaların davranışları öz­deştir. Her iki karar birimi de belli kısıtlar altında azami kazanç [fayda ve kâr] elde edecek rasyo­nel bir seçim sürecini hayata geçirmektedir.

Hanehalkı ve firmaların rasyonel seçimleri sonucunda elde edilen arz ve talep eğrileri, ilgi­li malın piyasada hangi miktarda üretilip hangi fiyattan satılacağını belirler. Teknik olarak arz ve talep eğrilerinin kesiştiği noktada denge fiyat miktar bileşimi saptanmış olur. Burada belli bir mal için ortaya konulan mekanizma, ekonomi­deki bütün metalar için geçerlidir.

Marjinalist analizde, yalnızca nihai tüketim mallarının değil, emek gücünün ve sermayenin fiyatı da aynı davranışsal prosedür aracılığıyla saptanır. Üretim sürecinin teknik ifadesi olan üretim fonksiyonunda, emek ve sermayenin marjinal fiziksel katkılarının hesaplanması yo­luyla ücret ve kâr oranları belirlenmektedir. Mar­jinalist bölüşüm kuramına göre, her bir üretim faktörü, nihai ürüne fiziksel katkısının karşılığını almaktadır. Burada, emek faktörü fiilen üretim sürecinde yer alırken, geçmiş emeğin ürünü olan sermayenin yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet nedeniyle pay aldığı görmezden gelinmekte, sermayenin payı, sermayenin verim­liliğinin sonucu olarak haklılaştırılmaktadır. Esa­sen, marjinalist bölüşüm kuramı içsel açıdan da tutarsız bir kuramdır. 1960’lı yıllarda Cambridge Sermaye Tartışması adı verilen ünlü tartışmada, bu tutarsızlık, bir grup eleştirel iktisatçı tarafın­dan açık bir şekilde ortaya konulmuş, ancak yerleşik iktisat geleneği, bu tartışma hiç yaşan­mamış gibi aynı kurama bağlı kalmaya devam etmiştir.

Görüldüğü gibi, marjinalist iktisatta, meta­larla insanlar arasındaki psikolojik ilişki olarak tüketim ve bir teknik süreç olarak üretim karar­ları, rasyonel bir seçim süreci sonunda iktisadi meseleyi çözüme kavuşturmaktadır. Marjinaliz­min iktisatta egemen hale gelmesiyle birlikte, bu dar çerçeve geniş bir iktisadi sorunlar alanına uygulanmış, günümüze kadar uzanan iktisat lite­ratürü oluşmuştur. 1870’lerden günümüze, teori, 1929 krizi sonrası Keynes’in gerçekleştirdiği gibi, kimi dönüm noktalarında önemli revizyonlara uğramış olsa da, bu teorinin omurgasında her­hangi bir değişiklik olmamıştır. Tersine, piyasa tahakkümünün tüm insanlığı tarihte eşi benze­ri görülmemiş düzeyde kuşattığı son dönemde, rasyonel seçim kuramı olarak, bütün insan de­neyimini kucaklayan bir genel bilime dönüştü­rülmeye çalışılmaktadır. Son dönemin popüler bir ders kitabında benimsenen iktisat tanımı bu eğilimi ifade etmektedir: Sonuç olarak, iktisadın örgütlü gücü ka­pitalizmin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. İktisat, özellikle 20. yüz­yılın ikinci yarısından itibaren giderek artan ölçüde profesyonel iktisatçıların bile takip et­mekte matematiksel yöntemlere dayanmaya başlamıştır. Mesleğin önde gelen temsilcileri tarafından bile eleştirilen ve iktisat öğrenci­lerinin temel şikayet noktasını oluşturan bu eğilim, gerçekçi olmayan varsayımlar teme­linde, kapitalist gerçekliği çelişkisiz, uyumlu ve adil bir şekilde resmetmeye yaramaktadır.

İktisadın eleştirisinin çıkış noktası, var­sayımlarının gerçekçi olup olmaması, ya da yoğun matematik kullanması değil, bu iktisat anlayışının maddi gerçekliği ele alış biçiminin hangi toplumsal sınıfın çıkarlarına hizmet etti­ğini ortaya çıkarmak olmalıdır. Bu çerçevede, Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin yeniden canlanması büyük bir önem taşımaktadır. Politik ekonominin eleştirisi, bugün emekten yana birçok iktisatçının yöneldiği iktisadın gerçekçi bir temelde yeniden inşa edilmesi arayışından ziyade gerçek hayatın eleştirisine, yani kapitalizmin eleştirisine dayanmalıdır.

Üniversitenin dönüşümü ve mücadelenin dinamikleri

Kapitalizmin son 30-40 yıllık dönemine, yaşamın her alanında sermayenin tahakkümünü derinleştiren bir yeniden yapılanma süreci damgasını vurdu. Eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten, çalışma koşullarına uzanan birçok alanda, sermaye, emekçiler aleyhine önemli mevziler elde etti. Üniversiteler de, bu yönelimin etkisini en fazla hissettirdiği alanların başında geliyor. Üniversitelerde yaşanan dönüşümün temel ayaklarını, eğitimin ticarileşmesi, bilim insanlarının güvencesiz ve performansa dayalı istihdamı, üniversitede yürütülen eğitim ve araştırma faaliyetlerinin içeriğinin piyasanın doğrudan talepleriyle uyumlu hale getirilmesi ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da üniversitenin bizzat kendisinin şirketleşmesi, yani “Üniversite A.Ş.”ye dönüşmesi oluşturuyor . Bu yeni durum kimi yorumcularca, “akademik kapitalizm”e geçiş diye adlandırıldı. Yani üniversiteler, işçisi, patronu, üretilen metası ve rekabetçi pazar koşullarıyla kapsamlı kapitalist dönüşümün alanı haline geldi.
Benzer süreçlere tanık olan Türkiye üniversitelerinde yaşananları, 2008 yılında Gümüldür Forumu’nda bir araya gelen bilim insanları şöyle özetliyorlardı: Üniversiteler vakıfları, şirketleri, taşeronları, teknoparkları, döner sermaye uygulamaları, alışveriş merkezleri ile birer işletmeye dönüştü ve diploma ve unvan dağıtan ve işgücü piyasasını besleyen bir kuruma indirgendi. Üniversitelerin kâr ve verimlilik ölçütlerine göre işlemeye başlamasına yol açan bu değişiklikler, üniversite yönetimlerinde iş dünyası pratiklerinin benimsenmesine, iş çevrelerinin üniversite yönetimleri üzerindeki nüfuzunun artmasına neden oldu. Böylece, üniversitelerde eleştirel aklın yerine faydacı akıl egemen hale geldi. Bu çerçevede akademik üretim süreci, meta üretimine dönüştü ve metalaştırılamayan araştırma faaliyetleri önemli zorluklarla yüz yüze kaldı. Ekonomik faydası olmayan, piyasa için önemsiz bulunan bilim dalları geri plana itildi ve tekno-bilim egemen hale geldi .
Burada dile getirilen gelişmelerin henüz tüm üniversitelere ve üniversiteler içindeki farklı bilim alanlarına aynı biçimde ve yoğunlukta nüfuz etmediği söylenebilir. Ancak şimdilik pratik nedenlerle rafa kaldırılmış görünen ama en kısa zamanda aynı içerikle gündeme gelmesi beklenen yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın öngördüğü düzenlemelerle üniversitedeki piyasacı dönüşümün tamamlanması hedefleniyor.
Buraya kadar anlatılanlar, sermayenin ve hükümetlerinin bir bölümünü gerçekleştirdiği, bir bölümünü gerçekleştirmek üzere gündeme aldığı gelişmeleri özetliyor. Peki, bu süreç gerçekten sermayenin öngördüğü şekilde mi gerçekleşecek? Öğretim elemanı, öğrencisi ve idari çalışanıyla üniversitenin asli bileşenleri bu dönüşüm sürecine rıza gösterecekler mi? Bir başka stratejik soru ise şu: Bu gelişmeler emekçileri neden ilgilendiriyor; emekçiler neden üniversite sorunu ile yakından ilgilenmek zorundalar?
Bu son soruya aşağıda döneceğiz. İlk sorudan başlayalım. “Üniversite reformu” adı altında gündeme gelen sermaye projesine karşı, üniversite bileşenlerinin güçlü bir tepkisinden söz etmek şimdilik olanaklı değil. Yasa tasarısı gündeme geldiğinde harekete geçen kesimler, belli başlı merkez üniversitelerde genellikle sosyal bilimler alanında çalışan emekten ve bilimden yana az sayıda öğretim elemanı ile şimdilik geniş öğrenci yığınlarını kucaklamaktan uzak görünen çeşitli öğrenci gençlik örgütleri oldu. Üniversitelerde örgütlü sendikalardan Eğitim-Sen bu sürece karşı net bir tutum almasına rağmen, burada ayrıntısına giremeyeceğimiz –sendikal hareketin genel sorunlarından bağımsız olmayan– bir dizi sorun nedeniyle, mücadeleye öncülük eden ve onu kitleselleştiren bir odak haline gelemedi. Bu sürecin, üniversite öğretim elemanları cephesinden altı çizilmesi gereken en önemli kazanımlarından birisi, Türkiye’nin birçok üniversitesinden çok sayıda öğretim elemanının “Akademi Susmayacak Platformu” etrafında bir araya gelmesi oldu. Bu platform, üniversitede faaliyet gösteren çok sayıda dernek, platform ve üniversite mücadelesinin potansiyel dinamik unsurları olan Eğitim-Sen Üniversite Şubeleriyle bir araya gelerek, akademideki hak ihlallerini ve bilime yönelik saldırıları yakından izlemek ve ortak bir tepki örgütlemek üzere “Üniversite Dayanışma Platformu”nun oluşmasına öncülük etti. Özetle, özgür bilim ve demokratik üniversite mücadelesi, eksik ve zaaflarıyla da olsa, bir toparlanma eğilimi içinde görünüyor. Bu yazıda üniversite mücadelesinin düşünsel ve pratik dayanaklarını açıklığa kavuşturmak üzere bazı temel noktalara değinmeye çalışacağız. Bu çerçevede öncelikle, üniversitelerde yaşanan dönüşümün ortaya çıkardığı handikapları ve yeni imkanları daha iyi değerlendirebilmek için üniversite kurumunun tarihsel biçimlenişine göz atacağız. Burada Osmanlı-Cumhuriyet dönemi üniversite tarihi yerine Batı üniversitelerinin tarihini temel aldık. Bunun nedeni, bugün Türkiye’de tartıştığımız sorunların Batı üniversitelerindeki dönüşüm sürecinin birebir yansıması olması, üniversitelerdeki dönüşüm sürecinin Batı’daki eğilimler temelinde kurgulanmasıdır. Başka bir ifadeyle, Türkiye üniversitelerinin karşı karşıya olduğu değişim süreci, yerel siyasal-kurumsal özgünlüklerine rağmen, sermayenin evrensel mantığının ürünüdür.

ÜNİVERSİTENİN TARİHSEL BİÇİMLENİŞİ
Üniversitenin tarihsel biçimlenişine dair bir tartışmadan önce, üniversitenin öteden beri bilim yapmanın tek kurumsal zemini olduğu kabulünün sorgulanması gerekiyor. Bu sorgulama, kapitalist sosyo-ekonomik formasyonda üniversitenin rolünü doğru saptamak ve üniversitelerdeki üretilecek bilimin nesnel burjuva sınırlarının farkında olmak bakımından büyük bir önem taşıyor. Bu tartışma, üniversitede yaşanan dönüşümün karakterini anlamak, yaşanan dönüşüme karşı mücadelenin ana çerçevesini oluşturmak açısından da zorunlu görünüyor.
İnsanlık, akla dayalı bilimsel düşünce ile Antik Yunan uygarlığı ile tanıştı. Ancak Antik Yunan uygarlığı, köleci sınıf karakteri nedeniyle bilimi taşıdığı sınırların ötesine götürecek dinamikten yoksundu. Yunan biliminin en yetkin biçimini Aristoteles’de alan metodolojik yaklaşımı ve onun insan bilgisinin tümünü içerdiği iddiasındaki incelemeleri, Ortaçağlar boyunca dinsel metinlerle birlikte bilimin temel referansı oldu ve bilimsel gelişmenin önünde bir engel oluşturdu. Ortaçağlar boyunca bilim, dinsel otorite ile bütünleşmiş olan egemen sınıfın ihtiyaç duyduğu dinsel-laik yöneticileri yetiştirmek için oluşturduğu kilise okullarında ve medreselerde icra edildi. Doğuda ve Batıdaki müfredat, yaklaşık olarak Antik Yunan’daki müfredatı temel alıyordu. Buna göre, Antik Yunan’da kamusal yaşama katılmak için her özgür yurttaşın bilmesi gereken retorik, dilbilgisi ve mantık bilimleri (trivium: üçlü) ve matematik, geometri, müzik ve astronomi (quadrivium: dörtlü) özgür bilimler (liberal arts) adı altında Ortaçağ kilise okullarında temel müfredatı oluşturdu. Bu bilimler, her ne kadar ilahiyatın etkisi altında ele alınsalar da, laik bir ton da taşıyorlardı. Ancak, kilise okulları, kapitalizmin doğuşuyla birlikte, maddi dünyanın ve toplumun seküler bir şekilde ele alınmasına yönelik yeni entelektüel eğilim karşısında genellikle tutucu bir rol oynadılar. Ortaçağ sonları ile 19. yüzyıl arasındaki mutlak monarşiler dönemi burjuva üniversitesinin kuruluş sancıları içinde geçti. Bu nedenle bilim devriminin öncü düşünürleri, dönemin üniversiteleri ile bağlantıları olmasına karşın, çalışmalarını büyük ölçüde üniversite dışında ve üniversitelere rağmen gerçekleştirdiler ve yükselen burjuvazinin ve yeni gelişmelere ayak uydurabilen aristokrasinin himayesi altına girerek, çalışmalarını görece özgür koşullarda sürdürebildiler. Doğa bilimleri ve felsefede en önemli gelişmeler, üniversite dışında, burjuvazinin ve yeniliklere ayak uyduran aristokrasinin desteklediği entelektüel kulüpler, bilim dernekleri aracılığıyla hayata geçirildi.
Özetle Ortaçağ üniversitesi, formel kuralları, iç örgütlenmesi vb. bakımından yerleşik düzenin entelektüel yeniden üretimini sağlamak üzere örgütlendiği için tutucu bir kurum olarak şekillendi. Ortaçağ üniversiteleri, salt gerçek arayışı peşinde koşan, eleştirel aklın yön verdiği bir kurum değil, yerleşik düzeni korumaya çalışan bir ideolojik aygıt olarak işlev gördüler. Ancak, yerine getirdikleri işlevin özgül niteliğinden ötürü görece özerk bir işleyişe sahip oldular. Ne var ki, bu özerklik, bilimin özgürce geliştirilmesi kaygısından çok egemen sınıfın mensupları olan üniversite profesörlerinin ve öğrencilerinin ayrıcalıklı statülerini korumak için savunuluyordu. Aşağıda tartışacağımız gibi, bu özellikler büyük ölçüde modern üniversite bakımından da geçerlidir.
Bugün tartıştığımız anlamıyla, modern üniversitenin tarihi, ortaçağdaki kilise okullarıyla değil, 19. yüzyılda başlıyor. Modern üniversite, 19. yüzyılda ortaya çıkan burjuva-ulus devletlerin, bürokrasiden eğitime, sağlıktan ekonomiye birçok alanda ihtiyaç duyduğu eğitimli profesyonelleri yetiştirmek için oluşturduğu bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. İlk modern üniversiteler, sanayi devrimini izleyen dönemde Kıta Avrupası ülkelerinde, İngiliz sanayisinin güçlü rekabetini bilime dayalı yeni teknolojilerle aşma çabasının yön verdiği bilimsel kurumlar olarak şekillendi. Bu tür üniversitelerin en önde gelen örneği, Alman doğa bilimci ve coğrafyacı Alexander Von Humboldt ve kardeşi Wilhelm Humboldt’un kurduğu Humboldt Üniversitesi’ydi. Bu model, araştırma ve eğitimin birliğini temel alıyordu ve Alman sanayileşmesinin ihtiyaç duyduğu araştırma altyapısının hazırlanmasında büyük bir rol oynadı. Bununla birlikte, üniversite, kapitalist modernleşme sürecinde ulus devletin pratik siyasal ihtiyaçları doğrultusunda bir ideolojik aygıt olarak da büyük bir önem taşıyordu. Napoléon Bonaparte, 1805 yılında yeniden yapılandırılan École Polytechnique’in temel düsturunu “Ulus, Bilim ve Saygınlık İçin” diye saptamıştı. Yani üniversite, bir yandan hukuk, mühendislik vb. alanlarda uzman profesyoneller yetiştirirken, aynı zamanda burjuva sınıf egemenliğinin yeniden üretimi için “iyi yurttaşlar” da yetiştirecekti. 19. yüzyıldan itibaren üniversiteler, burjuva devletlerin rasyonel planlamaya dayalı bürokratik mekanizmasının inşası, bürokrasiye eleman yetiştirilmesi, ulus devletin yine ideolojik gerekçelerle önem verdiği eğitim alanında gerekli öğretmenlerin yetiştirilmesi, burjuva ulusal kimliğin kurucu unsurları olan tarih, edebiyat gibi alanlarda araştırmalar yapılması gibi birçok işlevi yerine getirdiler. 19. yüzyıl Avrupa üniversiteleri, sanayileşme, modernleşme ve ulus inşası süreçlerinin planlanmasında devletin yakın nezareti altında çalıştılar .
Modern üniversitenin kuruluşuyla birlikte, bilimsel çalışmalar büyük ölçüde üniversite kurumunun tekeli altına girdi. Kapitalizmin maddi üretim güçlerinin gelişmelerinin önündeki feodal engelleri kaldırmasının ardından, rekabet ve pazar arayışının biçimlendirdiği güçlü dürtü, doğa bilimleri alanında karmaşık ve pahalı araştırmaların-deneylerin hayata geçirilmesini teşvik etti. Üniversiteler, sermayenin uzun dönemli kâr ufkunun yön verdiği kapsamlı araştırmalara ev sahipliği yapmaya başladı. Üniversitenin bilim üzerindeki tekeli doğa bilimleri ile sınırlı kalmadı. Toplumsal bilimler alanı da, burjuva egemenliğinin giderek karmaşıklaşan ideolojik aygıtlara duyduğu ihtiyaç nedeniyle, üniversitenin inceleme alanı haline geldi. Burjuvazi, 19. yüzyılın güçlü işçi hareketlerinin yarattığı tehdide toplumsal bilimlerde “pozitivizm”i egemen kılarak yanıt verdi. Pozitivist yaklaşım, toplumsal bilimlerin doğa bilimlerindeki prosedürlerle ele alınmasını sağlayarak, toplumun bilgisinin, bütünsellikten yoksun, teknik ve ampirik bir biçimde ele alınmasına yol verdi. Toplumsal bilimler, kompartımanlaştırılarak, araştırmacıları gerçeğin bilgisine yabancılaştıran ve onları dar görüşlü bir uzmanlaşmaya mahkum eden bir alan haline getirildi.
Kapitalist üniversite, temelde burjuva toplumsal ilişkileri yeniden üretme işlevi üstlenmesine rağmen, üstlendiği işlevin özgül karakterinden ve bilim üretiminin kendine özgü gereklerinden ötürü belirli bir özerkliğe sahip oldu. Üniversite özerkliği, büyük ölçüde Ortaçağların lonca sisteminden miras kalan kurumsal geleneklerin sürdürülmesiyle güvence altına alınmaya çalışıldı. Bu biçimsel özerklik ve güç odaklarından eleştirel bir etkinlik olarak bilim yapma iddiasının yön verdiği akademik ortam, toplumdaki sınıf çatışmalarının ideolojik etkilerinin şu ya da bu ölçüde üniversite içine yansımasına yol açtı. 20. yüzyıl ortalarına kadar, burjuva üniversitesi, devraldığı seçkinci kadro politikası sayesinde bu etkilerden korunmaya çalıştı. Bu çerçevede üniversiteler, kendi içinde kapalı devre işleyen ve genellikle üst sınıflara dayanan bir istihdam politikası izlediler. Bu modelin modern dünyadaki en önemli istisnası Amerikan üniversiteleriydi. ABD üniversitelerinin kurumsallaşması ve yaygınlaşması, Amerikan İç Savaşını (1861-1865) izleyen dönemde ulusal birliğin sağlanmasına ve hızla güçlü bir endüstriyel altyapının kurulmasına öncülük eden güçlü sınai ve mali tekellerin inisiyatifi altında gerçekleşti. 19. yüzyıl sonlarından itibaren açılan çok sayıda üniversite, gelişen iktisadi yapının ihtiyaç duyduğu teknik ve idari kadroların yetiştirilmesi hedefine dönük olarak yapılandırıldı. Bu durum, ABD üniversitelerinin çok erken dönemde iş dünyası ile bütünleşmesine yol açtı . ABD üniversitelerindeki istihdam yapısı, başından beri lisansüstü eğitim süresince araştırma ve ders asistanlığı yapan genç bilim insanlarının süreli istihdamına dayandırıldı. Bu asistanların çok azı kalıcı kadrolara geçebiliyordu .
II. Dünya Savaşı’nın ardından eğitimin sınıf mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımlarla birlikte demokratikleşmesi, yani alt sınıflardan gelenlere de açılması, üniversite eğitimine yönelik talepte büyük bir artışa yol açtı. Öte yandan kapitalizmin gelişme süreci içerisinde yeni üretim yöntemlerinin, finansallaşmanın kazandığı önem ve toplumsal ihtiyaçların karmaşıklaşmasıyla, üniversite mezunu işgücüne devlet ve iş dünyası kaynaklı geniş bir talep ortaya çıktı. Böylece, üniversite eğitimi giderek kitleselleşti. Örneğin ABD’de, 1945–1975 döneminde, üniversite öğrenci sayısı 1.677.000’den 11.185.000’e yükseldi. Öğretim üyesi sayısı aynı dönemde 15.000’den 628.000’e çıkarken, yükseköğretim kurumu sayısı 1.768’den 2.747’e ulaştı.  Bu dönemde yaşanan kitleselleşmeyle birlikte üniversitede istihdam edilen insanların toplumun geniş kesimlerini ya da toplumsal yelpazenin farklı kesimlerini yansıtır hale gelmesi, toplumsal alandaki çatışmaların doğrudan doğruya üniversiteye yansımasına yol açtı. Bu gelişmeler sonucunda, 1960’lı yıllarda, üniversite, sınıf mücadelesinin önemli bir bileşeni haline geldi. 1960’lı yılların ikinci yarısında öğrenci hareketleri, kapitalizmin tehdit olarak algılayacağı boyutlara ulaştı.
Üniversitenin tarihindeki en önemli dönüm noktası, kapitalist ekonominin durgunluk ve enflasyonun bir arada yaşandığı bir krize sürüklendiği 1970’li yıllardı. Bu yıllarda, üniversite, piyasa odaklı yeni bir bakış açısıyla ele alınmaya başlandı. Krize yanıt olarak Keynesyen modelin terkedilmesi ve neoliberal politikaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte kamusal desteklerin kesintiye uğraması ve aynı zamanda teknolojide ve finans gibi kesimlerde yaşanan değişiklikler sonucunda üniversitenin kârlı bir girişim aracı olarak kullanılabileceğinin fark edilmesi; üniversitenin kapitalist bir mantıkla işletilmeye başlamasına yol açtı . Bugün “akademik kapitalizm” adı verilen dönüşüm sürecinin temelinin bu yıllarda atıldığı söylenebilir. “Akademik kapitalizm”, bir yandan üniversite eğitiminin ve üniversitede üretilen bilginin çok daha araçsal bir mantıkla, sanayinin ya da genel anlamda piyasanın dolaysız talepleriyle bağlantılı olarak ele alınmaya başlanmasına neden olurken, üniversiteye yönelik teknisist bir bakış açısının da yerleşmesine yol açtı. Bu çerçevede bilginin araçsallaşması, üniversitelerde üretilen tek tip bilgiyi kolaylıkla üretebilecek, piyasanın talep ettiği araştırma faaliyetlerini sorgulamadan icra edebilecek esnek ve güvencesiz bir istihdam politikasını beraberinde getirdi.
Üniversitelere son dönemde damgasını vuran ticarileşme eğilimi, üniversitenin geleneksel işlevinin yeniden tanımlanmasına yol açacak denli önemli bir kırılma yarattı. Yukarıda değinildiği gibi, Kıta Avrupası üniversite modeli, büyük ölçüde araştırma ve öğretimin bütünleştirilmesine dayalı olarak işleyen ve bu çerçevede “bilgi arayışına sorunların çözümüne ve yüksek düzeyde insanların eğitilip yetiştirilmelerinin eleştirel bir değerlendirmesine kendisini bilinçle adamış bir kurum”du.  Üniversitenin bu algılanışı, üniversitede özgür bilim üretimini güvence altına almak için, en azından biçimsel olarak, devletten ve toplumdaki egemen güç odaklarından özerk işleyen bir yapı öngörüyordu. Üniversite özerkliğinin en önemli güvencesi ise, harcamalarının kamusal finansmanıydı. Ancak 1970’li yıllardan itibaren benimsenen neoliberal politikalar doğrultusunda üniversite bütçelerinde kesintiye gidilmesi ya da hızla artan öğrenci sayısı oranında fon ayrılmaması, üniversiteleri farklı gelir arayışlarına yöneltti. Aynı dönemde kapitalist ekonominin yapısında ortaya çıkan değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlar, üniversitelerin gelir getirici faaliyetlere yönelmesini hızlandırdı. Bu durum, üniversitenin kendini kendi seçtiği kurullar aracılığıyla ve kendi saptadığı bilimsel ölçütlere göre yöneten geleneksel üniversitenin yapısında radikal değişikliklere yol açtı.

ESNEK BİRİKİM VE ÜNİVERSİTELER
Üniversitenin kapitalist bir girişime dönüşmesi, üniversitedeki emek sürecinin de yeni bir bakış açısıyla ele alınmasını beraberinde getirdi. Hatta bu sürecin asli değişkeninin emek sürecinin yeniden yapılandırılması olduğu söylenebilir. Bu konuda öncü bir çalışmaya imza atan H. Braverman’ın vurguladığı gibi, emeğin fabrikadaki kontrolü, bir bütün olarak kapitalist sistemde emeğin toplumsal kontrolüyle yakından ilişkilidir . Dolayısıyla, üniversitedeki emek sürecinin denetimindeki dönüşümleri anlamanın anahtarı, fabrikadaki emek sürecindeki dönüşümdür. 19. yüzyıl sonlarından itibaren ileri kapitalist ülkelerde hayata geçirilen iş idaresi pratikleri, işin basit ve tekrarlanabilir unsurlara ayrılarak kontrolünün kolaylaştırılmasını ve emek sürecinin kontrolünün işçiden alınarak kapitaliste bağlı profesyonel bir yönetim aygıtına devredilmesini öngörüyordu. ABD’de Frederick Taylor’un gerçekleştirdiği çalışmalarla oluşturulan bu model, Taylorizm adı altında, modern kapitalizmin emek sürecinin kontrolünde karşılaştığı güçlüklere önemli bir çözüm getirdi ve işgücü verimliliğini (sömürü oranını) devasa ölçekte artırdı. Üniversite çalışanları, en azından 1970’lere kadar, işgücünün modern kapitalist denetiminden muaf kaldılar. Kapitalizmin o güne kadarki ihtiyaçları çerçevesinde gündeme gelen bilim ve ideoloji üretiminin özgül yapısı ve kitlesel bir emek gücüne dayanmaması, bilimsel emek sürecinin standardizasyonunu ve doğrudan kontrolünü gündeme getirmemişti. Bilim üretimi üzerindeki ideolojik denetim, yukarıda değindiğimiz gibi, elitist bir istihdam politikası ve akademik gelenekler gibi daha dolaylı yöntemlerle gerçekleştiriliyordu.
Ancak 1970’li yıllarda emek sürecinin kapitalist denetiminin yeni bir yöntemi olarak gündeme gelen esnek birikim modeli, geleneksel Taylorist modelden farklı olarak, özellikle çok erken bir dönemde girişimci üniversite fikriyle tanışan Amerikan üniversitelerinde hızla uygulama alanı buldu. Esnek birikim modelinin Taylorist modelden temel farkı, işçiyi üretim sürecinin bilgisinden koparan ve yabancılaşmayı derinleştiren yeknesak çalışma ritminin yerine, belirsizliğin hâkim olduğu piyasalardaki hızlı değişimlere kolay uyum sağlayabilen, çalışma koşulları bakımından standart iş sözleşmesi yerine esnek ve güvencesiz istihdam biçimlerine dayanmasıydı. Üniversitelerin hizmetler sektörünün bir alt sektörü olarak yapılandırıldığı koşullarda yeni emek denetiminin yaygınlaştırılması büyük bir önem taşıyordu. Ancak, 1970’li yıllardan itibaren kapitalist ekonominin yapısındaki değişimin gündeme getirdiği esnek istihdam rejiminin, özellikle üniversite gibi değişime kolay uyum sağlayamayan bir kurumda güçlü dirençlerle karşılaması kaçınılmazdı. Bu çerçevede Avrupa üniversiteleri, ABD üniversitelerinin meydan okumasına yanıt vermek üzere uzun yıllara yayılan yeniden yapılandırma çabalarının boşa çıkmasının ardından, Amerikan üniversiteleri gibi rekabetçi bir biçimde yapılanabilmek için “Bologna Süreci”ni gündeme getirdiler.
Türkiye’de ise, bu dönüşüm çok daha önceden başlamıştı. Türkiye üniversite sistemini denetim altına almak üzere 12 Eylül darbesinin ardından hayata geçirilen YÖK, kısa dönemde otoriter siyasal işlevi ön plana çıksa da, stratejik olarak üniversitenin piyasa odaklı dönüşümüne yoğunlaştı. 1990’lı yıllardaki TÜSİAD raporları, Dünya Bankası’nın ve diğer uluslararası kuruluşların yönlendirmeleri, bu tür girişimci, esnek istihdama dayalı üniversite modelinin Avrupa’ya göre çok daha önceden tasarlanmasını ve bu yönde önemli adımlar atılmasını sağladı.

ANAHTAR KAVRAM: ESNEK ÇALIŞMA
Bu sürecin en önemli adımı, özellikle akademik hiyerarşinin en altında yer alan, akademinin proleterleri diyebileceğimiz asistanların istihdamında atıldı. YÖK yasasında 33. maddede düzenlenen araştırma görevlisi istihdamı, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, güvencesiz ve süreli istihdamı mümkün kılan 50/d maddesi ile gerçekleştirilmeye başlandı. Söz konusu düzenleme, üniversitede lisansüstü eğitim yapanların bir yıllık geçici, her yıl yenilenen sözleşmelerle lisansüstü eğitim süresince araştırma görevlisi olarak istihdam edilebileceğini öngörüyordu. Türkiye üniversiteleri, bu maddeye dayanarak, üniversitelerde yarı akademik ve idari işleri yerine getirebilecek, lisansüstü eğitim boyunca istihdam edilip iş güvencesi olmadığı için de kolaylıkla denetlenebilecek, iş güvencesi olmadığından işini kaybetme korkusuyla çatlak ses çıkarma ihtimali olmayan asistan istihdam etme yoluna hızlı bir biçimde başvurmaya başladılar. Asistan istihdamında bunlar yaşanırken, doktora sonrası üniversitede kalanlar giderek daha zorlu ve daha güvencesiz atanma ve yükselme koşullarına katlanmak zorunda kaldılar. Türkiye özgülünde yaşanan en önemli dönüşüm ise, vakıf üniversitesi adı altında özel üniversitelerin giderek yaygınlaşması oldu. Bu üniversitelerde istihdam koşulları tümüyle güvencesizliğe dayalıdır, özellikle araştırma görevlileri ağır sömürü koşullarında çalışmaktadır.
Üniversitenin temel işlevinde yaşanan bu radikal değişiklikler, geleneksel Kıta Avrupası üniversite modelinin dayandığı “bilim etiği” ve “toplumsal yarar” söyleminin terk edilerek bilim insanlarının piyasa ilişkilerine tabi hale gelmelerine yol açtı. Böylece neyin değerli, neyin değersiz olduğunu dolaysızca piyasa kuralları belirlemeye başladı.
Piyasanın bilimsel çalışmanın içeriğine ilişkin bir diğer dolaysız etkisi, tüm insan eylemlerini katıksız bir öz-çıkar arayışına indirgeyen neoliberal dünya görüşünün hegemonik hale gelmesiyle ortaya çıktı. Neoliberal ideoloji, bilim insanlarını bilimsel çalışmaya teşvik eden temel güdünün bireysel çıkarlar olduğu saptaması doğrultusunda üniversiteyi biçimlendiren politikalara esin kaynağı oldu.
Akademik üretimin içeriğindeki bu dönüşüm, doğal olarak bilimsel araştırmanın temel unsuru olan eleştirel, sorgulayıcı düşüncenin ortadan kalkmasına, konformizme ve üniversitede maddi çıkarlar için ekonomik ve politik suiistimali meşrulaştırmaya dönük faaliyetlerin egemen hale gelmesine yol açtı. Kaldığı kadarıyla işbirliğinin ve paylaşımın yerini rekabet, bilimsel sofistikasyonun yerini “kalite”, entelektüel merakın yerini “girişimci ruh” aldı.
Üniversitelerin birer işletmeye dönüştürülmesiyle bilme ve öğrenme etkinliğinin tevazu ve toplumsal düşünmeye dayalı binlerce yıla uzanan bilme merakı, yerini, piyasada rekabet şartlarını düzenleyen iş etiği ilkelerine bıraktı . Öğrenci ve öğretim elemanı arasındaki ilişki, bilime giden zorlu yolda bir rehberlik ilişkisi olmaktan çıkarak, çıplak çıkar ilişkisine dönüştü. Öğretim elemanları ve öğrenciler piyasanın talep ettiği pratik bilginin arz ve talep kesimlerini oluşturur hale geldiler. Bilimsel faaliyete yön veren entelektüel dürtünün ortadan kalkması, bilimsel üretim sürecine yabancılaşmayı derinleştirdi. Maddi çıkarlar için yapılan bilgi üretimi, bilginin paylaşılması yerine saklanmasını, özel mülkiyete dönüşmesini getirdi.
Üniversitede yaşanan dönüşümün bilim insanlarının üzerindeki etkisini anlamak için, kapitalizmin kökenlerine ilişkin tartışmalarda gündeme gelen fırsat olarak piyasa-zorunluluk olarak piyasa kavramlarına başvurulabilir  Üniversitenin ticarileşmesinin başlangıç aşamalarında öğretim üyeleri için ek gelir, sosyal çevre ve prestij öğesi olarak algılanan piyasa-odaklı araştırmalar, süreç ilerledikçe, tüm bilim insanları için varoluşsal bir zorunluluk haline gelmektedir. Bunun işaretlerini bugünden görmek mümkündür. Güvencesiz çalışmanın araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi düzeyinde giderek yaygınlaşması, atama ve yükselmelerin önüne getirilen keyfi kısıtlamalar, her geçen gün altyapısı daha da sağlamlaştırılan performansa dayalı ücretlendirme, vakıf üniversitelerinde iş sözleşmelerinin performansa dayalı olarak yenilenmesi, gerçek bir bilimsel çalışmanın olmazsa olmazı olan geleceğe güveni ortadan kaldırmaktadır.
Ticarileşme süreci üniversite politikasına yön veren kesimlerin tasarıları ve yönlendirmeleri doğrultusunda mantıksal sonuçlarına ulaştıkça, piyasa, tüm bilim insanları için, yaptıkları araştırmalarda, verdikleri derslerde dikkate alınması gereken temel bir ölçüt olmakla kalmamakta, öğretim elemanlarının üniversitede istihdam edilme koşullarını belirleyen bir zorunluluk alanı olarak belirmektedir.
Üniversitelerde hayata geçirilmeye çalışılan piyasa odaklı dönüşüm geriletilemezse, üniversitede istihdamın tümüyle güvencesiz ve esnek bir istihdama dönüşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tür bir istihdamın, üniversitedeki piyasanın mantığı doğrultusunda biçimlendirilen eğitim ve araştırma faaliyetlerinin sorgulanmadan hayata geçirilmesinde elzem olduğu ve bunun aynı zamanda ideolojik bir denetim işlevi gördüğünün de altı çizilmelidir. Sözgelimi, mevcut YÖK yasasının 50/d maddesi aracılığıyla yaratılan öğretim elemanı tipolojisini bunun en somut göstergesidir. Kamu üniversitelerinde asistan alımını düzenleyen bu madde, üniversitede esnek ve geçici istihdamın bir laboratuarı işlevi görmektedir. Üniversitede, uygulama ve laboratuar derslerine girmek, sınav kâğıdı okumak, öğrenci danışmanlığı yapmak, ders ve sınav programlarını hazırlamak vb. akla gelen her türlü işi yapan asistanlar, lisansüstü eğitim sonrasında kapı önüne konulmakta, yaşamını üniversite dışında sürdürmeye ya da oluşturulmaya çalışılan akademik işgücü piyasasının belirsizlikleriyle boğuşmaya zorlanmaktadır. Geçici istihdam koşulları nedeniyle birçok asistan işten atılma ya da gelecekte daha güvenceli bir kadro ile işe alınmama korkusuyla pasif ve itaatkâr olmayı tercih etmektedir. Böylece, işgücü piyasasının yarattığı belirsizlik, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere ve mesleki sorunlarına duyarsız, entelektüel ilgileri olmayan, bilimsel heyecan duygusuyla hiç tanışmamış, akademik kariyeri piyasada daha iyi bir iş bulabilmek için atlama tahtası olarak gören bir öğretim elemanı tipolojisinin giderek yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, güvenceli bir kadro elde etme ve sorunsuz bir şekilde yükselme umuduyla, otoriter bir piyasalaşma ile yozlaşan üniversitelere hâkim olan güç ilişkilerini gözlemleyen, akademik çalışmalarını ve ilişkilerini bu güç ilişkileri/ağları doğrultusunda seferber eden bir akademisyen tipolojisi yaratmaktadır.
Bu durumda bilimsel çalışmanın en önemli unsuru olan akademik özgürlük ipotek altına alınmakta, özgür düşüncenin olmazsa olmazı olan bireysel özgürlükler yerini piyasa dolayımıyla tanımlanmış tahakküm ilişkilerine bırakmaktadır. Nitekim, AKP de bunun farkında olduğu için, örgün eğitimden farklı olarak büyük üniversitelerde muhafazakar-gerici emellerini piyasa ilişkileri aracılığıyla hayata geçirmeyi hedeflemektedir. Ortada dolaşan YÖK tasarılarında görüldüğü gibi, yöneticilerini daha da otoriter bir biçimde hükümetin ve iş dünyasının belirleyeceği bir üniversitede işgüvencesi ortadan kaldırıldığında gerici kadroların ve zihniyetin geniş bir hareket alanı bulacağı açıktır.
Bugün özgür bilim ve demokratik üniversite için yürütülen mücadelenin önündeki en büyük engelin YÖK’ün baskıcı karakterinden çok, uzun bir sürece yayılan piyasalaşma sürecinin yarattığı entelektüel ve bireysel yozlaşma olduğunu söylemek mümkündür. Ancak sözünü ettiğimiz yozlaşma, akademinin proleterleri olan araştırma görevlileri içinde, öğretim üyelerinde olduğu kadar etkili değildir. Çok sayıda araştırma görevlisi kendi istihdam ve çalışma koşullarına tepki göstermekte, son dönemde asistanların işgüvencesi talebi etrafında yürütülen çalışmalar hız kazanmaktadır. Ancak bu çalışmalarda somut olarak işten atılma tehdidi gündeme gelmeden bir hareketlenme sağlanamaması, yukarıda sözü edilen yeni akademik ortamın olumsuz özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen kimi üniversitelerde sonuç alıcı ve kitlesel çalışmalar örgütlenebilmiş olması gelecekten umutlu olmak için yeterlidir.
Bugüne kadarki birçok “reform” girişiminde görüldüğü gibi, burjuvazi, birçok alanda programını hayata geçirirken bu alanlardaki direnci zamana yayarak aşmaya çalışmakta, bu alanlarda çalışanları dönüşüm sürecinin bir parçası haline getirerek, güçlü bir muhalefetin oluşmasını engellemeye çalışmaktadır. Üniversitelerde, araştırma görevlilerini dışarıda tutarsak, öğretim elemanları cephesinden kitlesel bir karşı çıkış olmaması bir ölçüde bununla ilgilidir.
Bu sorunlar dikkate alındığında üniversitenin bilimsel niteliklerine sahip çıkma ve sermayeyi değil, toplumu ve insanlığın çıkarını da gözeten bir kurum olmasını sağlamanın sadece öğretim elemanlarının sağlayabileceği bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. O halde yazının başındaki stratejik soruya dönebiliriz. Bu gelişmeler emekçileri neden ilgilendiriyor; emekçiler neden üniversite sorunu ile yakından ilgilenmek zorundalar? Bu sorunun yanıtı, aynı zamanda üniversitenin geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair mücadelenin de ana hatlarını içeriyor.
En genel biçimiyle üniversite reformu, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında sürdürülen kapitalist saldırının organik bir parçası olarak gündeme geliyor. Ancak üniversitenin farklı bir yapıya sahip olması, üstlendiği işlevin özgün niteliği, ürettiği hizmetin temel karakteristiklerine nüfuz etmenin zor olması gibi nedenler, bu alandaki dönüşümün, emekçilerin gündelik yaşamı ile ilişkisinin görülmesini engelliyor. Bırakalım sıradan emekçiyi, emek ve demokrasi mücadelesinin birçok ileri unsuru, özgür bilim ve demokratik üniversite mücadelesinin emekçilerin gündelik yaşamı ve ülkenin genel demokrasi ve özgürlükler mücadelesi ile yakından ilişkili olduğunu kavrayamıyor.
Öte yandan, sermaye ve hükümetin üniversiteyi yeniden biçimlendirme yolundaki girişimlerinin hız kazanması, bu algının değişmesi için çok sayıda önemli veri sunuyor. Sözgelimi, Prof. Onur Hamzaoğlu’nun Kocaeli Dilovası’ndaki sanayinin yol açtığı kirliliğin halk sağlığı üzerindeki etkilerini ortaya koyan araştırması sonrasında başına gelenler, Prof. Beyza Üstün’ün sermayenin kâr iştahı ile doğa katliamı yaptığı HES projelerine yönelik eleştirileri nedeniyle Çevre Bakanı tarafından hedef gösterilmesi, Bergama’da altın madenine karşı direnişte üniversitelerin sermaye yanlısı tutumu, çalışma ekonomisi, sosyoloji ve iktisat bölümlerinin piyasa odaklı çalışmasının emekçilerin hayatına etkileri, Kürt sorunu, insan hakları vb. birçok başlıkta özgür bilimsel çalışmanın öneminin her geçen gün daha fazla kendisini hissettirmesi, emekten ve demokrasiden yana ilerici öğretim elemanları üzerindeki baskıların artması, emekçilerin neden üniversitelerdeki piyasacı dönüşüme karşı çıkması gerektiğini fazla söze gerek bırakmadan ortaya koyuyor. Bu tür bir mücadeleye yöneldiklerinde, geçmişten farklı olarak, yanlarında geniş bir öğretim elemanı kitlesi bulacakları şüphesizdir. Öğretim elemanları da, artık işçiler ve emekçiler gibi güvenceli çalışma ve onurlu bir yaşam mücadelesinin bir parçasıdırlar, çünkü bu sorunlar artık kendilerinin de sorunudur.

Yeni Emperyalizm:Siyasal Emperyalizmin Yeniden Keşfi

Emperyalizm kavramı, Marksist teori içinde, kapitalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde belirginleşen yeni eğilimlerini tanımlamak üzere gündeme gelmiş, 20. yüzyıl boyunca sosyalist teori ve pratiğin temel eksenlerinden birisini oluşturmuştur. Belki de tam da bu nedenle burjuva ideolojik hegemonyanın üretim merkezlerinden birisi olarak işlev gören akademik dünyada, nesnel bir olguyu tanımlayan bilimsel bir kavram olarak değil, siyasal bir hattı sembolize eden bir slogan olarak görülmüş ve kullanımından uzak durulmuştur. 1960’larda sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarının ve sosyalizmin artan prestijinin etkisiyle bu tutum sınırlı ölçüde de olsa kırılmış ve azgelişmiş ülkelerin üzerindeki emperyalist sömürü ve denetim mekanizmaları, bu ülkelerin emperyalist bağımlılık ilişkilerinden koparak bağımsız bir kalkınmaya nasıl yönelebileceği sorunu etrafında üniversite çevrelerinde önemli tartışmalar yaşanmıştır.

Emperyalizm kavramı 1970’li yıllarda yeniden güç kazanan burjuva ideolojik hegemonyanın etkisi altında yeniden unutulmaya yüz tuttu. Bu dönemde kapitalizmin uluslararasılaşmasının yeni bir ivme kazanması ve sermayenin neoliberal politikalar aracılığıyla büyük bir hareket kabiliyeti kazanması, küreselleşme denilen metafizik bir kavramla açıklandı. Uluslararası kapitalizmin ideolojik merkezini oluşturan Anglo-Sakson dünyasında geliştirilen bu kavram gelişigüzel seçilmemişti. Küreselleşme terimi çelişkisiz ve pürüzsüz, ulusal sınırların ve ulusal düşmanlıkların önemini kaybettiği, bütün ulusal ekonomilerin karşılıklı bağımlılığı temelinde işleyen bir dünya sistemi tasvir ediyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalist geçmişten koparak bürokratik devlet kapitalizmine dönüşmüş bulunan rejimlerin yıkılmasıyla liberal kapitalizmin insanlığın gelişimindeki nihai evre olduğu yolundaki teorilerle desteklenen küreselleşme propagandası 1980’li ve 90’lı yılların düşünce dünyasını teslim almayı başardı.

1990’lı yıllarda küreselleşme propagandası, kapitalizmin kaçınılmaz gerçekleri olan iktisadi krizler ve emperyalist müdahalelerle itibar kaybetmeye başladı. I. Körfez savaşı, Yugoslavya’daki NATO bombardımanları, etnik boğazlaşmalar, Ruanda’da dünyanın gözleri önünde emperyalist güçlerin kışkırttığı soykırım, Asya krizi ve tüm dünyada emekçilerin yaşam koşullarının giderek artan ölçüde piyasanın acımasız kurallarının denetimine girmesi, IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla azgelişmiş dünyanın giderek derinleşen yoksulluğu küreselleşme kavramı etrafında inşa edilen büyülü modelin cilasının dökülmesine yol açtı. Ancak küreselleşme teorisi, emperyalist kapitalizmin doğası hakkında yaydığı yanılsamalarla, işçi sınıfı hareketinin sınıf mücadelesi ve enternasyonalizm konusundaki devrimci geleneklerini iğdiş ederek, sınıf hareketinin liberal ideoloji tarafından yozlaştırılmasına neden olarak temel hedefine büyük ölçüde ulaştı.

İkibinli yıllara gelindiğinde küreselleşme teorisinin gözden düşmesiyle, akademik dünyada yaşanan gelişmeleri tanımlayacak yeni bir teorik yaklaşım ihtiyacı gündeme geldi. Bu yöndeki en önemli girişim Michael Hardt ve Antonio Negri’nin 2000 yılında yayınlanan İmparatorluk adlı kitabıyla ortaya çıktı.[1] Bu kitap küreselleşme propagandasının bütün klişelerini tekrar etmesine karşın ortaya koyduğu siyasal kuram ateşli tartışmalara yol açtı. Yazarlar, küreselleşme propagandasının temel savını daha eserin önsözünde tekrarlıyor ve “son yirmi otuz yılda ekonomik ve kültürel mübadelenin karşı konulmaz ve geri dönüşü olmayan bir şekilde (vurgular bizim) küreselleşmesine tanık olunduğunu ve bu gelişmelerin İmparatorluk adını verdikleri yeni bir uluslararası düzeni ortaya çıkardığını ileri sürüyorlardı. Hardt ve Negri’ye göre yaşanan gelişmeler “küresel piyasa ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi” yaratmıştı. Bu yeni egemenlik biçimi “küresel mübadeleyi etkin bir şekilde düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güç” olarak tanımlanan İmparatorlukluktu. Ancak yazarlara göre bu güç özgül olarak belli bir ülke değil, uluslararası kuruluşları ile dünya sistemini denetleyen, sermayenin genel çıkarlarını her yerde kollayan, tek tanrılı dinlerin Tanrısı gibi hiçbir yerde olmayıp her yerde hazır ve nazır olan bir güçtü. Bu durumda anti-emperyalist mücadelenin hedefi olan ve ülkeden sökülüp atılacak bir emperyalizm kalmadığı gibi ele geçirilecek ya da yıkılacak bir iktidar odağı da kalmamıştı. Mücadele artık küresel ölçekte evrensel yurttaşlık hakları temelinde yürütülmeliydi. Kitabın yazarları, neoliberal çağın felsefi eğilimi olan postmodernist yaklaşım doğrultusunda eser boyunca iddialarını doğrulayacak herhangi bir somut kanıt ileri sürmedikleri gibi, birçok konuyu eklektik bir tarzda ele alarak küreselleşme propagandasının yarattığı kafa karışıklığına önemli bir katkı sundular. Ne de olsa, kendilerini dinlemeye hazır kafası karışık çok sayıda “solcu” okur vardı.

Bu kitabın yayınlanmasını izleyen dönemde Batılı Marksist kökenli akademisyenler arasında geniş bir tartışma başladı. Aynı yıl yayınlanan Leo Panitch ve Samuel Gindin imzalı Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu adlı bir başka çalışmada İmparatorluk argümanı tekrarlanıyor, ancak bu eserde dünya sistemi ABD hegemonyası altında birleşen “kapitalist imparatorluk” olarak tanımlanıyordu.[2] Bu yazarlara göre Amerikan kapitalizmi tüm dünyayı kendi egemenliği altında birleştirmiş, rakip emperyalist güçler arasındaki çekişme, yerini, kurallarını ABD’nin koyduğu yeni bir düzene bırakmıştı. Emperyalizm tartışmalarına 2003 yılında yayınlanan Sermaye İmparatorluğu adlı kitabıyla katılan Ellen Meiksins Wood ise Roma İmparatorluğu’ndan bu yana imparatorluk olgusunun sürekliliğini öne sürüyor ve sadece dayandığı iktisadi motifin değiştiğini iddia ediyordu.[3]

Yukarıda anılan eserler, sürekli sermaye birikiminin yarattığı genişleme, dünya pazarlarını ve hammadde kaynaklarını ele geçirme eğilimi ile devletlerin öteden beri var olan gücünü pekiştirme eğilimi arasında kategorik bir ayrım yapıyorlar. Bu ayrım sermaye mantığı/territoryal (ülkesel) mantık başlığı altında ifade ediliyor. Bu öncülden hareketle Lenin’in emperyalist güçler arasındaki rekabet savının bugün artık geçerli olmadığını, geçmişteki rekabetin devlet yapılarına hakim olan kapitalizm öncesi güçlerin kışkırttığı ülkesel çıkar çatışmasından kaynaklandığını iddia ediyorlar. Böylece emperyalizm, ekonomik temellerinden soyutlanarak salt siyasal bir kavrama dönüştürülüyor ve siyasal anlamı da oldukça dar biçimde yorumlanarak askeri işgal-fetih politikasıyla özdeşleştiriliyor. Bu yaklaşıma göre günümüzde, küreselleşme sonucunda kapitalizm ABD hegemonyası ya da uluslar arası kuruluşlar eliyle tek bir iktidar altında birleştiğine göre, emperyalizmden değil, imparatorluktan bahsedilebilir. Bu teori, bizzat anılan yazarlar tarafından da kabul edildiği gibi vaktiyle Karl Kautsky tarafından ileri sürülen ultra-emperyalizm teorisine dayanmaktadır. Ve her nasıl oluyorsa yeni teori diye ortaya atılmaktadır. Peki neydi bu yeniden keşfedilen teori ?

Büyük Yenilik: Kautsky’nin Keşfi!

20. yüzyıl başlarında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde etkili olan reformcu akımın Bernstein türünden sözcüleri, emperyalist sömürgeciliğin azgelişmiş ülke halkları üzerinde uygarlaştırıcı bir rol oynadığını ileri sürecek kadar sosyalizmden uzaklaşmışlar, yaklaşan emperyalist savaşta yurt savunması adı altında kendi ulusal burjuvazilerini destekleme tutumuna girmişlerdi. Başlangıçta bu kesime mesafeli olan Karl Kautsky, giderek benzer bir çizgiye savrulmuş, emperyalist politikaların arka planında devleti ve ekonomiyi kontrol eden mali sermayenin öncülük ettiği gerici sınıflar bloğunun bulunduğunu, buna karşılık sanayi burjuvazisinin serbest ticarete dayalı barışçı bir politikanın temsilcisi olduğunu savunma çizgisine gelmişti. Bu durumda işçi sınıfı partileri, emperyalist politikalara karşı, sanayi burjuvazisini destekleyerek barış, demokrasi, sömürgeciliğin sona ermesi ve işçi sınıfının yaşam koşullarında iyileşme gibi kazanımlar elde edebilecekti. Kautksy, emperyalizme karşı tüm dünyada sanayici güçlerin öncülük ettiği kapitalist devletlerinin ittifakından oluşan bir ultra-emperyalizmin mümkün olduğunu ve böylece toplumsal devrime gerek kalmadan evrimci bir şekilde sosyalizme geçileceğini ileri sürüyordu.[4] Bu görüşler o dönemde ortaya atılan Avrupa Birleşik Devletleri sloganının teorik temelini oluşturuyordu. Lenin, bu sloganı şöyle eleştiriyordu:

“Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır. … ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa’daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa’dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika’ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik Devletleri’yle kıyaslandığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında, bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika’nın daha hızlı gelişmesini geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır. Demokrasi ve sosyalizm davası denince yalnızca Avrupa’nın akla geldiği dönemler bir daha geri dönmemek üzere geçip gitmiştir.”[5] (vurgu orijinalinde)

Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, bugün kriz koşullarında etkisini kaybetse de yakın zamana kadar Avrupa Birliği’ne liberal soldan gelen desteğin ideolojik soykütüğünü ele veriyor.[6]

Emperyalizmi ekonomik temellerinden koparan sermaye mantığı/territoryal mantık ayrımından hareket eden ve sonuçta Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezinin bir varyantına ulaşan bir başka Marksist yazar olan David Harvey, Yeni Emperyalizm adlı kitabında günümüz emperyalizminin dayandığı ilkeler bakımından eski emperyalizmden tümüyle farklı olduğunu savunmaktadır.[7] Yeni Emperyalizm tartışmasına geçmeden Harvey’in eski emperyalizmden ne anladığına bakmak yararlı olacak. Çünkü bu onun yeni emperyalizminin temel karakterini anlamak için de gerekli.

Harvey, emperyalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazinin eski yönetici sınıflar karşısında sahip olduğu ayrıcalıkları sürdürmek için yöneldiği bir güç siyaseti olduğu inancında. Ona göre 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmiş, eski sınıflara karşı kendi ayrıcalıklarını tahkim etmek için işgal ve fetih gibi güç siyasetine yönelmiştir. Bu nedenle emperyalizm Lenin’in iddia ettiği gibi kapitalizmin en son aşaması değil, burjuvazinin iktidarının ilk aşamasıdır. Harvey’in, liberal düşünür Hannah Arendt’e dayandırdığı bu sav, burjuva egemenliği ile burjuvazinin doğrudan yönetimi arasında kategorik bir ayrıma giderek siyasal iktidarın sınıf karakteri konusunda liberal bir yaklaşıma dayanıyor ve görünüş ve gerçeklik arasındaki mesafeyi görmezden geliyor.

Emperyalizmin doğuş yıllarında burjuvazi Avrupa’da Rusya dışında her yerde egemen sınıf konumundaydı. Ancak feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin kaçınılmaz olarak farklı ülkelerde farklı toplumsal dinamikler altında doğrusal olmayan bir biçimde gerçekleşmiş olması nedeniyle eski aristokratik sınıfların siyasal alandaki etkisi tümüyle ortadan kalkmamıştı. Örneğin tarihteki ilk burjuva devrimini gerçekleştiren İngiltere’de burjuva egemenliği, burjuvalaşan feodal aristokrasinin çoğunluğu oluşturduğu Parlamento’nun egemenliğinde ifadesini buldu. 17. yüzyıl burjuva devrimin izleyen dönemde burjuva toprak sahiplerinin egemen olduğu Parlamento’nun kontrol ettiği İngiliz devleti, sermaye birikiminin uzun dönemli çıkarlarını güvence altına alan bir aygıt olarak işledi. Burjuva devlet, sömürgecilik siyasetinin desteklenmesi, köylülerin Parlamento yasaları ile topraklarından atılarak, gelişen sanayinin ihtiyaç duyduğu iç pazarı ve işgücü piyasasını oluşturulmasında oynadığı rolle sanayi devriminin ya da fabrika sisteminin temellerini attı. Sanayi devrimini izleyen dönemde ise, Krallığın geleneksel himayeci politikalarına yaslanan ve işgücü maliyetlerini yükselten “Yoksul Yasaları” ve toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda gündeme getirilen ve yine işgücü maliyetlerini yükselten “Tahıl Yasaları” nedeniyle sanayi burjuvazisi ile burjuva toprak sahiplerinin çıkarları arasında bir gerilim ortaya çıktı. Uzun mücadeleler sonucunda bu yasalar yürürlükten kaldırıldı ve seçim reformu aracılığı ile sanayi burjuvazisinin siyasal egemenliği pekişti. 19. yüzyılın ikinci yarısında burjuva toprak sahipleri İngiltere’nin dünya ekonomisinin merkez gücü haline gelmesiyle ticari ve finansal yatırımlara yöneldiler. Ve burjuvazinin farklı katmanları arasındaki gerilim sona erdi.

Almanya örneğinde süreç daha farklı işledi. Almanya’da burjuva devrimi, İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi emekçi halk kitlelerinin feodal yönetime karşı ayaklandığı “aşağıdan devrim”ler yoluyla değil, kapitalist gelişmenin daha ileri bir aşamasında gelişen işçi sınıfının radikalizminden duyulan korkuyla burjuvazi ile geleneksel aristokrasinin (Junkerler) ittifakına dayanan “tepeden devrim” yoluyla gerçekleşti. Almanya’da burjuva egemenliğini sağlayan “demir ile çavdarın evliliği” kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tipik bir örneğiydi. Almanya’da tepeden burjuva devrimi ile ulusal birliğin sağlanmasının ardından ağır sanayi patronları sanayi üzerinde güçlü korumacılık önlemleri alarak ve tekelci birlikler oluşturarak uluslararası planda saldırgan bir rekabet politikası uygulamaya yöneldiler. Ve bu politikaları hayata geçirmek için tarımda korumacı önlemler alınmasını kabul edip Junkerlerin siyasal desteğini aldılar. Bu dönemde Almanya’da sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi büyük bir hız kazandı ve Almanya serbest rekabetçi aşamadan geçmeden tekelci kapitalizmin egemen olduğu güçlü bir emperyalist odak haline geldi.

Emperyalizmin ekonomik temellerini görmezden gelerek, bu olguyu bir siyasal tercihe indirgeyen yazarların hareket noktasını burjuva egemenliğinin özgül biçimleri arasındaki farklılık oluşturuyor. Temelde yatan gerçeği görmezden gelerek görünüşe odaklanan burjuva düşünce alışkanlığının ürünü olan bu yaklaşım yukarıda değinilen sermaye mantığı/territoryal mantık ayrımının da hareket noktasını oluşturuyor. Üstelik yeni teoriler olarak sunulan bu yaklaşımlar 19. yüzyılın aşılmış burjuva emperyalizm tartışmalarına dayanıyor. 1870’lerden itibaren devletin emperyalist yayılmacılığın hizmetindeki aktif rolü, siyasi ve ekonomik öğelerin geçmiştekinden çok daha fazla iç içe geçtiği, devletin gerek içeride gerekse dışarıda daha etkin ve belirleyici bir rol oynadığı yeni bir döneme işaret ediyordu. Bu durum kimi gözlemcileri emperyalist yayılmacılığın açıklanmasında tekelci kapitalizmin pazar ve hammadde kaynakları üzerindeki rekabeti ve tekel egemenliğinin kaçınılmaz gericiliği yerine, hırslı devlet adamlarının imparatorluk tutkusu, milliyetçilik ve militarizm gibi psikolojik, ideolojik ve kültürel açıklamalara yöneltti. Daha da önemlisi emperyalizmin, adı geçen dönemin en dolaysız biçimde kendini gösteren belirtisi olan işgal/fetih bağlamında ya da işgal/fetihle eşanlamlı olarak ele alınmasına yol açtı.[8] Bu düşünürlerin ortak noktası emperyalizm ile kapitalizm arasında özgül bir bağlantının varlığını yadsıma tutumuydu. Örneğin Avusturyalı burjuva iktisatçı Joseph Schumpeter, yüksek gümrük tarifelerle korunan kartel ve tröstlerin tekelci kapitalizme yol açan tekelci fiyat politikaları, damping ve sermaye ihracı gibi unsurların altını çizmesine karşın, bu olguların rekabetçi kapitalizmin bağrından çıkmadığını, tüm bu gelişmelerin kökleri kapitalizm öncesi merkantilist ilkelere dayanan politik eylemlerin ifadesi olduğunu savunuyordu. Schumpeter’e göre kapitalizm doğası gereği anti-emperyalistti. Emperyalizm ise, “bir devletin tanımlı bir sınırı olmayan güce dayalı genişlemeye duyduğu amaçsız eğilim”den başka bir şey değildi.[9] Schumpeter, bir başka çalışmasında Almanya’da eski aristokratik sınıfların yönetici hale gelmesinin burjuvazinin muhalefetine yol açtığını iddia etmiştir.[10] Bu yaklaşım, Almanya’da burjuva devriminin özgül karakterini görmezden gelerek Alman burjuvazisini emperyalist politikaların sorumluluğundan kurtarmaktaydı. Burada sergilenen siyasal emperyalizm yaklaşımı Yeni Emperyalizm kuramının teorik öncüllerini oluşturmaktadır. Şimdi Harvey’in “Yeni Emperyalizm”ini tanıyalım

Harvey’e göre günümüz emperyalizmi, ileri kapitalist ülkelerde 1970’li yıllarda ortaya çıkan karlılık bunalımının yarattığı aşırı birikim sorununu çözmediği için, kendisinin “el koyarak birikim” adını verdiği yeni bir birikim mantığına yönelmiştir. Buna göre sermayenin neoliberal strateji altında izlediği yeni birikim mantığı, artı-değer sömürüsü üzerinde yükselen genişletilmiş yeniden üretimin yaşadığı tıkanıklık nedeniyle mevcut zenginliklerin hile ve zor yoluyla yağmalanmasına dayanmaktadır. Sermayenin 1970’li yıllardan bu yana dünya çapında hayata geçirmeye çalıştığı bu yeni stratejinin temel ayakları; hisse senedi spekülasyonları, anonim şirketleri ele geçirme kumpasları, enflasyonun neden olduğu yapısal değersizleştirme, gelişmiş ülke halklarının yüksek borç yükü altında yoksullaştırılması, kredi ve hisse senedi manipülasyonlarıyla varlıklara el konulması, Dünya Ticaret Örgütü Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması vasıtasıyla üretimdeki bilginin metalaştırılması, özelleştirme uygulamalarıyla kamu işletmelerinin yok pahasına ele geçirilmesi, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin ticarileştirilmesi, kültürel metalaşma ve doğal kaynakların tahribi vb. gelişmelerdir.[11] Harvey, bu gelişmelere dayanarak eski emperyalizmden farklı yeni bir emperyalizmle karşı karşıya olduğumuzu savunmaktadır. Yani onun argümanına göre burjuva iktidarının ilk aşaması olan güç politikaları yerine neoliberal dönemin egemen politik ikliminin gündeme getirdiği yeni güç politikaları…

Harvey, neoliberal politikaların, kapitalist ekonomideki karlılık sorunu karşısında, uluslararası kapitalizmin emekçi sınıflara ve azgelişmiş dünya halklarına karşı Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının sağladığı itkiyle hayata geçirdiği bir saldırı politikası olduğu kanısında değildir. Ancak 1970’li yıllardan itibaren hayata geçirdiği politikaların neden genişletilmiş yeniden üretimin alternatifi olduğu konusunda ikna edici bir argüman sunmamaktadır. Bilindiği gibi özelleştirilen işletmeler zaten genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleştirildiği kapitalist işletmelerdir. Özelleştirme politikaları, bu işletmelerdeki güçlü sendikal yapıları dağıtarak ortalama ücretlerini düşürmek ve sosyal kazanımları ortadan kaldırmak için gündeme gelmiştir. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin piyasalaştırılması, bir yandan kapitalizmin bitmek bilmez kar arayışının yarattığı metalaştırma eğiliminin sonucu iken diğer yandan işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile elde ettiği ve kapitalistlerin işgücü maliyetlerini ve vergi yükünü artıran ve kar oranlarını azaltan kazanımlar olduğu için hedefe konulmuştur. Öte yandan sermaye piyasalarındaki spekülasyonlar, tekelci kapitalizmin işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yine gelişmiş kapitalist ülkelerde artan tüketici kredileri biçimindeki borçlanma, artı-değerin gerçekleştirilmesi ile ilgilidir. Elbette tüm bu gelişmelerle kapitalizmin 1970’lerde ortaya çıkan karlılık bunalımı arasında yakından bir ilişki vardır. Ancak bunlar, kapitalizmin işleyiş yasaları dışında işleyen bir güç siyasetinin değil, tekelci kapitalizmin olağan işleyişinin sonuçlarıdır. Ve elbette sınıf mücadelesi ile sermayenin bu politikaları engellenemediği takdirde yaşama geçirilebilecek politikalardır bunlar.

Marksist politik ekonomi konusunda oldukça yetkin bir yazar olan Harvey’in kapitalizmin işleyişinin dayandığı mekanizmaları bilmediği düşünülemez. Ne var ki yeni emperyalizm kuramı reformcu bir siyasi bir hattın doğrulanması için kaleme alındığından bunların bir önemi yoktur. Aşağıda göstereceğimiz gibi Harvey açısından sorun kapitalizm değil, neoliberalizmdir. Hatta o kadar öyledir ki kapitalistlere neoliberalizmin kendilerine ayak bağı olduğu yolunda akıl vermeye yeltenir.

Bu tartışmanın ardından yeni emperyalizm teorisinin başlıca dayanaklarından birisini oluşturan el koyarak birikim konusuna gelebiliriz. Harvey, eserinde Marks’ın kapitalizmin oluşum dönemine ait olan ilkel birikim kavramı yerine el koyarak birikim kavramını kullanır. Çünkü aşağıda tartışacağımız gibi ilkel birikim olmuş bitmiş bir süreci ifade etmektedir. Ancak bu farklı tanımlama Harvey’in kavrama yüklediği çarpık anlamı ortadan kaldırmaz. El koyarak birikim kavramı Rosa Luksemburg’un 1913 yılında yayınlanan Sermaye Birikimi adlı eserinde ileri sürdüğü ve kapitalist birikimin işleyişini yanlış bir yorumlanmasına dayanan emperyalizm kuramına dayanmaktadır.

Devrimci bir teorisyen olan Rosa Luksemburg, emperyalizm kuramını II. Enternasyonal içindeki reformist kanadın temsilcisi olan Kautsky ve Bernstein’a karşı kaleme almıştı. Yanlış teorik öncülerden hareket etmesine karşın ortaya koyduğu emperyalizm teorisi sosyalist devrimi hedefliyordu. Rosa Luksemburg, Sermaye Birikimi adlı çalışmasında Marks’ın Kapital’in II. cildinde ortaya koyduğu genişletilmiş yeniden üretim şemasını yanlış yorumlayarak kapitalizmin sadece artı-değer sömürüsüne dayanarak genişlemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Luksemburg’a göre kapitalist gelişme, emekçi sınıfları yoksullaştırarak ürettiği tüm metaları satıp artı değeri gerçekleştirebilmesi için gerekli pazarı daraltmaktadır. Bu sorunun yol açtığı kronik pazar sorunun çözümü için kapitalizm dışından talebe ihtiyaç vardır. Bunun için başvurulacak ilk kaynak ülke içindeki kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin kalıntısı olan bağımsız zanaatkar ve küçük üretici köylülük gibi kesimlerin talebidir. Ancak kapitalizm geliştikçe bu kesimler yok olma sürecine gireceği için, kronik pazar sorunun çözümü için dış pazarlara yönelmek gerekir. Emperyalizm bu noktada ekonomik bir zorunluluk olarak devreye girer. Yeni pazarları ele geçirerek artı değerin gerçekleştirilebilmesi için azgelişmiş dünyanın emperyalist işgal, baskı, hile, talan ve yağma politikalarıyla denetim altına alınması gerekir. Bu nedenle Marks’ın kapitalizmin başlangıç dönemine ilişkin olarak tartıştığı ilkel birikim, kapitalist birikimin sonraki aşamaları için iktisadi bir zorunluluk olarak devam etmek zorundadır. Rosa Luksemburg, bu politikaların azgelişmiş dünyanın kapitalist üretim ilişkileri içine çekilmesine yol açarak kapitalizmin kronik pazar sorunun derinleşeceğini, kendi sınırlarına dayanan kapitalizmin dünya çapında bir proleterya devrimi ile sonunun geleceğini söyler. Görüldüğü gibi Rosa Luksemburg, emperyalizmi kapitalizmin işleyiş yasalarına bağlıyor ancak bu yasaları yanlış yorumladığı için yanlış bir emperyalizm teorisine ulaşıyordu.

Yakın dönemde ülkemizde de emperyalist-kapitalist politikaların sıklıkla ve yanlış bir biçimde ilkel birikim argümanı çerçevesinde ele alınması nedeniyle burada bir parantez açıp bu olguya yakından bakmak yararlı olacaktır.

İlkel Birikim ve Kapitalizm

İlkel birikim deyimi, ilk bakışta, tanımladığı sürecin içerdiği baskı ve zorlamaları akla getirmektedir. Oysa Marx, bu deyimi, kapitalizmin doğuşunu sağlayan başlangıç koşullarını ifade etmek üzere kullanmıştır. Mesele özetle, feodalizmin çözülüş sürecinde parasal zenginliğin ve emeğin sermayenin kendisini büyüteceği koşulları sağlamak üzere dönüştürülmesi başka bir deyişle, sermayenin ve özgür emekgücü piyasasının yaratılmasıdır. Bu süreç ekonomi dışı baskı ve şiddet yöntemleriyle hayata geçirilmiştir.

Ancak Marks, esas olarak tarihsel bir üretim tarzı olarak kapitalizmin zorunlu unsurlarını açıklamaya çalıştığı için, konuyu ilk olarak ele aldığı Grundrisse, ilkel birikim sürecinin içerdiği zor ve şiddet yöntemlerine değinmez bile. Sürecin içerdiği ekonomi dışı yöntemleri konuyu daha bütünlüklü olarak ele aldığı Kapital’in I. Cildinin 26. Bölümünde ayrıntılı olarak açıklamıştır. Bu bölüm, Almanca orijinal metinde “Die sogenannte uspruengliche Akkumulation” başlığını taşımaktadır. Bu ifade İngilizce’ye “So Called Primitive Accumulation” diye çevrilirken, İngilizce kaynaktan yapılan Türkçe çeviride “Sözde İlkel Birikim” ifadesi tercih edilmiştir. Almanca orijinalindeki uspruengliche kelimesi orijinal, başlangıca dair, birincil, temel anlamını taşımaktadır. 19. yüzyılda bu kelime, dönemin İngilizcesinde aynı anlamlara gelen primitive kelimesiyle karşılanmıştır. Ne var ki dilin evrimi sonucunda primitive kelimesi İngilizce’de daha çok Türkçe’deki güncel karşılığı olan ilkel anlamını taşımaya başlamıştır. Özetle Marx, “ilkel birikim” derken, sürecin ilkelliğine değil, kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç koşullarına işaret etmektedir. Ancak sürecin içerdiği insanlık dışı zorlamaları da ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Sözgelimi zorla topraklarından kovulan köylülerin işgücü piyasasının gereklerine uygun bir şekilde terbiye edilmesi amacıyla “serseriliğe karşı” çıkarılan sert yasalar akıl almaz şiddet önlemleri içermektedir.

Marks ilkel birikimi kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için gerekli bir ilk moment olarak algılar. Ona göre kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için:

“…birbirinden çok farklı türde iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir. Bir yanda başkalarına ait emek gücünü satın alarak ellerinde bulunan değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda kendi emek güçlerini dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür emekçiler; Çünkü bunlar, ne köleler, serfler vb. üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler…Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem emekçilerin emeklerin gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen kopmuş ve ayrılmış olmalarını öngörür… İlkel birikim denilen şey, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir… Köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları bütün bu sürecin temelidir.”[12]

Görüldüğü gibi Marks’a göre ilkel birikim süreci sermayenin yeniden üretim sürecinin kesintisiz işleyeceği toplumsal koşulların oluşturulmasını ifade etmektedir. Marks Grundrisse’de sermayenin ilk oluşum sürecini şöyle açıklar:

“Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçların hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkânına kavuşmasından ibarettir”.[13]

İngiltere’de 15. yüzyıldan başlayarak köylüler, topraklarından atılarak işledikleri topraklar ve ortak alanlar (mera, orman) çitlenerek özel mülk haline getirilmiştir. Çitleme hareketi diye bilinen bu süreç, 18. yüzyıla kadar fiilen gelişirken 18. yüzyılda Parlamento yasaları ile ortak toprakların çitlenmesiyle köylü mülkiyeti neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Yine bu süreçte toprak üzerinde köylüye koruma sağlayan ve feodalizmin mirası olan geleneksel haklar tümüyle ortadan kaldırılmıştır.

Elbette Marks ilkel birikim analizini yaparken, baskı ve şiddete dayanan politikaların sadece kapitalizmin ilk dönemine ait olduğunu söylemeye çalışmaz. Örneğin Kapital’in I. Cildinde sermaye birikiminin aynı zamanda emekçi sınıflar açısından nasıl bir sefalet birikimi olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatır. Yine örneğin köleciliğin ve Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğinin iğrenç yöntemlerini teşhir eder. Marks’ın ilkel birikim ile anlatmaya çalıştığı parasal zenginliğin ve emeğin nasıl sermaye haline geldiğini açıklamaktır. Marks, Kapital’de kapitalist üretim tarzının hareket yasalarını incelemeye çalıştığı için esas itibariyle artı-değer üretiminin ve artı-değerin gerçekleşmesinin koşulları üzerinde durur. Ekonomi dışı yöntemler, kapitalizme içkin olsalar da kapitalist birikim bu temel üzerinde yükselmez. Kapitalizmin ayırt edici özelliği artı-değer üretimidir. Elbette güç, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, düzenin bekası ve yeniden üretimi için gerekli bir aygıttır. Ancak kapitalist toplumda güç, sermaye birikimin hizmetindedir. Güç farklı ilkelere göre yeniden tanımlanmış, burjuva devrimleri ile feodalizmin güç aygıtı parçalanarak sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda yeni tipte bir devlet kurulmuştur. Thomas Hobbes’un 1651’de söylediği gibi kapitalist toplumda “güç zenginliktir; zenginlik de güçtür.”

Kapitalist gelişme sürecinde sermayenin birikiminin kaçınılmaz sonucu olan merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin doğurduğu tekelci kapitalizm aşamasında güç de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüm geçirmiştir. Emperyalizm, mali sermayenin egemenliği, sermaye ihracı, dünyanın rakip kapitalist gruplar ve rakip kapitalist ülkeler arasındaki pazar, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları olarak paylaşılması gibi temel unsurlarla tanımlanan tekelci kapitalizmin politik ve ekonomik üstyapısıdır. Emperyalizmi ekonomik temellerinden soyutlayarak siyasal bir sorun olarak gören düşünürler, yalnızca fiili emperyalist saldırganlıkla karşılaştıklarında hatırladıkları bu olguyu, emperyalist politikaları uygulayan devlet adamlarının siyasal eğilimlerine bağlama eğilimindedirler. 11 Eylül saldırılarını izleyen dönemde Irak ve Afganistan işgalinin George Bush ve etrafındaki neocon çetesinin “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adını verdikleri politikaya ve Hıristiyan köktendinciliğini çağrıştıran söylemlerine, “medeniyetler savaşı” argümanına bağlanması örneğinde olduğu gibi. Oysa bu politikalar tekelci kapitalizmin işleyişinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Yeni Emperyalizme Karşı Ultra–Emperyalizm

David Harvey, sermayenin yeniden üretim sürecinde yaşadığı tıkanıklık nedeniyle başvurduğunu söylediği el koyarak birikim sürecini, kapitalizmin işleyişinden bağımsız olarak ele alır. Ona göre sermaye mantığı ve territoryal mantık birbirine bağlı olsa da birbirine indirgenemezler. Kapitalist birikimin tıkandığı noktada territoryal mantık baskın hale gelmiş, el koyarak birikim ön plana geçmiştir. Oysa yazar barışçıl bir kapitalizmden yanadır. O halde Kautsky yardıma çağrılmalıdır. Marksist yazarımız, territoryal mantığın dayattığı emperyalizme karşı sermayenin anti-emperyalist(!) müdahalesini zorunlu görür:

“…hükümete karşı duyulan güven çok önemli ve iktidarda askeri endüstri kompleksin, yeni muhafazakarların ve hatta maalesef kökten dinci Hıristiyanların egemen olduğunu gören sermaye mantığı, yaşamını sürdürmek adına, Washington’da yönetimin değişmesi için çalışacaktır. Bu, yeni muhafazakar emperyalizmin feci sonu demektir. Eğer bu gerçekleşmezse, kalıcı bir savaş ekonomisine geçişin yol açtığı büyük sermaye kaçışı ABD’nin ekonomik intiharı anlamına gelecektir. O zaman ABD küresel üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun sürdürmek için son çare olarak umutsuzca militarizme yönelecektir.[14]

Harvey bu satırları George W. Bush ve neocon ekibinin iktidarda olduğu dönemde kaleme almıştı. Anlaşılan anti-emperyalist(!) sermaye Harvey’in öğüdünü izleyerek Washington’daki yönetimin değişmesi için ciddi bir faaliyet yürüttü ve neocon ekibi iktidardan uzaklaştırıldı. Ama nasıl olduysa Obama yönetimi altında ABD’nin emperyalist yönelimlerinde bir değişiklik olmadı. Herhalde Harvey’in buna da bir yanıtı vardır. Kapitalistleri gerçek çıkarlarının kapitalist gibi davranmamak olduğuna bir şekilde ikna edecektir.

Harvey’in Yeni Emperyalizm teorisinin temel ayaklarından birisi de kendisi bunun yadsımakla birlikte yukarıda değindiğimiz Rosa Lüksemburg’un emperyalizm kuramıdır. Harvey’e göre genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ortaya çıkan tıkanmanın yol açtığı aşırı birikim sorunun temel nedeni sermayenin neoliberal politikalar aracılığı ile emekçilerin yoksullaşmasına yol açması ve bu nedenle aşırı birikimi ortadan kaldıracak tüketici talebinin yaratılamamasıdır. Bu görüş, teorik açıdan yanlıştır. Çünkü kapitalistlerin üretim sektörüne yaptıkları yatırımlar ve askeri endüstri kompleksinin gerçekleştirdiği verimli kapasite yaratmayan yatırımlar talep sorununun çözümünde işlevsel olabilir.[15] Bu olgu militarizmin ekonomik temelini de açıklar. Ama Harvey, kendi reformcu-sosyal demokrat görüşlerini meşrulaştırmak için kapitalizmin aşırı birikim sorununu çözmek için emekçilerin yaşam standartlarını yükseltecek önlemler alması gerektiğini, bu çerçevede yeniden 1950-70 dönemindeki refah devleti uygulamalarına dönülmesinin zorunlu olduğunu söyler. Peki kim alacaktır bu önlemleri? Elbette kapitalistler:

“Geçici olsa da sorunun üretimin kapitalist kurallarına göre tek çözümü, küresel çapta bir çeşit yeni bir “Yeni Anlaşma” (New Deal) dır. Bu “Yeni Anlaşma”, sermaye dolaşım ve birikimini neoliberal zincilerinden kurtararak özgürleştirmek; devlet gücünü daha müdahaleci ve paylaştırıcı yönde düzenlemek; mali sermaye gücünü frenlemek; uluslararası ticaretle ilgili görüşleri medyaya dikte ettiren oligopol ve monopollerin ezici gücünü (özellikle askeri endüstri kompleksinin gücünü) demokratik yollardan denetlemek demektir. Sonuçta, Kautsky’nin çok önceden öngördüğü gibi kapitalist güçlerin koalisyonuyla ulaşılan daha yararlı bir “Yeni Anlaşma” emperyalizmine dönülecektir.”[16]

Burada sözü edilen “Yeni Anlaşma” kavramı 1929 büyük bunalımının ardından ABD’de ortaya çıkan devasa işsizlik karşısında dönemin ABD başkanı Roosevelt’in yaşama geçirdiği sosyal önlemleri ifade etmektedir. Bu politikalar toplam talebi artırmak için değil, krizin yol açtığı derin toplumsal huzursuzluğu denetim altına almak için gündeme gelmiştir. ABD bunalımı, bu önlemlerle değil, II. Dünya savaşı öncesindeki devasa silahlanma yatırımları ile aşmıştır. Savaş sonrasında Avrupa’daki işçi hareketinin gücü ve Sovyetler Birliği’nin artan prestijinin yol açtığı komünizm korkusu nedeniyle emperyalist ülkeler kendi işçi sınıflarına yüksek ücretler ve geniş sosyal haklar biçiminde tavizler vermek zorunda kalmışlardır. II. Dünya savaşı sonrasındaki yüksek büyüme hızları da bu tavizleri kapitalistler açısından tahammül edilebilir kılmıştır. Ancak sermaye ilk fırsatta bu hakları geri almak için harekete geçmiştir. Bugün uygulanan neoliberal politikaların özü budur.

Savaş sonrasında uygulanan refah devleti politikaları komünist partilerin evcilleştirilmesine ve sosyal demokrasinin güç kazanmasına yol açmıştı. Bunalımın ortasında 1936 yılında yayınladığı Genel Teori adlı eserinde efektif talep sorunun çözümü için devlet müdahalesi öneren Keynes’in görüşleri de aynı dönemde iktisat politikalarına yön vermiş ve bir tür sol-Keynesçilik sendikal ve sosyal demokrat çevrelerde egemen hale gelmişti. Harvey, sol-Keynesçi bir bakış açısıyla refah devletinin küresel çapta yeniden inşa edilmesiyle sonuçlanacak bir reform öneriyor. Bunu kimin gerçekleştireceği sorusuna gelince iş karmaşıklaşıyor. Bugün sermayenin bu tavizleri vermesine yol açacak ne güçlü bir işçi hareketi ne de Sovyet tehdidi var. Ama bunu kapitalistler yapacak Harvey’e göre. Sermaye birikiminin yasaları doğrultusunda tekelci sermayeye dönüşmüş olan kapitalistler tekelleri denetleyecek ve barışçı bir ultra-emperyalizmi kuracaklar!

Bu reformcu hayallerin kapitalizmin gerçekliği içinde bir karşılığı yok. Burada tüm dünyaya sermaye mantığı açısından bakan bir yaklaşım var. Harvey’in kavram setindeki sermaye mantığı anlamında değil dünyaya sermayenin gözünden bakmak anlamında. Öylesine ki yeni emperyalizmde sınıf mücadelesi önemini kaybetmiştir. Çünkü yazar, kurduğu teorik çerçeve ile hiçbir kanıt göstermeden genişletilmiş yeniden üretimin önemini yitirdiğini dolayısıyla proletaryanın sınıf mücadelesinin de savunmacı bir hatta çekilerek zayıfladığını öne sürüyor. Sınıf mücadelesinin gerilediği ve savunmacı bir pozisyonda kaldığı doğru. Ancak bu, genişletilmiş yeniden üretimin, el koyarak birikim karşısında önemini yitirmesinden değil, sınıf hareketinin ideolojik yenilgisine yol açan gelişmelerden kaynaklanıyor. Harvey, el koyarak birikimin yol açtığı toplumsal hareketleri, sınıf hareketine alternatif olarak öneriyor. Küreselleşme karşıtı hareketler, köylü hareketleri, yerli direnişleri, çevre mücadeleleri gibi yeni toplumsal hareketler başlığı altında anılan hareketler “el koyarak birikim”e karşı işçi hareketiyle birlikte mücadele edecekler. Peki ne için? Daha insancıl ve barışçıl bir kapitalizm için. İyi de bunu zaten kapitalistler gerçekleştirmeyecek miydi?


[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev. A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.

[2] Yazarların bu kitapta dile getirdiği görüşler Socialist Register Dergisinin 2004 sayısında yayınlandı. Bu sayının Türkçe çevirisi için bkz. Leo Panitch ve Colin Leys (Der) Günümüzde Emperyalizm: Yeni Emperyal Tehdit, Socialist Register 2004, İstanbul, Alaz Yayınclık , 2004.

[3] Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Çev. Sami Oğuz, Ankara, Epos Yay. 2003.

[4] Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm, Yordam Yayınları, İstanbul.

[5] V.İ.Lenin, “Avrupa Birleşik Devleti Sloganı Üzerine”, Marx, Engels Marksizm adlı derleme içinde, Çev. V. Erdoğdu, Ankara, Sol Yayınları, 1990. sf. 239.

[6] Avrupa Birliği’nin emperyalist bir proje olduğu yolundaki bütün eleştirileri milliyetçilikle itham eden liberal solcuların tartışmadan özenle kaçındıkları konu bu birliğin ekonomik temelleridir. Son krizin ortaya çıkardığı gelişmeler Avrupa Birliği’nin bir uygarlık ve demokrasi projesi değil, ABD, Japonya, Çin ve Rusya gibi emperyalist odaklarla yoğun rekabet koşullarında Avrupa’nın işçilerine ve birliğin yoksul üyelerinin (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi) halklarına karşı Avrupa tekelci sermayesinin ortak hareket platformu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Avrupa çapında inşa edilmiş bir ultra-emperyalizmin bir ortak refah projesi değil, yoksullaştırma projesi olduğu büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştır.

[7] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, İstanbul, Everest Yay. 2004.

[8] Bu görüşün karikatürize bir örneğini Baskın Oran 26 Haziran 2004 tarihli Birgün gazetesinde şu ifadelerle dillendiriyordu: “Küreselleşme döneminde Emperyalizm yapamazsın… Emperyalizm bir Küreselleşme biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz.”

[9] Joseph Schumpeter, Imperialism and Social Classes, çev. H.Norden, August M.Kelley, New York, 1951.

[10] Joseph Schumpeter, Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, çev. Tunay Akoğlu, Varlık Yayınları, İstanbul, 1974.

[11] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf.122.

[12] Karl Marx, Kapital. c. I. Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1997. sf. 678

[13] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979.

 

[14] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .171.

[15] Burada tartışılan konunun kriz teorisi olmadığı konusunda okuyucu dikkatli olmalıdır. Kapitalist krizler kitlelerin yoksulluğundan dolayı ortaya çıkmaz. Kapitalizmin anarşik doğasından dolayı ortaya çıkar.

[16] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .172.

 

Milli Gelir Üzerine

Milli gelir kavramı güncel iktisadi gelişmeleri kavramak için büyük bir önem taşır. Belli bir ülkenin iktisadi yapısını, gelişmişlik düzeyini, gelir bölüşümünü anlamak için ilk elde bakılacak iktisadi gösterge, milli gelirdir. Ancak bu göstergeler, burjuva iktisadının mantığı doğrultusunda burjuva iktisadının kategorilerine göre üretildikleri için, bu göstergelere bakarak, kapitalist ekonominin yapısı hakkında sağlıklı bilgi edinmek güçtür. Mevcut halleriyle milli gelir istatistikleri, emekçilerin iktisadi ve sosyal talepleri karşısında sermaye medyası ve hükümetleri tarafından iktisadın karmaşık ve teknik dilinden yararlanarak çarpıtılır. Ya da kapitalist ekonominin istikrarının emekçilerin de çıkarına olduğu düşüncesini yerleştirmek için milli gelir istatistikleri kullanılır. Bu yazıda, milli gelir kavramının ortaya çıkışı, içeriği, burjuva iktisadı ve Marksist iktisadın kavrama yaklaşımı ele alınacak ve bu tartışmalar ışığında, Türkiye’nin son yıllardaki milli gelir rakamları üzerindeki başlıca çarpıtmalara değinilecektir.

MİLLİ GELİR KAVRAMININ DOĞUŞU

Milli gelir kavramı, kapitalizmin doğuşuyla birlikte ortaya çıkan bir kavramdır. Kapitalizmin ilk dönemlerinde, kapitalist gelişmenin bir sonucu olarak, Roma kilisesinin egemenliği altındaki feodal prensliklerden oluşan birleşik Hıristiyan uygarlığı ortadan kalkarak, yerini mutlakiyetçi krallıklar tarafından yönetilen ön-ulus devletlere bıraktı. Bu ön-ulus devletler, sermaye birikiminin erken döneminin ürünüydü. Bu dönemde, meta üretimi henüz iktisadi yaşamın temel düzenleyici ögesi değildi. Bu nedenle, zenginlik konusunda ortaçağ düşüncesinden gelen bir kavrayış vardı. Zenginlik, bir ülkenin sahip olduğu değerli madenler, toprak, binalar toplamı olarak görülüyordu. Başka bir deyişle, zenginlik ülkenin ve Krallık hazinesinin sahip olduğu stokla ölçülüyordu.[1] Bu dönemdeki zenginlik kavrayışının bir diğer özelliği ise, dünya üzerindeki zenginliğin sabit bir miktarda olduğu ve zenginliğin ancak ticaret yoluyla artacağı düşüncesiydi. Burada esas olan dış ticaretti; iç ticaret, ülkenin sahip olduğu zenginliğin yurttaşlarının birinin cebinden ötekinin cebine girmesiyle sonuçlanan yararsız bir etkinlikti. Bu durumda, bir ülkenin zenginliği, dünya ticaretindeki payını artırmasıyla artacaktı. Ulus devletler, zenginliği artırmak için merkantilizm adı verilen bir iktisat politikasını benimsediler. Merkantilist doktrine göre, ihracat ve ithalatı arasındaki farkı oluşturan dış ticaret dengesinin pozitif olmasıyla ülke zenginleşecekti. Bu çerçevede ihracatın desteklenmesi ve ithalatın caydırılmasıyla ülke hazinesinde daha fazla altın ve gümüş birikecekti. Hazineyi zenginleştirmek için, merkantilist dönemde mutlakiyetçi ulus devletler, devlet desteğiyle tekelci dış ticaret şirketleri kurarak, uluslararası ticaretteki paylarını artırmaya çalıştılar. Merkantilist politikalar, kapitalizmin erken gelişme döneminde önemli bir sermaye birikimi kanalı olarak işlev gördüler. Merkantilist düşünceyi sistematize eden en önemli eser, Thomas Mun adlı bir tüccarın kaleme aldığı “England’s Treasure by Forraign Trade” (İngiltere’nin Dış Ticaret Yoluyla Zenginleşmesi) başlığını taşıyan bir risaleydi. Bu risale, Marx tarafından, dönemin düşünce dünyasındaki etkisinden dolayı “merkantilist İncil” diye adlandırmıştı.

Merkantilistler, zenginliğin kaynağını değişimde gördükleri için doğrudan üretim sürecinin sorunları ile ilgilenmediler. Aslında, meta üretiminin yaygınlaşmadığı koşullarda iç ticareti verimsiz görmekte tümüyle haksız değillerdi. Çünkü ucuza alıp pahalıya satarak elde edilen kâr, tek tek bazı tüccarları zenginleştirse de, bir bütün olarak hepsinin çıkarına değildi. Tüccarlar arasındaki alışveriş bazılarını zenginleştirirken, bazılarını da yoksullaştıracaktı. Bu nedenle, sermaye birikiminin mekansal temeli olarak ulus devleti gördüler ve dış ticarete odaklandılar. Marx, metaların dolaşımı sürecinde elde edilen bu zenginliği “devir üzerinden sağlanan kâr” (profit upon alienation) diye tanımlar. Burada tüccar sermayesi, başka bir pazarda daha pahalıya atmak için meta satın alır ve bunu satarak kâr elde eder.

Para 1- Meta –Para 2 biçiminde ifade edebileceğimiz bu devreye Marx, sermayenin basit dolaşımı adını verir. Ne var ki, sermayenin basit dolaşımı kapitalizmin ilk dönemine özgüdür. Sermayenin gerçek dolaşımını anlayabilmek için ise, üretim sürecine bakmak gerekir.

Nitekim, 17. yüzyıl sonlarından itibaren meta üretimi geliştikçe, iktisadi düşüncede zenginliğin kaynağının dolaşım süreci değil, üretim süreci olduğu anlaşılmaya başlandı. Ancak kapitalist üretim ilişkileri, tam manasıyla ilk olarak tarımda ortaya çıktığı için üretim sürecinin analizi tarım sektöründen hareketle yapılmaya çalışıldı. Bu yöndeki en önemli girişim, Fransız Fizyokrasi okulundan geldi. Fizyokrasi okulunun kurucusu François Quesnay’ın 1758 yılında yayınlanan Ekonomik Tablo adlı eserinde, üretim, tarım üretiminin kendi üzerinde ve ötesinde bir artık üretilmesini sağlayan tek sektör olarak görülüyor ve ekonomi, yıllık dönemler temelinde basit yeniden üretimi gerçekleştiren bir mekanizma olarak tasvir ediliyordu. Fizyokratlar, bu yanlış algılamaya karşın, artığın üretimini dolaşım alanından üretim alanına taşıyarak, iktisadi düşüncede büyük bir devrim yarattılar. Marx “sermayenin tüm üretim sürecini bir yeniden üretim süreci olarak gözler önüne serenEkonomik Tablo’nun kavramsal yapısını “ekonomi politiğin o zamana kadar ortaya koyabildiği, rakip kabul etmez en parlak yaklaşım” ifadeleriyle övmüştür.[2] İktisadın kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki başarısı, Fizyokratların sermaye teorisi ve yeniden üretim modellerini sanayi sektörünü de kapsayacak şekilde genelleştirmekten ibarettir.

Marx’ın sermayenin genel formülü olarak adlandırdığı süreç şöyle formüle edilebilir: Para 1 – Meta 1 (üa+e) …Üretim Süreci… – Meta 2 – Para 2

Sermayenin genel formülüne göre, para biçimindeki sermaye, artı-değer elde etmek için, öncelikle üretim araçları (üa) ve meta biçiminde mübadele edilen emekgücü (e) satın alır. Burada üretim araçları, makine, teçhizat (sabit sermaye) ile hammadde ve aramallarını (döner sermaye) kapsar. Üretim sürecine katılan üretim araçları yeni metanın değerine bir şey katmazlar. Bunların değeri değişmeden yeni metaya aktarılır. Sadece emekgücü eliyle biçim değiştirirler. Bu nedenle Marx, üretim araçlarına değişmeyen sermaye adını verir. Kapitaliste artı-değer yaratan sermaye unsuru ise, emekgücüdür. Emekgücü, piyasadan satın alınan bir metadır. İşçinin üretken kapasitesini ifade eder. Ancak, emekgücü özel türde bir metadır. Diğer metalardan farklı olarak, nicel olarak ifade edilebilen bir kullanım değeri vardır. Kapitalist açısından emekgücünün kullanım değeri işgünü uzunluğundadır. Emekgücünün değişim değeri ise, ücret olarak ödenir. İşçi, işgünün bir bölümünde ücretiyle satın alabileceği geçim mallarının eşdeğerini üretir. Kalan zamanda ise, kapitalist için artı-değer üretir. Başka bir ifadeyle, artı-değer emekgücünün kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki farkı ifade eder. Burada dikkat edilmesi gereken şey, işçi çalışmadığı zaman, kapitalistin elindeki üretim araçlarıyla ya da para sermayesiyle baş başa kalacağıdır. İşçi kapitalist için çalışırken, hem kendi ücretini, hem de bütün çalışmayan sınıfların paylaşacağı artı-değeri üretir. Marx, emekgücünü, kendi değerinin üzerinde ve ötesinde bir değer yaratma kapasitesinden dolayı değişken sermaye olarak tanımlar. Emek süreci sonucunda elde edilen toplam yeni değer, işçi tarafından yaratılır. Canlı emeğin katkısı, net ürün ya da katma değer olarak tanımlanır.

Bu söylenenler ışığında değerin unsurları şöyle yazılabilir:

Değişmeyen Sermaye (Sabit Sermaye+Döner Sermaye)+Değişken Sermaye+Artı Değer

Değişmeyen sermaye unsurları, emeğin koşullarını ele geçiren kapitalist tarafından geçmişte işçiler tarafından üretilen artı-değerle satın alındıkları için, bu sermaye unsurları, birikmiş emek ya da ölü emek ürünleri olarak tanımlanır. Değerin yeni yaratılan bölümü ise, canlı emeğin katkısını ifade eder. Bu durumda değer, birikmiş emekle canlı emeğin katkısının toplamından oluşur.

Bir ülkenin gerçek milli geliri, işçi sınıfı tarafından bir yıl içinde yaratılan toplam katma değeri ya da canlı emeğin yarattığı yeni değeri ifade eder.

Katma değeri hesaplarken, metanın değerinden, bu metanın üretiminde kullanılan değişmeyen sermaye unsurlarının değerini çıkarmak gerekir. Döner sermaye denilen aramalı ve hammadde için hesaplama kolaydır. Çünkü bunlar, üretim sürecinde kullanılıp tüketilirler; ya da ürünün içinde şekil değiştirerek yer alırlar. Metadaki sabit sermayenin değeri ise, söz konusu metanın üretiminde sabit sermayenin yıpranan bölümü dikkate alınarak hesaplanır. Sözgelimi 1 makine ile 1000 tane meta üretildikten sonra makine hurdaya çıkıyorsa, her birim metada makinenin binde biri tüketilmiş demektir. Bu durumda, katma değere ulaşmak için, metanın değerinden döner sermaye unsurlarının yanı sıra makinenin değerinin binde birini de düşmek gerekir. Tüm bu söylenenlerden, milli gelir hesaplarının piyasaya yönelik meta üretimini temel aldığı anlaşılmış olmalıdır. Bu çerçevede, değişim değeri değil, kullanım değeri üreten, kendine yeterli üretim yapan çiftçiler ve ev kadınları gibi kesimlerin üretimleri milli gelir hesaplarında dikkate alınmaz.

Kapitalist ülkelerde milli gelirin hesaplanmasına 1929 büyük bunalımından sonra başlanmıştır. Bilindiği gibi, 1929 bunalımı, piyasaların kendiliğinden dengeye geleceğine körükörüne inanan geleneksel liberal iktisat düşüncesine büyük bir darbe vurmuştur. Krizi izleyen yıllarda giderek artan işsizlik ve gerileyen talep karşısında devletin ekonomiye doğrudan müdahale ederek fiili talebi canlandırması gerektiğini söyleyen Keynes’in görüşleri, kapitalizmin içine sürüklendiği çıkmazdan bir kurtuluş yolu olarak görülmüştür. Bu çerçevede devletin talep yaratmak ve işsizliği düşürmek için para ve maliye politikası yoluyla ekonomiye müdahale edebilmesi için, başta milli gelir, enflasyon ve işsizlik olmak üzere temel iktisadi göstergeleri yakından izlemesi gerekiyordu. Yine aynı dönemde Sovyetler Birliği’nin planlamadaki başarıları, kapitalist ülkelerin krizden çıkmak için planlama fikrini benimsemelerine yol açtı. Plan hedeflerinin ve bu hedeflere varmak için kullanılacak araçların etkinliğinin izlenebilmesi için düzenli istatistiklerin üretilmesi zorunluydu. Bu gelişmeler, milli gelir hesaplarının düzenli olarak üretilmesini gündeme getirdi. Peki, neydi bu istatistiklerin özelliği? İzleyen başlıkta kapitalist milli gelir hesaplarının dayandığı yöntemsel esasları tartışacağız.

BURJUVA İKTİSADI VE MİLLİ GELİR

Geleneksel burjuva iktisadı, milli geliri, milli gelir muhasebesi başlığı altında bir dizi büyüklükle birlikte ele alır. Birbiriyle yakından ilişkili olan bu kavramların en başta geleni, istatistik kurumları tarafından üretilen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) serileridir.[3] Standart iktisat ders kitaplarında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, bir ülkede belli bir yılda üretilen nihai mal ve hizmetlerin (metaların) piyasa fiyatları üzerinden değeri şeklinde tanımlanır. Bu tanımdaki nihai mal ve hizmet vurgusu, hammadde ve ara malların dikkate alınmadığını ifade eder. Aynı yıl içinde üretimde kullanılan hammadde ve ara malların değeri, nihai malların değerinin bir parçası olduğu için çifte sayıma yol açmamak için hesaba katılmaz. Örneğin bakkala satılmak için getirilen un hesaba katılırken, fırıncının kullandığı un dikkate alınmaz. Başka bir deyişle, değişmeyen sermaye ögelerinden birisi hesaba katılmayarak, belli bir yılda üretilen net ürüne ulaşılmaya çalışılır. Değişmeyen sermayenin sabit sermaye bölümü için ise, piyasa faiz haddi üzerinden belli bir amortisman oranı saptanarak bulunan rakam GSYH’dan düşülür ve net yurtiçi hasılaya ulaşılır. Net yurtiçi hasıladan malların piyasa fiyatlarının parçası olan dolaylı vergiler çıkarıldığında, milli gelire ya da emekgücü tarafından yaratılan katma değer toplamına ulaşılır.

Ancak kapitalist ülkelerdeki milli gelir hesapları çok ciddi bir sorun içerir. Yukarıdaki tartışmada, katma değeri, artı-değer üretimiyle ilişkili olarak ele aldığımız hatırlanacaktır. Ancak kapitalist ekonomideki bütün sektörler artı-değer üretmez. Kullanım değeri üreten kesimlerin üretimlerinin piyasaya bir meta sunmadıkları için dikkate alınmadığını vurgulamıştık. Kapitalist ülkelerdeki milli gelir hesapları da bunları dikkate almaz. Sorun, esas itibariyle burjuva milli gelir metodolojisinde hizmetler sektörü diye geçen alanla ilgilidir. Klasik ekonomi politiğin ve Marx’ın temel izleklerinden birisi olan üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımının ele alınış biçimi, burjuva milli gelir hesaplarının en temel açmazlarından birisini oluşturur.

Kapitalist ekonomide meta üretimi, esas itibariyle ücretli emeğe dayanır. Bağımsız zanaatkar ve küçük üretici köylülüğün meta üretimindeki giderek payı yok olma sürecine girmiştir. Türkiye’de küçük üreticiliğin nüfustaki payı görece yüksek olmasına rağmen, aşağıda göreceğimiz gibi, değer cinsinden meta üretimindeki payı oldukça düşüktür.

Ücretli emeğe dayalı üretimin en önemli unsuru, sermaye ile mübadele edilen emekgücünün üretimidir. Bu, kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikimi için zorunludur. Sermaye birikimi, ücretli emekçinin artı-değer üretmesi ve buna kapitalist tarafından el konulmasıyla gerçekleşir. Ancak sermaye ile satın alınan emekgücünün tümü artı-değer üretmez. Sermaye tarafından istihdam edildiği halde hizmetler sektörü içinde yer alan, banka, sigorta ve diğer finansal kurumların çalışanları, ticari şirketlerin işçileri, üretim alanında değil, dolaşım alanında (artı-değerin dolaşımı) istihdam edildikleri için artı-değer üretmezler. Bu nedenle, bu emekçiler, sermaye için üretken emekçi değildir. Bunların ücretleri, üretken emekçilerin ürettiği artı-değerden ödenir. Artı-değer üreten emekçiler sadece, mal ve hizmet üretimi ile üretimin bir parçası olan ulaştırma (nakliye) sektöründeki emekçilerdir.[4] Oysa burjuva milli gelir hesaplarında, bu kesimler için katma değer hesaplaması yapılır. Dolayısıyla ortaya oldukça yanıltıcı sonuçlar çıkar.

Burada, genel olarak hizmetler sektörünün üretken olmadığını söylemek doğru değildir. Geçmişte, SSCB’de yapılan milli gelir hesaplarında yanlış bir şekilde hizmetler sektörü tümüyle üretken olmayan sektör olarak değerlendirilmiştir. Buradaki karışıklık, metanın tanımından kaynaklanmaktadır. Sovyet istatistikçileri, metayı sadece elle tutulur fiziki bir ürün olarak değerlendirmiştir. Hizmet üretiminde, üretimi ve tüketiminin eş zamanlı olması nedeniyle ortaya somut, fiziksel bir ürün çıkmaz. Ama metayı tanımlayan temel unsur, fiziksel bir ürün olması değil, kullanım değeri ve değişim değerine sahip olmasıdır. Bu çerçevede, otel çalışanları, restoran çalışanları, temizlik şirketi çalışanları gibi hizmetler sektöründe çalışan emekçiler artı-değer ürettikleri için üretken emekçidir. Yine eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi (ya da kısmen de olsa ve kamu kesimi tarafından sürdürüldüğü halde ticarileştirilmesi) ile birlikte, bu sektörlerde çalışan öğretmen, hemşire, doktor gibi çalışanlar da üretken emekçi haline gelmiştir.

Ücretli emeğe dayalı üretim, kendi içinde, ücretleri gelirden ödenen, hizmetçiler, aşçılar, şoförler, korumalar vb. bir alt kesimi de içerir. Bunlar, hizmet ürettikleri halde, üretken emekçi değildir. Burada emekgücü sermaye ile mübadeleye girmez. Yani bunların ürettiği hizmeti satın alan kişiler, bu hizmeti satıp gelir elde etmek üzere değil, kişisel ihtiyaçları için talep ederler. Elbette, bir otelde çalışan aşçı ya da bir şehiriçi servis hizmeti sağlayan bir şirkette çalışan şoför, temizlik firmasında çalışan temizlikçi, hizmet biçiminde bir meta ürettiği için artı-değer üretir ve bu nedenle üretken emekçi sayılır.

Burjuva milli gelir hesaplarında üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımına gidilmeden, artı değerin dolaşımı ile ilgili sektörler için de katma değer hesaplandığını vurgulamıştık. Yine bu milli gelir hesaplarında, kamu çalışanları ile ilgili olarak, katma değer hesaplandığı görülecektir. (Bkz. Tablo.I) Oysa kamu çalışanlarının KİT’lerde çalışan işçiler dışında kalan ezici çoğunluğu, üretken emek kategorisine girmeyen, toplumsal düzenin yeniden üretimi (ordu, emniyet, yargı,) alanında ve eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetlerde çalışmaktadır. Bu söylenenden kapitalist işletmeler olan KİT’lerde çalışan işçilerin üretken emekçi olduğu açıkça anlaşılmış olmalıdır.

Özellikle sermaye ile emek arasındaki birincil bölüşüm ilişkisini ifade eden sömürü oranı hesaplanırken, milli gelir hesapları üretken emek üretken olmayan emek ayrımına göre ele alınmadığında, oldukça yanıltıcı sonuçlar ortaya çıkabilir.

Bu sorunları göz ardı ederek, milli gelirin en geniş tanımıyla işçi sınıfı tarafından üretilen toplam değeri ifade ettiği söylenebilir. Bu değerin bir bölümü, işçi sınıfının emekgücünü yeniden üretebilmesi için gereken ücretlere giderken, kalan bölüm burjuvazi başta olmak üzere mülk sahibi sınıfların kâr, faiz, kira ve sigorta gelirleri ile üretken olmayan emekçilerin gelirlerini oluşturur. Ancak burjuva iktisadı, milli geliri açıklarken, sermaye ile bina ve toprak sahiplerinin gelirlerini, bu kesimlerin sahip olduğu üretim unsurlarının üretkenliğinin bir sonucu olarak ele alır. Burjuva iktisadına göre, üretim süreci, firmalar olarak tanımlanan soyut karar birimlerinin emek, sermaye ve doğa biçimindeki üretim faktörlerini, bu faktörlerin sahiplerinden, en düşük maliyetli üretimi sağlayacak şekilde satın alması olarak tanımlar. Ve üretim sürecini, üretim fonksiyonu adı altında matematiksel olarak kanıtlamaya girişir. Ama bunu yaparken, burjuvazinin üretimden aldığı payı meşrulaştırmak için bilimsellik iddiasını bir kenara bırakır. Q=f (K, L, N) biçiminde tanımlanan üretim fonksiyonunda, Q üretim miktarını, K sermayeyi, L emek miktarını, N ise toprağı (binaları) tanımlar. Bu üretim fonksiyonunun her bir üretim faktörüne göre türevi, o üretim faktörünün üretime katkısını verecektir. Marjinal verimlik diye tanımlanan bu katkı, malın fiyatı ile çarpılırsa, her bir üretim faktörünün alacağı pay ya da bu üretim faktörünün fiyatı parasal olarak ifade edilmiş olacaktır. Yalnız burada ciddi bir tutarsızlık vardır. Bir fonksiyonun türevinin alınabilmesi için fonksiyondaki bütün terimlerin aynı cinsten yazılabilmesi gerekir. Oysa burada üretilen mal miktarı (Q) ve emek miktarı (işçi sayısı) fiziki birimler cinsinden yazılabilirken, sermayenin bu şekilde ifade edilmesi mümkün değildir. Sermaye, çok farklı biçimler altında üretime katılır ve fiziksel olarak ifade edilemez. Örneğin bir traktör fabrikasında, 100 işçinin günde 50 traktör ürettiğini varsaydığımızda, ürün miktarı ve işçi sayısı fiziksel olarak ifade edilebilirken, sermaye unsurları olan bir dizi aramalı, makine ve robot kullanılır. Yani bunları işçi sayısı ve ürün sayısı gibi tek bir birime indirgemek mümkün değildir. Burjuva iktisadı bu güçlüğü görmezden gelerek, sermayenin üretime katkısını ölçmek için sermaye mallarının fiyatını dikkate alır. Yani hesaplamaya çalıştığı şeyi, biliniyor varsayar. Burjuva iktisadı, bu mantıksal tutarsızlığa getirilen eleştiriler karşısında metafizik bir piyasa inancı dışında hiçbir sav ileri sürememiştir.

UYGULAMADA MİLLİ GELİR

Milli gelirin ekonomideki bütün sektörlerde üretilen katma değerin toplamı olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Hatırlanacağı gibi katma değer, üretim sürecinde canlı emeğin katkısını ifade eden net üründen başka bir şey değildi. Resmi istatistik kurumu (TÜİK) ekonomideki her alt sektör girdi çıktı tabloları oluşturarak, toplam katma değere ulaşmaya çalışır. Bu durumda, milli geliri, ekonomideki ana sektörlerin her birinde ne kadar katma değer yaratıldığına bakarak tanımlamak mümkündür. Ekonomideki ana sektörler olan tarım, sanayi ve hizmetlerin toplam katma değer içindeki payına göre yapılan hesaplamaya, üretim yöntemiyle milli gelir adı verilir. Bu yöntem, ekonominin yapısal özellikleri hakkında kuş bakışı bir fikir verir. Örneğin Türkiye’nin cari fiyatlarla 2010 yılı GSYH’sının sektörel dağılımı Tablo I.’de aktarılmıştır.

 

 

Tablo I. Cari fiyatlarla sektörlerin GSYH içindeki payları

2010

TARIM

8,4

Tarım, avcılık ve ormancılık

8,2

Balıkçılık

0,2

SANAYİ

19,2

Madencilik ve Taşocakçılığı

1,4

İmalat Sanayi

15,5

Elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi ve dağıtımı

2,3

HİZMETLER

63,0

İnşaat

4,1

Toptan ve perakende ticaret

11,2

Oteller ve Lokantalar

2,3

Ulaştırma, depolama ve haberleşme

13,3

Mali aracı kuruluşların faaliyetleri

3,8

Konut Sahipliği

11,3

Gayrimenkul, kiralama ve iş faaliyetleri

4,8

Kamu yönetimi ve savunma, zorunlu sosyal güvenlik

4,2

Eğitim

3,3

Sağlık işleri ve sosyal hizmetler

1,6

Diğer sosyal, toplumsal ve kişisel hizmet faaliyetleri

1,7

Eviçi personel çalıştıran hanehalkları

0,2

Sektörler Toplamı

89,3

Dolaylı ölçülen mali aracılık hizmetleri

1,8

Vergi-Sübvansiyon

12,5

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (Alıcı fiyatlarıyla)

100,0

 

Tablo I’de görüldüğü gibi, Türkiye’de tarım sektörü en düşük katma değer yaratan sektör durumundadır. Bu eğilim gelişmiş kapitalist ülkelerde de görülmekle birlikte, bu ülkelerde ücretli işçi kullanan geniş ölçekli kapitalist tarım egemendir. Türkiye’de ise, istihdamın yüzde 25’i tarım sektöründedir. Ve bu kişilerin ezici çoğunluğu, küçük ölçekli aile işletmelerinde tarımsal üretim yapan ücretsiz aile işçisidir.

GSYH, sektörel katma değer toplamına dayanarak hesaplanabileceği gibi, toplam katma değerin toplumsal sınıflar arasında nasıl bölüşüldüğüne bakılarak da hesaplanabilir. Bu yönteme gelir yöntemi denilir. Gelir yönteminde katma değerin ücret, kâr, faiz, kira gibi gelir unsurlarına hangi oranda ayrıştığı dikkate alınır. TÜİK’in sunduğu 2006 yılına ait son rakam, işgücü ödemelerinin toplam GSYH’nın yüzde 26,2’sini oluşturduğunu göstermektedir. Ancak bu rakamın, bir yandan, kapitalist sınıfın bir parçası olan profesyonel yöneticilerin gelirini de ifade ettiği gözden kaçmamalıdır. Yine toplumsal düzenin yeniden üretimi alanında çalışan asker, polis, istihbaratçı, korucu gibi ortalama emekçiden daha yüksek gelir elde eden kesimlerin gelirleri de, bu başlık altında toplanmıştır. Türkiye’deki uygulamada, ücret geliri dışında kalan gelirler, işletme artığı başlığı altında toplanmıştır. Bu rakamın içinde üretici köylülüğün geliri ile kâr, faiz ve kira gibi diğer gelirler yer alır.

Son olarak GSYH, elde edilen toplam gelirin nasıl harcandığına bakılarak hesaplanabilir. Bu yöntem, toplam GSYH’nın nasıl harcandığını gösterir. Katma değerin, ücretler ile kârlar, faiz, kira ve sigorta gelirleri gibi artı-değer ögeleri arasında paylaşıldığını söylemiştik. Bu gelirler, bütün toplumsal sınıflar tarafından öncelikle yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan tüketim harcaması şeklinde harcanacaktır. İşçiler ücretlerinin neredeyse tümünü tüketim harcamalarına aktarırlar. Yine ücret geliri elde eden profesyonel yöneticiler, mühendisler, doktorlar gibi toplumsal kesimler ise, gelirlerinin bir bölümünü tasarruf ederler. Kapitalistlere gelince, bu sınıf üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurduğu için toplumsal üretimin büyük bir bölümüne kâr biçiminde el koyar. Kapitalistlerin tüketim harcaması için ayıracakları tutar, zorunlu ihtiyaç maddelerinin yanı sıra eğlence ve lüks tüketim harcamalarını da kapsar. Ancak tüm bunlar toplam kâr içinde çok küçük bir meblağ oluşturur. Kalan bölüm ise, daha fazla artı-değer elde etmek üzere sermayeye eklenir. Bu tutara yatırım harcaması denilir. Yine, artı-değerden pay alan diğer mülk sahibi kesimler ise zorunlu ve lüks tüketim harcamalarından kalan miktarı bankacılık sistemine aktararak, yeni yatırımların finanse edileceği kredi havuzunu genişletirler. GSYH’nin bir bölümü ise, devletin doğrudan tüketim harcamalarına, altyapı yatırımlarına ve personel harcamalarına gider. Öte yandan, ülkede üretilen metaların bir bölümü ihraç edildiği için yabancı ülkelerde harcanır. Son olarak, Türkiye’de elde edilen katma değerin bir bölümü, yabancı ülkelerde üretilen metalara harcanır. Başka bir deyişle, başka ülkelerde yaratılan katma değere katkıda bulunur. Dolayısıyla harcamalar yoluyla GSYH hesaplanırken dış ticaret, ihracat-ithalat farkı (net ihracat) bulunarak hesaplamaya dahil edilir. Sonuç olarak, harcamalar yöntemiyle GSYH hesaplamasında tüketim harcamaları, yatırım harcamaları, devlet harcamaları ve net ihracat kalemleri yer alır.

Tablo 2. Harcamalar Yöntemine Göre GSYH

(cari fiyatlarla)

 

GAYRİ SAFİ YURTİÇİ HASILA 2010

1.105.101.110

YERLEŞİK HANEHALKLARININ TÜKETİMİ

786.079.201

DEVLETİN NİHAİ TÜKETİM HARCAMALARI

157.451.278

Maaş, Ücret

87.344.368

Mal ve Hizmet Alımları

70.106.910

YATIRIM HARCAMALARI

206.879.576

Kamu Sektörü

42.558.113

Makine- Teçhizat

6.426.472

İnşaat

36.131.641

Özel Sektör

164.321.462

Makine- Teçhizat

108.826.482

İnşaat

55.494.980

(*) Stok Değişmeleri

15.646.824

MAL VE HİZMET İHRACATI

233.076.618

(EKSİ) MAL VE HİZMET İTHALATI

294.032.387

Harcamalar yoluyla milli gelir hesapları bağlamında değinilmesi gereken en önemli konu, bu yöntemde hesaplamalar kapsamında yer alan yatırım harcamaları kalemi içinde, ilgili yılda üretilen ancak satılamayan metaların yer almasıdır. Sermayedarlar açısından meta-sermayeyi ifade eden bu büyüklük, “stok değişmeleri” başlığı altında değerlendirilir. Ekonominin durgunluk ya da daralma yaşadığı dönemde bu rakam büyük meblağlara ulaşır. Milli gelir metodolojisiyle ilgili bu genel bilgilerin ardından, milli gelirin mutlak büyüklüğü ile kişi başına milli gelir arasındaki farka dikkat çekmek yararlı olacaktır.

Bilindiği gibi, Türkiye ekonomisi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer almaktadır. AKP hükümeti ve yandaş basın, bu olguyu sıkça AKP döneminde yaşanan “büyüme mucizesi”ne bağlamaktadır. Oysa Türkiye, 1980’li yıllardan bu yana, satın alma gücü paritesine göre (döviz kuru yerine satın alma gücüne göre hesaplanan reel kura dayalı) hesaplanmış GSYH büyüklüğü bakımından 20 büyük ekonomi içinde yer almaktadır. Bu olgunun temel nedeni, Türkiye’nin büyük bir nüfusa sahip olmasıdır. Kapitalist gelişmenin düzeyi bakımından daha anlamlı gösterge, GSYH’nın ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen kişi başına GSYH rakamıdır. 2010 yılı rakamlarına göre, Türkiye, kişi başına GSYH bakımından dünya sıralamasında 60. sıradadır. Elbette kişi başına GSYH’nin, ülke içindeki gelir bölüşümünü dikkate almadığı unutulmamalıdır. Türkiye, emek hareketinin yaşadığı gerileme nedeniyle gelir bölüşümü açısından dünyanın en adaletsiz ülkelerinden birisi haline gelmiştir.

Kişi başına GSYH konusunda hükümet sözcüleri ve sermaye basınının AKP yandaşı kesimi, sıkça AKP döneminde kişi başına milli gelirin 3500 dolardan 10.000 doların üzerine çıktığını iddia ediyor. Normalde ciddiye alınmaması gereken bu iddia, propaganda malzemesi olarak kullanılınca, aslında bütün iktisatçıların bildiği bir gerçeği hatırlatmak gerekiyor. GSYH’nin 10.000 doların üzerine çıkması, GSYH hesaplamalarında 2006 yılında gerçekleştirilen teknik düzeltmeden ve AB sistemine uyum sağlamak amacıyla hesaplama yönteminin değiştirilmesinden kaynaklandı. AKP’nin hükümet yıllarında, kişi başına GSYH artışı, yaklaşık olarak yüzde 33 olarak gerçekleşti. AKP’nin 8 yıllık iktidar dönemi dikkate alınırsa, bu durum, kişi başına gelirin yılda ortalama yüzde 4 civarında büyüdüğünü göstermektedir.

Buraya kadar söylenenlerden, burjuva milli gelir hesaplarının Marksist bilimsel ekonomi kategorilerine göre ele alınmasının işçi sınıf hareketi açısından daha anlamlı çözümlemeler yapmak için zorunlu olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu yöndeki çalışmaların değerlendirilmesi başka bir yazının konusu olacaktır.



[1] İngilizce’de 18. yüzyıla kadar sermaye yerine “stock” teriminin kullanılması bu algılamayla bağlantılıdır.

[2] Karl Marx, Artık Değer Teorileri, c. I., Çev. Y. Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1998, sf. 325-6.

[3] Milli gelir istatistiklerinde hesaplanan bir başka kavram ise, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’dır. GSMH kavramı, belli bir yılda belli bir ülkenin vatandaşlarının ülke içinde ve yurtdışında elde ettiği katma değeri (kâr ve ücretleri) dikkate alır. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da (GSYH) ise, esas olan ülke içinde yaratılan katma değerdir. Örneğin yabancı bir firmanın Türkiye’de el koyduğu artı-değer GSYH içinde yer alır. Ama Mısır’da yatırım yapan Türk kapitalistin el koyduğu kâr Türkiye’nin GSYH’si içinde değil, GSMH’si içinde yer alır. Benzer bir şekilde, Almanya’daki Türkiyeli işçinin ücretlerinden artırarak Türkiye’ye gönderdiği paralar GSMH hesapları içinde yer alırken, Türkiye’de çalışan Gürcü işçilerin burada kazanıp burada harcadığı ücret gelirleri Türkiye’nin GSYH hesapları içinde yer alır. GSMH ile GSYH arasındaki fark “net dış alem faktör gelirleri” başlığı altında muhasebeleştirilir.

[4] Bu tartışma, şu yazıda geliştirilen tartışmaya dayanıyor: Sungur Savran, E. Ahmet Tonak, “Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek: Bir Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi”, Praksis, sayı 16, Güz 2007

David Ricardo: bilimsel politik ekonominin burjuva sınırları

Klasik politik ekonomi kavramını ilk olarak kullanan ve bilimsel literatüre sokan Marx, klasik ekonomi politiğin 17. yüzyılda İngiltere’de William Petty ile, Fransa’da Pierre Boisguilbert ile başladığını, 19. yüzyıl başlarında, yine bu ülkelerde, David Ricardo ve Sismondi ile sona erdiğini söylemiştir.1 Marx’ın bilimsel politik ekonominin sınır çizgilerini ortaya koyarken dikkate aldığı temel ölçütler, emek-değer teorisi ve iktisadi yeniden üretimin bilimsel ele alınışıdır. Klasik politik ekonomide emek-değer kuramı, ağırlıklı olarak İngiltere’de geliştirilirken, iktisadi yeniden üretime ilişkin kuramsal yenilikler esas olarak Fransız düşünürlerce hayata geçirilmiştir. Marx, Kapital’de klasik politik ekonomiyi şöyle tanımlar:

İlk ve son kez burada belirtmek isterim ki, ben klasik ekonomi politik deyince, yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en akla uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında da tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedî gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan yüzeysel ekonomiye karşılık, William Petty’den beri, burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.2

Marx’a göre, klasik politik ekonomi, İngiltere’de David Ricardo ile doruk noktasına ulaşmış, Ricardo’dan sonra gelen politik ekonomistler, yerleşik bir nitelik kazanan kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırma kaygısı ile giderek bilimsellikten uzaklaşarak, yüzeysel bir iktisat anlayışına yönelmişlerdir. Bu yazıda, Adam Smith’le birlikte bilimsel politik ekonominin en yetkin temsilcisi olan David Ricardo’nun temsil ettiği kuramsal geleneğin ana hatları ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Ricardo, burjuvazinin tarihsel olarak ilerici bir oynamaya devam ettiği bir dönemde, burjuvazinin sözcüsü olarak, iktisadi gerçekliği, kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırma kaygısıyla çarpıtma yoluna gitmeden, bilimsel bir temelde ele almıştır. Ne var ki, burjuvazinin sınıf çıkarları ile sınırlı olan ufku, onu daha ileri sonuçlara ulaşmaktan alıkoymuş ve ortaya koyduğu kuram, kendisini izleyenlerce yozlaştırılarak bilimsel içeriğinden uzaklaştırılmıştır.

Ricardo’yu önemli kılan bir diğer özelliği ise, Marksizmin kurucu ögelerinden ve kaynaklarından birisi olan klasik İngiliz politik ekonomi geleneğinin doruk noktasını oluşturmasıdır. Bilindiği gibi, Marksizmin diğer kurucu ögeleri, Hegel’de en yüksek ifadesini bulan klasik Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmidir. Bu ögeler arasında bir önem sıralaması yapmak mümkün değildir. Marksizmin iyi anlaşılabilmesi için, Marksizmin kurucularının felsefi, politik, ideolojik ve iktisadi görüşlerinin ve bu görüşlerin düşünsel kaynaklarının bilinmesi gerekir. Bu çerçevede, nasıl ki, Marksizmin felsefi ve yöntemsel temellerini oluşturan diyalektik maddeciliğin tam manasıyla kavranması için Hegel felsefesinin temel kavram ve kategorileri ile tanışık olmak gerekiyorsa, Marksist politik ekonominin temel taşlarını oluşturan emek değer teorisi ve artık değer teorisinin anlaşılabilmesi için de, Ricardo iktisadının bilinmesi gereklidir.

Marx ve Ricardo arasındaki ilişkiyi tanımlamak için, Marx’ın Hegel hakkında yazdıkları  fikir vericidir. Marx, Hegel diyalektiğinin idealist içeriğine vurgu yaparak, Hegel’de diyalektiğin baş aşağı durduğunu, Hegelci diyalektiğin mistik kabuğundan çıkarılması için ayakları üzerine oturtulması gerektiği söyler. Benzer bir şekilde, Ricardo’nun iktisadi incelemelerinden emek-değer teorisi ve artık-değer teorisine ulaşmak için, onun eserlerine damgasını vuran burjuva ufkunun ötesine geçmek ve kapitalizmi tarihsel olarak kavramlaştıran bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Nitekim Marx, böyle bir bakış açısıyla Ricardo’nun burjuva önyargıları nedeniyle çıkmaza sürüklendiği kuramsal sorunları, en ileri sonuçlara ulaştırmıştır.

Ricardo’nun temel düşüncelerini anlamak üzere, eserlerini kaleme aldığı dönemin temel özelliklerine bakmak yararlı olacaktır. İzleyen bölümde, Ricardo’nun düşüncelerinin tarihsel bağlamı ortaya konulmaya çalışılacaktır. Okuyucu, Ricardo’nun görüşleri ile tanıştıktan sonra, bu görüşlerin anlaşılabilmesi için, ortaya atıldığı tarihsel bağlamın anlaşılmasının ne denli elzem olduğunu fark edecektir. Düşüncelerle, ortaya atıldığı maddi koşullar arasındaki ilişkinin evrensel geçerliliği, David Ricardo örneğinde hiçbir dolayıma yer bırakmayacak kadar belirgindir.

I. RİCARDO’NUN KURAMININ TARİHSEL BAĞLAMI

Ricardo’nun kuramsal mirasının en önemli tarihsel referanslarını Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi oluşturur. Bu iki devrim, birbiriyle yakından ilişkilidir. Kapitalizm, feodalizm üzerindeki kesin zaferini bu devrimlere borçludur. Bu nedenle, tarihçi Eric Hobsbawm, tüm dünyayı dönüştüren bu devrimleri “çifte devrim” olarak adlandırmış ve bu iki devrimin bileşik etkisini şöyle açıklamıştır:

19. yüzyıl dünyasının ekonomisi başlıca Britanya [Sanayi] Devrimi’nin etkisi altında teşekkül etmişse, siyaset ve ideolojisi de esas itibariyle Fransızlarca oluşturulmuştu. Britanya, bu ekonominin demiryolları ve fabrikaları için bir model örnek sağlamış, Avrupalı olmayan ekonomilerin geleneksel ekonomik ve toplumsal yapısını çatlatan iktisadi patlayıcı maddeyi getirmiştir; fakat devrimlerini Fransa yapmış onlara fikirlerini Fransa vermiştir. …Dünyanın çoğu yerlerine liberal ve demokratik siyasetin sözlüğünü ve sorunlarını Fransa getirmiştir.3

Ricardo’nun, eserlerinde ele aldığı sorunlar ve bakış açısı, “çifte devrim”in etkisi altında şekillenmiştir. İngiltere’de burjuvazinin egemenliği önündeki engeller 17. yüzyıl burjuva devrim[ler]i ile ortadan kalkmış olmasına karşın, Fransız Devrimi, ortaya koyduğu ilkelerle, İngiltere’deki toprak sahipleri ile sanayi kapitalistleri arasındaki çatışmalarda, kapitalist sınıfa güçlü bir ideolojik dayanak sağlamıştır. Birçok Avrupa ülkesindeki toprak sahiplerinin aksine, çok uzun bir dönem önce burjuvalaşmış olan İngiliz toprak sahipleri, güçlü siyasal konumları ve sanayi öncesi döneme ait alışkanlıkları nedeniyle, Sanayi Devriminin ortaya çıkardığı sanayi kapitalistleri sınıfıyla çatışma içine girmiştir. Bu olgu, Ricardo’nun kuramsal ve pratik çabalarının anlaşılması bakımından büyük bir öneme sahiptir. Birçok yorumcunun da vurguladığı gibi, Ricardo, sanayi kapitalizminin kuramsal sözcüsüdür.4 Eserlerinde, İngiltere’de Sanayi Devrimi ile hızla gelişen sanayi kapitalizminin ortaya koyduğu iktisadi ve toplumsal değişimi yansıtmıştır. Bu nedenle Ricardo’nun kuramının gerçek içeriğini kavramak için, bu sürecin ele alınması yararlı olacaktır.

Sanayi Devrimi adı verilen büyük dönüşüm, İngiltere’de, yaklaşık olarak 18. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile mekanik güç kaynakları ve makineler sanayi üretiminde uygulanmaya başlamış, bu vasıtayla sanayide görülmemiş bir üretim ve verimlilik artışı sağlanmıştır. Bu gelişme sonucunda, İngiltere “dünyanın atölyesi” haline gelmiştir. Geniş bir iç ve dış talep tarafından desteklenen üretim artışı, üretimin mekansal örgütlenmesini değiştirmiş, bağımsız üreticiler tarafından yürütülen küçük ölçekli zanaat üretimi ve manüfaktür üretimi, yerini, fabrika sistemine bırakmıştır. Sanayi Devrimi, tarımdaki çözülmeyi de hızlandırmıştır. Sanayide önemli gelişmeler olurken, Parlamento’dan geçirilen özel çitleme yasaları ile, tarımda öteden beri süregelen köylülerin mülksüzleştirilmesi sürecinde son adımlar atılmıştır. Bu dönemde, çitlemeler nedeniyle tarımdan koparılan geniş bir işgücü kitlesi, gelişen sanayi merkezlerine yönelmiş, kırdan yeni sanayi merkezlerine doğru büyük bir göç yaşanmıştır. Özetle, Sanayi Devrimi, zanaatçılık, kırsal sanayi ve manüfaktürü ortadan kaldırarak ve tarımdaki çözülmeyi hızlandırarak, geniş bir emek gücü kitlesi yaratmıştır. Öte yandan, fabrika sisteminin, geleneksel sanayi dallarından farklı olarak, sabit sermayeye dayalı olması, güçlü ve zengin bir sanayi kapitalistleri sınıfını ortaya çıkarmıştır5. Sanayici kapitalistin yeni bir sınıf olarak ortaya çıkması, iktisadi gücün, giderek sanayi sektöründe yoğunlaşmasına yol açmıştır. Toprak sahiplerinin bu gelişmeye tepkisi, siyasal nüfuzlarını kullanarak, “Tahıl Yasaları” (Corn Laws) adı verilen düzenlemeleri Parlamento’dan geçirmek biçiminde olmuştur.

“Tahıl Yasaları”nın önemini anlamak için, yasanın gündeme geldiği dönemin özelliklerine bakmak yararlı olacaktır. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan çitlemelerle tarımın çözülmesi hız kazanmış, hızlı sanayileşme ve çitlemeler nedeniyle kırsal nüfusun kentlere akın etmesi ve nüfustaki artış, tahıl talebini ve tahıl fiyatlarını artırmıştır. Tahıl fiyatlarındaki sürekli artış, 1791 yılında İngiliz Parlamentosu’nun çıkardığı bir yasayla, toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda tahıl ithalatına yüksek gümrük vergisi uygulamaya başlamasıyla hız kazanmıştır. Bu koşullar altında, Napolyon’un 1795-1804 yılları arasında İngiltere’yi askeri ablukaya alması ve Kıta Avrupa’sında yürüttüğü savaşlar nedeniyle, Prusya ve Polonya gibi ihracatçı ülkelerde üretimde büyük düşüşler ortaya çıkması, İngiltere’deki tahıl kıtlığını dramatik hale getirmiştir. Tahıl talebinin artması, “Tahıl Yasaları” ve savaş nedeniyle tahıl fiyatlarında büyük artışlar meydana gelmesi, Sanayi Devrimi ile birlikte kentlere yığılan ve oldukça ağır ve sağlıksız koşullar altında çalışan emekçi kitlelerin sefaletini artırmıştır. 1770’lerde ortalama 45 şilin olan bir quarter buğdayın fiyatı, 1790’larda 56 şiline, 1800-1810 yılları arasında 106 şiline yükselmiştir. Tahıl fiyatlarındaki bu artışlar, doğal olarak işçi ücretlerini reel olarak çok düşük düzeye indirmiştir. Buna karşılık, 1770’lerden Fransa ile savaşın sona erdiği 1815 yılına uzanan süreçte, toprak rantları yüzde 100-200 oranında artmıştır6

Bu gelişmeler, toprak sahipleri ile yükselen sanayi kapitalistleri arasındaki çelişkileri derinleştirmiştir. Sanayi kapitalistleri, tahıl fiyatlarındaki artışın işçilik maliyetini artırdığını savunarak, bu durumun başlıca nedeni olarak gördükleri “Tahıl Yasaları”nın kaldırılması için yoğun bir faaliyet yürütmeye başlamış, bu amaçla 1828 yılında “Tahıl Yasalarına Karşı Birlik” (Anti-Corn League) adı altında bir grup oluşturmuşlardır. “Tahıl Yasaları” değişik yıllarda revize edilmiş, sanayi kapitalistlerinin Parlamento’daki etkili muhalefeti ile ancak 1846 yılında kaldırılmıştır.

“Tahıl Yasaları” ekseninde yürüyen bu tartışmalar, İngiltere’de sanayi kapitalizminin egemenliğini sağlayan köklü dönüşüm sürecini yansıtmaktadır. Eserlerinde, sanayi kapitalizminin politik ekonomisini yapan Ricardo, toprak sahiplerine karşı sanayi kapitalistlerinin çıkarlarını savunmuştur. Ricardo, 1815 yılında yazdığı Düşük Tahıl Fiyatlarının Sermayenin Kârı Üzerindeki Etkisi Üzerine Bir Deneme (An Essay on the Influence of Low Price of Corn on the Profits of Stock) adlı makalesinde “toprak sahiplerinin çıkarının toplumdaki diğer sınıfların çıkarına her zaman aykırı” olduğunu söylemiştir. Çünkü toprak sahiplerinin, toplumdaki diğer bütün sınıfların zararına olan bir durumdan; besin maddelerinin kıt ve pahalı olmasında çıkarları vardır.7

Babası gibi bir borsa komisyoncusu olan Ricardo, 1799 yılında Adam Smith’in ünlü eseri Ulusların Zenginliği’ni okuduktan sonra, politik ekonomi ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Ricardo, 1800’lü yıllarda, İngiltere’nin karşılaştığı parasal konular konusunda çeşitli broşürler kaleme almıştır. Genellikle güncel pratik sorunlar üzerine yazdığı bu yazılar, dikkatini politik ekonominin daha temel meselelerine yöneltmiştir. 1817 yılında, kendisinden çok etkilendiği James Mill’in ısrarları sonucunda, Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme adını taşıyan ünlü eserini kaleme almıştır.

II.BİRİKİM VE BÖLÜŞÜM SORUNU

Ricardo’nun ekonomi politiğinin kavramsal çerçevesini İngiltere’de sanayi kapitalizminin yükselişinin ortaya koyduğu sorunlar belirlemiştir. Ekonomi Politiğin İlkeleri’nin daha önsözünde bu durumu görmek mümkündür:

Yeryüzünün ürünleri, …. toplumdaki üç sınıf arasında bölüşülür: Yeryüzünün işlenebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yeryüzünü işleyen emekçiler.

Toplumun farklı aşamalarında, yeryüzünden sağlanan toplam üretimin, bu üç farklı sınıf arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır. Rant, kâr ve ücretler, esas olarak toprağın fiili üretkenliğine, sermaye ve nüfus birikimine ve tarımda kullanılan ustalık, yaratıcılık ve araçlara bağlıdır.

Bu bölüşümü düzenleyen yasaların saptanması ekonomi politiğin temel sorunudur.8

Ricardo’nun eserinin girişinde bölüşüm sorununa işaret etmesi, dönemin koşulları ile yakından ilişkilidir. Ricardo’nun eserinde bölüşüm sorunun merkezi bir önem taşıması, bir dizi etkenle açıklanabilir. Birincisi, Sanayi Devrimi ile tarımın çözülmesi hız kazanmış, ekonomi politiğe hakim olan tarıma dayalı vizyonun maddi temelleri ortadan kalkmıştır. İkincisi, bu yeni koşullarda, toprak rantının toplumsal artık içinden aldığı payın meşruiyeti, giderek tartışma konusu olmaya başlamıştır. Üstelik Sanayi Devrimi yıllarında hızlı sanayileşme, savaş, “Tahıl Yasaları” ve hızlı nüfus artışı nedeniyle tahıl fiyatları ve rantlarda ortaya çıkan artış, bu konuyu daha da güncel bir tartışma konusu haline getirmiştir. Bununla yakından ilişkili bir diğer etken ise, gelişen sanayi kapitalizminin büyük ölçüde sabit sermayeye dayalı olması nedeniyle, sermaye birikimi sorununun büyük bir önem kazanmasıdır. Sanayici kapitalist açısından sermaye birikiminin ana kaynağı kâr olduğu için, üretim sürecinde elde edilen artığın, kâr ile rant arasında, rant lehine bölüşümü, iktisadi büyümenin önünde bir engel haline gelmiştir.

Bölüşüm sorununun klasik ekonomi politiğin merkezi sorunlarından birisi haline gelmesine yol açan bir diğer etken de, emekçilerin durumu ile ilgilidir. Sanayi Devrimi ile birlikte gelişen sanayi merkezlerine yığılan emekçilerin insanlık dışı çalışma koşulları ve yaşadıkları sefalet, 18. yüzyılda politik ekonomiye hakim olan iyimser bakış açısını sarsmaya başlamıştır. Özellikle David Hume ve Adam Smith’in eserlerinde belirgin bir şekilde öne çıkan iyimser tutum, iktisadi ilerlemenin toplumdaki bütün sınıfların yaşam standartlarını yükselteceğini öne sürmektedir9. 18. yüzyılın sonlarında, William Godwin gibi radikal eşitlikçi yazarların iktisadi gelişmenin emekçiler için yarattığı sefaleti eleştiren yazıları, ekonomi politiğin iyimser vizyonunu terk etmesinde etkili olmuş, toplumsal sınıflar arasında adil bölüşüm sorununu okuryazar kamuoyunun gündemine taşımıştır.

Ancak, Ekonomi Politiğin İlkeleri’nde bölüşüm sorununa eserin girişinde yer vermesine karşın, Ricardo’nun asıl problemi, ahlaki temelde adil bir bölüşüm nasıl sağlanacağı değil, toplumsal ilerlemenin kaynağını oluşturan iktisadi büyümenin nasıl sağlanacağını ortaya koymaktır. Dolayısıyla, iktisadi büyümenin temel kaynağı olan artığın mahiyetini ve nasıl büyütüleceği sorununu çözümlemek için, ücret, kâr ve rant arasındaki ilişkilerin analizini temel eksen olarak belirlemiştir. Ricardo’nun ortaya koyduğu yaklaşımın önemini kavramak için, iktisadi düşüncede “artık kavramının gelişimine kısaca bakmak yararlı olabilir.

Klasik politik ekonomiye artık yaklaşımını bilimsel olarak ilk kez Fizyokratlar getirmiştir. 18. yüzyıl Fransa’sının reformcu düşünürleri olan Fizyokratlar, iktisadi artığın kaynağını tarım sektörü ile sınırlamalarına karşın, getirdikleri açıklama ile, klasik politik ekonominin en önemli sorunlarından birisine çözüm bulmuşlardır. Fizyokratların ardından Adam Smith, bu okulun tarım sektörünü tek üretken sektör olarak görmesini eleştirmiş ve sanayi sektörünün de bir artık yaratacağını ortaya koymuştur. Ancak Smith, tarıma dayalı vizyonu nedeniyle, Fizyokratların tarım sektörü için geliştirdikleri ve “net ürün” kavramıyla ifade ettikleri artık çözümlemesini, sanayi sektörü için geliştirmekte başarısız olmuştur. Smith, zenginliği, tüketim açısından değerlendirdiği için, artık kavramı yerine, çiftçinin, toprak sahibinin ve emekçinin gelirine odaklanmıştır.

Fizyokratların ve Smith’in artık yaklaşımı, basit bir örnek yardımıyla şöyle açıklanabilir: Bir üretim yılı sonunda, 100 birim tahıl elde edilmiş olsun. Bu tahılın üretimi için 25 birim tohumluk tahıl kullanıldığını ve 25 birim de işçilere tahıl olarak ücret ödendiğini varsayalım. Fizyokratlar açısından, toplam üründen ücret ve yeniden üretim için gerekli tohumluk düşüldükten sonra kalan miktar, yani 50 birim tahıl, net ürünü oluşturmaktadır. Smith’e göre ise, zenginlik tüketimle eş anlamlı olduğu için, odak noktası, üretim süreci sonunda elde edilen artık değil, tohumluk için kullanılan 25 birimin üzerinde kalan ve ücret, kâr ve ranttan oluşan gelirdir. Zenginliği bütün toplumsal sınıfların tüketimi açısından değerlendirilmesi, Smith’in ahlaki görüşleriyle yakından ilişkilidir. Bu nedenle, Smith, sanayi için, emeğin üretim sürecine katkısının üzerinde ve ötesinde bir “net ürün” ya da “artık” çözümlemesine yönelememiştir. Smith, sanayi üretiminin, esas itibariyle bağımsız doğrudan üretici tarafından yürütüldüğü bir dönemde yaşadığı için, böyle bir çözümlemeye yönelmesinin maddi koşullarına da sahip değildir. Artık çözümlemesi, üretimde artan makinalaşma ile sermaye birikiminin öneminin kendisini bir zorunluluk olarak ortaya koyduğu sanayi kapitalizmini temel alan bir kuramsal yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Ricardo’nun eserinin önemi de, buradadır. Ricardo, Smith’in bütün sektörler için genelleştirdiği, ama çözümlemediği artık yaklaşımını temel alarak, sanayideki sermaye birikiminin, emeğin katkısının üzerinde ve ötesinde kalan artığa bağlı olduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle, Ricardo, Fizyokratların tarım sektörü için geliştirdiği net ürün kavramını, sanayi sektörü için geliştirmiştir.

Bu çerçevede, sermaye birikimi, kapitalistin kârına bağlı olduğundan, Ricardo’nun temel yapıtında, artığın, kâr ve rant arasında bölünmesini ya da daha genel olarak toplam ürünün kâr, rant ve ücret arasında bölünmesini belirleyen yasaların belirlenmesi, politik ekonominin ana amacı olarak ortaya çıkmaktadır.

Ricardo’nun Ekonomi Politiğin İlkeleri’nde ücret, kâr ve rantın belirlenmesine ilişkin çözümlemesinde sermayenin kârını meşrulaştırma çabası dikkat çekici bir şekilde öne çıkmaktadır. Çok güçlü bir soyutlama yeteneğine sahip olan Ricardo, bu amaçla, incelikli çözümlemeler geliştirmiştir.

Ricardo’nun bölüşüm sorununa yaklaşımının anahtarını rant analizi oluşturmaktadır. Buna göre, iktisadi büyüme sürecinde, bir yandan sermaye birikimi sağlanırken, diğer yandan yeni fabrikalar açılması ya da mevcut fabrikaların kapasitesinin artması işgücü talebini artırmaktadır. İşgücü talebinin artması ise, ücretleri artırmaktadır. Ancak bu artış geçicidir. Keza, artan ücretler nüfus artışına yol açmakta; nüfus artışı, işgücü arzını artırarak, ücretlerin tekrar eski düzeyine inmesine neden olmaktadır. Sonuçta, toplumda beslenecek daha fazla nüfus ortaya çıktığı için, tahıl talebi artmaktadır. Ricardo’ya göre, nüfus, işlenebilir topraklardan daha hızlı arttığı için, artan tahıl talebini karşılamak için, tarımsal üretim giderek daha az verimli topraklara uzanmaktadır. Tahılın değeri ise, en az verime sahip olan marjinal toprağın ekiminde harcanan emek miktarı tarafından belirlenmektedir. Tahılın piyasa fiyatı, en düşük verime sahip toprakta üretilen buğdayın maliyetine eşit olduğundan, daha verimli topraklardan elde edilen tahıl daha ucuza mal edilmekte, böylece daha verimli topraklardan elde edilen buğday lehine bir fazlalık ortaya çıkmaktadır. Toprak sahiplerine rant olarak giden bu fazlalık nedeniyle tahıl fiyatları artmakta, dolayısıyla kapitalistin işçilere ödediği ücretler yükselmektedir. Çünkü işçi ücretleri, aşağıda ele alınacağı gibi, işçinin ve ailesinin hayatta kalmasını sağlayacak asgari geçimlik düzey tarafından belirlenmekte ve bu asgari geçimlik düzey, temel geçim maddesi olan tahıl cinsinden hesaplanmaktadır. Ricardo’ya göre, sanayideki rekabet nedeniyle fiyatlar değişmeyeceği için, ücretlerdeki artış, kapitalistin kârı aleyhine bir artış olacaktır. Ricardo’nun ifadesiyle:

…rantı yükselten aynı neden, yani bir miktar besin maddesini aynı nispî emek miktarıyla sağlamada karşılaşılan güçlük, ücretleri de yükseltmektedir, ve bundan dolayı paranın değerinde bir değişme olmadığı halde, rant ve ücretler zenginliğin ve ücretlerin artmasıyla birlikte yükselme eğilimi gösterirler.10

Ricardo, toprak sahiplerinin artan tahıl talebi karşısında elde ettikleri rantın, sermaye birikiminin ana kaynağı olan kârlar üzerinde yarattığı baskının önüne geçmek için, tahıl ithalatını yasaklayan Tahıl Yasaları’nın kaldırılmasını ve toprak sahiplerinin tahıl üretimi üzerindeki tekelinin kırılmasını savunmuştur.

Ricardo’nun ücret konusundaki görüşleri de aynı yaklaşımdan beslenmektedir. Ona göre:

Alınıp satılan ve miktar itibariyle artırılıp azaltılabilen diğer bütün şeyler gibi, emeğin de, doğal fiyatı ve piyasa fiyatı vardır. Emeğin doğal fiyatı, işçilerin kitle olarak yaşayabilmeleri ve varlıklarını, çoğalıp azalmaksızın devam ettirebilmeleri için gerekli olan fiyattır. …Emeğin piyasa fiyatı, arz talep ilişkilerindeki doğal oynamalara bağlı olarak, emeğe fiilen ödenen fiyattır. Emek, kıt olduğu zaman pahalı, bol olduğu zaman ucuz olur. Emeğin piyasa fiyatı doğal fiyatından ne kadar saparsa sapsın, mallar gibi, ona yaklaşma ve uyum gösterme yönünde bir eğilim gösterir.11

Ricardo’ya göre, emek arzını belirleyen temel etken, nüfus artışıdır. İşçi ücretlerinin doğal fiyatın üstüne çıkması, nüfus artışını teşvik eder. Artan nüfus nedeniyle işgücü arzının artması, ücretleri tekrar doğal düzeyine düşürür. Emeğin doğal fiyatı ise, emek gücünün yeniden üretiminde kullanılan malların üretiminde kullanılan emek miktarına bağlıdır.

Ricardo, yakın arkadaşı Malthus’un nüfus teorisini benimsemiş, bu nedenle, ücretlerin, tıpkı diğer mallar gibi, piyasada serbestçe belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. Bu nedenle, hızlı proleterleşmenin yarattığı sosyal patlamalara çözüm bulmak amacıyla gündeme getirilen Yoksul Yasaları (Poor Laws)’na karşı çıkmıştır.

Ricardo, 18. yüzyıl düşüncesinden devraldığı doğal düzen anlayışı doğrultusunda, piyasayı, güçlerinin kendi haline bırakılması halinde toplumun yararına sonuçlar doğuracak, toplumsal ilerlemeyi sağlayan, aklın ve sağduyunun gereği olan bir sistem olarak görmüştür. Ne var ki, araştırmaları derinleştikçe, bu sistemin işleyişinin bütün toplumsal sınıflar yararına sonuçlar doğurmadığını görmüştür. Ekonomi Politiğin İlkeleri’nin 1817 yılında yayınlanan ilk baskısında, 18. yüzyıl politik ekonomistlerinin iyimserliğini sürdürerek, makinalaşmanın fiyatları düşürerek emekçiler yararına sonuçlar doğuracağını savunan Ricardo12, eserin 1821 yılında yayınlanan üçüncü baskısına eklediği bir bölümde, bu konuda yanıldığını itiraf etmiştir:

Makinalaşma ile emeğe olan talepte değişme olmayacağını, ücretlerin de eskisinden daha düşük olmayacağını düşündüğüm için, makine kullanımı sayesinde metaların fiyatında genel bir ucuzlama olduğunda, bunun getireceği avantajlardan, emekçi sınıfın da, diğer sınıflar kadar yararlanacağını düşünmüştüm. Bu görüşlerim, toprak sahipleri ile kapitalistler açısında değişmiş değil, ancak insan emeğinin makine ile ikame edilmesinin emekçi sınıfının çıkarına çok zararlı olduğuna ikna oldum.13

Ricardo’nun bu görüşleri, ölümünü izleyen yıllarda önemli tartışmalara yol açmıştır. Bu argüman kapitalizmin eleştirmenlerinin eline önemli bir koz verirken, Ricardo’nun burjuva ideologları nezdinde tehlikeli bir figür olarak görülmeye başlanmasına yol açmıştır.

III.EMEK-DEĞER KURAMI

Ricardo, çalışmaları, toplumsal sınıflar arasındaki bölüşümü düzenleyen ilişkilerden yola çıkarak, ekonomide üretilen mallar arasındaki mübadele ilişkisini nesnel bir ölçüte göre açıklama işine yönelmiş ve emek değer kuramına ulaşmıştır. Ricardo’nun değer kuramı konusundaki görüşleri, esas itibariyle, Adam Smith eleştirisine dayanmaktadır. Bu noktada, Adam Smith’in değer kuramı konusundaki görüşlerini anımsamak yararlı olabilir.

Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2010 tarihli 212. sayısında yer alan “Adam Smith’i Anlamak” başlıklı yazımızda ayrıntılı bir şekilde ele alındığı gibi, Smith’in ufku, içinde yaşadığı sanayi öncesi dönemin basit meta üretimi ile sınırlı olduğu için, emek değer kuramının, saf biçimiyle sermaye birikiminin ve toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı, emekçinin kendi üretim araçlarına ya da emek koşullarına sahip olduğu ilkel döneme özgü olduğunu savunmuştur. Smith’e göre, toplumun bu aşamasında, emek ürünü tümüyle emekçiye ait olduğu için, “herhangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel olarak harcanan emek miktarı, bu metanın satın alacağı, kumanda edebileceği ya da mübadele edeceği emek miktarını belirleyen tek koşuldur.14 Ricardo, Smith’in bu görüşünü şu sözlerle eleştirir:

[Adam Smith], (s)tandart ölçüt olarak, zaman zaman [tahıl]dan, zaman  zaman emekten bahseder, bir nesneye üretildiği sırada aktarılan emek miktarına ağırlık vereceğine, sanki ifadeler özdeşmiş gibi, o nesne karşılığında piyasadaki diğer nesnelerden ne kadar sağlanabileceğini ön plana çıkartır: insan emeğinin bir kat daha etkin hale getirilebilmesi mümkün olduğu için, bu yolla metanın bir kat daha fazla üretilebileceğinden hareket ederek, bu meta karşılığında, eskisine kıyasla mutlaka bir kat daha fazla meta elde edilebilirmiş gibi düşünür.15

Ricardo, bu soyut ifade ile şunu anlatmak ister. Aynı emek zaman içinde üretilen iki farklı malın, birincisinden 5 birim, ikincisinden 10 birim üretiliyorsa, bu mallar arasındaki değişim oranı 5/10 ya da 1/2’dir. Birinci mala A, ikinci mala B diyelim. Bu durumda, emek değer kuramına göre, 1 birim A malı karşılığında 2 birim B malı elde edilir. Eğer B malının üretim tekniği sabitken, A malı üretimi daha verimli bir yöntem ile gerçekleştirilirse, örneğin aynı süre içinde 10 birim A malı üretilmeye başlanırsa, bu durumda Smith’in düşündüğünün tersine, 20 birim değil yine 10 birim B malı elde edilir. Yani A malının miktarı arttığı için emek değeri artmış olmaz.

Ricardo, Smith’in, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet düzeninin hakim olduğu ve sermaye birikiminin söz konusu olduğu kapitalist toplumda, emek değer kuramının geçerli olmadığı yolundaki görüşünü de eleştirir. Ricardo’ya göre, üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle, kapitalistlerin üretimden kâr biçiminde bir pay alması, malların değerleri ile orantılı olarak değiştirildiği gerçeğini değiştirmez. Burada, Ricardo’nun emek değer kuramına yaklaşımındaki temel unsurlara dikkat çekmek gerekir. Ricardo, kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasında yazdığı için, kâr oranının tüm sektörlerde eşitleneceğini varsaymıştır. Ricardo’nun bir diğer varsayımı ise, üretimin teknik katsayılarının, başka bir deyişle, sermayenin organik bileşiminin sabit olmasıdır. Bu koşullar altında, bütün mallar, kâr oranı ne olursa olsun, üretimlerinde kullanılan emek nispetinde mübadele edilecektir. Burada Ricardo’nun, emek zamanla, fiilen harcanan emek gücünün fiyatı olan ücreti özdeş olarak gördüğü dikkatten kaçmamalıdır.

Ricardo, değer kuramının varsayımlarının, aynı zamanda bu kuramın sınırlılıklarını oluşturduğunun farkındadır. Özellikle, üretimin teknik katsayılarının sabitliği varsayımı ortadan kalktığında, emek değer kuramının tadilata uğrayacağını belirtir. Ayrıca kullanılan emek miktarı sabitken, ücretler arttığında, üretilebilmeleri için sabit sermaye kullanılan malların mübadele değerinde, üretiminde sabit sermaye kullanılmayan mallara kıyasla bir düşüş gerçekleşecek, ve bu düşüş, sabit sermayenin payı ne kadar büyükse o kadar fazla olacaktır.

Burada ifade edilen sorunu, Ricardo’nun verdiği örnek üzerinden açıklayalım. Yıllık kâr oranının yüzde 10 olduğu bir sırada, bir kapitalist 5000 sterlin ile 100 işçi çalıştırarak tahıl üretiyor olsun. Bir diğer kapitalistin, yine 5000 sterlin harcayarak, aynı sayıda işçi ile makine ürettiği varsayalım. Tahıl ve makinenin yıl sonundaki değerleri, 5500 sterlin olacaktır. İkinci yıl, çiftçi kapitalist gene ayın işi yaparken, makine üreten kapitalist, bu makineyi kumaş üretiminde kullanmaya karar versin. İki kapitalist de, yine 5000 sterlin harcayarak, aynı sayıda işçi çalıştırsın. Bu durumda, tahıl yine 5500 sterline satılırken, üretiminde aynı miktarda emek kullanılmasına karşın, kumaş, üretiminde kullanılan 5500 sterlinlik sabit sermayenin (makinenin) kârını da içerecek şekilde, 6050 sterline satılacaktır. Böylece, aynı miktar emek kullanıldığı halde, tahıl ve kumaş farklı fiyatlardan satılacaktır.

Ricardo, yukarıda değinildiği gibi, ücretlerin yükselmesi halinde emek değer kuramının yine tadil edilmesi gerekeceğini söyler. Aynı örnek üzerinden giderek, bu durumu şöyle açıklar: Eğer ücretler artarsa, fiyatlar, piyasada rekabetçi bir şekilde belirlendiği için değişmeyeceğinden, zorunlu olarak kâr oranı düşer. Bu durumda, tahıl üreten çiftçi, tahılı yine 5500 sterline satacak, ancak kâr oranı yüzde 10 değil yüzde 9 olacaktır. Bu örnekte, kabaca, ücretler, 5000 sterlinden 5045 sterline yükselecek, bu durumda çiftçi, 500 sterlin değil, 455 sterlin kâr elde edecektir. Buna karşılık, kumaş üreten imalatçı kapitalist, malını 6050 sterlinden değil, 5500 sterline, sabit sermayenin kârı olan yüzde 9’u ekleyerek 5995 sterline satacaktır.

Ricardo’nun emek değer kuramında tadilat gerektirdiğini düşündüğü bir diğer durum, üretiminde aynı miktarda emek kullanılmasına karşın, piyasaya aynı zamanda getirilemeyen malların, değişim değerlerinin farklı olmasıdır. Ricardo bu konuda şu örneği verir:

Bir meta üretmek için, bir yıl süresince 1000 sterlin harcama yaparak, yirmi kişi istihdam ettiğimi düşünelim. Birinci yıl sonunda, aynı metayı daha düzgün ve mükemmel hale sokmak için, yine bir yıl süreyle ve [yine] 1000 sterlin daha harcayarak, yirmi kişi istihdam ettiğimi varsayalım. İkinci yıl sonunda, metayı piyasaya getirdiğimde, kâr haddi yüzde 10 ise, meta 2310 sterline satılmalıdır; çünkü bir yıl süreyle 1000 sterlin, bir yıl süreyle de 2100 sterlin sermaye kullandım. Bir başka kişinin tamamen aynı miktarda emek kullandığını, ama emeğin tamamını birinci yılda istihdam ettiğin düşünelim. Bu kişi, 2000 sterlin harcama yaparak, kırk kişi kullanmakta ve ürettiği metayı, birinci yılın sonunda, yüzde 10 kârla 2200 sterlin karşılığında satmaktadır. O halde burada, tamamen aynı miktarda emek içeren, ama biri 2310 sterline, diğeri ise 2200 sterline satılan iki meta vardır.16

Bu soyut ve karmaşık görünen ifadeler, esasen Ricardo’nun artı-değeri keşfedememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Elbette bu eksiklik, soyutlama yeteneği bakımından bir dahi sayılması gereken Ricardo’nun kuramsal yetersizliğinden değil, kapitalist üretim ilişkilerini doğal ve tartışılmaz bir gerçeklik olarak kavramasından kaynaklanmaktadır. Böylece, değişim değerini, parasal maliyet ögesi olan ücretlerle eşitlerken, kârın neden var olduğuna dair bir açıklama getirmemektedir. Yine soyut emek kavramlaştırmasına sahip olmadığı için, sermayeyi birikmiş emek olarak görememiş, farklı soyutlama düzeyinde ele alınması gereken fiyat ve değer sorunlarını birbirine karıştırmıştır. Ricardo’nun, ücret maliyetine ortalama kâr oranının eklenmesi sonucu ortaya çıkan ve emek değer kuramını geçersiz kıldığı sonucuna vardığı özel durumlar, sorunu farklı bir düzlemde ele alan Marx tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. Marx, metaların piyasada, emek-değerlere göre değil, üretim maliyetlerine ortalama kâr oranının eklenmesiyle bulunan üretim fiyatları üzerinden değiştirildiği, bu durumun emek değer kuramının evrensel geçerliliğini ortadan kaldırmadığını kanıtlamıştır.17

Ricardo’nun değer kuramının asıl önemi, bu kuramın ulaştığı mantıksal sonuçların onun temel argümanı ile çelişmesinde yatmaktadır. Bir malın değeri, o malın üretimi için gereken emek miktarına bağlı ise, üretim süreci sonunda kapitalistin aldığı kârın meşruiyeti tartışma konusu olacaktır. Ricardo, eserinde, asıl eleştiri oklarını toprak sahipleri sınıfına yöneltirken, bu sınıfın üretim sürecinde hiçbir katkısı olmadığı halde mülk sahipliğinden kaynaklanan bir gelire el koyarak, ilerlemenin önünde önemli bir engel oluşturduklarını savunmuştur. Bu bakımdan, emek değer teorisi, toprak sahipleri sınıfına karşı çok güçlü bir teorik silah haline gelmiştir. Ancak, işçi sınıfının giderek büyüdüğü ve siyasal açıdan da uyanış içine girdiği bir dönemde, bu teorik silah, bu kez, Ricardo’nun savunucusu olduğu kapitalistlere karşı kullanılacaktır. Nitekim, Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, asıl büyük tartışma, emek değer teorisi etrafında kopmuştur.

IV. RİCARDO İKTİSADININ YOZLAŞTIRILMASI

Ricardo’nun 1823 yılındaki ölümünün ardından, 1830’a kadar, onun kuramsal yaklaşımı, çeşitli broşürlerde ve tartışmalarda yaşatılmıştır.18 1830’dan sonra, Ricardo’nun analizi revize edilerek, adım adım onun yaklaşımından uzaklaşılmıştır. Bu dönemde, artık Ricardoculuk “yaşayan bir güç değildir19. Marx’ın, Kapital’in Almanca Baskısına yazdığı sonsözde, bu dönemle ilgili değerlendirmesi şöyledir:

İngiltere’yi ele alalım. Orada ekonomi politik sınıf savaşının henüz az geliştiği bir dönemde doğmuştur. Onun son büyük temsilcisi Ricardo, sonunda bilinçli olarak sınıf çıkarlarının, ücret ve kârın, kâr ve rantın karşıtlığını, bu karşıtlığı, safça, doğanın toplumsal bir yasası kabul ederek, araştırmalarının hareket noktası yapar. Ancak buradan hareketle, burjuva ekonomi bilimi, aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Bu bilim, Ricardo daha hayattayken ve ona karşı olarak Sismondi’nin kişiliğinde eleştiri ile karşı karşıya geldi.

Bunu izleyen 1820-1830 dönemi, İngiltere’de ekonomi politik alanında bilimsel etkinliklerle dikkat çeker. Ricardo’nun teorisinin vülgerleştirildiği, ve yayıldığı kadar, bu okulun eski okula karşı bir savaşım verdiği bir dönemdi. Parlak karşılaşmalar yapıldı.

…..Fransa ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonominin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa yararsız mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaşmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler almıştı.”20

Marx’ın da işaret ettiği gibi, Ricardo’nun ölümünü izleyen 10 yıl içerisinde, klasik politik ekonominin giderek gerilemesine ve çözülmesine yol açan bir ayrışma meydana gelmiştir. Bu ayrışma süreci, tarihsel olarak, sanayi kapitalizminin olgunlaşma dönemine tekabül etmektedir. Sanayi kapitalizminin olgunlaşması, Ricardo’nun yaşadığı dönemde henüz belirgin olmayan ve sanayici kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki çelişki tarafından gölgelenen işçi sınıfı-burjuvazi çelişkisini derinleştirmiştir.

1830’ları izleyen dönemde, İngiltere’de sanayi burjuvazisi, seçim sistemindeki değişikliklerin yardımıyla, Parlamento’daki etkisini, dolayısıyla toprak sahipleri karşısında siyasal gücünü artırmıştır. Öte yandan gelişen sanayi kapitalizmi, işçi sınıfını, sayıca nüfusun en kalabalık sınıfı haline getirmiştir. İşçi sınıfı, giderek artan yoksulluk ve vahşi kapitalizm olarak adlandırılan çalışma koşullarına karşı sendikalaşma ve ücretlerin artırılması talepleriyle mücadeleye girişmiştir. Bu ortamda, bir dizi sosyalist iktisatçı, Ricardo’nun formüle ettiği emek değer teorisinden ve faydacı teorinin eşitlikçi bir yorumundan yola çıkarak, mevcut düzene karşı eleştiriler getirmişlerdir. Ricardocu Sosyalistler denilen bu düşünürlerin en önde gelenleri, William Thompson, John Gray, John Francis Bary ve Thomas Hodgskin’dir.

Bu düşünürlerin yazıları, İngiliz okuryazar orta sınıfları arasında, alışılagelmişin ötesinde bir tepkiyle karşılanmıştır. Samuel Read adlı bir yazar, “emeğin bir standart ölçü olmasının neredeyse evrensel düzeyde reddi”nden söz ederken, C.F. Cotterill, hâlâ bazı Ricardocuların kaldığından şikayet etmiştir.

Ricardo iktisadına yönelen tepkiyi, 1831 yılında, ünlü Ekonomi Politik Kulübü (Political Economy Club) Torrens’in ortaya attığı tartışma başlığından anlamak mümkündür: “Bay Ricardo’nun büyük eserinin yayınlanmasından bu yana, Ekonomi Politik biliminde ne tür ilerlemeler gerçekleşmiştir; ilk olarak, bu çalışmada geliştirilen ilkelerin herhangi biri bugün doğru olarak kabul edilebilir mi?” Bu soru, 1831 yılının Ocak ve Nisan ayları arasında kulüpte yoğun tartışmalara neden olmuştur. Torrens, açılış toplantısında bu soruya şu yanıtı vermiştir: “Ricardo’nun eserinin bütün büyük ilkeleri, ardı ardına terkedilmiştir. Ve bugün, onun değer, rant ve kâr teorilerinin yanlış olduğu genel olarak kabul görmektedir.” Torrens’ın ardından, çeşitli konuşmacılar, Ricardo’nun eserindeki yanılgıları ortaya koymuştur. Ancak, görünüşte bu eleştiriler, eserdeki analitik kusurlara yönelik olmasına karşın, ulaştığı sonuçlar bakımdan, asıl hedefin Ricardocu iktisadının farklı toplumsal sınıflar arasındaki çıkar çatışmasına ve kapitalizmin çelişkilerle dolu işleyişine vurgu yapan saptamaları ve radikal yazarlar tarafından kullanılan “emek değer teorisi” ve “artık” kavramları olduğu ortaya çıkmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Ricardocu sosyalist Thomas Hodgskin’in Labour Defended (Emeğin Savunması) adlı eserine karşı, Charles Knight, Faydalı Bilgileri Yayma Cemiyeti (Society for Diffusion of Useful Knowledge) adlı bir orta sınıf kuruluşunun himayesinde, 1831 yılında The Rights of Industry (Sanayinin Hakları) başlıklı bir kitap kaleme almış, kitabın girişinde, her şeyi işçilerin ürettiği konusunda işçi sınıfını ikna etmeye çalışan görüşleri hedeflediğini açıkça yazmıştır.21

Bu tartışmalar sonucunda, klasik politik ekonomi, 1830’lu yıllardan sonra, bu çelişkinin belirlediği güncel tartışmalar doğrultusunda ayrışmaya uğramış ve klasik ekonomi politiğin ana akımı giderek bilimsellikten uzaklaşarak, kapitalist sınıfın dar, günlük çıkarlarının savunulmasına yönelmiş, özürcü ve yüzeysel bir akıma dönüşmüştür. Aslında bu ayrışma ve çözülme sürecinin temelleri, Ricardo’dan önce, J. B. Say, Thomas Malthus gibi düşünürler tarafından atılmıştır. Say, 1803 yılında yayınlanan Traité de’économoie politique (Ekonomi Politik İncelemesi) adlı kitabında, Smith’in değerin emek tarafından yaratıldığı yönündeki görüşünü eleştirerek, sermaye ve doğanın da değer yarattığını savunmuş, bu görüşünü temellendirmek için, üretimin faydayı artıran bir süreç olduğunu ileri sürmüştür22 Say, bu görüşleriyle, Ricardo sonrasında ortaya çıkan ayrışmaya ön ayak olmuş ve neoklasik analizin dayandığı temel varsayımları formüle etmiştir.

Ricardo’dan sonra gelen John McCulloch, Nassau Senior, John Stuart Mill gibi yazarlar, Ricardo’nun değer çözümlemesindeki eksiklikleri, sübjektif bir değer çözümlemesine yönelmenin gerekçesi olarak kullanmışlardır. Örneğin Ricardo’nun ölümün izleyen dönemde, onun sadık bir izleyicisi olarak öne çıkan McCulloch, Ricardo’nun reel maliyetlerle (emek değer) ücretler, ücretlerle piyasa değerleri arasında bir özdeşlik olduğu yönündeki görüşünü savunmak adına, emek değer teorisine psikolojik unsurları da katmıştır. Böylece, reel maliyetin, belli bir malın üretiminden dolayı katlanılması gereken zahmet ve eziyeti de içine alan psikolojik, sübjektif bir kavram haline gelmesinin önü açılmıştır.

Ancak bu konuda asıl adımı atan, Senior olmuştur. Oxford Üniversitesinde Ekonomi Politik profesörü olan Senior, 1836 yılında, fabrikalardaki çalışma koşullarını düzenlemek için çıkarılan Fabrika Yasası (Factory Act)’na ve giderek yükselen 10 saatlik işgünü taleplerine karşı çıkan Manchesterlı sanayicilerin danışmanı olarak çalışmıştır.23 Senior, imsak (abstinence, perhiz) adını verdiği kavramla, kârı da bir reel maliyet kategorisi olarak tanımlamıştır. Senior’un imsak kavramı, neoklasik iktisatta alternatif maliyet ya da fırsat maliyeti olarak ifade edilen kavrama benzer bir içeriğe sahiptir. Ve kapitalistin kâr biçiminde el koyduğu artığın, sermayesini başka bir kullanım alanına yatırmayarak yapmış olduğu fedakarlığın ödülü olarak, bir maliyet unsuru olmaktadır. Böylece, reel maliyet, emek ve imsakın toplamından meydana gelmekte, parasal maliyet ise, ücret ve kâr toplamına, bu da fiyata eşit olmaktadır. Dolayısıyla sistemde herhangi bir “artık” söz konusu olmadığı gibi, Ricardo’nun emek değer teorisinden mantıksal olarak çıkarsanabilecek sömürü kavramı da ortadan kalkmaktadır. Sonuç olarak, bu teoriden, marjinalizme geçmek için atılacak yalnızca bir adım kalmaktadır: Söz konusu yaklaşıma matematiksel bir kesinlik getirmek.

Nitekim, 1848 yılında, John Stuart Mill’in, genel bir özet olmak dışında çok önemli bir meziyeti bulunmayan ve Ricardo’nun emek değer teorisine yönelik revizyonist girişimleri benimseyen Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Toplumsal Felsefeye Uygulanması adlı eserinin ardından, klasik ekonomi politiğin krizi derinleşmiştir. Mill, 1870’lerde ortaya çıkan marjinalistler ve Alfred Marshall gibi iktisatçılar, klasik ekonomi politiğin bütün kuramsal mirasını yadsıyarak, toplumsal sınıfların yerini, üretim faktörlerinin aldığı, nesnel emek-değer kuramının yerine öznel bir ilke olan “fayda”nın geçirildiği yeni bir iktisadın temellerini atmışlardır. Neoklasik iktisat, Ricardo da dahil olmak üzere, bilimsel ekonomi politiğin, burjuvazinin çıkarlarını savunmak adına içine düştüğü çelişkili duruşun ürünü olmuştur.

Klasik politik ekonominin, Ricardo sonrasında yaşadığı ayrışmadan doğan ikinci akım ise, Ricardo’nun ulaştığı bilimsel sonuçları, mantıksal sonuçlarına ulaştırmıştır. İngiltere’de, “Ricardocu Sosyalistler”in bilimsel açıdan oldukça sınırlı etkiler doğuran, daha ziyade pratik işlevi bakımından önem taşıyan çabaları bir yana bırakılırsa, bu akımın başlıca temsilcisi Marx olmuştur. Marx, Ricardo’nun analizinde belirleyici olan doğal düzen varsayımını terk ederek, kapitalizmi tarihsel bir üretim tarzı olarak incelemiş, Ricardo’nun emek-değer ve kâr konusundaki analizlerini geliştirerek, artı değer kavramını geliştirmiştir. Marx, kapitalizmin hareket yasalarını ortaya koyduğu ünlü eseri Kapital’de, Ricardo ile doruk noktasına ulaşan klasik politik ekonomiyi, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında mahkum edildiği sömürü ve yabancılaşmadan kurtulmasını sağlamayı hedefleyen genel bir düşünce sisteminin en önemli ögesi haline getirmiştir.

Adam Smith’i Anlamak

Üniversitelerde bilimsel ve felsefi düşüncenin tarihi genellikle soyut bir entelektüel etkinlik olarak algılanmaktadır. Bu konular, sosyal bilimlerin ancak bazı dallarında ele alınmakta ve az sayıda meraklı araştırıcının ilgisine terk edilmektedir. Üniversitede önemli olan günceli yakalamaktır. Ancak buradaki güncelliğin içeriği, toplumun karşı karşıya olduğu güncel sorunlar tarafından değil, son yıllarda üniversitelerin yaşadığı piyasa odaklı dönüşümle birlikte piyasanın gündelik/pratik gereksinimleri tarafından belirlenmeye başlamıştır. Üniversitelere hakim olan bu yeni anlayışın, güncel olgulara tarihsel bir bakış açısıyla yaklaşması beklenemez. Zaten üniversitelerde moda olan araştırma konuları da, yapıları gereği, bu tür bir yaklaşıma ihtiyaç duymamaktadır. Tüm bunlara rağmen üniversitelerde düşünce tarihi dersleri okutulmaya devam etmektedir. Bu yöndeki araştırmalar ise, ilginç ve eğlenceli bir entelektüel bir çaba olarak görülse de, pek ciddiye alınmamaktadır. Düşünce tarihi bir şekilde ele alındığında ise, insan düşüncesi, bilimdeki pozivist geleneğin yarattığı işbölümü ve uzmanlaşma doğrultusunda, felsefe tarihi, siyasi düşünce tarihi, iktisadi düşünce tarihi, sosyolojik düşünce tarihi vb. kompartımanlara bölünerek incelenmektedir. Böylece düşünce tarihinin evriminin bütünsel olarak incelenmesi olanaksız hale gelmektedir. Bu incelemelerde ise, geçmişteki düşünceler, bugünün “mutlak doğrular”ına ulaşma yolunda üretilen olgunlaşmamış düşünceler yığını olarak aktarılmaktadır. Burjuva idealizminin temsilcisi olan yerleşik akademik gelenek, düşünce tarihine mutlak bir özerklik atfederek, geçmişteki düşünceleri ortaya çıktıkları koşullardan soyutlayarak ele almakta ve geçmiş düşünceleri, bugün ulaşılmış mutlak doğrulara kıyasla eksik ve yanlış düşünceler olarak görmektedir. Bu yaklaşımın, toplumun mevcut güç ve egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmaya hizmet edeceği çok açıktır. Oysa düşünce tarihi incelemesi, sistematik düşünce ile bunların ortaya çıktığı maddi koşullar arasındaki karmaşık ilişkileri dikkate almadığı sürece gereksiz bir bilgi yığını olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Eğer düşünce tarihine ortaya çıktığı koşullar içinde bakılmazsa, Ortaçağ skolastiklerinin yazdıklarına bakarak, Ortaçağ toplumlarının Hıristiyanlıkla yatıp kalktıklarını, akşam yemeğinde din ve ahlakla beslendiklerini düşünmek işten bile değildir.

Bu uzunca girişi, iktisadın kurucusu sayılan Adam Smith’in düşüncelerinin güncel bağlamına işaret etmek için kaleme aldık. 18. yüzyılın düşünürü olan Adam Smith (1723-1790), kapitalizmin son 30 yılda emeğin kazanımlarına karşı yürüttüğü yeniden yapılanma stratejisinin ideolojisi olan neoliberalizmin öncü düşünürü olarak takdim edildi. Bu süreçte, Smith’in 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde dile getirdiği kimi düşünceler, neoliberalizmin piyasayı kutsayan görüşlerini meşrulaştırmak üzere sıkça gündeme getirildi ve onun görüşlerinin entelektüel itibarına yaslanarak, her türlü kolektif hak hedef tahtasına konuldu.

Ulusların Zenginliği’nin neoliberal mercekten yansıyan yorumuna göre, piyasa mekanizması, kendi haline bırakıldığında, her türlü sorunu çözmeye muktedirdir. Yine bu yoruma göre, Adam Smith, eserinde bu engellerin kaldırılması halinde piyasanın genel refahı artıracağını ve genel refahın nüfusun bütün sınıflarına adil bir şekilde dağıtılmasına hizmet edeceğini ortaya koymuştur. Piyasa, toplumunun en büyük handikabı olarak görülen bencillik ve kazanç peşinde koşmak, sanıldığı gibi kötü şeyler değildir. Smith, insanların bireysel çıkar peşinde koşmasına karşın, “görünmeyen bir el”in, bencil davranışların toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğurmasını sağladığını ortaya koymuştur. Sözgelimi, kâr elde etmek dışında hiçbir amacı olmayan bir kapitalist, aslında hiç de böyle bir şey amaçlamadığı halde, toplumun ihtiyaç duyduğu ürünleri piyasaya sunmakta ve işsizler için iş imkanı sağlamaktadır.

Ulusların Zenginliği’nin yayımlanmasının 200. yıldönümü olan 1976 yılı, eserin kapitalizmin güncel gereksinimleri doğrultusunda gündeme getirilmesinde bir dönüm noktası oldu. Bu yıldönümü, uluslararası kapitalizmin, 1970’li yılların başından itibaren karşı karşıya kaldığı kriz koşullarının kendisini her alanda hissettirdiği bir döneme rastgeldi. Bu yıllarda yaşanan kriz karşısında, kapitalizmin 1929 bunalımından sonra gündeme gelen ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra somut bir biçimde uygulamaya konulan Keynesçi politikaların, krizin nedeni olduğu savunulmaya başlandı. Toplam talebi geliştirmek amacıyla devletin ekonomiye etkin müdahalesini öngören Keynesçi politikalar, aynı zamanda sosyalizm tehlikesine karşı, Batı ülkelerindeki emekçilere verilen bir “sus payı”ydı. 1970’lerde başlayan yeni dönemde, fikri temelleri, ABD’de Hayek ve Friedman gibi burjuva ideologlar tarafından atılan neoliberal doktrin doğrultusunda, her türlü iktisadi sorunun kaynağında devletin piyasaya yönelik müdahalelerinin bulunduğu savunularak, piyasaların işleyişi önündeki engellerin kaldırılması için yoğun bir çalışma başlatıldı. Neoliberal ideologlara göre, kendi kendine işleyen piyasalar, etkin kaynak dağılımını sağlayarak, verimliliği ödüllendirerek, her türlü iktisadi ve sosyal problemin çözümünü sağlayacaktı. Piyasaların etkin bir şekilde işlemesinin önündeki en büyük engel ise, işçi ve emekçi sınıfların sahip olduğu yüksek ücret düzeyleri ile güçlü sosyal ve sendikal haklardı. Bu haklar, piyasada işgücünün serbestçe mübadelesini engelleyerek, piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelliyordu. Ekonomide yaşanan işsizlik, krizler, gelir adaletsizliği vb. sorunlar, piyasaya devletin müdahalesinden kaynaklanıyordu. Bu çerçevede, piyasanın özgürce işlemesinin önündeki her türlü engel ortadan kaldırılmalıydı. Batı kapitalizminin sosyalizm tehlikesine karşı kendi işçi sınıflarına sağladığı refah devleti uygulamaları, sadece bütçe açıklarına yol açmakla kalmıyor, insanları tembelliğe iterek, çalışkanların tembelleri finanse etmesine yol açıyordu. Bunun yanı sıra, ‘ulusal kalkınmacılık’ adı altında, geri ülkelerin korumacı gümrük tarifeleri uygulamaları da, piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelliyordu.

Neoliberalizmin ideologları, bu görüşlerini meşrulaştırmak üzere, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği eserinin neoliberal yorumunu popülerleştirilerek dolaşıma soktular ve Smith’i neoliberalizmin sembolü haline getirdiler. Öyle ki, 1980’li yıllarda İngiltere ve ABD’de iktidara gelen Thatcher ve Reagan yönetimleri, uyguladıkları özelleştirme ve deregülasyon politikalarını meşrulaştırmak için yoğun olarak Smith’in liberal mesajlarına atıfta bulundular. Ulusların Zenginliği’nin yayınlanmasının 200. yılında İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü (The Adam Smith Institute), “Smith’in mesajının günümüz diline çevirme” işini üzerine alarak, temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda Thatcher hükümetine danışmanlık yapmış, özelleştirme yanlısı argümanların popülerleşmesi için yoğun bir faaliyet yürütmüştür.

Adam Smith’in yukarıda ayrıntılı bir şekilde aktardığımız neoliberal yorumu bilinçli bir çarpıtmaya dayanmaktadır. Ancak bu çarpıtma, neoliberal dönemin ürünü değildir. Smith’in eserini kapitalizmin meşrulaştırılması doğrultusunda kullanma çabaları, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Smith’in iktisadi liberalizmle özdeşleşmesi, esas olarak, 19. yüzyılın ortalarına doğru liberal politik ekonomistlerin yaygınlaştırdığı Smith yorumuyla bağlantılıdır. Marx’ın klasik politik ekonominin zirve noktası olarak övdüğü David Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, İngiltere’de yükselen sanayi burjuvazisinin toprak sahiplerine karşı sınıf iktidarını tahkim etmesi ve modern işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, o güne kadar toplumdaki farklı sınıf çıkarlarını kabul eden ve bu sınıflar arasındaki mücadeleyi temel alan iktisadi literatür, burjuvazinin işçi sınıfına karşı günlük çıkarlarını meşrulaştırmak üzere bilinçli çarpıtmalara dayanan yüzeysel bir hüviyete bürünmüştür. Bu yüzeysel iktisat anlayışı, Smith’in eserini, yazıldığı toplumsal ve entelektüel bağlamdan kopararak, liberalizmin kutsal kitabına dönüştürmüştür.

Ulusların Zenginliği’nin 1937 yılında yayınlanan baskısına yazdığı önsözde Max Lerner (1937, s. v,ix), bu anlayışı şu sözlerle dile getiriyor: Ulusların Zenginliği yükselen kapitalist girişimcilerin, girişim özgürlükleri önündeki feodal kısıtlamalara, eski düşünce ve alışkanlıklara karşı yürüttükleri mücadeleye entelektüel bir gerekçe sağlamış, kazanç hırsına ve açgözlü tutkulara bir saygınlık ve kutsallık kazandırarak bu sınıfın iktisadi çıkarlarını rasyonelleştirmiştir”. Böylece Smith, “farkında olmadan, Avrupa’da yükselen kapitalist sınıfın paralı askeri olmuştur”.

Adam Smith ve eseri hakkındaki güncel ve tarihsel görüşler bunlar. Yukarıda bunun bir çarpıtmaya dayandığını savunduk. Çünkü Smith’in eserinde ele aldığı temel sorun, yukarıda yansıtılan çerçeveden tamamen farklı teorik öncüllere dayanıyor. Her şeyden önce, Smith, kapitalizmin henüz tüm kurum ve kurallarıyla egemen olmadığı bir dönemin düşünürüydü. Eserinde ele aldığı birçok mesele, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin sorunlarını yansıtıyordu. Smith, eserlerini, burjuvazinin Avrupa çapında feodalizme ve feodalizmin kalıntılarına karşı egemenlik mücadelesi verdiği, bu çerçevede toplumun geniş emekçi yığınlarına özgürlük ve adalet vaat ettiği bir dönemde kaleme almıştı. Başka bir deyişle, burjuvazinin, tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı bir dönemin burjuva düşünürüydü. Dahası Smith, 18. yüzyıl Aydınlanma geleneğinin İskoçya’da filizlenen özgün bir kolu olan “İskoç Aydınlanması” ekolünün önde gelen temsilcilerinden birisiydi. Smith, dönemin diğer Aydınlanma düşünürleri gibi, aklın, adaletin, refahın ve eşitliğin hüküm sürdüğü “iyi bir toplum” düşlüyordu. Ona göre, kapitalizmin gelişmesi, insanları bencil davranmaya yöneltse de, aklın ve uygarlığın gelişmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırarak “iyi bir toplum”un maddi koşullarını yaratıyordu. Smith’in ticari toplum diye andığı kapitalizm, kişisel bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselen ortaçağ dünyasına karşı, uygarlığın temel koşulu olan hukuken özgür bireylerden oluşan yeni bir toplum yaratıyordu. Eğer uygun kurumsal düzenlemeler yapılırsa, kapitalizmin yaratacağı sorunlar denetim altına alınabilir, kapitalizmin sağlayacağı dinamizmle elde edilecek zenginlik, toplumun tüm sınıflarına adil bir şekilde dağıtılabilirdi. Çünkü Smith (1937:79)’e göre, “[ü]yelerinin büyük bir bölümü yoksul ve perişan durumda olan hiçbir toplum elbette, gelişkin ve mutlu olamaz”dı.

Smith’in zenginliğin oluşumu ve bölüşümü konusundaki bu iyimser bakış açısı, onun politik ekonomiye bakış açısındaki ahlaki önyargılarla ilişkiliydi. Bu önyargılar, döneminin genel entelektüel algılama kalıbını yansıtıyordu. Bu bağlamda Smith’in temel meselesinin anlaşılabilmesi için ahlak konusundaki görüşlerine değinmek yararlı olacaktır.

Smith’in bu görüşleri, aşağıda ele alacağımız gibi, kapitalizmin eşitsizlik ve sefalet üreten doğası konusunda safdil bir iyimserliği barındırıyordu. Bu iyimserlik, kapitalizmin tarihsel olarak kurulmuş toplumsal ilişkilerini doğal yasaların işleyişinin sonucu olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Marks’ın Felsefenin Sefaleti’nde dikkat çektiği gibi:

Adam Smith ve Ricardo gibi klasikler, feodal toplumun kalıntılarına karşı hâlâ savaşım vermekle birlikte, yalnızca feodal izler taşıyan üretim ilişkilerini temizlemeye, üretici güçleri artırmaya ve sanayiye ve ticarete yeni bir hız vermeye çalışan bir burjuvaziyi temsil ederler. Bu savaşımda yer alan ve bu ateşli çaba içine çekilen proletarya, yalnızca geçici, rastgele sıkıntılar tadar ve kendisi de bunlara bu gözle bakar. Bu evrenin tarihçileri olan Adam Smith ve Ricardo’nun burjuva üretimi içinde zenginliğin nasıl elde edildiğini göstermekten, bu ilişkileri, kategoriler, yasalar biçiminde formüle etmekten ve zenginliğin üretilmesinde bu yasaların, bu kategorilerin feodal toplumun yasa ve kategorilerine oranla nasıl daha üstün olduklarını göstermekten başka bir görevleri yoktur. Onların gözünde sefalet, doğada olduğu gibi sanayide de, her doğumun getirdiği sancılardan ibarettir. (sf. 112-113)

Smith’in kapitalist toplumun gerçek niteliği konusundaki iyimser bakış açısı, onun politik ekonomiye bakışındaki ahlaki önyargılarla ilişkiliydi. Bu önyargılar, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin genel entelektüel algılama kalıbını yansıtıyordu. Smith’in kapitalizmin meşrulaştırılması yolunda sıkça kullanılan görüşlerinin gerçek mahiyetinin anlaşılması için, ahlak konusundaki görüşlerine değinmek yararlı olacaktır. Bu tür bir inceleme, günümüzün neoliberal propagandasının dayanaklarını ya da aynı anlama gelmek üzere dayanaksızlığını da ortaya koyacaktır.

AHLAK FELSEFECİSİ  OLARAK ADAM SMİTH

1737 yılında İskoç aydınlanmasının merkezi olan Glasgow Üniversitesi’ne giren Smith, burada, kendisinden çok etkileneceği Francis Hutcheson’dan ahlak felsefesi dersleri almıştır. O dönemde, Glasgow ve Edinburg gibi İskoç üniversiteleri, İngiliz üniversiteleriyle kıyaslandığında, entelektüel özgürlük açısından çok daha ileridedir ve Aydınlanma düşüncesinin merkezi durumundadır. Smith, burada maddeci tarih anlayışının öncülerinden Adam Ferguson’dan ders almış, maddeci tarih anlayışının bir diğer öncü düşünürü olan John Millar’ın hocası olmuştur. Smith, aynı zamanda David Hume’un yakın dostudur. Adlarını saydığımız bu düşünürler, İskoç Aydınlanması adı verilen entelektüel akımın en önemli temsilcileridir. Smith’in entelektüel kimliği de, İskoç Aydınlanmasının temel sorunlarına yanıt arama çabası içinde oluşmuştur.

İskoç Aydınlanması geleneği, 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin bir kolu olmasına karşın, Aydınlanma denilince ilk akla gelen Fransız Ansiklopedistlerinden farklı sorunsallardan hareket eder. Fransız ya da genel olarak Kıta Avrupa Aydınlanma geleneği, 18. yüzyılda hüküm süren feodal mutlak monarşilerin baskısı altında gelişen kapitalizmin önündeki engellerin kaldırılması için “doğa yasaları” argümanına başvurmuştur. Buna göre, kapitalist gelişmenin önündeki engeller, doğanın yasalarının ve bunun insan zihnindeki yansıması olan aklın kurallarının işlemesine engel olmaktadır. Anlaşılabileceği gibi, burada kapitalizmin gelişmesi bir doğa yasası olarak algılanmakta, başka bir deyişle, kapitalist toplumsal ilişkilerin başlıca kurumsal dayanağını oluşturan özel mülkiyet ve girişim özgürlüğü, şeylerin doğasına en uygun çerçeve olarak algılanmaktadır.

Henüz kapitalizmin egemen olmadığı, burjuvazinin feodalizme karşı tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmadığı koşullarda ortaya atılan bu düşünceler, Fransız Devrimi’nde berrak bir şekilde gözler önüne serileceği gibi, Aydınlanma düşünürlerinin sınıf körlüklerinin de temel nedenidir.

İskoç Aydınlanmasında ise, kapitalist toplumsal ilişkiler, hayata geçirilmesi gereken doğa yasaları olarak değil, verili toplumsal gerçeklik olarak algılanır. Çünkü, feodalizmin kimi kalıntıları hala varlığını sürdürse de, İngiltere ve İskoçya’da kapitalist düzenin egemenliği 17. yüzyıldaki 1640 ve 1688 Burjuva Devrimleri ile sağlanmış, iktidar, burjuvalaşmış toprak sahiplerinin kontrolündeki Parlamento’nun eline geçmiştir. Kralın otoritesi ise sembolik hale gelmiştir. Bu nesnel koşullar altında, İskoç filozofları, Fransız filozoflardan farklı olarak, gelişen kapitalist ilişkilerin yarattığı toplumsal ve siyasi sorunlara odaklanmıştır. İskoç Aydınlanmasının temel sorunu, “geleneksel ahlaki değerlerin yeni iktisadi koşullarla uzlaştırılması” olmuştur. Rekabet ve kişisel çıkar peşinde koşmanın hakim olduğu bir ticari toplumda, toplumsal yaşam için birleştirici ilke ne olacaktır? İskoç Aydınlanması içinde yer alan toplumsal kuramcılar, “ticari toplumun atomize bireylerinin nasıl bir araya getirileceği, iktisadi bireyciliğin hakim olduğu bir toplumun çöküşten kurtulması için neyin gerekli olduğu”, “bireyci bir toplumda erdemin nasıl korunacağı” sorularına yanıt aramışlardır. Bu konudaki tartışmanın ilk kıvılcımı, Bernard Mandeville adlı bir yazarın Arılar Masalı (Fable of the Bees) adlı eserinde ortaya attığı görüşlerle çakılmıştır. Mandeville, insanın doğası gereği bencil olduğunu, başkalarının durumuna ilgili olduğunda bile, bunu, beğenilme ya da övülme kaygısıyla yaptığını savunmuştur. Bu çerçevede, kapitalizmin yarattığı özel çıkar odaklı toplumdan şikayet etmek yersizdir. Çünkü ahlaki ölçütlerle değerlendirilip günahkarlıkla damgalanan her türlü eylem, aslında toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bu bağlamda Mandeville, hırsızlığın kilit yapımcılığını geliştirdiğini, 1666 yılında Londra’yı yerle bir eden yangının tuğla ve inşaat sektörünün büyümesine katkıda bulunduğunu söylemiştir.

Bu kışkırtıcı  görüşler, geleneksel ahlak felsefesinin etkisi altında bulunan İskoç üniversitelerinde büyük bir tepkiyle karşılanmış ve Mandeville’in ortaya attığı savlar, İskoç Aydınlanma geleneğinin temel tartışma konularından birisi olmuştur. Smith’in kuramsal vizyonu, bu soruya verilen çeşitli yanıtlar içinde gelişmiştir.

İskoç düşünürlerin 18. yüzyıl boyunca bu temel izlek doğrultusunda kaleme aldığı eserlerde, mekanik bir maddeci anlayışa dayanan, geçim biçimlerine göre tasnif edilmiş aşamalı toplum teorileri geliştirilmiştir.1 Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde de ele aldığı bu teoriye göre, insan toplumları, avcılık, çobanlık, tarımcılık aşamalarından sonra ticari aşamaya geçmiştir. Dönemin düşünürlerinin “ticari toplum” derken kastettikleri, kapitalist toplumdur. Bu eserlerde, geçim/üretim biçimi ile siyasal düzen ve düşünce biçimleri arasında mekanik nedensellik ilişkileri kurulmuştur. Dönemin düşünürleri, ticari toplumu tarihsel gelişmenin bir aşaması olarak görmelerine karşın, bu aşamayı “doğal özgürlük sistemi” adı altında tarihsel evrimin nihai aşaması olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın temel nedeni, ufuklarının burjuva mülkiyet ilişkileri ile sınırlı olması ve özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz bir doğal hak olarak görmeleridir. Bu düşünürlerden birisi olan Adam Smith, Ulusların Zenginliği’nde ticari toplumun tarihsel evrimin belli bir aşamasının ürünü olduğunu kabul etmiş ve bu aşamayı “açık ve basit doğal özgürlük sistemi” adı altında mutlaklaştırmıştır.2

Adam Smith, Mandeville’in ortaya atığı tartışmayı yakından izlemiştir. 1759 yılında yayınladığı Ahlaki Duygular Kuramı (The Theory of Moral Sentiments) adlı eserin daha girişinde Mandeville’in görüşlerine atıfla şunları söylemiştir:

Her ne kadar insanın bencil olduğu varsayılıyorsa da, insanın görmekten memnun olmak dışında bir kazancının olmadığı, onu başkalarının durumuna ilgili yapan ve başkalarının mutluluğunun kendisi için gerekli kılan kimi ilkeler vardır.” (Smith, 1976:9).

Smith’e göre, bu ilke, sempati ilkesidir. Sempati ilkesi, toplumsal sözleşmenin temelini oluşturur. İnsan, doğası gereği, kendisi ve diğer insanların duyguları arasında bir uyum arzusu duyar. Bu nedenle, belli bir toplumda yaşayan her insan, diğer insanlara sempati duyma potansiyeli taşır. Özetle, sempati, toplumsal bir varlık olarak insanın, kendini başkalarının yerine koyabilme özelliğini ifade eder. Smith’e göre, sempati ilkesi, Mandeville’in öne sürdüğünün aksine, bireyci bir ilke değildir. Ahlaki Duygular Kuramı’nda Mandeville’in bu yöndeki görüşlerini sert bir dille eleştirmiştir:

Ahlak dışı olanla ahlaki olan arasındaki farkı tamamen ortadan kaldıran bu yüzden de bütünüyle tehlikeli bir eğilim gösteren bir sistem daha var. Dr. Mandeville’in sisteminden söz ediyorum. …Dr. Mandeville edep duygusuyla beğenilmeye, övgüye layık olanı yapma isteğiyle girişilen her hareketi, beğenilme yada övülme isteğinden ya da kendi deyimiyle gösterişçilikten kaynaklanan bir hareket olarak görüyor. [Mandeville] başkalarının duygularıyla ilgili olan veya olması gereken her şeyi gösterişçilik olarak ele alıyor ve bu göz boyamacılık yoluyla bireysel ahlaksızlıkların toplumsal yararlar olduğu sonucuna varıyor.” (Smith, 1976:308)

Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, genel olarak sanıldığı gibi, ahlak sorunuyla değil, ticari toplumdaki bireyciliğin toplumsal düzen açısından yol açtığı sorunlarla ilgilenmiştir. Sözgelimi, eserde, adil ve iyi bir yönetim için, siyasi alanın bireysel çıkarlardan özerk kılınması kaygısı oldukça belirgindir. Başka bir deyişle, Smith’e göre, ticari çıkarların Parlamento’nun kararlarında belirleyici olması, adil bir yönetim için büyük sakıncalar doğuracaktır.

Ahlaki Duygular Kuramı, bugün anlaşıldığı şekliyle bir ahlak felsefesi metni olmamakla birlikte, Smith’in bu eserde savunduğu ahlaki görüşlerle 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği’nde dile getirdiği iktisadi görüşleri arasında bir çelişki olduğu savunulagelmiştir. İlk olarak 19. yüzyıl başlarında Almanya’da dile getirildiği için Almanca bir deyimle anılan (Das Adam Smith Problem-Adam Smith Sorunu) bu sözde çelişki, Smith’e dair entelektüel tartışmaların merkezine yerleşmiştir.

Esasen her iki eser dikkatle okunduğunda, ortada bir çelişki bulunduğunu söylemek zordur. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda geliştirdiği sorunsalı, ticari toplumun işleyiş ilkelerini ele aldığı Ulusların Zenginliği’nde izlemeye devam etmiştir. Smith’in amacı, herkesin kendi çıkarı peşinde koştuğu bir toplumda, toplumun her kesiminin yararına işleyecek bir düzenin olanaklı olduğunu kanıtlamaktır. Buradaki vurguya bir kez daha dikkat çekelim. Smith, herkesin kendi çıkarı peşinde koşmasının iyi bir şey olduğunu savunmamakta, ama herkesin kendi çıkarı peşinde koşması verili bir gerçeklik iken, uygun kurumsal düzenlemelerle iyi bir toplumun sağlanabileceğini savunmaktadır. Buradaki beklenti, kapitalizmin gerçekleri karşısında elbette naif bir iyimserliği barındırmaktadır. Hatta bu konuda bir adım daha ileri gidip, cehenneme giden yolun iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu söylemek de mümkündür. Nitekim, Smith’in Ulusların Zenginliği’nin bazı bölümlerinde, günümüzün neoliberallerinin yorumlarını haklı çıkaracak bazı yorumlarına da rastlanabilmektedir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında, Smith’in iyimserliği, kapitalist üretim tarzının çocukluk döneminin koşullarını veri almasından kaynaklanmaktadır. Smith, eserlerini kapitalizmin kesin zaferini ilan ettiği Sanayi Devrimi’nin arefesinde kaleme almıştır. Dolayısıyla sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı fabrika sistemi ile tanışmamıştır. Marx’ın deyişiyle, manüfaktür döneminin iktisatçısıdır. Eserinde, kapitalizme özgü sınıf ayrımlarını yansıtsa da, küçük üreticiliğin hala egemenliğini sürdürdüğü toplumsal koşulları yansıtır.

ULUSLARIN ZENGİNLİĞİ’NDE EKONOMİ POLİTİK VE DÜZEN

Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki en önemli savlarından birisi, “ticari toplum”un sağladığı zenginliğin bütün toplumsal sınıfların lehine sonuçlar doğurduğudur. Eserin girişinde, ticari topluma özgü bir kategori olarak tartıştığı işbölümünün yararlarından söz ederken, işbölümü sayesinde zenginliğin halkın en alt kesimlerine kadar ulaştığını vurgular. Smith, ticari toplumda rahatlık sağlayan maddelere ulaşmada sınıflar arasında farklar olduğunu kabul eder. Ancak ona göre, ticari toplumun sıradan emekçileri “üst katmanların gösterişli ve lüks yaşantısı ile karşılaştırıldığında çok basit ve sade” bir yaşam sürmelerine karşın, “Avrupalı bir prensin yaşantısı ile çalışkan ve tutumlu bir köylünün yaşantısı arasındaki fark, bu köylü ile on bin çıplak vahşinin yaşamları ve özgürlükleri üzerinde mutlak efendi olan çok sayıda Afrikalı kralın yaşantısı arasındaki fark kadar büyük olmasa gerektir.” (Smith, 1997, sf. 24-25)

Kapitalizmin övgüsü  gibi görünen bu satırlarda Smith’in amacı, kendi iyimser toplum kuramının maddi temellerini ortaya koymaktır. Smith, eserin girişinde, iğne manüfaktürü örneğinden yola çıkarak, işbölümünün emeğin üretkenliğine yaptığı katkının kaynaklarını ortaya koymuş, üretim sürecindeki teknik işbölümünü ele aldığı bu bölümün ardından “İşbölümüne Yol Açan Esas Üstüne” başlığını taşıyan 2. bölümde teknik işbölümü tartışmasını bir yana bırakarak, toplumsal işbölümünü tartışmaya başlamıştır. Smith (1937, sf. 13)’e göre, işbölümü: “insan doğasında pek geniş yer tutmayan belli bir eğilimin, çok ağır, yavaş yavaş gelişen ancak yine de zorunlu olan bir eğilimin; değiş tokuş, takas, bir şeyi başka bir şeyle mübadele etme eğiliminin sonucudur”. Smith’e göre, insanlardaki mübadele eğilimi, bütünüyle toplumsal süreçler olan dil ve iletişim olgusuna bağlıdır. Bu açıdan mübadele eğilimi, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, toplumun ahlaki yapısının korunmasını güvence altına alan sempati ilkesine benzer bir işleve sahiptir. Smith (1937, sf. 14)’e göre, mübadele toplumsal bir süreçtir. Bu nedenle, işbölümü, rekabet üzerinde değil, işbirliği üzerinde yükselir ve insanlar arasında geniş bir işbirliği ağı gerektirir. İşbölümünün hakim olduğu bir toplumda, insanlar kendileri farkında olmasalar bile, binlerce insanın işbirliği olmadan yaşayamazlar. İnsanları diğer hayvanlardan bu bağımlılık ayırır. Mübadeleyi zorunlu kılan bu bağımlılık ilişkisi, insanların hayvanlardan farklı olarak, “ortak bir yerde toplanmasını” ve kendi soylarının “daha iyi ve rahat donanımı” için katkıda bulunmalarını sağlar. Böylece, bir eksiklik gibi görünen bu zorunluluk, uygarlığın doğması ve gelişmesi için bir avantaj haline gelir. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, insan toplumundaki bağımlılıktan kaynaklanan işbirliği ağının, insanlar arasındaki sevgiye değil, fayda ilkesine dayandığının savunmuştur. Ona göre, bu, eleştirilecek bir şey değildir. Ulusların Zenginliği’nde, aynı ilkeyi şu çok ünlü sözlerle ifade etmiştir:

Yemeğimizi kasabın, biracının yardımseverliğinden dolayı değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz. Ve her zaman, kendi ihtiyaçlarımızdan değil onların kazançlarından söz ederiz.” (Smith, 1937, sf. 14)

Bu ünlü  ifade, genellikle ticari toplumun çıplak kişisel çıkar ilkesi üzerinde kurulu olduğunun kabulü olarak değerlendirilmektedir. Smith, gerek Ahlaki Duygular Kuramı, gerekse de Ulusların Zenginliği’nde, ticari toplumun kişisel çıkar üzerine kurulu olduğu düşüncesini benimsemesine karşın, insanların salt kişisel çıkar ilkesine göre hareket ettiğini değil, böyle hareket etmelerine karşın bütün toplumun yararı doğrultusunda işleyecek bir düzenin olanaklı olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu nedenle, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, toplumun “iyilik yapma” ilkesi olmadan ayakta durabileceğini, ancak adalet olmadan ayakta duramayacağını savunmuştur. Ulusların Zenginliği’nde ise, ticari toplumsal düzen ve ahlakın korunması için adaletin toplumun bütün üyeleri arasındaki iktisadi ilişkilerde hakim olması gerektiğini vurgulamış, bu yüzden tüccar ve sanayicilerin toplumdaki adalet duygusunu zedeleyen tekelci eğilimlerini mahkum etmiştir. Adaletin egemenliğini sağlamak için devletin “toplumun büyük çoğunluğunu yozlaşma ve dejenerasyondan” koruyacak müdahalelerde bulunması gerektiğini söylemiştir.

Smith’in Ulusların Zenginliği’nin önemli teorik konularından birisini oluşturan değer teorisi konusundaki görüşleri de, ticari topluma ilişkin ve siyasi ve ahlaki endişelerini yansıtır.

Smith’in değer kuramının başlangıç noktasını zenginlik kavramı oluşturmaktadır. Smith, zenginliği tüketim açısından değerlendirirken karmaşık bir yaklaşım sergilemiştir. Smith (1937, sf. 625)’e göre, “üretimin ana hedefi ve amacı” tüketimdir. Ulusal zenginlik, “acil tüketim için ayrılan stokun büyüklüğüne göre ölçülür”. Başka bir ifadeyle, zenginlik, toplumda varolan tüketim mallarının miktarına bağlıdır. Smith, ulusal zenginliğin toplam toplumsal tüketimden çok, toplumun ortalama üyesinin tüketim düzeyinin artması sayesinde artacağını savunmuştur. Smith (1937, sf. 823)’e göre, toplumun büyük çoğunluğunu “ağırbaşlı ve çalışkan” yoksul emekçiler oluşturur. Dolayısıyla ulusal zenginlik, ortalama emekçinin yaşam standartları açısından yaklaşık olarak ölçülebilir. Bu nedenle, Smith, reel ücretlerin artmasının topluma yararlı olduğunu ve malların ucuzluğunu sağlamanın ekonomi politiğin ana amacı olduğunu savunmuştur. Bu görüşün kapitalizmin gerçekleri ile bir ilgisi olmadığı kolaylıkla görülebilir. Nitekim, sanayi devriminin ardından yazan Ricardo, ücretlerle kârlar arasındaki çelişkiye dikkat çekecektir.

Smith (1937, sf. 30)’e göre, “her insan yaşam için gerekli maddelerden, yaşamı kolaylaştırıcı ve eğlendirici eşyalardan yararlanabildiği ölçüde zengin ve yoksuldur”. Her kişi, kendi tüketimini başkalarının üretiminden elde eder. Her kişinin tüketimi, diğer insanların emeğine bağlıdır. Toplumdaki her birey, kendi emeğinin ürününü başkalarınınki ile mübadele ederek, başkalarının emeğinden bir pay alır.

Smith, “emeğin tüm metaların mübadele değerinin gerçek ölçütü” olduğunu söyler.  Smith’e göre, bir kişinin zenginliği, onun diğer insanların emeği üzerindeki denetim gücü açısından ölçülür. “Bir şeyi elde etmiş olup elden çıkarmak ya da başka bir şeyle mübadele etmek isteyen kişi için, o şeyin gerçek değeri, kendi üzerinden atarak başkalarının sırtına yükleyebileceği eziyet ve zahmettir”.

Smith’in burada ortaya koyduğu yaklaşımın emek değer kuramı ile ilişkisi yoktur. Emek değer kuramına göre, her malın değeri, üretimi için gerekli emek miktarına bağlı olarak belirlenir. Smith’in, epeyce karmaşık bir biçimde ifade ettiği görüşlerinde, “emeğin değeri” (ücret) ile emek zamanı miktarını birbirine karıştırdığı görülmektedir. Emeğin kendisinin de bir meta olduğunu kabul ettiği halde, emeğin değerini, sabit bir ölçüt olan emek zamanı ile karıştırmıştır.3 Bu karışıklığı, Marx (1993, s.76) şöyle yorumluyor:

Metaların değerinin içerdikleri emek zamanı ile ölçüldüğünü söylerken, o, insanların, kapitalistler, ücretliler, toprak sahipleri, çiftçiler ..vb. olarak değil, basit meta üreticileri ve basit meta değişimcileri olarak karşılaştıkları burjuvazinin [kayıp cennet]ine ait bir şey olduğunu ifade ediyordu. O, durmadan, metaların değerinin taşıdıkları emek zamanı ile belirlenmesini, metaların değerinin emeğin değeri olarak belirlenmesi ile karıştırmaktadır; ayrıntılara girerek toplumsal sürecin eşit olmayan emekler arasında zorla kurduğu nesnel denklemi, bireysel emeklerin öznel haklar eşitliği olduğunu sanarak, her yerde tereddüde düşmektedir. Gerçek emekten değişim değeri yaratan emeğe… gelince, onu işbölümü ile gerçekleştirmeye uğraşmaktadır.

Smith, eserinde; toprak sahibi, kapitalist çiftçi ve ücretli emekçi arasındaki ilişki örüntüsünü temel aldığı halde, Marx’ın doğru bir biçimde işaret ettiği gibi, ufku, içinde yaşadığı sanayi öncesi dönemin basit meta üretimini ile sınırlıdır. Bu nedenle, emek değer kuramının, saf biçimiyle sermaye birikiminin ve toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı emekçinin kendi üretim araçlarına ya da emek koşullarına sahip olduğu ilkel döneme özgü olduğunu savunmuştur. Toplumun bu aşamasında, emek ürünü tümüyle emekçiye ait olduğu için, “herhangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel olarak harcanan emek miktarı, bu metanın satın alacağı, kumanda edebileceği ya da mübadele edeceği emek miktarını belirleyen tek koşuldur” (Smith, 1937, sf. 47-8).

Smith, basit meta üretimi ile sınırlı ufku nedeniyle, üretim araçları  üzerinde özel mülkiyet düzeninin hakim olduğu kapitalist toplumda, emek değer kuramının geçerli olmadığı sonucuna ulaşmıştır:

“Bir takım kişilerin elinde mal mevcudu birikir birikmez, bunlardan bazıları, bu mal mevcudunu doğal olarak gayretli kimseleri işe koşmakta, …bunların emeklerinin malzemelerin değerine kattığı şeyi satıp bir kâr elde etmek için bu insanlara iş malzemesi ve geçim maddeleri sağlayacaklardır. …Malzemelerin fiyatları ve işçi ücretlerini ödedikten sonra mal mevcudunu bu serüvene atmayı göze alan girişimcinin kârı olarak bir şeyin verilmesi zorunludur.” (Smith, 1937, sf. 48)

Yine benzer bir şekilde, bir ülkenin toprağının özel mülkiyete dönüşmesiyle, “tüm insanlar gibi toprak sahipleri de ekmeden biçmeyi severler ve toprağın doğal ürünleri için bile rant isterler.” (Smith, 1937, sf. 49)

Görüldüğü  gibi, Smith, üretimin modern kapitalist biçimi ile karşılaşınca, emek değer kuramını yadsımış; metaların mübadele değerinin, ücret, kâr ve rant gibi üç bileşenden oluştuğu düşüncesine yönelmiştir. Bunun, bir değer teorisi değil, bir fiyat açıklaması olduğu açıktır. Smith’in bu yaklaşımı, kapitalist toplumda bir doğal bölüşüm düzeninin inşa edilmesinin zorunlu önkoşulunu oluşturmaktadır:

…her ülkenin toplam yıllık emeğinin ürününü oluşturan metaların tümünün değeri, topluca ele alındığında, yine aynı üç bileşene ayrışmak zorundadır ve bunun o ülkede yaşayan çeşitli insanlar arasında emeklerinin ücreti, sermayelerinin kârı ya da topraklarının rantı olarak bölüşülmesi gerekmektedir” (Smith, 1937, sf. 52).

Smith (1937, sf. 50)’e göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeninin kurulmasıyla ortaya çıkan ücret, kâr ve rant biçimindeki bu üç gelir kategorisi, fiyatın bileşenlerini oluşturur. Smith’in değer sorununa yaklaşımındaki tutarsızlıklar bir yana, sorunu ele alma biçimi, ortaya koyduğu değer kuramının, aynı zamanda bir bölüşüm kuramı olduğunu göstermektedir. Ücret, kâr ve rant biçimindeki temel gelir kategorileri, toplumun üç ana sınıfı olan emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri arasındaki bölüşüm ilişkisini ifade etmektedir:

“her ülkenin toprağının ve emek gücünün yıllık ürününün tümü, ya da bir başka deyimle bu bir yıllık ürünün tüm bedeli, doğal olarak toprak rantı, emek ücretleri ve sermaye kârı şeklinde üçe ayrılır; bunlar rantla geçinen ücretle geçinen ve kârla geçinen üç ayrı halk katmanının gelirini oluşturur. Bunlar, her uygar toplumun, üç büyük özgün ve köklü katmanı olup, tüm diğer katmanların geliri önünde sonunda bunların gelirinden gelmektedir.” (Smith, 1937, sf. 248)

Smith, eserinin “Malların Doğal Fiyatı ve Piyasa Fiyatı” başlıklı bölümünde; ücret, rant ve kârın ortalama ya da alışılmış düzeyini belirleyen toplumsal ve kurumsal etkenleri tartışıp, bu doğal ücret, doğal kâr ve doğal rant oranlarının, doğal fiyat adını verdiği denge fiyatını oluşturduklarını savunur:

Bir metanın fiyatı, toprak rantını, emek ücretini ve o metayı yetiştirmek, hazırlamak ve pazara götürmek için kullanılan mal mevcudunun karının doğal oranlarına göre ödüyorsa ve buna yetecek miktardan ne az ne de çoksa bu meta doğal fiyatı adı verilebilecek bir fiyattan satılmaktadır.” (Smith, 1937, sf. 55-6, vurgu sonradan)

Smith’e göre, bir malın piyasada satıldığı fiyata piyasa fiyatı adı verilir. Piyasa fiyatı, doğal fiyatın altında, üstünde ya da ona eşit bir fiyat olabilir. Doğal fiyat, arz ve talep dengesi sonucu oluşur ve tüm meta fiyatlarının, “adeta, sürekli olarak çekimine kapıldıkları bir merkez fiyattır.” (Smith, 1937, sf. 58)

Smith’in ücretler ve rantların doğal düzeyi üzerine görüşleri, iktisadi zenginliği tüketimle ilişkili olarak gören teorik vizyonuyla uyumludur. Bu çerçevede yüksek ücretlerden yana olmuş ve topraktaki özel mülkiyetten kaynaklanan rantın da, ekonomide toplam talep için belirleyici bir unsur olduğunu savunmuştur.

Smith’in doğal kâr oranı konusundaki açıklaması ise, ücret ve rant konusundaki açıklamasından temelde farklıdır. Bu meseleyi ele aldığı bölümlerde, serbest rekabetin geçerli olduğu koşullarda sermaye birikiminin kâr oranını neden düşüreceğini açıklamıştır. Smith, sermayenin kârını ekonomi politiğe kazandırmış olmasına karşın, kârı, iktisadi büyümenin ana kaynağı olarak görmemiştir. Sermayenin kârını ele aldığı bölümde, ağırlıklı olarak, ücretlerin yükselmesi ve kârların düşmesinin iktisadi ilerleme için zorunlu olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Bu yaklaşım, Smith’in zenginlik anlayışı ve bu anlayışla bağlantılı olarak, toplumsal sınıflar hakkındaki görüşleriyle tutarlıdır. Dobb (1973, sf. 54-5)’un da vurguladığı gibi, Smith’e göre, sermaye birikiminin kaynağı, ücretli emekçilerin ve toprak sahiplerinin zenginliğindeki, dolayısıyla bunların tüketimlerindeki artışa bağlıdır. Bu sınıfların tüketiminin yüksek olması, reel ücretlerin yüksek ve mal fiyatlarının ucuz olmasına bağlıdır. Smith, doğal fiyat kuramını, bu gerekçeyle formüle etmiştir. Doğal fiyat üzerinden gerçekleştirilecek mübadele, verili ücret düzeyinde, malların en düşük fiyattan satılmasını güvence altına alacaktır. Bu nedenle, Smith’e göre, malların fiyatlarını artırmaya yönelik girişimler, toplumun zenginliğini azaltır. Öyleyse, malların piyasa fiyatlarını doğal fiyatın üzerinde tutan her türlü engel kaldırılmalıdır.

Kapitalist ekonominin işleyişinin temel mekanizmasının sermaye birikimi olduğu ve sermaye birikiminin temel kaynağının kârlar olduğu göz önüne alındığında, Smith’in bu konudaki görüşlerinin kapitalizm-öncesi bir vizyona dayandığı anlaşılmaktadır. Smith, aynı yaklaşım doğrultusunda, tüccar ve sanayicilere yönelik olumsuz düşüncelere sahiptir.

Ulusların Zenginliği’nde, sıkça tekellerin malların piyasa fiyatlarını doğal fiyatın üzerine çıkarmasından şikayet etmiştir. Ona göre, ortaçağ kalıntısı lonca tüzükleri ve çıraklık yasaları emeğin piyasa fiyatını doğal fiyatın üzerinde tutmasına karşın, bu durum, mal fiyatları üzerinde yüksek kâr oranları kadar etkide bulunmaz. Ücretlerdeki artış, malların fiyatları üzerinde aritmetik bir artışa neden olur. Buna karşılık, genel kâr oranlarındaki artış, belli bir malın üretimi sırasındaki bütün aşamalarda aynı kâr oranı uygulanacağı için, fiyatlar üzerinde geometrik bir artışa neden olur. Bu nedenle, Smith yüksek ücretlerden yakınan tüccar ve sanayicileri ikiyüzlü olmakla suçlamıştır:

Tüccarlarımız ve manüfaktürcü patronlarımız, yüksek ücretlerin fiyatları artırdığı için olumsuz sonuçlara yol açtığından ve dolayısıyla ülke içinde ve dışında malların satışının azalttığından fazlasıyla yakınırlar. Yüksek kârların olumsuz sonuçlarından ise söz etmezler. Kendi kazançlarının zararlı etkileri konusunda sessiz kalırlar. Yalnızca diğer insanların kazançlarının zararlı etkilerinden yakınırlar.” (Smith, 1937, sf. 98)

Smith’in tüccar ve sanayicilere yönelttiği eleştiriler, bu kesimlerin çıkarlarının toplumun çıkarlarına karşı işlediği varsayımına dayanmaktadır. Smith’e göre, zenginliğin doğal gelişmesi, tam rekabet aracılığıyla kâr oranının en düşük oranda olmasına bağlıdır. Tüccarlar ve sanayiciler, kendi kişisel çıkarlarına karşı olduğu için, genel çıkara hizmet eden bu sürece karşı direniş gösterirler. Yüksek kâr oranlarını korumak amacıyla, fiyatları olabildiğince yüksek düzeyde tutmaya çalışırlar ve böylece halkın çoğunluğunun tüketim düzeyini azaltarak, genel iktisadi büyüme hızını yavaşlatırlar. Bu nedenle, bu kesimlerin çıkarları toplumun çıkarlarına karşıttır:

Ticaret ve manüfaktürün özel bir dalıyla uğraşanların çıkarı her zaman için, bazı bakımlardan toplumun çıkarlarından farklı, hatta ona terstir. Pazarı genişletmek, rekabeti sınırlamak her zaman işadamlarının çıkarınadır. Pazarı genişletmek genellikle toplum çıkarına yeterince uygun düşebilir, ancak rekabeti sınırlamak her zaman toplum çıkarına aykırı olsa gerektir; bu, yalnızca işadamlarının kârlarını doğal biçimde olacak olanın üstüne çıkararak, kendi çıkarı için diğer yurttaşların üzerine saçma vergi koymalarını mümkün kılar. Bu katmandan gelen ticaretle ilgili yeni bir yasa ya da tüzük önerisi, daima büyük bir dikkatle dinlenmeli, uzun uzadıya hem büyük bir kuşkuyla hem de büyük bir özenle dinlenmeden asla kabul edilmemelidir. Çünkü bu öneriler, çıkarları hiç bir zaman genel çıkarlarla bütünüyle uyuşmayan, genel olarak halkı aldatmakta ya da ezmekte çıkarı olan ve dolayısıyla birçok kez hem halkı aldatmış ve ezmiş olan kesimden gelmektedir.” (Smith, 1937, sf. 250, vurgu sonradan)

Bu ifadeleri kaleme alan birinin kapitalistlerin “paralı askeri” diye anılması herhalde haksızlık olacaktır.

Smith’e göre, işadamları sınıfının çıkarları, genellikle bunları ticaret ve sanayide tekeller oluşturmaya yöneltir. Bu eğilimi şiddetle eleştiren Smith, eserinin IV. Kitabında, “tüccar ve manüfaktürcülerin bayağı açgözlülüklerinin ve tekelci tabiatlarının insanlığa zararlı eğilimler” olduğunu söylemiştir. Ona göre, “geçmişte ve günümüzde, kralların ve bakanların kaprisli tutkuları tüccar ve manüfaktürcülerin münasebetsiz kıskançlıkları kadar Avrupa’nın huzuruna zarar vermemiştir” (Smith, 1937, sf. 460). Smith’i en çok rahatsız eden konu, bu kesimin halkı aldatması ve kendi çıkarlarını toplumun çıkarı gibi göstermesidir. Tüccarlar ve sanayiciler, yüksek gümrük duvarları ve lonca yasaları sayesinde fiyatları yükseltirler. Ve bu yüksek fiyatlar:

…sonunda her yerde bu gibi tekellerin kuruluşuna hemen hiç karşı gelmeyen kırdaki toprak sahipleri, çiftçiler ve işçiler tarafından ödenmektedir. Bunların genellikle bir birlik oluşturmak için ne istekleri ne de olanakları vardır; tüccarlar ile manüfaktürcülerin safsataları ve kopardıkları yaygaralar, bir kesimin özel çıkarının, üstelik toplumun bir alt kesiminin özel çıkarının bütünün genel çıkarı anlamına geldiğine bunlara kolaylıkla inandırmaktadırlar” (Smith, 1937, sf. 127-8).

Smith’e göre, tüccar ve sanayicilerin “çıkarcı safsataları insanlığın sağduyusuna zarar verir”. Bu safsata ve yaygaraların sonucu, topluma tümüyle zararlı olan merkantil sistemdir.

Adam Smith’in merkantil sistem4 adını verdiği düzenlemeler bütünü, kapitalizmin 16. yüzyılla 18. yüzyıl arasındaki ilk döneminde hakim olan sermaye birikim modelidir. Bu sistem, kârın kaynağını üretimde değil ticarette gören geleneksel anlayış doğrultusunda, zenginliğin sadece dış ticaretten elde edilecek fazla ile sağlanabileceğini öngörmekte, bu çerçevede dış ticaret üzerinde tekeller oluşturarak, yeni oluşmaya başlayan ulusal devletlerin hazinesini zenginliğin temel ölçütü sayılan değerli madenlerle doldurmaya odaklanmaktadır. Merkantilist aşama, kapitalizmin oluşumu için gerekli ilk birikimin sağlanmasında büyük bir rol oynamıştır. Ancak sanayinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, dış ticaretin tekelci şirketler tarafından kontrol edilmesi, hammaddeleri bu tekellerden fahiş fiyattan almak zorunda kalan ve kendi mallarını özgürce pazarlama imkanları sınırlanan sanayicilerin tepkisini çekmeye başlamıştır.

Smith’e göre, merkantil sistem hile ve gözdağı ile oluşmuştur. Ve bu sistem, tüccarlar ve manüfaktür patronlarının sistemlerini sürdürmek için devleti baskı altına alması ve bir dizi ayak oyunuyla kendi çıkarlarına uygun yasaları çıkarması nedeniyle aşılamaz bir engel haline gelmiştir. (Smith, 1937, sf. 438)

Smith’in merkantil sisteme ilişkin eleştirileri, dönemin siyasal yapısına ilişkin yaklaşımını açık bir şekilde yansıtmaktadır. B. Moore (1989)’un ifadesiyle, 18. yüzyılda İngiliz devleti, “toprak sahipleri oligarşisi”nin egemenliği altına girmiştir. Devletin yasama işlevini yerine getiren Parlamento (Avam Kamarası), esas olarak toprak sahiplerinden (gentlemen) oluşmaktadır. Bu nedenle, 18. yüzyılın egemen siyasal retoriğinde, toprak sahiplerinin çıkarı toplumun genel çıkarlarıyla yakından ilişkilidir. Smith, toprak sahipleri sınıfının “çıkarlarının toplumun genel çıkarlarına kesin ve ayrılmaz bir şekilde bağlı” olduğunu savunmasına karşın, bu kesimin, “konumlarındaki rahatlığın ve güvenliğin doğal sonucu olan tembellik” nedeniyle, herhangi bir yasanın sonuçlarının nereye varacağını önceden kestirip anlamaları için kafaları gereğince işlemeyen cahil insanlar olduğunu söylemiştir. Buna karşılık, tüccarlar ve manüfaktür patronları, “tüm yaşamları boyunca plan ve tasarılarla uğraştıkları için genellikle toprak sahiplerinin çoğunluğundan daha keskin anlayışlıdırlar. Ancak bunların toprak sahiplerine üstünlüğü, genel çıkarları bilmelerinde değil, kendi öz çıkarlarını daha iyi bilmeleridir”. “Tüccarlar ve manüfaktür patronları öz çıkarlarına ilişkin bu üstün bilgileri sayesinde, toprak sahiplerinin cömertliğini istismar ederler. Ve toprak sahibinin değil kendi çıkarlarının toplumun genel çıkarı olduğu yönündeki gafil, ancak içten inanç ile toprak sahiplerini, hem kendi çıkarından hem de genel çıkardan vazgeçmesi doğrultusunda kandırırlar.” (Smith, 1937, sf. 249-50) Smith (1937, sf. 438)’e göre, nasıl bir ordu kendi güçlerini azaltmak istemez ve büyüdükçe devlet için bir tehlike haline gelirse, manüfaktür patronları da, lonca yasalarına dayanarak kendi iş alanlarında yeni rakiplerin olmasını istemezler. Bu kesim, “tıpkı fazla büyümüş bir ordu gibi, devlet için aşılması güç bir engel haline gelir ve birçok durumda, yasama organını sindirir.

Smith’e göre, merkantil sistemin temel ilkesi tekeldir. Tekel, üretimin baskı altına alınması ve doğal olmayan kâr ve fiyatların sürdürülmesi için rekabetin kısıtlanması anlamına gelir. Pazar üzerindeki ve diğer ekonomik kısıtlamalar, bireylerin emeklerini kendi belirledikleri alanda kullanmalarını sağlayan doğal özgürlüğünü ortadan kaldırır. En önemlisi, merkantil sistem, üretim ve tüketim arasındaki doğru ilişkiyi tersine çevirir. Oysa “üretimin tek amacı ve hedefi tüketim olmalıdır”. “Fakat merkantil sistemde tüketicinin çıkarları üreticinin çıkarlarına feda edilmiştir” (Smith, 1937, sf. 625). Smith’e göre, iktisadi büyüme toprak sahipleri ve emekçilerin refahına ve tüketime bağlı olduğundan, merkantil sistem bu kesimleri yoksullaştırarak, iktisadi büyüme oranını da düşürmektedir. Örneğin koloni ticareti üzerindeki tekel hakkı nedeniyle, büyük miktarda sermaye Büyük Britanya’nın dışına götürülmektedir. Ticari sermaye akışkan ve istikrarsız olduğu için ülkeye hiçbir yarar sağlamaz. Bu nedenle, Smith, sermayenin en üretken alan olan tarımda değerlendirilmesinden yanadır. (Smith, 1937, sf. 359)

Smith’e göre, ticaret ve sanayiye dayalı zenginlik, tarımdan farklı olarak, sabit ve kalıcı bir zenginlik biçimi değildir. Bu nedenle, tüccarlar ve manüfaktürcüler, belli bir ülkeye karşı sadakat duymazlar: “Tüccar açısından ticaretini nerede yürüteceği pek önemli değildir”. Dolayısıyla, bu zenginlik, ulus açısından tümüyle istikrarsızdır. Buna karşılık, toprak sahipleri oturdukları ülkede sabit bir çıkarları olduğu için, gelişmenin doğal seyrini saptırmakta bir çıkarları yoktur. Zenginliğin tarıma dayalı doğal gelişmesi, rantları artıracağı için, bunlar oturdukları ülkeye karşı sadakat duyarlar ve en önemlisi, “taşralı mülk sahipleri ve çiftçiler, sahip oldukları üstün onur duygusuyla, bütün toplumun, tekelin lanetli ruhundan en az etkilenen üyeleri” oldukları için erdemin ve uygunluğun (propriety) en önemli temsilcileridir (Smith, 1937, sf. 395, 428).

Smith’e göre, merkantil sistemin bu olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için ekonomi dışı bir zor uygulamaya gerek yoktur. Bu sistemin dayandığı korumacı ve kısıtlayıcı düzenlemelerin kaldırılması yeterlidir. Smith’in tüccar ve sanayiciler üzerine olumsuz görüşleri, onun serbest rekabet sistemini savunmasının ardında yatan temel nedeni oluşturmaktadır. Ona göre, rekabetin iktisadi işlevi, tekelleri engellemek ve kâr oranını, en düşük normal oranına indirmektedir. Bu durum, toplumun çoğunluğunun ihtiyaçlarını düşük fiyattan sağlamalarını güvence altına alır. Rekabetin tesis edilmesi, merkantil düzenlemelerin kaldırılarak, yeni bir hukuksal zeminin oluşturulmasını gerektirir. Smith’e göre, bu hukuksal çerçeveye uyma zorunluluğu, bireysel özgürlüğün temel kısıtını oluşturur. Dolayısıyla: “Her insan adaletin yasalarını çiğnemediği sürece, kendi çıkarlarını kendi bildiği yol doğrultusunda izlemekte ve kendi çalışması ve sermayesi ile başkalarıyla rekabet etmekte özgürdür” (Smith, 1937, sf. 651).

Smith’e göre, tam özgürlük sisteminin en önemli sonucu, bütün fiyatların doğal düzeyine inmesidir. Doğal fiyat, yalnızca belli durumlarda değil, her zaman serbest rekabet fiyatıdır ve bir ulusun zenginliği için en iyi fiyattır. Smith, zenginliği sıradan emekçinin gerçek yaşam standardı açısından tanımladığı için, doğal fiyatın, uzun dönemde toplumun çoğunluğu için elde edilebilir en düşük fiyat olduğunu ve en geniş miktarda malın sürekli üretilmesini sağladığını savunmuştur.

Smith, Ulusların Zenginliği’nde, rekabetin yalnızca, fiyatların ve kâr oranının düşmesine yol açmadığını, aynı zamanda tüccar ve sanayicileri toplumun geleneksel uygunluk standartlarına uymaya zorladığını vurgulamıştır. Smith’e göre, rekabet ilkesi, sağladığı piyasa disiplini ile, tüccar ve sanayicileri dengeli ve toplum yararına davranışa zorlayan bir araç işlevi görmektedir:

Zanaatların daha iyi yönetimi açısından, loncaların gerekli olduğu iddiasının hiçbir temeli yoktur. Bir zanaatçının üzerinde gerçek ve etkili olan disiplin, loncanın değil, müşterinin tavrından kaynaklanır. İşçinin hile yapmasını engelleyen, ihmalkarlığını gideren şey, elindeki işi yitirme korkusudur. Tekelci bir lonca bu müşteri baskısını kaçınılmaz bir şekilde zayıflatmaktadır. Çünkü bu durumda iyi de çalışsalar kötü de çalışsalar belli bir grup zanaatçıya iş vermek gerekmektedir” (Smith, 1937, sf. 129).

Bu yaklaşım, Smith’in piyasanın görünmez eline yönelik övgüsünün altında, kaynak dağılımındaki etkinliği sağlama kaygısından çok, piyasa toplumunun en karakteristik üyeleri olan tüccar ve sanayicilerin bireyci faaliyetlerinin yol açtığı ahlaki dejenerasyonun olumsuz etkilerini ortadan kaldırma endişesinin olduğunu göstermektedir (McNally, 1988, sf. 227).

Görüldüğü  gibi, Smith’in serbest piyasa savunusunun dayanağını oluşturan görüşlerinin, neoliberallerin yansıttığı yorumla hiçbir ilişkisi yoktur. Smith, kapitalizmin manufaktür aşamasında, serbest rekabetin düşük fiyatlara yol açtığı, tekelleşmenin devlet eliyle kurulmuş ticaret tekelleri dışında söz konusu olmadığı koşullarda, rekabetin olumlu sonuçlarına dikkat çekmiş, ama bunu yaparken kapitalist girişimcilerin gündelik çıkarlarını değil, kafasındaki ütopik toplumsal düzenin gereklerini dikkate almıştır. Neoliberallerin Smith yorumu ise, tekellerin gücünü tahkim etmek üzere, Smith’in “çalışkan ve ağırbaşlı” emekçilerinin kazanılmış tüm haklarını hedefe koyan bir piyasa fetişizmine dayanmaktadır. Adam Smith’in neoliberal yorumunun temelsizliği, devlet müdahalesi bağlamında daha açık olarak ortaya çıkmaktadır.

ULUSLARIN ZENGİNLİĞİ’NDE DEVLET MÜDAHALESİ

Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki tarım vurgusuyla bağlantılı olarak, devletin rolü konusundaki görüşlerini ele almak yararlı olacaktır. Smith’in toplumsal düzen ve istikrarı, kişisel çıkar peşinde koşan bireyler arasındaki özgür ilişkilerin sonucu olarak gördüğü ve bu çerçevede her türlü devlet müdahalesine karşı olduğu düşüncesi, toplumsal bilimler alanında çok geniş bir kabul görmektedir. Ulusların Zenginliği bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu yaklaşımın, tümüyle yersiz olmasa bile, önemli kuramsal sorunlar içerdiği ve Smith’i çağdaş tartışmalarda referans olarak kullandığı ölçüde anakronizme düştüğü görülebilmektedir.

Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki devlet, toplumsal sınıflar ve siyasetle ilgili görüşleri tutarlı bir bütün oluşturmaktadır. Smith, eserinde, çağdaş anlamda devletin ekonomiye müdahalesi sorununu değil, ticari toplumun iktisadi ve toplumsal ilerlemeye hizmet etmesini sağlayacak yasal ve kurumsal düzenleme sorununu tartışmıştır. Başka bir ifadeyle, devlet sorununu, ticari ilişkilerin toplumun bütün üyelerinin yararına işlemesini güvence altına alacak kurumsal mekanizma olarak ele almıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Smith’in, “müdahaleci” bir devlet anlayışına sahip olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir.

Smith’in devlet konusundaki görüşlerinin temelini, esas olarak, ticari toplumun ana motifi olan kişisel çıkar ilkesinin yol açtığı olumsuz iktisadi ve toplumsal sonuçların ortadan kaldırılması endişesi oluşturmaktadır. Sivil toplumda hakim olan ilişkileri genel yarara hizmet etmesini sağlayacak bir kurumsal çerçeve oluşturma endişesi, Smith’in bütün entelektüel sisteminin özünü oluşturmaktadır. Smith, sivil toplumdaki ilişkilerin düzenlenmesi sorununa, bir ahlak felsefecisi olarak da yakından eğilmiştir. Yukarıda değindiğimiz gibi, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, ticari toplumda, toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan ahlaki bozulma ve bunun doğurduğu siyasal sonuçlarla yakından ilgilenmiştir. Smith’i, Ulusların Zenginliği’ni yazmaya yönelten de aynı endişe olmuştur.

Ulusların Zenginliği’nde, kişisel çıkara dayalı faaliyetlerin doğal yasaların işlemesini engellediğini ifade ederek, bu yöndeki faaliyetleri keskin bir dille eleştirmiştir. Ona göre, kişisel çıkar ilkesinin iktisadi ve toplumsal hayatta egemen olması, istikrarlı ve uyumlu bir toplumsal yapının oluşturulması için gereken siyasal reformların ve iktisadi ilerlemenin karşısına aşılamaz engeller çıkarmaktadır. Bu nedenle, yukarıda aktardığımız gibi, eserinde geleneksel merkantilist düzenlemelere dayanan tüccar ve sanayicilere karşı keskin eleştiriler yöneltmiştir.

Smith, kişisel çıkar peşinde koşmanın yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak için, devletin toplumdaki adalet ilkesini hakim kılmasını ve kişisel çıkarların serbest piyasanın doğal düzenine zarar vermesini engelleyecek bir kurumsal çerçevenin oluşturulması gerektiğini savunmuştur: Böyle bir kurumsal çerçevenin oluşturulması, bu çıkarlar tarafından yönlendirilmeyen bir siyasal iradeye dayanmak zorundadır. Bu nedenle, Smith, devletin yasama organının kişisel çıkarlar alanının üzerinde olması gerektiğini savunmuş, tüccar ve sanayicilerin siyasal nüfuzuna önlem olarak, toprak sahiplerine dayalı bir yasama organından yana olmuştur. Ona göre, toprak sahiplerinin egemen olduğu bir Parlamento, “kişisel çıkarların bitmeyen haykırışlarını değil genel çıkarın geniş bir görüşünü temel alacaktır”. Bu tür bir kurumsal güvence altında işleyen bir “ticari toplum”, Smith’in iyimserliğine uygun bir “yeryüzü cenneti” olarak işleyecektir.

SONUÇ

Smith’in ortaya koyduğu kuramsal çerçevenin kapitalizmin gerçekliğini yansıtmadığı kolaylıkla görülebilir. Smith, tüm iyi niyetine rağmen, ufku burjuva üretim koşulları ile sınırlı olduğu için, kapitalizmi tarihsel evrimin nihai aşaması olarak görmüş, küçük üreticilere dayalı bir kapitalizm idealini “doğal özgürlük sistemi” olarak yüceltmiştir. Tam da bu nedenle, Smith’in yaşadığı sanayi kapitalizmi öncesi dönemin özellikleri dikkate alındığında, “iyi niyetli” sayılabilecek görüşlerinin, kapitalizmin meşrulaştırılması yolunda kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Ancak yine de, Smith’in eserinde, politik ekonominin, Marx’ın elinde kavuştuğu olgun biçimin izi sürülebilmekte ve bugüne dair çok zengin düşünceler bulunabilmektedir. İşin ilginci, Adam Smith’i popülerleştiren liberal iktisatçıların ezici çoğunluğu, Ulusların Zenginliği’ni okumamıştır. Okumaya kalktıklarında ise, iktisat biliminin tarihdışı mekanik yaklaşımının rahlesinden geçtikleri için, hiçbir şey anlayamamaktadırlar. Smith’in büyüklüğü, bugün iktisat biliminden kovulmuş olan tarihsel yaklaşıma sahip olmasında yatmaktadır. Çünkü kapitalizm, kendi egemenliğini mutlaklaştırmak için insanlığın belleğini yok etmeye, bu çerçevede tarihi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Burjuvaziye karşı, burjuvazinin ilerici döneminde üretilen ve insanlığın ortak birikiminin bir parçasını oluşturan bu tür eserler okumuş işçiler ve onların aydınları tarafından okunmalı ve yeniden değerlendirilmelidir.

Gönderme Yapılan Kaynaklar:

–    Maurice Dobb (1973) Theories of Value and Distribution since Adam Smith. Cambridge University Press: Cambridge.

  • Adam Ferguson (1966). An Essay on the History of Civil Society. D. Forbes, (Ed.), Edinburgh University Press: Edinburgh.
  • Karl Marx  (1993) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev. S. Belli, Sol Yayınları: Ankara.
  • David McNally (1988) Political Economy and the Rise of Capitalism: a Reinterpretation. Berkeley: University of California Press.
  • Barrington Moore (1989) Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri. Verso: Ankara.
  • Adam Smith (1937) An iInquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. Edwin Cannan, (Ed.), New York: The Modern Library.
  • Adam Smith (1976) The Theory of Moral Sentiments. D.D. Raphael and A.L. Macfie (Ed.), Clarendon Press:Oxford.
  • Adam Smith  (1997) Ulusların Zenginliği. Çev. A. Yunus ve M. Bakırcı, Alan Yayıncılık: İstanbul.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑