AKP İktidarının Ekonomik Performansına Genel Bir Bakış

AKP’nin 2002 Kasım seçimleriyle birlikte başlayan tek parti iktidarı 8 yılını doldurdu. Bu süre zarfında sermayenin hızla el değiştirmesine hep birlikte şahit olduk. 28 Şubata giden süreçte başta Doğan grubu olmak üzere “laik medya”nın saldırılarından fazlasıyla ağzı yanan Tayyip Erdoğan ve kadroları, AKP iktidarı sonrasında devlet olanaklarını da seferber ederek medyayı ele geçirmeye büyük önem verdi. Aradan geçen 8 yıllık sürede geçmişte oldukça sınırlı bir okuyucu/izleyici kitlesine sahip İslamcı medya organlarının devleştiğini, geri kalanların hükümetin yandaşlarınca devralındığını ya da Doğan grubu örneğinde olduğu gibi tasfiyeye zorlandığını gördük. Medyadaki tasfiye süreci henüz sonlanmış değil ama hiç kuşku yok ki hükümet halihazırda karşıt sesleri büyük oranda suturmayı başarıp dev bir propaganda aygıtı yaratmış durumda.

Böylesi bir ortamda AKP’nin her siyasal açılımının, her ekonomi politikasının medyanın geniş bir kesimince büyük bir başarı olarak sunulmasına şaşırmamak gerek. Bu yazıda 2002 seçimleri sonrasında yaşanan ekonomik gelişmelerin kısa bir özetini sunarak AKP iktidarının ekonomik performansını mercek altına alacağız.

AKP DÖNEMİ KUR POLİTİKASI

Son dönemde uluslararası piyasaların başlıca gündem maddesi Avrupa, ABD ve Çin ekseninde yürütülen kur tartışmaları. Giderek büyüyen dış ticaret açığı ve önce Japonya ve Asya kaplanları sonrasında ise Çin karşısında rekabet gücünü yitiren sanayisini tekrar ayağa kaldırmaya çalışan ABD 2001 yılından düşük dolar politikası yürütmekteydi. Bu politika krizle birlikte sekteye uğrasa da sonrasında tekrar ve daha güçlü bir şekilde devreye sokarak, başlıca hedefi Çin gibi gözükse de Almanya başta olmak üzere Euro bölgesi ekonomilerini de sıkıntıya sürükledi. Bu durum elbette Türkiye’de de başta ihracatçı sektörler olmak üzere birçok kesim tarafından tartışıldı, AKP’nin TL’nin değerini düşürmesi gerekliliği vurgulandı. Ne var ki, bu durum iktidarın öyle kolayca yanaşacağı bir seçenek gibi gözükmüyor. TL’nin değerlenmesini mümkün kılan ekonomik konjonktür ve kurun mevcut düzeyde istikrarı iktidarın “başarısının” ispatı olarak gösterilen pek çok ekonomik göstergenin korunabilmesi için büyük önem taşıyor.

AKP hükümetinin çok şanslı bir hükümet olduğunu üstüne basa basa vurgulamak gerek. 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini geçirmiş, üretim dibe vurmuş, dolar kuru 1.41 seviyesine kadar yükselmişti. Bugün AKP iktidarının uzun vadeli bir muhasebesini yapmaya kalktığımızda hemen öncesinde yaşanan krizin ortaya çıkarttığı baz etkisi ister istemez rakamlara yansıyor. AKP’nin bir diğer şansı da Nasdaq balonunun patlamasıyla ortaya çıkan kriz sonrasında dönemin FED başkanı Greenspan tarafından izlenen düşük faiz politikasının sonucu olarak “gelişmekte” olan piyasalara dönük fon akışı ve 2002 yılından itibaren doların diğer para birimleri karşısında hızla değer kaybetmesiydi. Bu durum sadece Erdoğan’ın değil, 2003 yılında iktidara gelen Latin Amerika’nın iki popülist siyasetçisi Kirchner ve Lula’nın da ekonomideki başarılarının ardındaki önemli etkenlerden biriydi. Doların Euro karşısındaki değeri 2002 yılındaki 1.15 seviyelerinden 2004 yılı içerisinde 0.75 seviyelerine kadar gerilerken uzun süredir ağır borç yükü altında ezilen ülkeler büyük ölçüde rahatlamışlardı. Piyasalardaki dolar bolluğu bu ülkelerin dış borçlarının GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla)’ya oranını büyük ölçüde düşürürken kredi notları yükselmiş, ülkelere dönük kredi akışı canlanmış ve tüm bu yaşananlar dönemin hükümetlerine IMF’nin boyunduruğundan da kurtulma olanağı yaratmıştı. Bu resimden de görüldüğü üzere, aslında bize AKP’nin başarısı gibi sunulan durum hiç de Türkiye’ye özgü bir durum değildi. Dolayısıyla, bugün 1.39 seviyelerine kadar gerileyerek 2002 yılındaki seviyesinin altında seyreden dolar/TL paritesi AKP hükümetinin yarattığı “istikrar”ın kazanımı olmaktan ziyade ABD’nin kur politikasının doğrudan sonucu olarak yorumlanmalıdır.

AKP İKTİDARINDA ÜRETİM, İSTİHDAM, BÜYÜME

2008 yılında yaşan kriz dünya piyasalarını olanca gücüyle sarsarken Başbakan ileride belki tarihe geçecek bir öngörüde bulunmuş ve krizin Türkiye ekonomisini “teğet” geçeceğini ifade etmişti. Geride kalan 2 seneye bakıldığında şirket bilançolarının hızla toparlandığını, reel ücretler gerilerken, “işgücü verimliliğinin” yükseldiğini, dolayısıyla kar oranlarının eski seviyelerin de üzerine tırmandığını görüyoruz. Resmin bu tarafına bakıldığında krizin sermaye kesimini teğet geçtiğini söylemek mümkün. Ne var ki, aynı resime işçi sınıfının perspektifinden bakıldığında kriz teğet geçmek bir yana, ekonomin tam kalbine saplanmış gibi gözüküyor. Ortaya çıkan birbirine zıt bu iki resim aslında bize her ekonomik krizin aynı zamanda bir yeniden dağılım aracı olduğunu, işçi sınıfının örgütlülüğü ne denli zayıf ise sermaye sınıfının bu durumu o denli lehine kullanacağını da gösteriyor.

Aşağıdaki Grafik I’de gösterilen karşılaştırmalı büyüme rakamlarına bakıldığında 2001 krizinin etkisi oldukça açık bir biçimde görülüyor. 2001 yılında ekonomi yüzde 5.7 oranında rekor seviyede daralmış, sonrasında (AKP iktidarının öncesinde) hızlı bir toparlanma yaşanmıştır. Bu toparlanmada daha önce belirtildiği üzere ABD’nin uyguladığı genişleyici para politikası ve bunun yarattığı Türkiye ve benzeri ülkelere dönük fon akışı büyük rol oynamıştır. Bu hızlı büyüme 2006 yılından itibaren ivme kaybetmiş, Türkiye 2008 yılında Euro bölgesi ortalamasının altında bir performans göstermiştir. Burada yılın ikinci yarısında TL’nin dolar karşısındaki hızlı değer kaybı sonrasında şirketlerin döviz cinsinden borç yükünün artışı ile birlikte kredi bulmakta zorlanması ve borçlarını çeviremez hale gelmesi önemli rol oynamıştır. 2009 yılında kriz ülkelerin büyüme oranlarına tümüyle yansımış, Türkiye krizin başlangıç noktası sayılan ABD’den de, mortgage tahvillerine yüklüce yatırım yapan AB ülkelerinin ortalamasından da, son dönem borç krizinin başlıca aktörü Yunanistan’dan da belirgin bir şekilde daha fazla daralmıştır. Bu rakamlar ışığında da teğet söylemini doğrulayacak bir tablo gözükmemektedir.

İmalat sanayi kapasite kullanım oranı verilerine bakıldığında da krizin etkisi açıkça gözükmektedir. Kapasite kullanım oranı 2008 yılındaki yüzde 80 seviyesinden keskin bir şekilde gerilemiş, 2009 şubat ayında yüzde 63’lere kadar sarkmıştır. Bu oran 2001 krizi sürecinde dahi görülmemiş derecede düşük bir orandır.

AKP’nin ekonomi kurmayları ve yandaşlarının en savunmasız kaldıkları başlıca alan istihdam verileri olmuştur. III. numaralı karşılaştırmalı grafikten izlenebileceği gibi Türkiye’nin işsizlik sorunu kriz öncesinde de belirgin bir şekilde kendini göstermiş yüzde 10 seviyesinin üzerine tırmanmıştır. 2006-2008 yılları arasında AB ülkelerindeki işsizlik oranları düşüşe geçerken Türkiye’de hafif de olsa yukarı yönlü bir trend izlemiş ve diğer ekonomilerden olumsuz yönde ayrışmıştır. 2008 yılında patlayan kriz ile birlikte bu yukarı doğru trend ivme kazanmış, 2009 yılının ilk yarısındaki kitlesel işten çıkarmalarla birlikte işsizlik oranında AB ülkeleri ile Türkiye arasındaki fark giderek açılmıştır. 2009 yılının ikinci çeyreğinden itibaren düşüşe geçen işsizlik ancak krizle boğuşan Yunanistan’ın gerisine düşmekle birlikte halen AB ortalamasının üzerinde seyretmektedir.

2008 krizi sonrasında hızla toparlanan şirket karlarının ardındaki en önemli etken hızla gerileyen ücretler ve büyüyen işsizlik karşısında giderek artan emek sömürüsü olmuştur. İşten çıkarılma tehdidinin arttığı bir ortamda işçiler karşılığı ödenmeksizin daha uzun mesai yapmaya razı olmuş, ekonominin göreceli olarak toparlandığı dönemde de sınırlı sayıda işçi ile alınan siparişler karşılanmaya çalışılmıştır. Grafik IV’de görüldüğü gibi 2008 yılı içerisinde kapasite kullanım oranının düşüşe geçmesiyle birlikte kişi başına verimlilik oranları da düşmüş, 2009 yılında artan işten çıkarmalarla birlikte hızlı bir yükseliş trendine girerek bir yıl içerisinde kriz öncesi seviyenin de oldukça üzerine tırmanmıştır.

Teknik ekonomi jargonundan uzak geniş okuyucu kitlesi verimlilik artışı gibi olumlu bir anlam içeren bu istatistikleri doğru okumalı, verimlilikteki değişimin temel dinamiklerini incelemek için sabit sermaye (teknoloji) yatırımları, kapasite kullanım oranı ve işsizlik oranı gibi verilerle birlikte incelemelidir. 2001 krizinde olduğu gibi son krizde de yaşanan verimlilik artışının temel kaynağı devreye sokulan yeni teknolojik yatırımlar değil emek sömürüsünün artışıdır.

2008 krizinin sermaye kesimine yarattığı avantajlar reel ücretlerin krizden bugüne yaşadığı sert düşüşten de açıkça anlaşılmaktadır. Aşağıdaki Grafik V’de 2005 yılının ilk çeyreği ile 2010 yılı ikinci çeyreği arasındaki süreçte sanayi kesiminde reel ücretlerin seyri gösterilmektedir. 2001 krizi sonrasında üretimdeki toparlanmanın reel ücretlere yansımadığı sıkça vurgulanmıştır. 2005-2008 yılları arasında reel ücretlerdeki yüzde 12 civarındaki toparlanmanın ardından 2008 yılında kriz bahanesiyle birçok şirkette ücretlerde indirime gidilmiş, işten çıkarılma korkusuyla işverenlerin benzeri dayatmaları gibi işçiler bu talepleri de çoğu kez sessizce kabullenmiştir. 2009 yılında işçi ücretlerini sendika ile anlaşarak 16 ay süresince yüzde 35 oranında indiren Erdemir’in, indirimin sürdüğü bir dönemde beklentilerin oldukça üzerinde bir kar açıklayarak ekonomi gündeminin ilk sıralarına yerleşmesi konuya dair çarpıcı örneklerden biridir. Grafik V’ten de izlenebileceği gibi şirketlerin karları her ne kadar hızla eski seviyelerine dönse de, reel ücretler halen kriz öncesi seviyelerin oldukça altında seyretmektedir.

AKP DÖNEMİNDE DIŞ BORÇLAR

Türkiye’nin Osmanlı’dan günümüze oldukça sancılı bir dış borç macerası bulunmaktadır. Önce Düyun-u Umumiye sonra IMF tarafından uzun yıllar kontrol edilen Türkiye, 2001 krizi sonrasında da giderek presitijini yitiren ve piyasalardaki dolar bolluğu dolayısıyla bir dönem “müşterisi” kalmayan IMF’nin yegane dişe dokunur “müşterisi” durumuna düşmüştür. Sonunda sürdürmek istediği seçime yönelik yerel yönetim harcamaları konusunda uzlaşamayarak IMF ile köprüleri atan Türkiye uzun yıllar aynı kaderi paylaştığı Meksika, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeleri oldukça geriden takip etmiştir.

Toplam (kamu ve özel sektör) dış borçların tarihsel seyrine baktığımızda 1998’den bugüne istikrarlı bir artış trendi göze çarpmaktadır. Bunun trendin bozulduğu yegane süreç 2008 yılının son çeyreğinde yaşanmış, uluslarası piyasalarda yaşanan panik sonrasında kredilerin geri çağrılması ve yeni kredilerin alınamaması dolayısıyla ülkenin dış borç stoğu bir miktar azalmıştır. Dış borç göstergelerine bakıldığında AKP hükümetinin buradaki şansı (bir kez daha) doların TL karşısında değer yitirmesiyle birlikte toplam borç stoğunun GSYH’ya oranının gerilemesidir.

AKP hükümetin kamu ve özel sektörün dış borçlarını kontrol altında tutmaktaki başarısının konuşulduğu ve borçlu Avrupa ülkeleriyle sık sık karşılaştırmada bulunulduğu şu günlerde dilerseniz istatistikleri kısaca hatırlayarak tartışmaya devam edelim.

Günümüzde toplam dış borç stoğunun en büyük olduğu ülkelere baktığımızda listenin en başında alışılmadık bir ülke olan İrlanda göze çarpmaktadır. Yakın geçmişin “başarı abidesi”, AB’nin “model ülkesi” İrlanda’da toplam borcun GSYH’ya oranı yüzde 1102’yi bulurken, aynı oran İngiltere’de yüzde 404, Hollanda’da yüzde 316, Belçika’da yüzde 271, ABD, Portekiz ve Yunanistan’da yüzde 240, İsveç ve Fransa’da ise yüzde 200 seviyelerinde seyretmektedir. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi günümüz borç krizinin geçmişteki benzerlerinden ayırdedici özelliği güçlü para birimine sahip ülkelerin baş sırayı çekmesidir. 1997 ve 2001 yıllarında yaşadıkları spekülatif ataklar sonrasında para birimlerine dönük büyük güven kaybı yaşayan, dış borçlarını çeviremez hale gelerek krize sürüklenen ve içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde ise günümüzde toplam borcun GSYH’ya oranın göreli olarak daha iyi seyrettiği görülmektedir. Asya krizinin başlıca aktörlerinden Güney Kore ve Endonezya’da bu oran sırasıyla yüzde 41.4 ve 25.8 seviyesindedir. Yine 1999 yılında büyük bir krize sürüklenerek dış borç ödemelerini askıya alarak dünya piyasalarını sallayan Rusya’da ise aynı oran yüzde 31.7’dir. Borcun GSYH’ya oranı 2001 krizinin başlıca aktörlerinden Türkiye ve Arjantin’de sırasıyla yüzde 36.4 ve 33.6 iken, geçmişten günümüze dış borç denince akıllara ilk gelen ülkeler Meksika ve Brezilya’da ise sırasıyla yüzde 20.4 ve 14.4 gibi oldukça düşük seviyededir.

Yukarıda çizilen tablodan da anlaşılacağı gibi son dönemde Türkiye’nin borç krizinin dışında kalması hükümetin bir başarısı olmaktan ziyade konjonktürel bir durumdur.

Aynı şekilde, Türkiye ekonomisinin vaadettiği istikrar ve güven ortamı ile uluslararası sermayenin gözbebeği haline gelmekte olduğu söylemi de gerçeklerle uyuşmamaktadır. Kriz sonrasında kredi notu Moody’s tarafından 4 kademe indirilerek A3’den yatırım yapılabilir seviyenin altındaki Ba1’e düşürülen Yunanistan’ın kredi notu halen daha kredi notu Ba2 olan Türkiye’nin üzerindedir. Türkiye ile Yunanistan’ın kredi notları arasındaki fark her ne kadar büyük ölçüde Yunanistan’da Euro gibi güçlü bir para birminin varlığına bağlansa da, krizi “teğet geçen” Türkiye’nin krizin tam kalbinden vurduğu pek çok Avrupa ülkesinin yanısıra Kolombiya, Guatemala, Kazakistan, Fas, Mısır ve Peru gibi rakip dahi görülmeyen ekonomilerin gerisinde kalması dikkate değerdir. Görüldüğü gibi hükümete yakın çevrelerin övgüler dizdiği siyasi ve ekonomik istikrar, ekonomik gelişme açısından varlığını zaruri gördükleri uluslararası sermayenin Türkiye’ye dönük risk algısını değiştirmeye yetmemektedir

AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE DIŞ TİCARET DENGESİ

Buraya kadar sık sık AKP hükümetinin güçlü TL kuru politikasının ve bu politikayı uygulamasına olanak tanıyan uluslararası konjonktürün yarattığı avantajlardan bahsettik. Birçok ekonomi politikası gibi güçlü kur politikası da iki yanı keskin bir kılıçtır. Güçlü TL’nin yarattığı en büyük olumsuz etki bozulan dış ticaret dengesinde ve fiyat rekabetini sürdüremediği için tasfiye olan ihracatçı sektörlerde görülmektedir.

VII numaralı grafik incelendiğinde dış ticaret açığında AKP iktidarıyla birlikte hızlı bir artış yaşadığı gözlemlenmektedir. 2003 yılının başlarında 4.5 milyar dolar civarında seyreden ithalat, 2004 yılının son ayında 10 milyar dolar seviyesine ulaşmış, 2008 yılının yaz aylarında ise 20 milyar dolar seviyesine tırmanarak zirve yapmıştır. Aynı süre zarfında ihracat ise 3.5 milyar dolardan 12.5 milyar dolara çıkmış, dış ticaret açığı 9 milyar doları bulurken, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise 2003 başındaki yüzde 79 seviyesinden 2008 yılı içerisinde yüzde 57 seviyesine kadar gerilemiştir. Ekonomik krizin ağırlaştığı 2008 sonbaharından itibaren TL’nin hızlı değer kaybıyla birlikte dış ticaret açığı da daralmaya başlamış ve 2009 Şubatında 640 milyon dolara kadar gerilemiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise yüzde 92 seviyesine kadar tırmanmıştır. Ekonomik krizin etkilerinin hafiflemesiyle birlikte Türkiye’nin de içinde bulunduğu “gelişmekte” olan piyasalara dönük sıcak para akışı yaşanmış, TL kuru yükselirken dış ticaret açığı da 2010 Ağustos ayı itibariyle 6.8 milyar dolar seviyesine ulaşmış ve ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 55’e kadar gerilemiştir. Son bir yıl içerisinde ithalattaki hızlı tırmanışa karşılık ihracat rakamlarındaki duraklama hatta gerileme dikkat çekicidir. Krizin en şiddetli hissedildiği 2009 yılı sonrasında ABD ve Avrupa ekonomilerindeki kısmi toparlanmaya rağmen 2010 Ağustosundaki ihracatın 2009 yılının aynı dönemine göre gerilemesi yüksek TL kurunun dış ticaret üzerindeki olumsuz etkisini gözler önüne sermektedir.

AKP’NİN ÖZELLEŞTİRME PERFORMANSI

AKP’nin ekonomi kurmaylarının bir diğer iddialı oldukları alan iktidarın özelleştirme performansıdır. AKP hükümetinin daha önceki tüm iktidarların toplamının çok daha üzerinde kamu malını özelleştirme yoluyla elden çıkardığı tartışılmaz bir gerçektir.

1986-2002 arasındaki 17 yıl süresince toplam 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken AKP’nin iktidarı devraldığı 2002 yılı sonundan 2009 yılı sonuna kadar geçen 7 yıllık sürede bu rakam 30.6 milyar doları bulmuştur. AKP iktidarı döneminde yapılan kilit özelleştirmeler arasında Türk Telekom’un yüzde 70 hissesinin (8.5 milyar dolar),Tüpraş’ın 65.76 hissesinin (4.5 milyar dolar), Erdemir’in yüzde 46.12’lik hissesinin (2.8 milyar dolar), Petkim’in yüzde 86 hissesinin (2.3 milyar dolar) ve TEKEL’e ait 6 sigara fabrikasının (1.7 milyar dolar) satışı sayılabilir. Bu rakamlara 2010 yılı içerisinde yapılan (elektrik dağıtım özelleştirmelerinin başı çektiği) özelleştirmelerden sağlanan gelir dahil edilmemiştir. 2010 yılı içerisindeki özelleştirme geliri Ekim ayı itibariyle 2.5 milyar doları bulmaktadır. Son yıllardaki yoğun özelleştirmeler yoluyla sağlanan döviz girişi (uluslararası dinamiklerin yanı sıra) TL’nin dolar karşısında değer kazanmasında önemli rol oynamıştır. Yine yapılan özelleştirmelerden sağlanan gelirin bütçe açığını daraltıcı etkisi de gözden kaçırılmamalıdır.

SONUÇ

Bu yazıda AKP iktidarın geride kalan 8 yıl içerisindeki performasını özellikle 2008 krizi sonrası sürece odaklanarak önemli gördüğümüz bazı ana başlıklar altında incelemeye çalıştık. Son kriz AKP iktidarını sınıfsal karakterini tüm yalınlığıyla ortaya koymuş, yaşanan daralmanın faturası işsizlik, düşük ücretler ve artan emek sömürüsü yoluyla emekçilere çıkarılırken, şirketlerin karlılık oranları hızla toparlanmış, İMKB’ye kote olan çoğu şirketin piyasa değeri şimdiden kriz önceki seviyelerin çok üstüne çıkmıştır. Bu tablo Başbakan’ın “kriz bizi teğet geçti hamdolsun” derken kullandığı “biz”den neyi kastettiğini de açıklamaktadır. 2001 krizi sonrasında bir türlü toparlanamayan reel ücretler, giderek kronikleşen işsizlik sorunu ve derinleşen sosyal güvence kaygısı iktidar partisinin hakim olduğu yerel yönetimlerin ve iktidara yakın vakıfların yardımlarını yoksul halk kitleleri nezdinde daha da önemli kılmakta, iktidarın etki alanını genişletmektedir. Evet, her ne kadar paradoksal gözükse de, iktidar bir yandan “sosyal devletin” kalıntılarını tasfiye ederken, diğer yandan ortaya çıkan boşluktan faydalanarak yoksullaştırdığı kitleleri yardımlar, burslar vs. yoluyla kendine yedeklemektedir. Bu politik hat, hükümetin geçmişteki örneklerinden ayrışarak 2 dönem sonunda oy potansiyelini koruyor olmasının ardındaki temel etkenlerden biridir.

Locke’un mülkiyet teorisi ve Marksist eleştirisi

GİRİŞ

Locke ve Marx’ı yaşadıkları dönemin tarihsel şartlarından soyutlayarak karşılaştırmak mümkün değildir. Sanayi devriminden bir asır önce yazmış bir düşünür olarak Locke’un meşrulaştırmayı amaçladığı, bireysel yapıdaki endüstri öncesi mülkiyet biçimidir. Ne var ki, teorisinin 19. yüzyılın liberal düşünürleri üzerindeki belirleyici etkisinden de anlaşıldığı gibi, argümanları zamanının ötesine geçmiş ve değişen üretim biçimiyle birlikte sosyal bir karaktere bürünmüş olan modern kapitalist mülkiyetin teorik temelini oluşturmuştur.

Emek değer teorisi, mülkiyetin meşrulaştırılmasına yönelik bu argümanlar zincirinde kritik bir rol oynamaktadır. Öte yandan, Marx, özel mülkiyeti, yabancılaşmanın temel nedeni ve bireysel özgürlüklerin önündeki en önemli engel olarak değerlendirmiştir. Özel mülkiyeti bireysel özgürlüklerin temeli olarak ele alan Locke’un aksine, Marx’ın elinde emek değer teorisi, özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemin eleştirisine yönelik en önemli araca dönüşür. Makalede, iki düşünürün karşılaştırması üzerinden kişisel mülkiyet haklarını demokrasi ile ilişkilendiren popüler liberal argümanların da bir eleştirisi sunulmaktadır.

2. LOCKE’UN MÜLKİYET TEORİSİ

2.1. Doğal bir hak olarak mülkiyet

John Locke’un Yönetim (devlet) Üzerine İki İnceleme adlı eseri 1690 yılında ilk kez basıldığında, yönetici sınıfları altüst etmişti. Locke’dan önce mülkiyet, devlet tarafından yaratılan bir olgu olarak ele alınmaktaydı. Bu yaygın inanışın aksine, Locke, mülkiyetin iktidarın kaynağı olduğunu ve bunun sonucu olarak da devletin, “mülkiyetin korunmasından başka bir amacı olamayacağını” öne sürmüştü (Locke, 2002 [1690]: 329). Bu argüman, diğer bir deyişle, mülkiyet ve mülkiyet haklarının devletten önce ortaya çıktığı anlamına gelmekteydi.

Locke’un bu argümanının ne oranda 1688 İngiliz Devrimi’ni desteklemeye yönelik olduğu, ayrı bir tartışma konusudur. Eserin önsözünde, Locke, “devrime” dair umudunu şöyle ifade etmektedir: “Büyük yenileyicimiz, liderimiz Kral William’ın tahtını kurmak için…, dünyaya, kölelik ve yıkım içinde yaşayan halkı kurtarmak, ilk ve doğal haklarını korumak için, İngiltere halkının haklılığını göstermek için” (Locke, 2002 [1690]: 137)

Locke’un analizinin hemen başlarında “doğal haklar”a dair vurgusu, çalışmanın felsefi hareket noktasını göstermesi açısından ayrıca önemlidir. Ancak Locke’cu “doğal haklar” argümanını tam olarak anlamak için, eleştirdiği Robert Filmer’in, 1680’de tarihli Patriarcha’sında en bilinen haliyle ifade bulan mutlak monarşi savunusuna kısaca bir göz atmakta fayda vardır. Filmer’a göre, Kral ile kul arasındaki ilişki, baba ile oğulunki gibidir. Bunu, mantıksal olarak, bireysel mülkiyetin sadece hükümdar tarafından bahşedilebileceği takip etmektedir ve Locke’un katiyetle reddettiği argüman da budur. Locke, tanrının mülkiyet haklarını monarşiye ihsan etmediğinde ısrarcıdır. Özel mülkiyet, sadece devletten önce var olmamış, aynı zamanda doğa kanunları ve doğal haklar doktrini tarafından da onaylanmıştır.

Yönetimin “İkinci İncelemesi”ne, Locke, tüm insanların eşit ve bağımsız oldukları bir doğal düzenden yola çıktıkları varsayımıyla girer ve bu varsayımdan hareketle, toplumdaki bireyler arasında eşitsiz mülkiyet haklarını korumak için oluşturulmuş bir devlet yönetimin meşruluğunu savunur. Locke’un insan doğası betimlemesinde, tüm insanlar, “doğal olarak diğerleriyle arkadaşlık ve birlik arayışı içindedir.” (Locke, 2002 [1690]: 278)

Locke’a göre, doğal düzende tam özgürlük söz konusudur, bireyler, “başka birinin iradesine bağımlı olmadan doğa kanunları çerçevesinde, uygun gördükleri şekilde eylemde bulunur ve mülklerini elden çıkarırlar.” (Locke,2002 [1690]: 269)  Doğa kanunları gereği, tüm insanlar eşit ve bağımsızdır. Bu nedenle, “hiç kimse diğerinin yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülküne zarar vermemelidir.” (Locke,2002 [1690]: 271) Tüm insanlar eşit olduğuna göre, “bütün iktidar ve yargılama yetkisi gerektiği oranda herkese eşit dağıtılmıştır, öyle ki kimse diğerinden daha fazlasına sahip değildir.” (Locke,2002 [1690]: 269) Locke’a göre, bütün insanlar eşit olduğu için, birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurması söz konusu olmadığı gibi (daha sonra ele aldığı özel kölelik koşulu haricinde), tüm insanlar Tanrı tarafından yaratıldıkları için, hiç kimse, başkasını bir yana bırakın, kendisi üzerinde dahi tüm haklara sahip değildir.

2.2. Locke’un Özel Mülkiyet Savunusu

Doğal bir hak olarak mülkiyet, Locke’un doğal durum tasvirinde temel rol oynar.

Locke, doğal durumda insanların özel mülkiyet hakkı olduğunu iddia eder: “İnsanlar doğduklarında, var oluşlarına doğanın bir katkısı olarak, korunma, yeme içme ve diğer şeylere sahip olma hakkına sahiptirler.” (Locke,2002 [1690]: 285)

Locke’a göre, dünya esas olarak herkesin ortak mülküdür, ancak her birey, bu ortak mülkün bir kısmını alıp, onu mülk edinme hakkına sahiptir. Bu edim, Locke’un akıl aracılığıyla bilinen ve Tanrı sözleri yolu ile ortaya konulan doğa yasalarına başvurularak meşrulaştırılır: “Dünyayı tüm insanlığa sunan Tanrı, aynı zamanda onlara, en uygun şekilde yaşamak ve hayatı kolaylaştırmak için ondan yararlanma aklını da vermiştir.” (Locke, 2002 [1690]: 287)

“Ortak” teriminin kullanılması, ilk bakışta ilkel komünal toplumlarda olduğu gibi, ortak mülkiyeti çağrıştırabilir. Ancak, Locke’un sunumunda, ortak sahiplik sahipliğin olmaması anlamına gelir. Bu nedenle de, yeni bir sosyal örgütlenme modelini değil uygar toplumun oluşmasından önce, örgütlenmenin hiç olmadığı bir dönemi tarif eder.

Locke’un doğal haklarına gelince, bunlar, kapsayıcı ve felsefi olandan dar ve maddeci olana kadar uzanmaktadır. İlk önce gelenler, yaşam ve özgürlükken, daha sonra, sadece faydalı ürünleri değil, sürülmüş toprak gibi beraberindeki ürünleri üretme hakkı gelir.

Locke, tamamen kendisinin olan emeğini üretime katan bir kişinin, dünyadaki meyveler ve toprak üzerinde mülkiyet hakkını elde edeceğini iddia eder. Aşağıda alıntıladığımız pasajda, Locke, mülkiyet haklarının yaratılışına dair normatif bir yaklaşım ortaya koyar: “Dünya ve alt dereceli tüm yaratıklar bütün insanların ortak mülkü olmakla birlikte, her insan ‘kendinde’ bir mülkiyete sahiptir. Kendisi üzerinde ondan başka hiç kimsenin hakkı yoktur. Vücuduyla ortaya koyduğu emek ve kol işinin tamamen kendisine ait olduğunu söyleyebiliriz. Sonrasında, doğanın ona sunduğu bu düzende ne sağladı ise, onu emeğinin gücü ile ortaya çıkarmış ve kendisinin yapmıştır.” (Locke,2002 [1690]: 287-288)

Locke, teorisinde, doğa düzeninde insanların ortak mülkiyetten pay alarak onu kendinin kılmalarının haklı gerekçelerini üç neden ile savunur:

1- İnsanlar yemek yemeden yaşayamaz. Ancak, yemek için ortak mülkiyete el koyması ve onu bireyselleştirmesi “gereklidir.” Bu nedenle, özel mülkiyet hakkı, bireylerin yaşama hakkının doğal bir sonucudur.

2- Ortak mülkiyeti alarak kendimize mal ettiğimizde, onu başkalarının elinden almayız. Kullanılmış halde doğada bırakılan mülkiyet, insanların kullanımına sunulmadığı durumda heba olmaktadır. Ayrıca Locke, ortak mülkiyet olarak bırakılan toprağın veriminin, özel mülkiyet haline gelen toprağın veriminden daha düşük olduğunu söyler. Toprağın verimliliği, Tanrı’nın ihsanıyla değil onu nasıl işleyeceğimizle ilgilidir. Bu nedenle, ortak mülk olan toprak, bir kişinin mülkiyeti haline geldiğinde daha verimli hale gelir ve bundan herkes yarar sağlar.

3- İlk iki gerekçede de görüleceği gibi, Locke’a göre, emek, bizim toprak sahibi olmamızı haklı kılar. Kendi vücutlarımız ve dolayısıyla emeğimizin mülkiyetine sahibiz. Emeğimizi toprakla birleştirerek, onu kendimizin yaparız. Ancak böylelikle yaşayabilir toprağın verimini artırabiliriz. Bununla birlikte, Locke, el koymanın da sınırları olduğunu söyler ki, bunlar da, yine akıl yasasıyla belirlenmiştir. Bir insan, “diğerleri için yeterli miktarda ortak mülk kaldığı sürece” emeği aracılığıyla el koyma hakkına sahiptir. (Locke, 2002 [1690]: 288)

Locke, bu birinci sınırlamayı, insanların eşitliğini şart koşan doğa yasası ile savunur. İkinci bir sınır daha vardır; bozulma: “Bir kimse, bir şey bozulmadan önce, mümkün olduğu kadar çok miktarda ondan faydalanabilir, emeğini mülkiyet yaratmak için kullanabilir: bunun ötesinde, payına düşenden fazlası arda kaldı ise, o diğerlerine aittir.” (Locke, 2002 [1690]: 290) Bu sınırlama, sadece insanların eşitliği hatırlatılarak değil, “Tanrı tarafından yaratılan hiçbir şey insanoğlu onu bozsun, talan etsin diye yaratılmamıştır” sözüyle de savunulur.

Bu iki sınırlama, Locke’un, daha önce tarif ettiği doğal hakları temel alan tutarlı iddiaları öne sürmesinde önemli bir rol oynar. Ancak, mülkiyet hakkı, doğal haklar ve doğa yasaları üzerinden bir kez meşrulaştırıldıktan sonra, Locke, mülkiyet hakkı üzerindeki tüm sınırları kaldırır ve sermayenin sınırsız birikimini savunmaya yönelir.

2.3. Locke’un emek değer teorisi

Özel mülkiyet için ahlaki bir zemin hazırlama arayışındaki Locke, ekonomi teorisine büyük bir katkıda bulunur ve emek değer teorisini formüle eder: “… emek, onlarla ortak mülkiyet arasına bir ayrım koyar. Hepsinin ortak anası olan doğanın yaptığından daha fazlasını katar onlara ve onlar kişinin mülkiyet hakkı haline gelir.” (Locke, 2002 [1690]: 288).

Locke’un teorisi, klasik ekonomi politiğin temelini oluşturmuş, Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx gibi önde gelen ekonomistlerin başlıca analitik aracı haline gelmiştir. Bu iktisatçılar arasımda Marx, bir adım daha ileri gitmiş ve aynı teorik argümanı kullanarak, kapitalist sistemde emeğin sömürüsünü gözler önüne sermeye yönelmiştir.

Emek değer teorisini geliştirerek, Locke, emeğinin karıştığı her şeyde, kişinin ahlaki olarak hakkı da olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Yani, Locke’a göre, ağaçtaki elmayı toplayan ya da toprağı ekip biçen insan, sadece o elmanın ya da kaldırdığı hasadın değil, elma ağacının ve ektiği toprağın da sahibi olur. Bununla birlikte, Locke’a getirilen eleştiriler, bu iki farklı durumun özel mülkiyetin farklı savunularını gerektirdiğinin altını çizmektedir. Tek başına emek değer teorisi, sadece bir kişinin emeğinin ürünü üzerindeki mülkiyetini haklı çıkarır, üretim araçlarının üzerinde değil, ki burada üretim araçları, ağaç ve topraktır. Örneğin Mill, mülkiyet hakkının esasının, “üreticilerin ürettiklerine sahip olma hakkı” olduğu noktasında Locke’la hemfikirdir, ancak bu prensibin toprak üzerindeki özel mülkiyeti meşru gösteremeyeceğini söyler, çünkü “kimse toprağı var etmemiştir.” (Day,1966:207)

Locke’un emek değer teorisini çözümlerken Day, mülkiyet üzerinde bir sınırlama daha ortaya koyar ki, bu, daha sonra, tutarlılık pahasına bertaraf edilir. (Day, 1966:219) Day şöyle der: “üreticilerin ürettikleri üzerindeki hakları, bir kişinin haklı olarak kendi ürettiği ya da ürettiklerinin karşılığı olarak elde ettiği mülkiyetin miktarını sınırlar.” (Day, 1966:209) Sonradan Locke, bu sınırlamayı “çim argümanı” ile bertaraf eder: “Atımın yediği ot, bahçıvanımın biçtiği çim ve herhangi bir yerde açtığım maden çukuru, diğerleriyle birlikte ortak haklara sahip olsam da, herhangi bir kişinin belirlemesi ya da rızası olmadan, benim mülkiyetim haline gelir. Onları ortak mülkiyet olmaktan çıkaran emeğim, onlardaki mülkiyetimi de belirler.” (Locke, 2002 [1690]: 289)

Böylece Locke, esas olarak emeğin mülkiyeti var ettiğini söylese de, aynı zamanda emeğin kişinin kendisine ait olmasının gerekmediğini de ilave eder. Aksine, bu, bir amaç için çalıştırılan başka birinin emeği de olabilir. Locke, böylece mülkleştirme üzerindeki emek sınırlamasının üstesinden gelir. Day, makalesinde, Locke’un gerekçelendirmesindeki tutarsızlığı detaylarıyla gösterir ve bu önermenin üreticilerin ürettikleri üzerinde hak sahibi olduklarını haklı gösteremeyeceğini, Locke’un kaçındığı ek açıklamalara ihtiyaç duyduğunu söyler. Haklı kılınmış olsun ya da olmasın, “çim” argümanı, Locke’un gerekçelendirmesinde çok önemli bir dönemeçtir ve sermaye birikimini haklı göstermesini mümkün kılmıştır. Şunu da belirtmeliyiz ki, daha sonra Locke’un öğretisi, “çim” argümanı reddedilerek sosyalist düşünürlerin elinde radikal bir dönüşüm geçirmiştir.

2.4. Mülkiyet ilişkilerinin evrimi ve devletin oluşumu

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Locke, sermayenin sınırsız birikimini meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Bu amaçla, mülkiyet hakkını doğal hak ve doğa yasası kavramına dayandırdı ve mülkiyet hakkı üzerindeki tüm sınırları kaldırdı. (Macpherson, 1962: 199) Paranın ekonomiye dahil olması, bu amaca doğru çok önemli bir adımdır.

Locke’a göre tek başına mülkiyet hakkı, doğa düzeninde yaşayan insanlar arasındaki çatışmaların nedeni değildi. İnsanın kullanımı için “çok sayıda doğal erzak olduğu” sürece “elde edilen mülkiyet için çekişmeler veya mücadelelere yer olmayacaktı.” (Locke, 2002 [1690]:290

Bununla birlikte, Locke, paranın kullanımıyla birlikte, ekonominin geliştikçe, özel mülkiyette bir takım eşitsizliklere yol açtığını, böylelikle doğal düzen içindeki sosyal ilişkilerin daha karmaşık bir hale gelmesine neden olduğunu kabul eder.

Locke’a göre, insanın sosyal evrimine paralel olarak, mülkiyetin evriminin de üç safhası vardır. Bütün insanların eşit olduğu ilk safhada, emek ve insanın kendi emeğinin ürünü, tek başına o insana aittir. Doğa tarafından koyulan sınırlardan dolayı, insanlar, diğerleri için gereken alanı ve kaynağı bırakmak zorundadır. Bir insan, tüketebileceğinden daha fazla ürün elde etse bile, bunlar çürüyecek ve çöpe gidecektir. Bu durum, paranın bulunmasıyla değişir ve Locke’un sosyal evrimindeki ikinci safha başlar. Para çürümediği için, insana, ailesinin kullanabileceğinden daha fazla mülk edinme nedeni yaratır ve biriktirme başlar.

Son safhada, eşit olmayan hakların ortaya çıktığı doğa düzeni içinde yer alan eşitsiz mülkiyeti korumak üzere, “uygar toplum” ortaya çıkar. Doğa düzeninde mülkiyet ilişkileri daha karmaşık bir hal alınca, yönetici gücü olan herkesin çatışma ve kargaşa içine çekilmesi kaçınılmaz hale gelir. Locke, sevgi, taraf tutmak, tutku, intikam gibi duygulardan etkileneceği için, insanların kendi davalarında adil yargıda bulunmalarını beklemenin doğru olmayacağını iddia eder. Öte yandan, doğa yasalarının farklı algılamaları ve uygulamaları karmaşıklık yaratacak, büyük rahatsızlıklara yol açacaktır.

Bu noktada, ekonominin genişlemesi ve mülkiyetteki eşitsizliğin artması, doğal durumu, doğal kaynaklar için herhangi bir çatışmaya karşı daha kırılgan hale getirir. Böylece, mülkiyet haklarının güvenliğini sağlamak için, “doğru ve yanlışın standardını belirlemek üzere ortak kabul gören kanunlara” ihtiyaç doğar. (Locke,2002 [1690]:351)

Yani, bir insanın uygar topluma dahil olmasının esas nedeni, doğal düzen tarafından sağlanan mülkiyet güvenliği ve bu güvenliğin sağlanması için güçlüklerin ortadan kaldırılmasıdır. Böylelikle, insanoğlu kendi doğal güçlerini topluma devrettiğinde, sivil toplum doğar. Her bireyin “söz vermeden”(zımni) ve “gönüllü” olarak katılımıyla oluşan devlet, kanunları yapma ve yürütme gücünü de elinde bulundurur. Devlet bir kez inşa edildiğinde, her birey, onun kurallarıyla çevrelenmiştir ve kendi gücünü kullanmaktan, kanunların yürütülmesi adına vazgeçmeyi kabul eder.

Burada, Locke’un sınırsız sermaye birikimini haklı gösterme girişiminin kaçınılmaz olarak, farklılaşmış sınıf haklarına ve sınıflı devleti meşrulaştırmaya yol açtığını söylemeliyiz. Uygar toplumun, mülkiyet ilişkilerinin tesis edilmesinin korunması üzerine inşa edilmesiyle birlikte, mülksüz insanlar ya da mülk sahibi olamayanlar (deliler gibi) bu toplumun tam üyesi olarak sayılmayacaklardır.

Locke’a göre devletin amacı özel mülkiyetin korunmasıdır ve Locke, bunu, geniş ve dar olmak üzere, iki yolla tanımlar. Geniş tanım, bireysel haklar (temel olarak yaşama hakkını) ve “özgürlükler” in yanı sıra “mülkleri” içerir. Bu tanıma göre, herkesin uygar topluma dahil olmaktan çıkarı vardır ve bu nedenle içinde yer almak ister. Diğer yandan, özel mülkiyetin dar tanımı, sadece maddi mülkiyeti (ürün ve toprak) içerir. Bunlara sahip olmayan vatandaşlar tam üyelik hakkı kazanamaz, çünkü geniş anlamda özel mülkiyete sahip olsalar da, dar anlamda sahip değillerdir. Bu nedenle, uygar topluma tam katılım için gerekli olan iki temel gereklilikten yoksundurlar: özel mülkiyetin korunmasından tam çıkar sağlama ve aklın yasasına gönüllü bağlılık göstermeyi olası kılan kapsamlı bir ussallık.

Farklı üyelikleri formüle ederken Locke, zımni ve açık rıza arasında ayrım yapar (Locke,2002 [1690]:347-350) Locke’un ayrımına göre, uygar toplumda yaşamanın avantajlarından yararlanan herkes zımni olarak rızasını verir. Ancak sadece açıkça razı olanlar “mükemmel üye” olabilirler ki, bunlar, toprak sahipleri ve onların gelecekteki mirasçılarıdır.

2.5. Locke’cu Düzen

Mülk sahibi olmayı, uygar topluma tam üyeliğin bir koşulu olarak görmesine rağmen, Locke, hiçbir zaman bunun politik haklara etkilerini ele almamıştır. Ancak, Locke’un “farklı üyelik” formülasyonu, yeni doğan kapitalizmin sosyal uyumunun sadece mülk sahibi sınıflara politikaya katılım hakkı verilerek sağlanabileceğini düşünen yönetici sınıflarına ilham vermiştir. Bu oy hakkı sınırlamaları, daha sonra “Locke’cu düzenleme” olarak adlandırılmış ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar tüm Avrupa’da uygulanmıştır. Bowles ve Gintis’e göre, 19. yy liberalleri Locke’cu nitelik taşıyan 3 çeşit kısıtlamayı kabul ettiler (Bowles and Gintis,1986: 42). İlki, oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da bireyin ödediği vergi oranına bağlayan regime censitaire. İkincisi, oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan regime capacitaire. Ve sonuncusu da, siyasi katılımı, asgari büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan hane sorumluluğu kriteri. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı, mülkiyete bağlı olanlardır. Bu şıkkın tutulmasının nedeni ise, Locke’un toplumsal işleyişe dair karar verme yetisinin, sadece mülkleri ya da yatırımları dolayısıyla toplumsal işleyişin istikrarından belli bir çıkarı olan kişilere ait olduğu yönündeki önermesidir.

Dolayısıyla Locke’cu düzen; var olan servet dağılımına ve egemen sınıfların hegemonyasına karşı çıkması en muhtemel olan nüfusun büyük bir çoğunluğunu yani işçi sınıfını vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak, temsili hükümetle kapitalizmi uzlaştırmıştır. Sanayi Devrimi’nin sonucunda ortaya çıkan örgütlü işçi sınıfının başlıca hedeflerinden biri, her zaman siyasi temsiliyet olmuştur. Ancak bu talep, egemen sınıfların güçlü direnişiyle karşılaşmış ve her yolla bastırılmıştır. Örneğin liberal düşüncenin beşiği olan İngiltere’de, erkeklerin gerçek anlamdaki oy hakkı 1918 yılına kadar ertelenmiş; evrensel oy hakkının gerçekleşmesi ise, çok daha uzun bir zaman almıştır.

Locke’cu düzen, Yeni Dünya’da, hiçbir zaman Avrupa’daki kadar ön planda olmamıştır. “Tapuların yüzyıllardır toplumsal çatışmaların odağı olduğu Avrupa’nın aksine, Kuzey Amerika’daki neredeyse evrensel bir toprak mülkiyeti beklentisi, kişisel ve mülkiyet hakları çatışmasının ceremesini çekmeye pek de ihtiyaç duyulmayan yeni bir liberal düzen vizyonu sunmuştur.” (Bowles and Gintis,1986:47) Bu yeni düzen, Jefferson’cı düzen olarak da tanımlanabilir ki, basitçe, özel mülkiyetin, en azından hür doğmuş erkek aile reislerini de kapsayacak şekilde genelleştirilmesi yoluyla, özel mülkiyetle demokrasinin uyumlu hale getirilmesinden başka da bir şey değildir. Doğal olarak, bu Amerikan istisnacılığının altında yatan, genişletilmiş oy hakkı için maddi koşulları hazırlayan ana neden, toprağın bolluğudur.

3. ÖZEL MÜLKİYETİN MARKSİST ELEŞTİRİSİ

3.1. Doğal bir Hak olarak Mülkiyet Hakkı

Marx’ın Locke’un “doğal haklar” tanımı üzerine düşünceleri, İnsan Hakları doktrinine yönelik eleştirilerinde bulunabilir. İlk dönem yazılarında, Marx, 1789 tarihli Fransız “İnsan Hakları” doktrininde ifade edildiği haliyle siyasi özgürlüklerin çeşitli şekillerde çelişkili olduğunu ve bunların da birbirileriyle bağlantılı olduğunu ileri sürer. Marx, bütün hakların eşit öneme sahip olmadıklarını, bilâkis haklar arasında bir hiyerarşi olduğunu ve mülkiyet hakkının diğer tüm haklar üzerinde temel bir kısıtlama kurduğunu savunur. 1793 Fransız Anayasası’nda belirtildiği gibi, özel mülkiyet hakkı tek tek her vatandaşa; “… mal ve gelirlerinin, çalışmasının ve gayretinin meyvesinin” tasarruf hakkını ve dilediğince kullanma yetkisini vermektedir. (Marx, 2000 [1843]:60) Marx’a göre, bu “dilediği gibi” kullanma hakkı, bireyi, diğer insanları, mülkiyet edinmesinin ya da edinileni koruması yolunda karşısına dikilen bir düşman olarak görmeye zorlamaktadır. Mülkiyet hakkını elinde tutmak için insanın evvelâ mülkiyetinin olması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu hak içi boş ve hayali olur. Bu, aynı zamanda her bireyin, kişisel mülkiyet ve diğer haklarını güvenceye almak için, “maddi” amaçları, kişisel amacı olarak kabul etmek zorunda olması anlamına gelir. Bir insan, başka amaçlara daha fazla öncelik tanırsa; mülkiyet ya da kişisel haklarına yönelik herhangi bir saldırıya daha açık hale gelir. (Sichel, 1972: 355)

Dolayısıyla Marx, diğer bütün hakların mülkiyet hakkına ‘boyun eğer’ durumda olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin; Fransız anayasasında tartışıldığı şekliyle “hakların eşitliği”, Marx için pek bir şey ifade etmez. Eğer kanunlar mülkiyet haklarını korumak için var iseler; o zaman, yasalar önünde mülksüzlüğün olduğu yerde eşitlik de olamaz. Bu nedenle, kendi emeğine bile sahip olmayan mülksüz işçi, bu hakka sahip değildir. Eşit olmayan bireyleri aynı mihenk taşıyla ölçmek, eşit olmayanların eşit olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir. Demek ki, böylesi bir eşitlik kavramı; “… bütün haklarda olduğu gibi, içerik olarak bir eşitsizlik hakkı”dır. (Marx, 2000 [1875]: 615) Bu bağlamda, “eşit” terimi fiili olarak eşitsizliğin meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

3.2. Yabancılaşmanın Belirleyicisi Olarak Mülkiyet Hakkı

Marx’a göre, bir insan hakkı ve devletin temeli olarak mülkiyet hakkı, insanın hayatı, kişiliği ve başkalarıyla ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır.(Sichel, 1972:356). “Bireyler hayatlarını nasıl ifade ederlerse o olurlar. Dolayısıyla ne oldukları üretimleriyle örtüşür; hem ne ürettikleri, hem de nasıl ürettikleriyle” (Marx, 2000 [1845]:177). Burada Marx, herhangi bir tarihsel dönemde insanın durumunu belirleyen karşılıklı ilişkiyi tanımlamaktadır. Bir yandan, dünyayı yaratan insanın ekonomik faaliyetleridir; öte yandan ise, insanın üretimi ve üretim biçimi bireye yeniden aksederek insanın hayatını ve hatta kişiliğini belirlemektedir. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzının doğal bir sonucu olarak mülkiyet hakkı, bir insanın hayat kalitesini belirleyen, yani insanın “zihinsel ve fiziksel olarak insanlıktan çıkması”nda yönlendirici bir baskı unsuru olmaktadır. (Sichel, 1972:357) Marx “yabancılaşma” terimini, insanı hem biçim hem de içerik olarak bir metaya dönüştüren, bu insanlıktan çıkmaya işaret etmek için kullanmaktadır.

Üretim biçiminden doğan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak eşitlik, eşitsizlik haline gelmiştir, özgürlüğün yerini kişisel çıkarlar almıştır ve güvenlik de, tüm insanlara ait olmasına rağmen, mülkiyetin korunması anlamına gelmektedir. Daha erken eserlerinde Marx, mülkiyet aidiyeti ve kapitalist üretim biçiminin yol açtığı yabancılaşmaya ilişkin çeşitli örnekler vermektedir. Bir insanın emeğinin diğer bir insanın hakimiyeti altına girmesine neden olan mülkiyet hakkı olduğuna göre; mülkiyet sahipliğindeki dengesizliğin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkan işçiyle kapitalist arasındaki yabancılaşmanın da ana belirleyeni, mülkiyet hakkıdır. Bir diğeri de; sınırlı istihdam fırsatları için birbirleriyle rekabet halinde olan işçilerdir. Aynı zamanda işçiyle emeğinin ürünü arasında da yabancılaşma vardır, çünkü çalışmak, mülkiyet edinmek ve edinileni elinde tutmak çabası için katlanılan “özgür olmayan bir eylem” olarak değerlendirilmektedir. Ve elbette; hayattaki amacı “bireysel hayatının idame ettirilmesi, yaşayabilmek için gerekli araçları kazanması” (Marx, 2000[1844a]:128) olan işçinin kendisine karşı duyduğu yabancılaşma söz konusudur. Daha erken yazılarından birinde, Marx, bunu çok açıkça dile getirmektedir. “Mal edinme yabancılaşmayı, yabancılaşma da mal edinmeyi getirir.” (Marx, 2000[1844b]:95) Bu yabancılaşma nedeniyle insan kimliğini yitirmekte ve bir nesne haline gelmektedir. “Kişisel mülkiyet” der Marx, “… bir yandan yabancılaşmış emeğin ürünü, diğer yandan da emeğin, dolayısıyla insanın yabancılaştırmasını gerçekleştiren bir araçtır.” (Marx, 2000[1844b]:93)

Marx’a göre, bir insanın, gerçek özgün varlığına yeniden kavuşabilmesi için, özel mülkiyet rezilliğinden kurtulması gerekmektedir. Kendini, diğer insanları araç olarak kullanan özel bir birey olarak görmeyi bırakıp, evrenle organik birleşmesini sağlamış bilinçli bir varlık haline gelmelidir. (Sichel,1972:358) Marx, bunun yalnızca, bir dönem proleteryanın devrimci diktatörlüğünün ardından elde edilebilecek “mülkiyet özgürlüğünden” “mülkiyetten özgürlüğe” doğru bir hareketle mümkün olacağına inanmaktadır. Sosyalizme geçiş dönemi, mülkiyet sahipliğini (ve emek sömürüsü, yabancılaşma gibi sonuçlarını) bireylerin kendi özgün kimliklerini keşfetmelerine müsaade eden yeni bir sosyoekonomik yapının yaratılması noktasına getirmektedir. Böylece insan, bir nesne olmayı bırakıp, bir özne haline gelebilir, gerçek insan “soyut yurttaşı” özümser ve ancak o zaman “insanın kurtuluşu tamamlanmış olacaktır.” (Marx, 2000[1843]:64)

3.3. Emeğin Değer Teorisi ve Emeğin Sömürüsü

İlk önce monarşiye karşı bir argüman olarak kullanılmak amacıyla Locke, sonrasında Adam Smith ve David Ricardo tarafından yeni yeni oluşan kapitalist sermayedarların toprak sahiplerine karşı yürüttükleri mücadelede sermayedarlara destek sağlamak amacıyla geliştirilen ve emeği değer yaratan tek kaynak olarak kavrayan görüş, sonraları sosyalistler tarafından benimsendiğinde, söz konusu kavramın burjuvazinin destekçileri tarafından ivedilikle terk edilmesine ve reddedilmesine yol açmıştır. (Bowles ve Gintis, 1986:162) Marx’ın emek değer teorisi ise, klasik ekonomistlerin ve özellikle de Ricardo’nun uyarlamasının daha ileri bir aşamaya taşınması ve mükemmelleştirilmesidir.

Marx’ın esas katkısı soyut toplumsal emek kavramını, teorisinin temeli olarak kullanmasında yatmaktadır. Marx, bunu, artı değer formülasyonuyla birlikte, temel başarılarından biri olarak değerlendirmiştir. (Marx, 1977[1867]:42) Bu katkı, Marx’ın, metanın kullanım değerini belirleyen somut emekle metanın değişim değerini belirleyen soyut emek arasında bir ayrım yapmasına yol açmıştır: “Katılan değerin belirli bir miktarda olmasının nedeni emeğin özellikle kullanışlı bir içeriğe sahip olmasından değil, belirli bir süre devam etmesinden kaynaklanmaktadır.” (Marx, 1977[1867]:308) Dolayısıyla Marx için, belirli bir metanın değeri, üretimi için toplumsal olarak gerekli olan (belirli bir emek verimliliği ortalamasında) basit emeğin (verili bir katsayı nedeniyle vasıflı emek basit emeğe indirgenir) niceliğinde yatmaktadır.

Bir diğer önemli ayrım emek ve emek gücü arasındaki ayrımdır. Marx, bir emekçinin piyasada sattığı şeyin, emeği değil de, emek gücü olduğunu ve emek gücünün değerinin de, herhangi başka bir meta için olduğu gibi, üretimi için gerekli olan emek miktarına bağlı olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bir işçinin ücreti, bir işçi olarak yaşamsal faaliyetlerini yeniden üretebilmesi için gerekli olan miktara eşittir. Emek gücünün değeri, diğer herhangi bir metanın değerinde olduğu gibi, üretim güçlerinin gelişimine ve üretim ilişkilerine bağlıdır. “Emek gücünün sahibi bugün çalışırsa; sağlık ve güç konusunda aynı süreci aynı koşullarda yarın gene tekrar edebilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla geçim yolu, çalışan bir birey olarak normal durumunun devamlılığını sağlamaya yeterli olmalıdır. Yiyecek, giyecek, yakıt ve konut gibi doğal istekleri iklim ve ülkesine özgü diğer özelliklere bağlı olarak değişmektedir. Öte yandan, gerekli olduğu düşünülen ihtiyaçlarının sayısı ve kapsamı, onları karşılamanın biçimlerinde olduğu gibi, bu ihtiyaçlar da tarihsel gelişimin birer ürünü ve dolayısıyla büyük ölçüde bir ülkenin çağdaşlık derecesine bağlı, özellikle de, özgür işçiler sınıfının oluşmuş olduğu koşullara ve bunun sonucunda da, hangi alışkanlıklar ve konfor düzeyine göre bu oluşumun değiştiğine bağlıdır.” (Marx, 1977[1867]:275)

Böylelikle, emek gücünün değeri, çeşitli tarihsel ve ahlaki unsurlara tabidir ve toplumsal olarak neyin gerekli olduğuna göre, farklı ülkelerde çeşitlilik göstermektedir. Örneğin Çin’de bu, günlük olarak bir tabak pilavdan oluşmaktayken, refah içindeki Amerika’da, bir işçinin otomobil sahibi olabilmesi için gerekli maddi koşulları da içermektedir. Bir meta olarak emek gücü, tam değerinde alınıp satılmaktadır, ama ürününün değeri, kendi değerini aşmaktadır. Marx, ürünün değişim değerinin alınıp bedelinin ödendiğini, ama aslında elde edilenin, artı değeri yaratan emeğin kullanım değeri olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla da, bir işçinin iş gününün yalnızca bir kısmı kendi değerinin karşılığını ikame etmekle geçirilmekte, bir sonraki iş gününde emek gücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan (ücretin karşılığı olarak gerçekleştirdiği) mal üretimi dışında, günün geri kalanında, işçi sermayedar için çalışmaktadır. Bu nedenle, artı değer, “karşılığı ödenmemiş emek”ten başka bir şey değildir.

Marx’ın emek sömürüsünü formüle ederken; konuyu, adil olan ya da olmayan gibi terimlerle tartışmadığını da belirtmeliyiz. Tam aksine, Marx; “Emek gücü değerinin doğasına uygun olarak acımasız bir yöntemle tespit edildiğini söylemenin son derece ucuz bir duygusallık…” olduğunun altını çizmektedir (Marx,1977[1867]:277) Aynı şekilde, Marx, “adil iş günü için adil ücret” gibi sloganları reddetmekte , “adil bölüşüm” için Lasalle’cı talebi eleştirmektedir. (Marx,2000[1875]: 612-614)

Marksist analizde, “adalet” ya da “hakkaniyet”in ekonomik ilişkilerle hiçbir ilgisi yoktur. Ekonomik ilişkiler hukuki kavramlarla yönetilmez; tam aksine, bu kavramlar, ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak doğar. Dolayısıyla da Marksist teoride mutlak haklar yoktur. Her ekonomik sistem kendi ahlaki standartlarını yaratır ve mevcut ekonomik ilişkiler, gerçekten de kapitalist ekonominin kendine özgüdür. “Emek gücünün satış ve alımının devam ettiği dağıtım ya da emtia borsasının alanının sınırları aslında tam da insanın doğuştan gelen haklarının Cennetidir. Burası Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’ın ayrıcalıklı krallığıdır… Onların bir araya gelmesini ve birbirleriyle ilişki kurmasını sağlayan tek güç de, bencillik, kazanç hırsı ve her birinin kişisel çıkarlarıdır…” (Marx, 1977 [1867]:280)

Kapital’de, Marx, aynı zamanda değerin emek teorisinin kapitalizmde özel mülkiyeti haklı çıkarmak için kullanılmasını da eleştirmektedir. “İlk başta,” der Marx, “mülkiyet hakları bize insanın kendi emeği üzerinden yükselen bir şey gibi görünmüştü. Yalnızca eşit mülkiyet haklarına sahip meta sahipleri birbirileriyle karşı karşıya geldiklerinde, ve de yabancı bir metaya el koymanın tek yolunun, kendine ait metayı yabancılaştırarak yerine emeği koyması olduğuna göre; en azından bu varsayımın yapılması gerekmektedir.” (Wood, 1972:264. Her bir üreticinin kendi üretim araçlarına sahip olduğu ve ürettiği emtiayı diğer bireysel üreticilerle değiş tokuş ettiği bir üretim şeklinde, böylesi bir argüman anlamlı olabilir, çünkü, böyle bir sistemde, mülkiyet hakları bütünüyle insanın emeğine dayanacaktır. Farklı yerlerde Marx, bu sistemi “bireysel mülkiyet sistemi” olarak tanımlamaktadır. Böyle bir durumda, emekçi kendi ürününün tam değerini kendine ayıracaktır ve onu, kendi “kazanmış olduğu mülkiyetten” yoksun bırakmak yönündeki herhangi bir eylem “adaletsiz” olarak tanımlanabilecektir. Ancak kapitalist ekonomi, tamamıyla farklı dayanaklar üzerine işlemektedir. Her şeyden önce, kapitalist üretim, bireysel emeğin yerini kooperatif emeğin aldığı daha ileri bir uzmanlığı gerektirmektedir. Fabrikalarda hiçbir işçi, nihai ürünü tek başına üretmemektedir; bunun yerine, her bir işçi, ürünün belirli kısımlarını üretmektedir. İkincisi ve daha da önemlisi, kapitalizm, emeğin üretim araçlarından ayrılmasıyla, toplumun üretim araçlarına sahip bir sınıfla yalnızca emek gücüne sahip bir sınıf olarak bölünmesiyle ifade edilmektedir. Kapitalizm geliştikçe, bu kutuplaşma gittikçe daha belirgin bir hale gelmektedir.

3.4. Ekonomik eşitsizlik ve kapitalist demokrasi

Marksist analizde kapitalist gelişme; üretim araçlarının birkaç elde toplanmasıyla sonuçlanan bir süreç (sermayenin tekelleşmesi) olarak ortaya konur. Bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini güçlendiren bu sürecin doğrudan bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapıda giderek büyüyen eşitsizliklere şahit oluyoruz. Öte yandan, Marx’tan uzun zaman önce Aristo’dan Jefferson’a birçok düşünür gelir ve refah dağılımında gerçek bir eşitliğin demokrasinin gerekliliği olduğunu savunmuştur. Bu argümanın arkasında yatan temel sebep ekonomik şartlardaki büyük eşitsizliklerin er geç siyasi eşitsizliğe dönüşeceğine olan inançlarıydı.

Demokrasinin asli prensiplerinden birisi olarak siyasi eşitlik ilkesi; her kişinin oy verme, karar alma ve kamusal işlerin yürütülmesi noktasında aynı  oranda yer almasını gerektirir. Locke’cu düzen, özel mülkiyet sahibi üst sınıfların resmi olarak ‘mülksüz’ ve oy hakkından mahrum bırakılan alt sınıflar üzerinde egemenlik kurduğu siyasi eşitsizliğin birebir yansımasıydı. Bu şartlar altında, evrensel oy kullanma hakkı on dokuzuncu yüzyılda emek hareketi açısından öncelik olmuştu. Engels de, bu talebin önemini kabul etmekle kalmamış aynı zamanda evrensel oy hakkını proletarya için gerçek demokrasiyi elde etme yolunda bir basamak olarak ortaya koymuştur:

“… Proletarya ile burjuvazi arasındaki son kesin savaşın verileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama bir o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, memurların düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan, hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında… Öyleyse, genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Genel oy hakkı termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını göstereceği gün, onlar da, kapitalistler gibi, nerede durmaları gerektiğini bileceklerdir.” (Engels,1972[1884] :232)

Yukarıdaki paragrafta Engels oy hakkı üzerinde hiçbir kısıtlamanın olmadığı  demokratik devlette zenginlikle siyasi güç arasındaki ‘dolaylı’ ilişkiden bahsetmektedir. Bu ilişki herkesin resmi oy hakkının olması, böylece en azından resmi bir siyasi eşitliğin elde edilmesi açısından dolaylıdır. Yine de, bir sınıfın diğeri üzerinde ekonomik alanda hakimiyet kurmasının, kendi sosyal ve politik sonuçları vardır. Hem Aristo hem de Jefferson için demokrasinin uygulanabileceği ideal toplum;  özel mülkiyetin genel bir şekilde dağıldığı geniş bir orta sınıfın bulunduğu ve hükmeden kibirli bir zengin sınıfla sistem açısından tehlike arz eden mutsuz, mağdur olmuş bir yoksul sınıfın bulunmadığı bir toplumdur. Bununla birlikte, Karl Marx, demokrasinin yalnızca sınıflı toplumun ortadan kalkmasıyla (emeğiyle tüm zenginliği yaratanların zenginliğini üreten araçlara sahip olmasıyla) gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Marx’a göre kapitalizm, doğasında bu eşitsiz yapıyı yeniden üretme eğilimindedir ve bu eşitsizliği doğuran özel mülkiyettir. Bu nedenle, Marx’a göre (temel) üretim araçlarının işçi sınıfı tarafından ve işçi sınıfı için kamusal aidiyeti ve idaresi anlamına gelen sosyalizm olmadan demokrasi düşünülemez.

3.5. Özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğü

Marx ve Engels’e göre tarihteki bütün diğer hareketler ya azınlık hareketleriydi ya da onların çıkarları üzerine kuruluydu. Bu bağlamda proletarya hareketini diğerlerinden ayıran, onun geniş çoğunluğun çıkarlarını temsil etmesidir. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olan proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmeden kendisini yükseltemeyeceğini ifade ederler. (Engels ve Marx, 2000[1848]:254) İşçi sınıfının devrimi, kendisinden önceki devrimlerden farklıdır, çünkü işçi sınıfı kendi adına bir sınıf egemenliğini dayatmaz, gerçek demokrasinin serpilebileceği sınıfsız bir toplum yaratmayı hedefler. Bu bağlamda, yazarlar şunu belirtmektedir: ‘komünistlerin teorisi, özel mülkiyeti ortadan kaldırmak olarak özetlenebilir.’ Bu formüle açık bir itiraz, onu ‘kişisel özgürlük, eylemlilik ve bağımsızlık’ zemininde, bireyin kendi alın teriyle kazandığı kişisel mülkiyetine karşı bir durum olarak suçlamak olacaktır. Fakat yazarlar, bireyin kendi emeğiyle kazandığı mülkünün, yani bağımsız üreticilerin (küçük esnaf, zanaatkâr) özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasına gerek olmadığının altını çizerek,  bu mülkiyet biçiminin zaten kapitalist ekonominin gelişmesiyle ve sermayenin tekelleşmesiyle büyük ölçüde eridiğini ve erimekte olduğunu belirtmektedir. “Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.” (Engels and Marx, 2000[1848]:256)

Yukarıda kaydedildiği gibi, modern burjuvazinin mülkiyeti, bağımsız üreticinin mülkiyetinin aksine emek sömürüsü üzerine kuruludur; bu yüzden de farklı sosyal ve siyasal sonuçları bulunmaktadır. Bunun oluşması (azınlığın elinde) için gerekli koşullardan biri, bunun toplumun geniş bir çoğunluğunda bulunmamasıdır. Bu şartlar altında kapitalist olmak sadece kişisel bir durum değildir, toplumda ve üretimde statü ve toplumsal güç getirir. Dolayısıyla sermaye kamusallaştığında, bireysel mülkiyet kamusal mülkiyete dönüşmez. Değişen yalnızca özel mülkiyetin toplumsal karakteridir, sınıf karakterini kaybetmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:257) “Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.” (Engels and Marx, 2000[1848]:258)

Kapitalist bir toplumu sosyalist bir topluma dönüştürmenin önemli adımlarından birisi proletarya diktatörlüğüdür. Marx ve Engels’in eserlerinin en tartışılan kavramlarından biri olan proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının siyasi egemenliği ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Marx ve Engels’in kullandığı anlamıyla ‘diktatörlük’ tiranlık ya da mutlakiyet; tek bir kişinin, ya da grubun demek değildir. Diğer bir deyişle proletarya diktatörlüğü gerçek demokrasinin kurulması dışında bir anlama gelmemektedir.

‘Diktatörlük’ teriminin bu biçimde kullanılmasının Marx ve Engels’e özgü bir durum olmadığından da bahsedilmelidir. Çağdaşlarına baktığımızda, diktatörlük teriminin, demokratik yönetim formlarının gelişmesinin ve evrensel oy hakkının aleyhindeki egemen sınıfın savunucuları ile aynı manada kullanıldığını görüyoruz. Hal Droper’in bu sorun üzerine yaptığı çalışmalarında kaydettiği gibi,

“The London Times gazetesi, bunun aşağı sınıfı ‘üstün’ kılarak gerçekte ‘mevcut seçmenleri’ vatandaşlık hakkından mahrum edeceği gerekçesine dayanarak, halkın çoğunluğuna oy hakkının verilmesine karşı öfke püskürdü. Manchesterlı sermayedarlar bir grevi, ‘Demokrasinin tiranlığı’ olarak suçladı. 1856’da Büyük Fransız Devrimi hakkında yazan liberal Tocqueville devrimin ‘aydın bir otokrat’ yerine ‘halkın egemenliği adına kitleler’ tarafından gerçekleştirilmiş olmasına hayıflanıyordu; devrim ‘halk’ diktatörlüğü dönemiydi diye yazdı. Şu son derece açıktı ki, ağlanıp sızlandığı ‘diktatörlük’ ‘halk egemenliğinin’ kurulmasıydı” (Draper, 1987:17).

Marx ve Engels proletarya diktatörlüğünü demokrasinin karşısına koymamaktadır. Aksine, bunun gerçek demokrasinin inşasına giden yol olduğunda ısrar etmektedirler. Bu, yetmiş iki gün süreyle proletarya diktatörlüğünün yaşandığı Paris Komünü analizlerinde açıkça görülmektedir. Engels, Marx’ın Fransa’da İç Savaş analizinin yeni baskısına yazdığı girişte proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olmayan Komün’ü ‘çatırdayan eski sistemin gücünün yeni ve doğrudan demokratik olanıyla yer değiştirmesi’ şeklinde tarif etmiştir. (Engels,1966[1891:17

Yeni sistemin iki karakteristik özelliği bulunmaktaydı. Marx’ın tarif ettiği şekliyle, “Eski hükümet iktidarının salt baskıcı organlarının kesilip atılması önemli olduğu kadar, bu iktidarın yasal görevleri de toplumun üzerinde üstünlük kurmuş olan otoriteden çekilip alınacak ve toplumun sorumlu bireylerine verilecekti. Her üç ya da altı yılda bir halkı aslında temsil etmeyen, yönetici sınıfın bir üyesinin seçimini kararlaştırmanın yerine, herkesin oy kullanma hakkı tıpkı kendi işi için işçi ve yönetim personeli arayan herhangi bir işverene hizmet eden bireysel seçim hakkı gibi, komünler biçiminde örgütlenmiş halka hizmet edecekti.” (Marx,1966[1871]:69)

Bu dönüşümü  etkileyen iki araç bulunmaktaydı. Memurların bütün diğer çalışanların aldığından daha fazla maaş almamasını garanti altına almak ve bütün seçilenlerin seçenler tarafından herhangi bir anda geri çekilebileceği temelinde kadroları oluşturmak. Fransa’da İç Savaş’ın ilk taslaklarında Marx, Komün’ün demokratik karakterini şu şekilde vurgulamaktaydı: “Komün – devlet gücünün toplum tarafından kendisini kontrol eden ve boyun eğdiren güçler yerine kendi geçim güçleri olarak halk kitlelerinin kendilerince yeniden elde edilmesi, baskının örgütlü gücü yerine kendi güçlerini oluşturması- toplumun onları ezenlerce benimsenen yapay gücü yerine toplumsal kurtuluşlarının siyasi biçiminin (kendi güçlerinin kendilerine muhalefet olması ve kendilerine karşı örgütlü olması) düşmanları tarafından ezilmeleri için yönlendiriliyor olması. Bu biçim bütün büyük şeylerde olduğu gibi yalındı.” (Marx,1966[1871]:168) Komün, devletteki tüm yalan dolanı ortadan kaldırmış, eğitimli bir zümrenin gizli kalmış vasıfları yerine işçi sınıfının faaliyetlerini kamusal işleyişin merkezine yerleştirmiştir. Komünün gelişme yönü Marx’ın vurguladığı gibi “halk için halk yönetimi” idi.

Marx ve Engels, kapitalist toplumun kol emeği ile kafa emeği arasındaki bir işbölümü üzerine kurulduğuna inanmaktaydı. Bu sebeple, bu tür bir üretime tekabül eden demokrasi bir sınıfın ne yapılacağına karar verdiği ve diğer sınıfın bu doğrultuda hareket ettiği bir siyasi düzendi. Yazarlar, sınıflı toplumu aşmak yerine proletarya demokrasisinin, temsili demokrasinin sınırlarını aşarak katılımcı demokrasiyi kurmayı amaçlaması gerektiğini tartışmışlardır. Bu proletarya demokrasisinin detaylı bir tarifini vermediklerinden, argümanları şüpheci bir okuyucu için fazlaca basit ve idealist görünebilir. Yine de Paris Komünü’nden sonra her ikisi de bu tür bir toplumun ipuçlarını gördüklerini öne sürmüşler, bütün eksikliklerine rağmen Komünü proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak ve gerçek demokrasiyi uygulamada önemli bir basamak olarak savunmuşlardır.

4. SONUÇ

Machperson, Locke’un metodolojisini öncelikle “özel mülkiyet hakkını doğa yasası ve doğal haklar temeline oturtmak, ardından özel mülkiyet hakkı üzerindeki doğa yasasından gelen tüm sınırlamaları kaldırmak” olarak tanımlamaktadır. (Macpherson, 1962:199) İkinci İncelemesi’ne Locke, mülkiyet haklarını kişinin kendi emeği üzerinden gerekçelendirmesiyle başlar. Burada, sonraları Marksistler tarafından özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için kullanılan emek değer teorisi, Locke’un doğal haklar üzerine kurulu tutarlı bir argüman ortaya koymasında çok önemi bir rol oynamaktadır. Locke için, bireysel varlık, özel mülkiyetinin karşılıklı kabulü dışında topluma hiçbir borcu olmayan, “yaşam, özgürlük ve mal varlığı” hakkının sahipliğinden ibarettir. Bundan dolayı özel mülkiyet insan doğasının ayrılmaz bir parçası olarak tamamıyla kişiseldir.

Tam bu noktada Locke,  mülkiyet üzerindeki emek kısıtlamasının üzerinden gelmek için ‘çim argümanını” ortaya atmakta ve emeğin de, bir mülkiyet biçimi olduğu için kişinin kendisine ait olmasına gerek olmadığını eklemektedir. Savındaki bu ani dönüşle birlikte özel mülkiyet tanımlaması, bağımsız üretici ile sermayedarın özel mülkiyetleri arasındaki çizgiyi çizen toplumsal bir karakter kazanmaktadır. Bu argümandan sonra sermayenin kısıtlandırılmadan birikmesi için pozitif bir ahlak temeli oluşturmak adına diğer sınırlamalara değinmektedir. Para ile olan ilişkide zımni bir uzlaşmaya giriş, bu meşrulaştırmanın önemli bir adımıdır. İcadından itibaren para, bozulabilen bir madde olmadığından, insanoğlu için sermayeyi artırmak ve ihtiyaçtan fazlasını biriktirmek akıllı bir seçim olmuştur. Bu, servet eşitsizliğinde büyümeye ve bireyler arasındaki çatışma olasılığının artmasına yol açmış, böylece eşit olmayan aidiyetleri korumak üzere bir sivil toplum ihtiyacı yaratmıştır.

Böylelikle Locke’un geçmişte ağırlık verdiği doğal haklardaki eşitliğin, farklılaşan haklara dönüşmesini görmekteyiz. Çalışkan ve zeki olan haklı bir şekilde toprağı ele geçirir ve geri kalanlara hayatta kalmak için yalnızca emeklerini satma seçeneğini bırakır. Bireyler bundan böyle toprak edinme doğal hakkına sahip değillerdir ve mülksüzler diğerlerinin yargı ve yönetimine tabiidirler.

Batı ülkelerinde 20. yy.’ın başlarına değin uygulanan oy hakkı kısıtlamalarının Locke’un teorisinin kaçınılmaz bir sonucu olup olmadığı halen akademide önemli yer tutan bir tartışma konusudur. Yine de rahatlıkla Locke’un teorisinin büyük servet eşitsizliklerine izin verdiğini ve bunun siyasi sonuçlarını meşrulaştırmaya çalıştığını öne sürebiliriz.

Machperson’ın altını çizdiği gibi, Locke’un liberalizminin büyüklüğü, onun iyi bir toplumun şartı olarak özgür ve akıllı bireyi öne sürmesinde yatmaktadır. Ancak, bu görüşün “acıklı tarafı, tam da bu iddianın zorunlu olarak ulusun yarısı için bireyciliğin inkarı anlamına gelmesinde yatıyordu.” (Macpherson, 1962:262)

Locke’un aksine Marx adalet ya da doğal hak zemininde tartışmaz. Marx’a göre her üretim modeli kendi ahlaki standartlarını ve kültürel değerlerini yaratır, bu yüzden mutlak bir doğru ya da yanlış yoktur. Kapitalist üretim modelinde özel mülkiyet diğer bütün kişisel hakları bastırmaktadır.

Marx aynı  zamanda emek değer teorisinin kapitalist özel mülkiyeti meşrulaştırmak üzere kullanılmasını da eleştirmektedir ve bu argümanın yalnızca tamamen farklı zeminlerde işleyen bir ‘bireysel mülkiyet sistemi’ altında bir anlam ifade edebileceğini öne sürmektedir. İş bölümü ve üretim araçları üzerinden uzmanlaşmaya dayalı kapitalist üretim modeli altında özel mülkiyet bir sınıfın diğeri üzerinde egemenliğini arttıran bir sosyal karakter kazanmaktadır. Locke mülkiyet hakkını bireysel özgürlüğün temeline koyarken, Marksistler bireysel özgürlüğün yalnızca özel mülkiyet hakkının ortadan kaldırılmasıyla elde edilebileceğini söylemektedirler. Marx açısından, üretim modelinden kaynaklanan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak üretim, kişinin zihinsel ve fiziksel yaşamını belirleyen, insanlığını yitirmesine yol açan bir güç olmaktadır. Bu insanlıktan uzaklaşma durumu yabancılaşma olarak adlandırılmakta ve bireyi pazarda alınıp satılabilen bir meta haline getirmektedir. Ve insanın gerçek benliğini geri almasının tek yolu devrimci bir proletarya diktatörlüğü süreci ile ‘özel mülkiyet özgürlüğü’nü ‘özel mülkiyetten kurtuluş’a taşımasıdır. Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olarak proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmedikçe kendisinin de yükselemeyeceğinin altını çizmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:254) Bu yüzden işçi sınıfının devrimi kendi adına sınıf egemenliğini yeniden üretmeyi değil gerçek demokrasinin yeşerebileceği ve bireysel özgürlüklerin elde edilebileceği sınıfsız bir toplum yaratmayı hedeflemektedir.

Kaynakça

Day, J.P. 1966. “Locke on Property”, Philosophical Quarterly, Volume 16, 207-220.

Draper, Hal. 1987. The ‘Dictatorship of the Proletariat’ from Marx to Lenin, Monthly Review Press.

Engels, F.1966 [1891]. The Civil War in France, People’s Publishing House, Peking.

Engels, F. 1972 [1884].The Origin of the Family, Private Property and the State, International Publishers, New York.

Engels F.and Marx K. 2000 [1848]. “The Communist Manifesto”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.

Sichel, B.A. 1972. “Karl Marx and the Rights of Man”, Philosophy and Phenomenological Research, Volume 32, 355-360.

Locke, J. 1988 [1690]. Two Treatises of Government, Cambridge.

Macpherson, C.B. 1962. The Political Theory of Possessive Individualism, Oxford.

Marx, K. 1966 [1871]. The Civil War in France, People’s Publishing House, Peking.

Marx , K. 1977 [1867]. Capital Volume One, Vintage Books, New York.

Marx, K. 2000. Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .

Marx, K. 2000 [1843]. “On the Jewish Question”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.

Marx, K. 2000 [1844a]. “On James Mill”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.

Marx, K. 2000 [1844b]. “Economic and Philosophical Manuscripts”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .

Marx, K. 2000 [1875]. “Critique of the Gotha Programme”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .

Wood, A.1972. “The Marxian Critique of Justice”, Philosophy and Public Affairs,Volume I, 244-282.

Marx, Keynes ve Kapitalizm

Kapitalizmin üretim anarşisine dayalı yapısı itibariyle dalgalanmalara açık olduğu, her büyük genişleme döneminin şiddetli bir krize ve daralmaya gebe olduğu yaklaşık yüz elli yıl önce Marx tarafından dile getirilmişti. Buna rağmen egemen iktisat teorisi her genişleme döneminde yeni bir umutla “krizsiz bir kapitalizm” söylemine sıkı sıkıya sarılmış, savunucuları Marksizmin tarihsel yenilgisini ilan etmekte vakit kaybetmemişlerdir. Kriz dönemlerinde ise, egemen teoride yaşanan kaos üstü örtülmeye çalışılan Marksizm ve diğer eleştirel yaklaşımların yeniden su yüzüne çıkmasını engellenemez kılmıştır.

Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik bunalım, egemen iktisat ideolojisinde kırılma yaratacak derecede güçlü ekonomik bunalımlardan birisidir. Ve o çok korkulan Marx’ın hayaleti akademinin puslu koridorlarında bir kez daha dolaşmaya başlamıştır. Kapitalizmin yaşadığı derin bunalım ve içe dönük ideolojik sorgulamalarla birlikte akademide yeniden kendine yer bulmaya başlayan bir diğer isim ise J. M. Keynes’dir. Her ne kadar hiçbir zaman Marx gibi tümüyle iktisat öğretisinin dışına itilmeye çalışılmasa da, Keynes ve öğretisi de sosyal devletin hızla tasfiye edildiği, özelleştirmelerin yaşandığı bir süreçte kapitalizmin dönemsel gereksinimleri ile uyuşmadığı için revaçtan düşmüş, miadını doldurduğu düşüncesi akademiye egemen olmuştur. Ve tıpkı Marx gibi, yaşanan kriz kapitalizmin yapısal kimi bozukluklarını tahlil etmekle beraber Marx’ın aksine onu sürdürülebilir kılmayı amaç edinmiş Keynes’i de bir kez daha su yüzüne çıkarmıştır. Bugün kapitalizmin krizlerine yaptığı vurgular nedeniyle bir kez daha ön plana taşınan bu iki yaklaşımın temel çelişkileri geçmişte olduğu gibi günümüzde de işçi hareketi içerisinde yaşanan devrim ve reformizm tartışmalarının da teorik altyapısını oluşturmaktadır.

TALEP YÖNLÜ  ELEŞTİRİLERİN HAREKET NOKTASI: SAY YASASI

Keynes’in klasik iktisada getirdiği eleştirinin merkezinde ünlü “Say yasası” yer almaktadır. İlk olarak Say tarafından dile getirildiği halde, bugüne ulaşan rijid formülasyonu Ricardo’ya ait olan yasa basit ifadeyle kapitalizmde aşırı üretimin ve eksik istihdamın olanaksızlığını ifade eder.

Jean Baptist Say piyasaya arz edilen her üretimin eşit derecede talep yarattığını  ve bu nedenle piyasanın kendiliğinden dengeye geleceğini ileri sürmüştür. Eşitliğin arz tarafında yer alan faktörlere karşılık gelen gelir (ücret, kira, faiz ve kar), piyasada eşit miktarda mal alımında kullanılmakta ve denklemin aynı zamanda talep tarafını oluşturmaktadır. Bu nedenle tekil olarak kimi mallar açısından arz talep dengesizliği söz konusu olabilirken toplamda ekonomi dengede işlemektedir. Malthus dışında tüm klasik iktisatçılar tarafından benimsenen bu kurama göre savaşlar, salgın hastalıklar veya doğal felaketler gibi dışsal etkenlerle ekonomi dönemsel olarak genel dengeden uzaklaşabilir, işsizlik oluşabilir, ama uzun vadede tam istihdam noktasında dengeye ulaşılır.

Say’in “her arz kendi talebini yaratır” şeklinde özetlenen bu argümanı  1800’lerden bugüne değin iktisat literatüründeki tartışmaların ana ekseninde yer aldı. J.M. Keynes Malthus’un Ricardo başta olmak üzere “Say yasasını” benimseyen diğer klasik iktisatçılarla tartışmalarına değinirken “Eğer Ricardo değil de Malthus 19. yüzyıl iktisadının temelini oluşturan ana akım olsaydı bugün dünya daha bilge ve müreffeh bir yer olurdu” derken iki önemli yazar arasındaki anlaşmazlığın modern ekonomi kuramında da halen önemli bir yer tuttuğunu vurgulamaktaydı.1

Klasik iktisatçıların temel yanılgısı sermaye birikimine dayalı kapitalist ekonomi ile geçimlik üretimin ağırlıklı olduğu feodal ekonomi arasındaki farklılıkları algılamaktaki eksiklikleridir. Egemen üretim tarzının sermaye birikimi amaçlı değil geçimlik üretime dayandığı, parasallaşmanın düşük düzeyde olduğu, değişimin büyük oranda takasa dayalı olduğu kapitalizm öncesi ekonomilerde pazara getirilen bir koyun aynı zamanda hem arz hem talepti. Koyunun sahibi sattığı hayvanın karşılığında ihtiyaçlarını pazardan temin ediyor böylece satılan mal aynı zamanda pazardaki diğer mallara yönelik alım gücünü oluşturuyordu. Böylesi ekonomilerde paranın rolü iki malın değişimine aracılık etmekle sınırlıydı. Peki kısıtlı oranda da olsa paraya neden ihtiyaç duyulmaktaydı?

Paranın olmadığı  durumda pazara koyun getiren ve karşılığında buğday almak isteyen kişi, buğday satan ve karşılığında koyun almak isteyen bir kişi bulmak durumundadır. Aksi takdirde koyunu sözgelimi arpayla takas edecek ve biraz şansı varsa arpa karşılığı buğday temin etmeye çalışacaktır. Böylesi bir ortamda ticaretin gerçekleşmemesi olasılığı bir yana, zorlaşacağı ve hacminin düşeceği bir gerçektir. Bu anlamda paranın varlığı değişimi kolaylaştırmakta, ticareti geliştirmekte önemli rol oynamıştır. Paranın bir diğer kullanımı ise birikim amaçlıdır. Takasta kullanılan ihtiyaç mallarının aksine saklanabilir, dayanıklı ve zaman içerisinde değerini koruyan niteliği dolayısıyla para aynı zamanda bugünkü tüketimin ertelenerek geleceğe yönelik tasarrufuna da olanak tanımaktadır. Geçimlik üretime dayalı toplumlarda üretim gündelik tüketimin karşılanması üzerine planlandığından paranın birikim amaçlı kullanımı daha kısıtlı bir yer tutmaktaydı.

Parasallaşmanın ve kredi piyasalarının hızla genişlediği kapitalist sermaye birikimine dayalı günümüz toplumlarında ise tüketimin ertelenebilmekte ya da gelecek dönemdeki gelirin önceki dönemlerde tüketilebilmekte (kredi kartları, tüketici kredileri vs. aracılığıyla) olduğunu görüyoruz. Bu durum piyasaların hacminin hızla büyümesini sağladığı gibi önceki dönemdeki kar beklentileriyle şekillenen yatırımların ve mal arzının aşırı üretim krizlerine yol açmasını da kaçınılmaz kılmaktadır.

Say yasası  klasik iktisatçılar tarafından büyük oranda kabul görmüş 1929 krizine kadar egemen iktisat teorisinin merkezinde yer almaya devam etmiştir. Klasik iktisatçılar içerisinde bu kuramın en önemli muhalifi olan Malthus kapitalist üretimin eksik-tüketime dayalı karakterine dikkat çekerken, işçiler gibi artı değer üretmeyen ya da kapitalist gibi üretime yatırım yapmayan toprak sahiplerinin lüks tüketiminin talep yetersizliğini ya da aşırı üretimi gidermekteki önemi üzerinde durmuştur. 1936 yılında, Büyük Buhran’ın etkilerinin henüz savılamadığı bir ortamda “Genel Teori” adlı eserini yayımlayan Keynes de Malthus’un bıraktığı yerden devam etmiştir. Daha önce (Lenin’in Emperyalizm kitapçığında sıkça referans verdiği) J.A. Hobson tarafından da ifade edildiği gibi gelir seviyesi arttıkça bireylerin marjinal tüketim eğilimi (ilave gelirin tüketime ayrılan kısmı) düşmektedir. Dolayısıyla, ücretli kesimin marjinal tüketim eğilimi son derece yüksek iken, kapitalist sınıf el koyduğu artı değerin ancak ufak bir bölümünü tüketir ve geri kalan bölümünü tasarrufa yönelir. Burada kritik unsur tasarrufların yatırıma dönüşmesidir. Bu yatırım bir yandan talep yarattığı gibi diğer yandan sistemin üretim kapasitesini arttırarak büyümeyi sağlar. Ne var ki, bu tüm tasarrufların kısa zamanda harcamaya dönüşeceği anlamına gelmez. Burada “sermayenin marjinal etkinliği” ve piyasa faiz oranları arasındaki ilişki önemlidir. Keynes’e göre sermaye bollaştıkça ve yatırımlar arttıkça sermayenin marjinal etkinliği ya da diğer bir deyişle yatırımın getirisi düşmektedir. Kapitalist getiri oranı piyasa faiz oranlarının üzerinde olduğu sürece yatırıma yönelecektir. Aksi takdirde ise, tasarrufunu yatırıma dönüştürmeyerek istifleyecektir. Kapitalistler özellikle durgunluk dönemlerinde cazip kar olanakları bulamadıklarından tasarrufların yatırıma dönüşme oranı azalmakta, işten çıkarmalarla kriz daha da keskinleşmektedir.

Dolayısıyla Keynes açısından sistemin büyümesini sağlayacak ana unsur tüketim ve yatırım harcamalarından oluşan “toplam talep”tir. Kriz sürecinde kapitalistlerin yatırımları kısarak işten çıkarmalara yönelmeleri, ücretleri düşürmeleri ücretli kesimin tüketimini daha da baskılamakta, geleceğin belirsizliği nedeniyle tasarruf eğilimini arttırmakta ve aşırı üretim krizini derinleştirmektedir. Keynes’e göre serbest piyasanın bu açmazından kurtulmasının yolu genişletici para politikaları, devlet harcamalarının arttırılması ve marjinal tüketim eğilimini arttıracak şekilde gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi yoluyla toplam talebin desteklenmesinden geçmektedir. Keynezyen reçeteye göre daralma dönemlerinde merkez bankaları faiz oranlarını düşürerek tüketimi ve tasarrufların yatırıma dönüşmesini kolaylaştırmalıdır. Piyasa faiz oranı zaten düşmekte olan sermayenin getiri oranının altına çekildiğinde yatırıma yönelik kredi talebinin de canlanacağı varsayılmaktadır. Ne var ki, yakın geçmişte Japonya’da ve günümüzde dünya ekonomisinin büyük bölümünde görüldüğü gibi faiz oranlarının düşürülmesi belli bir seviyeden sonra tasarrufların yatırıma dönüşmesini sağlamakta yetersiz kalmaktadır. Keynes’in “likidite tuzağı” adı verdiği bu koşullar altında bütçe açığı verilerek, devlet harcamalarının arttırılması ve bu harcamaların yaratacağı çarpan etkisiyle toplam talebin yukarıya çekilmesi elzem olmaktadır.

Marx’ın Joan Robinson başta olmak üzere kimi Keynezyen iktisatçılar tarafından tüketimin önemini ihmal etmekle, hatta Say yasasını kabul etmekle eleştirildiği bilinmektedir.2 Marx’ın görüşlerine dair bu yanılgı büyük ölçüde Marx’ın Malthus-Sismondi ekolünün “eksik-tüketim” teorilerini ısrarlı eleştirisinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki Marx Keynes’den uzun bir süre önce Say yasasının ve Ricardo’nun kapsamlı bir eleştirisini sunmuş, aşırı üretimin dinamiklerine dikkat çekerken, artı değerin üretimi kadar realizasyonunun (malın karla satılabilmesi) da önemine vurgu yapmıştır.3

Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi (realizasyonu) koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketici gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içerisinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm  koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir Bu, bir de, birikim eğilimi ile, sermayeyi genişletme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsü ile sınırlandırılmıştır… Ne var ki üretkenlik geliştikçe kendisini, tüketim koşullarının dayattığı dar temeller ile o denli çatışır bulur.4

…görüldüğü gibi, üretime yatırılmış bulunan sermayenin yerine konması, geniş ölçüde, üretken olmayan sınıfların tüketim gücüne bağlı bulunuyor; oysa işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de bunların kapitalist sınıf tarafından karlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretim güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir. 5

EKSİK TÜKETİMCİ  YAKLAŞIMLARIN MARKSİST ELEŞTİRİSİ

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi Marx kapitalist üretimin genel yasaları gereği ancak kendini yeniden üretebilecek seviyede bir ücrete mahkum edilen emekçilerin düşük tüketim gücünün, sermayenin sınırsız üretim arayışı ile oluşturduğu çelişkinin altını ısrarla çizmektedir. Ama buradan kapitalizmi krize sürükleyen başlıca etkenin “eksik-tüketim” olduğu sonucuna varmak büyük hata olur. Engels’in de belirttiği gibi artık emeğine el konan geniş kitlelerinin “eksik tüketimi” kapitalizme özgün bir durum değildir. Sömürünün ve artık emek aktarımının söz konusu olduğu tüm sınıflı toplumlar için geçerlidir. Ne var ki, ekonomik krizler ancak kapitalizme özgün bir durumdur. Bozuk gelir dağılımı, ya da ürettiği artı değere el konulan kitlelerin “eksik tüketimi”, kapitalizmin krize açık yapısının ardındaki önemli etkenlerden biri olmakla beraber tek başına krizlerin neden kapitalizm öncesi diğer sınıflı toplumlarda değil de, kapitalizmde yaşandığını açıklamakta yetersiz kalmaktadır.

Ne yazık ki, yığınların eksik-tüketimi, yığın tüketiminin, yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar var olduğundan beri bu olay da vardı….Öyleyse, eksik tüketim binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın, üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu, ancak elli yılan beri duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı, yeni aşırı üretim olayı ile değil, ama binlerce yıllık eksik-tüketim olayı ile açıklamak için Bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek.6

Marx’ın da sık sık vurguladığı gibi kapitalizmin ayırt edici özelliği tüketim amaçlı mübadelenin (M-P-M) egemen olduğu pre-kapitalist toplumların aksine birikim amaçlı (P-M-P) mübadele ya da “birikim amaçlı birikim”dir. Bu aşırı birikimin ardında yatan “sürekli kar arayışı” ile bozulan gelir dağılımının sınırladığı toplumsal tüketim arasındaki temel çelişki aşırı üretime neden olan başlıca etkendir. Marx’ın üretim anarşisi olarak da adlandırdığı durum kapitalist rekabetin ve kar arayışını doğal sonucu olarak sürekli genişleme arayışındaki sermaye ile aynı kar arayışının sonucu olarak sınırlanan ücretli emeğin tüketim gücü arasındaki ayrışmanın bir sonucudur.

Eksik tüketim yaklaşımlarının bir diğer önemli problemi kapitalizmin krizinin neden sürekli bir durum olmadığını açıklamaktaki yetersizliğidir. Diğer bir deyişle bozuk gelir dağılımı ve gelirinin tümünü tüketmek durumunda olan geniş emekçi kitlelerinden yapılan artı değer transferi sürekli bir durumdur. Ne var ki, kapitalizmin aynı koşullar altında büyük genişleme yaşadığı dönemler de göz ardı edilemez. İşte Marx’ın Kapital 2’de sermaye birikim sürecini açıklamak için kullandığı yatırım ve tüketim malları üreten iki sektöre dayalı genişletilmiş yeniden üretim şeması sistemin dengede büyümesini mümkün kılan bu hassas koşulları ortaya koymaktadır. Burada amaçlanan kronik eksik tüketimcilerin aksine kapitalizmin genişleme dönemlerini de açıklama çabasıdır, elbette ki genişlemenin kalıcılığını değil.

Marx, günümüzde içine Keynesciliği de dahil edebileceğimiz eksik tüketimci yaklaşımların gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi ve işçi sınıfının gelirden aldığı payın yükseltilmesi yoluyla krizlerin önlenebileceği şeklindeki argümanını da şiddetle eleştirmektedir. Ücretlerin yükselişi kapitalistler açısından hiçbir dönem tercih edilmeyeceği gibi kriz döneminde zaten düşmekte olan kar oranlarını daha da aşağıya çekerek kapitalizmin krizini derinleştirecektir.

Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. Kapitalist sistem, fiili tüketim biçiminden başka bir tüketim biçimi, sub forma pauperis ya da dolandırıcılık dışında bir tüketim biçimi tanımaz. Metaların satılamaması, ancak, bunlar için fiili satıcı, yani tüketici bulunmaması anlamına gelir (çünkü, son tahlilde, metalar üretken ya da bireysel tüketim için satın alınırlar).  Bir kimse, eğer işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeteri olacaktır.7

Lenin’in emperyalizm kitapçığında Hobson’ın kitlelerin alım gücünün yükseltildiği, gelir dağılımının eşitlikçi bir şekilde düzenlendiği bir kapitalizmde sermaye fazlasının ortadan kalkacağı dolayısıyla emperyalizmin de bir zorunluluk olmaktan çıkacağına dair argümanına verdiği cevap da benzerdir.

Kuşkusuz, kapitalizm, bugün her yerde sanayiye göre geri kalmış tarımı geliştirebilseydi, baş döndürücü teknik ilerlemeye karşın, her yerde aç ve yokluk içinde bulunan halk kitlelerinin yaşam düzeyini yükseltebilseydi, bir sermaye fazlası sorunu olmayacaktı. Kapitalizmin küçük burjuva eleştirmenleri her fırsatta bu ‘kanıtı’ ileri sürmektedirler. Ama o zamanda kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkacaktı, çünkü gelişmesindeki eşitsizlik, yığınların yarı aç yaşıyor olması bu üretim tarzının koşulları ve kaçınılmaz temel öncülleridir.8

Bizzat Keynes’in kendisi de talep yönünde yarattığı tüm sorunlara rağmen eşitsiz gelir dağılımının sermaye birikimine katkısını  takdir etmekten kendini alamaz. “Barışın Ekonomik Sonuçları” adlı çalışmasında Keynes “Savaştan yarım yüzyıl önce oluşan ve insanlığa büyük fayda sağlayan bu dev sermaye birikiminin refahın eşit bir şekilde dağıtıldığı bir toplumda ortaya çıkması mümkün değildir” diye yazar.9

KEYNESCİ  POLİTİKALARIN YÜKSELİŞİ VE DİNAMİKLERİ

Keynes’in teorisinin yükselişi kapitalizmin en sıkıntılı dönemine denk gelmiştir. Kapitalizm Marx’ın tüm öngörülerini haklı çıkaracak biçimde hızla tekelleşmiş, sınıflar arasında gelir uçurumu büyümüş ve patlak veren aşırı üretim krizi ile birlikte tırmanan işsizlik büyük bir sefaleti de beraberinde getirmiştir. İşsizliğin yüzde 20’lerin üzerinde seyrettiği bir ortamda durum klasik iktisatçıların bireylerin mevcut piyasa ücretlerini karşısında çalışmamayı tercih ettiği “gönüllü işsizlik” kavramı ile açıklanamayacak bir boyuta ulaşmıştır. Diğer yandan, kısa bir süre önce devrim yaşamış SSCB ekonomisi iç savaşın yaralarını sarmış, hızlı bir yeniden yapılanma ve büyüme sürecine girmiştir. Kapitalizmin sorgulanmasını kaçınılmaz kılan bu ortamda, egemen ideoloji belki de hiçbir zaman olmadığı kadar kendini savunmasız hissederken, egemen sınıfların komünizm paranoyası giderek güçlenmektedir. Keynes de böylesi bir ortamda komünizm tehdidine karşı duyulan endişeleri paylaşmakta ve amacının kapitalizmi kurtarmak olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. “Genel Teori”de devletin ekonomiye müdahale alanının genişletilmesi, gelir dağılımının düzenlenmesi gibi önerilerinin bireyciliğe saldırı gibi algılanmaması gerektiğinin altını çizerken, aksine amacının bireysel girişimin mevcudiyetini sağlayan sistemin yıkılmasını önlemek olduğunu belirtmektedir.10 Yine benzer bir şekilde, 1933 yılında Başkan Roosevelt’e yazdığı mektubunda da ABD’de uygulamaya konan New Deal politikalarının mevcut sosyal yapıyı koruyarak kapitalizmin sorunlarını gidermede önemli bir deney oluşturduğuna dikkat çekmiş, başarısızlık halinde oluşacak ön yargı sonucunda meydanın tutucu piyasa taraftarları ile devrimcilere kalacağını ifade etmiştir.11

Keynesci politikaların en bilinen örneklerinden birini teşkil eden New Deal’ın zamanlaması da büyüyen toplumsal muhalefetin bu dönüşümdeki rolünü ortaya koymaktadır. New Deal’ın açıklandığı 1933 yılı itibariyle krizin başlangıcından itibaren 3 yılın üzerinde bir zaman geçmiş, işsizlik rakamları hali hazırda yüzde 4.6 seviyesinden yüzde 19.8’lere tırmanmıştır (tarihi zirvesi ise 1934 yılında ki yüzde 21.30 seviyesidir). Bu süre zarfında uygulamaya konulmayan önlemler, 1932 yılında yapılan seçimler sonrasında koltuğu Cumhuriyetçi Hoover’dan devralan Demokrat aday Roosevelt ile birlikte devreye sokulmuştur. Bu seçimin sonuçlarının bir diğer özelliği ise Amerikan toplumundaki hızlı radikalleşmeyi gözler önüne sermesidir. Keza, “iki partili” sisteme rağmen 1 milyon Amerikalı Sosyalist ya da Komünist adaylara oy vermiştir. Bu rakam önceki seçimlerdeki toplamın 3 katından fazladır. Yine aynı dönemde Lousianalı senatör Huey Long devletin herkese yıllık 2500 dolar gelir garanti etmesi, zenginler üzerindeki vergilerde keskin bir artış sağlanarak sosyal harcamaların arttırılması ve benzeri radikal popülist söylemleriyle halktan büyük destek ve ilgi görmüş, hatta Roosevelt New Deal’ın kapsamını genişlettiği 1935 yılında bu politikalarla Long’un “popülaritesini çalmayı” amaçladığını açıkça ifade etmiştir.12 Radikal söylemleriyle sermaye sınıfının büyük tepkisini toplayan Long ise 1936 yılında yapılacak olan seçimlerde başkan adayı olmayı amaçlarken 1935 yılında bir suikast sonucu öldürülmüştür.

Keynes ile Marx’ın kapitalizmin aşırı üretime dönük yapısı ve periyodik krizlerine dair ortak vurguları ve ayrılan yönlerini kısaca özetlemeye çalıştık. Bu teorik ayrılıklar kadar önemli olan bir diğer tartışma ise bu ayrışmanın emekçi hareketinin siyasi çizgisine yansımasıdır. Keynezyen teorinin yükselişi ile birlikte Avrupa solunda ve işçi sendikalarında devrimcilik- reformizm tartışmaları hız kazanmıştır. Keynes’in gelir dağılımının düzenlenerek tüketici talebinin yükseltilmesi, devlet girişimleri aracılığıyla istihdamın arttırılması, spekülatif sermaye hareketlerinin denetlenmesi yoluyla sermayenin reel sektöre yönelmesinin teşvik edilmesi gibi kimi reçeteleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de bazı “sol” çevrelerce sahiplenilen reformist taleplerdir. Unutulmamalıdır ki, II.Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da gelişen sosyal devlet uygulaması savaş sonrası yıkıma uğramış bir ekonominin ortaya çıkardığı kimi zorunluluklarla birlikte yükselen işçi sınıfı muhalefetinin kazanımlarıyla şekillenmiştir. Dolayısıyla, egemen sınıfın daha “insancıl bir kapitalizm” yaratma çabasından ziyade dünyayı saran devrim dalgası karşısında bir ricat taktiği olarak algılanmalıdır. Sınıfsal çelişkilerin merkezinde durduğu politik alanın dışında kalan bir ekonomik yapı düşünülemez. Kapitalistler tarihin hiçbir döneminde gönüllü olarak kar oranlarını düşürecek düzenlemelere yanaşmadıkları gibi fırsat buldukları anda daha fazla artı-değer transferi sağlayabilecekleri düzenlemeleri hayata geçirirler. Marksizmin reformizme yönelttiği eleştiri, işçi sınıfının yaşam seviyesini, çalışma koşullarını, sendikal örgütlülüğünü geliştirecek kazanımları olumlamadığı ya da önemsemediği anlamına gelmez. Aksine böylesi kazanımlar daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüme giden yolda büyük önem taşır. Ne var ki, kapitalist sistemin içerisinde elde edilecek kazanımların sınırları üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıfın kırmızı çizgileriyle belirlendiği gibi kalıcılığı da işçi sınıfının örgütlü mücadelesine sıkı sıkıya bağlıdır.

bir krizin anatomisi

 

 

Geçtiğimiz haftalarda gündemin ilk sıralarını ABD’den gelen batık banka haberleri ve hazinenin finans sektörüne müdahaleleri işgal etti. Üretimdeki daralma ise, borsadaki düşüşün gölgesinde kalmakla birlikte yaşanan krizin finansal denetimin geliştirilmesiyle kontrol altına alınamayacak denli yapısal sorunlardan kaynaklanan bir süreç olduğunu gözler önüne seriyor. İktisatçılar krizin giderek derinleşeceği konusunda birleşirken, kimileri 1929 buhranından bu yana yaşanan en büyük krizin kapıda olduğunu dile getiriyor.

Aslına bakılırsa bugün yaşananlar pek de sürpriz sayılmaz. Mortgage sektöründe yaşanan tıkanıklık, daha bir yıl öncesinde, yaşanacak krizin sinyallerini vermişti. 2008’in Mart ayında en büyük yatırım bankalarından Bear Sterns’in çöküşü ve Hazine’nin müdahalesiyle işin ciddiyeti bir kez daha ortaya çıkmıştı. Ne var ki, spekülatif kazanç arayışında olan yatırımcıların yönlendirdiği borsaların verdiği tepkiye odaklanan kamuoyu, müdahaleler sonrasında toparlanan ve tekrar yükselişe geçen borsaya aldanarak, kriz bulutlarının dağılmaya başladığı yanılgısına kolaylıkla düştü. Bu durum, Fannie Mae ve Freddie Mac’in kamulaştırılmasına varan süreçte de aynı şekilde tekrar etti. Riskli piyasalardan çıkışlarını kolaylaştırmak amacıyla kamuoyunda olumlu bir hava yayma çabasındaki büyük yatırımcılar, yaşanacak krizin boyutunun bu denli geç algılanmasında veyahut hala algılanamamasında önemli pay sahibi oldular. Lehman Brothers’ın iflası sonrasında dünya borsalarında yaşanan sert düşüş, hazinenin kaynak aktaracağına dair açıklamaları ve sonrasında yaratılan iyimser hava da benzer bir süreç. Aynı senaryo, giderek sıklaşan aralıklarla tekrarlanıyor, ne var ki ikna ediciliğini de hızla kaybediyor. Uluslararası düzeyde üretim düşerken, kredi piyasaları da daralıyor. Devletlerin ve uluslararası kurumların müdahaleleri ne oranda etkisini hafifletir şimdiden öngörmek pek de olası değil, ama büyük bir krizin arifesinde olduğumuz kesin.

 

MORTGAGE KRİZİNİN PERDE ARKASI

Dilimize “tutsat” olarak çevrilen “mortgage,” aslen ülkemizde ve Kıta Avrupa’sında kullanılan ipotek kelimesinin Anglo-Saxon’lardaki karşılığı. Kaldı ki, ülkemizde “mortagage yasası” olarak kamuoyuna sunulan yasada da tercih edilen kelime ipotek. İpoteğe dayalı uzun vadeli konut kredileri, geçmişten beri ülkemizde Emlak Bankası gibi kimi kuruluşlar tarafından uygulanmaktaydı. Bu açıdan, yeni yasa, ayrıntılı bir kredi düzenlemesinden öte bir yenilik taşımıyor. ABD’deki mortgage piyasası 10 trilyon dolar gibi bir hacme sahip pek çok katmandan oluşan dev bir piyasa. Elbette piyasasının böylesi bir hacme ulaşmasında son dönemdeki yüksek riskli mortgage kredilerinin katkısı büyük. Şöyle ki, sadece dar gelirlilerin kullandığı “yüksek riskli krediler”in boyutu 1,5 trilyon dolar düzeyine ulaşıyor.

ABD’de her bireyin yaşamı boyunca kullandığı krediler ve ödediği (ya da ödeyemediği) taksit ve borçlardan oluşan bir kredi tarihçesi bulunuyor. Tıpkı bir şirket ya da ülke ekonomisi gibi, bireylere kredi puanı veriliyor ve bireyler, puana göre değişen faiz hadlerinde kredi kullanma olanağına sahip oluyor. Eğer bireyin kredi tarihçesi kötüyse ya da yoksa, değil kredi kullanmak, ev kiralamak, hatta telefon hattı almak dahi büyük bir problem haline geliyor. Ev sahibi olmak isteyen bireyler, bu kredi tarihçesi ile, krediyi sağlayacak finansal kuruluşa başvuruyor. Bir miktar nakit ve 30 seneye varan taksitlerle krediyi sağlayan kurum adına ipoteklenmiş bir ev satın alabiliyor. Ödemenin gerçekleşmemesi durumunda ise, eve alacaklı kurum tarafından el konuluyor. Mevcut işleyişte, finansmanı ilk sağlayan kurum bu borcu üzerinde tutmuyor ve ikinci pazarda satıyor. İkinci pazardaki şirketler ise, bir havuz oluşturarak, piyasadaki yatırımcılara hisse satıyorlar. Böylece ikili bir kontrattan doğan borç ve taşıdığı risk piyasadaki binlerce yatırımcıya aktarılıyor.

Son dönemde dünya piyasalarını sarsan mortgage krizinin perde arkasını görebilmek için,  2001 yılından itibaren ABD emlak piyasasında yaşanan gelişmelere kısaca bir göz atmakta fayda var. 2001 yılı içerisinde dot-com balonunun patlamasıyla ortaya çıkan krizin önünü almak amacıyla, FED (Amerikan Merkez Bankası), gecelik faiz oranlarını 11 kez indirerek, %6,5’tan %1,75 seviyesine çekmişti. 2003 Haziran’ında %1 seviyesine düşen ve 1 yıl kadar bu seviyeyi koruyan düşük faiz oranları, aslında emlak balonunun ardındaki başlıca etkenlerden biriydi. Kısacası dot-com balonunun patlamasıyla oluşan kriz ortamında, yaraları sarmak amacıyla faizleri düşüren FED, bu politikasıyla emlak balonunun tehlikeli boyuta ulaşmasına ön ayak olmuştu. Gerçekten, bu süreçte ev alıp 2005 yılında emlak fiyatlarının duraklamaya başladığı dönemde satış yapan yatırımcılar, %100’lere varan kârlar elde ettiler. 2006 yılı içerisinde ise, emlak satışları durma noktasına geldi ve emlak fiyatları gerilemeye başladı.

2001 yılından itibaren düşük faizler ve piyasadaki atıl fonların artışı karşısında, kimi finansal kuruluşları, kredibilitesi zayıf olan (kredi geçmişi problemli olan) kişilere de mortgage kredisi vererek, kredi hacmini arttırmayı tercih etti. Yüksek riskli krediler (subprime credit) olarak adlandırılan bu krediler, dar gelir gruplarının da mortgage piyasasına daha yüksek faizlerle de olsa dahil olmasına olanak tanıdı. Bu durum, piyasa faiz oranının üzerinde faiz gelirleri elde eden mortgage yatırımcılarına kısa vadede cazip kâr olanakları ve yepyeni bir piyasa sunarken, uzun vadede geri dönüşü riskli bir mali yapıyı da ortaya çıkardı.

Krizin ağırlaşmasındaki bir diğer etken ise, yüksek riskli mortgage kredilerinin faiz yapısı oldu. ABD mortgage piyasasında, faiz yapısına göre, iki farklı kredi sistemi uygulanmakta. Bunlardan ilki, sabit faizli 20, 25 ya da 30 yıllık krediler. Sabit faizli krediler, gelecekteki faiz riskinin kredi veren finansal kuruluşlar tarafından üstlenmesi anlamına gelmektedir. Faiz riskinden kaçınmak isteyen alıcılar, bunun karşılığında, piyasa faiz oranının üzerinde sabit bir faiz oranından kredi kullanmayı tercih etmekteler.

İkinci tip kredi sistemi ise, faiz riskini alacaklıdan borçluya aktaran değişken faizli kredilerdir. Yakın zamana kadar ABD’de piyasa faiz oranı son derece düşük bir seviyede seyrettiği için, özellikle “yüksek riskli kredilerden faydalanan” orta ve alt gelir grubundaki kişiler, değişken faizli kredileri kullanmayı tercih ettiler. Ancak, FED’in son iki yılda faiz oranlarını aşamalı olarak artırması, konut satış fiyatları ile kira gelirlerinin de piyasa düzeyinin altına inmesiyle, bu krediyi kullanan düşük gelirli gruplar, geri ödemelerini sürdüremez hale geldiler.

Mortgage piyasasındaki krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, “Home equity loan” adı da verilen ikinci ipotekler oldu. Çok sayıda orta ve dar gelirli, emlak fiyatlarındaki hızlı yükselişten faydalanarak, artan emlak değeri üzerinden ikinci kez ipotek yaptırıp, yeniden kredi almıştı. Ev fiyatlarındaki artışın ortaya çıkardığı bu kredi olanağı, borç ödemeleri altında ezilen yeni ev sahiplerini bir süre için rahatlatıp, tüketim harcamalarını arttırabilmelerine olanak sağladı. Elbette giderek büyüyen bir borç yükü pahasına… Emlak balonunun sönmesi ve yükselen faizler karşısında yalnızca kredilerin geri ödenmesi zorlaşmadı, ikinci ipotekten doğan krediler de büyük oranda karşılıksız kaldı. Bu durum da krizin ağırlaşmasına neden oldu.

 

KRİZİN YAPISAL DİNAMİKLERİ

Finansal krizlerin ardında, kapitalizmin yapısından kaynaklanan gelir dağılımındaki asimetrinin tetiklediği aşırı üretim/yetersiz talep olgusu yatmaktadır. Reel ekonomideki kâr oranları düştükçe açığa çıkan atıl fonlar, spekülatif alanlara kaymakta ve dönemsel olarak farklı yatırım araçları ya da emtia fiyatları üzerinde şişkinlik yaramaktadır. Bir noktadan sonra, fiyatın artık düşeceğine dair inanç piyasada yaygınlaşır ve kaçışlar başlar. İşte bu noktada balon patlar. Bu açıdan, ekonomik balonların varlığı, krizin habercisi sayılmalıdır.

ABD ekonomisinden uluslararası piyasalara yayılan bu kriz dalgası ve arkasındaki dinamikler, 2000 yılından başlayarak, ABD ekonomisinin içine düştüğü ekonomik durgunluk ve onu aşma çabalarından soyutlanarak anlaşılamaz. Bilgisayar teknolojisinin itici gücünü oluşturduğu ekonomik büyüme dalgası, 1990’ların sonundan itibaren durgunluğa girmiş; iç piyasada kâr oranları düşerken, yatırım alanı bulamayan atıl fonlar ortaya çıkmıştır. Bu fonların bir kısmı ülke riskinin göreli olarak düşük olduğu yüksek kârlar vadeden deniz aşırı ülkelere akarken, bir kısmı da, ülke içerisinde kâr oranlarını arttıracak yeni yatırım alanları arayışına girmişlerdir.

Bu dönemde, çevre ekonomileri, kimi zaman “aktif dış politika” yoluyla yeniden yapılandırılarak, “yabancı sermayeyle daha barışık” ve güvenli bir yatırım ortamı oluşturulmaya çabalanmıştır. 1990’ların son yarısında kamuoyunun gündemine oturan MAI ve MIGA, bu arayışın yansımalarıdır. Bu açıdan, aynı dönemde ABD emperyalizminin sergilediği, önce Afganistan, sonra ise Irak’ın işgaliyle doruğa ulaşan saldırgan dış politika, dönemin ekonomik ihtiyaçlarıyla yakından ilişkilidir. 2001 yılında Kemal Derviş’in Türkiye’ye “atanmasıyla” başlayan ve günümüzde de süren ekonomik dönüşüm süreci de, bu küresel yeniden yapılandırma sürecinin bir parçası olarak ele alınabilir. Ekonomik durgunluğun ABD’de iç piyasaya yansıması ise, düşük faiz politikası yoluyla iç talebi canlandırma çabası ve finansal sermayenin daha önce risk kaygısıyla kredi vermekten geri durduğu kesimlere yönelmesi olmuştur. Bir yandan emlak piyasasındaki yapay şişkinlik, diğer yandan ise yüksek riskli kredilerin toplam içerisinde artmakta olan payı, bugünkü krizin de altyapısını oluşturmuştur.

 

FİNANSAL KRİZİN BOYUTU NE OLUR?

2007’nin Temmuz ayında New Century Financial Corporation, American Home Mortgage Investment Corporation gibi ABD’de yüksek riskli mortgage kredilerinde başı çeken kimi kurumlar iflas etmiş, yine ABD mortgage piyasasındaki en büyük kreditör olan Countrywide Special gibi kimi şirketlerin hisselerinde büyük düşüşler yaşanmıştı. ABD piyasalarında başlayan kriz, Avrupa’daki büyük mortgage yatırımcılarını da vurmakta gecikmedi. Fransa’nın en büyük bankalarından BNP Paribas, Alman IKB Deutsche Industriebank ve İngiliz Northern Rock, Avrupa ve İngiliz Merkez Bankaları’nın kaynak aktarımlarıyla ayakta tutuldu. Kriz sinyallerinin sıklaşmasıyla birlikte Amerikan ve Avrupa Merkez Bankaları sistematik bir şekilde faizleri düşürmeye başladılar. Düşük faizler hali hazırda yükselen enflasyon riskini daha da tetiklese de, piyasalar umutlanmış ve borsalar toparlanmıştı. Yaratılan bu olumlu hava, önce Bear Sterns’in, sonrada mortgage sisteminde ikincil piyasanın omurgasını oluşturan Fannie Mae ve Freddie Mac’in batışı ve kamusallaştırılmalarıyla büyük ölçüde dağıldı. Krizin boyutlarını daha iyi anlamak için, bahsi geçen kurumların Amerikan ekonomisinde ne denli hayati bir yer tuttuğuna kısaca bakmakta fayda var.

Fannie Mae, 1938 yılında, F.Roosevelt tarafından New Deal politikası çerçevesinde, “Büyük Depresyon” sonrası çöken emlak piyasasını canlandırmak için kuruldu. Kurum, 1968 yılına kadar, düşük ve orta gelirli vatandaşları ev sahibi yapmak amacıyla yerel bankalara düşük faizlerle kredi sağlayan bir devlet kuruluşu olarak faaliyetlerine devam etti. 1968 yılında, Vietnam Savaşı dolayısıyla bütçe açığının büyümesiyle, bu kurumun özelleştirilmesi ve bütçede yarattığı yükün hafifletilmesi yoluna gidildi. 1970 yılında ise, bu şirketin piyasadaki tekelini kırmak amacıyla ABD kongresi, Freddie Mac’i kurdu. Bugün itibariye her iki kurum da özel fonlardan kaynak sağlamakla birlikte, vergi ayrıcalılarının yanı sıra, resmi olmasa dahi, üstü kapalı bir devlet desteğiyle faaliyetlerini sürdürmekteler. Herhangi bir kriz durumunda devletin bu kurumları kurtaracağına dair inanç, bu kurumların birincil piyasadan aldıkları kredi sözleşmelerini yurt dışı piyasalardan aldıkları düşük faizli kredilerle fonlayabilmelerinin de en önemli kaynağı. Ne var ki, emlak piyasasındaki krizle birlikte kredi ödemlerindeki geri dönüşün sekteye uğraması ve teminat olarak gösterilen evlerin fiyatların düşmesi, buna karşılık piyasadaki riskler dolayısıyla kredi maliyetlerinin artması, bu kuruluşları ciddi bir darboğazla karşı karşıya bıraktı. Bugün için piyasadaki 12 trilyon dolarlık toplam mortgage kredisinin 5.2 trilyon doları, bu şirketlerin üzerinde bulunuyor. Bu rakam, neredeyse ABD GSYİH’nın yüzde 40’ına eşit. ABD ekonomisinde tuttukları rol göz önüne alındığında, açıkça görülmekte ki, bu şirketler, batmalarına göz yumulamayacak kadar büyükler, ama diğer yandan, o denli büyükler ki, krizden kolayca çekilip kurtarılmaları da pek mümkün değil.

Mevcut durumun, toplam hacmi 45 trilyon doları bulan CDS (kredi riski swapleri) piyasasını da alaşağı edeceği korkusu piyasalara hakim. CDS’ler, yatırımcıların elde tuttuğu tahvillerin batık riskini bir diğer kuruluşa devretmesine olanak tanıyan, sigorta türevi kontratlar. CDS kontratı yapan tahvil sahibi, tıpkı evini yangına karşı sigortalayan ev sahibi gibi, dönemsel ödemeler karşılığında, yatırımını batık riskine karşı koruyor. CDS’ler piyasada alınıp satılabiliyor, yani batık riskini üstlenen kuruluş bunu başkasına devredebiliyor. Tüm büyük bankalar ve yatırım kuruluşları, hem “sigortalı” hem de “sigortacı” olarak, bu piyasanın içinde yer alıyor. Ekonominin iyi gittiği dönemde oldukça iyi kazandıran CDS’ler, artan mortagage krizi sonrası ortaya çıkan iflaslarla birlikte, yatırımcılar açısından büyük risk taşımaya başladı. CDS piyasalarının denetimsizliği de, bir diğer endişe sebebi. Yatırımcıların rahatlıkla alıp sattığı kontratlar aracılığıyla riski üstlenen alıcının yeterliliği denetime tabi tutulmadığı için, kontrolsüz büyümüş, ABD’nin milli gelirinin üç misli hacme ulaşmış bir piyasa var karşımızda. Bundan dolayı, CDS piyasalarının yiyeceği sert bir darbenin dünya piyasalarına etkileri, mortagage krizinin çok daha ötesinde olacaktır.

Keza yakın zamanda iflasa sürüklenen Lehman Brothers’ın, toplam değeri 800 milyar dolara varan CDS kontratına taraf olarak, bu piyasadaki en büyük on aktörden biri olması, CDS piyasalarının geleceğine yönelik endişeleri de haklı olarak arttırdı. Son olarak, devletin kolları altında krizden kurtarılmaya çalışılan AIG de, CDS piyasasında 440 milyar doların üzerinde bir pay sahibi. Bilindiği gibi, AIG ülkenin en büyük sigorta şirketlerinden biri ve tıpkı bir yatırım bankası gibi, sigorta primlerinden oluşan fonu, CDS ve türev piyasalarındaki benzeri yatırımlarını fonlamak için kullanıyor. Sigorta şirketlerinin aynı zamanda karşılıklı olarak birbirini de sigortaladığını göz önüne alırsak, AIG’nin içine düştüğü bu açmazın, aslında krizin yatırım bankalarıyla sınırlı kalmayacağını, sigorta şirketleri dahil tüm finansal aktörleri derin bir bunalıma sürükleyeceği kolayca düşünülebilir.

 

KRİZİN ÖNÜNÜ ALMAYA YÖNELİK ÇABALAR

Fiyat istikrarını tüm hedeflerin önünde tutan ve bunun dışında piyasanın işleyişine müdahil olmaktan olabildiğince kaçınan FED, mortgage sektöründeki krizi, ilk aşamada faizleri indirerek savuşturmayı denedi. Aşamalı olarak, gösterge faiz, yüzde 2 gibi oldukça düşük bir seviyeye çekildi. Ne var ki, kriz durulmadığı gibi, merkez bankalarının öncelikli hedefi olan enflasyon da giderek tırmanmaktaydı. Piyasalarda stagflasyon (durgunluk içinde enflasyon) endişelerin dillendirildiği bir dönemde, FED, yeterince uzaklaştığı enflasyon hedefini tümüyle göz ardı edemeyeceğini ifade ederek, faiz indirimlerini durdurdu.

Para politikasının geleneksel araçlarını enflasyon tehdidi altında daha fazla kullanamaz hale gelen FED ve Amerikan Hazinesi, krizin ağırlaşması ile birlikte doğrudan kaynak aktarımları ve kamusallaştırmalarla piyasalara müdahale etti. Bear Sterns, Fannny Mae, Freddy Mac derken, faturanın giderek kabarması üzerine, Amerikan Hükümeti Lehman Brothers’a müdahale etmeyerek, piyasanın kendi dinamikleriyle sorunu çözmeyi denedi. Ne var ki, şirkete piyasadan talep olmaması üzerine batışı kaçınılmaz oldu. Lehman tecrübesi sonrası Hazine’nin kurtarmayı seçtiği AIG ise, ülkenin en büyük sigorta şirketlerinden biri olarak, iflası sigortaladığı milyonlarca Amerikalı’yı doğrudan etkileyecek, diğer bir deyişle  “batamayacak kadar büyük” bir şirketti. Hele ki, ülkede seçim süreci yaşanırken, Lehman’dan dersini alan hükümetin, bir kez daha böylesi bir risk alıp, şirketi serbest piyasanın dinamiklerine terk etmesi pek de olası değildi. Hazine AIG’ye yüzde 12 gibi yüksek sayılabilecek bir faizle 80 milyar dolar kredi açarken, karşılığında, şirket hisselerinin yüzde 80’i geçici olarak ABD hazinesine devredildi. Son olarak, FED ve Hazine, zor durumdaki finansal kuruluşların elinde bulunan “kötü” aktifleri satın alarak piyasaya kaynak aktaracak 2 trilyon dolarlık bir fon kuracaklarını açıkladılar. Avrupa Merkez Bankası başta olmak üzere, diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankaları da, benzer kaynak aktarımları için gerekli mekanizmaları devreye sokuyor. Batık kredilerin toplamının ise, 3.4 trilyon doları bulduğu kaydediliyor.

Amerikan hazinesi kredi piyasalarına para aktarırken, diğer yandan bütçe açığı da hızla tırmanıyor. Geçtiğimiz yıl 116 milyar dolar olan bütçe açığının, önümüzdeki yıl, iki dev mortgage şirketine aktarılacak kaynak göz ardı edildiğinde dahi, 438 milyar doları bulacağı, bizzat Bütçe Ofisi tarafından ifade edilmişti. Bu rakamın, oluşturulacak fon ve gelecekteki müdahalelerle katlanarak tırmanacağını söyleyebiliriz. Bu durum, önümüzdeki dönemde sosyal amaçlı kamu harcamalarının daha da kısılarak, batık kredilerin finansmanına kaydırılacağını gösteriyor. Kısacası, finans sektöründeki batık kredilerin maliyetini bir kez daha geniş halk kesimleri ödeyecek. Bu arada, Ağustos ayı itibariyle, ABD ekonomisinde işsizlik rakamlarının son 5 yılın en yüksek seviyesine eriştiğini ve reel ücretlerin hızla eridiğini de belirtmeden geçmeyelim. General Motors başta olmak üzere, ülkedeki otomotiv sektörü büyük bir bunalım yaşıyor. Şu an için kamuoyu reel sektördeki gelişmeleri göz ardı etse de, reel sektördeki daralma kriz endişesini besleyecek cinsten.

 

SERBEST PİYASA SÖYLEMLERİNİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ

ABD hazinesinin Mart ayında Bear Sterns’i kurtarma operasyonuyla birlikte, küresel ekonominin, aktif devlet müdahalelerinin sıkça görüldüğü yeni bir sürece doğru yol aldığı açıkça görülüyordu. Krizin çıplak gerçekleri ve büyük aktörlerin içine düştüğü açmaz karşısında, sadece emekçiler, küçük esnaf ve bireysel yatırımcılar için geçerli olduğu anlaşılan “serbest piyasa” söyleminin tüm ilkeleri rafa kaldırılmıştı. Müdahalelerle, finans piyasasındaki aktörlere şu mesaj verilmekteydi: Büyük oyna. Sadece kendi şirketini değil tüm finans piyasalarını riske atacak derecede büyürsen ve sadece kendine zarar verecek değil tüm finans piyasalarını alt üst edecek kadar başarısız olmayı becerebilirsen, devlet seni kurtarmak zorunda kalacaktır. Bir firmanın batmayacak, batmasına göz yumulamayacak kadar büyük olması ne demektir? Serbest piyasacıların diliyle, firmanın, gerekenden “fazla” büyükse küçülmesi, “fazla” küçükse büyümesi, aksi takdirde ise yok olması gerekmektedir. Teoriye göre, piyasa, böylesi bir seleksiyon süreci sonunda arınır ve gelişimini sürdürür. Ne var ki, bu süreçte, piyasacı ekonomi kitaplarındaki “doğrular”ın gündelik hayatın iktisadi ve politik denklemleri içerisinde çok da bir şey ifade etmediğine bir kez daha şahit olmaktayız. Aynı zamanda ünlü bir akademisyen olan FED başkanı Bernanke’nin, yazarı olduğu makro-ekonomi kitabını baştan aşağı yenilemesi gerekecek anlaşılan.

Kriz dönemlerinde serbest piyasacı argümanların hızla sahneden çekildiğini görüyoruz. Son krizde de, kimi yazarlar, ekonomideki şişkinliğe dikkat çekip, aşırı riskli yatırımların korunması halinde serbest piyasanın ihtiyaç duyduğu doğal seleksiyon sürecinin darbe yiyeceğini ve krizin daha şiddetli olarak geri dönmek üzere erteleneceğini yazdılar. Ama “krizin çözümünü piyasaya bırakalım” şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, pek destek bulmadı. Bilindiği gibi, piyasa ideolojisini savunmayı kendine misyon biçen uluslararası tekeller, krizin büyümemesi için devletlerin daha aktif bir tutum benimsemesine yönelik lobi yaparken, dünya borsaları, hükümetlerin müdahale kararlarını coşkuyla karşılıyor. Aslında serbest piyasacıların bu konudaki ikiyüzlülüğü, yalnızca kriz dönemlerine özgü bir olgu değil. Özelleştirmelerle kapı önüne konulan, sosyal hakları tırpanlanan işçiye, memura serbest piyasa dersi verenlerin, teşvik almak, ihalelerden pay kapmak için Ankara’da nasıl kapı aşındırdığına sıkça şahit oluyoruz. Yurt dışında da durum farklı değil. ABD’de başkanlık yarışlarına milyarlarca dolar akıtan tekeller, bunu, daha adil bir serbest piyasa sistemi yaratacağına inandıkları adayı desteklemek için yapmıyorlar. Yakın geçmişte, Microsoft’un, Bush’un kampanyasına yaptığı büyük finansal yardım sonucunda tekel davasından nasıl kurtarıldığına hepimiz şahit olduk. Kısacası, serbest piyasa da bir yere kadar. Hiçbir şirket kâr oranları düşerken ya da piyasa payı azalırken, “ne yapalım, serbest piyasa” demiyor. Ama ücretlerin düşüklüğünden, sosyal hakların yetersizliğinden yakınan işçi, dünyanın her yanında, aynı “serbest piyasa” söylemiyle karşılaşıyor. İşçi sendikalarını rekabetçi ve krize zamanında cevap verebilen (işçi çıkarmaları kolaylaştırması açısından!) esnek bir işgücü piyasasının oluşmasının önünde en büyük engel olarak görenler, finans piyasalarında “rekabetçi” yapının korunması konusunda aynı hassasiyeti göstermiyorlar. Egemen sınıflara “oyunun kurallarını bir kez koydun, bir daha değiştiremezsin” diyecek bir engel olmadığına göre, her kavram gibi, “serbest piyasa” söyleminin altının da ihtiyaca göre yeniden doldurulup şekillendirilmesi bizleri şaşırtmamalı. Üretimin hızla daraldığı, reel ücretlerin gerilediği ve işten çıkarmaların artmakta olduğu bir süreç yaşıyoruz. Bir taraftan büyük sermayeye kaynaklar aktarılırken, diğer yandan işten çıkarma tazminatları tırpanlanacak, şirketlerin, az maliyetle, gereken derecede küçülerek, krizden olabildiğince az darbe yemelerine yönelik hukuki düzenlemelere gidilecek. Tüm bunların karşısında çalışanların nasibine ise, bir kez daha, fedakarlık söylemleri düşecek.

Dünya ekonomisinin içine girdiği son süreçle birlikte “krizsiz kapitalizm” söylemlerinin de bir hayal olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Kapitalistler, her krizden, maliyeti işçi sınıfına yükleyerek yükselttikleri kâr oranları ile çıkmışlardır. Bu kez farklı bir strateji belirlemeleri için hiçbir sebep yok. İşten çıkarmaları kolaylaştırıcı düzenlemelere gidilmesi, reel ücretlerin geriletilmesi, sosyal hakların gaspı ve ülkemizde olduğu gibi, Batı’da da giderek güç kaybetmekte olan sendikaların birçok sektörden tasfiyesi, bu sürecin doğal sonuçlarıdır.

Kısa zamanda yüklü bir faturayla karşılaşacak emek örgütleri şunu unutmamalıdır ki, işçi sınıfı açısından bu maliyetten kaçınmanın yegane yolu, krizi her dönem bünyesinde barındıran kapitalizme karşı sınıf mücadelesini yükseltmekten geçmektedir. Sermayenin krizinin sorumlusu mülksüz sınıflar değildir, faturayı da sahibi ödemelidir.

Krizin Yansımaları

krizin yansımaları

MURAT BİRDAL

 

Başbakanın “bize bir şey olmaz” mealindeki açıklamalarının daha mürekkebi kurumadan, Türkiye, krizin etkilerini tüm sektörlerde olanca ağırlığıyla hissetmeye başladı. Yaklaşık bir senedir küresel bir resesyonun tüm ön göstergeleri açıkça ortada olmasına rağmen, gerek Türkiye gerekse de dünyada yapay bir güven ortamı yaratılmaya çalışılmaktaydı. Amerikan ve Avrupa merkez bankaları, kriz belirtileriyle öncelikli olarak faiz indirimleri aracılığıyla “piyasa kuralları” içinde mücadele etmeye çalıştı. Kısa sürede, bunu, yakın geçmişe kadar “öcü” olarak kabul edilen “kamulaştırmalar” izledi. Son olarak ise, devreye, yatırım bankalarının elindeki riskli aktiflerin alımını amaçlayan kurtarma paketleri sokuldu. Daha öncekiler gibi, bu da, kısa süreliğine piyasalardaki keskin düşüşün hızını kesse de, reel sektörde yaşanan krizin çıplak gerçekleri karşısında, finans piyasalarında, kaçışın önüne geçecek bir güven ortamı yaratmakta başarılı olamadı.

Bugün gelinen noktada, ABD ve Avrupa’da resesyonun artık kaçınılmaz olduğu tüm yetkili ağızlar tarafından açıkça ifade ediliyor. Başbakanın, daha önce, kendini komik duruma düşürmek pahasına dile getirdiği, krizin “gelişmiş” kapitalist merkez ülkeleriyle sınırlı kalacağını varsayımı ise, kısa sürede yalanlandı. Merkez ülkelerde başlayan krize uluslararası sermayenin ilk tepkisi, daha önceki krizlerde olduğu gibi, “güvenli liman” olarak gördükleri merkez ülkelerine sığınma eğilimi oldu. ABD ve Avrupa piyasalarının yükseliş gösterdiği günlerde dahi, Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülke piyasaları önemli kayıplar verdi.

Hedge fonların, merkezdeki yatırımlarından oluşan likidite açıklarını kapatmak için deniz aşırı ülkelerdeki yatırımlarından kaynak transferi yapmaları, işin önemli bir boyutu. Ama özellikle ülkemizdeki piyasanın kırılganlığı, kaçış eğiliminin ardındaki bir diğer belirleyici etken. Başbakanın açıklamalarında görmezden geldiği yüksek cari açık ve dış borç rakamları, yatırımcıların korkularını arttırıyor. Bu korku da, yabancı sermayenin, kolay kolay dünyanın hiçbir köşesinde bulunmayacak kadar yüksek olan faiz oranlarından vazgeçip, merkeze kaçma eğilimini besliyor. Hafta başında gelişmiş ülke piyasalarında yaşanan yükselişin gelişmekte olan ülkelere ve Türkiye’ye yansımamasının ardında da, aslına bakılırsa, aynı endişe yatıyor.

 

FİNANSAL MÜDAHALELERİN SINIFSAL BOYUTU

Dünyada ve ülkemizde krizle mücadele adı altında yürütülen finans politikalarının sınıfsal boyutu üzerinde kısaca durmakta fayda var. Çünkü devlet müdahalesine yakın geçmişe kadar “öcü” gibi bakan neo-liberal kimi ideolog ve politikacıların bugün finansal piyasalara müdahale kararını desteklemesi, birçoklarının kafasını karıştırmış gibi gözüküyor. “Serbest piyasa”nın istikrar ve büyümeyi sürekli kılacak tek mekanizma olduğuna dair sarsılmaz inancın büyük bir darbe yediği doğrudur. Ve her kriz döneminde olduğu gibi, bu dönemde de bunun üzerinde durulması ve ifşa edilmesi gerekir. Ama en az bu kadar önemli bir diğer soru, bugün Avrupa ve ABD’de gerçekleştirilen kamulaştırmaların kime çıkar sağladığı sorusudur. Bugün devletin ekonomiye müdahalesi, kamusal sağlık sisteminin geliştirilmesi, krizden yoğun olarak etkilenen üretime yönelik sektörlerdeki işletmelerin devralınıp istihdamın korunarak işten atılmaların önüne geçilmesi ya da işsizlik sigortalarının kapsamının genişletilmesi ve uzatılması gibi yollarla geniş yoksul halk kesimlerinin lehine bir kaynak transferi yaratılmasını amaçlamıyor. Aksine, bugün ABD ve Avrupa’da yaşanan, finansal istikrarı korumak adına, geniş halk kesimlerinin üzerinden büyük yatırım bankalarını ayakta tutma çabasıdır. Şirketlerini batırmakla kalmayıp her ay binlerce işçinin maaşını tek başına almaya devam eden CEO’lar, devlet eliyle beslenmektedir.

Kurtarma paketleri, piyasada alım-satımı tümüyle durmuş olan ve krizdeki şirketlerin kasalarında sıkışıp kalmış aktiflere, garanti vererek işlerlik kazandırmak ve böylece yeni iflasların önüne geçerek ekonomiyi canlandırmak gibi vaatlerle açıklanmıştır. İşsizlik tehdidinin büyüdüğü bir ortamda, devlet müdahaleleri, kamuoyunda, kredi piyasalarını canlandırıp yeni yatırımları teşvik edecek bir kurtarıcı olarak lanse edilmiştir. Ne var ki, ülkelerin bütçeleri üzerinde büyük yük yaratacak böylesi kaynak transferlerinin nasıl gerçekleşeceği, daha büyük bir soru işaretidir. Bunun doğal sonucu, geniş halk kesimlerinin üzerindeki vergilerin arttırılması ve sosyal amaçlı harcamaların kısılmasıdır. Hem de işsizliğin fırladığı, reel ücretlerin gerilediği bir kriz döneminde. Geniş halk kesimlerinin çıkarı gözetilerek yapıldığı öne sürülen müdahale paketinin, gelir eşitsizliğini daha da arttıracağı açık bir gerçektir. Bir diğer gerçek ise, piyasalara yapılacak kaynak aktarımındaki tercihlerdir. Kaynak aktarımı, işsizlik maaşlarını arttırılması, konut yardımları vb. yöntemlerle konut kredisi verenlere değil, kredi alan ve daha sonra işsizlik veya düşük ücretler nedeniyle ödemekte zorlanarak evini kaybeden Amerikan işçi sınıfına yapılabilirdi. Bu çözüm yöntemi, serbest piyasanın ilkeleriyle, bugün uygulanandan daha fazla çelişmezdi ve en az bugün tercih edilen seçenek kadar işe yarardı. Yapılan tercih, tümüyle sınıfsal bir tercihtir ve doğrudan büyük sermayenin çıkarlarını korumaya yöneliktir.

Kısacası, bir kez daha görülmüştür ki, serbest piyasa söylemi, altı, her dönemde egemen sınıflar tarafından ve çıkarlarına uygun bir şekilde doldurulmuş koca bir yalandır. Ne var ki, bugün serbest piyasa söyleminin terk edilmesi, sosyal güvencelerin genişletilmesi adına değil, bunların olanca hızıyla tasfiye edildiği bir ortamda, sermayeye emekçilerin sırtından daha büyük bir kaynak aktarımı gerçekleştirmek için yapılmaktadır. Kriz sonrasında devletin ekonomiye daha fazla müdahil olacağı yegane nokta, bugüne değin büyük oranda denetimsiz çalışan yatırım bankacılığının, tıpkı mevduat bankalarında olduğu gibi, daha sıkı bir denetime tabi tutulması olacaktır. Gelinen noktada, emekçi sınıflar lehine herhangi bir kazanım söz konusu değildir, aksine emek cephesinde sermayenin kriz politikalarına karşı daha örgütlü bir duruş sergilenememesi halinde, gelecek, daha büyük kayıpları da beraberinde getirecektir.

Gelelim son günlerde sıkça dile getirilen Merkez Bankası’nın piyasaya döviz sürerek kura müdahalesinin olası etkilerine. Cari açık ve enflasyon oranı göz önünde bulundurulduğunda, TL’nin aşırı değerlenmiş olduğu ortadadır ve uzun vadede bu durumun sürdürülmesi imkansızdır. Ne var ki, AKP, özellikle seçim öncesinde, bugüne değin dış borçlarla sürdürülen yapay istikrarı bozmaya niyetli değil. Döviz kurundaki artış, girdi maliyetlerini de arttırarak, hızla enflasyonu tırmandıracak ve seçim öncesi, AKP açısından hiç de istenmeyen bir tablo ortaya çıkacaktır. Ama kısa vadede kura müdahale ile kur istikrarı sağlamaya çalışmanın, uzun vadede oldukça yıkıcı sonuçları olacaktır. Öncelikle bu durum, şu an kurdaki ani yükseliş dolayısıyla ekonomiden çıkmakta zorlanan yabancı sermeyenin çıkışını kolaylaştıracak ve aynı miktar Türk Lirası karşılığı daha fazla dolarla çıkışlarının yolunu açacaktır. Bunun anlamı, bugüne değin yüksek faizlerle besledikleri “sıcak para”yı, bir de kurdaki yükselişten kaynaklanan zararlarını karşılayarak ülkeden yollamaktır. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri erirken, kurdaki anlık düşüşten faydalanan yabancı sermaye kaçtıkça kurun tekrar yükselişe geçeceği gerçeği de gözardı edilmemelidir.

Başbakanın krizi görmezden gelen açıklamaları, dolar kurunun 1,65’e ulaştığı gün açıklanan Merkez Bankası’nın 1,48 seviyesindeki yılsonu dolar kuru tahmini de, aynı paralelde değerlendirilmelidir. Bu durum, tıpkı 2001 krizi öncesinde olduğu gibi, yaratılan yapay güven ortamı sayesinde yerli tasarruf sahiplerini piyasalara çekerek, yabancı fonların ülkeden az kayıpla çıkışını sağlama çabasıdır. Yine 2001 krizi öncesinde Merkez Bankası piyasalara döviz pompalarken, bizzat Merkez Bankası başkanının yüklü miktarda döviz topladığı ve bundan dolayı yargılanarak ceza aldığını da hatırlatalım. 2001 döneminde, Merkez Bankası rezervleri düşük fiyattan elden çıkartılarak eritilmiş ve bu müdahalenin, yurt dışına çıkan döviz miktarını arttırmaktan öte bir faydası olmamıştır. Bugün de aynı oyuna gelinmemeli ve emekçinin vergisi, emeklinin ikramiyesi üzerinden yabancı sermayeye yapılacak bir kaynak transferine dur denilmelidir.

KRİZİN REEL EKONOMİYE ETKİLERİ

ABD ve Avrupa ekonomilerindeki durgunluk, ülkemizde de, otomotiv sektörü başta olmak üzere, ihracata yönelik üretim yapan sektörlerde olanca gücüyle ağırlığını hissettirmeye başladı. Şimdiden otomotiv sektöründeki TOFAŞ, Ford, Renault gibi birçok şirket üretimi durdurma kararı aldı. TOFAŞ yüzlerce kişiyi işten çıkarırken, TOFAŞ’la birlikte yine otomobil sektörüne dizel enjeksiyon sistemleri üreten BOSCH’ta, tüm işçiler, büyük çoğuluğu ücretsiz olmak üzere, izne çıkarıldı. Bu ay içerisinde açıklanan Ağustos ayı üretim rakamlarına göre, otomobil üretiminde yüzde 14.4, minibüs üretiminde yüzde 33.2, kamyonet üretiminde yüzde 13.7 ve traktör üretiminde yüzde 60 dolayında düşüş kaydedildi. Yine aynı ay içerisinde, tekstil sektöründe yüzde 30’lara varan kayıplar yaşanırken, buzdolabı üretiminde yüzde 26.6, televizyon üretiminde yüzde 36.5, çamaşır makinesi üretiminde yüzde 7.3 düşüş kaydedildi. (Aynı durum Avrupa ülkelerinde de yaşanmaktadır ve bu nedenle Almanya’da Mercedes ve Fransa’da Peugeot başta olmak üzere, tüm büyük otomotiv fabrikaları işi durdurmuştur.)

Yani Başbakan’ın “bize bir şey olmaz hamdolsun” şeklindeki tarihi konuşmasından iki ay önce, üretimde, göz ardı edilemeyecek denli büyük bir daralma yaşanmıştır. Sonraki aylara ilişkin rakamlar açıklandıkça, durumun ciddiyeti daha da açıkça ortaya çıkacaktır.

Yurt dışındaki talebin daralmasının yanı sıra döviz kurunun hızlı tırmanışıyla ortaya çıkan belirsizlik ortamı da, üretimdeki daralmayı şiddetlendiriyor. Kur istikrarsızlığının sürdüğü bu ortamda, Türk Lirası üzerinden yapılan maliyet hesapları, paranın yabancı para birimleri karşısında hızlı değer kaybı sonrasında tutmamaktadır. İmalat sanayinde girdilerin yaklaşık yarısı yurtdışından dövizle sağlandığı için, maliyetler, aynı gün içerisinde dahi büyük dalgalanma göstermekte ve bu durum da, kısa vadeli alım-satım sözleşmelerinin dahi yapılmasında büyük tedirginlik yaratmaktadır.

Yıllardır “sıcak para” akışıyla kuru baskı altında tutarak korunmaya çalışılan fiyat istikrarı, önümüzdeki dönemde kontrolden çıkacaktır. Enflasyonun hızla tırmanarak yüzde 20’lere varabileceği bir ortamda, ücretlilerin kazancı, enflasyon karşısında giderek eriyecektir. Üretilen malların fiyatları artmasına rağmen ücretlerin belli bir seviyede kalması, kısa vadede (özellikle krizden doğrudan etkilenmeyen sektörlerde) sermayenin kâr marjını yukarı çekse de, uzun vadede, ekonomideki toplam alım gücünün daha da kısıtlı kalmasına yol açacak ve krizi derinleştirecektir. Kısacası, dışarıdaki talep daralmasıyla reel sektörün içine sürüklendiği kriz, içeride de talebin daralmasıyla daha da şiddetlenecektir.

Bugünlerde ilk sinyallerini aldığımız işten çıkarmaların önümüzdeki günlerde yoğunlaşacağını kolaylıkla öngörebiliriz. Dünyada ve ülkemizde kitlesel işten çıkarmaların yaşanması durumunda krizin şiddeti büyük bir hızla katlanacaktır ve şu an göreli olarak daha rahat durumda bulunan mevduat bankalarında da batıklar yaşanabilecektir. Ülkemizde de giderek yaygınlaşan kredi kartları, özellikle “gelişmiş” kapitalist ülkelerde, bireylerin aylık tüketiminin tamamına yakınında kullanılmaktadır. Buna, zaten krizin başlangıç noktası olan emlak kredilerini de eklersek, işten çıkarmalarla birlikte, geri ödenemeyen batık kredilerin katlanarak artacağını söyleyebiliriz. Elbette, bu durum, gerek küresel gerekse de yurt içi talepte de çok daha büyük bir daralma yaşanmasına neden olacaktır. Bireysel olarak kapitalistler, kriz dönemlerinde, işten çıkarmaları, yeniden yapılanma ve reel ücretleri düşürme yolunda önemli bir fırsat olarak görürken, bu durumun diğer kapitalistler tarafından da benimsenmesi ve uygulanması, kapitalizmin krizini derinleştirmektedir.

Kriz dönemleri, kimi varsayımların aksine, işçi sınıfının mücadele gücünün, “bıçağın kemiğe dayanması” koşulları bir yana, büyüme dönemlerine göre daha alt seviyelerde seyrettiği bir dönemdir. Büyüyen yedek işgücü ordusu, çalışanlar üzerinde büyük tehdit oluşturmakta, işverenler de, bu durumu kullanarak, gerek ücretler ve çalışma saatleri, gerekse de sosyal haklar üzerinde kendi lehine yeniden düzenlemelere yönelmektedir. Dolayısıyla bu dönem içerisinde, farklı konfederasyonlar ve sektörler altındaki sendikalar arasında hareket birliği oluşturulması ve krizin, siyasi aidiyetlerin ötesinde, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal çıkarları üzerinden oluşturulmuş geniş ve tek bir cephe halinde karşılanması, son derece önemlidir. Aksi takdirde, sendikalar, kendi mevcudiyetlerini temelden sarsacak ve muhtemelen kriz sonrası büyüme döneminde de tamiri zor olacak kayıplara seyirci kalmaktan kurtulamayacaklardır.

Enflasyon, talepteki daralmaya karşın, döviz kurunda büyük zıplanma karşısında tırmanışa geçecektir. Yükselen enflasyon karşısında reel ücretlerinde hızla gerileme yaşanacak emekçiler, işverenin maaş kesintisi konusundaki talepleri karşısında uyanık olmak durumundadır. Birleşik Metal İş sendikası tarafından hazırlanan “Metal İşçisinin Gerçeği” başlıklı raporda, geçtiğimiz on yılda sektörde yaşanan büyüme ve verimlilik artışı karşısında, işçilerin üretilen değerden aldıkların payın yaklaşık yüzde 50 dolayında azaldığı, yalın bir dille vurgulanmaktadır. Bu durum, imalat sanayinin geneli için de geçerli. Görüldüğü gibi büyüme döneminde refahı paylaşmayan işverenler, her kriz döneminde olduğu gibi, bu dönemde de, faturayı emekçilere çıkaracaklardır. Emekçilere ayrılan işsizlik fonu üzerindeki hak talepleri, bu durumun en çarpıcı ifadesidir.

Krize sermaye lehine müdahaleler ve daralmanın devlet gelirlerini de olumsuz etkilemesinin doğrudan sonucu olacak yeni vergi ve zamların işsizliğin ve düşük ücret baskısının artacağı koşullardaki yıkıcılığı ise, mutlaka, krizin emekçiler açısından neden olacağı diğer yıkıcı sonuçlarla birlikte işçi sınıfı ve emekçiler tarafından birlikte mücadeleyle göğüslenmesi gereken bir gelişme olacaktır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑