Son zamanlarda, burjuva medyasında küresel krizin bitmek üzere olduğuna ve ‘toparlanmanın başladığı’na dair yorumlar giderek arttı. Politik krizlerin tozu dumanı içinde pek göze batmasa da, birçok yazar ve iktisatçı ‘ekonomik’ krizde dip noktasının geçilmiş olduğu kanısında.
Bu yorumcuların önemli bir bölümü zaten baştan beri ‘bardağın dolu kısmı’nı görmek için koşullanmış durumdaydı. Kapitalist sistemin ve serbest piyasanın ideologları diyebileceğimiz bu kesim, krizi hafife alıyor, hatta bazıları doğrudan doğruya ‘kriz lobisine’ işaret ediyordu. Özellikle Taraf, Yeni Şafak gibi hükümete yakın gazetelerde rastlanan bir teze göre, TÜSİAD ve Doğan grubu medyası AKP’yi zayıflatmak amacıyla krizi abartmakta, IMF ile anlaşılması ve buradan gelecek kaynağın kendilerine aktarılması için lobi yapmakta, ülkeyi durduk yerde ve hiç utanmadan yapay bir krize sürüklemekteydi.
Yine kapitalist sistemin ideologları olan, ancak biraz daha gerçekçi olduğu söylenebilecek çoğunluk grup ise, kriz ortamında Türkiye ekonomisinin olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada görmeye çalışmakta; aşırı iyimser ya da kötümser uçlardan uzak kalarak, ‘objektif’ bir yaklaşımı tercih etmekteydi. Referans, Dünya gibi gazetelerde ve diğer gazetelerin ekonomi sayfalarında, iş dünyasında yaygın olan SWOT analizi alışkanlığı ile, Türkiye ekonomisinin güçlü ve zayıf yönlerinin, önündeki fırsatların ve tehlikelerin ele alındığını görmekteyiz. Elbette ki bu tür bir yaklaşımı benimseyenlerin ezici çoğunluğunun da emek ve emekçiler konusunda (olumlu içerikli) herhangi bir duyarlılığı bulunmuyor. Ancak, burjuvazi açısından, durumun az çok nesnel biçimde tespit edilmesinin bir zorunluluk arz ettiği söylenebilir.
Kuşkusuz, burjuva dünya görüşünün ‘nesnelliği’nin belirli sınırlılıkları mevcuttur. En açık problemlerden biri de bizzat ‘kriz’ kavramında ortaya çıkar. Görünürde birbirinden farklılaşan burjuva kriz kavrayışlarındaki ortak nokta, ideolojik olarak aynı piyasacı yaklaşıma dayanmalarıdır. Buna göre, kriz, geçici ve ‘arızi’ bir şey, sistemin özüne ilişkin olmayan, çeşitli tedbirlerle atlatılabilecek, geride bırakılacak bir olgudur. Piyasanın işleyişinin bir denge noktası mevcuttur, bazı nedenlerle (örneğin, ABD bankalarının aşırı hırslı olmaları, ödeme gücüne bakmadan herkese konut kredisi vermeleri gibi yapay nedenlerle) bu dengenin bozulmasına da kriz denilir. Bu evrede hükümetlerin devreye girmeleri ile göstergeler yavaş yavaş düzelecek, toparlanma başlayacak, yeni bir denge noktası tesis edilecektir. Uyanık firmaların ve ülkelerin kriz ortamında yapması gereken, krizi fırsata dönüştürmek için çaba harcamaktır.
Solun ve emekçilerin kriz kavrayışının bundan çok farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. İlk olarak, kriz dengeden uzaklaşma değil, kendi olağan işleyişi içinde sürekli olarak dengesizlik yaratan sistemin dengeye gelmesi, değer yasasının kendisini zorla kabul ettirmesidir. Krizde varlıkların gerçek sahiplerine geri döndüğünü belirten burjuva iktisatçısı, aslında kendisinden beklenmeyecek derin bir hakikati dile getirmiş oluyor. Zira, sistemin kriterleriyle verimsiz çalışan sermayeler krizle birlikte elenirken, sermaye el değiştiriyor, ‘asıl sahipleri’ne dönüyor.
İkinci olarak, kriz tesadüfi ya da arızi bir olgu değil, bizzat sistemin işleyişinin beraberinde getirdiği, dönem dönem zorunlu olarak içine düştüğü bir durumdur. Bu açıdan, kapitalizm krizli bir sistemdir. Krizi aşmak üzere getirilen tedbirler, ancak geçici bir soluklanma, belli bir erteleme süresi sağlar, tabii yalnızca bir sonraki krize kadar.
Üçüncü olarak, krizler, sınıflar arası çelişkilerin patlamalı biçimde açığa çıktığı, sermaye-emek ve sermaye-sermaye çatışmalarının şiddetlendiği dönemlerdir. Doğal olarak, burada işin içine birçok farklı boyut girer: işçi sınıfının örgütlülük derecesi, siyasal gücü, bilinç durumu, ülkedeki genel siyasal güç dengesi, kapitalizmin gelişmişlik düzeyi gibi. Bununla birlikte, kriz ortamında solun ve işçi sınıfının yapması gereken de krizi fırsata dönüştürmeye çalışmaktır. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de işlerin pek de parlak gitmediğini tespit etmekte yarar var. Krize karşı özellikle ilk aylarda sergilenen eylemlilik ve tepkisellik kalıcı kazanımlara yol açmadığı gibi, son birkaç aydır krizin varlığı bile neredeyse unutulmuş durumda. Emekçi sınıfın genel örgütsüzlüğü ve olduğu kadarıyla sendikaların da genelde pasif tutumu, işsizliğin ve çalışma saatlerinin artmasına, çalışma koşullarının (daha da) bozulmasına ve burjuvazinin yeni yasal düzenlemelere yönelik arayışlarının hızlanmasına izin verdi. Bir süredir rafta duran ‘projeler’ raftan indi ya da en azından gündeme alındı (bunların içinde ilk akla gelenler: özel istihdam büroları, kıdem tazminatının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret gibi talepler, sendikalar kanunu, sosyal güvenlik yasasında değişiklikler). Böylece kriz, genel olarak, sınıflar arası mücadelede sermayenin emek üzerindeki baskıyı arttırması için elverişli bir ortam yarattı.
Sermaye içi mücadeleye baktığımızda, krizle birlikte yürürlüğe giren vergi indirimleri ve teşvikler, sermayenin belirli kesimlerinin ayakta kalmasını sağladı. Zararların (maliyetlerin) toplumsallaştırıldığı ve kârların özelleştirildiği bir süreçte, devlet aracılığıyla, belli sektörler ya da firmalar kollandı. Otomotiv, beyaz eşya, demir-çelik tekelleri, hemen her ülkede koruma altına alındı. Türkiye’de yaşananlar bu açıdan dünya genelindekinden pek farklı değil. Dahası, Türkiye’de iç pazarda palazlanan sermaye gruplarının (Oyak, Ülker vb.) artık dünya çapındaki yeniden paylaşıma katılacak bir ölçeğe ulaştıkları da görülüyor.
Kuşkusuz, her ülkenin krizden etkilenme biçimi farklı. Türkiye örneğinde, dünyadan farklı olarak, bankacılık sektöründe şimdilik krize dair herhangi bir belirtiye rastlanmıyor. Küresel kriz ortamına rağmen Türkiye’de bankaların epey parlak bir performans sergilediklerini daha önce ortaya koymuştuk. Faiz gelirlerindeki aşırı artışa bağlı olarak, Türkiye’de bankalar kriz koşullarında kârlılıklarını bir önceki döneme kıyasla arttırarak korudular. Devlete ve şirketlere uzun vadeli ve yüksek faizli borç veren bankalar, halktan topladıkları (ortalaması çok kısa vadeli olan) mevduata uyguladıkları faiz oranlarını hızla aşağı çekerek, krizden nemalandılar. Sanayi kesiminin iki yıl öncesine kıyasla yüzde 10 civarında küçüldüğü bir ortamda, bankacılık kesimi büyümesini kesintisiz biçimde sürdürmüş oldu.
Bu, elbette, yalnızca sermaye içi bir karşılaştırma anlamına geliyor. Ancak, öte yandan, söz konusu aşırı kârlar yalnızca kamu kaynaklarının faiz yoluyla bankalara aktarılmasından ileri gelmiş değil. Zira, bankacılık sektörü özelinde, kriz bağlamında devreye sokulan emek karşıtı stratejilerin de ciddi bir rol oynadığı görülebiliyor. Dört büyük özel bankayı ele alarak, bunu kısaca sergilemeye çalışalım.
Her ne kadar krizin başlangıcı 2008 Eylül ayına (ABD bankalarının gürültülü iflaslarına) tarihleniyorsa da, gerçekte, küresel finansal sistemin 2007 yılı ortalarından itibaren daralmaya başladığı biliniyor. Dolayısıyla, özellikle finans kesimi, 2007 yılının ikinci yarısından bu yana aslında ‘kriz yönetimi’ düzenine geçmiş durumdaydı. Bunun bir yönünü likitte kalmak, DİBS toplamak gibi hazırlıklar oluştururken, bir yönünü de banka çalışanlarına yönelik baskıların arttırılması oluşturdu.
İlk dört büyük özel bankanın (İş Bankası, Akbank, Garanti, Yapı Kredi) personel sayıları, 2008 yılında bir önceki yıla göre yüzde 9 oranında artmış ve toplamda 61.700’den 67.200’e yükselmişti. 2009 Eylül ayı itibariyle, bu sayı (yavaşlayarak da olsa) artmaya devam etti ve 2008 yılına göre, yüzde 1.8 artışla 68.400’e çıktı. Ancak, görünürdeki artışın gerisinde, banka çalışanlarının istihdam yapısında ciddi hareketlilikler de yaşandı. Binlerce banka çalışanı işten çıkartılırken, kadrolara part-time vezne memurları, öğrenciler, düşük ücretli gençler eklendi. Genellikle alt kadrolara yerleştirilen ve daha düşük ücretle daha güvencesiz koşullarda çalışan kadınların istihdamı arttı, sayı olarak erkek çalışanlarla başabaş duruma geldi. Böylece, kriz vesilesiyle sistem kendi personel rejimini ‘rasyonalize’ etmiş oldu.
Bunun yanı sıra, yine ilk bakışta göze çarpmayan bir diğer hamle de daha fazla işi daha az çalışanın yapmaya başlamasıydı. Aynı bankaların şube sayılarına baktığımızda, 2008 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 19.7 gibi çok yüksek oranlı bir artış görmekteyiz. 2008 sonu ile 2009 Eylül ayı arasında ise, şube sayısındaki artış personel sayısındaki değişime yakın bir seviyede gerçekleşti (yüzde 1.2). Buna bağlı olarak, dört büyük özel bankada 2007 yılında 21.1 olan şube başına ortalama personel sayısı 2008 yılında 19.2’ye geriledi ve halen de o seviyede devam ediyor (2009 Eylül ayı itibariyle 19.3). Dolayısıyla, dört büyük özel banka, ‘rasyonalizasyon’ işlemini daha 2008 yılı içinde tamamlamış ve her şubede ortalama iki kişiyi (işgücünün yüzde 10’unu) saf dışı bırakmışlardı. 2008-2009 yılları arasında bu bankaların şube sayısının 3.500 civarında olduğu göz önüne alınırsa, banka işçilerinin ciddi bir baskıya maruz kaldığı anlaşılacaktır. Bankalardaki ücret seviyelerine dair bir veri yayınlanmış olsaydı, hiç kuşkusuz, durumun çok daha vahim olduğu görünür hale gelecekti. Ayrıca, kısa süre önce yürürlüğe giren ve tüm bankaları kapsayan ‘Ortak ATM’ uygulamasının da bankalarda çalışan sayısının azalmasını beraberinde getireceği tahmin edilebilir. Kısacası, diğer sektörlerde olduğu gibi bankalarda da, krizden çalışanların payına düşen, işten çıkartılmak ya da daha fazla çalışmak oldu.
Peki, baştaki soruya dönersek, ‘toparlanma’ gerçekten başladı mı? Kriz bitti bitiyor mu? Bu soruya verilecek yanıt, hiç kuşkusuz, siyasal ve ideolojik koşullanmalardan bağımsız olamaz. Krizi büyüme, ihracat, kapasite kullanımı gibi bazı göstergeler üzerinden ‘okumaya’ çalışan iktisatçılar, genellikle, negatif yöndeki gerilemenin durduğu ya da gerileme hızının yavaşladığı durumu büyük bir memnuniyetle ‘toparlanma’ olarak yorumlama eğilimindeler. Örneğin, işsizlik oranının Mart ayındaki yüzde 16.1’den Haziran ayında yüzde 12.8’e inmiş olması bile krizden çıkışın başladığına dair bir işaret olarak kabul ediliyor. Oysa, bir önceki yılın Haziran ayına göre işsizlik bir yılda aslında yüzde 30 artmış (yüzde 9.9’dan yüzde 12.8’e yükselmiş) durumda. Yaz aylarında turizm ve tarım gibi emek yoğun sektörlerin devreye girmesiyle işsizliğin gerilemesi zaten beklenmekteydi. Ancak, en iyimser yorum yapanlar bile bu ‘düzelmenin’ devam edip etmeyeceğine dair herhangi bir şey söyleyemiyorlar. Zira, işin aslı, işsizlik meselesinde ülke içinde alınacak tedbirlerle aşılması mümkün olmayan iki boyut söz konusu. İlk olarak, yeni yatırımlar giderek daha az emek kullanan, daha sermaye yoğun teknolojilere dayanıyor. Örneğin, fabrikalarda otomasyon sistemleri nedeniyle birçok işletme çok sınırlı bir istihdam yaratmış oluyor. ‘İstihdam yaratmayan sanayi’, önümüzdeki dönemde Türkiye’de işsizliğin giderek artacağına işaret ediyor. TÜİK’in olabildiğince iyimser verileri bile bu durumu gizleyemeyecek muhtemelen.
İkinci olarak, daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye ekonomisinin dünya pazarları ile entegrasyonunun son yıllarda çok ileri bir seviyeye gelmiş olması da ‘toparlanma’ ilan etmek için henüz erken olduğunu gösteriyor. Örneğin, Otomotiv Sanayii Derneği verilerine göre, Türkiye’de üretilen motorlu araçların 2006 yılında yüzde 70’i, 2007 yılında ise yüzde 74.6’sı ihraç edilmişti. Beyaz eşya ve elektronik sektöründe ise Vestel, Beko gibi büyük imalatçılar, aynı yıllarda üretimlerinin yüzde 75-80 arası bir bölümünü ihraç etmekteydiler. Söz konusu ihracat, aynı zamanda (ara malı biçiminde) büyük bir ithalata dayanmaktaydı. Dolayısıyla, Türkiye imalat sanayii içinde sürükleyici sektörlerde üretim yapısı öncelikle dış pazarlara yönelik bir biçimde oluşmuştu. 2008 yılı gibi krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı ve dış talebin gerilediği bir yılla kıyaslandığında dahi, 2009 yılının ilk dokuz ayında yapılan ihracat ortalama yüzde 32 seviyesinde azaldı. ÖTV/KDV indirimleri ve teşvikler otomotiv ve beyaz eşya tekelleri için (iç talebi öne çekerek) geçici bir rahatlama yarattığından, imalat sanayiinin son aylarda sergilediği üretim performansını ‘toparlanma’ olarak yorumlamak, en hafifinden yanıltıcı olacaktır. Üretim dış talebe bağlı olduğu için, yavaş ve yıllara yayılan bir toparlanma süreci çok daha büyük bir olasılık olarak görünüyor. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar, gelişmiş kapitalist dünya için en erken 2011 yılına işaret ediyorlar. Kapitalist dünyada işsizlik oranlarının henüz ‘dip’ yapmadığını belirtecek kadar da gerçekçiler (örneğin, ABD ekonomisi için 2010 yılının ikinci yarısında işsizliğin yüzde 10’u aşarak rekor kıracağı beklentisini dile getiriyorlar). Sonuç olarak, burjuva medyası ‘işler düzeliyor’ rüzgarını estirmeye çalışsa da, bunun böyle olmadığı aslında gayet iyi biliniyor.
‘Bir dönem bitti’, dünya kapitalizminin sözcüleri bunu net olarak söylüyorlar. Burjuvazi, birkaç yıl sürecek bir geçiş evresi için hazırlık yapıyor. Bir yandan işçileri sendikasızlaştırma çabalarını hızlandırırken, bir yandan da yeni sendikalar yasası ve diğer yasalar için bastırıyor. Son derece ‘ılımlı’ bir Orta Vadeli Program ilan etmiş olan hükümet, bunu tatmin edici bir hedef olarak sunmaya çalışıyor. Kriz döneminde getirilen teşviklerin ve vergi indirimlerinin faturası ise bir kez daha çalışanların sırtına yıkılıyor: 2010 yılı bütçesinde, dolaylı vergilerde olağanüstü artışlar, dolayısıyla daha pahalı bir yaşam ve buna karşılık ücretlerde ve diğer sosyal harcamalarda reel anlamda ciddi ölçüde gerileme ‘öngörülüyor’.
Sonuç olarak, burjuvazi açısından her şey yolunda gitse dahi, kriz öncesi yılların üretim ve ihracat rakamlarına ulaşmak en azından birkaç yıl alacak. Dahası, dünya kapitalizminin yeniden yapılanma çabaları bağlamında, birkaç yıllık bir arayış ve deneme-yanılma dönemini takiben, büyük olasılıkla yeni ve eskisinden farklı bir ekonomik ortam şekillenecek. İşte tam da bu nedenle, içinde bulunduğumuz dönemde verilecek mücadeleler çok kritik bir önem taşıyor. Sosyalizme, geleceğin eşitlikçi ve özgürlükçü toplumuna yönelik adımlar atılamadığı takdirde, ufukta kapitalist barbarlığın ‘gelişimi’ dışında bir alternatif görünmüyor.