Sendika-Siyaset İlişkisi Ve Siyasetsiz Sendika

İşçi sınıfının değişik düzey ve biçimde örgütleri arasında sendikaların, işçi sınıfının özlemlerinin egemen sınıf olarak örgütlenme hedefiyle karakterize olan bütünsel bir plana bağlı olarak taşıdığı büyük önem, sınıfın sorunlarına şöyle böyle ilgi duyan herkesin üzerinde anlaştığı varsayılması gereken genel bir doğrudur. Fakat bu konudaki bulanıklık, kafa karışıklığı, sendikal arın görmesi beklenen işlevin layıkıyla yerine getirmesinin engelidir. Ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, sonuç, sendikal mücadelenin zaafa uğratılması olacaktır. İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun son açıklamasında ifade edilen düşünceler, bu bakımdan bir talihsizlik olarak görülmelidir. Burjuvazinin hükümeti, patron örgütleri ve medyasıyla birleşik bir sınıf tutumu aldığı, açıkça “ideolojik” bir saldırı halinde olduğu bir zamanda işçi sınıfının açık politik bir tavır takınması bir zorunluluk iken bu tutumdan geriye düşecek açıklamalar, sadece uzun süreli hedefler bakımından değil, güncel sorunlar balonundan da tehlikelidir.
Dünya işçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, işçi sınıfının sınıf örgütleri olan sendikaların, burjuva ideolojisiyle, proletarya ideolojisi (ML Bilimsel Sosyalist Teori) arasında çetin mücadelelerin yaşandığı bir alan olma özeliği kazandığı görülür.
İşçi sınıfının ücretli kölelikten kurtulmak, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünya kurmak için yürüttüğü siyasal iktidar mücadelesinde sendikaların önemini ve oynayacağı rolü çok iyi kavrayan burjuvazi, bu örgütleri politik-ideolojik olarak ele geçirmek, yönlendirmek için her çeşit yönteme başvurmaktan geri] kalmamıştır. O, bunu başarabilmek için, çarlık Rusya’sı örneğinde olduğu gibi “Zubatov tipi örgütleri bizzat kendisi kurarak devreye sokmuş; fakat asıl olarak işçi sınıfı içindeki küçük burjuva tabakalara, işçi aristokrasisine dayanmıştır. İşçi sınıfı hareketinin, iktisadi mücadele sınırları içinde kaldığı sürece kendisi için yaşamsal bir tehlike arz etmediğini tarihsel tecrübesiyle kavrayan burjuvazi, bu yüzden, sendikaları işçi sınıfının “ekonomik örgütü” ve sendikal hareketi de, “ekonomik hareket” olarak nitelendirmiş, sendikaların ve sendikal hareketin siyasetten ve ideolojiden uzak tutulması gerektiğini söyleye-gelmiştir. Diğer yandan bu somut tarihsel ve toplumsal gerçeği gören proletaryanın öncüsü Devrimci Komünist Parti(ler) de, sendikalar ve sendikal mücadeleyi, “iktisadi mücadele”den daha çok proletaryanın siyasal iktidar mücadelesine çekmeye, sendikaları işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü savaşımda, birer örgütlenme ve direniş merkezleri haline getirmeye çalışmıştır. Karşıt güçler arasındaki (proletarya-burjuvazi) bu mücadele gönümüzde de bütün hızıyla sürmektedir.
İşçi sınıfı ve kamu emekçilerinin tarihinde olmadık bir genişlikte ve yaygınlıkta yoğun mücadeleler yaşandığı ülkemizde, sendikal hareket içinde açığa çıkan bir takım yanlış eğilim ve anlayışların, temel kaynaklarının da, süre-giden bu mücadelede aranması gerekmektedir. Türkiye işçi sınıfı hareketinin geleceği açısından tayin edici önemdeki bu sorun açıklığa kavuşturulmadan; başta İstanbul Şubeler Platformu olmak üzere ülkenin her köşesinde yaygınlaşan yerel işçi platformlarının, haklı ve doğru bir zeminde yaptıkları cesur çıkışlar, “iyi niyetli” çabalar olmanın ötesine geçemeyecektir. Çünkü birçok olgu göstermektedir ki, yerel işçi platformlarının bizzat örgütleyicileri konumunda bulunan, sendika yöneticilerinin savundukları sendikal anlayış, karşı çıktıkları ve ezip geçmek istedikleri (!) Türk-İş çizgi ve pratiğinden, tam bir kopuşu gerçekleştirebilecek netlik ve düzeye ulaşabilmiş değildir. Bu durum kendisini en yakıcı biçimde son TİS sürecinde gösterdi. Hepimizin bildiği gibi tabandaki yüz binlerin muhalefetine rağmen Türk-İş’in bürokrat yöneticileri 700 bin kamu işçisinin TİS’ini burjuvaziye peşkeş çekmesini başarabildi. Bu “başarıyı” gösteren sendika ağalarının hakkını teslim etmek gerekiyor. Ancak, bu durum Türk-İş’li bürokratların, başarılarından başkaca şeyleri de içeriyor ve işte tam da bu noktada yerel işçi platformlarının eksik ve hatalı kavrayışları kendini açığa vuruyor. Şubeler platformu, kendini azade kılmaya çalışsa da, siyaset ve ideoloji her şeyi belirler hale geliyor. Gerek Türk-İş’in TİS’leri bitirmesinin gerekçesi olarak öne sürdüğü düşünceler olsun, gerekse de İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun 4 Ağustos 1993 tarihli -İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun amacı, hedefi- açıklamaları olsun, sendikaların ve sendikal mücadelenin kapsamı ve niteliğine ilişkin, bilinen burjuva sendikal akım ve çizginin bir tekrarı olmakla kalmıyor, aynı zamanda işçi sınıfı içindeki nispeten ileri unsurlardaki bilinç bulanıklığının da bir göstergesi oluyor. Bu konudaki düşüncelerimizi açıklamadan önce, daha önce bir çok kez ortaya konmuş olmasına rağmen, sendikalar ve sendikal mücadeleyle siyaset arasındaki ilişkinin ne olması gerektiği üzerinde kısaca durmakta yarar var.

SENDİKALAR SALT EKONOMİK ÖRGÜTLER MİDİR?
Yazımızın başında da ortaya koyduğumuz gibi her tür burjuva düşünce ve akım, ekonomi ile siyaset arasına kalın bir duvar çekmek istemiş, işçi sınıfına salt ekonomik talepleri uğruna mücadele yürütmesini salık vermiş, siyasal alanın ise burjuvaziye bırakılması gerektiğini vaaz etmiştir. İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, doğduğu andan itibaren işçi sınıfı üzerinde etkin olan bu burjuva görüşlere karşı çıkmış, işçi sınıfının “kendisi için sınıf olmasının yolunu açmıştır. Ekonomiyle siyaset arasındaki kopmaz bağa dikkat çeken proletaryanın ölümsüz öğretmeni Karl Marx, sendikaların, salt ekonomik örgütler olduğunu ileri süren, bu anlamda da sendikal mücadeleyi yalnız iktisadi mücadele derecesine indiren kendi çağdaşları Proudhon ve Bakunin’i “… Sosyal olayın siyasal olaydan ayrı olduğunu söyleyemezsiniz, aynı zamanda siyasal olmayan bir sosyal olay asla yoktur,” (1) diyerek şiddetle eleştirmiştir. İşçi sınıfının ekonomik taleplerle yola çıkan her hareketinin topyekûn bir karakter kazandığında siyasal bir hareket (mücadele) niteliği kazandığını öne süren Marx, bu durumu şu parlak cümlelerle açıklar, “… İşçi sınıfının egemen sınıflar karşısına, bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket apaçık bir politik harekettir. Örneğin, belirli bir fabrikada hatta belirli bir sanayi dalında grevler vb. aracılığıyla kapitalisti iş gününü azaltmaya zorlama girişimi katıksız bir ekonomik harekettir. Buna karşılık 8 saatlik işgünü vb. bir kanun çıkartmak için girişilen hareket politik bir harekettir. Ve böylece işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden her yerde politik bir hareket doğar.”(2) Sorun bu kadar açık. Ancak biz anlamak istemeyenlere karşı devam edelim. Peş peşe üç alıntı… Bu alıntıların ikisi ülkemizden; ilki sendika uzmanı Yıldırım Koç’a diğeri ise çağdaş sendikacılığın ülkemizdeki “parlak ismi” Kristal-İş Genel Başkanı İbrahim Eren’e ait. Üçüncü alıntı ise, aradan neredeyse 100 yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yeni” adına savunulan görüşlerin ne kadar eski ve pespaye görüşler olduğunu kanıtlaması açısından döneminin Rus ekonomistlerinin kaleme aldığı 1899 tarihli Credo adlı belgeden. İşte alıntılar: “… İşçiler olarak sömürünün kalkmasını ve sermayenin baskı ve tahakkümünün sona ermesini istiyoruz, ancak bu istek sendikal alanda değil, siyasal alanda verilecek mücadeleyle gerçekleştirilebilir. Sendikalar ise siyasal iktidar mücadelesinin araçları değildir,”(3), “… Sendikal hareketin, uzun yıllar karşı karşıya olduğu sorunlar artık aşılmalıdır. Sendikalar ne ‘bir vekâlet kurumudur’ ne de ‘bir siyasal aktarma kayışı’dır,”(4), “… Rus Marksistleri için tek bir yol vardı, proletaryanın iktisadi mücadelesini desteklemek ve liberal (burjuva – S. Selçuk) muhalefet faaliyetine katılmak.”(5) Görüldüğü gibi bu üç alıntıda ortak olan yan, işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikalar, yalnız ekonomik örgütler olarak görülmesidir. Ve yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı bir mücadele yürütmelidirler. Zinhar siyasal mücadele yürütmeye kalkışmasınlar. Çünkü o alan burjuvaziye aittir. Şimdi Sayın Koç’a sormak gerekiyor: Hem bir yandan “sömürünün kalkmasını ve sermayenin baskı ve tahakkümünün sona ermesini” istiyorsun. Ama öte yandan milyonlarca işçinin örgütlendiği sendikaları bu mücadelenin dışında tutuyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Ama Koç’a haksızlık etmeyelim, o bu alıntının devamında şunları da söylüyor: “… Ancak bu arada sendikaların sermayedar sınıftan, hükümetten, devletten ve siyasal partilerden bağımsızlığı özenle korunmalıdır, “(6) Genel olarak doğru, yalnız bir koşulla: “siyasal partilerden bağımsızlık”tan kastedilen şey burjuva partilerinden bağımsızlığı ifade ediyorsa. Biz Koç’un öyle düşündüğünü pek sanmıyoruz; dolayısıyla bu da zevahiri kurtarmaya pek yetmiyor. Çünkü “sendikalar işçilerin (sömürüden ve sermayenin tahakkümünden – S. Selçuk) kurtuluşuna ilişkin görevlerini ancak fiilleri tamamen sosyalist bir espriden (siyasetten – S. Selçuk) esinlendiği taktirde yerine getirebilirler,”(7) Çağdaş sendikacı İbrahim Eren’in çağdışı görüşlerine ilişkin bir şeyler söylemenin bizce çok fazla önemi bulunmuyor. Bu sorun hakkındaki düşüncelerimizi yeri geldikçe yeniden ifade etmek üzere Lenin’den bir alıntıyla bitiriyoruz, “Sendikalar yalnız ‘sermayeye’ karşı acil mücadeleye dikkat çevirmemen işçi sınıfının genel siyasal ve toplumsal hareketlerinden uzak kalmamalıdır. ‘Dar’ (ekonomik – S. Selçuk) amaçlar gütmemeli fakat milyonlarca ezilen işçinin kurtuluşu için mücadele etmelidirler.” Çünkü “Üstelik tarihi tecrübe siyasal özgürlüklerin yokluğunun veya proletaryanın haklarının kısıtlanmasının, proletaryaya zorunlu olarak siyasal mücadeleyi daima ön plana koydurttuğunu göstermektedir,” (8) sanırız bu kadarı yeterlidir.
Türk-İş’in TİS’lerle ilgili açıklamalarına gelmeden önce, kısaca, kurulduğu andan itibaren Türk-İş’in politikalarına kimlerin yön verdiğine bakalım. Bilindiği gibi İkinci Paylaşım Savaşı’ndan en kârlı emperyalist güç olarak çıkan ABD, Sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı Batılı kapitalist, emperyalizmin önderi konumuna geldi. ABD’nin bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da hegemonyasını tesis etmeye yönelik olarak öne çıkardığı Truman Doktrini ve buna bağlı olarak devreye soktuğu Marshall Planı uyarınca, ABD, çıkarlarını garanti altına alacak uygulamalara girdi. Bu uygulamaların bir parçası da girdiği ülkelerdeki işçi sınıfı hareketine ve sendikalara bu temelde biçim vermek oldu. Ülkemizde de Türk-İş, kuruluş aşamasında Amerikan sendikacılığının doğrudan etkisi altında şekillendi. Girilen ilişkilerin boyutları birçok yönden deşifre edilip açığa çıkarılmış olmasına rağmen, günümüzde de Türk-İş’in politikalarına yön veren esas olgu budur. Kuşku yoktur ki; Türkiye işçi sınıfı bu durumu değiştirmek için yoğun mücadeleler yürüttü, bu cephede önemli kazanımlar elde etti. Ancak, bu kazanımlar Türk-İş’in burjuva sınıf işbirlikçisi politikalarını temelden dönüştürecek bir boyuta bugün de ne yazık ki ulaşamamıştır. Türk-İş’in gerek bir dönem önce reddettiği, daha açıkçası reddetmek zorunda kaldığı 24 ilkesi, gerekse de geleneksel “partiler-üstü politikası” olsun özü itibariyle burjuvazinin çıkarlarının “siyaset yapmıyoruz” adı altında işçi sınıfına empoze edilmesidir. Hiçbir siyasal olay ve olgu siyaset ve ideolojiden bağımsız oluşamayacağına göre Türk-İş her dönem politikanın göbeğindedir. Ama o, işçi sınıfının değil, burjuvazinin saflarında yer tutmuştur. Tabanın zorlamasıyla girmek zorunda kaldığı her mücadelede “amaçlarının siyasi değil, ekonomik olduğunu” önemle vurgulamış, bu tutumun işçi sınıfı içinde boydan boya yaygınlık kazanmasını büyük oranda başarabilmiştir. Marksist hareketin işçi sınıfı içinde zayıf kaldığı koşullarda, Türk-İş’e muhalif olarak ortaya çıkan birçok hareket, eşyanın tabiatı gereği Türk-İş’in politikalarına gerçek anlamda bir alternatif getirememiş, sonuçta bir biçimde onun sendikal platformuna eklemlenmiştir. Tam bu noktada başta İstanbul Sendika Şubeleri- olmak üzere yerel işçi platformlarının zaaf ve eksikliğinin bir yönüne işaret etmek gerekiyor. Bilindiği gibi Türk-İş en son 700 bin kamu işçisinin TİS’ini sonuçlandırdı. Tam bir satış sözleşmesi olan bu belgeyi, Türk-İş, özetle şöyle gerekçelendirdi: “Ülke çok zor bir dönemden geçmektedir, ülkenin ve kamunun çıkarları bu dönemde işçilerden fedakârlık yapmalarını beklemektedir” vb. Türk-İş ağaları tam bir ikiyüzlülükle sanki anlaşmayı istemeye istemeye imzalamak zorunda kaldıklarını lanse etmeye çalıştılar. Evet, TİS’lerin böyle bitirilmesinde birilerinin çıkarları vardı ve fakat bu asla “kamu” sözcüğüyle işin içine çekilmek istenen işçi sınıfı ve emekçiler değildir. Sözüm ona “politika yapmayan” Türk-İş, burjuvazinin çıkarlarını Türk toplumunun çıkarlarıymış gibi göstererek, ne “hin politikacı” olduğunu bir kez daha kanıtladı. Eğer politika terimi “tarihsel eylemi içindeki bir sınıfın kendi sınıf ilişkilerini genelleştirme hiçbir sınıf kendi sınıf ilişkilerini ve tarihsel konumunu bütün bir toplumun ilişkilerini ve giderek bütün insanların genel çıkarı adına gerçekleştirdiğini ileri sürmeksizin hegemonyasını yerleştiremez- ve buna göre bütünsel kılınmış bir dünya yaratma eylemini en rafine ve örgütlü halini ifade eder,”(9)se sanırız ne söylemek istediğimiz yeterince anlaşılır.
Yerel işçi platformlarından bu yönde ciddi bir eleştirinin gelmemesini ve buna uygun fiili pratik tutumların ortaya konamamasını bir zaaf ve eksiklik olarak nitelendirdiğimizde herhalde kimseye haksızlık etmiş olmayız. Böyle düşünmemize yol açan ikinci şey ise, yukarıda belirttiğimiz İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun 4 Ağustos tarihli açıklamalarında yer alan şu cümlelerdir: “… İstanbul Sendika Şubeleri Platformu hiçbir partinin siyasi görüşün güdümünde olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını açıkça belirtir. Platformun hedefi ideolojik değildir… vb.” (10) Ne denebilir ki! Düşüncelerimizi yukarıda açıklamıştık, ama tekrarlama pahasına bu konuda son defa Lenin’e başvuralım, “… İşçi kitlelerinin kendilerince hareketleri içinde hazırlanan bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, sorun yalnızca şöyle kendini gösterir: Ya burjuva ideolojisi ya sosyalist ideoloji ikisinin ortası yoktur. Çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideolojik kotaramamıştır, zaten sınıf zıtlıklarıyla parça parça bir toplumda sınıfların dışında ya da üstünde ideoloji olamaz, bu nedenle nasıl olursa olsun sosyalist ideolojiyi daraltma, ondan nasıl olursa olsun uzaklaşma burjuva ideolojisini güçlendirmek olur,” (11) demek ki, “… Hiçbir siyasi görüşün güdümünde olmamak” sizi siyaset dışı kılmıyor, aksine ona karşı mücadele yürüttüğünüz burjuvazi ve sermaye cephesinin değirmenine su taşıyor. Ve ayrıca böyle söylemekle Türk-İş bürokratlarıyla aynı kulvara düştüğünüzü adeta tescil ediyorsunuz. Eleştirilerimizi hatalı ve sert bulanlar olacaktır, ama “dost acı söyler”miş ve gerçekler her zaman acımasızdır. Buraya kadar söylediklerimizden kimse yerel işçi platformlarının girişimlerini küçümsediğimiz ve bu oluşumlardan umutsuz olduğumuz anlamını çıkarmasın; aksine içinde bulunduğumuz dönemde Türkiye işçi sınıfı hareketini ileriye taşıyacak merkezler buralar olacaktır. Yeter ki girilen bu yoldan samimi ve kararlıca ilerlensin, bünyesel zaafların aşılmasında açık yürekli olunsun. Ama önemle vurgulamalıyız ki, platform, Türk-İş ekolünün -sendikacılık çizgisinin- temellerine vurmadan, ona karşı sınıf sendikacılığı çizgisinde- gerçek anlamda devrimci alternatif oluşturmadan ilerleyemez.

KAYNAKLAR
1- K. Marx Felsefenin Sefaleti
2- K. Marx Sendikalar Üzerine
3- Yıldırım Koç – Temel Sendikal Eğitim
4- İ. Eren -1992 11. Genel Kurul konuşması
5- Credo adlı belgeden aktaran Alpaslan Işıklı – Sendikacılık ve Siyaset kitabı
6- Lenin 17’ler Protestosu / Aktaran Alpaslan Işıklı
7- Enternasyonal 1907 Stutgard Kongre Kararlarından
8- Lenin 17’ler Protestosu A.Işıklı
9- Aydın Çubukçu Kültür ve Politika
10- İstanbul Sendikal Şubeler Platformu 4 Ağustos 1993 tarihli açıklama
11- Lenin -Ne Yapmalı

Ekim 93 Sayı: 60

Emekçi sınıfların mücadelesi içinde Platformların rolü üzerine bir tartışma

İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini yakından takip eden hemen herkes, sendikal harekette ortaya çıkan, yaygınlaşan ve giderek çeşitlenen platform ve kurultaylar hakkında çeşitli düşünceler öne sürüyor. Bu tür oluşumların işçi sınıfı ve emekçilerin sendikal hareketinde yol açtığı olumluluklar göz ardı edilerek, taşıdığı zaaf ve eksiklikler öne çıkartılarak eleştiri bombardımanına tabi tutuluyor. Ortaya çıkış koşulları, şekilleniş süreçleri ve bağrında taşıdığı olumlu nitelikler göz ardı edilerek yapılan bu tür eleştiriler, yapıcı olmaktan çok yıkıcı, güç biriktirici olmaktan çok dağıtıcı bir işlev görüyor.
Öte yandan, tarihi boyunca olmadık bir kapsamda sermayenin saldırısıyla yüz yüze bulunan işçi sınıfı, bu saldırıları sendikalarının başına çöreklenmiş bulunan burjuva bürokrat sendika yönetimleriyle karşılamak durumunda bulunuyor. İşçi sınıfının örgütlülük ve mücadele potansiyelini önemli oranda dumura uğratan bu olgu, günümüzde işçi sınıfı hareketinin en önemli dezavantajı durumundadır. Fakat işçi sınıfı açısından yakın dönemde önemli tehlikelerden birini de, mevcut koşullarda önemi on kat daha artan işçi platformlarına sorumsuzca yaklaşan tutumlar oluşturuyor.

PLATFORMLAR VE ORTAYA ÇIKIŞLARI
Bugün ülkemizde var olan platformlar yalnızca işçilerin ve kamu emekçilerinin oluşturduğu platformlardan İbaret değildir. İçlerinde kitle örgütleri, meslek kuruluşları, sanatçı ve aydınlar tarafından yaratılan çeşitli oluşumların yer aldığı ve ilk anda sayılamayacak çoklukta “platform” ve “kurultay” bulunmaktadır. Mevcut platformları sınıflandırmaya tabi tutarsak, bunları, aynı kategoriden güçlerin oluşturduğu platformlar ve farklı güçlerin bir araya gelerek oluşturdukları platformlar olmak üzere başlıca iki başlık altında toparlayabiliriz. Örneklemek gerekirse şekillenişleri itibariyle, işçi sendikaları şubeleri platformu, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) ve Kamu Çalışanları Sendikaları Şubeler Platformu aynı kategoriden güçlerin oluşturduğu platformlar olarak nitelendirilmelidir. Bunun dışında kalan, “Demokrasi Platformları” ya da “kurultaylar” benzeri platformlar, ikinci tür platformları oluşturmaktadırlar. Platformlar arasındaki farklılıklar göz önüne alınmadan yapılan değerlendirmeler, kuşku yoktur ki kişiyi yanılgıya götürecektir. Elbette ki bu durumda ortaya çıkan her platform ya da kurultay kabaca olumlanacak, sınıf hareketinin ihtiyaçlarını ve alacağı olası biçimleri göz ardı eden, platformları oluşturan güçlerin sınıf niteliğinin ve çıkarlarının platformları ne yönde etkileyeceğini hesaba katmayan bir bakış açısı egemen hale gelecektir. Platformların değerlendirilişinde sıkça düşülen hataların başında, platformlara bu tür yaklaşım tarzları gelmektedir.
Hemen belirtelim ki, işçilerin, kamu emekçilerinin, düzene muhalif demokrasi güçlerinin oluşturdukları hiç bir platform ya da kurultayın karşısında değiliz. Ancak bir koşulla; hangi tür platformların, işçilerin, emekçilerin, halk yığınlarının, ne tür taleplerini karşılayabilecek mücadeleleri örgütleyip, yürütebilecekleri konusunda hiçbir tereddüt ve muğlâklığın olmaması koşuluyla.
Platformların gelişim süreçlerini incelemeye, en rafine örneklerini Ankara ve İstanbul’da farklı güçlerin oluşturduğu demokrasi platformlarında gördüğümüz örnekler üzerinde kısaca durarak başlayalım. Daha sonra, üzerinde ağırlıklı olarak duracağımız işçi sendikaları şubeleri platformuna geleceğiz.
Demokratik bir mücadele konsepti oluşturmada oldukça olumlu roller oynayabilecek bu tür platformları bekleyen esaslı tehlike, niteliği dikkate alınmadan bu oluşumlara, çeşitli çevrelerce yüklenmek istenen misyonlardır. İradi olarak bu platformlara dayatılmak istenen kimi talepleri, burada yer alan güçlerin bazıları benimseyip savunurken; diğer bir kesim güçler karşı çıkabiliyor. Bu dağıtıcı bir rol oynuyor. Kapsamı bu çapta olmasa da, benzer onlarca “platform” ciddi bir işlev görmeden sönüp gitmiştir. Hâlbuki bu tür platformlarda yer alan güçlerin talepleri demokratik, ortak asgari bir mutabakat zemininde birleştirilebilinirse devrimci bir rol oynayabilecektir. Öte yandan bu tür platformların en büyük zaaflarından birisi, özellikle kitle bağlarının hemen hiç yok denecek bir seviyede olmasıdır. Yer alan güçlerin (örneğin sendika, kitle örgütü ve meslek örgütü yönetimleri) örgütsel güçleriyle değil temsili nitelikleri ile bu tür oluşumlarda yer aldıkları sürece muhalif bir tutum deklare etmenin ötesine geçen fiili eylemlilikler yaratılamayacağı bilinmelidir. Ancak bu haliyle dahi, demokrasi mücadelesi açısından sınırlı da olsa olumlu bir işlev göreceği gerçeği yadsınamaz. Hal böyleyken birçok küçük burjuva oportünist çevre ve örgütün bu tür platformları her türden oluşumun önüne koyma tavırları dönemin özellikleri göz önüne alındığında oldukça manidardır. Bilinçli ya da “bilinçsiz” yapılsın, bu gibi abartılı yaklaşımların, işçi sınıfı ve emekçilerin oluşturdukları mücadele platformlarını gölgeleyen ve bu yönüyle de ona zarar veren tehlikeli bir eğilim olduğu gerçeğinin altını çizelim.
Kısaca değindiğimiz bu tür platform ya da kurultay oluşumlarının sınıf mücadelesi açısından nasıl bir yer tuttuğu, tutabileceği üzerinde durduk. Belirtelim ki, “platform” sorununda ana problemleri bu tür oluşumlar oluşturmuyor. Ülkedeki platform enflasyonunu bir yana, bırakırsak üzerinde en çok tartışılan platformlar, başta İstanbul şubeleri olmak üzere çeşitli illerde oluşturulan yerel işçi platformları, Kamu Çalışanları Sendikaları, Platformu (KÇSP) ve Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in içinde yer aldığı platformlardır. Elbette ki buna Türk-İş’in düzenlediği “işçi kurultayları”nı da eklemek gerekiyor.
KÇSP gerek oluşumu ve gerekse de memur mücadelesinde oynadığı roller itibariyle başlı başına incelenmesi gereken bir oluşumdur. Bu nedenle biz burada işçi sendikaları platformlarını, en gelişkin örnek olması açısından İstanbul Sendika Şubeleri Platformunu ele almakla yetineceğiz. Önce bu platformun ortaya çıkış nedenlerini oluşum süreçlerini ortaya koyup, yeri geldikçe bu oluşumlara yönelik eleştirileri incelemeye çalışalım.

İSTANBUL SENDİKA ŞUBELERİ PLARFORMU
İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun kuruluşuna kaynaklık eden temel olgu; örgütlü bir sendikal harekete duyulan ihtiyaçtı. 12 Eylül Cuntasının yasa ve yasaklamalarıyla tam bir örgütsüzlük ve dağınıklığın içine itilen işçi sınıfı, bizzat işçi sendikaları ve konfederasyonlarının yönetiminde bulunan burjuva-bürokrat sendika ağalan eliyle de örgütsüz kılınmaya çalışıldı. Bu durumu kabullenemeyen, öncü işçi ve sınıftan yana dürüst sendikacıların, örgütlü bir sendikal hareket yaratmak için girdikleri arayışın bir sonucu olarak İstanbul Sendika Şubeleri Platformu işçi sınıfının gündemine girdi. Bir başka ifadeyle o, işçi sınıfının örgütlenme ve direniş merkezleri olması gereken sendikaların burjuva işbirlikçisi bürokrat sendika yönetimleri aracılığıyla burjuvazi tarafından siyasi ve ideolojik olarak gasp edildiği koşullarda (bu durum ağırlıklı olarak günümüzde de devam etmektedir), birçok eksiklikler taşısa da olabildiği kadarıyla işçi sınıfı cephesinden bir karşı çıkıştı. O, ortaya çıktığı anda, taşıdığı nitelikler dolayısıyla, işçi sınıfını sendikal düzeyde temsil etme özelliğini içinde barındırıyordu. Böyle bir oluşumun örgütlü sendikal yapılar ve konfederasyonlar karşısındaki konumunun ne olması gerektiği konusunda, birçok siyasi çevre ve bizzat bu oluşum da yer alan sendikacı açısından muğlâklığını koruyor. Bazı kesimler şubeler platformlarını salt Türk Iş’e öneri götüren oluşumlar olarak nitelerken, diğer bazı kesimler de bu merkezleri var olan sendika ve konfederasyonlara alternatif bir sendikal örgüt olarak niteleyebiliyor. Oysaki sendika şubeleri platformlarının “alternatif olma yönü, ayrı bir sendikal örgütlenme merkezi okra yönü değildir. O, ancak mevcut burjuva sendikal akım ve anlayışlara karşı, sınıf sendikacılığı cephesinden, yeni bir sendikal akım ve anlayış geliştirebildiği ölçüde “alternatif olabilecektir. Yine sendikal çevrelerde sıkça dile getirilen ve bu oluşumların varlık nedenlerini, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in görevlerini yerine getirememiş olmasına bağlayan düşünceler ise, oldukça dar bir yaklaşım tarzını ifade etmektedir.
Günümüzde, çeşitli çevrelerce şubeler platformlarına sıkça yöneltilen, “Türk-İş’in uydusu olmak”, “sınıfın sendikal birliğini bölücü girişimdir”, “Tabanı temsil etmekten uzaktır” vb. türünden eleştirilerin, anlaşılacağı gibi bir bölümü “sol”dan yapılırken, diğer bir bölümü bizzat sendika bürokrasilerinden gelmektedir. Bu eleştirilerin bütününü ele alıp incelemek böyle bir yazının kapsamını oldukça aşmaktadır. Ancak önemli gördüğümüz birkaç nokta üzerinde durmaya çalışalım. İddia; 1991 Sendika şubeleri platformlarının yalnızca Türk-İş üyesi sendikaları kapsadığı ve DİSK ve Hak-İş karşıtlığı temelinde sınıfın sendikal birliğini bölücü bir rol oynadığı üzerinedir. DİSK savunucusu bu iddia sahipleri acaba bu oluşumun (İstanbul Sendika Şubeleri Platformu) ilk olarak ortaya çıktığı 1986 yılında, bugün kendi üyeleri olan Birleşik Metal İşçileri Sendikası, (o günkü adı Bağımsız Otomobil-İş’tir.) Hak-İş’e bağlı Özgıda-İş Sendikası ve bugün yine Hak-İş’e bağlı bulunan Özçelik-İş Sendikası (ki o günlerde adı bağımsız Çelik-İş Sendikası’ydı) üyesi şubelerini de kapsadığını; bugün de, Özgıda-İş 2 Nolu Şube ile Birleşik Metal İşçileri Sendikası Topkapı 2 Nolu şubelerinin hâlihazırda İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nda yer aldığını bilmiyorlar mı? (!) Ayrıca şubeler platformunun defalarca DİSK ve Hak-İş üyesi sendika şubelerine yaptığı çağrıları acaba neyle izah edeceklerdir? Öte yandan bugün şubeler platformu üzerine çarşaf dolusu yazı yazıp platformlara “şunu yapın”, “bunu yapmayın” türünden talimat vermeye kalkanlara, geçmişten günümüze onlarca kere platformun ölümünü ilan edenlere ne demeli?
Diğer bir eleştiri konusu ise, şubeler platformunun işçi tabanıyla olan ilişkisinin olmadığıdır. Elbette ki şubeler platformunun, aldığı kararların ne kadarını hayata geçirebildiği, tabana ne kadar yakın olduğu ve ne kadar işçiyi kucaklayabilip eyleme sokabildiği, bütünlüklü bir taktik eylem planına ne oranda sahip olduğu, tartışılır eleştirilir bir konudur. Bu soruların tamamına olumlu cevaplar verebilmek mümkün değildir. Fakat tüm bunlar, bu oluşumların taşıdığı dinamikleri ve sınıf hareketi üzerinde oynadığı olumlu rolü kabaca görmezden gelerek inkâr etmeye kadar götürülmemelidir. Özellikle İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun, birçok ilde bu tür oluşumların yaratılmasında bir esin kaynağı olduğu ve bu yönüyle de işçi sınıfı içinde boydan boya mücadeleci ve örgütçü bir eğilimin ortaya çıkmasına hizmet ettiği gerçeği gözler önündedir. Birçok devrimci-demokrat “sol”un göremediği bu olguyu deneyimli sendika bürokrasisi çok iyi gördü. Özellikle 26 Eylül ‘93’te Zafer Sineması’nda yapılan ve 2 bin 500 öncü işçinin seferber edilebildiği toplantının ardından, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in zevahiri kurtarma amacıyla da olsa, bir araya gelip platform oluşturma çabalarına yönelmeleri bu tür oluşumlardan duydukları kaygının boyutlarını göstermesi açısından önemli bir örnektir. Peşinden Türk-İş’in bölgesel “işçi kurultayları” düzenlemeye başlaması, şubeler platformlarına karşı bir girişim olarak değerlendirilmelidir.
Buraya kadar söylediklerimize bakarak, sendika şubeleri platformlarını, sınıf sendikacılığının bütün görevlerini tam olarak yerine getiren merkezler olarak nitelendiren bir düşünceye sahip olduğumuzu iddia edecek olanlara karşı cevabımız şöyle olacaktır: Şubeler platformlarını olumlamamızın nedeni, bu oluşumların taşıdığı bütün zayıflık ve zaaflara rağmen işçi hareketi açısından bir çıkış noktası olabilecek potansiyel ve dinamikleri bağrında taşıyor olmasıdır. Belirtelim ki, bir olgu ortaya çıkar çıkmaz eleştirel bir yöntemle incelemeye tabi kalmadan her yönüyle olumlamak ne kadar idealist sağcı bir yaklaşım tarzıysa, aynı olgunun, hareket üzerindeki yapabileceği olumlu yöndeki etkileri göz ardı eden sözüm ona “sol” eleştiride en az o kadar idealist bir yaklaşım tarzını ifade eder.
Vurgulamalıyız ki, bu tür platformların taşıdığı hatalardan arındırılıp işçi sınıfı, hareketinde olumlu bir gelişmeyi daha da derinleştirebilmesinin yolu öncelikle bağımsız varlıklarının garanti altına alınmasından geçmektedir. Bunun ilk adımı da, çok büyük çaba ve özveriyle gerçekleşen bu oluşumların çeşitli siyasi çevrelerin bir çekişme alanı haline getirilmesine izin vermemektir. Sınıf mücadelesinin sendikal harekette ortaya çıkardığı, karmaşık sorunlar karşısında, sabırlı olmak ve inatla olumluluklara sarılarak onu daha da ilerletme tutumu biricik doğru tutum olacaktır.

Ocak 1994

Emekçi Kadınlar Birliği Çalışmalarına Bir Bakış

Kadının kurtuluşu sağlanmadan, insanlığın gerçek anlamda kurtuluşunun sağlanamayacağı gerçeği, kadının kurtuluşu sorununu sosyalizm mücadelesine kopmaz bağlarla bağlamıştır. “Kadın kurtulmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” önermesi, salt devrim ve sosyalizm mücadelesinde kadın sorununa verilen önemi işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda sınıf mücadelesinde nesnel bir gerçekliği de reddedilemez bir biçimde açığa çıkartır.
Bu bağlamda denebilir ki, örgütlenebildiği oranda devasa bir güç haline gelecek olan kadın hareketini, kendi bileşeni haline getir(e)meyen bir devrimin ya da devrimci bir başkaldırının başarı şansı olmayacaktır.
Tarihsel tecrübeleriyle bu gerçeği çok iyi kavrayan burjuvazi, bu potansiyel gücü, elinde bulundurduğu siyasal erkin sınırsız olanaklarını kullanmak suretiyle kendi sisteminin dayanaklarından biri haline getirmek için her türlü manevraya başvurmaktadır. “Kadın hakçı çevreler”, “feminist gruplar” vd. bu zeminde hareket etmekte, kadın sorununu maddi temellerinden kopartarak darlaştırmakta, kadın sorununu sadece kadın ve erkek cinsi arasındaki bir problemmiş gibi sunmaya çalışmaktadırlar. Bu durumda feminizmin yöneldiği ve vuruş yaptığı sömürü düzeni değil, onun sonuçlan ve doğal olarak erkek cinsi olmaktadır.
Öte yandan bu durum karşısında Marksistler ise, kadın hareketini burjuvazinin etkilerinden kurtarmaya, onun “sistemler ve sınıflar üstü” bir sorun gibi sunulmasının önüne geçmeye, gerçek içeriğine kavuşturmaya, kadın hareketini sosyalizm hareketinin bir bileşeni haline getirmeye çalışırlar. Fakat bu asla kapitalizm koşullarında elde edilebilir olan “kadının demokratik haklan” ve “hak eşitliği için” mücadelenin küçümsendiği anlamına gelmez, aksine demokratik kazanımlar için mücadelenin ve fiili kazanımların sınıf mücadelesine daha geniş olanaklar ve deneyim kazandırdığı tartışmasız bir doğrudur. Örneklemek gerekirse, bunun kadınlara kazandıracağı şeyi Lenin şöyle ifade ediyor: “Boşanma özgürlüğü daha tam hale geldikçe kadınlar ‘evcil kölelik’lerinin kaynağının hak eşit(siz)liği değil, kapitalizm olduğunu göreceklerdir.” Ancak demokratik hakların ve hak eşitliğinin kazanılmasıyla sınırlı bir mücadele platformunun kadınları sosyalizm saflarına çekmede yetersiz kalacağı gözden ırak tutulmamalıdır.
Buraya kadar söylenenler, kaba bir “yorum” olmakla eleştirilebilir, belirtmeliyiz ki, amacımız kadın sorunundaki, farklı bakış açılarını ve ideolojik yaklaşımları incelemek ve eleştirmek değildir. Amacımız, emekçi kadın faaliyetinin günümüz koşullarındaki cisimleşmiş ifadesi olan, bağrında kitleselleşme ve hareketi ileri taşıma potansiyeli taşıyan Emekçi Kadınlar Birliği (EKB) çalışmalarını kısaca değerlendirmektedir.
Emekçi kadın faaliyeti konusunda kat edilen mesafenin, kadın sorunu üzerine yürütülen genel tartışmanın yerini yürütülen faaliyetin sorunları üzerinde bir değerlendirmeye imkân verecek düzeye ulaşmış olması bile 1994 8 Martı için başlı başına bir olumluluktur. Bir konuda neyin doğru ya da yanlış olduğu, kafada tasarlanmış ayrıntılı planlarla, ince detaylarla değil, somut faaliyetin sorunları üzerinde anlaşılabilir ve böylece tartışma can sıkıcı teorik genelleme-erden kurtulabilir. Bu bakımıyla EKB çalışmasının değerlendirilmesi, faaliyetini geriye çeken ve bir bakıma da doğal sayılması gereken zaaflarının eleştirisi önem taşıyor. Biz burada, göze çarpan bazı özellikler üzerinden kısa bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

KADIN HAREKETİNDEKİ GELİŞMELER
Ülkemizde, kadın ve kadın hareketinin örgütlenme sorunu, geçmişten bugüne Türkiye devrimci hareketi içinde, teorik-siyasal planda üzerinde çokça konuşulan, tartışılan fakat pratik-örgütsel cephede pek az şey yapılan bir sorun olma özelliği taşıyor. Nesnel bir değerlendirmeye tabi t tutulduğunda, durumun böyle bir gelişim seyri izlemesinde, devrimcilerin ve devrimci örgütlerin gerekli duyarlılığı göstermemesinden daha çok (böyle bir yanın olduğu şüphesizdir) soruna yaklaşımdaki politik darlığın, küçük burjuva ideolojisinin Marksizm adına savunulması vb. teorik-siyasal etkenlerin belirleyici bir rol oynadığı görülür.
12 Eylül darbesinin devrimci örgütleri dağıttığı, politik örgütlenme ve faaliyet alanının hemen neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı bir zeminde, kadın alanında önemli gelişmeler yaşandı. Özellikle ’80’li yılların ortalarından itibaren, o güne dek olmadık çeşitlilik ve hacimde “kadın çevreleri” ve “feminist örgütlenmeler” adeta yerden biten mantarlar gibi fışkırdı. Kuşkusuz bu gelişmeler tesadüfî değildi. Bu da bir yönüyle yenilgi koşullarının, geçmişin hatalarını haklılık vesilesi yapılmasıyla gerekçelendirilen bir keşfiydi. Burjuvazinin ideolojik yönlendirmesi altında şekillenen feminist kadın çevreleri, o günkü koşullarda “muhalif bir tutum ifade ediyor görünseler de, düzen çerçevesini aşmayan platformlarıyla sosyalizm karşısında apaçık gerici bir tutum alıyorlar.
Örgütlenmeleri dağıtılmış, kürsüleri ellerinden alınmış, bu anlamda da düzene karşı muhalefet yürütme zeminini yitirmiş bulunan Türkiye sol hareketi içindeki birçok örgüt ve grup bu gelişmelere abartıyla yaklaşmış, “muhalif bir değer biçmiş ve olumlamıştır. Günümüze taşman bu olumsuzluklar, yürütülen kadın çalışmalarında etkisini göstermekte, birçok “sağ” ya da “sol” sapmaya kaynaklık etmektedir.
’80’li yılların sonlarından itibaren işçi sınıfı, kamu emekçileri ve Kürt mücadelesi toplumsal muhalefete ivme kazandırmış, bu durumdan kadın hareketi de olumlu yönden etkilenmiştir. İşte başını işçi ve emekçi kadınların çektiği ve kendisini Emekçi Kadınlar Birliği olarak ortaya koyan kadın hareketi bu süreçte ortaya çıktı ve sınıf mücadelesinde gündemdeki yerini aldı.
Ülkemizde emekçi kadınların örgütlenme çabalarının tarihi oldukça eskilere dayanır. Ne var ki, doğru bir siyasi önderliğin olmayışının yol açtığı hata ve zaaflardan dolayı bu çabalar amaca ulaşmada yetersiz kalmış, kadın faaliyeti salt 8 Mart’ı kutlamayı içeren bir faaliyetin ötesine geçememiş, kadın hareketinde devamlılığı sağlayacak bir örgütlenme yaratılamamıştır. EKB çalışmalarına öncel teşkil eden bu olgu aynı zamanda emekçi kadın hareketinin üzerinde yükseleceği güçlü bir mirasının olmadığının göstergesi olmasının yanı sıra çalışmalarda önemli bir dezavantaj oluşturmaktadır.

ÖRGÜTLENME YÖNÜYLE EKB
İlk adımları ’92 yılının sonlarında atılan ve o günkü adıyla Emekçi Kadınlar Kurultayı (EKB) olarak yürütülen çalışmaların bugün Emekçi Kadınlar Birliği (EKB) adıyla devamlılığının sağlanabilmiş olması en olumlu yanıdır. Ancak bu süreçte birçok sorun yaşandı ve EKB hâlâ bünyesinde önemli zaafları barındırmaya devam ediyor. Bunların üzerinde kısaca durmaya çalışalım.
Emekçi kadın hareketinde faaliyet yürüten çevrelerin önemli bir bölümü, çalışmaları, 10-11 Temmuz tarihinde İstanbul’da yapılan kurultayla birlikte bitirmek gerekir düşüncesini savunabilmişlerdir. Kadın sorununu hâlâ belli kampanyalar düzeyinde ele alan bu tür anlayışlar nasıl gerekçelendirilmeye çalışılırsa çalışılsın özünde kadın hareketini sosyalizm hareketine bağlamadaki cesaretsizliğin bir ifadesi, küçük burjuva reformist politikaların dillendirilmesidir. Hele ülkenin çeşitli illerinde düzenlenen toplantılara binlerce kadının katılıp, sorunlarını tartışarak, “bize yol gösterin!” diye haykırdıkları koşullarda herhalde denmesi gereken en son şey, “bu işi burada noktalayalım”. Öte yandan mücadelenin diğer alanlarında farklı düşüncelerde insanların bir araya gelmede önemli güçlükler yaşadığı düşünüldüğünde, birçok çevrenin kadın çalışmasında bir araya gelebilmiş olmasının değeri iyi bilinmelidir. “Tüzel kişiliğin” kazanılması ve yeri belirlenmiş bir mekândan faaliyetlerin yürütülmesi bir an önce sağlanmalıdır düşüncesi temel tartışma konularından birini oluşturuyor. Tüzel kişilik kazanılmasıyla, yeri belli mekândan faaliyet yürütme arasında bire bir ilişki kurmak pek doğru olmayacaktır. Zira “tüzel kişilik” kazanma nihayetinde bir olanaklar sorunudur ve örgüt sorununa idealistçe yaklaşılmadığı sürece asgari koşulların var olup olmamasıyla ilgilidir. Oysaki bu merkezi bir mekândan faaliyet örgütleme olanaklarının var olup olmamasından çok bir anlayış sorunudur. Elbette ki, merkezi bir mekân olmalıdır ama aslolan ne olacaktır? Kadın yığınları içine yayılan bir faaliyet mi, yoksa “eski” tarzda “dernekçilik” yapma mı?
Çalışmaların işçi ve yoksul semtlerine kaydırılmak istenmesi EKB’nin örgütlenme sorununda içine düştüğü bir diğer yanılgıdır. Söylemeye dahi gerek yoktur ki, işçi ve yoksul semtlerdeki kadınları bünyesinde barındırmayan bir kadın örgütlenmesi eksik kalacaktır. Ne ki, bağımsız anti-faşist kitlevi bir kadın örgütü esas olarak sendikalarda, fabrika ve üretim birimlerinde kurulan kadın komisyonu, kadın grupları ve kadın bölümlerinin üzerinde yükselmelidir. Kuşkusuz bu örgütlenme, gençlik örgütlerinin genç kadın gruplarını, ev kadınlarının semt ve mahalle gruplarım da kapsamalıdır. Ancak bugün kavranması gereken halka, kadınların yoğun olarak çalıştığı fabrikaları, kamu işletmelerini ve üretim birimlerini temel çalışma alam olarak ele almak ve buna uygun bir faaliyet örgütlemektir.

KİTLESELLEŞME FAALİYETİ YÖNÜYLE EKB
Hedefini, emekçi kadınların, bağımsız anti-faşist demokratik kitle örgütünü yaratmak olarak belirleyen EKB, doğaldır ki, öncelikle çözülmesi gereken problemin kitleselleşmeyi sağlamak olduğunu da görmelidir. Bugüne kadar hatırı sayılır sayıda kadını harekete geçirebilmiş olması onun bu konuda iyi bir noktada bulunduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, kampanyalar şeklinde de olsa düzenlediği faaliyetlere çektiği kadınların ne kadarını kendi bünyesinde örgütleyebildiği ortadadır ve bu sorun başlı başına ele alınıp tartışılması ve çözülmesi gereken bir problemdir. Kitleselleşme adına izlenen pratiğe bakıldığında, kolayca içine düşülen yanlışlar dikkat çekicidir. Bunların başında emekçi kadın faaliyetini salt devrimci kadınların faaliyetinin toplamına indirgeyen anlayışlar gelmektedir. O kadar ki, içinde faaliyet yürüten siyasi çevrelerden unsurların bir araya geldiği toplantılar, kitle toplantısı olarak nitelenebilmekte, bu durum kitleselleşmede bir ölçüt olarak değerlendirilebilmektedir. Politikleşmemiş kadınları göz ardı eden bu tutum giderek kitleselleşmenin önünde en önemli engel haline gelmiştir.
Emekçi kadın kitlelerini örgütlemenin iyi bir aracı olan EKB Bülteni’nde de aynı yaklaşım tarzı kendini hissettiriyor. Entelektüel düzeyi itibariyle sıradan bir emekçi kadına hitap etmekten çok, belli bir bilinç seviyesine ulaşmış bulunan kadınlara hitap etmektedir. Hâkim sınıfların, işçi sınıfı, kamu emekçileri ve Kürt halkına karşı yürüttüğü saldın politikası, yanılsamalı bir bilinç götürmekte bunun sonucu da bülteni genel söylemli siyasi-politik dergi havasına büründürmektedir. Hâlbuki bültenin dili sıradan bir kadının anlayabileceği bir yalınlıkta olmalı, konu seçimi, bu özellik dikkate alınarak belirlenmelidir. Elbette ki teori de olacaktır fakat bugünkü haliyle hangi bilinç seviyesine hitap ettiği muğlâk kalmakta ve geniş kadın kitlesini kucaklama şansını yitirmektedir.
EKB çalışmasında ortaya çıkan ve kitleselleşme sorununu kavramadaki eksikliği en çarpıcı tarzda gözler önüne seren bir örnekten söz etmek istiyorum: “Özelleştirmeye Hayır” kampanyası. Özelleştirme girişimleri toplumun her kesimini ilgilendirdiği gibi kadınları da yakından ilgilendiren bir sorundur, bu doğru; ancak açıklığa kavuşturulması gereken, özelleştirme politikalarıyla kadın sorunu arasında kurulan bağın ne olduğudur. Sınıfın gündeminden uzaklaşmamak kaygısıyla, EKB gündemini uzun bir süre salt “özelleştirmeye hayır” çalışmaları oluşturdu, yarın bir başka sorun karşısında aynı yol tutulduğunda mantıksal olarak varılacak nokta, bağımsız bir kadın çalışmasına temel teşkil eden kadının kadın olmasından dolayı yaşadığı özgül sorunlarından uzaklaşma olacaktır. Şayet kitle-selleşme sorunu aşılacaksa bunun yolu ancak asıl olarak kadınların özgül sorunlarını merkezine alan ve bu talepleri politik mücadelenin bir parçası haline getirmeyi hedefleyen bir çalışma yürütmekten geçer ve bu da asla sınıfın gündeminden kopmak anlamına gelmez. Gözden kaçırılmaması gereken gerçeklik, kitleselleşme sorununda, faaliyetin niteliğinin belirleyici olduğudur, belirttiğimiz üzere kadın hareketine kaynak teşkil eden özgül sorunlardan uzak kalındığı oranda kitleselleşmeden de uzak kalınacağı akıldan çıkartılmamalıdır.
Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. O da Türkiye sol hareketinin “malul” hastalıklarından biri olan “kadro devşirme” hastalığıdır. Bu hastalık, EKB’yi de boydan boya sarmış bir vaziyettedir. Hiç kuşkusuz yığınlar içinde faaliyet yürüten bir politik örgütün, bu faaliyetin içinden kadro kazanma politikası elbette olacaktır bu yönüyle bir yanlışlıktan söz edilemez. Ancak faaliyetin yalnızca buna endekslenmesi yığınlara karşı sorumsuzca ve dar grupçu bir tutumdur. Lafı edildiğinde herkes yığınların çıkarları üzerinde bir çıkarının olmadığından dem vurur, ama iş pratiğe geldi mi tam tersi tutumlar sergilenir. Yığınlar, ancak kendi talepleri temelinde yükseltilen bir mücadelenin içinde politik mücadeleye ve politik örgüte kazanılabilir. Yığınlar kendi sorunlarına sahip çıkıp savunanları bağrına basmış, en iyi unsurlarını onların hizmetine sunmuştur. Tarihsel tecrübeler bizlere bunun böyle olduğunu öğretmiştir.

SONUÇ OLARAK

EKB, gerek örgütlenme, gerek kitleselleşme ve gerekse de diğer bazı yönlerden bünyesinde önemli zaaflar barındırmaktadır. Ama o tüm bunlara karşın bugüne dek emekçi kadınları örgütlemeye yönelik olarak atılan en ciddi adım olması itibariyle büyük önem ve olumluluk taşıyor. İlk ve yeni olan, beraberinde her zaman belli bir hata payını da getirir, sorun hata yapıp yapmamak değil, hatalara karşı nasıl tutum alınacağıdır. En küçük bir destek ve yardımda bulunmadan eleştiri adına uluorta ahkâm kesmenin kimseye bir yararı olmayacaktır.
Öte yandan tersi ne kadar iddia edilirse edilsin, EKB içinde de kadın sorununa ve kadın hareketine ilişkin olarak burjuva görüşler hayli yaygındır. Diğer bir ifadeyle burjuva ideolojisiyle proleter ideoloji arasında uzlaşmaz karşıtlık temelinde yürütülen mücadele kadın alanında da, özelde de çalışmalarında sürmektedir. Burjuva ideolojisi ve onun yansımaları, emekçi kadınlar faaliyetinden sürülüp atıldığı oranda EKB gerçek işlevine kavuşabilecektir. Bu iş kolayca, bir günde başarılacak cinsten değildir. Çeşidi biçimler altında kendini gizleyen burjuva görüşler fırsatını bulduğu an açıktan saldırıya geçmekten geri durmayacaktır. Böylesi durumlarda proleter sınıftan kadınların varlığı EKB içinde devrimci çizginin dayanakları olabilmeli, gereken inisiyatifi ve cesareti ortaya koyabilmelidir.

Mart 1994

Sınıf hareketi ve 1 Mayıs

’95 1 Mayısı’na çok az bir süre kaldı. Mevcut durum göz önüne alındığında işçi ve emekçiler açısından durumun pek de parlak olmadığı ortada. 1 Mayıs’ın işçi ve emekçiler açısından ne anlama geldiğine ilişkin olarak bugüne dek binlerce sayfa dolduracak kadar söz edildi. Bu nedenle biz ayrıca üzerinde durmayacağız. Ne var ki; sarf edilen bu sözlerin birçoğunun oldukça soyut kaldığını; kuru bir tarih anlatıcılığının ötesine geçmediğini, dönemin ihtiyaçlarını hiç dikkate almayan hamasete dayanan ajitatif bir söylem olarak kaldığını belirtmemiz gerekiyor.
Oysa 1 Mayıs’ın anlam ve önemi tarihsel olduğu kadar günceldir de. Bu bakımdan dönemin temel karakteristik olay ve olgularını, emekçi sınıflar hareketinin düzeyini, devrim ve karşıdevrim arasındaki verili güç ilişkilerini ve mevzi konumlanışı, bugünkünü bir öncekinden farklı kılan yanların neler olduğunu ve bir dizi diğer etkeni hesap dışı tutan bir taktik tutum daha başından iflas etmeye mahkûmdur. Bir başka anlatımla; 1 Mayıs, proletaryanın iktidar mücadelesinin dönemsel olarak tezahür ediş biçiminin bir unsuru olduğu ve onu ilerletici bir rol oynadığı oranda anlamlıdır.
O nedenle; ’95 1 Mayıs’ındaki taktik tutum ne olmalıdır sorusunu cevaplamadan önce yukarıda sayılan olgulara dikkat çekilmesi gerekmektedir.

BURJUVAZİ VE DİKTATÖRLÜK POLİTİK GÜÇSÜZLÜĞÜ YAŞIYOR
İçinde bulunduğumuz dönemin en karakteristik özelliği; burjuvazi ve diktatörlüğün – politik bakımdan tarihinin en güçsüz dönemini yaşıyor olmasına karşın; bu güçsüzlüğü olgun bir politik krize kadar ilerletip burjuva-kapitalist sistemi yıkıma uğratacak sınıfın (proletaryanın) hareketinin taşıdığı nitelik (kendiliğindenlik) ve içinde bulunduğu durgunluktur. Üzerinde bulunduğu dar sendikalist platform, işçi hareketinin neredeyse elini kolunu bağlamış durumdadır.
İşçi ve emekçi hareketinin bu özelliği son Gaziosmanpaşa olaylarında kendini apaçık dışa vurmuştur. Daha sonra değineceğimiz gibi patlak verdiği andan itibaren bir halk direnişi, yoksulların sisteme bir başkaldırısı karakteri kazanan Gazi Mahallesi ve Ümraniye direnişinin sunduğu eşi az bulunur imkânlardan yazık ki işçi sınıfı ve kamu emekçileri ve onların hareketi yararlanamamıştır.
Burjuvazi ve diktatörlük, işçi ve emekçileri aldatmaya dönük manevra imkânlarını önemli ölçüde tüketmiş bir durumda. Parlamento içinde ve dışında mevcut DYP-CHP hükümetinin dışında burjuvazi açısından göz doldurur bir alternatif şimdilik görünmüyor.
Gerek özelleştirme uygulamaları, gerekse 5 Nisan “ekonomik istikrar paketi” çok ciddi engellerle karşılaşmadan uygulanma olanağı bulmasına rağmen: iç ve dış borç kıskacında kıvranan ekonominin ihtiyaç duyduğu taze para akışını sağlamaya yeterli gelmemiştir. Enflasyon cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamına bu dönemde ulaştı. Yeni bir iç ve dış borçlanma ihtiyacı her geçen gün artarak devam ediyor. Dış politika alanında yaşananlardan söz etmek dahi gereksiz. Kıbrıs’tan, Kafkaslara, Balkanlar’dan, Ortadoğu’ya tüm alanlarda kurgulanan politikalar iflas etmiş, Türkiye egemen sınıflarının, gelinen aşamada emperyalistlerin saray soytarılığını yapmaktan başka seçenekleri kalmamıştır.
Diğer yandan, uzun zamandır özlemi duyulan moral ortamın gümrük birliği antlaşması ile yakalandığı hesap edilirken; patlak veren Gaziosmanpaşa direnişi her şeyi altüst etti. Şimdilerde Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi operasyona umut bağlanmış durumda. Bizzat Tansu Çiller’in deyimiyle “medyanın yardımıyla kazanılacak olan zafer” daha önce çeşitli kereler olduğu gibi yine bu vesileyle “ülkenin makûs talihi”nin yenildiği tarihi bir an olarak lanse edilecekti. Ancak operasyonun başlangıcından bu yazının kaleme alındığı tarihe kadar geçen sürede gerçekleşenler burjuvazi ve onun “Mehmetçik medya”sının aksi yönde gösterme çabalarına rağmen amaçlananın tersine operasyonun tam bir fiyasko olduğunu gösteriyor. Öyle görünüyor ki; burjuvazi ihtiyaç duyduğu Pirus zaferini bu kez de elde edemeyecek. Burjuvazi ve diktatörlüğü sarsan, ekonomik ve politik olarak onu güçsüz düşüren olgular kuşkusuz bunlardan ibaret değil. Yaşanan sosyal çalkantılar ve iktisadi bunalımın toplamı üzerinden bir değerlendirme yapıldığında varılacak sonuç şudur: Girdiği krizin tahrip edici sonuçlarını hafifletmek, anlık da olsa soluklanabilmek için sermaye cephesinin ve onun devletinin işçi ve emekçilere saldırmaktan öte bir başka seçeneği yoktur. Zaten o da tereddütsüz bir saldırı politikası uygulamaktadır. Bunun ötesinde eğer kısmi bir istikrar ortamından söz edilebilirse; bu durum çok geçicidir ve burjuvazinin emekçi sınıflar karşısındaki olanaklarını tüketme pahasına sağlandığı unutulmamalıdır.

DURGUNLUK İŞÇİ HAREKETİNİ TAHRİP EDİYOR
Sermaye cephesi tarihinin en güçsüz dönemlerinden birini yaşarken bu olgunun doğal sonucu olacak yıkımı ve dağılmayı yaşamıyorsa bunun başlıca sebebi yukarıda da vurguladığımız gibi; işçi ve emekçi sınıfların hareketinin düzeyi ve üzerinde durduğu platformdur. Burjuvaziyle iktidar düzeyinde açık çatışmalara girmenin ve egemen otoriteyi yıpratıp dağıtmanın maddi olanakları giderek olgunlaşırken, işçi hareketi; bu gerçeği gören ve mücadele platformunu açık siyasal çatışmalar düzeyinde ele alan bir tutumla hareket edemiyor.
Oysa ekonomik taleplerle sınırlı bir platformda kalındığı sürece en küçük ekonomik hak talebinin dahi elde edilemeyeceği gerçeği son yılların pratiğiyle defalarca kanıtlanmıştır. 26 Mart tarihinde Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılan “işçi Kurultayı”nın belki de olumlu ve anlamlı tek sonucu; bu durumun artık ileri işçi kesimlerince de görülmeye başlandığıdır. Sınıf hareketinin üzerinde bulunduğu ekonomik-sendikalist platformdan politik bir platforma sıçramasına hizmet edecek bir işçi ve emekçi karakterli kitle partisine olan ihtiyaç kurultay boyunca konuşanlar tarafından önemle vurgulandı.
İşçi hareketinin içine girdiği durgunluğun uzun sürmesinin bir diğer sonucu da, küçük burjuva sınıf dışı akımların kendilerine alan açma çabalarını giderek yoğunlaştırmalarıdır. Bu olgu kendisini en örtülenemez halde son kurultay çalışmalarında gösterdi. Öyle ki en son İstanbul’da Şubeler Platformu’nca yürütülen “kurultay çalışmaları”, sınıf hareketinin ihtiyaçlarının tespit edilip bunların karşılanması için çaba gösterilmesinden daha çok küçük burjuva sınıf dışı unsurların, bloke edici ve dağıtıcı girişimlerini bertaraf etme mücadelesine sahne olmuştur. Ama bu arada olan olmuş, kurultay çalışmalarından önemli sayıda işçi kendini geri çekmiştir.

HAREKETİN ÇIKIŞ NOKTASI NEREDEDİR?
’95 1 Mayısı öncesine denk gelmesiyle daha da büyük bir önem kazanan İşçi Kurultayı; işçi hareketi ve onun sorunlarından kimin ne anladığını da gözler önüne serdi. Marksistlerin; sınıfa önderlik etme kavramının içeriğini, sınıfın politik iktidar mücadelesinde sınıfa yardımcı olma olarak ifadelendirmelerini işçi kuyrukçuluğu olarak nitelendiren “bilgiç bay”ların sınıf hareketinden ne anladıkları kurultay çalışmaları boyunca açığa çıktı. Kendileri dışında herkesi Marksizm cahili sayan bu baylara izin verirlerse birkaç hatırlatmada bulunalım. Gerek Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılan “İşçi Kurultayı” sırasında ve gerekse kurultay sonrasında yürüttüğünüz propaganda oldukça düşündürücü ve bir o kadar da sorumsuzcadır. İlan ediyorsunuz ki; “Şubeler Platformu gereksizdir. O, küçük çaplı sendika ağalarının post kapmak için sınıfı alet ettikleri bir zemindir. Sendikalist oportünizmin merkezidir vb.”   Merak etmeyin, öyleyse ne işiniz var burada diye sormuyoruz. Malum, Marksistler en gerici yerlerde bile çalışırlar ya, sizin de buradaki varlığınızı “Marksistliğinize (!)” yoruyoruz. Ama şu sorular hâlâ açıkta ve cevaplanması gerekiyor: Bir dönem önceye göre (örneğin ANAP hükümetleri dönemi) mevcut İşçi Sendika Konfederasyonları ve Sendika Genel Merkezleri muhalefetlerini biçimsel olarak da terk edip tamamen burjuvazinin bayrağının altına girmediler mi? Kamu çalışanları Konfederasyonlaşma Kurulu, “yurtseverlik” gerekçesiyle eylem kaçkınlığı platformuna savrulup, daha önce kararlarını aldığı eylemleri iptal ederek “yeni bir mücadele süreci”ni başlatmadılar mı? Son Gaziosmanpaşa ve Ümraniye direnişlerine, o çok eleştirip kendinizce yerin dibine batırdığınız Şubeler Platformu’ndan başka iş bırakıp fiilen destek veren bir işçi ve memur platformu veya oluşumu var mı? Ve tüm eksikliklerine karşın sınıf hareketinin durgunluktan çıkmasına yardımcı olacak bir başka işçi platformu var da acaba biz mi görmüyoruz?
Öyle; ayağa kalk, parçala, yırt at, şunu yükselt, bunu yere çal türü hamasi nutuklarla sınıfın hareketinin, kendiliğinden bilincin etkisinden çıkıp politik bir mücadele platformuna sıçradığı nerede görülmüştür? Herkes kendi yoluna… Biz sizin kahredici eleştirilerinizi göze alma cüretini göstererek; işçi sınıfına yardımcı olmaya ve onun mücadele zemininde ortaya çıkardığı oluşumlara desteğimizi sürdürmeye devam edeceğiz… Elbette eksiklikleri eleştirerek. Bu bâbtan söyleyeceklerimizi bitirirken kimseyle polemik yapma gibi bir özel amaç taşımadığımızı belirtelim. Gerekli olduğu için söyledik, çünkü, gerek içinde bulunduğumuz ve gerekse gelecek dönem açısından, reformizm ve sendikalizmin yanı sıra küçük burjuva pratiği de işçi hareketi için ciddi bir handikap oluşturuyor.

KRİZ VE OLANAK
Burjuvazinin politik güçsüzlüğü olgusuna bu yazıda çok sık vurgu yaptık. Bunun bir nedeni de, işçi hareketi ve sendikal hareket içerisinde yarattığı etki ve değişimlerdir. Bir kısmına yukarda işaret etmeye çalıştığımız bu durumu biraz daha açmak gerekiyor.
Keskinleşen çelişkiler sadece sermaye cephesinde değil, kendiliğindenliğin egemen olduğu işçi sınıfı saflarında ve sendikal harekette de yeni kriz öğelerini gündeme sokmaktadır. Burjuvazinin sınıf içerisindeki uzantısı olan sendika bürokrasisinin sınıfa karşı tutum ve konumlanışları bu gibi anlarda çok daha anlaşılır, üstü örtülemez hale gelmektedir. Kriz olanaktır. Ancak şu ana kadar ne yazık ki bu olanağı işçi sınıfından çok burjuvazi kullandı. Oysa sendika bürokrasisinin işçi hareketinden tecrit edilmesinin olanakları bugün her zamankinden daha fazladır.
Gaziosmanpaşa ve Ümraniye emekçi halk direnişleri patladığında işçi sınıfı ve kamu emekçileri ve onların ileri unsurları adeta seyirci konumunda kaldılar, İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun iki saatlik iş bırakması dışında -ki o da önceki benzer iş bırakmalarına göre dar kalmıştır- ciddi olarak hiçbir tutum geliştirilememiştir. Oysa bu direnişler devleti temellerinden sarsan bir etki yarattı, işçi sınıfı kendi üstüne düşenleri yapamayınca, burjuvazi Türk-İş ağalarının da yardımıyla bu olayları devrimci örgütlere karşı bir karalama kampanyasının malzemesi haline getirebildi.
18 Mart tarihli Türk-İş Başkanlar Kurulu imzalı bildiri, her düzeyde sermaye ve devlet politikalarının savunulduğu bir ibret belgesi olarak yayınlanıyor; ama bunun karşısına sınıf cephesinden dikilip hesap soracak kimse çıkmıyor. İmkân mı yok? Var. Olaylar karşısında iki saatlik iş bırakma tutumu takınan Şubeler Platformu, iş ağalardan hesap sormaya geldi mi kılını kıpırdatamıyor. Peki, bunun nedeni sadece üst yönetimlere karşı duyulan çekinme duygusu mu? Sınırlı olarak böyle olsa da belirleyici olan asıl neden, platformun, işçi hareketini anlama ve onun ihtiyaçlarına yanıt oluşturma noktasında içinde bulunduğu ufuk darlığıdır.
Kamu emekçilerine gelince; alınan tutum tam bir rezalet. Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu (KÇSKK)’nun yayınladığı 16 Mart tarihli basın açıklamasının her satırı korkaklığın, uzlaşma ve işbirlikçiliğin kesin kanıtı durumunda, “…ülkesine sahip çıkmayan(!) bu hükümeti istifaya çağırıyoruz”dan tutun da, “…Yapacağımız kitlesel yürüyüşümüzü Yurtseverlik sorumluluğuyla erteliyoruz”a kadar her şey var. Ama mücadeleye ilişkin olarak kararlı tek bir söz yok. “Olmayacak duaya âmin” mi? Bakın İşte o var. Nasıl mı? Demokrasi Platformu’nun 20 Mart günü iki saatlik iş bırakmasına katılmak biçiminde. Sonuç: Eylemden hiçbir işyerinin ve kamu emekçisinin haberi olmadığı -haber verilmediği- için hiçbir şey olmuyor, eylem gerçekleşmiyor. Belli ki KÇSKK; memurların temel taleplerini elde etmenin yolunu mücadelede değil, devletle uzlaşmada görüyor. Gaziosmanpaşa ve Ümraniye olayları karşısında “Yurtseverlik” duyguları kabaranlardan da zaten başka bir şey beklemek saflık olurdu. Görünen o ki kamu emekçileri sendikalarına egemen olan küçük burjuva reformculuğu, mücadele sertleştikçe daha da belirginleşecektir.

1 MAYIS ’95 İŞÇİ HAREKETİNDE YENİ BİR YÜKSELİŞİN İLK ADIMI OLMALIDIR.
Buraya kadar aktardıklarımız, ’95 1 Mayıs’ının yaklaştığı bir dönemde; işçi hareketinin beklenen atılımı yapamadığını, hâlâ sendikalist-reformist bir platform üzerinde durduğunu, küçük burjuva akımların, hareketi anlamaktaki yeteneksizlikleri ve gerilikleri üzerinden şekillenen -ne yapacaklarını bilememenin getirdiği- şaşkınlıklarının yerini giderek hırçınlaşmaya bıraktığını ve işçi hareketi karşısında gerici ve dağıtıcı bir platforma savrulduklarını, sendika bürokrasisinin açıktan sermayenin yanında saf tuttuğunu , KÇSKK’nun ve bu platforma egemen olan anlayışın bugüne kadar üzerinde bulunduğu sınırlı oranda radikal ve mücadeleci platformdan gerilere savrulduğu görülüyor.
Tüm bu sayılanlara bakılarak, ’95 1 Mayıs’ının oldukça geri bir platformda gerçekleşeceği sonucunu çıkartmak hareketten ve onun sunduğu imkânlardan bihaber olmaktır. Çünkü şunlar da ’95 1 Mayıs’ının sınıf hareketinde yeni bir yükselişin adımı olacağını göstermesi bakımından en az onlar kadar olgusal gerçeklerdir:
* Burjuvazi ve diktatörlük işçi ve emekçi hareketini kesin bir yenilgiye uğratamamıştır.
* İşçi ve emekçilerin mücadelesine zemin teşkil eden en acil ekonomik ve siyasal taleplerinin hiçbiri karşılanmamıştır. Aksine sorunlar giderek daha artmaktadır.
* Emperyalist dayatmaların ardı arkası kesilmiyor. Bu dayatmalar kendisini işçi ve emekçiler için; özelleştirme, işçi kıyımı, sıfır ücret zammı, temel tüketim maddelerine yüksek oranlı zamlar vb. şeklinde ortaya koymaya devam ediyor.
* Gaziosmanpaşa ve Ümraniye direnişleri; işsizlik ve yoksulluğun emekçi halkı artık tam bir patlama noktasına getirdiğini gösteriyor.
* Emperyalistlerin çıkarları temelinde gündeme sokulan “Tarımda Yapısal Uyum Programı” adı altında yürütülen ve ürün ekim alanlarının daraltılması, taban fiyat uygulamasının tedricen ortadan kaldırılması, tarımın sübvanse edilmesinden vazgeçilmesi vb. sonucunu veren uygulamalar köylülüğün düzenle olan çelişkisini artırmakta, köylülük içinde mücadele ruhunu kışkırtmaktadır.
Olgular çoğaltılabilir. Ne var ki sayılanlar emekçilerin güçlü ve birleşik eyleminin temellerinin ne kadar gelişkin olduğunu göstermeye kâfidir. Bu talepleri, propagandası ve örgütlenmesine temel alan bir ’95 1 Mayıs’ının öncekilerden çok daha güçlü ve ilerletici olacağı fikrine her halde kimse karşı çıkmayacaktır. Dahası ’95 1 Mayısının ekonomik taleplerin haykırıldığı kadar antifaşist, antiemperyalist siyasal taleplerin haykırıldığı bir direniş günü olarak yaşanmasının önünde hiçbir engel yoktur.
İnisiyatif bu sefer elden bırakılmamalıdır. Evet, bu iş için bütün sendikal örgütlenmeler sonuna kadar zorlanmalı, bu platformu 1995 1 Mayısı’na egemen kılmanın kazanmanın çabası verilmelidir. Gerçi, Türk-İş yönetimi şimdiden işi geçiştirme, 1 Mayıs’ı daha önceki yıllarda olduğu gibi sınıf adına salonlarda kutlama düşüncesi içindedir. Yine Türk-İş yönetiminin eğer bu mümkün olmazsa 30 Nisan Pazar gününe denk düşecek bir miting hazırlığı içinde olduğu duyumları alınmaktadır. Ancak bu oyunu boşa çıkarmanın fazlasıyla imkânları vardır. Ülkenin birçok yerinde örgütlü bulunan İşçi ve Kamu çalışanları Sendika Şubeleri platformları birlikte hareket ettiklerinde; ’95 1 Mayıs’ının militan tarzda örgütlenip gerçekleşmesinin önünde engel yoktur. Kaldı ki son dönemde zig-zaklar çizse de KÇSKK, böyle bir platforma çekilebilir ve büyük olasılıkla onlar da bunun dışında bir yola verili koşullarda yönelemeyecektir.
Ayrıca, Gaziosmanpaşa ve Ümraniye direnişlerinde kendini dışa vuran emekçi yoksul semtlerin büyük potansiyelini bu örgütlenmenin içine çekecek perspektif ve somut pratik planlara bugünden sahip olmanın önemi büyüktür. İstanbul proletaryasının tutumu belirleyici bir öneme sahiptir. Çünkü en deneyimli işçi kuşağı bu ilde kümelenmiştir. İstanbul Proletaryası alacağı militan tutumla, diğer bölgelerdeki sınıf kardeşlerine cesaret ve esin kaynağı olmalıdır. Ne bir gün önce ne bir gün sonra ’95 1 Mayısı, 1 Mayıs Pazartesi günü anti-faşist, anti-emperyalist mücadele günü olarak sokak ve alanlarda kutlanmalıdır ve kutlanacaktır. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, bu potansiyele sahiptir. Tüm sorun bu potansiyeli en uygun tarzda harekete geçirmek, inisiyatif gösterebilmektedir.

Nisan-Mayıs 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑