Son on yılın resmi: Eşitsiz gelişim
Sinan Alçın
AKP’nin on yıllık iktidar döneminde, belki de tek ve en önemli gücü olarak, ekonomi alanında gösterdiği “başarılar” öne sürülmektedir. AKP iktidarının ekonomi alanında bir şeyleri başardığı kesin ve ancak, başarılanların ülkenin işçi ve emekçileri üzerindeki etkileri yıkıcı özelliktedir.
Son on yılın ekonomiye dair resmi göstermektedir ki, bir yandan sermeye sınıfı içinde, öte yandan da işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki eşitsizlik beslenmiş ve böylelikle ülkede yeni bir sosyo-ekonomik ilişki bütünü meydana getirilmiştir.
On yıllık süreç, geniş emekçi yığınlar için hak olanın hak olmaktan çıktığı ve Anadolu Kaplanları (yeşil sermaye) içinde belli grupların kamu kaynaklarının devri, harcama politikaları ve teşvik programları ile palazlandığı; geri kalan sermaye gruplarının çeşitli “önlemlerle” önlerinin kesildiği ve görece cılızlaştırıldığı bir görünüm sunmaktadır.
Bir taraftan üstyapı kurumları (ordu, yargı gibi) “yeni sisteme” adapte olurken, diğer taraftan da alt yapı önemli ölçüde biçim değiştirerek mevcut üretim sisteminin devamlılığını sağlayacak biçimde örgütlenmiştir.
Makro ölçekte ele alındığında, ekonomi “besleme” özellikler göstermektedir. Bir yandan kayıt-dışı Arap sermayesi, öte yandan 2002 yılından itibaren tüketici kredilerinin teşviki ve devletin müteahhitliğe soyunması ile sözde bir canlılık ortaya çıkmıştır. Bu sözde canlılığın bedeli ise, ağırlaşan borç yükü ve sürekli yeni rekor denemeleri yapan cari açık olmuştur.
Bu yazıda, bir yandan AKP’nin on yıllık iktidar döneminde makroekonomik alanda ortaya çıkan gelişmeler ve diğer yandan da işçi ve emekçileri ilgilendiren sosyal ve ekonomik düzenlemeler üzerinde durmaktayız.
Öncelikle temel sorun alanlarına göz atalım. Ardından temel sorunu ayırt etmeye çalışalım.
BORÇLULUK DURUMU
Toplam borç stoku, ülkede, “kamu kesimi”, “Merkez Bankası” ve “özel kesim sermaye”nin yabancı ülkelere olan borçlarınının toplamını ifade etmektedir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 129.559 milyar dolar olan toplam borç stoku, 2011 yılında 309.636 milyar dolara çıkarak, tarihi bir rekora ulaşmıştır.
AKP kurmaylarının özellikle övündükleri konulardan biri, kamu kesimi borçlanma gereğindeki azalıştır. Doğrudur, son on yılda kamu kesiminde borçlanma gereği azalmıştır. Çünkü, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine yönelik uygulanan politikalar, sağlık hizmetlerinin kamusal nitelikten uzaklaştırılması gibi adımlarla harcamalarda şiddetli kısıntılar ortaya çıkmış; öte yandan da, özelleştirme adı altında doğrudan KİT’lerin tasfiyesi ve kamuya ait taşınmazlarının satışı yoluyla devlet gelirleri artırılmıştır.
Söz konusu dönemde kamu borçlanma gereği azalmakla birlikte, “özel kesim sermaye”nin yabancı borçları çok hızlı biçimde artmıştır. 2002 yılında 13.854 milyar dolar olan özel kesim sermaye borçları, 2011’in ikinci çeyreği itibarıyla, 77.543 milyar dolar düzeyine yükselmiştir. Ülkenin toplam borçları içerisinde en riskli olan kalem, “özel kesim borçları”dır. “Özel kesim borçları” arttıkça, bir yandan cari açık hızlanarak artar, öte yandan da ekonomik yapıdaki kırılganlık artar. İşte borçlanma meselesinde son on yılın çizdiği yapı budur.
CARİ AÇIK
2001 yılında 3 milyar 760 milyon dolar fazla veren cari işlemler hesabı, 2011 yılı sonu itibarıyla, 77 milyar dolar açığa dönüştü. Bir yandan değerli tutulan TL kuru, öte yandan sanayinin yabancı girdiye bağımlı yapısı ve petrol bağımlılığı, ülkeyi, Cumhuriyet tarihinin en yüksek cari açığıyla karşı karşıya bırakmıştır. Uluslararası kriterlere göre, bir ülkenin cari açığı, “Gayri Safi Milli Hasıla”sının yüzde 7’sine ulaştığında, ödemeler dengesi krizinin başladığı kabul edilmektedir. Türkiye’de, mevcut cari açığın GSYİH’a oranı yüzde 11’i aşmıştır. Bu kadar büyük bir açık, izlenen ekonomi politikalarının ülkeyi tamamen dışa bağımlı hale getirdiğini göstermektedir. Cari açığın yarattığı temel problem, söz konusu açığın finansmanı açısından büyük sorunlar yaratmaktadır. Cari açığın finansmanı için bir yandan kamu harcamaları kısılırken, öte yandan da daha fazla üretim için sermayeye çeşitli teşvik programları peşi sıra açıklanmaktadır. Bu durum, eşitsiz gelişimi besleyen ve sınıflararası gelir kutuplaşmasını artıran bir yapı oluşturmaktadır. İşte bu nedenle, bir yanda AKP iktidarı döneminde hızla zenginleşen bir zümre, diğer yanda ise gittikçe yoksulluğa itilen geniş halk kesimleri ortaya çıkmaktadır.
İŞSİZLİK
Her ne kadar AKP, iktidar olmadan önce, işsizlik sorununu çözeceğini iddia etmiş olsa da, on yıllık iktidarı döneminde katlayarak büyüttüğü sorunların ilk sırasında işsizlik gelmektedir. İşsizlik sorununun temel önemi, işsiz kalanların giderek yoksullaşması ve halihazırda bir işte çalışanların da, ‘yedek işçi ordusu’ ile korkutularak, daha düşük ücret ve daha ağır koşullarda çalıştırılmaya razı bırakılmalarıdır. GEGP ile birlikte stratejik hedef haline getirilen ‘verimliliğe dayalı büyüme’ için olmazsa olmaz koşul, geniş halk yığınlarının daha düşük ücretle, daha uzun süreler çalışmayı kabul etmeleridir. İşsizlik ile başarılan budur. Ulusal istihdam stratejisinde ve diğer politika metinlerinde işsizlik “sorun” olarak tanımlanmakla birlikte, somut çözüm için uygulanacak politikalar belirlenmemektedir. Amaçlanan, işsizliğin toplumun genelinde tehdit unsuru olarak kabul edilmesinin sağlanması ve bunun üzerinden ‘bölgesel asgari ücret’, ‘atipik’ çalışma biçimleri (yarı zamanlı, evden çağırma, taşeron çalışma gibi) gibi mevcut güvenceleri de ortadan kaldıracak uygulamaların kabul edilmesinin sağlanması olmaktadır. Örneğin orta vadeli planda işsizlik sorunun, yatırım ortamının iyileşmesi ve buna bağlı olarak “özel kesim sermaye”nin daha fazla istihdam yaratmasıyla çözülebileceği temennisine yer vermektedir.
ÖZELLEŞTİRME
24 Ocak 1980 kararları ile birlikte hedef olarak belirlenen kamunun ekonomi içersindeki ağırlığının azaltılması; AKP iktidarında, KİT’lerin ve kamu taşınmazlarının doğrudan satış ve tasfiyesine dönüşmüştür. Böylelikle, ’89 Bahar Eylemleri ile durağanlaştırılan süreç, AKP iktidarıyla hızlanmıştır. 1986 – 2002 döneminde 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken, 2002 – 2012 yılları arasında 40 milyar dolarlık satış gerçekleştirilmiştir. Yoğun borçluluk durumu ve sermaye birikimi için kaynakların tahsisi aşamasında ihtiyaç duyulan finansman, topluma ait işletmelerin satış ve tasfiyesi ile elde edilmiştir. Bu durum, bir yandan uzun dönemli ekonomik gelişim açısından risk oluştururken, öte yandan da kamu kesiminde çalışanların işsizlik veya güvencesiz kadrolarda çalışma riskiyle karşı karşıya kalmalarına yol açmıştır. Özelleştirme kapsamında elde edilen gelirlerin büyük kısmı ise, satılan işletmelerin rehabilitasyonu ve benzeri işlemlere harcanmıştır.
GASP EDİLEN ÇALIŞMA HAKLARI
AKP Dönemi’nde yeni çıkarılan İş Yasası ile esnek çalışma biçimleri hayata geçirilmiş ve “kiralık işçilik” uygulaması getirilmiştir. Emeklilik yaşı kademeli olarak 65’e çıkarılmış, prim ödeme gün süresi yükseltilmiş, emekli aylığı bağlama oranları düşürülmüş, sağlıkta katkı payı artırılmıştır. “Torba Yasa” ile güvencesiz istihdam yaygınlaştırılmış, memurlara ve 52 bin belediye işçisine sürgün yolu açılmış, stajyer sömürüsü genişletilmiştir.
Taşeron uygulaması ve ölümlü iş kazaları ciddi boyutlara ulaşmış, sendikasızlaşma yaygınlaşmış, işten çıkarmalar artmıştır.
2003 yılında iş kanununda gerçekleştirilen değişiklikler ile iş hukukunun temel prensibi olan “işçiyi koruma” ilkesinden uzaklaşılarak, “işletmenin korunması” ilkesi benimsenmiştir. Bu “korumacılığı”, “işçi sağlığı ve iş güvenliği” kavramındaki değişiklikte de görmekteyiz: Kanunun adı “İş Sağlığı ve Güvenliği”ne dönüştürülmüştür.
10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu ile esnek çalışma biçimleri yasallık kazanmıştır. Böylelikle part – time (kısmi süreli) çalışma, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, ödünç iş ilişkisi (kiralık işçilik) gibi esnek çalışma modelleri gündeme gelmiştir.
4857 sayılı yasayla “asıl işveren” – “alt işveren” ilişkisi yeniden tanımlanmış, işverenin asıl nitelikteki bir takım işlerini “alt işveren”e (taşerona) vermesine olanak sağlanmıştır. Böylece sendikal örgütlenmenin önündeki en önemli engellerden biri olan taşeron uygulaması yaygınlaştırılmıştır. Hükümet yetkilileri her fırsatta kayıt dışıyla mücadele ettiklerini ve edeceklerini iddia etseler de, gerçekte, yasal ve fiili uygulamalarla üretim ilişkileri topyekûn kayıt dışına itilmiştir.
Deneme süresi bir aydan iki aya çıkarılmış, özel istihdam bürolarının kurulmasına izin verilmiştir. Yine aynı yasada, iki aylık süre içinde, haftalık ortalama 45 saat olmak koşuluyla, günde 11 saatten, haftada 66 saat çalışılmasına olanak sağlanmış ve bu yolla “işveren”in fazla mesai ücreti ödememesine imkan tanınmıştır.
4857 sayılı yasanın geçici 6. maddesinde “Kıdem Tazminatı Fonu”nun kurulacağı belirtilerek, yakın gelecekte kıdem tazminatının ortadan kaldırılacağının sinyali verilmiştir. Halihazırda konu Çalışma Bakanlığı’nın gündemindedir.
2002’de Ecevit Hükümeti döneminde çıkarılan 4773 sayılı kanunla, 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde işçilere iş güvencesi hakkı sağlanıyordu. AKP döneminde çıkarılan 4857 sayılı yasayla iş güvencesi hakkından yararlanma 30 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde geçerli oldu. Bu durumda, iş güvencesinden yararlanan işyeri sayısı, toplam işyerlerinin ancak yüzde 10’una denk geliyor. Ayrıca, işyerinde altı aydan az kıdemi olanlar da iş güvencesinden yararlanamıyor.
SOSYAL GÜVENLİK HAKLARINA DARBE
Yakın dönemde sosyal güvenlik haklarına ilk darbe 1999 yılındaki 4447 sayılı yasayla yapıldı, ikinci darbe ise, 5510 sayılı yasayla AKP iktidarı döneminde gerçekleştirildi. Önce SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Ardından 2008 yılında 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yasalaştı. 5510 sayılı yasanın başlıca özellikleri şöyle:
a) Yeni işe girecek olan kadınlar 58, erkek sigortalılar ise 60 yaşında emekli olacak. Emeklilik yaşı 1 Ocak 2036 ve 31 Aralık 2037 tarihleri arasında kadınlarda 59, erkeklerde 61 olacak. Bu tarihten sonra emeklilik yaşı kademeli olarak artacak ve 2048 yılında kadın ve erkekler için 65’te eşitlenecek.
b) Prim ödeme gün süresi 7 binden 7 bin 200 güne çıkarıldı.
c) Gazeteci, postacı, gemi adamı, infaz memuru, uçuş personeli, tren makinistleri gibi meslek sahiplerine tanınan yıpranma hakkı kaldırıldı.
d) Emekli aylığı bağlama oranı, yeni işe girenler açısından her yıl için yüzde 2 oranında uygulanacak. Eskiden bu oran, Emekli Sandığı’nda yüzde 3, SSK ve Bağ-Kur’da ise yüzde 2.5 idi. Yasa öncesinde SSK ve Bağ-Kur’da emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65 iken, bu yasa sonrasında yüzde 50’ye kadar düşecek.
e) Emekli aylığının hesaplanmasında kullanılan güncelleme katsayında, GSMH’nin, yani refah payındaki artışın yüzde 100’ü değil, yüzde 30’u dikkate alınacak.
f) 30 Nisan 2008’den sonra ilk defa sigortalı olanlar, emekli iken prim ödeyip emekli aylıklarını alamayacaklar, emekli olup çalıştıkları takdirde emekli aylıkları kesilecek.
g) Çalışarak ücret alan ya da Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan aylık alan çocuksuz dul eşe bağlanacak olan ölüm aylığı oranı yüzde 75’ten yüzde 50’ye düşürüldü.
h) Sağlıktaki muayene ücretleri, devlet hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde ise 15 TL olarak belirlendi.
i) İşsiz kalanların 6 ay süreyle sağlık hizmetlerinden yararlanma süresi, 3 aya indi.
j) Brüt asgari ücretin üçte birinden fazla geliri olanlar, zorunlu olarak Genel Sağlık Sigortası primi ödeyecek. Prim ödeyemeyen sağlık hizmeti alamayacak.
İSTİHDAM PAKETİ’NDEKİ HAK KAYIPLARI
15 Mayıs 2008 tarihinde kabul edilen 5763 sayılı kanunla, istihdam ve işsizlik sigortası ile ilgili bazı değişiklikler yapıldı. Kamuoyunda “İstihdam Paketi” olarak bilinen yasada, özürlü ve eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu azaltıldı.
“İşverenler”in 50 ve daha fazla işçi çalışan işyerlerinde işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü kaldırılarak, yerine hizmet satın alınması hükmü getirildi. Böylece “işverenler” doktor çalıştırma yükümlülüğünden kurtulup, gerekirse dışardan anlaşmalı olarak işyeri hekimi çalıştırabilecekler. İş güvenliği uzmanı çalıştırma yükümlülüğü de kaldırılarak, dışardan hizmet satın alınması yoluna gidildi.
İşsizlik Sigortası Fonu’ndan sermaye gruplarına, teşvik adı altında, ve Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) 2008 yılında 1.3 milyar TL, 2009 – 2012 döneminde de fondaki nema gelirlerinin dörtte biri aktarılmıştır. Böylelikle, çalışanların primlerinden oluşan ve işsizler için kullanılması gereken fon, politik çıkar sağlayacak alanlara ve sermaye gruplarına dağıtılmıştır.
18 – 29 yaş arasındaki gençlerle 18 yaşından büyük kadınların istihdamındaki “işverenler”in sigorta payı, 5 yıl boyunca, kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak. Böylece, eski işçilerin işten çıkarılarak, yerlerine daha düşük ücretle, örgütsüz genç işçi ve kadın istihdamının artırılması hedeflenmektedir. Böylelikle daha düşük ücret ve ağır çalışma koşulları, genel standart haline gelebilecektir.
Öte yandan, tüm sigortalılar için “işveren”in sigorta priminden yapılacak 5 puanlık indirim, Hazine tarafından karşılanacak. Böyle bir indirimle, 8.5 milyon sigortalı için yılda yaklaşık 4 milyar TL’lik bir kaynağın sermayeye aktarılması mümkün olmaktadır. Hazine’nin yapacağı aktarmalar sonucunda ise, bütçe gelirleri azalacak, sosyal devlet harcamaları kısılacaktır.
150’den fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde “işveren”in kreş açma yükümlülüğü kaldırılarak, dışardan hizmet satın alınması hükmü getirildi. Uygulamada, “işveren” maliyetler arttığı için hizmet satın almayacak ve böylelikle kadın çalışanlar da kreş bulunmadığı için işten ayrılabilecektir.
TORBA YASADAKİ HAK KAYIPLARI
25 Şubat 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6111 sayılı “Torba Yasa”, “işverenler”in vergi ve sigorta prim borçlarına af getirirken, aynı zamanda, çalışanlarla ilgili dört temel yasada yeni hak kayıplarına yol açan düzenlemeler yaptı. Torba Kanunu’ndaki hak kayıpları şöyledir:
1. Stajyer sömürüsü artıyor:
Artık 5 işçinin çalıştığı işyerlerinde de stajyer çalıştırılabilecek. Eskiden bu sınır, 20 işçi idi. Ayrıca stajyerlerin ücreti 239 TL’den 189 TL’ye düşürülüyor. 20’den az işçinin çalıştığı işyerinde bu miktar 100 TL’nin bile altına iniyor.
2. Kısa çalışma ödeneği fona yıkılıyor:
Genel ekonomik krizin yanı sıra sektörel ve bölgesel krizlerde de kısa çalışma ödeneği verilecek. Böylece “işveren”in ücret ödeme yükümlülüğü fona devrediliyor.
3. Kısa süreli çalışmada GSS primini işçi ödeyecek:
1 Ocak 2012’den itibaren, özel sektörde kısa süreli çalışanların boşta geçen günlere ait Genel Sağlık Sigortası primini artık kendisi ödeyecek. Kamuda devlet ödüyor.
4. Kadrolu işçiye sürgün:
Belediyelerde kadrolu çalışan işçiler, rızası dışında MEB ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün taşra teşkilatlarına gönderilecek. 5 gün içinde işe başlamayan işten çıkarılacak.
5. Sözleşmeli personele grev yasağı:
Sözleşmeli personelin sendikaya üye olması serbest, ancak greve katılması, grevi desteklemesi, propaganda yapması yasak.
6.Özel sektörden bürokrat:
Özel sektörde 10 yıl çalışan bir yönetici kamuda görevlendirilebilecek. Yani kamu, özel sektör zihniyetiyle yönetilecek.
7. İşsizlik Fonu amaç dışı kullanılacak:
a) Hükümet, fon gelirlerinin yüzde 50’sine el koyabilecek,
b) 31 Aralık 2015’e kadar yeni işçiler için “işveren primi” fondan ödenecek,
c) Mart 2002’den 31 Aralık 2010’a kadar fonda 61.5 milyar TL birikti, Bunun 3.8 milyar TL’si, yani ancak yüzde 6’sı işsizlere verildi,
d) Halen 184 bin kişi işsizlik ödeneğinden yararlanıyor. Yani her 100 işsizden ancak 6’sı işsizlik parası alabiliyor,
e) Fondan GAP’a ve işverenlere prim desteği olarak 11 milyar TL. kaynak aktarıldı. Bu, fonun yüzde 18’ini oluşturuyor.
8. Kamu çalışanının iş güvencesi riske giriyor:
a) Kademe ilerlemesi için disiplin cezası almama şartı getirildi.
b) 8 saatlik günlük çalışma süresi artırılabilecek.
c) Performans uygulaması getiriliyor.
d) Memur rızası dışında 6 aya kadar başka yere gönderilebilecek.
e) Tüm uzman personel, sözleşmeli statüye geçiriliyor.
f) Uzmanlık isteyen denetim yetkisi, düz memurlara veriliyor. Yolsuzluğa ve iş kazalarına olanak sağlanıyor.
g) İş yavaşlatan memur ile disiplin cezası alan aday memurun işine son veriliyor.
“BÜYÜME” ÜZERİNE…
AKP iktidarı, her ne kadar kendisini “hak”çı olarak tanımlayarak yönetime geçtiyse de, on yıllık uygulamaları, bu parti ve temsil ettiği anlayışın tamamen kapitalist eklemlenmeci ruhunu ele vermektedir.
Bir yanda hızla zenginleştirilen küçük bir grup, öte yanda ise, her türlü engelle açlık ve yoksulluğa itilen milyonlar. Bu eşitsiz gelişim süreci, biraz da nereden baktığınıza bağlı olarak, farklı yorumlara gebedir. Örneğin –her ne kadar ortalamada yüzde 4,5 gibi Cumhuriyet tarihinin en düşük düzeyi olsa da– belli dönemlerde hızlı büyüme gerçekleşmiştir. Büyüme üzerinden kurulan dile baktığımızda, iktidar ve yanlıları, bu durumu müjde olarak sunmaktadırlar. Ancak bu büyüme (verimliliğe dayalı büyüme), ülkede güvencesizliği ve yoksulluğu artırmıştır. Muhalefet tarafından ekonomi konusunda getirilen eleştiriler, temelde, sözkonusu büyümenin “sanal” olduğu iddiasına dayalıdır. Bu, özellikle kısa dönemli yabancı sermaye (sıcak para) girişinin, aslında büyüme yokken varmış gibi gösterdiği yönünde bir “inanışa” dayanmaktadır. Her ne kadar bu eleştiri tarzı, büyümenin kaynaklarına yönelik açıklama yapma gayreti içinde olsa da, esas yapısal çarpıklığı gizleyici bir söylemle hareket etmektedir. Bu “büyümeci” yaklaşım taraftarları (CHP, MHP, Ulusalcılar, Sol içinde bazı gruplar gibi), sürekli olarak, aslında büyüme olmadığını anlatmak için çaba içine girmektedirler. Diyelim ki büyümenin kaynakları değişti; yabancı sermaye girişi önemini yitirdi, sorun çözülecek midir? Elbette, işçi sınıfı ve emekçiler açısından problem, büyümenin hızlanması veya yavaşlaması değil, doğrudan üretim ilişkilerinin kendisidir. Bunu da, en damıtılmış haliyle bölüşüm üzerinden okumak mümkündür. Kuşkusuz üretim araçları mülkiyetinin kimin elinde olduğuna bağlı ve onun ürünü olan bölüşüm problemini temele almayan eleştiri odakları, bir yerden mevcut sisteme bağlanmak durumundadırlar.
Ülkede, şu veya bu ölçüde, şu veya bu kaynakla büyüme olmuştur. Büyüme olmuştur, ancak, bu büyümeden toplumun sadece küçük bir zümresi nemalanmıştır. Halkın genel kitlesi ise, açlık ve yoksulluğa terkedilmiş, sosyal hakları elinden alınmış ve tam anlamıyla boyunduruk altına alınmıştır.
Şimdi böyle bir gerçeklik var iken, sınıfsal bir analize girmeden “kriz var” ya da “kriz yok” demek, yani daha açık haliyle, “ekonomi iyi” demek ya da “ekonomi kötü” demek, hemen hemen hiçbir anlam ifade etmiyor. 2008 küresel kapitalist krizi sonrasında, ülkedeki birçok büyük sermaye grubu, kendi deyişleriyle, durumu “fırsata” çevirmiş ve çevre ülkelere yatırımlara girişmişlerdir. Kriz, gerçekten de, sermaye açısından bir fırsata, emekçiler için ise cendereye dönüştürülmüştür.
Netice itibarıyla, on yıllık AKP iktidarında, kamusal kaynaklar talan edilmiş, sömürü oranı sistematik araçlarla artırılmış, sosyal haklar neredeyse yok edilmiş, yeni sermaye grupları palazlandırılıp geliştirilmiş, uluslararası kapitalist yağmacılığa sınırsız biat sağlanmıştır. Mevcut sistemin eşitsizliği besleyen gelişimi, kendi içerisinde, özellikle cari açık ve finansman sorunları nedeniyle tehlikededir. Yaygın deyişiyle, ekonomik yapı “sürdürülebilir” değildir. Ancak, buna ağıt yakacak olan, ne işçi sınıfı ve emekçiler ne de onların örgütlü kesimleri olmalıdır. Bugün sınıf açısından kritik olan nokta şudur ki; faiz inse de, çıksa da, döviz kuru yükselse de, düşse de, petrol pahalansa da, ucuzlasa da, kaybeden kendisidir.
Bu noktada, ekonomi konusunda muhalefet edilecek temel nokta; faiz, büyüme, enflasyon oranı gibi makroekonomik değişkenlerden ziyade, geniş halk yığınlarını doğrudan etkileyen gıda ve diğer tüketim maddelerine uygulanan zam oranları, ücretleri baskılayıcı politikalar, sosyal güvenlik sisteminde gerçekleştirilen hak gaspları, iş cinayetleri ve güvencesiz çalıştırma dayatmaları olmalıdır. Ekonominin eşitsizliği besleyen sınıfsal yönü, ancak, gündelik hayatta an be an karşılaşılan somut durumlara bakılarak anlaşılabilir.
Yararlanılan Kaynaklar
Atilla Özsever, Sosyal Haklara Tırpan, Cumhuriyet Gazetesi, 12 Mayıs 2011.
Basın – İş Sendikası’nın “AKP Döneminde Çalışma Yaşamına Dair Düzenlemeler ve Hak Kayıpları (2003 – 2011) isimli Raporu,
Yıldırım Koç: AKP İşçilere Nasıl Zarar Veriyor, Kaynak Yay., İstanbul, 2006.