Birlikte yaşamanın yolu ve düzenin “sol”cu bekçileri!

Kürt sorununun çözümü konusunda yürütülen tartışmalar, hem egemenler, hem de çeşitli toplum kesimleri arasında yeni saflaşmalar yaratarak ilerliyor. AKP Hükümeti’nin “açılım” adı altında sürdürdüğü çalışmalar, MHP ve CHP ve bu partilerin “sol” versiyonları olan İP gibi partiler ile TKP gibi politik ahmaklıkla malul çevreler tarafından “dış güçlerin bir oyunu”; dolayısıyla “vatana ihanet” ve “bölücülük” olarak değerlendiriliyor. Öte yandan son MGK toplantısında “açılım adı altında yürütülen çalışmaların devam etmesi” yönünde bir karar alınmasının ardından ağır eleştirilere maruz kalan Genelkurmay’ın, ‘Zafer Haftası’ mesajında yeniden ‘kırmızı çizgiler’e dönüş yapması, tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır. Genelkurmay’ın açıklamasının ardından AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın ‘kırmızı çizgiler’ konusunda “Genelkurmay’la aynı hassasiyetleri paylaştıkları”nı söylemesi, aslında AKP’nin de “tek devlet, tek millet, tek dil” anlayışında ısrarlı olduğunu ve Kürt sorununu “çözme” iddiasıyla gündeme getirdiği “Kürt açılımı”nın Genelkurmay’ın “kırmızı çizgileri”ni aşmayan bir politikaya denk düştüğünü (Bozdağ’ın Öcalan’ın idamı konusunda MHP ile yaptığı polemikte, idama karşı çıkmak yerine “sen niye asmadın” gibi faşizan söylemler kullanması da bu yaklaşımı yansıtıyordu) göstermektedir.

Bugün sorunun çözümüne dair ülke tarihinde ilk kez bu kadar yaygın ve farklı  çevrelerin katılımıyla tartışmaların yapılıyor olması, elbette rastlantısal bir durum değildir ve 2002’den beri hükümet olan AKP de sorunu yeni keşfetmemiştir. Bu bakımdan, AKP “açılımı”nın, gerek Bölge’de ve gerekse ülke içindeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıktığı ve sürdürüldüğü bilinmez değildir. Süreç daha öncesine götürülebilir olmakla birlikte, ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra oluşan yeni dengelerde Güney Kürtlerinin ‘Bölgesel bir güç’ haline gelmesi, 2006 sonlarında ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne (GOP) bağlı olarak Irak üzerinden İran ve Suriye’ye ilerletmeyi hesapladığı müdahale politikasının başarısız olması ve bu temelde Irak’tan çekilmenin gündeme gelmesi, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde “lider ülke” adı altında Türkiye egemenlerini Bölge ve Kafkaslarda daha aktif bir rol almaya yöneltmesi ve bu süreçte ‘enerji geçiş ülkesi’ olarak Türkiye’nin (ve güvenlik sorununun) artan önemi, bu politikanın bir sonucu olarak Güney Kürtleri ile Türkiye egemenleri arasında ABD ekseninde yeni bir ilişki/işbirliğinin geliştirilmesi, PKK’nin bu ‘eksen’ için istikrarsızlık yaratacak silahlı bir güç olmaktan çıkartılmak istenmesi, ama bunun askeri müdahale yoluyla gerçekleştirilme olanaklarının sınırlı olduğunun görülmesi ve nihayetinde sürecin öbür tarafında bütün baskı ve saldırılara karşın Kürt ulusal hareketinin güç (bunun bir sonucu olarak son seçimlerde yeni mevziler) kazanarak oluşan uygun ortamda çözüm konusunda inisiyatifi eline almaya başlaması… İşte bu ve burada sayamadığımız başkaca gelişmeler üzerinden ABD ve Bölge’deki dayanaklarının çıkarları ile Kürt ulusal mücadelesi arasında yaşanan karşıtlık ve çatışma anlaşılmadan “açılım” politikasını anlamak da mümkün değildir.

Hükümetin “açılım”  politikalarını yürütmekle görevlendirdiği İçişleri Bakanı Atalay, sorunun çözümü için Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin muhatap alınması gerektiğini söyleyenlerden sorunun “terör/güvenlik sorunu” olduğunu söyleyenlere kadar farklı çevrelerle yaptığı görüşmelerden sonra hep aynı açıklamayı tekrarlamakta; “birçok konuda aynı fikirde oldukları”nı belirtmektedir. Genellikle bu söylemlerdeki ‘tutarsızlık’ eleştiri konusu yapılmakla birlikte, burada tutarsızlığın ötesinde bir yaklaşım bulunmaktadır. “Açılım” politikası, öncelikle yukarıda kısaca değindiğimiz gelişmeler ve bağlı olarak PKK’nin “çözüme uygun ortam yaratmak için” ‘çatışmasızlık kararı’nı aldığı, DTP’nin Demokratik Toplum Kongresi ile çözüm için taleplerini ilan ettiği ve Öcalan’ın ‘yol Haritası’nı açıklayacağını duyurduğu bir süreçte, Kürt hareketinin politik taktiklerinin de boşa çıkartılarak, Hükümet’in inisiyatifi ele almasına yönelik bir girişim olarak görülmelidir. Bununla birlikte, bu politika ile hükümet, hem “sorunu çözmek istediğini” göstermek, hem de süreci egemenlerin çıkarları yönünde işleterek onların çıkarlarına en uygun “çözüm”e zemin hazırlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla “açılım”, olmuş bitmiş bir politika değildir; nereye varacağı, hangi çözüme gelip dayanacağı egemenler ile Kürt halkı ve demokrasi güçleri arasındaki mücadele tarafından belirlenecek bir süreç olarak işlemektedir.

MUHATAPLIK SORUNU VE ÇÖZÜMÜN YOLU

Ülke egemenleri ile Kürt ulusal güçleri ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için çaba gösteren ‘demokrasi güçleri’ arasındaki mücadele, sorunun kimlerle ve nasıl çözüleceği sorularına yanıt vermek bakımından da belirleyici bir önem taşımaktadır. Öcalan’ın ‘yol haritası’nı 20 Ağustos’ta yetkililere teslim ettiğini açıklamasına rağmen, devletin sorunun çözümü bakımından önem taşıdığı birçok çevre tarafından dillendirilen bu belge karşısında üç maymunu oynaması, ötesinde önce ‘Zafer Haftası’nda Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un ve ardından ‘asker aileleri’ ile yaptığı görüşmede Başbakan Erdoğan’ın “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” mesajlarını vermeleri, Kürt hareketini baskılamak ve muhatap alınmaya yönelik girişimlerini boşa çıkarmak üzere atılmış adımlar olmasının yanı sıra, sorunu “terör sorunu”na indirgeme politikasındaki ısrarın da göstergesi sayılmalıdır.

Eğer Kürt sorunu gibi, öncesi bir yana, son yirmi beş yılda kırk bin kişinin yaşamını yitirdiği sorunun bir sonucu olarak ortaya çıkarak, halktan aldığı destekle sorunun tarafı haline gelen ve binlerce silahlı militanı olan bir Kürt hareketinin varlığını sürdürdüğü ve bu hareketin liderinin üç buçuk milyon Kürt tarafından “siyasi irade” olarak beyan edildiği bir sorundan bahsediyor ve muhatapları dikkate almadan “sorunu kendi kendimize çözeriz” diyorsanız, yaptığınız şey; çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet eder.

Oysa Bakan Atalay’ın bir ‘devlet projesi’ olarak nitelediği “açılım”  politikasında bu nesnel durum gözardı edilmekte; sürdürülen tartışmalara rağmen çözüm yönünde hiçbir somut adım atılmamakta; “Devlet teröristleri muhatap almaz”, “devlet pazarlık yapmaz” gibi söylemlerle tahrikçi bir tutum alınmaktadır. Oysa bu politikayı sürdürenler de bilmektedirler ki, başta İngiltere’nin IRA ile yaptığı görüşmeler olmak üzere, birçok dünya deneyimi, sorunun, ancak muhataplarıyla görüşülerek ancak çözüm yolunda adım atılabilmiştir.

Kürt halkı  ve ulusal politik temsilcileri, “eşit haklar temelinde Türk ve diğer milliyetlerden ülke halkıyla birlikte yaşamak istiyoruz” derken, “Kürtlerin taleplerinin ülkeyi bölünmeye götüreceği” söylemi üzerinden politika yapanlar asıl ‘bölücü’ler olarak politikalarında ısrarı sürdürüyorlar. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde varlıkları kabul edilen ve M. Kemal ve arkadaşları tarafından yaşadıkları bölgelere muhtariyet (özerklik) verileceği belirtilen Kürt ulusu, ulus-devlet oluşturma adına inkâr edilen varlığı ve haklarının kabulünü talep etmektedir. Cumhuriyet’in demokratik temeller üzerinden yeniden inşası anlamına gelen bu talepler, çözüm tartışmaları ilerledikçe daha somut ve net olarak ortaya konmaktadır.

Kürt halkının silahların susması ve sorunun çözümüne uygun ortam yaratılması  temelinde öncelikli talebi, dağdaki PKK’lilerin ve hapishanelerdeki siyasi tutsakların siyasal yaşama katılımını sağlayacak bir genel siyasi affın gerçekleştirilmesidir. Kürtlerin varlığını inkâr eden milliyetçi yasalardan arındırılmış demokratik bir anayasanın yapılması ve bu temelde anadilde eğitimin bir anayasal hak olarak kabul edilmesi; halkın yerellerde uygulanacak politikalarda söz sahibi olmasını sağlamak üzere yerel ve bölgesel özerklik yönünde düzenlemeler yapılması ve koruculuk, JİTEM gibi ‘özel savaş’ aygıtlarının tasfiye edilerek, başta köylerini zorla terk etmek zorunda kalan vatandaşlar olmak üzere, çatışmalı ortam nedeniyle zarar gören bütün vatandaşların zararlarının karşılanmasına yönelik ekonomik ve sosyal tedbirler alınması, Kürt halkının sorunun çözümü ve demokratik bir temelde birlikte yaşam için ortaya koyduğu başlıca taleplerdir. Bugün ABD emperyalizminin ülkedeki sorunları kendi çıkarları için kullanmasına karşı çıkan, Kürtlerle birlikte kardeşçe yaşamaktan yana olan Türk ve her milliyetten halk güçlerinin yapması gereken, Kürt halkının taleplerini desteklemek ve sorunun bu temelde çözümü mücadelesine katılmaktır.

DÜZENİN  “SOL”CU BEKÇİLERİ!

Dünyanın herhangi bir yerinde Kürt sorunu gibi burjuva demokrasisi sınırları içinde bile çözülebilecek bir sorun yaşanıyor ve o ülkede sosyal demokrat bir parti bulunuyorsa, bu partinin rolü, herhalde sorunun çözümünü kolaylaştırmak, çözüm sürecini hızlandırmak olurdu. Sosyal demokrat partilerin Türkiye temsilcisi olarak kabul edilen CHP, sorunun demokratik çözümü karşısında sosyal şoven bir politika izlemekte; “operasyonlara devam” diyen Genelkurmay’a alkış tutmaktadır. Kürtlerin demokratik taleplerinin karşılanmasının ülkeyi bölünmeye götüreceği söylemi üzerinden siyaset yapan CHP lideri Baykal, “etnik kimliğin bir şeref” ve “Türklerle Kürtlerin kardeş olduğu”nu söylemekten de geri durmamaktadır. Hem “etnik kimlik şereftir” deyip, hem de Kürtlerin kendi kimliklerini özgürce ifade edip geliştirebilecekleri onurlu bir yaşam talepleri karşısında “vatan elden gidiyor” diye yaygara koparmanın tam bir iki yüzlülük olduğu açıktır. Eğer Türkler ve Kürtler kardeşse, neden bir kardeşin sahip olduğu haklara diğer kardeş sahip olamıyor? “Kürtler eşit haklara sahip olursa ülke bölünür” demek, kardeşler arasında ayırım yapmak, kardeş kavgasına zemin hazırlamak, başka bir değişle kardeşlerin birlikte yaşam koşullarını ortadan kaldırmak değil midir? Baykal, “etnik kimlik milli kimliğin yerine geçirilmek isteniyor” yalanıyla sanki Kürtler, Türklerin ulusal varlığını tasfiyeye ve yerine kendi kimliklerini geçirmeye çalışan bir asimilasyoncu ve başkalarının kimliğini ele geçirmeye çalışan gaspçılarmış gibi bir görüntü yaratma çabasındadır. Bu kışkırtıcı ve çatıştırmacı politikanın savunucusu olarak Baykal ve CHP yönetimi, demokratik çözümün karşısına dikildikçe, akan/akacak kanın ve ülkeyi bölünme noktasına götürebilecek yeni bir çatışma sürecinin suç ortakları olarak kalacaklardır.

Irkçı-faşist politikaları varlık nedeni olarak gören MHP’yi bir tarafa bırakıp, Kürt sorununun çözümüne “ABD projesi” olduğu gerekçesiyle karşı duran CHP’den İP’e ve TKP’den Kemalist/”sosyalist” aydınlara kadar kendilerini “sol”, “devrimci/demokrat” olarak gören çevrelere soralım: ABD’nin sorunu Bölgesel çıkarları temelinde çözmek istemesi, binlerce Türk ve Kürt gencinin yaşamına mal olan/olmaya devam eden ve yüz milyarlarca doların savaş için kullanılmasına neden olan bir sorunun varlığını ve bu sorunun çözülmesi ihtiyacını ortadan kaldırır mı? Kaldırmadığına göre, ülkede yaşayan halklardan yana ve emperyalizmin soruna müdahale olanaklarını ortadan kaldıracak bir çözüm için mücadele etmek, edenlerin yanında olmak gerekmez mi? Kürtler, cumhuriyetin kuruluşundan sonra varlıkları ve ulusal hakları inkâr edildiği için seksen küsur yıllık cumhuriyet tarihi boyunca resmi belgelere göre irili ufaklı yirmi dokuz isyan/kalkışma gerçekleştirmiş ve bugün aynı taleplerle milyonlarca Kürt mücadele ediyorken, “ABD istiyor” diyerek çözümün karşısında durmak, tam da emperyalizmin sorunu daha fazla kullanmasına ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bir çözümü dayatmasına hizmet etmez mi? Sorular çoğaltılabilir ama egemen güçler arasında bile sorunun birden fazla “çözüm” yöntemi tartışılıyorken, ülkede yaşayan halklardan ve emekçilerden yana bir çözümün mümkün olduğunu görmek için gözlerin şovenizmle köreltilmemiş olması yeterlidir.

TKP Genel Başkanı  Erkan Baş, Sol dergisinde yer alan “Barış, Kardeşlik ve Birlik için” başlıklı yazısında “Son günlerde yoğunlaşan tartışmaları, ABD’nin bölgedeki hegemonya stratejilerinden bağımsız düşünmek imkânsız” dedikten sonra “çok somut olarak, maaşlara yapılan %5’i bulmayan zam bize yeter diyorsanız, üniversitelerde paralı eğitim sürsün buna itirazım yok diyorsanız, ne güzel her tarafta özel hastaneler açıldı, bak kentsel dönüşümle kentler ne güzel oluyor diyorsanız, hiç durmayın AKP’nin çözümüne destek olun diyoruz” değerlendirmesini yapmaktadır. Ulusal sorun ile işçi ve emekçilerin sosyal iktisadi taleplerini birbirinin yerine ya da karşısına koyan bu kara cehalete göre, ulusal sorunun çözülmesi için o ülkede sömürünün olmaması (dolayısıyla sosyalist olması!) gerekiyor. Zaten ulusal sorunu çözmüş hiçbir ülkede emek gücü sömürüsü, özel okul ve hastaneler yok! İsviçre örneğin, dört ayrı resmi dili, dört ayrı kanton olarak örgütlenmiş dört ayrı ulusunun kardeşçe yaşadığı, ulusal sorununu demokrasiyle çözmüş kapitalist bir ülke değil de, sömürüsüz, sınıfsız, özel mülkiyetsiz bir sosyalist ülke olmalı! Meğer dünya kurtulmuş da bizim haberimiz yokmuş!

Lenin ve Stalin tarafından ifade edilen, emperyalizm ve proleter devrimler çağında işçi sınıfının ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı görev ve sorumluklarının “geride kaldığı”nı  düşünen ve her meseleye çok sınıfsal yaklaşabilen(!) TKP’li arkadaşlara meseleyi grev örneği üzerinden anlatmaya çalışalım. Diyelim ki işletmesinde grev olan ama rekabet koşulları nedeniyle üretime devam etmesi gereken bir patron var. Sadece patron grevin sona ermesi istiyor diye, patron ile işçiler/sendika arasındaki görüşmelere karşı çıkmak patronun elini güçlendirmez mi? Patronun ve işçilerin çıkarı bir ve aynı olmadığına göre, emekten yana güçlerin sorunun işçilerin lehine çözümünü istemesi ve bu yönde mücadeleye güç katması gerekmez mi? İşte tam da bu noktada TKP ve sosyal şoven çevreler, “çözümü ABD istiyor” diyerek emperyalistlerin ve ezilen Kürt halkının çıkarlarını ve çözümlerini aynılaştırıyor.

‘TKP’nin generalleri’ tarafından hazırlanan ve birçok yerde Genelkurmay ve MHP ile aynılaşan söylemler üzerine kurulu olan “Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi” “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi konusunda DTP’nin, bölge belediyelerinin, sermayenin, AB’nin, ABD’nin, AKP’nin, Irak Kürt yönetiminin aynı görüşte oldukları biliniyor değerlendirmesiyle başlıyor. Bu değerlendirme Kürt ulusal hareketi tarafından ifade edilen “demokratik özerklik” ile “yerel yönetim yasa tasarısını” yani hizmetlerin piyasalaştırılmasını aynılaştırıyor. Oysa “demokratik özerklik”te halkın oylarıyla seçilecek yerel meclislerin başta eğitim ve sağlık olmak üzere çeşitli hizmet alanlarında söz sahibi olması öngörülüyor; buradan uluslararası sermayenin çıkarları temelinde piyasalaştırma yapılacağı öngörüsü neye dayanıyor? Örneklemek gerekirse, geçen yıl “demokratik özerklik”ten yana olan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve belediyenin DTP’li meclis üyeleri, halkın ulaşım hizmetlerinden daha kolay ve ucuz yararlanması için ulaşım hizmetlerinin kamulaştırılması yönünde bir karar alıp uygulamaya koymuşlardı. Acaba bu uygulama, piyasalaştırma mantığının neresine denk düşüyor?

Bildirgenin devamında yer alan “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir” ifadesinden TKP’nin generallerinin asıl derdinin piyasalaştırmaya falan karşı çıkmak değil; “bölücülüğe karşı vatan savunması yapmak” olduğunu anlıyoruz.1 İspanya, farklı uluslara dayalı özerk bölgeler ayrışmanın değil; birliğin devamını sağlamaktadır. Eyalet sistemi eğer bir ülkeyi bölseydi, çeşitli eyaletlerinde farklı uygulamalar olan ABD’nin elli parça olması gerekirdi. Bunları bir tarafa bırakıp, TKP’nin “özerkliğin parçalanmayı derinleştireceği” iddiasının doğru olduğunu kabul edelim. Burada kendine “komünist” diyen bir partinin yapması gereken nedir? Kürt halk mücadelesinin ezilerek “birliğin sağlanması” için ırkçı-şoven koroya katılmak mı, yoksa ezilen ulusun geleceğini belirleme hakkına sahip çıkmasına saygı göstererek destek olmak mı? “Komünist” TKP; ABD emperyalizminin, egemenleri elli yıldır hizmetinde olan bir ülkeyi, üstelik bu egemenlerin ve maşa olarak kullandığı Kürt halkının eliyle bölmek istemesi karşısında vatan savunmasının en önüne koşuyor; üstelik böyle yaparak Kürt halkını da kurtarmış oluyor! Ama hakkını yemeyelim; bildirgede “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır. Yerel yönetimler dahil olmak üzere, bölgesel düzeyde ikincil dillerin kullanımının önü açık olmalıdır.” Denilerek, Kürtlere kendi dillerini kullanmaları lütfediliyor! Burada TKP’li dostlarımızı uyarmak gerekiyor; “yerel yönetimlerde yerel dillerin kullanılması” özerkliğin önemli dayanaklarından biridir. Biraz daha dikkat; burada siz de bölücülük yapmış olmayasınız!

SONSÖZ: BİRLİKTE YAŞAMANIN YOLU EŞİT HAKLARDAN GEÇER!

Egemenlerin sorunu baskılama, çözümü erteleme olanaklarının giderek daraldığı bir süreçte, “sol” değerleri savunduğunu söyleyen, emek ve demokrasiden yana güçlere düşen, sorunun ülkede yaşayan halkların çıkarları temelinde çözümü için mücadele etmektir. Her fırsatta demokratik bir zeminde birlikte yaşamdan yana olduğunu söyleyen Kürt halkı ve ulusal temsilcilerinin özerklik, anadilde eğitim gibi taleplerinin ülkeyi böleceği kaygısıyla karşısında durmanın birliğe değil; halklar arasında ayrışma ve çatışmanın derinleşmesine yol açtığı/açacağı artık görülmelidir. Sosyal demokrat, Kemalist, “sosyalist” çevre ve aydınlar, Kürt sorununun “kökü dışarıda” bir sorun değil, bu ülkenin, temelleri cumhuriyetin kuruluşuna dayanan bir sorunu olduğunu ve bu sorunu ABD ve diğer emperyalist odakların müdahale alanı olmaktan çıkarmak için, çözümün de içerde; halklar arasında güven ve kardeşlik duygularını tesis etmek üzere eşit haklar temelinde sağlanmasından geçtiğini görmelidir.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑