Ülkede çözüme kavuşturulamamış bir demokrasi sorunu var ve bu sorun üzerinden politik yelpazenin çeşitli kesimleri yoğun bir tartışma sürdürüyor. Partiler, akımlar, aydınlar, sosyalistler ve ilerici kişi ve gruplar bu tartışmaya katılıyorlar ve kendi düşüncelerini açıklıyorlar, bu konuda konumlarını belirliyor, düşüncelerini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Bu tartışmalar içerisinde özellikle bir bölüm liberal burjuva ve aydın tarafından savunulan bir görüş var. Bu görüş, ülkede devlet üzerinde -cumhuriyet ve “demokrasi” üzerinde- ordunun vesayeti olduğu görüşü ve iddiasıdır. Bu görüş ciddi bir tez olarak ortaya atılmakta, demokrasi ve özgürlükler sorununun kesin bir çözüme bağlanamamasının nedenini, bu “vesayet” durumunun oluşturduğunu savunmaktadır. Vurgulamak gerekir ki, “vesayet” -yani vasilik, himaye ve koruma altına alma vb.- sorunu azımsanmayacak bir çevre tarafından da benimsenmekte ve tekrarlanmaktadır.
Bu tezi görünüşte güçlendiren epeyce olgu bulunmaktadır. Ordu günlük politikaya çok sık müdahale etmekte, zaman zaman bir politik parti gibi davranmakta, hükümetlere ve meclise ne yapacaklarını adeta dikte etmekte, temel politikalara ilişkin “yol haritası”nı vermektedir. Ülkede 1960’da, 1971’de, 1981’de, 28 Şubat”ta, 27 Nisan’da askeri darbeler yapılmış, muhtıralar verilmiş, Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümü darbe koşullarında, sıkıyönetimle, olağanüstü hallerle geçmiştir. Yani görünüşte bu “vesayet” tezini güçlendiren epeyce maddi olgu, politik tecrübe ve ülkenin siyasi “gerçekleri” bulunmaktadır. Ordunun devletin “asıl sahibi” imiş gibi davranması, bu teze güçlü bir dayanak sunar gibidir.
Örneğin son güncel politik gelişmeler şöyle bir tablo ortaya çıkarmıştır. Ergenekon Davası nedeniyle Genelkurmay Başkanı Başbuğ davaya ve soruşturmaya ordu adına müdahaleler yapmakta, bu durum Cumhuriyet’in ve “demokrasi”nin ordunun vesayeti altında olduğu yönündeki tezi “kanıtlayan” güçlü bir veri sayılmakta, başkaca bir “kanıta” gerek duyulmamaktadır. Ya da Kürt sorununa ilişkin Genelkurmay politikası açıklanmakta, “çözümün” çerçevesi çizilmektedir. Yani nereden bakılırsa bakılsın, “vesayet tezleri”ni güçlendiren bir yapı var gibidir!
Gerçekten durum böyle midir? Ordu Cumhuriyet’i ve “demokrasi”yi, dolayısıyla devleti kendi vesayeti altında mı tutmaktadır? Türkiye’nin ordusu ve devleti, devlet ve sermaye ilişkileri açısından tüm dünyadan ayrı bir gelişme mi göstermektedir ve bu Türkiye’nin bir “özgünlüğü”, “farklılığı” mıdır? Ya da yaygın olarak söylendiği gibi, “biz bize benzeriz” mi? Ya da işbirlikçi büyük sermaye ülkede demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin karşısında duruyor, orduyu da bu gerici politikanın bekçisi olarak bolca kullanıyor mu?
Kuşkusuz bu sorular temel nitelikleri ve yanları ile yanıtlanması gereken sorulardır ve bu sorulara verilecek yanıtlar sadece bu sorunu aydınlatıcı nitelikte olmayacak, ama aynı zamanda, parti, akım ve kişilerin sınıflar mücadelesindeki yeri, politik mücadelenin neresinde mevzilendiği gibi sorulara da yanıt verecektir.
GENEL OLARAK DEVLET VE ORDU
Devlet, genel tanımı ile, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Topluma “dışarıdan kabul ettirilmemiş”, toplumların sınıflara bölünmesinin gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Mülk sahibi sınıf devleti örgütlemiş, kendisinin “tüm toplum adına hareket eden bir güç olarak” benimsenmesini sağlamıştır. Bu güç, kendisini, toplumsal gelişmenin düzeyi tarafından belirlenen, kendi egemenliğini koruyacak ve sürdürecek aygıtlarla da donatmıştır.
Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında tarihsel çözümlemesini özetlerken, “Devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir erklik değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlâk düşününün gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir.Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşım içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik, devlettir.” (abç) demektedir.
Lenin’in Engels’in bu tespitleri ile ilgili yorumu şudur: “Burada, Marksizmin, devletin tarihsel rolü ve anlamı üzerindeki temel düşünü tüm açıklığıyla dile getirilmiş bulunuyor. Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.” (Devlet ve Devrim, abç) Zaten Marx da, devleti, “bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organı” olarak tanımlar. Devleti, sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir “düzen”in kurulması” olarak tarif eder. Marx’a göre, “eğer sınıflararası uzlaşma olanaklı olsaydı devlet ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi.”
Bu uzlaşmaz çelişkinin varlığının egemen sınıf lehine devam ettirilmesi, egemen sınıfın iktidarının korunması gerekir. İşte burada devletin aygıtları devreye girer. Bu egemenliğin sürdürülmesinin temel koşulu, halktan soyutlanmış bir silahlı gücün kurulması, silah kullanma tekelinin sağlanmış olmasıdır. Egemen sınıf, bu gücü, tarihin ve toplumsal gelişmenin farklı dönemlerinde farklı bir biçimde örgütlemiştir. Ama burjuvazinin işçi sınıfı ve halk üzerindeki egemenliğinin aygıtı olan modern devlet, sürekli ordu diye bir kurum yaratmış ve egemenliğinin sürmesini bu aygıtla güvence altına almaya çalışmıştır. Bu anlamda, devlete, örgütlenmiş zor aygıtıdır da denilebilir. Antik ve feodal devletler ise, kendi toplumsal gelişmelerine uyan silahlı birliklere sahiptiler ve bunlar, köleci ve feodal yönetici sınıfların imtiyazlarını koruyorlardı.
Yine Engels, bu kurumun, yani “silahlı adam müfrezeleri”nin ilk ortaya çıkışını şöyle özetler, “… İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü, sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir… Bu kamu gücü her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerinden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir…“
Lenin, bu kurumun örgütlenmesini, Engels’e ve tarihsel gerçeklere dayanarak şöyle açıklar: “Uygar toplum, düşman sınıflar biçiminde ve üstelik ‘özerkli silahlanmaları’ aralarında silahlı bir savaşıma yol açabilecek, amansızca düşman sınıflar biçiminde bölünmüştür. Devlet kurulur; özel bir güç, özel silahlı adam müfrezeleri meydana gelir; ve her devrim, devlet aygıtını yıkarken, arı durumda bir sınıflar savaşımı örneği verir, egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı adam müfrezelerini yeniden kurmak, ezilen sınıfınsa, sömürücülere değil, sömürülenlere hizmet etmeye yetenekli bu tür yeni bir örgüt kurmak için nasıl çabaladıklarını bize en açık bir biçimde gösterir.”
Ancak bu sürekli ordu devletin belkemiği olmakla birlikte, devletin tek kurumu değildir. Sermaye egemenliğini güvence altına alan, görünüşte ve yasal olarak tüm çelişkilerinden arınmış hukuksal ve anayasal bir sistem -düzen partileri ve kamusal kurumlar vb.- ve bunun organları olan polis gücü, iyi örgütlenmiş bürokrasi, mahkemeler ve cezaevleri vb. bu egemenliğin devamını güvenceye almak için oluşturulmuş kurumlardır. Yani ezilen ve sömürülen tüm kesimler üzerinde, burjuvazinin egemen sınıf olarak sınıfsal diktatörlüğünün ve egemenliğinin bir aracı olarak devlet ve ordu örgütlenmiş, bu örgütlenme toplumun tüm gelişimine müdahale edebilir bir pozisyona getirilmiştir. Modern devletlerin kendilerini sarıp sarmalayan ne tür bir çok gelişkin kuruma sahip olduklarını, propaganda aygıtlarının sınıf egemenliğini sürekli pekiştiren bir faaliyetle, nasıl büyük sermayenin hizmetine koşulduğunu günlük yaşam sürekli olarak kanıtlamaktadır.
Açıktır ki, burada, bir “vesayet” değil, egemenlik ilişkisi bulunmaktadır ve bu egemenlik, sermayenin işçi ve emekçi halk üzerindeki egemenliğidir. Bu egemenlik tehlikeye düştüğünde, sıkıyönetim, olağanüstü hal yasaları, bunlarında yetersiz kaldığı koşullarda, açıktan askeri yönetimler burjuvazinin başvurduğu yöntemlerdir. Bu durumda, olağan zamanlarda perde gerisinde, kışlasında duran ordu sahnenin önüne geçer ve burjuvazi adına “düzeni” yeniden kurar ve onun devam etmesini sağlar.
Tabii ki, bütün bunların uygulanması, düz ve açık bir çizgi izlemez. Bunların gündeme gelmiş olması, toplumdaki sınıflar arasında keskin mücadelelerin ortaya çıkmış olması anlamına gelir. Burjuvazi “devletin ve düzenin tehlikede olduğu” yaygarasını koparır ve tüm ideolojik, politik aygıtlarını, propaganda araçlarını devreye sokar, halkın en azından bir bölümünü kendi davasının peşine takmaya çalışır.
Ancak devletin sadece siyasetle ilgilendiği sanılmamalıdır. Devlet sadece sermayenin egemenliğinin devam etmesini garanti etmez; aynı zamanda sermayenin kolektif aygıtı olarak, sermaye kliklerinin anarşik çatışmasını önler, ihtiyaç olduğunda onu kurallara bağlar, toplumsal düzeni tehdit eden ekonomik gelişmelerin olması durumunda, kendi alt yapısını, yani toplumsal temelini -kapitalizmi- güçlendirecek önlemleri de duraksamadan alır. Yaşanan son krizde devletlerin uyguladıkları politikalar bu açıdan son derece dikkat çekici olmuştur. Sermaye düzenini kurtarmak için ekonomiye işçi ve emekçi halkın sırtından trilyonlarca dolar akıtılmış, ekonomik çarkların dönmesi için devlet gücü ve olanakları sonuna kadar devreye sokulmuştur.
Bu durumda, ekonomi ve tüm toplum üzerinde bir “devlet vesayeti”nden söz eden teoriler -bu durum devlet karşıtlığını geliştireceği için tehlikeli bulunmuştur!- geliştirilebilirdi! Ama sermaye ideologları bu yola gitmemiş, devletlerin genel anlamda sermayenin çıkarlarını savunmaktan öte, bugün “en büyük sermaye grubu” haline gelmeleri, “devletçilik ve Keynes” tartışmaları gündeme getirilmiştir. Bu genel girişten sonra, Türkiye’de devlet ve ordu tartışmalarına girebiliriz.
TÜRKİYE’DE DEVLET VE ORDU
Burada öncelikle sorulması ve yanıtlanması gereken soru şudur: Türkiye’de devletin ve ordunun gelişimi yukarıda özetlenen bu genel tablodan farklı mıdır ve ayrılıklar gösterir mi, gösterirse, bu ayrılıklar öze ilişkin ayrılıklar mıdır? Kuşkusuz bu soru boşuna bu şekilde sorulmamıştır. Çünkü tartışılan, Türkiye devleti ve ordusudur. Vesayet tezleri de “dayanaklarını” bu devletin ve ordunun şekillenmesinden almaktadır. Bu nedenle, devletin şekillenmesine ve bu şekillenmenin bazı karakteristik özelliklerine dikkat çekmek gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve bu çöküşten geriye kalan kalıntılar üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Bağımsızlık savaşı kazanılmış, önemli reformlar yapılmıştır. Modern bir devlet ve ordunun kurulması bu temel üzerinde gerçekleşmiştir. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken nokta, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesinde ordunun yeri ve konumudur. Kurtuluş Savaşını örgütleyen, yerel direnişleri merkezileştiren ve orduyu organize edenler, Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı’na katılmış olan paşaları ve subaylarıdır. Eski ordunun kalıntıları ve devlet bürokrasisi, bir süre sonra Ankara’da kurulan Meclis’in emrine girmiş, Mustafa Kemal de Meclis’in başkanlığına getirilmiştir.
Meclis’in kurulması, Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı başarıyla yürütebilmek üzere, ulusun tüm olanaklarını ve gücünü seferber edebilmek, bu mücadeleye meşruluk ve yasallık kazandırabilmek ve merkezileştirebilmek için zorunlu ve gerekliydi. Anadolu’da kalan ordu birlikleri -Kazım Karabekir’in komuta ettiği Doğu ordusu neredeyse bütünüyle durmaktaydı- merkezi bir komuta altında toplanmış, direnişçi yerel milisler gönüllü veya zorla tasfiye edilmişti. Esasen Kurtuluş Savaşı gibi bir mücadele için gerekli olan da zaten böyle bir örgütlenme idi. Ama bu örgütlenme ve mücadele içerisinde ordunun tuttuğu yer, yeni devletin şekillenmesinde ve onun alacağı biçim üzerinde büyük bir etkide bulunmuştur. “Devlet kuran ordu” teorileri bu kaynaktan beslenmiştir.
Kurtuluş Savaşı ordu ve üst sınıflar tarafından örgütlenmiş, halk da bu mücadeleye tüm gücü ile katılmıştı. Burjuvazi, taşra ve ticaret burjuvazisi, yerel esnaf özellikleri gösteriyor, büyük toprak sahipleri de bu mücadeleyi destekliyorlardı. Bu durum, kurulacak devletin sınıfsal özelliğini de belirliyordu. Cumhuriyet, ne kadar zayıf olursa olsun, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin, yani üst sınıfların cumhuriyeti ve devleti olacaktı.
Burjuvazi, tıpkı işçi sınıfı gibi, uluslararası bir sınıftır ve bu sınıfın temel özellikleri ülkeden ülkeye değişmemektedir. Hatırlanacağı gibi, büyük Fransız Devrimi, tüm burjuva sınıfların eline kullanabilecekleri ideolojik ve politik aygıtları vermiş, burjuvazinin sınıf egemenliğini en saf biçimde örgütlemişti. Elbette ortaya çıkan deneyimden işçi sınıfı ve onun partileri de başka türlü yararlanacaklardır.
Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yeni Cumhuriyeti kuran ordu kadrolarının ve üst bürokrasinin önemli bir kesimi, Balkanlarda -yani imparatorlukta kapitalizmin ve burjuva yaşamın en gelişkin olduğu, milliyetçi hareketlerin en erken başladığı topraklarda- görev yapmış, burjuva ideolojisi ile yakından tanışmışlar, onu bilinçle benimsemişlerdi. Bu çerçevede şu tespiti yapmak pek yanlış olmaz: Ordunun üst düzey kadroları, örneğin Anadolu’daki burjuva kesimlerinden çok daha önce ve bilinçle burjuva ideolojisine, dünya görüşüne sıkı sıkıya bağlanmışlardı. İkinci Meşrutiyet dönemi, İttihat ve Terakki’nin ordu içerisindeki örgütlenmesi ve bu kesimleri politikaya çekmesi, mutlak monarşiye karşı meşruti monarşiye ilişkin Cumhuriyetçi fikirlerinin öncelikle kapitalizm ve burjuva yaşamın en gelişkin olduğu Balkanlarda yaygınlaşması, ordunun bu “tezgahtan” geçmiş kesimleri açısından bir “fikri hazırlık” dönemi olarak da görülebilir.
Yani ordusuyla, üst bürokrasisiyle bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin izleyecekleri yol açık ve belirgindi. Kurulan bu yeni devlet bir burjuva (ve büyük toprak sahipleri) devleti olacak, onun egemenliğini kurumsallaştıracak, ancak bazı eski kalıntılardan da -saltanat, hilafet vb.- kendisini kurtaracaktı. Ancak bu yeni devlet, Osmanlı Devleti’nin son derece gerici iki temel özelliğini hiç değiştirmemiş, bunları aynen korumuş ve devam ettirmiştir. Bu özelliklerinden birisi, devletin halkla -halka tepeden bakma ve onu korkulacak ve güvenilmeyecek bir kitle olarak görme- ilişkisidir. Diğeri de, köylünün toprakla -aşarı kaldırma, ama toprak reformu yapmama, toprakta eski ilişkileri devam ettirme- olan ilişkisi idi. Yani kapitalizmle, kapitalizm öncesi kalıntılar bir arada ve iç içe olacak, devlet bu temel üzerinde şekillenecek, burjuva yarı-feodal sınıfların temsilcisi olacaktı. Bu devlette siyasi demokrasinin yeri olmayacak, halkın demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi sürekli olarak bastırılacaktı.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında burjuvazinin son derece zayıf olması, ordunun “özerk” olduğu teorilerini besleyen bir etken olmuştur. Ancak ordu kadroları bu konuda daha önceki deneyimlerinin de etkisiyle son derece realisttir! Kurtuluş Savaşı’na katılan özellikle yüksek rütbeli subaylar, üst bürokrasi hemen zenginleşmenin yollarını aramışlar ve bulmuşlardır. Yeni devlet, asıl dayandığı ve dayanacağı temel olan, ancak cılız ve zayıf olan burjuvazisini güçlendirmek ve onu palazlandırmak için her adımı atmıştır. Ermeni tehciri, mübadele vb. gibi olaylar da, zaten kendi bütünlüğü ve devamı içerisinde mülkiyetin el değiştirmesi ve bir Türk burjuvazisi “yaratma” (doğrusu, güçlendirme) sürecini hızlandırmış bulunuyordu.
İş bitiricilik ve köşe dönücülük, üst sınıflar açısından sadece son yılların özellikleri değildir. Kurtuluş Savaşı’nın ardından tam hızla iş dünyasına atılan kadrolar, o dönemde “aferistler” denilen -özellikle İş Bankası etrafında toplanmış grup ki, burada CHP’nin de hissesi bulunmaktadır- grup, iş bitiriciliğin, havadan para kazanmanın, imtiyazların, nüfuz ticaretinin simgesi olarak damgalanmıştır. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, ilk Meclis’e kiremit sağlamak için bakkallıktan tüccarlığa doğru ilerleyen Vehbi Koç ve onun kurup büyüttüğü bugünkü Koç Holding de, bu Cumhuriyet’in ilk zenginlerinden ve onun kaymağını yiyen sermaye kesimlerindendir.
Bilindiği gibi, daha sonraları da ordunun büyük sermaye ile farklı türden ilişkileri olmuştur. Ordu daha önceki deneyimlerini daha sonra OYAK vb. biçiminde geliştirerek sürdürmüş, büyük sermaye ile sadece “emir komuta” ilişkisi içinde olmakla yetinmemiş, büyük sermayenin işletilmesine de eğilim göstermiştir.
Kuruluş yıllarına geri dönecek olursak, kurulan devlet bir burjuva ve toprak ağaları devletidir ve ordu da bunların sınıfsal hâkimiyetlerinin aracı olarak temel bir işlev görmektedir. Yani ordu ile devlet ilişkisi, temelde aynıdır, ancak devletin yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan şekillenmesi nedeniyle bazı özgünlükler de taşımaktadır. Genelkurmay Başkanları hükümetlerin içindedir ve ordunun eski komutanları devletin başındadır vb. Daha sonraki bir tarihte, Mustafa kemal Celal Bayar’ı Başbakanlığa atarken, ona şöyle demektedir: “Genelkurmay Başkanını ve kuvvet komutanlarını, valileri ve içişleri bakanını ben atarım.” Geriye kalan ekonomidir! Zaten daha sonra yapılan darbelerde de ekonomi “sivillere” devredilmiş bir alandır. Çünkü zaten ordunun devletin sınıfsal şekillenmesinden ve hangi sınıfın egemenliğinin, çıkarlarının korunacağından hiçbir kuşkusu bulunmamaktadır. Ama Kemal’in sözlerinde dile getirilen tutum, devletin temel kurumuna, özellikle orduya ilişkin bakışını özetlemektedir.
Ancak Cumhuriyet döneminden İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte asıl öne çıkan kurumun ordu -zaten onun eski komutanları devletin başındadır- değil, CHP olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. CHP, tek parti olarak, tüm toplumu etkileyecek bir yönetim göstermekte, kararlar almakta ve uygulamaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, bir dönem, valiler, aynı zamanda CHP il başkanlığını da üstlenmişlerdi. Bu devlet şekillenmesinin kalıcı etkileri olmuştur ve kendilerine, önce “Kemalistler”, sonra da “Atatürkçüler” adını veren yüksek devlet bürokrasisi son derece etkin bir konuma yerleşmiştir. Bu bürokrasi, ordunun üst yönetimi ile birlikte “ilerlemeyi, çağdaşlığı ve laikliği” temsil ettiğine inanmakta, gerekirse bu amaç için tüm devleti ve toplumu yönlendirmeyi kendine hak olarak görmektedir. Her dönemde bu “görev”in gerekçesi ve içeriği değişebilmekte, ama müdahaleyi yapan güç ve onun taşıdığı mantık -devletin bekası- değişmemektedir.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA DEVLET VE ORDU
İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreç, ülkenin kendi içinde despotik ve gerici bir yönetime sahip olmasına karşın, ulusal çıkarları savunma ve korumada emperyalizme henüz tam olarak teslim olmadığı bir dönemdir. Ordu ve devlet ulusal niteliklerini korur. 1945’ten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, ABD Batı kapitalizminin lideri olarak öne çıkmış, bir süre sonra NATO kurulmuş, Türkiye de NATO’ya dâhil edilmiştir. Bu dönem, aynı zamanda Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerinin sıklaştığı, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin bütünüyle egemen olduğu bir süreçtir. Devlet ve ordu biçimsel olarak pek değişmeden kalmış, ancak bu kurumların içeriği bütünüyle emperyalizme bağımlılık ilişkileri tarafından doldurulmuş, ulusal yönler, kazanımlar tasfiye edilmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni gerçekleştiren subayların önemli bir bölümünün ABD’de eğitim görmüş olması tesadüflerle açıklanamaz. Daha sonra devlet başkanı olacak Cemal Gürsel’in şu sözleri bu bağımlığın itirafı gibidir: “Donumuza kadar adamlar veriyor.” Evet gerçek durumda budur, adamlar -esasta ABD emperyalizmi ve diğer büyük Batılı emperyalistler- donlarına kadar vermekte, ama karşılığında ülkenin zenginliklerini almakta, onu soymakta, ordusunu kullanmaktadırlar. Burada, artık emperyalizme bağımlılık, bu bağımlılıkta da ordunun kilit bir rol ve işlev üstlenmesi söz konudur. Bir “vesayet”ten söz edilecekse, bu vesayet, emperyalizmin ve onunla birleşmiş işbirlikçi büyük burjuvazinin ve onun hizmetindeki ordunun “vesayeti”, bu gerici sınıf ve kurumların ayakta tuttuğu gerici, demokrasiye olanak tanımayan devlet “vesayeti”dir.
Ama bütün bunlara karşın, yine de “vesayet” sözcüğünün kullanılması son derece yanlıştır ve ülkenin içinde bulunduğu gerçek durumu örtülemeye yaramaktadır. Vesayet sözcüğünün sıkça ileri sürülmesi ve bunun bir sistemi, yönetim biçimini tanımlamak için kullanılması, ülkenin emperyalizmle ilişkisini örtmeye yaramakta, işbirlikçi büyük sermayenin işlevini ve sınıfsal egemenliğini gizlemekte, demokrasi mücadelesinin önüne işbirlikçi büyük sermayenin ördüğü barikatı yok saymakta, bunun için orduyu kullandığını görmezden gelmektedir. Bu temel ilişki göz ardı edilerek, bir vesayet sorunu tartışılamaz. Gerçek durum, vurgulanmaya çalışıldığı gibi, oldukça farklıdır. Burjuva liberalleri ve aydınları bu gerçeğe sırtlarını dönmekte, işbirlikçi egemen sınıfları, onların politikalarını, ülkede bugüne kadar neden bir demokrasi kurulamadığını, ülkede gerçek iktidarın kimde olduğunu gizlemektedirler.
12 Eylül 1980’de askeri faşist darbe yapıldığında, dönemin ABD Başkanı’na, haber, “bizim çocuklar yaptı” diye verilmişti. Ordunun üst düzey komuta heyetinin konumu gerçekten de budur! Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin, kendilerini zorlayan işçi hareketini püskürtmenin güvencesi ile, “artık gülme sırası bizde” demişti. Bütün bunlar arasında temel bir ilişki ve ülkenin politik olarak içinde bulunduğu durumun bir yansıması bulunmaktadır. Ordu, işbirlikçi büyük sermayenin devletini, onun egemenliğini ve çıkarlarını, bu ülkenin işçilerine ve halkına karşı kararlılıkla savunmakta ve bu düzeni “koruma ve kollama” işini gerekirse darbe yoluna başvurarak yapmaktadır.
Bugünden bakıldığında daha açık ve net görülmektedir ki; 24 Ocak Kararları olarak bilinen ve emperyalist büyük devletler lehine bir dizi düzenlemeyi içeren, ekonomiyi emperyalizme bağımlılıkta yeniden “yapılandıran” kararlar, işçi ve halk hareketi ezilmeden, açık bir askeri diktatörlük kurulmadan uygulanamazlardı. 12 Eylül askeri faşist darbesi işte bu koşullarda yapılmış; ordu, işbirlikçi büyük sermayenin aleti olarak devreye sokulmuştur.
Bu ilişki, son dönemde, “askeri yargı-sivil yargı” tartışmaları sırasında da açıkça görülmüştür. TÜSİAD, askerlerin yargılanma usullerinde mevcut durumun değişmesine karşı çıkarken, ordu ile kendi arasındaki temel bir ilişkiye ve bu ilişkinin şekillendiği tarihsel sürecin gerekliliklerine göre davranıyordu. Keza TÜSİAD’ın Kürt sorununda bugün genel olarak sessizliği benimsemesi ve geçmişe göre daha temkinli hareket etmesinin nedenlerini statüko ilişkilerinde aramak doğru olacaktır. Şu kadarı söylenebilir ki; bugün işbirlikçi Türkiye burjuvazisinin safları genişlemiştir ve bu burjuvazinin saflarına katılan yeni sermaye kesimleri devlet katında kendilerine de yer açılmasını talep etmekte, ayrıcalıklardan ve imtiyazlardan, sadece belirli hükümetler döneminde değil, devletin asli sahipleri arasına katılarak, her hükümet döneminde, tıpkı TÜSİAD gibi yararlanmak istemektedirler.
Bu bölümü bitirirken, burjuva düzen partilerinin de “orduculuk” konusunda ordu komutanlarını aratmayan gerici tutumlara sahip olduklarını hatırlatmak gerekir. Onlar, ordunun müdahalelerini sineye çekmişler, şapkalarını alıp gitmişler, ülke kendileri için yeniden dikensiz gül bahçesine döndüğünde kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Burjuva-düzen partileri, orduya ilişkin her tartışmada ordunun “yıpratılmaması” yönünde tutum alarak, kendi demokrasi karşıtı cephelerini özenle koruyup, kollamışlardır.
SOL VE ORDU
Burjuva liberallerinin ordunun “vesayet sistemi”ne yönelttikleri eleştirilerin temel noktası, orduyu, sınıf ve sermayenin egemenlik ilişkilerinden, emperyalizme bağımlılık sorunlarından soyutlamalarıdır. Orduya böyle yaklaşan benzer yaklaşımlar, bunların tam tersi gibi görülen başka bir kanattan da gelmektedir. Bunlar, Kemalistler ve esasen de “sol Kemalistler” olarak adlandırılan kesimlerdir. Bu kesimler, orduyu “ilerlemenin ve çağdaşlaşmanın, laikliğin” koruyucusu olarak görmekte, ordunun sınıf egemenliğinin aygıtı olmadığını ileri sürerek, onun diğer ülkelerin ordularından farklı olduğunu iddia etmektedirler. Özellikle “laikliğin ve çağdaşlaşmanın” tehlikede olduğunu tespit ettikleri dönemlerde, her zaman ordunun tamamına değilse de, “zinde güçler”e, “genç subaylar”a, peşlerine takmak üzere gençliğe çağrılar yapmaktadırlar.
Bu akımın -sol Kemalizm- en güçlü dönemini 1960 sonrasında yaşadığını, giderek zayıfladığını, ancak bazı temel argümanlarının bugün “ulusalcılık” görünümü altında savulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Orduya ilişkin, altmışlı yıllarda, “sol Kemalistler”in yaptığı değerlendirmeleri, örneğin önce “Yön”, daha sonra “Devrim” dergilerini çıkaran Doğan Avcıoğlu’nun orduya ilişkin tespitleri hatırlayalım. Avcıoğlu, önce Marksizmin orduya ilişkin tezlerini eleştirir ve şöyle yazar: “Orduyu hakim sınıfların elinde itaatkar bir alet olarak düşünmek büyük bir hatadır… memleketimizin Batılılaşma hamlelerinde, ordu daima ilericilerin safında yer almıştır. Bugün de ilerici kuvvetlerin anayasadan da kuvvetli teminatı ordudur.” (“Sosyalist Gerçeklik”, Yön, sayı 39, 12 Eylül 1962 Aktaran Elçin Macar)
Avcıoğlu’nun ordu hakkında bu tespitleri yapması, onun orduya ilişkin şu tahliline dayanır: “Ordu, bazen solcu bir politik güç olabilir… Günümüzün bazı azgelişmiş ülkelerinde durum böyledir. Buralarda askeri okullar, fakir sınıflara ya da küçük-burjuvaziye mensup kabiliyetli çocuklara toplumsal yükselme yolu açmaktadır. Subaylar büyük feodallerin ellerindeki siyasi, iktidar karşısında, bu toplumsal grupları temsil etmeye yönelebilirler. (Aktaran Macar) Avcıoğlu, 1967-1968’den itibaren, Cemal Madanoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, eski MBK üyesi Osman Köksal gibi kişilerle “darbeleri devrime dönüştürmek üzere” faaliyetlerde bulundu.
Kuşkusuz emperyalizme bağımlı, toplumsal gelişmelerin geri olduğu ülkelerde, geçmişte, ordulara dayanarak, devrim değilse de, bağımsızlık, hatta sosyalizm peşinde koşan akımlar olmuştur. Mısır ve Nasırcılık, bazı Arap ülkelerindeki Baasçılık, Latin Amerika ülkelerinin bazılarında ordu içindeki bazı gruplarla işbirliği arayışları ve birlikte “devrim” yapma hayali vb. gibi. Ancak bunlar süreç içinde tasfiye olmuşlar, bu ordular “ayıklanmış”tır. Bağımsızlıkçı halk hareketlerinin yükselmesi durumunda, özellikle bağımlı ülkelerdeki orduların parçalanacağı, bir bölüm gücün halkın safına geçeceği, kuşkusuz göz ardı edilemez. Bu açıdan, Venezüella ve Chavez örneği ilginçtir. Chavez, eski subaydır ve “bağımsızlıkçı cuntacılık” diyebileceğimiz bir gelenekten gelmektedir. Ancak ordu kendisine karşı darbe girişiminde bulunmuş, ama bu darbe, halk desteği ile püskürtülmüştür. Ayrıca her büyük toplumsal hareket, başta ordu olmak üzere, eski devlet kurumları içinde parçalanmaya yol açar ve karşı devrim cephesini zayıflatır.
Ancak “sol Kemalistler”in geçmişe ait geçici bir durumdan kalıcı sonuçlar ve teoriler üretmeleri, genellikle hüsranla sonuçlanan maceralara kapıyı açmıştır. Avcıoğlu da, Harp Okulları vb. askeri kurumlara alınan gençlerin sınıfsal konumlarından yola çıkarak, ordunun kurumsal işlevini ve rolünü göz ardı ediyor ve bu da, halen “darbe” hayalleri peşinde koşanlarda hayal kırıklıkları yaratmaya devam ediyor. 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren de, darbe sonrasında meydan meydan dolaşarak, harp okullarına halk çocuklarının alındığına halkı inandırarak, onları ordunun gerçek işlevi konusunda yanılgıya sürüklemeye çalışıyordu. Ama burada fazla söze gerek yoktur ve 12 Eylül darbesinin uygulamaları ve yol açtığı sonuçlar ülke için oldukça ağır olmuştur.
Bütün bu teorilerin genel olarak “sol” üzerinde güçlü etkilerde bulunduğu inkar edilemez. Özellikle laiklik meseleleri gündeme geldiğinde, solun bir kesimi, çeşitli bağlarla Genelkurmaya bağlanan “muhalefet” hareketlerin peşine takılmaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. Denilebilir ki, laiklik meselesi, orduya ilişkin yanılsamaların ortaya çıkmasında kilit bir rol oynamaktadır ve bu durum, halkın demokratik hareketini, bağımsızlık mücadelesini darbeleyen sonuçlara yol açmakta, onun hareketini güçten – Susurluk olayında da benzer bir gelişmenin yaşandığı hatırlanmalıdır- düşürmektedir.
Burada “sol Kemalistlerle” ya da bu ideolojinin verilerini kullanarak, kendi laiklik anlayışını toplumda egemen kılmak isteyen askeri güçlerle, özellikle solun Kemalizm’e yakın kesimleri arasında yakın ilişkiler kurulabilmektedir. Kemalizm’in ya da Atatürkçülüğün argümanları kullanılarak, solun Kemalizm’e yakın kesimleri -CHP’nin de yardımı ile- etkilenmekte, onlar, bir biçimde, “ulusalcılık” vb. demagojilerle, devletin ve ordunun gerici kliklerinin yedeği yapılabilmektedir. Laiklik sorunları, Ergenekon Davası, Kürt sorunu gibi sorunlar, bu çevreler için “laiklik ve ulusalcılık” çerçevesinde yorumlanmakta, bazı sol çevreleri kendi gerici amaçlarının peşine takabilmektedirler.
Bunlar dikkate alınarak düşünüldüğünde; Kemalizm’in “sol kanadı” ile, solun Kemalizm’e açık kesimlerinin arasında sanıldığından daha fazla bir “geçirgenlik”, karşılıklı ilişki bulunmaktadır. Laiklik, ulusalcılık vb. sorunlar gündeme geldiğinde, solun bu kesimleri, Kemalizm’in soluna meyletmekte, genellikle onlar aracılığı ile de statükocu güçlere, onların hareketlerine bağlanmaktadırlar. Bazı sosyal bilimciler, Kadrocular için, onların sosyalist geçmişlerinden de yola çıkarak, Kemalizm için sosyalizmi kullanan bir hareket, Yöncüler için de, “sosyalizm için Kemalizmi kullanan hareket” nitelemesinde bulunmuşlardı. Ancak bu her iki hareketin de, sosyalizmle, işçi sınıfı mücadelesi ile bir ilişkisinin olmadığı açıktır. Genel olarak ifade edecek olursak, bunların ufukları güdük bir bağımsızlık, devlet kapitalizminin egemenliği ile sınırlıdır.
Orduya ve devlete ilişkin bir diğer yanlış değerlendirme ise, “Bonapartizm” yakıştırmasında kendisini göstermektedir. Bonapartizm, sınıfların birbirleri üzerinde henüz tam hakimiyet kuramadıkları, denge tutmaya çok yaklaştıkları geçici bir durumu ifade eder ve ortaya çıkan “göreli özerkliği” ifade eder. Türk devletinin ve ordusunun bu konumda olmadığı yazının içinde yeterince açıklanmıştır. Tarihte 17 ve 18. yüzyılların mutlak hükümdarlık dönemleri, Fransa’da Birinci ve İkinci İmparatorluk dönemi Bonapartizmi ve Bismark dönemi Almanya’sı böylesi dönemlerdir ve feodal sınıflarla burjuvazi arasında devlete ilişkin durumu ifade eder. Ancak bu durum, hem tarihin geçmiş bir döneminde söz konusu olmuş, hem de Türkiye’de burjuvazi ile feodal üst sınıflar arasında devletin sahipliğine dair böylesi bir mücadele olmamıştır. Olan; uzlaşma ve birlikte yönetim, onların çıkarlarına hizmet eden bir ordunun kurulmasıdır.
Vurgulamak gerekir ki, Bonapartizme yol açabilen “denge” koşullarının ötesinde de, bazı tarihsel ve toplumsal koşullar, örgütlenmiş silahlı güce, bu güce komuta edenler (hizmetinde bulunduğu sınıflar) karşısında kısmen “özerk davranma” imkanı tanıyabilir. “Darbe Günlükleri”nde, Özden Örnek, “elimizde silah var, bizden korkarlar” anlamında sözler söylerken, bir bakıma bu gerçeği ifade etmektedir. Ama bazı dönemlerde rastlanabilen “geçici, göreli ve kısmi özerklik”in işbirlikçi büyük burjuvazinin sınıf çıkarlarını tehdit etmeyeceğinin, edemeyeceğinin altı özenle çizilmelidir.
Yazıyı bitirirken vurgulamak gerekir ki, Türkiye’de devlete ve orduya ilişkin yapılan “vesayet” vb. tahlil ve tespitler, sınıf ilişkilerine, onların maddi gelişimine ve bu ilişki üzerinde yükselmiş olan devlet ve ordu yapısına gerçekçi olmayan, gerçekçi olmadığı kadar da yanlış politik tespitlere kapıyı aralayan bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bu tespitler, demokrasi mücadelesinin özünü çarpıtırken, gerici yapıyı koruyan, demokrasi mücadelesine engel olan güçlerin nitelikleri konusunda yanlış düşüncelerin yaygınlaşmasına neden olmakta, bu nitelikleri ile de, sadece işbirlikçi büyük sermayenin konumunu gizlememekte, ondan bağımsız bir ordu portresi çizerek, ordunun gerçek konumunu da gizlemektedir.