Son aylarda Türkiye Irak arasındaki gidip gelmeler olağanüstü hız kazandı. Sadece Mart ayında bile iki ülkenin cumhurbaşkanları karşılıklı ziyaretlerde bulundu. Bu ziyaretlere, Gül’ün İran ziyareti Ahmedinecad’ın Türkiye’ye gelmesi eklendi. Bu arada, ABD’nin çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da Türkiye’yi ziyaret etti. Nisan başında ise, Obama Türkiye’ye geliyor!
Çok kaba çizgileriyle bu trafik bile; “Hayırdır inşallah!” dedirtecek cinsten.
Bütün bu trafiğin, Türkiye’nin bir genel seçime dönüşmüş yerel seçim yarışı içinde geçtiği düşünüldüğünde; tablonun, olup bitenleri daha da anlamlandırdığını söyleyebiliriz.
Bütün bu trafiğin üstünde cereyan ettiği politik ortama birkaç noktada daha ayrıntılı bakmak; birbiriyle ilgisiz görünen pek çok şeyin, ABD’nin, Türkiye ve Ortadoğu-Kafkasya-Orta Asya bölgesindeki stratejisindeki değişimler ve Türkiye’nin bu stratejiye bağlanma gayretleriyle ilgili olduğunu gösterecektir.
TÜRKİYE’DEKİ SICAK GELİŞMELER
29 Mart’ta yapılan yerel seçime gelen süreç, önceki seçimlerde de olduğu gibi, bir yandan meydanlarda AKP-CHP arasında bir ağız dalaşına yol açarken; asıl olarak da, AKP ve öteki sermaye partilerinin Kürt sorunu karşısındaki mevzilerini yeniledikleri bir süreç oldu.
AKP’nin TRT-Şeş hamlesiyle Kürtleri yedekleme girişiminden sonra, Başbakan Erdoğan’ın TRT-Şeş’in ardından Şivanperver’in Newroz’da Türkiye’ye getirileceği, Ahmet Kaya’nın mezarını getirmek için girişimler yapılacağına dair ifadeleri, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununda demokratik çözüm doğrultusunda adım atmak yerine bu tür şov girişimleriyle kamuoyunda sorunu canlı tutma, seçimde Kürt sorununu bir şova dönüştürme gayret içinde olduğu intibaını güçlendirirken, aynı zamanda, sorunun tartışılmasında da yeni gelişmelere kapı araladı. Çünkü Kürt sorununun gelip dayadığı noktada; şov içerikli girişimler bile, ciddi sonuçlara yol açabilmektedir.
Olağan zamanda hükümetin böyle girişimleri, askerler başta olmak üzere milliyetçi çevrelerden sert tepki görürdü; ama bu sefer öyle olmadı. Tersine bu girişimler karşısında, CHP, ne dediği pek anlaşılmasa da, eskisi kadar milliyetçi bir noktada olmadığını gösteren jestlerden de geri durmadı. Baykal ve partisi TRT-Şeş’e karşı çıkan bir tutum almadı; hatta ilk Kürt Raporu’nu 1990’ların ilk yarısında CHP’nin çıkarmasıyla övündü; Mardin’de miting düzenledi. MHP bile; kendi tabanını tatmin için hükümeti bölücülükle suçlasa ve “tek dil” sorununu öne çıkarsa da, Kürt sorunu diye bir sorun olduğunu, Kürtlerin kültürel hakları olabileceği gerçeğini zımnen kabul eden bir çizgiye geldi. Kürt konusunda en hassas kurum olan Genelkurmay da, bütün bu yerel seçim patırtısı içinde; “Üniter ve ulus devlet yapısına zarar vermeyecek tedbirleri göz önüne almak kaydıyla devlet kültürel alanda bazı açılmalar yapabilir”1 diye, hükümetin Kürt açılımına destek verdi.
İlk bakışta “Türkiye’nin egemen güçleri Kürt sorununun demokratik çözümüne doğru bir adım atıyorlar” görüntüsü verse de, soruna biraz daha yakından bakıldığında, soruna ilişkin olarak, Kürtler ve onların demokratik isteklerinin karşılanması temelinde değil, ama Kürtlerin bölünüp yedeklenmesi ve ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarı üstünden bir “çözüm” için hamleler yapıldığı gözlenmektedir.
Nitekim; TRT-Şeş’in açılmasından sonra DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşması, Meclis Başkanı’ndan Genelkurmay’a kadar tüm “ilgili zevatı” harekete geçirdi. TRT Meclis yayınını kesti; uzlaşıcılık üstadı Meclis Başkanı, yayını kestirmeyi savundu, “gerekirse yine yaparım” dedi. Ve tüm sermaye partilerinin önde gelenleri Türk’ün tutumunu provokasyon olarak eleştirdi; adli makamlar göreve çağırıldı. Elbette sadece Türk için de değil; Başbakan’ın Diyarbakır’da Kürtçe konuşmasına ses çıkarmayan savcılar, DTP’li yerel yöneticiler ve adayların seçim propagandalarında Kürtçe konuşmaları karşısında hareket geçip soruşturmalar başlattılar. Ve Başbakan Erdoğan, DTP’li milletvekillerinin elini sıkmama inadını sürdürdü.
Bütün bu gelişmeler; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İran’a, Ekonomik İşbirliği Zirvesi’ne giderken uçakta gazetecilere yaptığı, “Kürt sorunuyla ilgi yakında hem içerde hem dışarıda güzel gelişmeler olacak”2 demesi, sorunun iyice açmaza sürüklenmesinden bunalmış çevrelerde de “kapağı açıcı” etki yaptı. Cengiz Çandar’dan Ali Bayramoğlu’na, hükümete yakın kimi liberal köşe yazarları ve yorumcular, Kürt sorununun çözümü için Abdullah Gül’e destek verirken, Hürriyet Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök; “Abdullah Öcalan’la el sıkmak sorunun çözümüne katkı yapacaksa (ki Özkök Öcalan’ı muhatap almanın Kürt sorun çözümüne katkı yapacağını düşünmektedir) onu eli de itilmemelidir” demeye kadar geldi.
YA DIŞARDAKİ GELİŞMELER?
Yerel seçim ve Kürt sorunu tartışmaları politik alanda böyle bir seyir izlerken; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün deyimiyle “dışarıda” da önemli gelişmeler vardı.
Dış gelişmelerdeki değişimin arkasındaki ana etken; ABD’nin Irak batağına saplanmış olması ve bölgedeki stratejisini değiştirmek için harekete geçmesiydi diyebiliriz.
Aslına bakılırsa, ABD’nin Irak batağından çıkmak için yeni bir manevraya girişmesi, Obama ile başlamadı. Tersine, son iki yılı içinde, “Irak’ta bir zaferin artık olanaksız olduğu”nun Bush ekibi ve ABD Genelkurmayı tarafından da anlaşılmasından sonra; ABD’nin GOP diye ifade edilen bölge stratejisinin önce bölge ülkeleri içinde, sonra da ABD’de gözden düştüğü bir gerçekti.
Bu stratejinin, merkezinde olmasa da önemli bir bileşeni olan Kürtlerin taleplerinin yerine getirilmesiyle, Ortadoğu’da hem eski müttefiklerin hizaya getirileceği, hem de bölgede yeni ve güçlü bir sadık müttefik edinileceği fikri de giderek güç kaybetti. Böylece ABD, son elli yıl içinde birkaç defa yaptığı gibi, Kürtlere yaptığı vaatleri bir yana iterek, Türkiye ile yeniden ortaklaşmak, daha doğrusu Türkiye ile son 20 yılda ortaya çıkan pürüzleri temizleyerek, Irak’taki başarısızlığı aşmak ve bölgedeki İran ve Rusya’yı dengeleyecek müttefiklerin saflarını yeniden sıklaştırmak için girişimlere başlamaya yöneldi.
Bu adımların en somutlarından birisi; 2007’nin 5 Kasım’ında Beyaz Saray’da Bush’la Erdoğan arasındaki görüşmelerde yansıdı. ABD, 1991’deki 1. Körfez Savaşı’ndan sonra, Irak hava sahasını Türk savaş uçaklarına açtı. Bununla da kalmadı; ABD Türkiye’ye “istihbarat desteği” vermeye de başladı. Türkiye’nin kara operasyonları için de aynı desteği veren ABD, Kürt sorununun bölgedeki konumu, Irak-Türkiye-ABD ilişkileri ve bölgedeki güçlerin mevzilenmesine ilişkin plan ve hedeflerini değiştirdi. Türkiye-ABD-Irak Genelkurmayları arasında Genelkurmay 2. Başkanlarının oluşturduğu bir koordinasyon kuruldu ve bu üç ülke arasındaki sorunlar, askerler arasında doğrudan ele alınmaya başlandı.
Sadece bu kadar da değil; Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürdistan Federe Hükümeti ile ticari, kültürel ilişkileri geliştirilirken, MİT müsteşarı Emre Taner şahsında Barzani yönetimiyle ilişkiler geliştirildi, giderek Türkiye ile Kürt Federe Devleti arasında ilişkilerin “normalleştirilmesi”ne doğru adımlar atıldı. Gerçi zaman zaman; bölgedeki çatışmalar yoğunlaştıkça, özellikle de askeri başarısızlıklar gündeme geldikçe, PKK’ye yöneltilen öfkeden Barzani-Talabani yönetimi de nasibini alsa bile, süreç, Kürt Federe Devleti ile Türkiye ilişkilerinin giderek yumuşadığı bir süreç olarak gelişti.
İKİ YIL ÖNCESİNE BAKARSAK
Biraz geriye doğru gidilerek bakıldığında, Türkiye’nin dış politikasında ve Kürt sorununun çözümü konusundaki girişimlerinde de ABD ile eş zamanlı olarak bir değişimin yaşandığı görülüyor.
2007’nin yılbaşında, MİT’in 80. kuruluş yılı vesile edilerek, MİT Müsteşarlığı tarafından, MİT tarihinde de ilk olan bir “rapor” yayımlandı.
Bu raporda; Türkiye’nin dış ve iç politikasındaki gelişmeler analiz edilerek; “Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni bir dış politikaya yönelmesi” isteniyor; bu politikaya da “aktif dışı politikaya dönüş” deniyordu. Çünkü “ulus devlet tehdit altında”ydı ve Türkiye’yi yönetenlerin “bekle gör” politikasını terk ederek “aktif politik tutum alması” gerektiği ana tez olarak öne sürülüyordu.
Bu iki basit gibi görünen cümle, aslında, dış politikada esaslı bir dönüşüm yapılması isteğini ifade ediyordu. Çünkü, Türkiye’nin siyasi literatüründe, “aktif dış politika” çağrıları, geleneksel olana başkaldırma, Türkiye’nin çıkarlarını sınırların ötesinde bile askeri güç de dahil, güç kullanarak savunma olarak anlaşılagelmiştir.
Burada bir önemli fark daha vardı. “Aktif dış politika” kavramı siyasi arenada zaman zaman gündeme gelmiş olsa da, ilk kez bir devlet kurumunun raporunda resmen ifade ediliyordu. Ve, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’nin dış politikadaki “geleneksel” tutumunun “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” “özdeyişi”yle ifade edildiği düşünüldüğünde (Bu “özdeyiş”in özeti de, “Türkiye’nin kimsenin toprağında gözünün olmadığı, ama kendi sınırları içinde de statükonun bozulmasına izin vermeyeceği” biçimindedir), bu, dış politikada önemli değişikliğe işaret ediyordu.
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh”le ifade edilen dış politika tutumu, daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren; Osmanlıcılar tarafından “Üç kıtada at koşturan Osmanlı mirasının reddedilmesi”, ırkçı milliyetçi çevreler tarafından da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türklük dünyası içinde lider ülke olmayı reddetme; pısırık, Türk’e yakışmayan politika” olarak eleştirilmiştir. Ama bu eleştiriler, yakın geçmişe kadar devlet politikası olmamış, zaman zaman iç politikaya yönelik bir malzeme olarak kullanılsa bile, daha çok marjinal çevrelerin resmi politikaya eleştirisi olarak kalmıştır. Kıbrıs’ın işgali bile “geçici” ve “zorunlu bir sapma” olarak görülmüştür. Ancak Özal’la birlikte Türkiye’nin “misakı milli” sınırları, bu sınırların genişletilebileceği varsayımı üstünden tartışılmaya başlanmıştır. Örneğin Kuzey Irak’ın Kürtleriyle bir federasyon yapma, Musul-Kerkük’ün statüsünün değiştirilerek Türkiye’nin tarihsel haklarının elde edilmesi ya da SB’nin çökmesiyle “Türki cumhuriyetler”in “abi-kardeş” ilişkisi içinde sömürgeleştirilmesi, resmen olmasa bile “gayri resmi devlet politikası” haline gelmiştir. En azından tartışma düzeyinde, geleneksel dış politikanın var olan çizgisinden çıkarılması için girişimler başlatılmıştır. Ancak, bu yaklaşım, bir devlet politikası olarak herhangi bir resmi belgeye geçmemiştir.
MİT raporu; “aktif dış politikaya geçiş” derken; aslında şu üç şeyi birleştiriyordu.
Bunlardan birincisi; o günlerde bir hayli yüksek düzeyde seyreden ve sağ ve sol milliyetçilerin Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyasının büyük ağabeyi bir Türkiye olma ütopyasıyla uzlaşıyordu.
İkincisi, “aktif dış politika” kavramı ile öne sürülenler; Yeni Osmanlıcı takımının Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üstünden emperyal (yayılmacı) politikalar geliştirecek Türkiye hayalini birleştiriyordu.
Üçüncüsü ise; ABD’nin Ortadoğu’daki planları ile, Türkiye’nin bölgede oynamasını istediği rol ve Türkiye’yi giderek daha çok bir “bölge gücü” olarak kullanma politikalarıyla da birleşiyordu. Çünkü MİT de, Türkiye’nin Amerikancıları ve büyük burjuvazisi gibi, kendi amaçlarını ve hayallerini ancak ABD’nin dünya egemenliği stratejisiyle uyum içinde geliştirirse başarılı olabileceğini düşünüyordu. Eğer tersine Türkiye, “aktif dışı politika”yı ABD’nin bölgedeki etkinliğini ve amaçlarını görmeden geliştirmeye kalkarsa, “başına çuval geçirileceğini” düşünüyordu. MİT’in Raporu’ndaki “aktifliğin” temelinde de ABD’nin stratejik hedefleri ve bu stratejinin Türkiye’ye örneğin Irak’ın işgali ve öncesindeki dönemden daha çok ihtiyaç duyacağı varsayımı ya da bilgisi yatıyordu.
2007 5 Kasım’ında Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesi; ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacını, ABD’nin ona bölgedeki taşeronu olarak kadar ihtiyaç duyduğunu gösterirken, Türkiye’nin de ABD stratejisine uyuma hazır olduğunu gösterdi.
Türkiye “bölge gücü bir ülke”, PKK’yse Türkiye ABD’nin “ortak düşmanı” olarak ilan edildi. Türkiye ile ABD arasındaki, 1991’de 1. Körfez Savaşı ile bozulan, 1 Mart Kararnamesi ile de adeta düşmanca çekişmelere dönüşen ilişkiler düzelme yoluna girdi ve Türkiye ile ABD, birbirlerine sadece lafta değil, fiiliyatta da “stratejik ortak” diyebilecekleri işbirliklerine girdiler. Sınır ötesi harekat ABD’nin desteği ile yürütülürken, Türkiye, Kafkasya ve Ortadoğu’da ortaya çıkan uyuşmazlıklarda ABD’nin sözcüsü olarak davranmaya başladı.
TÜRKİYE, ABD VE IRAK KÜRTLERİ
Gelişmelere yakından bakıldığında, ABD’nin bölge politikaları ve Türkiye ile ilişkilerinden somut gelişmelerin Kürt sorunu üstünden olduğunu görüyoruz.
2007 öncesinden de başlayarak, Türkiye, Kürt Federe devletiyle ticari ve siyasi işliklerini, özel şirketler, MİT ve diğer istihbarat birimleri üstünden sürdürdü. Ama, MGK’nın 2008 Nisan’ında aldığı “Irak’ta realitenin kabul edilmesi ve politikaların buna göre geliştirilmesi” diye ifade edilebilecek kararda, aslında Türkiye’nin 1991’den beri savunduğu “Irak’ın toprak bütünlüğü”nden (ki burada Kürtlerin bağımsızlık ya da devlet kurmalarına yol açacak her girişime şiddetle karşı çıkılıyor; bunlar Türkiye’nin “kırımızı çizgileri” sayılıyordu.) söz edilmedi. Tersine, bu tarihten itibaren Kürt Federe Devleti ile ilişkilerin geliştirilmesi ve sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesi görüşü benimsenerek, MİT’in 2007 Raporu’ndaki “aktif dış politikaya geçiş” tutumu Türkiye’nin resmi tutumu olarak belirlendi.
Talabani’nin Türkiye ziyaretleri ve Kürt Federe Devleti’nin yetkililerinin Türkiye’de resmen kabul edilmesiyle sıklaşan ekonomik ve siyasi faaliyetler yoğunlaşırken; “PKK’nin tasfiyesi” merkezli olarak Türkiye’de ve bölgede Kürt sorununun çözümüne ilişkin ABD-Irak (daha çok Kürt Federe Devleti ağırlıklı)-Türkiye arasındaki askeri işbirliği ve Erbil’de bir üçlü irtibat bürosu kurulması, Kuzey Irak’ta PKK’nin kuşatılıp tecrit edilmesi ve tasfiyesine kadar varan planlar üstünde oldukça ileri bir işbirliği sağlanması aşamasına gelinmiştir.
Bu irtibat bürosunda, peşmergelerin Kandil’deki PKK güçlerinin sıkıştırılmasında denetim ve istihbarat görevi yapacağı belirtilmektedir.
Kuzey Irak’la Türkiye’nin ilişkileri sadece resmi düzeyde değil, “sivil” girişimlerle de “ileriye” taşınmaktadır. Örneğin geçtiğimiz yıl Diyarbakır’da toplanamayan Fethullah Gülenci Abant Platformu, Şubat ortasında Erbil’de toplandı; Kürt sorununun AKP çözümünü (devletin resmi görüşüyle) tartıştı ve Kürt Federe Devleti yetkilileriyle Abantçıların yakınlığı gözlendi.
Bu süreç, ABD-Türkiye ilişkilerinin de yeniden canlandırıldığı bir dönem olmuş, Türkiye-ABD ilişkileri, 5 Kasım 2007’den itibaren, iki ülkenin Genelkurmay ikinci başkanları arasında başlatılan yakın iletişimin, Tampa’da sürekli bir “irtibat bürosu kurulması”na varmış bulunmaktadır. Tampa’da oluşturulan “irtibat bürosu” Türk Silahlı Kuvvetleri ile ABD silahlı kuvvetleri arasında ilişkilerin 1991 öncesine dönülerek “normalleştiğinin” işareti olarak yorumlanıyor.3
Bu irtibat bürosunu, bir yandan Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik askeri faaliyetleri ve “PKK’nin tasfiyesi”, öte yandan da ABD’nin Irak ve Afganistan savaşı konusunda karşılıklı olarak dolaysız bağlantı merkezi olarak kullandığına işaret edilmektedir.
2007’de başlayan ve süreç içinde yoğunlaşarak gelişen Türkiye-ABD ilişkileri, Irak yönetimi ve özellikle de Kürt Federe devletiyle olan ilişkiler ve Kürt sorununun bölgesel çözümü açısından, “PKK’nin tasfiye planı” üstünde bir uzlaşmaya varma aşamasına gelmiştir.
Bu plan, kamuoyuna yansıyan yanıyla; Türkiye sınır ötesi askeri harekatı sürdürerek PKK’yi baskılarken; Irak Kürtleri’nin de Kandil çevresindeki kuşatmayı gıda ve silah ambargosuyla sıklaştırarak PKK kadrolarını hareketsiz ve çaresiz hale getirmesini amaçlamaktadır. Bu plan; PKK’nin bazı önder kadrolarının Türkiye tarafından yakalanması, bir bölümün Avrupa ülkelerine mülteci olarak gönderilmesi (bu konuda ilgili AB ülkeleriyle anlamaya varıldığı da iddia ediliyor) ve geri kalanların da bir “Af yasasıyla kazanılması”nı amaçlamaktadır.
Bu plan üstünde ABD’nin, Türkiye’nin ve Kürdistan Federe hükümetinin büyük ölçüde anlaştığı söylenmektedir ki; ortaya çıkan belirtiler de bu görüşü doğrular mahiyettedir. Bu planın hayata geçirilmesi için atılacak adımların başlangıcının da; Nisan ayında Kuzey Irak’ta Barzani’nin himayesinde toplanacak olan bir uluslararası Kürt Konferansı’nın PKK’ye silah bırak çağrısı olacağı belirtilmektedir.
Türkiye’nin Dışişleri bakanı, konferansı desteklediklerini söylemekte; konferansa PKK’nin çağrılmasına karşı çıkmadıklarını ifade etmiştir. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra da Konferans’a PKK de çağırılmıştır.
Plan böyledir ve basit ve mantıklı görünmektedir, ama hayatta karşılık bulmasının, özellikle PKK’nin karşı çıkması durumunda karşılık bulmasının çok zor olduğu da ortadadır. Ancak bu planın PKK içinde farklı görüşler ortaya çıkaracak bir baskı oluşturduğuna dair belirtiler de yok değildir. Belki de bu planı hazırlayanlar, asıl olarak da bunu yaparak, PKK’yi bölüp marjinalleştirme hedefine varmayı amaçlıyorlar.
Obama’nın iktidara gelmesi ve Irak’taki ABD kuvvetlerinin bir bölümü Afganistan’a sevk edilirken, diğer bölümünün de ağır silahlarıyla birlikte ABD’ye geri çekilmesinin istenmesi, Türkiye’nin, ABD’nin bölge politikalarında rolününün artırılmasını getireceği apaçıktır.
“Aktif dış politikaya dönüş”le ifade edilen ve Hillary Clinton’un gelmesiyle; “bölgenin lider ülkesi” payesini de kapan Türkiye’de; bu çerçevedeki politikalara yönelişle egemen güçlerin ilk kez büyük ölçüde birleşmiş olduklarını görüyoruz. Yani; milliyetçiler, Osmanlıcılar, Amerikancılar; çeşitli tarikat çevreleri; iktidar ve muhalefet, MİT Raporu’nda yer alan ve MGK’nın 2008 Nisan toplantısında belirtilen çerçevede büyük ölçüde işbirliği yapmışlardır ki, bu, dönem bakımından en önemli gelişmelerden birisidir.
Bush’un son iki yılı içinde ABD’nin Ortadoğu’da planlarının değişmeye başladığını, Obama ile bu değişimin açık bir biçim kazandığını söylerken; ABD’nin amaç ve hedeflerinin, Bush ya da ondan öncesi döneme göre değiştiğini söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır! ABD’nin; 1970’li yılların ortasında, “petrol krizi”yle başlayan ve dünya enerji yatakları ve geçiş yollarının güvenliğini denetleme stratejisini oluşturmaya başladığı, SB’nin yıkılmasıyla birlikte bu stratejinin daha açıkça ifade edildiği, İlk Körfez Savaşı ve bölgeye ABD müdahalelerinin bu amaçla bağlantılı olduğu bir gerçektir.
Bush döneminde bu açılımlara varma yönteminin bir “Haçlı Seferi”ne dönüşmesinin ve savaş araçlarının daha yoğun olarak kullanılıp, askeri işgallere yönelmesinin, sadece siyasi bir tutumdan ibaret olduğunu söylemeliyiz. Bugün; dünün Bushçuları bile, Bush’un politikalarını eleştirip, Obama’yı ABD’nin yeni ve uygar yüzü olarak propaganda ederken, aslında bu amaçlarının hiçbirinden vazgeçmiş değiller. Tersine, bugün, krizin yarattığı/yaratacağı tahribat ve bunun sonucu ortaya çıkacak ölümüne rekabetle birlikte, ABD ve Batılı emperyalistleri bakımından enerji kaynakları ve enerji yollarının güvenliğinin daha önemli olacağı; bu yönüyle egemenlik mücadelesinin daha da sertleşeceğini söylemek bir abartı olmaz. Ama Bushçuların yoluyla bu amaçları gerçekleştiremeyeceklerini gördükleri için; Amerikalı emperyalistler, Irak’ta; Irak’ın işgalinin Bush yönetiminin yanlış bir girişimi olduğuna kadar geri adım atarken, Afganistan’da savaşı daha da yoğunlaştırarak sürdürmeyi, dolayısıyla Afganistan ve Pakistan’da zafer kazanarak Rusya ve Çin’e karşı mevzilerini güçlendirmeyi, Japonya ve AB’yi ABD şemsiyesi altında tutmayı hesaplamaktadırlar.
Aksini düşünmek, ABD’nin emperyalist olmaktan vazgeçtiğini kabul etmek anlamına gelir. Obama üstünden ABD’nin tümüyle farklı politikalar izleyeceğini iddia eden Amerikancılar ve ABD’nin propaganda odakları da, zaten bunu iddia diyorlar. Kötülüklerin, saldırganlığın kaynağının Bush ve yandaşlarının politikası olduğunu, onlar gittiğine göre, artık Amerika’nın demokratik ve dünyaya barış ve uygarlık götüren bir ülke olacağını propaganda ediyorlar. Obama’nın Başkanlık devir-teslim töreninde konuşmasını, İran’a, Arap-İslam dünyasına verdiği mesajı böyle yorumluyorlar. En önemlisi de, dünyanın böyle anlamasını istiyorlar. Dünyadaki, özellikle de İslam dünyasındaki Amerikan karşıtlığını bu yolla azaltmayı amaçlıyorlar. Obama imajı etrafında yapılan manevranın başarılı olması için, İslam dünyasında ve dünyada Amerikan düşmanlığının azaltılmasının önemli olduğu anlaşılıyor.
ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Türkiye ziyareti de tamamen bu imaj değiştirme çabasıyla bağlantılı mesajlardan oluşuyordu. Clinton’un Türkiye ziyaretini değerlendiren yorumcuların ortaklaştığı “Hillary Clinton herkese duymak istediğini söyledi” değerlendirmesi, bu gerçeği ifade ediyordu.
Clinton; işaretleri koymasından sonra da; Amerikanın propagandacıları ve Amerikancı çevreler; “ince işleme” yaptılar (yapıyorlar); Clinton’un ne demek istediğini, ne yaparsak Amerikanın memnun olacağını yazıp çizdiler; “Obama ne isterse verelim. Türkiye için iyi olan budur”u işlediler/işliyorlar.
Obama’yı böyle karşılamaya hazırlanıyorlar.
Bush döneminde başlayan ve Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un gelişiyle gündeme gelen ipuçları dikkate alındığında; ABD ve Türkiye’nin ilişkileri ve bölgedeki başlıca gelişmeler için şunları söyleyebiliriz:
1-) İsrail-Türkiye ilişkileri: ABD, İsrail’i kayıtız koşulsuz desteklerken, Filistinlilere de, bölgedeki Amerikan stratejisiyle çatışmamaları koşuluyla, İsrail’le anlaşmalarına destek vereceğini ilan etmiştir. Davos’ta olanlar İsrail-Türkiye yakınlaşmasını dinamitlemiş görünse de, uzak olmayan bir gelecekte, bu ilişkilerin yeniden tamir edilerek, Türkiye’nin Arap-İslam dünyası ile İsrail arasında ”köprü” rolüne (ya da arabulucu) döneceğinden kuşku duymak için çok neden yok. Ancak İsrail’de aşırı sağcıların hükümete ortak olması bazı sorunlar çıkarsa da, ABD’nin bölgedeki çıkarları, İsrail’i frenleyecek; Obama yönetiminin çizeceği çizgi Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici olmaya devam edecektir. Ancak bu ilişkilerin düzelmesinden düz bir çizgi izleyeceğini anlamak aşırı iyimserlik olur. Tersine bir süre daha dalgalı, ama giderek düzelen bir seyir izleyeceğini görmek gerekir. Bu gelişmelerin seyrinin nasıl olacağını, Hamas’ın ABD’yle uzlaşmada izleyeceği yol önemli ölçüde etkileyecektir. Ancak Obama yönetiminin, İran, Hamas, Hizbullah yöneticilerine, “yok etme” yerine “ABD’stratejisine uyum sağlayın barışalım” demesi, bu hareketlerle olan sorunların aşılacağını söylemesi, Hamas’ın ABD ile yakınlaşmaya muhalefet etmeyen bir çizgiye çekilmesini sağlayabilir. Bu, bugün, tersinden daha kuvvetli bir ihtimaldir.
2-) Türkiye-İran ilişkileri: İran Devrimi’nden beri İran’ı baskı altında tutma ve uluslararası platformlardan dışlamayı başlıca dış politika tutumu yapan ABD, Bush döneminde bir adım daha atarak, İran’ı “Şeytan Üçgeni”nin bir köşesi (ötekiler Kuzey Kore ve Saddam’ın Irak’ı idi) olarak ilan etmişti. Ancak Irak’ta olduğu gibi, Bush’un İran’a yönelik kuşatması da başarısızlığa uğradı. Gerçi son iki yıldır ABD, İran’la ilişkilerini nispeten yumuşatmıştı, ama yine de İran’ın “nükleer silah üretimine izin vermemesi”nin bir yolu olarak askeri saldırı seçeneğini gündemden çıkarmamıştı. Şimdi Obama, bu seçeneği tümüden bir yana koymasa da; “İran’la, ön şartsız olarak sorunları konuşmaya hazır olduğunu” söyleyerek, İran yönetimiyle yakınlaşma ve işbirliği konusunda adım atacak görünmektedir. Bunun ilk adımını da, PEJAC ve Halkın Mücahitlerini “terör örgütü” ilan ederek attı. Obama’nın gelişi öncesinde Türkiye İran ilişkilerin en üst düzeyde hızlanması da göstermektedir ki; Türkiye, İran’la ABD arasında “arabulucu” olmak hevesindedir. Ancak Ahmedinecad; Gül’le görüşmesinin hemen arkasından, “Aracıya ihtiyacımız yok. Adaletli bir dünyada barış için aracıya gerek olmaz” diyerek, Türkiye’nin “ara buluculuğa” mal bulmuş magribi gibi sarılmasını geri itti. Dahası, İran’ın ABD karşısındaki tavrının “özür dileyen” ve ABD’nin isteklerine boyun eğer bir tavır olmayacağı anlaşılmaktadır. Ancak Obama’nın tavrının İran’ın içinde de yeni tartışmalara yol açması, kriz ve petrol fiyatlarının düşmesinin de getireceği yeni ekonomik zorlukların İran içindeki ABD ile yakınlaşmak isteyen güçleri harekete geçireceğini düşünmek gerçekçi olur. Ancak tersine eğilimler de söz konusudur.
ABD, Rusya’nın Kafkasya ve Ön Asya’daki hamlelerine karşı olduğu kadar Ortadoğu’daki “pis işleri” için de İran ve Türkiye kozunu kullanmak istemektedir. Bunun, aynı zamanda, İran ve Türkiye’nin birbirine rakip olarak da kullanılacağını kapsamakta olduğunu da gözetmek gerekir. Çünkü ABD’nin, “bölge liderliği”ni Türkiye’ye verirken, İran’ı da unutmayacak ve İran’ın kendisini İslam dünyasının lideri gördüğünü, dolayısıyla Türkiye’nin “bölge lideri” olmasını istemeyeceğini bildiğini ve değerlendirmek isteyeceğini var saymak gerekir. Gül’ün ziyareti sırasında Ayetullah Hamaney’in, “İslam’ın düşmanları İslam’ın bayrağını İran’ın elinden almak istiyorlar” derken, Türkiye’ye biçilen yeni rolü de kastetmediğini kim söyleyebilir? Irak’ta, Amerika’nın rolünü azalmasıyla Şiilerin güçleneceği de göz önüne alındığında, İran’ın “liderlik” rolünü üstlenmek için daha da hevesleneceğine kuşku yoktur. Bu yüzden de belki PKK-PJAC konusunda, bölgedeki bazı sıcak konularda İran-Türkiye işbirliği olacaktır; ama ABD’nin yeni yönelişleri içinde İran-Tükiye ilişkilerinde rekabet ve “liderlik” için çatışma öne çıkacaktır.
3-) Türkiye-ABD ilişkileri: 2007 Kasımından beri, ABD-Türkiye ilişkileri, elbette ki, 60 yılı aşkındır süren Türkiye-ABD ilişkileri ve Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olmasından ayrı değildir. Dolayısıyla sıcak gündem bakımından, PKK’nin Kuzey Irak’tan çıkarılıp tasfiye edilmesi her şey kapsıyor görünse de; aslında ABD’nin Türkiye’den beklentileri de, Türkiye’nin ABD’den beklentileri de çok daha fazladır.
TÜRKİYE’NİN ABD’DEN BEKLENTİLERİ
a-) PKK’nin alt edilmesi için ABD’nin bugün verdiği desteği daha da artırarak, PKK’nin Kuzey Irak’tan çıkarılması için diplomatik ve askeri her desteği vermesini istemektedir. Yine bu sorunla bağlantılı olarak, Kerkük sorununun çözümünde ABD’nin desteğini istediği gibi, Irak’ın ve Kuzey Irak’ın yeniden inşasında ihalelerde Türkiye’ye de pay verilmesi. Ayrıca Irak’la Türkiye’nin ticaretinin geliştirilmesinde yardımcı olmasını beklemektedir. ABD’nin bölgeden çekilmesine paralel olarak, Türkiye, Kuzey Irak’ta askeri rol almak, hatta Kuzey Irak Kürtlerinin hamiliğine soyunmak için ABD’nin destek vermesini de beklemektedir.
b-) Ermeni sorunu: Türkiye’nin Obama’dan en sıcak isteklerinden birisi de, ABD’de Kongre ve Senato’sunun gündeminde olan “Ermeni soykırımı tasarısı”nın gündeme alınmasının önlenmesidir.
c-) Kıbrıs konusunda Türkiye, uluslararası platformlarda ABD’nin etkisini Türkiye’den yana kullanmasını beklemektedir.
d-) AB ve AB’ye Türkiye’nin katılımıyla ilgili konularda, ABD’nin Türkiye lehine baskı yapmasını, İngiltere başta olmak üzere ABD’ye yakın Doğu Avrupa ülkeleri üstünde etkinliğini kullanmasını istemektedir.
e-) Kafkasya, Ortadoğu ve Asya’daki sorunlarda, ABD’nin Türkiye’nin etkinliğinin artması için destek vermesini; Türkiye’nin enerji geçiş yolu projelerine ve “bölgesel liderlik”le bağlantılı rolünü yerine getirmesine destek vermesini beklemektedir.
Türkiye’yi yönetenler; “Mademki ABD stratejik müttefikimizdir o zaman, bütün bu sorunlarda bizi desteklemelidir” diye düşünmektedirler.
Ancak kuşkusuz ABD’nin de, kendisine “stratejik müttefikim” diyen ve “bölgesel liderlik” görevi verdiği Türkiye’den beklentileri vardır.
ABD’NİN TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLERİ
a-) ABD’nin en yakın isteklerinden birisi; Irak’tan çekilecek kuvvetlerinin Türkiye üstünden çekilmesidir. Bu amaçla İskenderun ve Mersin gibi liman çıkışlarına Trabzon’un da eklenmesini istemesi beklenmektedir. Çünkü, ABD-Rusya çekişmesine paralel olarak Kafkasya’nın öneminin giderek artacağı düşünülürse, ABD donanmasının Karadeniz’de bir “deniz üssü”nün olmasına hiçbir Amerikan yanlısının karşı çıkması mantıklı değildir. Bunun anlamı ise, ABD’nin Karadeniz’de bir “deniz üssü” olmasına Türkiye’nin destek vermesidir. Yine ABD’nin ana kuvvetlerini Irak’tan çekmesinden sonra, bölgeye her an müdahale edeceği, yerine göre kara kuvvetlerini de hazır tutacağı Irak’a yakın bir üsse daha ihtiyacı vardır. Bu da, Diyarbakır ya da Diyarbakır’a yakın uygun bir bölgede bir üs demektir. Elbette ABD, Türkiye gibi stratejik müttefikinden böyle bir üs de isteyebilir. Aslında bu talepleri ABD daha önce çeşitli biçimlerde ifade etmişti ve şimdi bölgede rolleri yeniden dağıtırken; Türkiye’nin “bölge liderliği” karşılığında ABD’ye verecekleri olmalıdır! Hele Asya’da Rusya, eski Sovyet cumhuriyetlerindeki Amerikan üslerini bir bir geri alırken, ABD, Rusya’nın bu hamlesini, Kafkasya ve Rusya’ya hayli yakın iki üs kurmakla dengeleyebilir. ABD’nin beklentilerin en sıcaklarından birisinin de; ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesine paralel olarak, ortaya çıkacak boşluğun önemli bir bölümünün Türkiye tarafından doldurulması olacaktır. Türkiye de buna hazırdır ve Irak’ın, hiç olmazsa Irak Kürdistanı’nın hamisi gibi davranmaya varacak bir rol üslenecek kadar hevesli görünmektedir. Özal’dan beri bu konu zaman zaman gündeme gelmiştir ve bu sefer ABD, Türkiye’yi tatmin edecek adımlar atarken; aynı zamanda, Şiiler ve Kürtlerle Türkiye arasında yeni problemler çıkaracak “çıban başları” da bırakacaktır. Tıpkı İngilizlerin, İkinci Savaş sonrasında bölgeyi terk ederken yaptığı gibi.
b-) “Ilımlı İslam”, GOP ve NATO: Bush yönetiminin GOP girişimi hem Irak, hem Afganistan’da başarısızlığa uğrarken, diğer İslam ülkelerinde de itibar görmemiş; tersine İslamcı akımlar; “ılımlısıyla”, “radikaliyle” bu stratejiyi “İslam’ı bölme stratejisi” olarak görmüşlerdir. Bush yönetimi de son yıllarda bunu fark ettiği için, GOP’ta ve GOP’a bağlı öne sürdüğü iddialarda ısrar etmemiştir. Obama yönetimi ise; Tüm İslami akımlara (ayırım yapmadan) ve İslam ülkelerine; “Yumruğunuzu gevşetirseniz, elinizi sıkmaya hazır elimizi bulacaksınız” diyerek, adını etmeden, GOP’u geride bıraktıklarını ilan etmiştir. Obama’nın elindeki, ABD’nin içinde çok etkin olduğu, büyük bir askeri güce sahip, ABD’nin patronluğu konusunda bir hukuku da oluşmuş en önemli örgüt NATO’dur. SB’nin yıkılmasından sonra bir “görev bunalımı” da geçiren NATO, sonunda ABD’nin baskısıyla, Yugoslavya’dan Afganistan’a kadar görevler üslenmiştir. Şimdi; ABD’nin yeni stratejisi içinde, NATO’nun, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’da daha aktif olacağını beklemek gerekir. Fransa’nın şimdi NATO’nun askeri kanadına (Fransa 1968’de askeri kanattan çekilmişti) girmek için hamle yapmasının nedeni de, dünyanın yeniden paylaşımında NATO’nun önemini fark etmesinden olsa gerekir. Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, NATO’nun önümüzdeki dönemde ABD’nin dünya egemenliği stratejisinde öneminin artacağını, hatta “soğuk savaş” dönemi kadar önemli olacağını söylemek bir abartı olmaz. Bu yüzden de Ortadoğu, Kafkasya ve Ön Asya’da NATO’nun daha çok görev alması, ABD’nin Obamalı döneminde önemli olacak görünmektedir. Bunun Türkiye açısından anlamı ise; NATO’nun 57 yıllık üyesi Türkiye’yi, İran başta olmak üzere bölgedeki bütün diğer ülkelerden daha avantajlı duruma getireceği gerçeğidir. Bunun ABD açısından önemi ise; Türkiye’nin, NATO’da daha çok askeri sorumluluk yüklenmesidir. Son çeyrek yüzyılda, Türkiye, NATO’da hep “cephe gerisi” görevler yüklenmiştir. NATO’nun şu anki sıcak bölgesi olan Afganistan’da da durumu budur. ABD ve NATO’nun, Türkiye’nin Afganistan ve yarın Pakistan’a da genişlemesi kaçınılmaz olan savaşta, daha fazla, hatta muharip olarak görev üslenmesini isteyeceğinden kuşku duyulamaz. Türkiye, bu görevleri aldığı ölçüde, NATO içinde de ABD tarafından kollanacaktır. Bu yüzden de, Türkiye-ABD ilişkilerinin gidişatının, NATO’da Türkiye’nin yükümlülükleriyle de sıkı sıkıya bağlı olacağını söylemek gerçeği ifade etmek olur. ABD’nin Türkiye’den en önemli beklentilerinden birisi budur.
OBAMA; AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN YENİ YÜZÜ
Toplam açısından bakıldığında; Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönemden beri belirleyici olan, bölgede Kürt sorununun çözümü konusunda çatışma, bir uzlaşmaya doğru evrilmiştir. Türkiye’nin egemen sınıfları arasında Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin bu sorunun çözümü üstünden “aktif dış politikaya yönelme” kararı ile ABD’nin bölgedeki yeni yönelimleri bir paralellik oluşturmaktadır. Dahası, ABD ile Türkiye’nin egemenleri arasında, 1. Körfez Savaşı’ndan beri süren (öncesi de var) çatışmalı süreç de dinginleşmiş; çatışmanın yerine uzlaşmanın giderek daha etkinleştiği bir döneme girildiğini gösteren belirtiler fazlasıyla ortaya çıkmıştır. Obama sonrasında Türkiye’nin egemen güçleri arasında esen Amerikancılık rüzgarının bu kadar güçlenmesi; Clinton’un, 1950’lerdeki Amerikan yetkileri gibi, Şarkvari bir coşkuyla karşılanması, basının her kanadından Amerika’ya coşkun alkışlar yükselmesi, işte bu “uyum”un üstünde gelişmiştir. Obama’nın gelişiyle bu yeni balayı havasının daha da büyülü bir hal alması sürpriz olmaz.
Kısaca söylenecek olursa, 2007 Kasım’ından başlayan ve yukardan beri özetlenmeye çalışılan ilişkiler; ABD’nin Irak sadırısıyla zirveye çıkan (anketler bu karşıtlığın yüzde 95’lere kadar çıktığını gösteriyordu) ABD karşıtlığının düşmeye başladığını; Obama’nın seçilmesi ve Obama etrafında yükseltilen yeni Amerikan imajına bağlı olarak da, bu karşıtlığın hayli gerilediğini söyleyebiliriz.
ABD ve emperyalizme karşı mücadelenin zorlaşacağı; dün ABD karşıtlığı etrafında kolayca bir araya gelen kesimlerin önemli bir bölümün geri çekileceğini bilmek gerekiyor. Emperyalizmin talancı saldırganlığını; Amerika’nın emperyalist bir ülke olduğunu ve onun hedeflerinin ve amacının Bush’un en azgın dönemlerinden farklı olmadığını göstermek için elimizdeki her aracı kullanmanın önemi artmıştır.
Yine, yukarıda ifade edildiği gibi, NATO ve onun ABD politikasındaki yeri ve Batı emperyalizmin vurucu gücü olarak işlevinin teşhirinin de çok daha önem kazandığı, kazanacağı bir döneme girdiğimiz de günümüzün diğer bir gerçeğidir.
Obama Amerika’sı; Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’daki hegemonyasını yenilemek için, Türkiye’ye önemli bir rol vermek istemekte; bunu, hem ABD-Türkiye ikili ilişkileri, hem de NATO üstünden yapmayı amaçlamaktadır.
ABD, şimdi pratikte; Washington-Ankara-Erbil (Bağdat-Kabil-İslamabat’a da uzanan) arasında bir hat kurmak; bu hattı diğer müttefikleriyle güçlendirmek, İran, Suriye gibi ülkeleri de bu hatta bağlayarak; bölgedeki egemenliğini güçlendirmek istemektedir. Bu hatta da en eski ilişkiye sahip olduğu ve her bakımdan köklü ilişkileri olan tek ülke Türkiye’dir. Bu durum; Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerine, anti-emperyalistlerine, elbette daha özel görevler yüklemektedir. Bu görevlerin zorluğu ortadadır; ama bu görevler aynı ölçüde de ertelenemezdir.
Hele Amerikancıların, dünün Bush yalakalarının; Obama Amerikasıyla yeni hamleler yapmada cesaretlerinin arttığı (basında ve hükümetin Clinton’nu karşılamasında bunu gördük) ve AKP Hükümeti’nin ABD’ye tamamen teslim olmaya hazır olması göz önüne alındığında; anti-emperyalist mücadelenin, içerdeki işbirlikçilere karşı bir mücadele olarak daha çok önem kazanacağı da günümüzün bir gerçeğidir.
(1) 27 Şubat 2009’da, Genelkurmay yapılan haftalık basın brifinginde, Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak’ın açıklaması.
(2) Cumurbaşkanı Gül’ün İran’a giderken yaptığı açıklama
(3) Tampa Üssü, Florida’daki ABD Merkezi Kuvvetler komutanlığıdır (CENTCOM) ve Türk Silahlı Kuvvetleriyle ABD Silahlı Kuvvetleri buradaki irtibat bürosundaki askeri görevliler üstünden sürekli ve doğrudan iletişim kurmaktadırlar. Bu, büro “çuval vakası”ndan sonra iptal edilmişti. Şimdi yeniden kurulduğu belirtilmektedir.