Amerikan “Potası”ndaki Türkiye “Lider Ülke” Tuzağı

Şubat ve Mart 2009, başka gelişmelerin yanı sıra, Amerika Birleşik devletleri-Türkiye ilişkilerinin “yenilenmesi” girişimlerinde artan diplomasi trafiğiyle geçti. ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’un Türkiye “gezisi” sırasında yaptığı açıklamalar ve Obama’nın Türkiye’ye geleceğini “müjdeleme”si, hükümet çevreleriyle muhafazakar ve liberal Amerikancılar tarafından “Türkiye’nin büyüyen önemi ve gücü”nün kanıtları sayılarak, bu yönlü propaganda yoğunlaştırıldı. Buna, ABD’nin çok sayıdaki strateji kuruluşlarından biri olan Stratfor’un sahibi ve başkanı George Friedman’ın, Türkiye dış politikasının “güneye”, “Arap yarımadası”na sarkmayı esas alması üzerine, Türkiye’de verdiği “konferans”ta söyledikleri eklendi. Aynı süre içinde, askeri bir deyimle söylenirse, ABD’de konuşlanmış Fethullah Gülen, Sabah gazetesine yaptığı açıklamada, Davos’tan sonra Başbakan’ın Yavuz Sultan Selim gibi karşılandığını belirterek, “Türkiyesiz bu bölge düşünülemez, çünkü her yerde Osmanlı’dan kalma müthiş bir kredimiz var” şeklinde fetva verdi! Gülen, Arap halklarının Osmanlı boyunduruğuna öfkesinin hâlâ izlerinin yaşamakta olduğunu ve bugün de birçok bölge ülkesi yönetimi ve hemen tüm bölge halklarının Türkiye’yi Amerikan yayılmacılığının taşeron gücü olarak değerlendirdiğini görmezden gelerek, Türkiye’nin “Osmanlı kredisi”ni kullanmasını istiyordu.
Önce ABD Başkanı’nın “Ortadoğu Özel Temsilcisi” George Mitchell ve ardından Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Türkiye’ye gelmeleri ve bu görüşmeler trafiği sırasında açıklananlar ile “bir ay içinde Obama’nın geleceği”nin açıklanması, Amerikan emperyalizmine hayran ve AKP hükümetinin politikalarına bağlanan liberal-muhafazakar yazarların bir kesiminin ifadesiyle “şaşırtıcı hız”ının yanı sıra Türkiye’nin “oynamaya hazırlıklı olması gereken yeni rol”ün de göstergesiydi.

“AMERİKAN AÇILIMI”NIN TÜRKİYE’DEN YORUMU
Cumhurbaşkanı A. Gül, “Obama’nın seçiminden sonra kendisiyle yaptığı telefon konuşmasının bir tebrik konuşması boyutunu çok aştığı”nı,”birçok sorunu konuştuklarını” bir referans kaynağı olarak gösterdi. “Başbakan’ın dış politika danışmanı” Prof. Ahmet Davutoğlu’na göre, “Obama’nın dış politika ihtiyaçlarıyla Türkiye’nin potansiyeli örtüşüyor”du. Türk-Amerikan ilişkileri “belki de tarihteki en iyi dönemlerinden birine girecekti” ve bu da Türkiye ile Amerika arasında “daha çok ortak çalışma alanlarının oluşmasını sağlayacak”tı! Amerikancı muhafazakar İslamcılarla liberallere göre, İran-Amerika, Türkiye-Ermenistan, Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri “düzelecek”, Ortadoğu’dan Afganistan’a, oradan ön Asya’ya uzanan geniş bölgelerde “olumlu ilerlemeler” sağlanacak; gerginlik ve çatışma unsurları azalıp barış ve özgürlük için olanaklar genişleyecekti!
“Amerikan yeni dış politika açılımı”nın misyonerliğine soyunmuş liberallerden bazıları, “Obama’nın Türkiye’ye gelecek olmasının anlamının farkında mısınız?” başlıklı makaleler döşenmekten kaçınmadılar. C. Çandar, “Öyle bir ülke düşünün ki, bir ay içinde önce Başkan’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell geliyor, onu bir hafta sonra Dışişleri Bakanı Hillary Clinton izliyor ve Dışişleri Bakanı Türkiye’ye ayak bastığı an, bir ay sonra Başkan’ın geleceğini ilan ediyor. Türk-Amerikan ilişkilerinin hangi döneminde Türkiye’ye bu kadar yüksek bir ‘uluslararası profil’ çizilmiştir? Gösteremezsiniz” diye yazarak, bu kesimin hislerine tercüman oldu. Ona göre, bu gelişmeler “Türkiye’nin uluslararası politikada”ki “önemini anlamak için” yeter de artardı! “Tarihte hiçbir Amerikan Başkanı seçildikten bu kadar kısa bir süre içinde Türkiye’ye ayak basmamıştı. Tarihte hiçbir Amerikan Başkanı, Başkan olmasının ardından Atlantik ötesine çıktığı ziyaret turunda Türkiye’ye de ziyareti gündemine eklememişti.” Çandar ve öteki Amerikan yandaşları bundan büyük “onur”, bundan “büyük önem” düşünemiyorlardı. “İklim ve konjonktür bu kez müsait” diyorlar ve “sorumluluk mevkiindekiler”in ABD’nin bu yaklaşımına “uyum göstermek üzere hazırlık yapmasını” istiyorlardı.1 ABD yöneticilerinin “terörle mücadele, KKTC üzerindeki izolasyonun kalkması, enerji sorunlarında ortak hareket etme, AB’ne üyelik için desteği sürdürme, Ortadoğu sorunlarının çözümü için birlikte çalışma” söylemini buna kanıt olarak gösteriyorlardı. Amerikan Dışişleri Bakanı, “Kuzey Kıbrıs’a ambargonun kaldırılması girişimleri”ne destek verebileceklerini, “Kuzey Irak’a sınır ötesi harekat için istihbarat desteğini artıracakları”nı, “Ermeni soykırımını tanımama” eğiliminde olduklarını söylemiş, PKK’nın “ortak düşman” olduğunu daha kesin şekilde dile getirmişti. Amerikan sözcülerinin, Türkiye ile “ilişkileri daha da derinleştirmek”, “stratejik müttefikler olarak kalmak”tan söz etmelerinin tüm içeriğinin emperyalist yayılma ve etki alanları politikası tarafından belirlendiğinden kuşku duymak için herhangi bir neden olmamasına karşın, Amerikan yandaşlığını sürdürenler, bunu Türkiye ve halkının yararına göstermekte sakınca görmüyorlardı.
Bunlara göre, H. Clinton’un, örneğin “Türkiye’nin ABD’nin dostu olan NATO müttefiki bir ülke olduğu”nu söylemesi dahi övünç nedeniydi! Obama yönetimi, AB nezdinde “Türkiye lobisi” yürüterek, Türkiye’nin “Batı ile ilişkilerinde geleneksel çizgisini sürdürmesi”ni sağlayacaktı! Dışişleri Bakanı Babacan’ın İsrail Dışişleri Bakanı Livni ile “stratejik ilişkilerin sürdürülmesinin önemi” üzerine ağızbirliği “uzun vadeli ulusal çıkarların nerede yattığına dair idrakin doğmakta olduğunun işareti”ydi ve bütün bu göstergeler, Hillary Clinton’un ziyaretiyle “iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni ve olumlu bir döneme girildiği”ni kanıtlıyordu. Türkiye, yalnızca etkin bölge gücü olmuyor, içerde de demokrasi, insan hak ve özgürlükleri egemen hale geliyor, işkence ve baskılar son buluyor, ABD’nin, “stratejik ortaklık bağı” çerçevesinde ve NATO bünyesinde kontrgerilla teşkilatı kurup, polis ve subaylara işkence kursları vermesi, CIA’nın 1 Mayıs 1977, Maraş-Çorum-Sivas provokasyon ve katliamlarının düzenlenmesindeki rolü, K. Türklerin öldürülmesi, Ecevit’e suikast ve daha birçok örneği anımsanabilir suikast ve provokasyonlardaki yönlendiriciliği “tarihe karışıyor”du! ABD ve yeni yönetimi “işçi haklarını savunuyor”, “Ergenekon çetesi”nden dahi söz ediyordu artık! H. Clinton’un, Türkiye’nin “özellikle ifade ve din özgürlüğü, insan hakları konularında” gurur duyulacak ilerlemeler kaydettiğini söyleyerek AKP hükümetinin temel insan haklarını ortadan kaldırma politikalarına verdiği destek gibi “küçük pürüzler” olmakla birlikte, “devir değişiyor”, “sivil siyasetin önü açılıyor”du! Clinton’un “demokrasi, laik anayasa, dini özgürlük, piyasa ekonomisi, sorumluluk hissi gibi değerler”den söz etmesi, demokratik özgürlüklerin savunusu ve garanti edilmesinin teminatı olarak alınmalıydı. Clinton’un, Türkiye’yi “anayasası laik olan bir ülke” olarak tanımlaması, Türkiye’nin, “İslam’ın laiklik ve demokrasiyle pekâlâ bir arada yaşayabileceğini gösteren bir model olduğunu” belirtmesi, Washington’un yeni önemli “siyasi ayar”ının göstergesiydi, İslam’ın istismarı politikalarına son veriliyor, “Ilımlı İslam projesi rafa kaldırılıyor”, genelkurmayın hassasiyetlerinin önemsediği de gösterilmiş oluyordu, vb. vs! “Barış ve istikrarın sağlanması”na hizmet olarak anlam bulacak bu değişim ve “olumlu gelişmeler”in bir alt başlığı olarak “dış” ve “iç” boyutuyla Kürt sorunu yeniden ele alınıp “çözüme bağlanacak”, böylece Türkiye’nin “özgür gelişimi ve refahı önündeki bu engel de kaldırılmış olacak”tı! Türkiye’nin “demokrasiye aşık” bugünkü yöneticileri bundan alacakları güçle, ülke içi gerginlikleri azaltacak, Kürt sorunu ve laiklik başta olmak üzere, insan haklarına saygılı bir siyasal açılımı gerçekleştireceklerdi! ABD’nin bu politikalarına uygun bir dış politika izlenmeli, İran ve Suriye başta olmak üzere bölge ülkeleri ve halkları nezdinde ABD’nin yeniden prestij kazanması ve ilişkilerini yenilemesi yönünde “arabuluculuk”, “yardım”, “asker yardımı” vb. ne gerekiyorsa yapılmalıydı.
Türkiye burjuvazisinin ABD’nin “yeni açılımı”na uygun bir bölge politikası izlemesi yönündeki bu propaganda ve telkinlere, CIA bağlantısı saklanmayan George Friedman adlı ABD’li “stratejist” de katıldı. Türk sermaye basını ve hükümete yakın çevrelerin, “dünyaca ünlü stratejist” olarak tanıtmaya özen gösterdikleri Friedman, “İş Yatırım Menkul Değerler’in düzenlediği ‘Geniş Açı’ toplantısı”nda “Yeni dünya düzeni ve yeni dönemde Türkiye’nin ekonomik ve politik konumu” konulu konferansta özetle şöyle diyordu: “Ben Türkiye’ye baktığımda büyük bir oyuncu görüyorum. Siz bu bölgeyi şekillendirebilecek, ama bunu istemeyen bir güçsünüz. Ama artık bu Türkiye’nin direnebileceğinin ötesine geçmiş durumda.”
G. Friedman, Türkiye’nin “AB üyeliği ardında koşmama”sını, “dünyanın 17. büyük ekonomisi”ne sahip bir “bölge gücü” olarak “güneye inmesi”ni ve “bölge politikaları izlemesi”ni öneriyordu. Türkiye’yi “istikrarsız bir bölgede büyük bir istikrar adası ve olağanüstü büyük bir ticari, askeri ve güvenli güç..” olarak tanımlıyor ve “Türkiye’nin faal olduğu Arap bölgesi, Balkanlar, Kafkasya ve Kuzey Afrika”daki durumun, “Arap yarımadasına odaklanma”yı gerektirdiğini ileri sürüyordu. Türkiye egemenlerinin yayılmacı emellerinin bilinciyle “Osmanlıcılık” tavsiyesinde bulunan bu CIA beslemesi profesör, ‘Arap yarımadası’nı “Türkiye’nin arka bahçesi” şeklinde tarif ediyor, Türkiye’nin siyasi, askeri ve diplomatik açıdan son derece önemli kararlar alması gerektiğini; Irak ve Suriye’nin durumunun Türkiye’nin güvenliğini ve ticari geleceğini etkilediğini; Türkiye’nin enerji ve diğer konulardaki politikaları ve ekonomik gelişmesiyle “Almanya’nın konumuna geldi”ğini; “Güney petrollerine erişimin Türkiye için zorunluluk oluşturduğu”nu; “Güneye gitmek için ekonomik ve siyasi nedenleri” bulunduğunu savunuyor; ve daha bir dizi noktadan bağlantılar kurarak, hep aynı fikri işliyordu. Ona göre, Türkiye “güneye”, “Arap yarımadası”na doğru “inmek” zorundaydı ve bunu yapmazsa “Rusya’ya bağımlı olacak”tı.
Bu şaklaban ‘stratejist’, “Söylediklerimin çoğunu Osmanlı İmparatorluğu’ndan hareketle söyledim. Türkiye her yöne genişliyor ve etrafında çok zayıf güçler var. Bu güçler bu genişlemeyi engelleyemiyorlar. Osmanlı İmparatorluğu tarihi, bir pragmatizm tarihidir. Gelecek yıllarda stratejik kararlar almalı Türkiye, ‘Irak ne yapacak?’, ‘Türkiye petrolü nereden bulacak?’, ‘Kafkasya’daki ilişkileriniz ne olacak?’. Bütün bu soruların beklemeye tahammülü yok. Böyle bir lüksünüz yok. Bunları yanıtlamak zorundasınız” diye saldırgan ve yayılmacı bir politikanın bir an önce benimsenip, bu doğrultuda harekete geçilmesini öneriyordu. Tüm bu önerileri ve kışkırtıcı övgüleri Amerikan emperyalist çıkarlarını esas alarak yaptığını ise, gizlemeye bile gerek görmüyordu. ABD’nin “buraya yakın bir gelecekte tekrar gelmek” zorunda kalmaması için, onun hedeflerine uygun düşen politika “büyük bölgesel güç” Türkiye aracıyla pratiğe geçirilmeliydi! Söyledikleri, Türkiye’yi Balkanlar, Rusya, Orta Asya, “Arap dünyası” ve İran’a yönelik Amerikan politikasının en önemli “atlama tahtaları”ndan biri olarak kullanmayı öngören Amerikan politikasına ve ABD’li stratejistlerin görüşlerine uygun düşüyordu. ABD’nin Obama yönetimi altında uluslararası politikalarını “yenilemesi”nin, Türkiye ile Amerika’nın “stratejik ortaklar” olarak birlikte çalışmaları ve “bölgede barış ve refahı birlikte gerçekleştirmeleri”nin olanaklarını yarattığı ve “birçok sorunun çözüm şansını” beraberinde getirdiği ileri sürülüyordu. “Hemen her konuda ilgi alanları kesişen” bu iki gücün birlikte çalışmasının yaratacağı bunca “hayırlı-yararlı” gelişmeler nasıl reddedilebilirdi ki?

AMERİKAN STRATEJİSİNDE DEĞİŞİM İHTİYACI VE YENİLENEN TAKTİKLER
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Türkiye ziyaretinde “Türkiye’nin önemi”, “güvenilir stratejik müttefik” oluşu ve “sorunlarını çözmede kat ettiği yol” üzerine söyledikleriyle, Kıbrıs, Ermenistan, Irak, Afganistan, İran, İsrail gibi ülke ve devletlerle ilişkilerin seyri açısından “beklenti ve istekler” şeklinde sıralananlar, Türkiye’nin Amerikan “potası”ndaki rolü ve öneminin yanı ısıra ABD ve yeni yönetiminin politikaları/taktikleri ve stratejik çıkarları açısından başvurulan ve başvurulacak diplomatik, askeri vs politikalar açısından da açıklayıcı özellikler taşıyor. H. R.Clinton’un Ortadoğu gezisi sırasında ve Türkiye’de; Obama ve öteki Amerikan yöneticilerinin çeşitli açıklamalarında gündeme getirdikleri, “dünya sorunlarına Amerikan yeni yaklaşımı”, ABD’nin karşı karşıya bulunduğu sorunları “aşma” arayışını ifade ediyor. Obama yönetiminin giriştiği “açılımları”, Amerikan emperyalizminin giderek artan yıpranmışlığından, uluslararası alanda içine düştüğü “tecrit”ten, dünya halklarının artan anti-Amerikan öfkesinden, keskinleşen rekabet ve pazar kavgasının yol açtığı gerginlik, “saygınlığı”nı yitirme, güç aşınması ve bu durumunu değiştirme ihtiyacı ve isteminden ayrı değerlendirmek, olgu ve gelişmelere göz kapamak olacaktır.
Dünya kapitalizminin krizi giderek ağırlaşıyor ve ABD’nin uluslararası politikalarında çok önemli açmazlarla karşı karşıya olduğu bizzat ABD’li stratejist ve politik-askeri yöneticiler tarafından dile getiriliyor. Amerikan yönetiminin yoğun diplomasi trafiği ve “daha akılcı” açıklamaları bu koşullarla doğrudan bağlantılı bulunuyor.
ABD ekonomik ve askeri açıdan, bugün de, dünyanın en güçlü ülkesi konumundadır. Dünya iktisadi üretiminin %32’sini elinde tutmakta, kendisinden sonraki en güçlü birkaç büyük emperyalist ülkenin toplam askeri gücünden fazlasına sahip bulunmakta, dünyanın neredeyse tüm kıtaları ve ülkelerinde etkinlik mücadelesi yürütmektedir. ABD’nin uluslararası stratejik hedefleri yönünden tüm dünya “Amerikan çıkar alanı”dır! ABD, bu çıkar anlayışıyla, Balkanlar’dan Ortadoğu-Kuzey Afrika ve Kafkasya’ya kadar çok geniş alanlarda etkinlik kavgası sürdürmekte, pazarları ve enerji kaynaklarını denetimi altında tutmaya çalışmakta, gerginlik, çatışma ve savaş kaynağı olmaya devam etmektedir. “Dünyaya sahip olmanın yolunun Avrasya’ya sahip olmaktan geçtiği” şeklindeki düşünce Amerikan stratejisinde özel bir yer tutmaktadır.
Ancak Amerikan emperyalizmi bu aynı nedenlerle bir güç ve itibar kaybını da bugün çok daha kesin ve belirgin biçimde yaşamaktadır. Eli silahlı kovboy “imajı”nın “güleryüzlü müttefik ve koruyucu” görünümüne ihtiyacı artmıştır. Bu onun stratejik hedef ve politikalarından vazgeçmesi anlamına gelmiyor. Aksine, stratejik hedef ve çıkarları, güç toplamasını, yıpranmış etkisini tamir etmesini, “hür dünyanın baş aktörü ve koruyucusu” görünümünü yeniden kazanmasını, savaş, işgal, işkence gücü olarak görülme ve anılmanın verdiği zarararı aşağı çekmesini gerekli kılıyor. 
Amerikan emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda elde ettiği muazzam olanak, etki, güç ve yedeklerine dayanarak kapitalist emperyalist dünyanın liderliğini uzun on yıllar elinde tuttu ve 1990’larda, denebilir ki, gücünün zirvesindeyken, saldırgan işgalci politikaları yoğunlaştırarak, enerji kaynaklarını denetleme ve pazar kavgasını şiddetle sürdürmeye girişti. Bu, kapitalist pazar mücadelesinin kızışması, emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesi ve halklarla emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi yönünde yeni olguların ortaya çıkması da demekti. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, Almanya ve Fransa gibi Batı Avrupa’nın en önemli güçlerinin aralarında bulundukları Amerikan müttefikleri içinde itirazlarla karşılaştı. BM’de ve NATO bünyesinde sert tartışmalar yaşandı. Bush yönetimi, “ya benden ya bana karşı” koşulunu dayatarak, “eski ve yeni Avrupa” ayrımıyla “eski”leri, “vakti geçmek”le suçladı ve işbirlikçi yönetimlerin işbaşına getirildiği Doğu Avrupa devletlerini yedekleyerek, etki sahasını genişletmeye girişti. Almanya ve Fransa ile ABD’nin ilişkilerindeki gedikler genişledi, karşılıklı kaygılar ve güvensizlik arttı; Amerikan emperyalistleri, Avrupalı halklar nezdinde de büyük darbeler yediler. ABD, yalnızca Latin Amerika’da değil, Türkiye dahil Balkanlar’dan Ortadoğu ve Kafkasya’ya kadar neredeyse dünyanın her tarafında, –öfke ve tepkileri kendi hükümetleri ve devletlerinin politikalarını da çeşitli biçimlerde etkileyen– dünya emekçileri ve bağımlı halkların protestolarıyla karşılanırken, Irak ve Afganistan’da uyguladığı barbarca yöntemler; tarih, kültür ve doğa katliamına girişmesi; milyonlarca genç-yaşlı, kadın erkek ve çocuk kaybı; açlık, yoksulluk ve işsizlik nedeniyle de “demokrasi” ve “özgürlükler” karşıtı bir güç olarak görüldü. İşgal ve katliamlarının başlıca nedeninin pazarlara, topraklara ve enerji kaynaklarıyla iletim yollarına sahip olmak olduğu ayyuka çıktı. O, artık dünya halklarının önemli bir çoğunluğu açısından da, terörist güçler örgütlemekten işbirlikçi diktatörlükler kurmaya, toplu katliamlar düzenletmekten dini gericiliği finanse ve himayeye baş vurmadığı melanet, Siyonist barbarlığı koruyup Filistin halkını kırımdan geçirmeye güç ve onay vermeye kadar girişmediği kirli ilişki ve entrika kalmayan bir güçtü. Ebu Garip ve Guantamono, Amerikan barbarlığının, tüm saklama ve engelleme barikatlarına rağmen, dünyaya bakan yüzü/açılan aynası oldu. ABD, örneğin Irak işgaliyle bölgede daha geniş alanda hegemonyasını güçlendirme politikasını, halkların öfkesi ve mücadelesinin yarattığı engellerin yanı sıra, İran’ın direnci ve Rusya’nın toparlanıp kendi etkinlik alanlarına sahip çıkma politikası sonucu, daha fazla ilerletemedi; İran’a ambargoyu etkin tarzda uygulamakta zorluklarla karşılaştı, bölgenin bu önemli diğer ülkesini kuşatarak ve bombalama tehdidiyle teslim alarak Kafkasya-Hazar bölgesinde ilerleme politikasında başarıya ulaşamadı. Gürcistan, Özbekistan ve Ukrayna’daki “pembe”-”mavi”-”turuncu” darbelerle mevzi kazanmasına rağmen, istikrarlı bir etkinlik kuramadı. ABD’nin Irak ve Afganistan’da içine düştüğü açmaz ve bölge halklarıyla ülkelerinin bir kesimi açısından “açık düşman” olarak algılanmasını zamanında değerlendiren Rusya, gücünü de belirli oranda toparlamış olarak, eski etkinlik alanında Amerikan emperyalistlerinin yayılmasına daha fazla göz yumamayacağını gösterdi. Amerikan uşağı Şaakaşvili yönetimini iki gün içinde Abhazya’da bozguna uğratarak, gerisindeki koruyucusu güce gereken uyarıyı yapmış oldu. ABD, tüm kudurganlığı ve tehdit edici bağırmalarına karşın somut olarak bir şey yapamadı ve istediği NATO müdahalesinde de Almanya gibi ülkelerin itirazları sonucu başarılı olamadı. Batı Avrupa ülkelerinin Rusya ile, enerji başta olmak üzere yaşamsal önemdeki ticari-iktisadi çıkar ilişkileri, dünya güç ilişkilerindeki değişime de bağlı olarak, Amerikan stratejisine uyumda sorunlar doğuruyor ve giderek belirgin biçimde Almanya, Fransa gibi devletler, kendi “ulusal çıkarları” yönünde politikaları öne çıkarıyorlardı. Afganistan’da başarı sağlanamamıştı. Orası, ABD ve müttefiklerinin “yumuşak karnı” durumunda. Bir büyük dünya gücünün, hegemonya mücadelesinde, bu konum ve görünümüyle fazla yol alması giderek zorlaşıyordu. “Değişim” ihtiyacı, nesnel gereklilikler tarafından da giderek artan şekilde dayatılıyordu.
Obama yönetiminin önünde, bugün böylesine sorunlar yumağıyla ifade edilir hale gelen ABD hegemonyasını sürdürme gibi zor bir ‘görev’ durmaktadır. Daha da önemlisi, bu gelişmelere eklenen ve pazarlar için rekabeti şiddetlendiren kriz kapitalist dünyayı kasıp kavurmaktadır. Batı Avrupa’nın, Almanya gibi büyükleri dahil, ABD ile rekabet potansiyeline sahip hemen tüm ülkelerin yöneticileri, “dünyanın artık tek kutuplu olmadığını”; kriz sonrasında “yeni bir dünyanın söz konusu olacağını” söyleyerek, ABD hegemonyasının sarsılıp etkisinin azalacağını dile getirmekte; en bariz örneğinin General Motors ve bağlı şirketi Opel’in “iflası” etrafındaki Alman-ABD tartışmalarında yaşandığı türden pazar kavgaları giderek sertleşmektedir. Tüm bunlar, ABD’nin önüne “Bush politikalarını revize etme” sorununu çıkarmakta; stratejik hedeflerine sıkıca bağlanan taktik değişikliklerini ihtiyaç haline getirmektedir. ABD ve yeni yönetiminin nükleer gücü artırma ve işbirlikçileri çoğaltarak etki alanını genişletme hedefi ortadan kalkmamıştır, ama, içine düşülen açmazlar, tecrit ve nefret barikatları da “gözüne parmağım” dercesine aleni duruma gelmiştir. ABD ve Obama yönetiminin bir tür “havuç-sopa” siyasetine ve “imaj yenileme”ye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç, ABD yönetimini, neredeyse dünyanın her bölgesinde “ilişkilerini yenileme”ye zorluyor. Türkiye ve Ortadoğu ülkelerine ard arda yapılan üst düzey heyet gezileri, İran yönetimi ile doğrudan görüşme olasılığı üzerine açıklamalar, “Taliban ile bile görüşülebileceği”nin söylenmesi, Rusya’ya, “İran’ı nükleer çalışmalarından vazgeçirmeye ikna etmesi” karşılığında “Doğu Avrupa”ya konuşlandırılması öngörülen füze kalkanı projesinden vazgeçilebileceğinin iletilmesi2, Çin ile karşılıklı diplomasi trafiği, Obama’nın Avrupa ve Türkiye gezisi, tümü bu çerçevede gündeme gelmektedir.
Ortadoğu’daki varlığını ve etkisini sürdürmesinin önemi, ABD için kriz nedeniyle artmıştır. Petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetlenmesi ve Batı pazarlarına nakli daha da hayati hale gelmiştir. İran ile ilişkilerin “düzeltilmesi”, bu bakımdan da gereklilik göstermektedir. İran’ın bölgesel etkisinin artması ve özellikle de Rusya ile ilişkilerinin daha fazla sağlamlaşması ABD’nin çıkarlarını sarsacağı gibi, işbirlikçi Arap yönetimlerinin kendi halkları karşısında daha da teşhir olmalarına yol açabilecektir.3 Dünya kapitalizminin giderek ağırlaşan krizi, pazar kavgası yürüten tüm güçlerin konumunu, ilişkilerini, taktiklerini etkilemekte; yeniden ve yeniden mevzilenmeleri; politika değişikliklerini, savaşçı ve barışçı taktiklerin birlikte sürdürülmesi ve yer değişimini zorunlu kılmaktadır. Yine bu durum, izlenecek politikaların etkisi ve ömrünü kısaltmakta, bir an şöyle oluşan güç ilişkileri ve taktiğin yerini bir başka biçimdekilerin alması olasılığını artırmakta, durum ve ilişkilerde istikrarsızlığı etkin kılmaktadır. Obama yönetimi, ABD’nin, bölge halklarının ve Rusya, İran ve Suriye’nin başlıca güçlerini oluşturduğu kendisine ve yayılma politikalarına muhalif güç ve kesimleri tehdit, şantaj ve açık saldırı politikalarıyla yıldıramadığını, aksine Ukrayna, Gürcistan ve bazı Kafkas ülkelerinde işbirlikçileri eliyle sağladığı mevzilerini korumakta da giderek zorlandığını görerek, daha farklı yöntemlere ihtiyaç duymaktadır. ABD, İran’ı yalnızlaştırarak etkisini zayıflatmak ve bölgenin başlıca güçlerinden biri olarak gösterdiği direnci kırmak için Türkiye’nin “arabuluculuğu”ndan doğrudan görüşme ve tehdit politikasını sürdürmeye kadar çeşitli yöntemleri sürdürecek, bölgedeki en önemli uydusu ve “stratejik çıkar ortağı İsrail”in güvenliğini sağlamak üzere, Hamas, Hizbullah gibi örgütleri ve Suriye-İran eksenli Amerikan karşıtlığı yüksek ülkeleri daha uzlaşıcı bir çizgiye çekmeye çalışacaktır. “Terör örgütü Hamas yok edilmeli” söyleminden “Hamas İsrail’i tanımalı, şiddetten vazgeçmeli ve önceden yapılan tüm anlaşmalara saygılı olmalı” istem ve söylemine “geçiş”, göstergelerden sadece biridir.
Düşman olarak ilan ettiği İran ve çeşitli şantaj ve tehditlerle yanına almaya çalıştığı Suriye gibi devletlerin yönetimleriyle “doğrudan görüşme ve diplomatik ilişkileri yenileme”den söz etmesi, Hamas, Taliban gibi “terörist örgütler”le bile görüşebileceği görünümü vermesi, bu taktik değişimi gereksinimi çerçevesinde yerli yerine oturmaktadır.

ABD’NİN BÖLGE POLİTİKASI, “ETKİN BÖLGE GÜCÜ” SÖYLEMİ VE TÜRKİYE’DEN İSTEKLERİ
Obama yönetiminin politik-taktik “açılımı”, Türkiye’nin “bölgenin etkin gücü” ve bölgesel sorunların çözümünde “anahtar role sahip” olduğu söyleminin başlıca yöngösterici etkenini oluşturuyor. Türkiye’nin coğrafi konumu ve “kültürel dokusu” ile bölge ülkelerinin “tarihi” arasındaki “bağ”ı,  iktisadi-politik ve askeri gücü ve emperyalist hegemonya kavgası kapsamında taşeron role dayanak olarak kullanılmaya çalışılıyor. Obama yönetimi, Türkiye’yi bölgedeki ve uluslararası alandaki Amerikan çıkarları için olanaklı en verimli biçimde değerlendirmek, “müttefikler ailesi”nin taşeronlukta başarılı sınav vermiş önemli bir unsuru olarak tutmak istiyor. ABD yönetimi, Türkiye gericiliğinin Kerkük petrollerine yönelik emellerini, Kürt bölgesinde sahip olduklarını kaybetme kaygılarını ve “Ortadoğu pastasından pay almak üzere masada yer alma” iştahını bilerek, özellikle 1990’lı yılların başından beri bu “gıdıklama”yı, havuç-sopa politikası kapsamında el altında tutuyor. Clinton’un ‘temasları’ sonrasında yayımlanan “ortak bildiri”de dile getirilenler, ABD taktikleri çerçevesinde Türkiye’nin üstleneceği rolü, bunun gereklerini ve ABD’nin sözde garantilerini içeriyor:
Türkiye’nin “bölge gücü-bölgenin etkin bir ülkesi” olduğu iddiası, Türkiye gericiliği ve onu stratejik politikalarının aracı olarak kullanmak isteyenler açısından farklılıklar göstermesi ve farklı amaçlar taşımasına rağmen, Türkiye’nin ‘fiziki-coğrafi’ konumu ve bunun yarattığı olanaklar ile Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel düzeyde iktisadi-askeri ve politik etkisi ve rolünü bilinçli olarak birbirine karıştırıyor.
Türkiye, açık ki, Asya ile Avrupa’nın birleştiği, üç kıtaya “kapı” bir bölgede yer alan önemli deniz ve kara ulaşım hatlarına sahip bir ülkedir. “Batı” ile “Doğu”nun coğrafi olduğu kadar, politik-sosyal-kültürel ilişkileri alanında da, öteki bölge ülkelerinden farklı özelliklere ve “misyon”a sahip bir bölge ülkesidir. Türkiye, mirası üzerinde kurulduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun Çarlık Rusya’sı ve İran’a karşı Batılı büyük güçlerin politikalarında üstlendiği türden rolleri, dünya kapitalizminin Sovyet Devrimi ile parçalanması sonrasındaki on yıllar boyunca, kapitalist amaç birliğine uygun şekilde üstlenip sürdürmesiyle de Amerikan emperyalizmi ve Batı’nın öteki büyük emperyalist güçlerinin ilgi odağında yer almıştır. Bununla kalınmamış, sosyalizmin tasfiyesi sonrasındaki on yıllarda da bu amaç birliğine uygun taşeroncu rol devam etmiştir. Türkiye, Avrasya politikası güden hiçbir emperyalistin gözden çıkaramayacağı gibi, işbirliği içinde olmayı da önemseyeceği bir bölge ülkesi ve gücüdür. Önemli ölçüde gelişmiş kapitalist bir ülke olarak, potansiyel ekonomik pazarı, dünyanın en önemli enerji kaynakları ve rezervlerinin dünya kapitalizminin en gelişmiş pazarlarına ve büyük güçlerinin hizmetine sunulmasının yol güzergahlarına sahip, yüzyılların mirası üzerinden geliştirilmiş devlet geleneği olan ve öncesi bir yana bırakılırsa, 60 yılı aşkın süredir NATO üyeliği ve Amerikan emperyalizmine taşeronlukla işbirlikçiliğini kanıtlamış bir güçtür. Türkiye’nin, Balkanlar’dan Kafkasya’ya; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya çok geniş bölge(ler)deki ülkelerle tarihsel-kültürel (inançsal vb.) bağları bulunmaktadır. Bu bağlar henüz tümüyle etkisizleşmemiştir ve Türkiye yöneticileri, ABD ile birlikte ve esas olarak onun çıkarlarına hizmet edecek tarzda bu bağları istismar çabasını sürdürüyorlar.
ABD yönetimi, Türkiye egemenlerini, Türk devlet ve hükümetini yaptıklarıyla “güvenilir ve sadık bir müttefik olduğunu kanıtlamış”, taşeron olarak görmekte; Türkiye gericiliğinin Amerikan çıkarları temelinde “bölgede daha aktif politikalar izlemesi”ni istemektedir. Bu durum, onun, Türkiye gericiliğini “bölgenin lider gücü” tasmasıyla öne çıkarıp İran’la liderlik rekabetine daha fazla sokmaya; Türkiye’yi İran’ı bloke etme gücü olarak kullanma ve bölge ülkelerinde yükselme potansiyeline sahip Amerikan karşıtlığını etkisizleştirmede daha etkin tarzda kullanmaya; “ateşi maşa ile tutmaya” daha fazla yöneltmektedir. Türkiye Irak yönetimi ve Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ile daha iyi ilişkiler kurmalı, İsrail ile ilişkilerinin “stratejik” düzey ve önemine uygun davranmalı, İran’a karşı tetikte durmalı ve onun bölgedeki etkisini kırmak için ABD ile birlikte çalışmalı, Suriye’ye baskıyı sürdürmeli, Kafkas cumhuriyetleriyle “tarihsel” ve “kültürel” bağlarını Amerikan çıkarları için daha elverişli hale getirmeli, Rusya’ya karşı “ortak ve bloke edici” politikalar izlenmesinde tereddütsüz olmalıdır. ABD’nin ortaya attığı “yem” ise, başlıca “PKK’nın tasfiyesi”(!), Ermenistan ile ilişkilerde “daha dengeci olma gayreti”, “Kıbrıs’ta belirsizlik politikasına devam” gibi birkaç alt başlığı olan kirli bir çıkındır. Bu “ana başlıklar” altında sıralananlar, Amerikan çıkarlarını esas almakta ve Türkiye’nin bunlara uyumunu öngörmektedir.
Ermeni soykırımı üzerine tartışmaların Amerikan emperyalizmi ve Batılı büyük güçler tarafından Türkiye’ye “ayar çekilmek” üzere kullanıldığının saklı bir yanı kalmamıştır. ABD, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin, Ermenistan’ın Rusya’nın etki alanından çıkarılarak, Amerikan stratejisi için kullanılabilir bir duruma getirilmesine hizmet edecek biçimde olmasını istiyor. Türk egemenleri, buna uyum göstermek için çeşitli girişimlerde bulundular, bulunuyorlar. “Soykırım” sorunu ve Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinin “anahtarı” haline getirilen Karabağ’ın statüsü gibi konularda “uzlaşmadan yana olduklarını” açıkladılar. Abdullah Gül’ün Ermenistan gezisi, ABD icazeti çerçevesinde gerçekleşti.
Türkiye’nin Afganistan’daki işgale desteği sürdürmesi konusunda görüş birliğine varıldığı, Dışişleri ve Mili Savunma bakanlarıyla Başbakan tarafından ilan edildi. TSK’nın Afganistan’a helikopter hibe etme ve bölgesel yeniden yapılandırma timlerinin (PRT) sayısını artırma gibi “jestleri”, Türkiye’nin Amerikan emperyalistlerinin “Afganistan’a ağırlık verme” politikasıyla uyumlu davranacağının göstergeleri arasındadır. Türkiye egemenleri, ordunun sınır dışı faaliyetlerini, “milli gurur kaynağı” sayıyorlar. Türkiye’de halk kitlelerinin bu konuda henüz yeterli tepki gösterememesi, “askerin pazarlık konusu edilmesi”ni kolaylaştırıyor ve işbirlikçi gericiliğin emperyalizm yedeğinde hareket sahasını genişletiyor.
“ABD ile Türkiye’nin Filistin-İsrail sorunun çözümünde aynı çizgide durdukları” açıklaması, Türkiye gericiliğinin İsrail ile ilişkilerinin, Amerikan stratejisince belirlenen “stratejik çıkar birliği” çerçevesinde sürdürülmesini öngörüyor. Türkiye ve İsrail Dışişleri Bakanları görüşmesinde, bu iki ülke arasındaki ilişkilerin “stratejik karakteri” ve “sağlam temellere oturmuş” olduğu teyit edildi. Türkiye, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalini gerçekleştirmesi ve sürdürmesinde aktif destek veren birkaç devletten biri, belki de başında geleni oldu. Türkiye’deki askeri üslerin işgal için etkili biçimde kullanıldıkları, savaş araç-gereçleriyle asker naklinin %70’nin bu üsler üzerinden gerçekleştirildiği artık gizlenmiyor. ABD’nin işgal askerlerinin bir bölümünü Irak’tan çekmesi durumunda, Türkiye’deki üsleri kullanma ihtiyacına, Dışişleri Bakanı A. Babacan ve Başbakan Erdoğan olumlu cevap verdiler.
Hazar Havzası ve Irak petrol ve doğalgazının Avrupa ve dünya pazarına “güney koridoru” üzerinden ulaştırılması, ABD’nin ve Batılı emperyalistlerin çıkarlarını esas alıyor. AB’nin “enerji güvenliği” ve Kafkasya enerji hatlarının AB’ne uzanmasında Türkiye’nin konumu ve alacağı tutumun önemli olduğunu bilen Amerikan emperyalistleri, ‘KKTC’nin durumunu ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki işgalci konumunu, hem AB üyesi Batı Avrupa’nın önemli ülkeleriyle, hem de Türkiyeli uşaklarıyla ilişkilerinde istismar aracı olarak kullanıyorlar.
ABD, Kürt sorununu istismarı sürdürüyor. “Toprak bütünlüğü ve siyasal birliği sağlanmış demokratik, çoğulcu, birleşik, Federal Irak” formülü, Türkiye egemenlerinin, bağımsız Kürt devletine karşı politikalarını “dikkate almak”la birlikte, Amerikan sömürgeci politikasının devamı ve başarısını hedefliyor. Amerikan Kürt politikası çerçevesinde Erbil’de “Irak Kürt Yönetimi inisiyatifiyle bir Kürt ulusal Konferansı”nın düzenlenmesi, PKK’nın “silahsızlandırılması”nın bir “Kürt kararı” olarak çıkarılmasının planlanması, “Amerikan çözümü” çerçevesinde gündeme getirildi.4 Türkiye’nin “Kürt sorununda adım atması”nın ima edilmiş olması, Amerikan Kürt politikası çerçevesinde formüle edilmiştir. Ancak, kalın kırmızı çizgili devlet politikasının egemen sınıfın açmazlarını derinleştiren karakteri, genelkurmay ve hükümet tarafından da artık daha açık biçimde görülür hale gelmiştir. Egemen sınıf ve temsilcileri, Kürt gerçeğinin kendini dayatması ile onun şiddetle reddi arasındaki çelişkinin ağır yükü altındadırlar. Kürt sorununun bölgesel ve uluslararası bir boyuta genişlemesi ve ABD başta olmak üzere emperyalistlerin bölge politikalarında ‘önemli bir başlık’ olarak alınmasının anlamını ‘idrak ediyor’ ve en önemlisi olarak da Kürtlerin ulusal hak eşitliği mücadelesinde geriye kolayca atılamayacak bir evreye geldiklerini görüyor ve “sahip olduklarını da” kaybetmeye yol açmayacak bir “çözüm”ü bulmaya çalışıyorlar. Barzani ile ilişkilerin düzeltilmesi girişimleri, MGK’da Kuzey Irak’a yatırım ve ticaretin arttırılması yönünde eğilim belirlenmesi, TRT-6’nın Kürtçe yayını ve Üniversitelerde Kürt Enstitülerinin kurulması yönündeki girişimler, Kürt sorununda, ulusal tanıma ve hak eşitliğine genişlemeyi içermeyen bir “en az zararla aşma” tutumunun giderek ağırlık kazandığının göstergeleridir.
ABD’nin, Türkiye gericiliğini kullanma politikasında İran en önemli ‘faktör’lerden birini oluşturuyor. Türkiye ve İran bölgenin en önemli ve birbiriyle de rekabet içindeki iki ülkesidir. ABD, bu durumdan yararlanarak, Türkiye’yi İran’a karşı politikalarının araçlarından biri halinde tutmaya ve kullanmaya özen gösteriyor. İran’a karşı sürdürdüğü baskıcı-ambargoya dayalı ve savaş tehdidi içeren politikasının İran’nın manevralara dayalı ve ‘direngen’ taktikleriyle önemli oranda etkisiz kılındığının farkında olan ABD, İran’ı “daha barışçıl biçimler”i de içeren havuç-sopa taktikleriyle hizaya getirmeye çalışıyor.
İran, önemli bir bölge ülkesi olarak, bölge ülkeleri ve halklarıyla –en azından bir bölümüyle– güçlü ilişkilere sahiptir.5 Bir kukla hükümet gibi davranmıyor, pazarlık yapıyor, politik manevralarıyla ABD’ni sıkıntıya sokuyor, ABD’nin yayılmacı politikalarına direnç gösteriyor, bölge ülkelerinin bir bölümü ve halklarıyla olan ilişkilerini Amerikan karşıtı tepkilerin gelişmesi yönünde ve kuşku yok ki, kendi çıkar ve etkinliği için kullanmaya çalışıyor. ABD, Afganistan ve Irak işgallerinde İran’ın “direnişçileri desteklediğini” belirterek, bu ülkeyi “terör sponsoru” olmakla suçladı. Ancak tehditlerini karşın, İran’a geri adım attıramadı. Karşılıklı “restleşmeler” devam edegeldi. Şimdi, “yeni yönetimin farklı yaklaşımları” kapsamında “doğrudan görüşmelerle aradaki sorunları çözme” yönünde karşılıklı zemin yoklamaları yapılıyor. ABD-İran ilişkilerinin “doğrudan diplomasiye başvurularak düzeltilmesi” yönünde karşılıklı girişimler arttırıldı.6 Son olarak Obama, İran yönetimine “doğrudan görüşme” koşullarını açıklayarak, çağrıda bulundu. İran, Obama’nın bizzat kendisi ve yönetim kademesinden sözcülerin “olumsuzlukları giderip yeni bir başlangıç yapma” çağrısını, “durmadan konuşma yerine somut adım atma ve geçmişte yapılan hataları ortaya koyma gereği”yle cevapladı ve Türkiye’nin “arabuluculuğu”nu “bölgesel güç” rekabetinde aleyhine bir durum olarak gördüğünü diplomasi diliyle açıklamaktan geri durmadı. İran yöneticileri, ABD’nin “görüşme” çağrısını, “hakkaniyet ve saygı çerçevesinde” olması koşuluyla aracısız kabullenmeye hazır olduklarını ve Afganistan için düşünülen konferansa İran’ın katılması önerisini “Eğer ABD İran’ın katılmasını arzu ediyorsa, davet etsin. Biz Afganistan’a yardım etmeye hazırız” şeklinde cevaplayarak, Türkiye’nin ulaklığını geri çevirdiler. ABD, İran’a karşı politikalarında Türkiye’yi kullanırken, bu iki ülkenin bölgedeki etki düzeylerini gözetmekte, birbirleriyle rekabetinden yararlanmak istemektedir. “İran’ın nükleer bomba yapmakta olduğu” korkuluğu sallayarak Türkiye gericiliğini kışkırtmakta, bu iki ülkenin halklarının yakınlaşmasını önlemeye çalışmakta, “dini değerlerle laikliği bağdaştırabilmiş bir örneğin desteklenmesi” ve “ılımlı İslam-radikal İslam” söylemiyle mezhep farklılıkları gibi hassas sorunları istismar etmektedir.
İran-ABD ilişkilerindeki sorunların temelinde, özellikle ABD ve işbirlikçilerinin göstermek istedikleri türden bir ‘rejim sorunu’ bulunmuyor. ABD’nin, Suudi gericiliği, Körfez Emirlikleri, Pakistan gibi ülkelerin “rejimleri”yle ilişkileri bunu gösteriyor. ABD açısından sorun, bir ülkenin “İslam Cumhuriyeti” olup olmaması değil, kendi çıkarlarına uygun hareket edip etmediği, kendisine boyun eğip eğmediğidir. İran gibi bir büyük bölge devletinin kendi çıkarlarını öne çıkarması, Amerikan haydutluğuyla gerginlikler yaşamasının başlıca nedenidir. İran’nın ABD karşıtlığından atacağı her bir geri adım, “İran’daki İslam Cumhuriyeti” ile ABD arasında ‘uzlaşı’nın kapısını aralayacak, İran’ın mevcut rejiminin “meşruiyeti”, ABD açısından bir sorun oluşturmayacaktır.  Bu ‘uzlaşı’nın öteki yanında, İran’ın Körfez bölgesi, Ortadoğu, Afganistan’ın dahil olduğu alanda “bölgesel güç” konumuyla ABD tarafından kabullenilmesi “koşulu” durmaktadır.
Türkiye’nin “bölgesel güç ve lider ülke olduğu” demagojisini sürdürenler, ABD ile İran arasında varılacak bir “uzlaşı”nın İran’ın bölgesel etkisini artıracağını ve Rusya’nın yanı sıra Batı Avrupa’nın büyük güçleriyle ilişkilerini  “ılımlı bir rotada yürüten” İran’ın böylece hareket sahasını genişleteceğini görüyor ve bunu istemiyorlar. İran-ABD ilişkileri söz konusu olduğunda hemen “arabulucu”luk kostümü örtünüp Tahran’a Amerikan ulaklığına çıkanlar, böylece kendilerini “muteber müttefik” göstermenin yanı sıra, “barış bizim aracılığımız ve rolümüz sonucu gerçekleşti” diyebilmenin rantını da elde tutmak istiyorlar.
ABD’nin Balkanlar’dan Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’ya kadar “Genişletilmiş Ortadoğu Bölgesi”ne yönelik stratejisinde Türkiye gericiliğini kullanmaya; Türkiye gericiliğinin de Amerikan taşeronluğu kapsamında üstlendiği görevlerle kendini vazgeçilmez bölge ülkesi, bölgenin en önemli gücü, kültürel-tarihsel ve inançsal bağlarıyla kullanılabilir bir güç olarak ‘satma’ya/tutmaya ve göstermeye ihtiyacı vardır. Obama yönetiminin kimi sözcülerinin, bazı Amerikan “Think Thank” kuruluşlarının, Friedman gibi CIA beslemesi siyaset rantçılarının ve Fethullah Gülen gibi Amerikan ve CIA İslamcılığı misyonerlerinin aynı döneme denk getirerek “Yeni Osmanlıcılık”tan dem vurmaları, Türkiye’nin bölgede üstleneceği rolü “Osmanlı etkisi”yle ilişkilendirmeye çalışmaları, Türkiye gericiliğinin Amerikan planları içinde kendini “vazgeçilmez bölge gücü” olarak satma ve ABD’nin de dünya gericiliğinin bölgedeki bu en önemli dayanaklarından birini stratejisi doğrultusunda kullanma ihtiyacı ve gayretlerinden bağımsız değildir. “Stratejik ortaklık” kullanma-kullanılma ilişkisi olarak söz konusudur ve ‘ilkesi’ emperyalist hegemon güce “stratejik taşeron”un daimi hizmetini garanti etmektir. Türkiye gericiliğinin bu ilişkiyi ‘kendi hesabına politikalar’ için kullanma çabaları ise, en ileriden söylenirse, büyük efendinin hegemonya kavgası sürdürdüğü “arazi”de, elindekini kaybetmemesi sonucunu dahi garanti etmemektedir.7

TÜRKİYE VE BÖLGE HALKLARININ YARARINA OLAN
H. Clinton’un Türkiye’deki açıklamaları, Obama’nın Türkiye’ye gelişi, F. Gülen ve G. Freidman’ın “Osmanlıcılık” politikası önerileri vb. politik-ideolojik “açılımlar”, “bölge gücü olarak hareket etmesi gereği”nin, bir övgü olarak Türkiye’nin önüne konması, bütün bu gelişmeler, değişim gereksinimi ve bu bağlantılar içinde anlam kazanıyor. “ABD ile stratejik ortaklık”tan söz eden egemen sınıf ve her türden temsilcisinin gözardı ettiği ya da görülmesini istemediği en önemli olgulardan biri de, ABD’nin stratejik çıkar ve hedeflerinin “baki kalışı”;  Ortadoğu, ön Asya ve Kafkasya’da doğal gaz ve petrol yatakları ile enerji geçiş yollarını kontrol etme politikasının yerli yerinde duruşudur. “Ortak çıkarlar” ya da “stratejik ortaklık” söylemi, emperyalist talan ve yayılma yararına işbirlikçiliği örtme işlevi görürken, “bölgenin lider gücü” iddiasıyla da altmış yıldan fazla süredir devam eden taşeronluğun önü daha fazla açılmak istenmektedir. Beyaz Saray çevrelerinin “Türkiye’nin laik kimliğinin ABD tarafından ‘yeniden ve geleneksel çizgide’ algılandığını göstermek”ten söz etmeleri ve H. Clinton’un konuşmalarında “laik demokratik Türkiye” vurgusu yapması ve buna “Müslüman değerler ve laikliğin bir arada yaşayabildiği tek ülke” söyleminin eklenmesi, Genelkurmay’ın hassasiyetlerinin ABD tarafından daha fazla gözetileceğinin işaretiydi.
Buradan çıkan en önemli sonuçlardan biri, ABD ve işbirlikçilerinin ya da burjuva kapitalist dünyanın başkaca güçlerinin demokrasi, insan hakları, refah, istikrar ve barış üzerine söylem ve vaatlerinin güvenilir olmayacağıdır. ABD işbirlikçileriyle Amerikancı liberaller, ABD Dışişleri Bakanı’nın laiklik ve özgürlükler üzerine açıklamalarını özgürlük, barış ve bağımsızlık yönünde “Amerikan açılımı”na kanıt gösterseler de, bu bir yalandan öte anlam taşımıyor. ABD bölgemizde savaşın, çatışma ve gerginliklerin, istikrarsızlık ve kargaşanın başlıca gücü ve kaynağı olmaya devam ediyor. AKP hükümeti ve Erdoğan, ABD’nin bu “ilgi tazelemesi”ni, politikalarını sürdürmeye dayanak edinecektir. Bush döneminde hükümet ile Genelkurmay ilişkilerine yapılan Beyaz Saray ayarı geçerli olmaya devam ediyor ve bu da, hükümetin Kürtçe TV, Alevilerin durumunu dikkate alma vb. gibi “açılımlar”a yansıyan devlet politikasıyla birlikte, kriz koşullarını da kullanarak iktisadi-sosyal ve politik alanda daha sert uygulamaları gündeme getirmesini kolaylaştırıcı bir işlev görüyor. Obama yönetiminin politik taktik değişimi ve ilişkileri yenileme ihtiyacından demokrasi, siyasal özgürlükler, insan haklarında iyileşme beklenemez. Bu alanda sağlanacak her iyileşme, ancak mücadelenin ürünü olabilir. Obama yönetiminin Amerikan çıkarları için birçok yöntem ve aracı bir arada tutma; sağ eli tokalaşmak için uzatırken, silahı sol elde hazır bulundurma ve gelişmelere göre silahın bir elden ötekine gidip gelmesi esnekliğini “atak kovboy” hareketleriyle başarma taktiklerinin Türkiye’de “temel haklar ve özgürlüklerin genişlemesini sağlayacağı” varsayımı ya da propagandası ise dayanaksızdır. Türkiye’nin demokratikleşmesi, bugüne kadar olduğu gibi, bundan böyle de, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin, ilerici aydınlarla demokratik siyasal örgütlerin mücadelesinin düzeyine bağlı olmaya devam edecektir.
Bölgemizin bugün içinde bulunduğu iktisadi-politik, sosyal ve askeri durum, Amerikan emperyalizminin çıkar savaşları ve politikalarıyla doğrudan bağlantılıdır. ABD, ülkemizde de, bölgenin genelinde de yayılmacı-işgal gücü olarak bulunuyor ve hegemonyasını güçlendirip sürdürmenin yol ve yöntemlerini arıyor/değiştiriyor/takviye ediyor. Bölgedeki istikrarsızlık, gerginlik, çatışma ve yıkımların en önemli etkeni-nedeni-gücü durumunda. Bu durumdan çıkış için başlıca gerekliliklerin başında, aynı nedenle, bu emperyalist gücün ülkemiz ve bölgemizden sökülüp atılması geliyor. Bölge ülkeleri ve halklarının dostluk ilişkilerini güçlendirmeleri, Amerikan haydutluğuna gereken cevabı vermek için aralarındaki anlaşmazlık noktalarını karşılıklı eşit ilişkiler temelinde ve ulusların ve devletlerin bağımsızlık haklarına karşılıklı saygı ve özen göstererek çözmeleri önem taşıyor. Bu ise, işçi sınıfına, emekçilere ve ileri kesimlerine, bölge ülkelerinden her birinin ilerici aydınlarına ve işçi-emekçi örgütlerine sorumluluk yüklüyor, her bir bölge ülkesinde, Amerikan emperyalizminin kovulmasını, üslerinin kapatılmasını, ikili ve bağımlılık ilişkilerini garanti eden anlaşmaların iptalini, NATO üsleri ve güçlerinin atılmasını, nükleer-kimyasal-biyolojik ve öteki kitle imha silahlarının yasaklanması ve mevcutlarının imhasını içeren bir mücadeleyi yükseltmelerini gerekli kılıyor. Bu mücadele, ABD’nin, yeni yönetimi eliyle halkları bir kez daha aldatma seferberliği ilan ettiği ve NATO gibi uluslararası saldırı örgütünün 60. kuruluş yılında etki sahasını genişletme çabalarını artırdığı bir dönemde daha da önem kazanmış bulunuyor.

  1. C. Çandar, A. Gül’ü kaynak göstererek, “Türk devlet sisteminin Afganistan üzerinde yoğunlaşma kararı aldığını, tüm birimler ve kurumların Afganistan’la ilgili çalışmaya başladığını” yazdı. (10 Mart 2009)
  2. Rusya, “bizim ilişkilerimizi pazarlık konusu etme geleneğimiz yoktur” diyerek bu öneriyi reddetti.
  3. Filistin sorunu ve Filistin Arap halkının işgale karşı on yıllardır sürdürdüğü mücadele Arap ülkeleri halklarının kendi devlet yönetimleri hakkında sorgulayıcı olmalarını getirirken; Lübnan Hizbullahı, Hamas gibi “radikal dinci hareketler”e yöneliş eğilimine güç verdi. Arap gerici yönetimleri, ABD-İsrail’in saldırgan politikalarıyla işbirliği içinde olup İran’ı kuşatma politikalarından yararlanma yolunu tuttular. İran-Amerikan ilişkilerindeki “olumlu bir değişim” bu yönetimlerin durumunu sarsacağından ve İran etkisini artıracağından, bunlar tarafından olanaklı olduğunca önlenmek istenmektedir. Suudi Dışişleri Bakanı Prens Suud El Faysal’ın, “İran tehdidine karşı koyabilmek için, Arap güvenliğine ilişkin konularda ortak bir vizyona sahip olmamız gerek” diyerek işbirlikçi Arap yönetimlerine çağrı yapması açık bir göstergedir. İran’ı ambargo ve saldırı tehditleriyle dize getirme politikasının başarılı olamadığı gören İsrail ise, ABD’ni sertlik politikasını sürdürmeye ‘ikna etme’ çabasındadır ve bu bakımdan Suudi gericiliği gibi yönetimlerle aynı platformda bulunmaktadır.
  4. Erbil Kürt Konferansı planı basın aracılığıyla duyurulurken, Başbakan danışmanı Prof. A. Davudoğlu, Genelkurmay açıklamalarının ardından, “böyle bir plan yok, terörle mücadelenin yöntemi bellidir” açıklaması yaptı. Dışişleri Bakanı A. Babacan ise, “Kürt Konferansı’na davet edilmeleri durumunda bunu ayrıca değerlendireceklerini” söyledi.
  5. İran ise, Pers İmparatorluğu ve Safavi Devleti’nin mirası üzerinde kurulmuş güçlü bir bölge devletidir. “Çevre” ülkelerin bir kısmıyla çelişkilerine karşın, diğer önemli bir kesimiyle kültürel-inançsal-tarihi bağlara sahiptir ve Rusya gibi, pazar kavgalarında rakiplerinin de dikkate almak zorunda kaldıkları bir güçle uzun zamana dayanan iyi ilişkileri vardır. Önemli doğalgaz ve petrol rezervlerini ve güçlü bir devlet geleneğini etkin biçimde kullanma yeteneği gösteren bir güçtür.
  6. ABD Dış İlişkiler Komitesi’nin İran oturumunda konuşan eski Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanları Brent Scowcroft ve Zbigniew Brzezinski, doğrudan görüşmeden yana görüş açıkladılar. Türk-Amerikan Konseyi (ATC) Başkanı Brent Scowcroft, görüşmelerin mümkün olduğu kadar kapsamlı olmasını; dahası, nükleer enerji santrallerinde kullanması için İran’a zenginleştirilmiş uranyumun ABD tarafından verilerek atık yakıtın da geri alınması gerektiğini; böylece Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da aynı yola girmesinin önleneceğini ileri sürerken, Brzezinski, S. Birliğine ve Çin’e karşı yapıldığı türden bir tehdidin İran’a karşı sürdürülmesi ve Ortadoğu ülkelerinin ABD nükleer şemsiyesi altına alınacağının açıklanmasını önerdi.
  7. Sahip olunan Kürdistan’dır ve daha ötesinde ise, bölgede ve uluslararası alandaki gelişmelere ve örneğin bugünkü dünya iktisadi krizinin giderek ağırlaşarak sıcak çatışmaları da gündeme getirmesine bağlı olarak, tüm “ortaklık” vb. ilişkilerinin her tür değişimi gözardı edilemeyecek bir olasılıktır.

 

ABD-Türkiye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem

Son aylarda Türkiye Irak arasındaki gidip gelmeler olağanüstü hız kazandı. Sadece Mart ayında bile iki ülkenin cumhurbaşkanları karşılıklı ziyaretlerde bulundu. Bu ziyaretlere, Gül’ün İran ziyareti Ahmedinecad’ın Türkiye’ye gelmesi eklendi. Bu arada, ABD’nin çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da Türkiye’yi ziyaret etti. Nisan başında ise, Obama Türkiye’ye geliyor!
Çok kaba çizgileriyle bu trafik bile; “Hayırdır inşallah!” dedirtecek cinsten.
Bütün bu trafiğin, Türkiye’nin bir genel seçime dönüşmüş yerel seçim yarışı içinde geçtiği düşünüldüğünde; tablonun, olup bitenleri daha da anlamlandırdığını söyleyebiliriz.
Bütün bu trafiğin üstünde cereyan ettiği politik ortama birkaç noktada daha ayrıntılı bakmak; birbiriyle ilgisiz görünen pek çok şeyin, ABD’nin, Türkiye ve Ortadoğu-Kafkasya-Orta Asya bölgesindeki stratejisindeki değişimler ve Türkiye’nin bu stratejiye bağlanma gayretleriyle ilgili olduğunu gösterecektir.

TÜRKİYE’DEKİ SICAK GELİŞMELER
29 Mart’ta yapılan yerel seçime gelen süreç, önceki seçimlerde de olduğu gibi, bir yandan meydanlarda AKP-CHP arasında bir ağız dalaşına yol açarken; asıl olarak da, AKP ve öteki sermaye partilerinin Kürt sorunu karşısındaki mevzilerini yeniledikleri bir süreç oldu.
AKP’nin TRT-Şeş hamlesiyle Kürtleri yedekleme girişiminden sonra, Başbakan Erdoğan’ın TRT-Şeş’in ardından Şivanperver’in Newroz’da Türkiye’ye getirileceği, Ahmet Kaya’nın mezarını getirmek için girişimler yapılacağına dair ifadeleri, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununda demokratik çözüm doğrultusunda adım atmak yerine bu tür şov girişimleriyle kamuoyunda sorunu canlı tutma, seçimde Kürt sorununu bir şova dönüştürme gayret içinde olduğu intibaını güçlendirirken, aynı zamanda, sorunun tartışılmasında da yeni gelişmelere kapı araladı. Çünkü Kürt sorununun gelip dayadığı noktada; şov içerikli girişimler bile, ciddi sonuçlara yol açabilmektedir.
Olağan zamanda hükümetin böyle girişimleri, askerler başta olmak üzere milliyetçi çevrelerden sert tepki görürdü; ama bu sefer öyle olmadı. Tersine bu girişimler karşısında, CHP, ne dediği pek anlaşılmasa da, eskisi kadar milliyetçi bir noktada olmadığını gösteren jestlerden de geri durmadı. Baykal ve partisi TRT-Şeş’e karşı çıkan bir tutum almadı; hatta ilk Kürt Raporu’nu 1990’ların ilk yarısında CHP’nin çıkarmasıyla övündü; Mardin’de miting düzenledi. MHP bile; kendi tabanını tatmin için hükümeti bölücülükle suçlasa ve “tek dil” sorununu öne çıkarsa da, Kürt sorunu diye bir sorun olduğunu, Kürtlerin kültürel hakları olabileceği gerçeğini zımnen kabul eden bir çizgiye geldi. Kürt konusunda en hassas kurum olan Genelkurmay da, bütün bu yerel seçim patırtısı içinde; “Üniter ve ulus devlet yapısına zarar vermeyecek tedbirleri göz önüne almak kaydıyla devlet kültürel alanda bazı açılmalar yapabilir”1 diye, hükümetin Kürt açılımına destek verdi.
İlk bakışta “Türkiye’nin egemen güçleri Kürt sorununun demokratik çözümüne doğru bir adım atıyorlar” görüntüsü verse de, soruna biraz daha yakından bakıldığında, soruna ilişkin olarak, Kürtler ve onların demokratik isteklerinin karşılanması temelinde değil, ama Kürtlerin bölünüp yedeklenmesi ve ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarı üstünden bir “çözüm” için hamleler yapıldığı gözlenmektedir.
Nitekim; TRT-Şeş’in açılmasından sonra DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşması, Meclis Başkanı’ndan Genelkurmay’a kadar tüm “ilgili zevatı” harekete geçirdi. TRT Meclis yayınını kesti; uzlaşıcılık üstadı Meclis Başkanı, yayını kestirmeyi savundu, “gerekirse yine yaparım” dedi. Ve tüm sermaye partilerinin önde gelenleri Türk’ün tutumunu provokasyon olarak eleştirdi; adli makamlar göreve çağırıldı. Elbette sadece Türk için de değil; Başbakan’ın Diyarbakır’da Kürtçe konuşmasına ses çıkarmayan savcılar, DTP’li yerel yöneticiler ve adayların seçim propagandalarında Kürtçe konuşmaları karşısında hareket geçip soruşturmalar başlattılar. Ve Başbakan Erdoğan, DTP’li milletvekillerinin elini sıkmama inadını sürdürdü.
Bütün bu gelişmeler; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İran’a, Ekonomik İşbirliği Zirvesi’ne giderken uçakta gazetecilere yaptığı, “Kürt sorunuyla ilgi yakında hem içerde hem dışarıda güzel gelişmeler olacak”2 demesi, sorunun iyice açmaza sürüklenmesinden bunalmış çevrelerde de “kapağı açıcı” etki yaptı. Cengiz Çandar’dan Ali Bayramoğlu’na, hükümete yakın kimi liberal köşe yazarları ve yorumcular, Kürt sorununun çözümü için Abdullah Gül’e destek verirken, Hürriyet Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök; “Abdullah Öcalan’la el sıkmak sorunun çözümüne katkı yapacaksa (ki Özkök Öcalan’ı muhatap almanın Kürt sorun çözümüne katkı yapacağını düşünmektedir) onu eli de itilmemelidir” demeye kadar geldi.

YA DIŞARDAKİ GELİŞMELER?
Yerel seçim ve Kürt sorunu tartışmaları politik alanda böyle bir seyir izlerken; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün deyimiyle “dışarıda” da önemli gelişmeler vardı.
Dış gelişmelerdeki değişimin arkasındaki ana etken; ABD’nin Irak batağına saplanmış olması ve bölgedeki stratejisini değiştirmek için harekete geçmesiydi diyebiliriz.
Aslına bakılırsa, ABD’nin Irak batağından çıkmak için yeni bir manevraya girişmesi, Obama ile başlamadı. Tersine, son iki yılı içinde, “Irak’ta bir zaferin artık olanaksız olduğu”nun Bush ekibi ve ABD Genelkurmayı tarafından da anlaşılmasından sonra; ABD’nin GOP diye ifade edilen bölge stratejisinin önce bölge ülkeleri içinde, sonra da ABD’de gözden düştüğü bir gerçekti.
Bu stratejinin, merkezinde olmasa da önemli bir bileşeni olan Kürtlerin taleplerinin yerine getirilmesiyle, Ortadoğu’da hem eski müttefiklerin hizaya getirileceği, hem de bölgede yeni ve güçlü bir sadık müttefik edinileceği fikri de giderek güç kaybetti. Böylece ABD, son elli yıl içinde birkaç defa yaptığı gibi, Kürtlere yaptığı vaatleri bir yana iterek, Türkiye ile yeniden ortaklaşmak, daha doğrusu Türkiye ile son 20 yılda ortaya çıkan pürüzleri temizleyerek, Irak’taki başarısızlığı aşmak ve bölgedeki İran ve Rusya’yı dengeleyecek müttefiklerin saflarını yeniden sıklaştırmak için girişimlere başlamaya yöneldi.
Bu adımların en somutlarından birisi; 2007’nin 5 Kasım’ında Beyaz Saray’da Bush’la Erdoğan arasındaki görüşmelerde yansıdı. ABD, 1991’deki 1. Körfez Savaşı’ndan sonra, Irak hava sahasını Türk savaş uçaklarına açtı. Bununla da kalmadı; ABD Türkiye’ye “istihbarat desteği” vermeye de başladı. Türkiye’nin kara operasyonları için de aynı desteği veren ABD, Kürt sorununun bölgedeki konumu, Irak-Türkiye-ABD ilişkileri ve bölgedeki güçlerin mevzilenmesine ilişkin plan ve hedeflerini değiştirdi. Türkiye-ABD-Irak Genelkurmayları arasında Genelkurmay 2. Başkanlarının oluşturduğu bir koordinasyon kuruldu ve bu üç ülke arasındaki sorunlar, askerler arasında doğrudan ele alınmaya başlandı.
Sadece bu kadar da değil; Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürdistan Federe Hükümeti ile ticari, kültürel ilişkileri geliştirilirken, MİT müsteşarı Emre Taner şahsında Barzani yönetimiyle ilişkiler geliştirildi, giderek Türkiye ile Kürt Federe Devleti arasında ilişkilerin “normalleştirilmesi”ne doğru adımlar atıldı. Gerçi zaman zaman; bölgedeki çatışmalar yoğunlaştıkça, özellikle de askeri başarısızlıklar gündeme geldikçe, PKK’ye yöneltilen öfkeden Barzani-Talabani yönetimi de nasibini alsa bile, süreç, Kürt Federe Devleti ile Türkiye ilişkilerinin giderek yumuşadığı bir süreç olarak gelişti.

İKİ YIL ÖNCESİNE BAKARSAK
Biraz geriye doğru gidilerek bakıldığında, Türkiye’nin dış politikasında ve Kürt sorununun çözümü konusundaki girişimlerinde de ABD ile eş zamanlı olarak bir değişimin yaşandığı görülüyor.
2007’nin yılbaşında, MİT’in 80. kuruluş yılı vesile edilerek, MİT Müsteşarlığı tarafından, MİT tarihinde de ilk olan bir “rapor” yayımlandı.
Bu raporda; Türkiye’nin dış ve iç politikasındaki gelişmeler analiz edilerek; “Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni bir dış politikaya yönelmesi” isteniyor; bu politikaya da “aktif dışı politikaya dönüş” deniyordu. Çünkü “ulus devlet tehdit altında”ydı ve Türkiye’yi yönetenlerin “bekle gör” politikasını terk ederek “aktif politik tutum alması” gerektiği ana tez olarak öne sürülüyordu.
Bu iki basit gibi görünen cümle, aslında, dış politikada esaslı bir dönüşüm yapılması isteğini ifade ediyordu. Çünkü, Türkiye’nin siyasi literatüründe, “aktif dış politika” çağrıları, geleneksel olana başkaldırma, Türkiye’nin çıkarlarını sınırların ötesinde bile askeri güç de dahil, güç kullanarak savunma olarak anlaşılagelmiştir.
Burada bir önemli fark daha vardı. “Aktif dış politika” kavramı siyasi arenada zaman zaman gündeme gelmiş olsa da, ilk kez bir devlet kurumunun raporunda resmen ifade ediliyordu. Ve, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’nin dış politikadaki “geleneksel” tutumunun “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” “özdeyişi”yle ifade edildiği düşünüldüğünde (Bu “özdeyiş”in özeti de, “Türkiye’nin kimsenin toprağında gözünün olmadığı, ama kendi sınırları içinde de statükonun bozulmasına izin vermeyeceği” biçimindedir), bu, dış politikada önemli değişikliğe işaret ediyordu.
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh”le ifade edilen dış politika tutumu, daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren; Osmanlıcılar tarafından “Üç kıtada at koşturan Osmanlı mirasının reddedilmesi”, ırkçı milliyetçi çevreler tarafından da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türklük dünyası içinde lider ülke olmayı reddetme; pısırık, Türk’e yakışmayan politika” olarak eleştirilmiştir. Ama bu eleştiriler, yakın geçmişe kadar devlet politikası olmamış, zaman zaman iç politikaya yönelik bir malzeme olarak kullanılsa bile, daha çok marjinal çevrelerin resmi politikaya eleştirisi olarak kalmıştır. Kıbrıs’ın işgali bile “geçici” ve “zorunlu bir sapma” olarak görülmüştür. Ancak Özal’la birlikte Türkiye’nin “misakı milli” sınırları, bu sınırların genişletilebileceği varsayımı üstünden tartışılmaya başlanmıştır. Örneğin Kuzey Irak’ın Kürtleriyle bir federasyon yapma, Musul-Kerkük’ün statüsünün değiştirilerek Türkiye’nin tarihsel haklarının elde edilmesi ya da SB’nin çökmesiyle “Türki cumhuriyetler”in “abi-kardeş” ilişkisi içinde sömürgeleştirilmesi, resmen olmasa bile “gayri resmi devlet politikası” haline gelmiştir. En azından tartışma düzeyinde, geleneksel dış politikanın var olan çizgisinden çıkarılması için girişimler başlatılmıştır. Ancak, bu yaklaşım, bir devlet politikası olarak herhangi bir resmi belgeye geçmemiştir.
MİT raporu; “aktif dış politikaya geçiş” derken; aslında şu üç şeyi birleştiriyordu.
Bunlardan birincisi; o günlerde bir hayli yüksek düzeyde seyreden ve sağ ve sol milliyetçilerin Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyasının büyük ağabeyi bir Türkiye olma ütopyasıyla uzlaşıyordu.
İkincisi, “aktif dış politika” kavramı ile öne sürülenler; Yeni Osmanlıcı takımının Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üstünden emperyal (yayılmacı) politikalar geliştirecek Türkiye hayalini birleştiriyordu.
Üçüncüsü ise; ABD’nin Ortadoğu’daki planları ile, Türkiye’nin bölgede oynamasını istediği rol ve Türkiye’yi giderek daha çok bir “bölge gücü” olarak kullanma politikalarıyla da birleşiyordu. Çünkü MİT de, Türkiye’nin Amerikancıları ve büyük burjuvazisi gibi, kendi amaçlarını ve hayallerini ancak ABD’nin dünya egemenliği stratejisiyle uyum içinde geliştirirse başarılı olabileceğini düşünüyordu. Eğer tersine Türkiye, “aktif dışı politika”yı ABD’nin bölgedeki etkinliğini ve amaçlarını görmeden geliştirmeye kalkarsa, “başına çuval geçirileceğini” düşünüyordu. MİT’in Raporu’ndaki “aktifliğin” temelinde de ABD’nin stratejik hedefleri ve bu stratejinin Türkiye’ye örneğin Irak’ın işgali ve öncesindeki dönemden daha çok ihtiyaç duyacağı varsayımı ya da bilgisi yatıyordu.
2007 5 Kasım’ında Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesi; ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacını, ABD’nin ona bölgedeki taşeronu olarak kadar ihtiyaç duyduğunu gösterirken, Türkiye’nin de ABD stratejisine uyuma hazır olduğunu gösterdi.
Türkiye “bölge gücü bir ülke”, PKK’yse Türkiye ABD’nin “ortak düşmanı” olarak ilan edildi. Türkiye ile ABD arasındaki, 1991’de 1. Körfez Savaşı ile bozulan, 1 Mart Kararnamesi ile de adeta düşmanca çekişmelere dönüşen ilişkiler düzelme yoluna girdi ve Türkiye ile ABD, birbirlerine sadece lafta değil, fiiliyatta da “stratejik ortak” diyebilecekleri işbirliklerine girdiler. Sınır ötesi harekat ABD’nin desteği ile yürütülürken, Türkiye, Kafkasya ve Ortadoğu’da ortaya çıkan uyuşmazlıklarda ABD’nin sözcüsü olarak davranmaya başladı.

TÜRKİYE, ABD VE IRAK KÜRTLERİ
Gelişmelere yakından bakıldığında, ABD’nin bölge politikaları ve Türkiye ile ilişkilerinden somut gelişmelerin Kürt sorunu üstünden olduğunu görüyoruz.
2007 öncesinden de başlayarak, Türkiye, Kürt Federe devletiyle ticari ve siyasi işliklerini, özel şirketler, MİT ve diğer istihbarat birimleri üstünden sürdürdü. Ama, MGK’nın 2008 Nisan’ında aldığı “Irak’ta realitenin kabul edilmesi ve politikaların buna göre geliştirilmesi” diye ifade edilebilecek kararda, aslında Türkiye’nin 1991’den beri savunduğu “Irak’ın toprak bütünlüğü”nden (ki burada Kürtlerin bağımsızlık ya da devlet kurmalarına yol açacak her girişime şiddetle karşı çıkılıyor; bunlar Türkiye’nin “kırımızı çizgileri” sayılıyordu.) söz edilmedi. Tersine, bu tarihten itibaren Kürt Federe Devleti ile ilişkilerin geliştirilmesi ve sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesi görüşü benimsenerek, MİT’in 2007 Raporu’ndaki “aktif dış politikaya geçiş” tutumu Türkiye’nin resmi tutumu olarak belirlendi.
Talabani’nin Türkiye ziyaretleri ve Kürt Federe Devleti’nin yetkililerinin Türkiye’de resmen kabul edilmesiyle sıklaşan ekonomik ve siyasi faaliyetler yoğunlaşırken; “PKK’nin tasfiyesi” merkezli olarak Türkiye’de ve bölgede Kürt sorununun çözümüne ilişkin ABD-Irak (daha çok Kürt Federe Devleti ağırlıklı)-Türkiye arasındaki askeri işbirliği ve Erbil’de bir üçlü irtibat bürosu kurulması, Kuzey Irak’ta PKK’nin kuşatılıp tecrit edilmesi ve tasfiyesine kadar varan planlar üstünde oldukça ileri bir işbirliği sağlanması aşamasına gelinmiştir.
Bu irtibat bürosunda, peşmergelerin Kandil’deki PKK güçlerinin sıkıştırılmasında denetim ve istihbarat görevi yapacağı belirtilmektedir.
Kuzey Irak’la Türkiye’nin ilişkileri sadece resmi düzeyde değil, “sivil” girişimlerle de “ileriye” taşınmaktadır. Örneğin geçtiğimiz yıl Diyarbakır’da toplanamayan Fethullah Gülenci Abant Platformu, Şubat ortasında Erbil’de toplandı; Kürt sorununun AKP çözümünü (devletin resmi görüşüyle) tartıştı ve Kürt Federe Devleti yetkilileriyle Abantçıların yakınlığı gözlendi.
Bu süreç, ABD-Türkiye ilişkilerinin de yeniden canlandırıldığı bir dönem olmuş, Türkiye-ABD ilişkileri, 5 Kasım 2007’den itibaren, iki ülkenin Genelkurmay ikinci başkanları arasında başlatılan yakın iletişimin, Tampa’da sürekli bir “irtibat bürosu kurulması”na varmış bulunmaktadır. Tampa’da oluşturulan “irtibat bürosu” Türk Silahlı Kuvvetleri ile ABD silahlı kuvvetleri arasında ilişkilerin 1991 öncesine dönülerek “normalleştiğinin” işareti olarak yorumlanıyor.3
Bu irtibat bürosunu, bir yandan Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik askeri faaliyetleri ve “PKK’nin tasfiyesi”, öte yandan da ABD’nin Irak ve Afganistan savaşı konusunda karşılıklı olarak dolaysız bağlantı merkezi olarak kullandığına işaret edilmektedir.
2007’de başlayan ve süreç içinde yoğunlaşarak gelişen Türkiye-ABD ilişkileri, Irak yönetimi ve özellikle de Kürt Federe devletiyle olan ilişkiler ve Kürt sorununun bölgesel çözümü açısından, “PKK’nin tasfiye planı” üstünde bir uzlaşmaya varma aşamasına gelmiştir.
Bu plan, kamuoyuna yansıyan yanıyla; Türkiye sınır ötesi askeri harekatı sürdürerek PKK’yi baskılarken; Irak Kürtleri’nin de Kandil çevresindeki kuşatmayı gıda ve silah ambargosuyla sıklaştırarak PKK kadrolarını hareketsiz ve çaresiz hale getirmesini amaçlamaktadır. Bu plan; PKK’nin bazı önder kadrolarının Türkiye tarafından yakalanması, bir bölümün Avrupa ülkelerine mülteci olarak gönderilmesi (bu konuda ilgili AB ülkeleriyle anlamaya varıldığı da iddia ediliyor) ve geri kalanların da bir “Af yasasıyla kazanılması”nı amaçlamaktadır.
Bu plan üstünde ABD’nin, Türkiye’nin ve Kürdistan Federe hükümetinin büyük ölçüde anlaştığı söylenmektedir ki; ortaya çıkan belirtiler de bu görüşü doğrular mahiyettedir. Bu planın hayata geçirilmesi için atılacak adımların başlangıcının da; Nisan ayında Kuzey Irak’ta Barzani’nin himayesinde toplanacak olan bir uluslararası Kürt Konferansı’nın PKK’ye silah bırak çağrısı olacağı belirtilmektedir.
Türkiye’nin Dışişleri bakanı, konferansı desteklediklerini söylemekte; konferansa PKK’nin çağrılmasına karşı çıkmadıklarını ifade etmiştir. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra da Konferans’a PKK de çağırılmıştır.
Plan böyledir ve basit ve mantıklı görünmektedir, ama hayatta karşılık bulmasının, özellikle PKK’nin karşı çıkması durumunda karşılık bulmasının çok zor olduğu da ortadadır. Ancak bu planın PKK içinde farklı görüşler ortaya çıkaracak bir baskı oluşturduğuna dair belirtiler de yok değildir. Belki de bu planı hazırlayanlar, asıl olarak da bunu yaparak, PKK’yi bölüp marjinalleştirme hedefine varmayı amaçlıyorlar.
Obama’nın iktidara gelmesi ve Irak’taki ABD kuvvetlerinin bir bölümü Afganistan’a sevk edilirken, diğer bölümünün de ağır silahlarıyla birlikte ABD’ye geri çekilmesinin istenmesi, Türkiye’nin, ABD’nin bölge politikalarında rolününün artırılmasını getireceği apaçıktır.
“Aktif dış politikaya dönüş”le ifade edilen ve Hillary Clinton’un gelmesiyle; “bölgenin lider ülkesi” payesini de kapan Türkiye’de; bu çerçevedeki politikalara yönelişle egemen güçlerin ilk kez büyük ölçüde birleşmiş olduklarını görüyoruz. Yani; milliyetçiler, Osmanlıcılar, Amerikancılar; çeşitli tarikat çevreleri; iktidar ve muhalefet, MİT Raporu’nda yer alan ve MGK’nın 2008 Nisan toplantısında belirtilen çerçevede büyük ölçüde işbirliği yapmışlardır ki, bu, dönem bakımından en önemli gelişmelerden birisidir.
Bush’un son iki yılı içinde ABD’nin Ortadoğu’da planlarının değişmeye başladığını, Obama ile bu değişimin açık bir biçim kazandığını söylerken; ABD’nin amaç ve hedeflerinin, Bush ya da ondan öncesi döneme göre değiştiğini söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır! ABD’nin; 1970’li yılların ortasında, “petrol krizi”yle başlayan ve dünya enerji yatakları ve geçiş yollarının güvenliğini denetleme stratejisini oluşturmaya başladığı, SB’nin yıkılmasıyla birlikte bu stratejinin daha açıkça ifade edildiği, İlk Körfez Savaşı ve bölgeye ABD müdahalelerinin bu amaçla bağlantılı olduğu bir gerçektir.
Bush döneminde bu açılımlara varma yönteminin bir “Haçlı Seferi”ne dönüşmesinin ve savaş araçlarının daha yoğun olarak kullanılıp, askeri işgallere yönelmesinin, sadece siyasi bir tutumdan ibaret olduğunu söylemeliyiz. Bugün; dünün Bushçuları bile, Bush’un politikalarını eleştirip, Obama’yı ABD’nin yeni ve uygar yüzü olarak propaganda ederken, aslında bu amaçlarının hiçbirinden vazgeçmiş değiller. Tersine, bugün, krizin yarattığı/yaratacağı tahribat ve bunun sonucu ortaya çıkacak ölümüne rekabetle birlikte, ABD ve Batılı emperyalistleri bakımından enerji kaynakları ve enerji yollarının güvenliğinin daha önemli olacağı; bu yönüyle egemenlik mücadelesinin daha da sertleşeceğini söylemek bir abartı olmaz. Ama Bushçuların yoluyla bu amaçları gerçekleştiremeyeceklerini gördükleri için; Amerikalı emperyalistler, Irak’ta; Irak’ın işgalinin Bush yönetiminin yanlış bir girişimi olduğuna kadar geri adım atarken, Afganistan’da savaşı daha da yoğunlaştırarak sürdürmeyi, dolayısıyla Afganistan ve Pakistan’da zafer kazanarak Rusya ve Çin’e karşı mevzilerini güçlendirmeyi, Japonya ve AB’yi ABD şemsiyesi altında tutmayı hesaplamaktadırlar.
Aksini düşünmek, ABD’nin emperyalist olmaktan vazgeçtiğini kabul etmek anlamına gelir. Obama üstünden ABD’nin tümüyle farklı politikalar izleyeceğini iddia eden Amerikancılar ve ABD’nin propaganda odakları da, zaten bunu iddia diyorlar. Kötülüklerin, saldırganlığın kaynağının Bush ve yandaşlarının politikası olduğunu, onlar gittiğine göre, artık Amerika’nın demokratik ve dünyaya barış ve uygarlık götüren bir ülke olacağını propaganda ediyorlar. Obama’nın Başkanlık devir-teslim töreninde konuşmasını, İran’a, Arap-İslam dünyasına verdiği mesajı böyle yorumluyorlar. En önemlisi de, dünyanın böyle anlamasını istiyorlar. Dünyadaki, özellikle de İslam dünyasındaki Amerikan karşıtlığını bu yolla azaltmayı amaçlıyorlar. Obama imajı etrafında yapılan manevranın başarılı olması için, İslam dünyasında ve dünyada Amerikan düşmanlığının azaltılmasının önemli olduğu anlaşılıyor.
ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Türkiye ziyareti de tamamen bu imaj değiştirme çabasıyla bağlantılı mesajlardan oluşuyordu. Clinton’un Türkiye ziyaretini değerlendiren yorumcuların ortaklaştığı “Hillary Clinton herkese duymak istediğini söyledi” değerlendirmesi, bu gerçeği ifade ediyordu.
Clinton; işaretleri koymasından sonra da; Amerikanın propagandacıları ve Amerikancı çevreler; “ince işleme” yaptılar (yapıyorlar); Clinton’un ne demek istediğini, ne yaparsak Amerikanın memnun olacağını yazıp çizdiler; “Obama ne isterse verelim. Türkiye için iyi olan budur”u işlediler/işliyorlar.
Obama’yı böyle karşılamaya hazırlanıyorlar.
Bush döneminde başlayan ve Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un gelişiyle gündeme gelen ipuçları dikkate alındığında; ABD ve Türkiye’nin ilişkileri ve bölgedeki başlıca gelişmeler için şunları söyleyebiliriz:

1-) İsrail-Türkiye ilişkileri: ABD, İsrail’i kayıtız koşulsuz desteklerken, Filistinlilere de, bölgedeki Amerikan stratejisiyle çatışmamaları koşuluyla, İsrail’le anlaşmalarına destek vereceğini ilan etmiştir. Davos’ta olanlar İsrail-Türkiye yakınlaşmasını dinamitlemiş görünse de, uzak olmayan bir gelecekte, bu ilişkilerin yeniden tamir edilerek, Türkiye’nin Arap-İslam dünyası ile İsrail arasında ”köprü” rolüne (ya da arabulucu) döneceğinden kuşku duymak için çok neden yok. Ancak İsrail’de aşırı sağcıların hükümete ortak olması bazı sorunlar çıkarsa da, ABD’nin bölgedeki çıkarları, İsrail’i frenleyecek; Obama yönetiminin çizeceği çizgi Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici olmaya devam edecektir. Ancak bu ilişkilerin düzelmesinden düz bir çizgi izleyeceğini anlamak aşırı iyimserlik olur. Tersine bir süre daha dalgalı, ama giderek düzelen bir seyir izleyeceğini görmek gerekir. Bu gelişmelerin seyrinin nasıl olacağını, Hamas’ın ABD’yle uzlaşmada izleyeceği yol önemli ölçüde etkileyecektir. Ancak Obama yönetiminin, İran, Hamas, Hizbullah yöneticilerine, “yok etme” yerine “ABD’stratejisine uyum sağlayın barışalım” demesi, bu hareketlerle olan sorunların aşılacağını söylemesi, Hamas’ın ABD ile yakınlaşmaya muhalefet etmeyen bir çizgiye çekilmesini sağlayabilir. Bu, bugün, tersinden daha kuvvetli bir ihtimaldir.

2-) Türkiye-İran ilişkileri: İran Devrimi’nden beri İran’ı baskı altında tutma ve uluslararası platformlardan dışlamayı başlıca dış politika tutumu yapan ABD, Bush döneminde bir adım daha atarak, İran’ı “Şeytan Üçgeni”nin bir köşesi (ötekiler Kuzey Kore ve Saddam’ın Irak’ı idi) olarak ilan etmişti. Ancak Irak’ta olduğu gibi, Bush’un İran’a yönelik kuşatması da başarısızlığa uğradı. Gerçi son iki yıldır ABD, İran’la ilişkilerini nispeten yumuşatmıştı, ama yine de İran’ın “nükleer silah üretimine izin vermemesi”nin bir yolu olarak askeri saldırı seçeneğini gündemden çıkarmamıştı. Şimdi Obama, bu seçeneği tümüden bir yana koymasa da; “İran’la, ön şartsız olarak sorunları konuşmaya hazır olduğunu” söyleyerek, İran yönetimiyle yakınlaşma ve işbirliği konusunda adım atacak görünmektedir. Bunun ilk adımını da, PEJAC ve Halkın Mücahitlerini “terör örgütü” ilan ederek attı. Obama’nın gelişi öncesinde Türkiye İran ilişkilerin en üst düzeyde hızlanması da göstermektedir ki; Türkiye, İran’la ABD arasında “arabulucu” olmak hevesindedir. Ancak Ahmedinecad; Gül’le görüşmesinin hemen arkasından, “Aracıya ihtiyacımız yok. Adaletli bir dünyada barış için aracıya gerek olmaz” diyerek, Türkiye’nin “ara buluculuğa” mal bulmuş magribi gibi sarılmasını geri itti. Dahası, İran’ın ABD karşısındaki tavrının “özür dileyen” ve ABD’nin isteklerine boyun eğer bir tavır olmayacağı anlaşılmaktadır. Ancak Obama’nın tavrının İran’ın içinde de yeni tartışmalara yol açması, kriz ve petrol fiyatlarının düşmesinin de getireceği yeni ekonomik zorlukların İran içindeki ABD ile yakınlaşmak isteyen güçleri harekete geçireceğini düşünmek gerçekçi olur. Ancak tersine eğilimler de söz konusudur.
ABD, Rusya’nın Kafkasya ve Ön Asya’daki hamlelerine karşı olduğu kadar Ortadoğu’daki “pis işleri” için de İran ve Türkiye kozunu kullanmak istemektedir. Bunun, aynı zamanda, İran ve Türkiye’nin birbirine rakip olarak da kullanılacağını kapsamakta olduğunu da gözetmek gerekir. Çünkü ABD’nin, “bölge liderliği”ni Türkiye’ye verirken, İran’ı da unutmayacak ve İran’ın kendisini İslam dünyasının lideri gördüğünü, dolayısıyla Türkiye’nin “bölge lideri” olmasını istemeyeceğini bildiğini ve değerlendirmek isteyeceğini var saymak gerekir. Gül’ün ziyareti sırasında Ayetullah Hamaney’in, “İslam’ın düşmanları İslam’ın bayrağını İran’ın elinden almak istiyorlar” derken, Türkiye’ye biçilen yeni rolü de kastetmediğini kim söyleyebilir? Irak’ta, Amerika’nın rolünü azalmasıyla Şiilerin güçleneceği de göz önüne alındığında, İran’ın “liderlik” rolünü üstlenmek için daha da hevesleneceğine kuşku yoktur. Bu yüzden de belki PKK-PJAC konusunda, bölgedeki bazı sıcak konularda İran-Türkiye işbirliği olacaktır; ama ABD’nin yeni yönelişleri içinde İran-Tükiye ilişkilerinde rekabet ve “liderlik” için çatışma öne çıkacaktır.

3-) Türkiye-ABD ilişkileri: 2007 Kasımından beri, ABD-Türkiye ilişkileri, elbette ki, 60 yılı aşkındır süren Türkiye-ABD ilişkileri ve Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olmasından ayrı değildir. Dolayısıyla sıcak gündem bakımından, PKK’nin Kuzey Irak’tan çıkarılıp tasfiye edilmesi her şey kapsıyor görünse de; aslında ABD’nin Türkiye’den beklentileri de, Türkiye’nin ABD’den beklentileri de çok daha fazladır.

TÜRKİYE’NİN ABD’DEN BEKLENTİLERİ
a-) PKK’nin alt edilmesi için ABD’nin bugün verdiği desteği daha da artırarak, PKK’nin Kuzey Irak’tan çıkarılması için diplomatik ve askeri her desteği vermesini istemektedir. Yine bu sorunla bağlantılı olarak, Kerkük sorununun çözümünde ABD’nin desteğini istediği gibi, Irak’ın ve Kuzey Irak’ın yeniden inşasında ihalelerde Türkiye’ye de pay verilmesi. Ayrıca Irak’la Türkiye’nin ticaretinin geliştirilmesinde yardımcı olmasını beklemektedir. ABD’nin bölgeden çekilmesine paralel olarak, Türkiye, Kuzey Irak’ta askeri rol almak, hatta Kuzey Irak Kürtlerinin hamiliğine soyunmak için ABD’nin destek vermesini de beklemektedir.
b-) Ermeni sorunu: Türkiye’nin Obama’dan en sıcak isteklerinden birisi de, ABD’de Kongre ve Senato’sunun gündeminde olan “Ermeni soykırımı tasarısı”nın gündeme alınmasının önlenmesidir.
c-) Kıbrıs konusunda Türkiye, uluslararası platformlarda ABD’nin etkisini Türkiye’den yana kullanmasını beklemektedir.
d-) AB ve AB’ye Türkiye’nin katılımıyla ilgili konularda, ABD’nin Türkiye lehine baskı yapmasını, İngiltere başta olmak üzere ABD’ye yakın Doğu Avrupa ülkeleri üstünde etkinliğini kullanmasını istemektedir.
e-) Kafkasya, Ortadoğu ve Asya’daki sorunlarda, ABD’nin Türkiye’nin etkinliğinin artması için destek vermesini; Türkiye’nin enerji geçiş yolu projelerine ve “bölgesel liderlik”le bağlantılı rolünü yerine getirmesine destek vermesini beklemektedir.
Türkiye’yi yönetenler; “Mademki ABD stratejik müttefikimizdir o zaman, bütün bu sorunlarda bizi desteklemelidir” diye düşünmektedirler.
Ancak kuşkusuz ABD’nin de, kendisine “stratejik müttefikim” diyen ve “bölgesel liderlik” görevi verdiği Türkiye’den beklentileri vardır.

ABD’NİN TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLERİ
a-) ABD’nin en yakın isteklerinden birisi; Irak’tan çekilecek kuvvetlerinin Türkiye üstünden çekilmesidir. Bu amaçla İskenderun ve Mersin gibi liman çıkışlarına Trabzon’un da eklenmesini istemesi beklenmektedir. Çünkü, ABD-Rusya çekişmesine paralel olarak Kafkasya’nın öneminin giderek artacağı düşünülürse, ABD donanmasının Karadeniz’de bir “deniz üssü”nün olmasına hiçbir Amerikan yanlısının karşı çıkması mantıklı değildir. Bunun anlamı ise, ABD’nin Karadeniz’de bir “deniz üssü” olmasına Türkiye’nin destek vermesidir. Yine ABD’nin ana kuvvetlerini Irak’tan çekmesinden sonra, bölgeye her an müdahale edeceği, yerine göre kara kuvvetlerini de hazır tutacağı Irak’a yakın bir üsse daha ihtiyacı vardır. Bu da, Diyarbakır ya da Diyarbakır’a yakın uygun bir bölgede bir üs demektir. Elbette ABD, Türkiye gibi stratejik müttefikinden böyle bir üs de isteyebilir. Aslında bu talepleri ABD daha önce çeşitli biçimlerde ifade etmişti ve şimdi bölgede rolleri yeniden dağıtırken; Türkiye’nin “bölge liderliği” karşılığında ABD’ye verecekleri olmalıdır! Hele Asya’da Rusya, eski Sovyet cumhuriyetlerindeki Amerikan üslerini bir bir geri alırken, ABD, Rusya’nın bu hamlesini, Kafkasya ve Rusya’ya hayli yakın iki üs kurmakla dengeleyebilir. ABD’nin beklentilerin en sıcaklarından birisinin de; ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesine paralel olarak, ortaya çıkacak boşluğun önemli bir bölümünün Türkiye tarafından doldurulması olacaktır. Türkiye de buna hazırdır ve Irak’ın, hiç olmazsa Irak Kürdistanı’nın hamisi gibi davranmaya varacak bir rol üslenecek kadar hevesli görünmektedir. Özal’dan beri bu konu zaman zaman gündeme gelmiştir ve bu sefer ABD, Türkiye’yi tatmin edecek adımlar atarken; aynı zamanda, Şiiler ve Kürtlerle Türkiye arasında yeni problemler çıkaracak “çıban başları” da bırakacaktır. Tıpkı İngilizlerin, İkinci Savaş sonrasında bölgeyi terk ederken yaptığı gibi.
b-) “Ilımlı İslam”, GOP ve NATO: Bush yönetiminin GOP girişimi hem Irak, hem Afganistan’da başarısızlığa uğrarken, diğer İslam ülkelerinde de itibar görmemiş; tersine İslamcı akımlar; “ılımlısıyla”, “radikaliyle” bu stratejiyi “İslam’ı bölme stratejisi” olarak görmüşlerdir. Bush yönetimi de son yıllarda bunu fark ettiği için, GOP’ta ve GOP’a bağlı öne sürdüğü iddialarda ısrar etmemiştir. Obama yönetimi ise; Tüm İslami akımlara (ayırım yapmadan) ve İslam ülkelerine; “Yumruğunuzu gevşetirseniz, elinizi sıkmaya hazır elimizi bulacaksınız” diyerek, adını etmeden, GOP’u geride bıraktıklarını ilan etmiştir. Obama’nın elindeki, ABD’nin içinde çok etkin olduğu, büyük bir askeri güce sahip, ABD’nin patronluğu konusunda bir hukuku da oluşmuş en önemli örgüt NATO’dur. SB’nin yıkılmasından sonra bir “görev bunalımı” da geçiren NATO, sonunda ABD’nin baskısıyla, Yugoslavya’dan Afganistan’a kadar görevler üslenmiştir. Şimdi; ABD’nin yeni stratejisi içinde, NATO’nun, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’da daha aktif olacağını beklemek gerekir. Fransa’nın şimdi NATO’nun askeri kanadına (Fransa 1968’de askeri kanattan çekilmişti) girmek için hamle yapmasının nedeni de, dünyanın yeniden paylaşımında NATO’nun önemini fark etmesinden olsa gerekir. Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, NATO’nun önümüzdeki dönemde ABD’nin dünya egemenliği stratejisinde öneminin artacağını, hatta “soğuk savaş” dönemi kadar önemli olacağını söylemek bir abartı olmaz. Bu yüzden de Ortadoğu, Kafkasya ve Ön Asya’da NATO’nun daha çok görev alması, ABD’nin Obamalı döneminde önemli olacak görünmektedir. Bunun Türkiye açısından anlamı ise; NATO’nun 57 yıllık üyesi Türkiye’yi, İran başta olmak üzere bölgedeki bütün diğer ülkelerden daha avantajlı duruma getireceği gerçeğidir. Bunun ABD açısından önemi ise; Türkiye’nin, NATO’da daha çok askeri sorumluluk yüklenmesidir. Son çeyrek yüzyılda, Türkiye, NATO’da hep “cephe gerisi” görevler yüklenmiştir. NATO’nun şu anki sıcak bölgesi olan Afganistan’da da durumu budur. ABD ve NATO’nun, Türkiye’nin Afganistan ve yarın Pakistan’a da genişlemesi kaçınılmaz olan savaşta, daha fazla, hatta muharip olarak görev üslenmesini isteyeceğinden kuşku duyulamaz. Türkiye, bu görevleri aldığı ölçüde, NATO içinde de ABD tarafından kollanacaktır. Bu yüzden de, Türkiye-ABD ilişkilerinin gidişatının, NATO’da Türkiye’nin yükümlülükleriyle de sıkı sıkıya bağlı olacağını söylemek gerçeği ifade etmek olur. ABD’nin Türkiye’den en önemli beklentilerinden birisi budur.

OBAMA; AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN YENİ YÜZÜ
Toplam açısından bakıldığında; Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönemden beri belirleyici olan, bölgede Kürt sorununun çözümü konusunda çatışma, bir uzlaşmaya doğru evrilmiştir. Türkiye’nin egemen sınıfları arasında Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin bu sorunun çözümü üstünden “aktif dış politikaya yönelme” kararı ile ABD’nin bölgedeki yeni yönelimleri bir paralellik oluşturmaktadır. Dahası, ABD ile Türkiye’nin egemenleri arasında, 1. Körfez Savaşı’ndan beri süren (öncesi de var) çatışmalı süreç de dinginleşmiş; çatışmanın yerine uzlaşmanın giderek daha etkinleştiği bir döneme girildiğini gösteren belirtiler fazlasıyla ortaya çıkmıştır. Obama sonrasında Türkiye’nin egemen güçleri arasında esen Amerikancılık rüzgarının bu kadar güçlenmesi; Clinton’un, 1950’lerdeki Amerikan yetkileri gibi, Şarkvari bir coşkuyla karşılanması, basının her kanadından Amerika’ya coşkun alkışlar yükselmesi, işte bu “uyum”un üstünde gelişmiştir. Obama’nın gelişiyle bu yeni balayı havasının daha da büyülü bir hal alması sürpriz olmaz.
Kısaca söylenecek olursa, 2007 Kasım’ından başlayan ve yukardan beri özetlenmeye çalışılan ilişkiler; ABD’nin Irak sadırısıyla zirveye çıkan (anketler bu karşıtlığın yüzde 95’lere kadar çıktığını gösteriyordu) ABD karşıtlığının düşmeye başladığını; Obama’nın seçilmesi ve Obama etrafında yükseltilen yeni Amerikan imajına bağlı olarak da, bu karşıtlığın hayli gerilediğini söyleyebiliriz.
ABD ve emperyalizme karşı mücadelenin zorlaşacağı; dün ABD karşıtlığı etrafında kolayca bir araya gelen kesimlerin önemli bir bölümün geri çekileceğini bilmek gerekiyor. Emperyalizmin talancı saldırganlığını; Amerika’nın emperyalist bir ülke olduğunu ve onun hedeflerinin ve amacının Bush’un en azgın dönemlerinden farklı olmadığını göstermek için elimizdeki her aracı kullanmanın önemi artmıştır.
Yine, yukarıda ifade edildiği gibi, NATO ve onun ABD politikasındaki yeri ve Batı emperyalizmin vurucu gücü olarak işlevinin teşhirinin de çok daha önem kazandığı, kazanacağı bir döneme girdiğimiz de günümüzün diğer bir gerçeğidir.
Obama Amerika’sı; Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’daki hegemonyasını yenilemek için, Türkiye’ye önemli bir rol vermek istemekte; bunu, hem ABD-Türkiye ikili ilişkileri, hem de NATO üstünden yapmayı amaçlamaktadır.
ABD, şimdi pratikte; Washington-Ankara-Erbil (Bağdat-Kabil-İslamabat’a da uzanan) arasında bir hat kurmak; bu hattı diğer müttefikleriyle güçlendirmek, İran, Suriye gibi ülkeleri de bu hatta bağlayarak; bölgedeki egemenliğini güçlendirmek istemektedir. Bu hatta da en eski ilişkiye sahip olduğu ve her bakımdan köklü ilişkileri olan tek ülke Türkiye’dir. Bu durum; Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerine, anti-emperyalistlerine, elbette daha özel görevler yüklemektedir. Bu görevlerin zorluğu ortadadır; ama bu görevler aynı ölçüde de ertelenemezdir.
Hele Amerikancıların, dünün Bush yalakalarının; Obama Amerikasıyla yeni hamleler yapmada cesaretlerinin arttığı (basında ve hükümetin Clinton’nu karşılamasında bunu gördük) ve AKP Hükümeti’nin ABD’ye tamamen teslim olmaya hazır olması göz önüne alındığında; anti-emperyalist mücadelenin, içerdeki işbirlikçilere karşı bir mücadele olarak daha çok önem kazanacağı da günümüzün bir gerçeğidir.

(1) 27 Şubat 2009’da, Genelkurmay yapılan haftalık basın brifinginde, Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak’ın açıklaması.

(2) Cumurbaşkanı Gül’ün İran’a giderken yaptığı açıklama

(3) Tampa Üssü, Florida’daki ABD Merkezi Kuvvetler komutanlığıdır (CENTCOM) ve Türk Silahlı Kuvvetleriyle ABD Silahlı Kuvvetleri buradaki irtibat bürosundaki askeri görevliler üstünden sürekli ve doğrudan iletişim kurmaktadırlar. Bu, büro “çuval vakası”ndan sonra iptal edilmişti. Şimdi yeniden kurulduğu belirtilmektedir.

Newroz, Halksız Çözüm Arayışlarına Yanıttır!

Ülkenin ve bölgenin dört bir yerinde kitlesel ve yaygın olarak gerçekleştirilen Newroz kutlamaları, en yalın haliyle, Kürt sorununda halka rağmen bir çözümün mümkün olamayacağını bir kez daha gösterdi. Kürt halkının kutlamalarda dillendirdiği talepler, AKP Hükümeti’nin operasyonlar ve tasfiye planları eşliğinde Kürt sorununun çözümünde “açılım” adına attığı adımların ikna edici bulunmadığını ortaya koydu. Bu bakımdan Newroz kutlamaları, her fırsatta “en büyük Kürt partisi olma”, “en çok Kürt milletvekili olan parti” gibi söylemleri kullanan Başbakan Erdoğan ve AKP’nin bölgedeki güç ve etkisini yitirmeye başladığının/yitirmekte olduğunun habercisi de oldu. Başta tarihinin en kitlesel Newroz kutlamasını gerçekleştiren Diyarbakır olmak üzere, yapılan kutlamalarda dikkat çeken önemli noktalardan biri de,  tasfiye planlarının tartışıldığı bir süreçte, Öcalan’ın mesajlarının ilk kez bu kadar açık ve ileriden sahiplenilmiş olmasıdır. Bu sahiplenmenin, yıllardır Kürt sorununda gerici şoven politikaların sözcülüğünü yapan Ertuğrul Özkök’ün bile “barış için uzattığı el itilmemeli” dediği Öcalan’ı ve Kürt hareketini dışlayan ve esas olarak ABD planı olarak gündeme getirilen PKK’nin silahsızlandırılması/tasfiyesi ve kapsamı hâlâ tartışılan bir ‘af’tan ibaret plana bir yanıt olduğu açıktır. Nisan sonu veya Mayıs başlarında Erbil’de, ABD planının nasıl gerçekleştirileceği üzerinden gündemleştirilen bir “Kürt Konferansı” yapılacağı dikkate alındığında, önümüzdeki dönemin, Kürt sorununda hesap ve çatışmanın ileriden sürdürüleceği bir süreç olacağı görülmektedir. Artık çözüm kendini dayatmıştır ve sorun, hangi çözümün/kimin çözümünün yaşam bulacağı noktasında düğümlenmektedir. Bu sorunun cevabının, emperyalizm ve işbirlikçilerinin bölge planları ile Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin bu gerici hesaplara karşı mücadelesinin seyri tarafından belirleneceği açıktır.

GERİCİLİĞİN KOÇBAŞI AKP’NİN ‘KALEYİ DÜŞÜRME’ HESABI TUTMAMIŞTIR!
Öncesi bir tarafa, özellikle 22 Temmuz 2007’deki genel seçimlerde bölgede aldığı yüksek oylardan sonra, AKP, Kürt ulusal demokratik mücadelesini geriletmek üzere, bölgede egemenlerin bütün kampları tarafından bir ‘umut’ olarak görülmüştü. Ülke genelinde çatışma halindeki güçler bölgede AKP’nin ardında saf tutmuş; AKP, gericiliğin ‘koçbaşı’ olarak, Kürt halk mücadelesini geriletmek amacıyla elindeki bütün kozları kullanmak üzere öne sürülmüştür.
Geçtiğimiz günlerde, 90’lı yıllarda JİTEM’le işbirliği halinde çalıştığı bilinen Hizbullah’ın bir itirafçısının ifadesi doğrultusunda Cizre-İdil karayolu üzerindeki Kuştepe köyünde 20 kemik parçası bulunmuş, Hizbullah itirafçısı, cinayetleri korucu başı Kamil Atak ile birlikte işlediklerini itiraf etmişti. Bu gelişme, bir kez daha, Fırat’ın doğusundaki Ergenekon’un sacayaklarının JİTEM-Hizbullah ve Korucular olduğunu göstermiştir. AKP’nin demokrasi havarisi kesilmesine vesile yapılan Ergenekon davası, iş Fırat’ın doğusuna geldiğinde karınca hızında ilerlemekte, sayıları 17.500 olarak ifade edilen faili meçhul cinayet ve kayıplar üzerindeki kara perde olduğu yerde durmaktadır.
Hizbullah’ın yasal uzantısı olarak yeniden canlandırılan Muztazaf-Der, yerel seçimlerde AKP’yi destekleyeceğini açıklamıştı. Mustazaf-Der’in 8 Mart’ta yaptığı Mevlit kutlamasına yaklaşık 50 bin kişinin katılması, ne Genelkurmay’da ne de “laikçi” çevrelerde herhangi bir rahatsızlık yaratmamış; aksine, içlerinde her kesimden Diyarbakırlının yer aldığı bu kalabalık, Kürtlerin başka hassasiyetlerinin de olduğu söylemi üzerinden ulusal mücadeleye karşı kullanılmaya çalışılmıştı. Bölgede bir yandan eski Hizbullahçılar ve diğer gerici dernek ve tarikatlara yaslanan AKP, öte yandan Genelkurmay ile tam bir işbirliği içinde çalışmakta, AKP’nin attığı bütün adımlar, Genelkurmay tarafından desteklenmektedir. Korucular, şeyhler, tarikatlar, burjuva, yarı-burjuva çevreler içinde örgütlenen AKP, eski Hizbullahçılar ve Genelkurmay’ın desteğiyle Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesinde gedikler açmaya çalışmaktadır. AKP’nin Fırat’ın ötesindeki Ergenekon’un üzerine neden gitmek istemediği sorusunun cevabı bu ilişkilerde yatmaktadır.
AKP’nin yerel seçimler öncesinde bölgede halkın yoksulluğunu istismar etmek üzere bütün maddi olanakları seferber ettiği ve beyaz eşyadan nakit paraya, makarnadan kömüre kadar birçok yardımın dağıtıldığı bilinmektedir. IMF ile imza aşamasında bekletilen anlaşmanın yerel seçimlerden sonra yapılacağı, derinleşen krizin halka daha fazla işsizlik ve yoksulluğu dayatacağı dikkate alındığında, bölgedeki ‘ianeci’ politikaların güç ve etkisini kaybedeceği ve maddi olanaklardaki zayıflamaya bağlı olarak, AKP’nin halkın yoksulluğunu sömürme olanaklarının da zayıflayacağı söylenebilir.
DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün Meclis’teki grup toplantısında Kürtçe konuşmasının TRT tarafından kesilmesi ve ardından Türk’e karşı bir linç kampanyasının başlatılması, yine Türkçe altyazı vermeden Kürtçe yayın yaptığı için Diyarbakır Gün TV’nin kapatılması, AKP’nin TRT Şeş ve Kürt dili ile ilgili “açılım”larının halkın talep ve beklentilerinin istismar edilmesi anlayışına dayandığını görünür kılmıştır. İşte, Newroz kutlamalarına katılan yüz binler, AKP’nin “açılım”larını samimi bulmadığını göstermiş; kalıcı bir barış ve demokratik çözüm için halkın temsilcilerinin muhatap alınmasını istemiştir.
Önümüzdeki dönem, gericiliğin bölgedeki koçbaşı olarak AKP’nin ve egemen sınıfların Kürt halkı üzerindeki güç ve etkilerini kaybettikleri oranda, sorunun çözümü adına başta ABD emperyalizmi olmak üzere dış güçlere giderek daha fazla teslim olacağı bir süreç olarak gelişecektir.

BÖLGESEL HESAPLAR, ABD PLANI VE KÜRT KONFERANSI
ABD yönetimi, Obama’nın başkan seçilmesiyle birlikte, bölge halklarında oluşan barışçıl beklentiler üzerinden yıpranan imajını yenilemeye ve bu beklentileri kullanarak bölge politikasını uygulamaya çalışmaktadır. Irak’taki ABD askerlerinin kademeli olarak geri çekileceğinin açıklanması ve İran’a yönelik ‘barışçıl’ mesajlar, ABD’nin bölge politikasında ‘yeni bir dönemin başlangıcı’ olarak değerlendirilmektedir. Oysa İran’a barışçıl mesajlar gönderen Obama, İran’ın ardındaki topraklarda; Afganistan ve Pakistan’da savaşı tırmandırmak üzere güçlerini tahkim etmektedir. Obama yönetiminin ‘barışçıl’ mesajlarının ardında, savaşı kamuoyu tarafından daha ‘makul’ görülen yerlerden başlatarak ilerletme hesabı yatmaktadır.
Kürt sorunu; Türkiye, Irak merkezi ve Kürdistan Federe Hükümetleri’ni kendi bölgesel çıkarları temelinde işbirliğine zorlamak ve İran’a müdahale zemini genişletmek üzere, ABD’nin bölge politikasının en önemli enstrümanlarından biri olmaya devam etmektedir. Obama yönetimi, İran’a karşı silahlı mücadele yürüten ve PKK’nin İran’daki kolu olarak görülen PJAK’ı “terör listesi”ne alarak, hem PKK ve PJAK’a karşı İran’la ortak operasyonlar düzenleyen Türkiye’nin ABD’nin İran politikasının ‘arabulucusu’ olmasını kolaylaştırmış, hem de bu ‘iyi niyet gösterisi’ ile 2009 seçimlerinde İran’da Batı yanlısı “ılımlıların” elini güçlendirmiştir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye ziyaretinden 48 saat sonra ABD’nin mesajını İran’a iletmek üzere yola koyulan Cumhurbaşkanı Gül’ün Tahran uçağında “Kürt sorununda iyi şeyler” olacağını söylemesi, ABD’nin, Kürt sorununu bölgesel güçleri kendi politikalarına yedeklemek üzere nasıl kullandığının açık bir ifadesi olmuştur.
Gül’ün olacağını söylediği “iyi şeyler”, Obama yönetimine sunulan “Kürdistan Üzerinde Çatışmayı Önleme” başlığını taşıyan ve PKK’nin silahsızlandırılmasını amaçlayan raporun yaşama geçirilmesi beklentisine dayanmaktadır. Hillary Clinton’ın Ankara’da yeni dönemde de “PKK konusunda Türkiye’yi desteklediklerini” açıklaması, Kürdistan Federe Yönetimi’nin PKK’ye karşı tutum almaya yönelmesi ve bu temelde Türkiye ile başlatılan dolaysız görüşmeler, ABD planının yaşama geçirilmesi temelinde uzak olmayan bir gelecekte yeni hamleler yapılacağına işaret etmektedir. ABD’nin planı, muhtemeldir ki, PKK’nin silahsızlandırılması ve tasfiye edilen PKK’lilerin ülkeye dönüşünü sağlayacak (kapsamı tartışılan) bir ‘af’tan ibarettir. Bu planın nasıl yaşama geçirilebileceğinin tartışılması amacıyla Nisan sonunda veya Mayıs başında Erbil’de, başını Barzani ve Talabani’nin çektiği bir ‘Kürt Konferansı’nın düzenlenecek olması, önümüzdeki dönemde Kürt sorununda yeni mevzilenmelerin oluşacağı ve bu mevzilenmelere bağlı olarak sorun üzerinden sürdürülen hesap ve çatışmanın yeni bir boyut kazanacağını göstermektedir.
Mart ayında İstanbul’da yapılan Dünya Su Forumu’na katılan Irak Cumhurbaşkanı Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani, Erbil’de yapılacak Kürt Konferansı’nda PKK’ye silah bırakma çağrısı yapacaklarını ve eğer PKK bu çağrıya olumlu cevap vermezse ilişkilerin kesilerek tecrit edileceğini açıkça söylemiştir. Talabani, ayrıca, konferans fikrinin Barzani’ye ait olduğunu ve PKK’nin konferansa davet edilip edilmeyeceğini bilmediğini söyleyerek, sorumluluğu Kürdistan Bölgesel Hükümeti başkanı Mesut Barzani’ye atmaktadır. PKK’nin konferansa davet edilip edilmeyeceği, pazarlıkların neresinde yer alacağı veya neye karşı silah bırakacağı belirsizliğini korumakta, ama PKK’nin silah bırakmaya zorlanacağı açıkça ifade edilmektedir. Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın konferansı desteklediklerini ve konferans konusunda Bağdat ve Erbil yönetimleriyle görüşmeler yaptıklarını söylemesi, konferansın amaç ve hedefleri hakkında açıklayıcıdır. Babacan, davet gelmesi halinde, “gözlemci” veya “özel davetli” olarak konferansa katılabileceklerini de söylemiştir. Bu gelişmelerin ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün Bağdat’a gidip Talabani’yi ziyaret etmesi ve ilk kez Bölgesel Yönetim için “Kürdistan” ifadesini kullanması, bu işbirliğinin hızlı bir şekilde ilerletildiğini göstermektedir. Bu olgular bir araya getirildiğinde, her ne kadar adı ‘Kürt konferansı’ olsa da, söz konusu konferansın, ABD, Türkiye ve Irak Merkezi ve Bölgesel hükümetlerinin işbirliği temelinde gündeme getirildiği ve nasıl yapılacağı konusunda bir fikir birliği olmasa da, PKK’nin silahsızlandırılması amacını taşıdığını ortaya koymaktadır.
PKK yönetimi, hazırlık aşamasında yer almadıkları ve hareket noktası “barış ve demokratik uzlaşma” olmayan ve sadece “PKK’nin kayıtsız koşulsuz silahsızlandırılması”ndan hareket eden bir konferansın alacağı kararların kendileri bakımından bir bağlayıcılığı olamayacağını söyleyerek, sürece müdahil olmuştur. Öcalan da, İmralı’da avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde, Erdoğan ve Gül’e çağrı yaparak, çatışmaların sona erdirilmesi ve sorunun diyalog yoluyla çözümüne fırsat verilmesi halinde üzerine düşen sorumluluğu yapmaya hazır olduğunu aktarmıştır. ABD planı, Türkiye’nin bölgede ABD’nin taşeronluğunu daha ilerden üslenmesini sağlamak üzere PKK’nin sorun olmaktan çıkartılması hedefini taşımaktadır. Tartışmanın PKK üzerinden sürdürülmesi, cumhuriyet rejiminin seksen küsur yıllık uygulamalarının ortaya koyduğu üzere (Kürt sorununun bugünkü boyuta gelmesi, cumhuriyet tarihi boyunca sorununun “dış güçlerin kışkırtması”, “ekonomik geri kalmışlık”, “terör sorunu” vb. olarak görülmesinin bir sonucudur), sorunu çözmemekte, ama ABD’nin sorunu kendi çıkarları temelinde kullanmasını kolaylaştırmaktadır. ABD’nin Türkiye’yi bölgede tehlikeli bir role sürüklediği uyarısını yapan Öcalan, sorunun ‘içerde’ ve diyalog yoluyla çözümü yönünde çağrı yapmaktadır. Başta ‘Kürt Konferansı’ olmak üzere, önümüzdeki süreçte soruna dair yaşanacak gelişmelerin, bu iki “çözüm” arasındaki mücadeleye bağlı olarak şekilleneceğini söylemek mümkündür.

HALK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ NEWROZ’UN AÇTIĞI YOLDAN İLERLEMELİDİR!
Yaygın ve kitlesel Newroz kutlamaları ve Kürt halkının dillendirdiği talepler, halkı hesaba katmayan hiçbir “çözüm” arayışının başarılı olamayacağını ortaya koymuştur. Bu bakımdan, anayasal eşitlik başta olmak üzere, Kürt sorununun çözümü yönünde hangi adımların atılacağı tartışılmadan silahsızlandırma/tasfiyenin gündeme getirilmesinin sorunu çözmeyeceği açıktır. ABD emperyalizminin “halkların eşitliği”, “demokrasi”, “barış” gibi bir derdinin olmadığı, “çözüm” adına dayattığı politikaların halkların çıkarını değil, kendi emperyalist çıkarlarını gözettiği bilinmez değildir. Ülkenin işbirlikçi güçleri, kalıcı, barışçıl çözümden uzaklaştıkça, ABD’nin gerici emellerine daha fazla teslim olmaktadır. Cumhurbaşkanı Gül’ün, bölgede ABD elçisi gibi dolaşıp, “iyi şeyler”den söz etmesinin başkaca bir izahı yoktur. 2009 Newroz’u, halkın bu gerici politikalar karşısında tutum aldığı ve Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü yönünde mücadelenin ilerletildiği bir gün olarak kutlanmıştır.
Başta Diyarbakır ve İstanbul olmak üzere, ülkenin ve bölgenin her tarafında yapılan Newroz kutlamaları ve bu kutlamalarda halkın ortaya koyduğu mücadele tutum ve kararlılığı, her milliyetten işçi ve emekçilerin demokrasi, barış ve insanca yaşam mücadelesiyle birleştirilebildiği oranda, emperyalizm ve işbirlikçilerinin gerici planları karşısında demokratik bir ülke ve insanca yaşam mücadelesinin başarısı mümkün olacaktır. Bu temelde emek ve demokrasi güçleri; Kürt sorununda “çözüm” adına halkları düşmanlaştırmayı, Türkiye’yi emperyalist politikaların taşeronluğuna sürükleyerek çatışmaları derinleştirmeyi dayatan ABD planına karşı mücadele ile her milliyetten işçi ve emekçilere daha fazla işsizlik, açlık ve yoksulluğu dayatan IMF reçeteli ekonomik politikalara karşı mücadeleyi birleştirecek bir politik tutum geliştirmelidir.
1 Mayıs, Newroz’un açtığı yoldan ilerlenerek kutlanmalı; ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin gerici planlarına, halka karşı ‘bin operasyon’lar yapan ve hâlâ işbaşında olan JİTEM-Kontrgerilla gibi cinayet şebekelerine ve halka açlık, işsizlik ve yoksulluğu dayatan politikalara karşı bütün halk ve demokrasi güçlerini birleştirecek bir mücadele hattı oluşturulmalıdır. Newroz, halkın kendisini yok sayan gerici hesaplara karşı “biz de varız” dediği bir gün oldu. Newroz’un açtığı yoldan ilerlendiği; halk ve emek güçleri geleceklerini kendi ellerine aldığı oranda, ülkenin ve bölgenin yüz yılı aşkın bir süredir emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından çizilen kaderi de değişecektir.

Yeni Nato’nun Perde Arkası

İşin içinde olanlar bir tarafa bırakıldığında, yani geniş kamuoyu açısından, NATO’nun “yeni stratejik konsepti”yle ilgili herhangi bir resmi belge açıklanmamıştır. İlgili ülkelerin ne parlamentoları, ne de basını somut bilgi sahibidir. Bilinen sadece; 3-4 Nisan tarihlerinde Kehl/Strassburg (Almanya/Fransa) kentlerinde 60. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan NATO’nun, bu zirvesinde “yeni bir stratejik konsepti” ele alacağıdır (İleride de göreceğimiz gibi, NATO’nun yeni misyonunun belirleneceği zirvenin Almanya ve Fransa’nın birbirine komşu iki kentte toplanmasının son derece sembolik bir anlamı vardır!). Kamuoyu açısından bilinen diğer bir şey de, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına geri dönüş kararıdır.
Anımsanacağı gibi, NATO, 1991 ve 1999 yıllarında “stratejik konsepti”nde bazı değişiklikler yaptı. Bu değişiklikleri şöyle özetleyebiliriz: NATO’ya ilk defa ittifak alanı dışında küresel görevler yükleme (out of area), Birleşmiş Milletler (BM) onayı olmaksızın operasyonlar düzenleme ve NATO’yu başta Doğu Avrupa olmak üzere Doğu’ya doğru genişletme. Yine bilindiği gibi, 1999’da Yugoslavya’ya karşı düzenlenen saldırı, Afganistan’ın işgali ve NATO’ya üye ülkelerin sayısının 16’dan 26’ya çıkarılması gibi gelişmeler, stratejik konseptte yapılan bu değişiklikler doğrultusunda atılan adımlardı.
Bugün NATO’nun Balkanlar’daki “angajmanları” devam ediyor; Kosova’nın “bağımsızlığı” için “nöbet” tutuluyor; çizilen rotada kararlılıkla devam edileceği, bu zirvede Arnavutluk ile Hırvatistan’ın üye yapılacağı ilanıyla da pekiştirilmiş bulunuyor. Doğu’ya doğru genişleme kararlılığına da gölge düşürülmeyeceği vurgulanıyor, özellikle Ukrayna ile Gürcistan’ın üye yapılması kararının arkasında durulduğu sürekli belirtiliyor. Afganistan’daki savaşla ilgili ise, öylesine bir kararlılıkla konuşuluyor ki, buradaki başarısızlığın “NATO’nun sonu olacağı” söyleniyor. ABD’nin yeni yönetiminin, 17 bin askeri daha Afganistan’da konuşlandırma kararı, bu açıklamaların salt bir söylem olmadığını ortaya koyuyor. Kısacası, NATO, çoktan askeri bir ittifak olarak “global” düzlemde eylemde bulunuyor. Bu olgular karşısında, “stratejik konsept”te daha ne gibi bir “yenilenmeye” gidilebilir ki?
Moskova’nın NATO Büyükelçisi Dmitrij Rogosin, geçtiğimiz günlerde Hamburg’da davet edildiği bir toplantıda, NATO’yla ilgili ilginç bir benzetmede bulundu. Rogosin, NATO’nun Doğu Bloku’nun çökmesinden beri olan halini, karşısında hasmı olmayan bir Sumo güreşçisinin sağa sola sendelemesine benzetti! Bununla birlikte, bu Sumo güreşçisinin pek yaratıcı olduğunu vurgulayanlar da var. Birçok yazar, NATO’nun, Varşova Paktı’nın dağılmasına rağmen, kendisine sürekli yeni misyonlar bularak muazzam bir yaratıcılık sergilediğini belirtiyor. Öyleyse şimdi, 60. yıldönümünde NATO’nun göz kamaştırıcı bir yaratıcılığına daha mı tanık olacağız?
“Yeni stratejik konsept”in izini sürmeden önce, belirtilen yaklaşımların da kusurunu ortaya koyan ve iz sürmemizi de kolaylaştıracak olan bir noktanın altını burada çizmemiz gerekir: Askeri alanda kamuflajın önemi aşikardır. Kamuflaj, ama, çevreye göre değişir. Çevre ise sürekli değişkendir, hele ki etkinlik çevrenizi “global” diye tanımlamışsanız! NATO’nun askeri stratejik konseptlerini birer politik kamuflaj olarak düşündüğümüzde, olup biteni anlamak bakımından bakmamız gereken yerin kamuflajın kendisi değil de, tersine çevrenin olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu durumda, “global” politik ilişkilere bakmamız gerekir. NATO 60. yıldönümünü kutlamaktadır, ama karşımızda olanın 60 yıl önce kurulan NATO olmadığını da unutmamak gerekir. Sadece zamanın yol açtığı “doğal değişimler” değil, bu askeri örgütü o örgüt kılan nitelik ve misyonu bakımından da, NATO, artık bilinen NATO değildir. Tersi zaten olamazdı, çünkü yaklaşık son 20 yılda uluslararası politik koşullar ve ilişkilerde eski NATO’yu (yani Batı Bloku’nun askeri bir saldırı örgütü olarak) temelli değişikliklere zorlayan gelişmeler cereyan etmiştir.
Demek oluyor ki, burada bir askeri örgüt, kendisine sürekli yeni misyonlar bulma yaratıcılığını göstermiyor, tersine politik koşullardaki önemli değişiklikler, bu askeri örgütün politik kamuflajını (stratejik konseptini) sürekli değişime zorluyor! Örneğin Bush dönemindeki NATO’yu Batı Bloku’nun ortak askeri örgütü olarak tanımlayabilmek için, nesnel gerçekliği bir hayli umursamamak gerekirdi. NATO, gerçekte Batı’nın değil, esasta ABD’nin “global” askeri örgütüydü, çünkü ABD, İngiltere dışında hemen hiçbir Batı Avrupalı büyük devlet ile “konsensüsü” aramıyordu. Almanya ve Fransa da, bu koşullarda, AB içinde kendi “global” askeri örgütlerini yaratmak için yoğun bir uğraş veriyordu.
Fakat, bütün bunlar artık tarih oldu! Şimdilerde, yani dünya ekonomik krizinin giderek derinleştiği koşullarda, başta ABD olmak üzere herkes birden “konsensüs” yanlısı kesildi! “Batı”, bir “değerler topluluğu” olarak adeta yeniden diriltiliyor, NATO rönesansını ilan ediyor ve bu “değişimin” (“change”!) cazibesine Fransa bile dayanamıyor, “yes we can!” dercesine hızla NATO’nun askeri kanadına geri dönme kararı alıyor!
Tarih tekerrür mü ediyor?! Ortalıkta ne Sovyetler Birliği (SB) ne de Doğu Bloku var, ama “Batı” yeniden “birleşiyor”!
Ama kime karşı?
Göreceğiz ki, birbirlerine karşı!

GLOBAL DOĞUM SANCILARI!
Almanya’da ortodoks bir liberal iktisat politikasını savunmakla ün yapmış bir ekonomist (H. W. Sinn), geçen günlerde şu sözleri sarfetmişti: “Olaylar öylesine hızlı gelişiyor ki, kelimeler ağzımızdayken bayatlıyor!” Sinn bu sözleriyle ekonomik gelişmeleri kastetmişti, ancak aynı şey uluslararası politik gelişmeler açısından da söylenebilirdi. Hiç kuşkusuz, dünya bugünlerde daha hızlı dönüyor! Politik pozisyonlarda kaydedilen “değişimlerin” hızına yetişmek adeta özel bir çabayı gerektiriyor.
Değişimler hızlı, peki yönü ne? İngiltere Başbakanı Gordon Brown, geçtiğimiz günlerde, içinde bulunduğumuz dünya ekonomik kriziyle ilgili görüşlerini ifade ederken, bu krizi, aynı zamanda, “yeni küresel bir düzenin doğum sancıları” olarak görmek gerektiğini belirtti. Gelgelelim, böylesi tarihi tespitlerde bulunan sadece Gordon Brown değildi!
Nitekim Mart ayı başında toplanan 45. Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle eski kurt Henry Kissinger de, kısa bir açıklamada bulunmuştu. Bu açıklama, Erdoğan’ın tabiriyle “mon cher” dilinde yapılmış olsa da, uluslararası ilişkiler ve politikaların değişmekte olan bazı yönleri konusunda somut ipuçları içermekteydi. Kissinger, Münih’teki konferansa ABD’nin Başkan Yardımcısı Biden’in katılmasının anlamını şöyle açıklıyordu: “Başkan Obama’nın hükümeti, böylelikle, Avrupa ile diyalogun anlamına ilişkin çok net bir tutum sergilemiş oluyor. Dahası, ortak öncelikler üzerine bir konsensüsün sağlanmasının gerekliliğinin altını çizmiş oluyor. Transatlantik ve nihayetinde uluslararası ilişkilerde çok şey tehdit altındadır: en başta da, yeni ve daha etkili bir dünya düzenine başarılı bir geçiş. Karşı karşıya olduğumuz pek çok büyük meydan okumalarını –ve şu anki durumda eşsiz olan da budur–, ancak küresel bir koordinasyon ile aşabiliriz. Eğer ülkeler, kendi saf ulusal çıkarlarını belirli bir ölçüye kadar arka planda tutmaya hazır olurlarsa, o zaman her bir önceliklerini birbirlerini karşılıklı destekleyecek bir şekilde bir araya getirmenin yollarını keşfedeceklerdir. Eğer kompatibel [birbiriyle uyumlu-A.C.] çıkarlar çağına girmekte olduğumuzu kabul edersek, mevcut krizden tahmin edilmeyen olanakları yaratmayı başarabiliriz.”
Demek, “kompatibel çıkarlar çağı”na girmekteyiz! Eski kurt Kissinger tilki kadar da kurnaz!
Bu açıklamayı “mon cher” dilinden Türkçeye çevirmemizde fayda var. Diyor ki Kissinger: ‘Tamam; Doğu Bloku ve SB’nin yıkılmasından sonra, ABD olarak dünyaya tek başına hükmedeceğimizi düşünmüştük. Ama işler ters gitti. Siz Avrupalıları kaale almamakla hata yaptık. Dayatmalarda bulunmamız da yanlıştı. Şimdi ama görüyoruz ki, siz de fırsat bu fırsat diyerek öne atılmak istiyorsunuz. Fakat bu doğru olmaz. Tek başına bizim gücümüz yetmedi, sizinki de yetmeyecektir. Ayrıca böylesi bir gidişat sizi de bizi de yıpratır. Bilelim ki, bu sürtüşmeden başkaları, örneğin Rusya, Çin vb. kârlı çıkar. Biz taviz vermeye hazırız, siz de hazırsanız, dünyaya birlikte yeni bir düzen verebiliriz. Bu olanaklar, çıkarlarımızın aslında örtüştüğünü gösteriyor!’
ABD Başkan Yardımcısı Joseph Biden’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma, Kissinger’in işkembeden atmadığını çok yalın bir şekilde göstermekteydi. Obama yönetiminin “yeni Amerikan dış politikası” Biden’in şu sözleriyle özetlenmekteydi:
“Fiziki ile ekonomik güvenliğimizin birbirine ayrılmazcasına bağlı olduğunu bu yıl her zamankinden daha fazla farkına vardık… Bu yüzyıla damgasını vuran başka güçlerin varlığını da kabul etmeliyiz. Kitle imha silahlarının, tehlikeli ve salgın hastalıkların yayılması; yoksul ve zengin arasındaki uçurumun büyümesi; dağılan devletlerdeki etnik farklılıklar; küresel ısınma; enerji, gıda maddeleri ve su edinim ve nakliyatının güvensizliği. Bu listeye, özgürlük ve güvenliğe radikal köktencilikten yönelen meydan okumaları da eklemek gerekir…
“Silahlarımızın gücüyle bağımsızlığımızı elde ettik ve tarihimizin tüm seyri içinde silahlarımız özgürlüğümüzü korudu. Bu değişmeyecektir…
“Önümüzde ağır kararlar duruyor. Aşırıcılığa karşı ortak mücadelemize kalıcı bir çerçeve bulma arayışında, dünyadaki bütün ülkelerle birlikte çalışmalıyız – ve sizlerin yardımına ihtiyacımız var. Sizlerin yardımına ihtiyacımız olacaktır..
“Bu yüzyılın meydan okumalarına, bu temel üzerinden yeni bir yaklaşım tarzını bulmak istiyoruz. ABD daha aktif olacaktır – iyi olan yenilik budur. Kötü olan yenilik, ABD’nin partnerlerinden de daha çok talep edeceğidir…
“Yapabildiğimiz her yerde partnerlerimizle birlikte hareket edeceğiz ve ancak mecbur kaldığımız yerde tek başına davranacağız.. Dünyanın Amerika’ya olduğu gibi, Amerika’nın da dünyaya ihtiyacı var… Diplomasi, gelişme ve demokrasiye yeniden vurgu yapmak suretiyle ABD, ittifak partnerlerini, bazı hareket tarzlarını gözden geçirmeye çağırıyor – eğer diğer tüm şeyler fayda getirmediğinde zora başvurmaya hazır olma da dahil olmak üzere..
“Ortak güvenliğimizi yeniden benimsemeli ve NATO’yu, 20. yüzyıldaki başarısına denk gelen bir başarıyı 21. yüzyılda da kaydedebilecek şekilde yenilemeliyiz… Amerikalılar ile Avrupalılar; ortak idealleri nedeniyle, daha karmaşık bir dünyada partnerler bulma arayışlarında, hâlâ, başkalarına yönelmeden önce, öncelikle birbirlerine destek veriyorlar. Partnerliğimiz hepimize yarar sağlamaktadır. Onu yenilemenin zamanıdır!”
Durum tahlili ve teklif, yorum gerektirmemektedir…

TEKLİFE EVET, AMA…
ABD’nin bugünlerde hemen herkese (İran da dahil!) dağıttığı mavi boncuklar üzerinde tek tek durmanın olanağı yok. Şöyle ifade edelim: ‘ortak mazimiz var’ diyebileceği Avrupa’ya verdiği mavi boncuğun etkisi ve doğurduğu sonuçları ele almakla, ABD’nin mavi boncuk politikasının en potansiyelli uygulamasının sonuçlarını da değerlendirmiş olacağız.
Batı Avrupa’da, ABD’nin bu tekliflerine dünden razı olmasını bekleyebileceğimiz İngiltere’den başlayalım. 45. Münih Güvenlik Konferansı’nda İngiliz Dışişleri Bakanı David Miliband şöyle konuşuyordu:
“Biliyoruz ki, eğer birlikte hareket ettiğimizde, etrafımızdaki dünyaya şekil vermede hiç kimse bizler kadar buna muktedir değildir. Ve ama yine de, Irak ve yakın geçmişte omuzlanması gereken yükler konusundaki görüş ayrılıklarından ötürü ilişkilerimiz hasar gördü. Öylesine ki, ‘ikiye bölünmüş bir ittifaktan’ söz edilir oldu. Ama şimdi bizim için ittifakı yenilemenin zamanı geldi. Zira, global güç bugün giderek daha çok aktöre yayıldığı için, birbirimize dünden daha fazla ihtiyaç duymaktayız.”
Elbette Almanya ve Fransa ABD’den gelecek olan tekliften habersiz değildi. (Hatta Biden, kamuoyunun “heyecanla” beklediği konuşmasının metnini Sarkozy’e önceden göndermiş ve Sarkozy de bunu konferansta ifşaa etme ihtiyacı duymuştu!) Bu nedenle, Avrupa’nın çekirdek iki ülkesinin temsilcileri, Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, ana teması “Düzensiz bir dünya – Değişen güç dengeleri – Bulunmayan stratejiler” olan 45. Münih Güvenlik Konferansı’nın arifesinde ortaklaşa kaleme aldıkları bir makalede, NATO’nun “yeni stratejik konsepti” başlığı altında ne anladıklarını açıkladılar:
“Bizim için şu açıktır: Güvenlik politikası yeni ve genişletilmiş bir anlamda anlaşılmalıdır. Buna; askeri güvenlik sorunları olduğu gibi, dünya çapındaki mali mimarinin sorunları, enerji dağıtımı ve nakli veya göç sorunları da dahildir..
“Bugün artık hiçbir ülke tek başına dünyanın sorunlarını çözemez. Bu bakımdan, AB ve NATO gibi ortak değerlere dayanan ittifaklar daha bir önem kazanmaktadırlar. Dostluklar ağı ne kadar dayanıklı olursa ve ortak politik, ekonomik, askeri ve kalkınma yardımına ilişkin yeteneklerimizin bağlantılığı ne denli kapsayıcı olursa, işte krizi başarılı aşma perspektifleri de bir o kadar iyi olur ve bu elbette güvenliğimiz açısından da o denli yararlı olur.
“(…) Almanya ve Fransa için şu açıktır: Yüz yüze olduğumuz meydan okumalar karşısında, Avrupa’nın ABD’ye gereksinimi ve ABD’nin de güçlü bir Avrupalı partnere ihtiyacı vardır…
“Karşı karşıya bulunduğumuz riskler karşısında, güvenlik ve savunma politikasındaki işbirliğimizi Atlantik ötesinde derinleştirmeye devam etmemiz ve yeni meydan okumalarına karşı uygun hale getirmemiz 21. yüzyılda da vazgeçilmezdir. Bu şu demektir: ortaklaşa analiz etmek, karar vermek ve yaşama geçirmek. Tek yönlü adımlar, bu partnerliğin ruhuna aykırı olurdu. Elbette buradan şu sonuç da çıkmaktadır: Biz Avrupalılar, ortak dış ve güvenlik politikasında çok daha güçlü bir şekilde tek bir sesle konuşmalıyız. Bunun, üye ülkelerinden daha yüksek bir disiplin talep ettiği ortadadır. Ve gerek sivil, gerekse askeri araçlarımız olsun, mevcut yeteneklerimizi daha da toparlamalı ve artırmalıyız. İkisinden meydana gelen sinerji Avrupa güvenlik politikasının ayırdedici bir özelliğidir.”
Görüldüğü gibi, ABD’nin yeni yönetiminin teklifine evet denilmekte, ancak şartlar da belirtilmekte: “ortaklaşa analiz etmek, karar vermek ve yaşama geçirmek”! Almanya ve Fransa, bu arada, “transatlantik ittifakının yeniden temellendirilmesine” evet demelerinin bir diğer sonucuna daha dikkat çekiyorlar: AB’nin diğer üyeleri de buradan gerekli mesajı alsınlar! Artık AB içinde “tek bir sesle konuşulmalı” ve “daha yüksek bir disiplin” içinde olunmalı, yani bazıları ABD’ye yaslanarak diklenmemeli! Bu ortak açıklama, aynı zamanda, yeni NATO’daki aktif angajmanın, AB’nin askeri kapasite ve yeteneklerini geliştirme iddiasından vazgeçilmeyeceğinin bir ilanıydı.
Elbette, Almanya ile Fransa’nın ortak görüşü, her birisinin görüşünün tümü değildir. Bu, adı geçen konferansta yapılan konuşmalardan da belli olmaktaydı.
Nitekim Merkel’in konuşmasında öne çıkan noktalar şunlardı: “Blok sınırları içinde düşünmek artık bugün söz konusu değil.” İttifakın “temelini ortak davranma oluşturmalıdır”. “21. yüzyılın meydan okumalarına verilecek doğru yanıt, bağlantılı güvenlik konseptidir. Yani krizleri aşma ve önleme; politik, kalkınma yardımı, polisiye, kısmen kültürel ve gerekli olduğu yerde elbette ki askeri tedbirlerin de oluşuyla gerçekleştirilmelidir.” Sorun, “bağlantılı güvenlik konsepti”yle, “NATO’nun askeri yeteneklerinin nasıl birleştirileceğidir.”
Öte yandan, AB’nin geliştirdiği “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP), “NATO ile işbirliğinin yeni bir biçimidir”! Şöyle ki: “Artık sadece tek tek üye ülkeler NATO’ya katkı yapmayacak, bazı yerlerde AGSP de NATO’ya katkıda bulunacak.” “Bu bir rekabet değildir”! Ve bunun için de, “NATO, politik tartışmaların yapıldığı bir yer olmalıdır.”! Zira, “bir taraftan bağlantılı güvenlik talep edip, öte taraftan NATO’yu sadece askeri bir ittifak olarak kavramak doğru olmayacaktır. Böyle yürümeyecektir.”!
Almanya’nın NATO’nun “yeni stratejik konsepti” çerçevesinde sürekli “bağlantılı güvenlik”ten söz etmesi, yani güvenliğin; sivil, ekonomik, kalkınma yardımı vb. yönlerinin altını çizmesi boşuna değildir. Böylelikle, bir taraftan ileride kendisini zorlayabilecek angajmanlardan kaçınma olanaklarını yaratmayı çalışırken, diğer taraftan bizzat bu angajmanlara kendisinin lehine yönler verme hesabını yapmaktadır.
Fransa’nın pozisyonu bu bakımdan biraz daha farklıdır. “Bağlantılı güvenliğe” açıktan karşı çıkmamakla birlikte (üstelik AB’nin çizdiği “sivil ve hümanist” emperyalizm imajına da uyuyor!), yeni NATO içerisinde kendisini öne çıkaracak ve daha ileriden rol oynamasını sağlayacak başka “meziyetleri”nin olduğunun biliyor. Bunu dost da düşman da hissediyor! Sarkozy’nin; “Fransa’nın NATO’ya yakınlaşması, Alman-Fransız dostluğunun önemli bir unsurudur” demesi veya Fransa’nın tam da bu hamleyi yaptığı bir zamanda, bir tabur Alman askerinin Fransa topraklarında konuşlandırılmasını “Almanya ve Fransa arasındaki dostluk, Fransa’nın Almanya’da asker bulundurması değil; tersine Fransa’nın, Alman askerlerinin Fransa topraklarında bulunmasından şeref duymasıdır” sözleriyle dile getirmesi, tam tersini; ortada gayet “yanlış anlaşılabilecek” bir şeylerin olduğunu göstermektedir. Emin olabiliriz ki, Merkel “mon cher”i Sarkozy’i yanlış anlamamıştır!
Aslında Fransa bir süreden beri ABD ile ilişkilerinde, ABD’nin açmazlarından yararlanabileceği bir pozisyonu tutmaktaydı. Fransa, Obama yönetiminin bugünkü teklifi henüz ortada yokken, Bush yönetimindeki ABD ile yakın işbirliğini aramış ve bazı konularda da bulmuştu. Dolayısıyla, ABD’nin yeni teklifi Fransa açısından yeni bir yola girme mahiyetini taşımamaktadır. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşü, emperyalist emelleri açısından, bazı Fransız burjuva politikacılarının iddia ettiği gibi bir “egemenlik kaybı”na tekabül etmiyor. Tersine; emperyalist bir devlet olarak sahip olduğu mevzileri daha etkin kılabileceği bir adıma denk düşüyor. Ve bu anlamıyla, bugünkü koşullarda, “transatlantik ilişkilerinin yeniden temellendirilmesi” sürecinden, diğer Batılı devletlere göre (İngiltere de dahil) halihazırda en azami faydayı sağlama olanaklarına sahip devlet durumundadır.
Hiç şüphesiz, Fransa, yeni NATO’nun en aktif ve en saldırgan gücünden biri olmaya hazırdır. Fransız Savunma Bakanı Hervé Morin daha ayağının tozuyla, NATO içerisindeki yük paylaşımında “ittifakın Avrupalı partnerleri”ni suçlamış, Avrupalılardan “ek savunma çabalarında” bulunmalarını talep etmiştir! Bu konuda “bazı devletlerin çocukça tutumlarına” bir son vermelerini isteyerek, “Avrupa artık yetişkin olmalıdır” demiştir!
Bütün bunlar, üslup ve içerik bakımından Sarkozy’nin konferanstaki konuşmasından da yansımaktaydı:
“20 yıl öncesinde Berlin Duvarı yıkıldı. Bazıları, ‘tek kutuplu bir dünyaya’ girdiğimizi düşünmüştü. Ama biz, ‘göreceli güçler’in olduğu bir dünyadayız. Bütün stratejilerimizin merkezinde bu birinci düşünce bulunmalıdır… 21. yüzyıl şunları söyleyen büyük güçlerin yükselişini yaşıyor: ‘Bizler de görüşlerimizi ifade etmek istiyoruz; bizler de varız; bizlerin de temsil ettiği çıkarlar vardır.’ Kaldı ki, savaşan taraflara baskı uygulamak ve barışı sağlamak için de bu yeni büyük güçlere gereksinimiz vardır.
“Eğer ‘göreceli güçler’ dünyasına girdiğimizden yola çıkarsak, o zaman bundan çıkan birinci sonuç dayanışma ve işbirliğinin zorunluluğudur. Eğer sadece tek bir büyük güç olursa, o zaman işbirliğine de gerek yoktur. O durumda sadece birisi karar verir ve diğerleri izler onu…
“Dünya değişiyor, Fransa değişiyor. Seçilmemin hemen ardından, savunma ve güvenlik politikamızı büyük çapta yenileme sürecini başlattım. Şunu belirteyim ki, 2020 yılına kadar ordumuza toplam 377 milyar avro yatırımda bulunacağız. El ele çalışmak istediğimiz İngiltere ile birlikte nükleer caydırıcı gücümüzü muhafaza edeceğiz. Avrupa’nın yegane iki atom gücü nasıl olur da birlikte çalışmaz ki? Bu iki askeri atom gücünün birlikte konuşmadığı, birlikte çalışmadığı bir Avrupa nasıl düşünülebilir ki
“.. Evet, bir de savunmanın Avrupa’sı var. Burada da net olalım. Savunmanın Avrupa’sı bir önceliktir. Almanlarla birlikte, bunun, askeri ve politik bir öncelik olması için çalıştık. Bütün Avrupalılara söylüyorum: Bu bir sınavdır. Avrupa için bir sınavdır. Avrupa barışı mı istiyor, yoksa rahat bırakılmak mı istiyor? Bu ikisi aynı politika, aynı strateji değildir, aynı sonuçları doğurmaz. Barış isteniyorsa, o zaman; ekonomik, mali, politik ve askeri güç olarak varolmanın gerekli araçlarını yaratmak gerekir. Ama eğer rahat bırakılmak isteniliyorsa, o zaman; boynu içe çekmek, köşede oturmak, göz ve kulakları kapatmak, fazla sesli konuşmamak gerekir. Böylelikle bir süre rahat kalınabilir, ta ki kendi savunmasını sağlayacak araçlara sahip olunmadığını tespit edene kadar. Ama o zaman da çok geç olur!
“… Benim tahayyülümde mesele açıktır: Doğrusu, ‘Savunmanın Avrupa’sı mı yoksa NATO mu’ değil, Savunmanın Avrupa’sı ve NATO’dur. İkisi birlikte. Birisini güçlendirmek suretiyle diğerini zayıflatmak büyük bir yanılgıydı.”
Sarkozy’nin “tarihin açtığı pencere”den konuşan bir devlet başkanına dair iddialı üslup, özgüven ve retoriğinin sadece Merkel’in dikkatini çekmediğinden yola çıkabiliriz!

TRAJEDİ VE KOMEDİ
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” (Marx)
Dünya kapitalizminin sadece 20 yıllık sınırsız bir egemenlik dönemi göstermiştir ki, insanlık açısından asıl trajedi kapitalizmin “ebedi zaferi”nin ilanı olmuştur; başka bir deyişle, asıl trajedi, kapitalizmin yıkılmamış olmasıdır. Dünyanın ve toplumların itildiği nokta ortadadır ve 2007/2008 krizi ile bu nokta sadece daha barizleşmedi, aynı zamanda asıl sorun ve sorumlular daha görünür hale geldi.
2007/2008 krizinin tarihçesi, gelişimi, nasıl ortaya çıktığı vb. üzerine birçok şey yazıldı. Buna karşın; strateji ve taktik arasındaki ilişkinin mücadele eden tüm sınıflar açısından yeniden ayrı bir önem arzettiği şu günlerde, 2007/2008 krizinin emperyalizmin tarihindeki yerine ilişkin bugünden bazı olgulara dikkat çekme ve sonuçlar çıkarma gerekliliği ortadadır. Bizim ise, burada, bu çok boyutlu konunun sadece bir yönü üzerinde durduğumuzu belirtelim.
NATO, Batı ittifakının amiral gemisiydi. Hiçbir örgüt, NATO kadar Batılı emperyalistlerin ittifakını ifade ve sembolize etmiyordu. Batılı emperyalistlerin ittifakı ise, en geç SB ve Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte, tarih olup içi boş bir söyleme dönüşmüştü. Hemen hemen bütün Batılı emperyalist devletler açısından NATO, belirtilen anlamdaki o eski NATO olmaktan çıkmıştı. Bu olgu, NATO’nun halklar karşısında emperyalizmin saldırgan askeri örgütü olması gerçeğini hiçbir dönem değiştirmemiş olsa da, ittifakın emperyalist üyeleri açısından son derece netti.
Gördük ki, transatlantik ilişkiler (yani ABD ile Batı Avrupa arasındaki ilişkiler), yenilenmek ve daha ileri bir düzeyde yeniden temellendirilmek isteniyor. Batılı emperyalist devletler, yeniden birlik olalım diyorlar! Batı’nın “ikinci baharı”nı yaşama arzusunu sembolize edecek NATO’dan başka ideal bir örgüt kuşkusuz bulunamazdı. Ve elbette, “yeni birliği” özellikle NATO üzerinden inşa etme isteği, aynı zamanda, bu yeni birliğin nedenleri ve yönü hakkında da somut bir gösterge olarak değerlendirilmelidir.
Öte yandan ama, 2007/2008 krizi, yakın tarih açısından, esasta da İkinci Dünya Savaşı sonrasının uluslararası politik ilişkileri açısından temelli bir dönüşüme gebelik yapmaktadır. Olan ve olmakta olan, sadece Baba Bush’un 1991’in başında ilan ettiği “yeni dünya düzeni”nin iflası ve bunun resmen tescil edilmesi değildir. Olmakta olan, bu düzenin iflasıyla birlikte, 1991 öncesi düzenin politik-kurumsal kalıntıları ve ilişkilerinin de çözülüp dağılmasıdır. Bu hızlı ve temelli çözülmenin en açık göstergesi, burjuva basını ve yazınında “yeni mimari” kavramından geçilmemesidir: “Yeni bir dünya finans mimarisi”, “yeni dünya ekonomisi mimarisi”, “yeni küresel güvenlik mimarisi” vs. vs.. Deprem her şeyi yerle bir etmiş! Ve işte bu çerçevede, NATO da, şu “mütevazı” hedefi önüne koymuş sadece: “21. yüzyılın meydan okumalarını karşılayacak küresel bir güvenlik mimarisinin oluşturulmasına yapıcı katkıda bulunmak”!
Fakat, içinde bulunan sürecin boyutu ve yönü buysa, nasıl oluyor da bugün, 1991 öncesinin, yani çözülen yapı ve ilişkilerinin “ruhu” yeniden çağrılıyor? 
Dikkate almak gerekir ki, 2007/2008 krizi, öncelikle tüm ileri kapitalist ülkeleri kapsaması ve buralarda hemen hemen aynı sorunlara yol açması itibariyle, emperyalist güçlerin uluslararası pozisyonu ve ama aynı zamanda birbirleriyle ilişkileri bakımından oldukça özel bir durumun doğmasına yol açmıştır. Nitekim köklü ve derin bir kriz, son derece iç içe geçmiş bir dünya ekonomisinde patlak vermiştir. Bu ayırdedici durum; her bir emperyalist güç açısından, yüz yüze gelinen ekonomik, mali, politik, sosyal vb. meydan okumalarının beraberinde getirdiği riskler karşısında, kaçınılmaz geçiciliği ve sınırları belli olsa da, ortak hareketi ve koordinasyonu zorunlu kılmıştır.
Başka bir deyişle; azami kârı artırma ve dünya pazarı ve hegemonyasını ele geçirme dürtüsüyle birbirini boğazlamaya çalışanlar, aynı çukura düşmüşlerdir! Çukurdan çıkma amacı, bir yere kadar, çıkarlarda da ortaklaşmayı sağlamaktadır. Elbette bu, birinin diğerinin sırtına çıkma uyanıklığını ortadan kaldırmıyor, ancak çukur öylesine derin ki, belirli bir yüksekliğe ulaşmadan bu hinliğin yarardan çok zarar vereceği görülebiliyor.
Daha güçlü olanın zayıf düşmesi, daha zayıf olanın ise bu düşüşten güçlenme umudunu/olanağını bulması; güçlü olanın, karşıdakinin bu potansiyel olanağını sınırlamak üzere ona doğru yönelmesi ve tersi, yani zayıf olanın, karşıdakinin bu yönelime mecbur oluşunu güçlenmesinin olanağı olarak görmesi nedeniyle onu geri itmemesi; işte aynı çukurda bulunmaktan kaynaklanan “eşitlenme”nin, güçlü ve nispeten zayıf olanlar arasındaki ilişkiye kattığı yeni öğe bu. Çarpıcı olan, ama şu ki, yenilenmek istenen birliğin tutkalı da bu öğeden ibaret! Ne var ki, bu “tutkal”ın yapıştırıcı kalitesi bayağı kötüdür!
Birinci olarak; çıkarlardaki “uyumluluk”, son derece konjonktürel, yani içinde bulunulan özel durumca belirlenmiştir. Buradaki “uyumluluk”, kaynağını, çıkarların niteliğinden almamaktadır. İkinci olarak; ancak birbirinden farklı olanlar arasında uyumluluk veya uyumsuzluk olabilir. Yani, özdeş olmayan çıkarların “uyumluluğu” söz konusu ve zaten “birlik” de, farklı çıkarların “uyumluluğu” üzerinden sağlanacak. Birlik ama, tabiatı gereği, karşısında, onun içinde olmayanların varlığını gerektirir. Bu durumda, karşıdakilerin çıkarları, birlik içindekilerin çıkarlarını uyumlu kılan öğelerden yoksun olmalıdır. Somut soralım: Rusya veya Çin’in çıkarları, diyelim ki “enerji, gıda maddeleri ve su edinim ve nakliyatının güvensizliği” konusunda, neden ABD’nin veya Fransa’nın çıkarlarıyla uyumlu kılanamaz olsun? Nedir ki bu dört ülkenin “önceliklerini, birbirlerini karşılıklı destekleyecek bir şekilde bir araya getirmenin yollarını keşfetme”lerini engelleyen? Farklı sermaye gruplarının rekabeti ve/veya büyük güç olma emelleri denilecekse, “transatlantik birliğin” büyük devletlerinin her birinin bu “günahtan” azade olmaları gerekirdi, ki olmadıklarını sokaktaki çocuk bile bilmektedir!
Üçüncü olarak; sözü edilen “eşitlenme”nin ayırdedici nedenleri ve çıkarlardaki “uyumluluğun” konjonktürelliği, sağlanmaya çalışılan yeni “Batı birliği”nin stratejik değil, taktik nitelikte olduğunun göstergesidir. Taktikte değişimsizlik, stratejinin fiilen yitimi demektir. Büyük emperyalist güçlerin böyle bir pozisyona düşmesi ancak fiilen tasfiyesiyle mümkün olabilir! Dolayısıyla, “uyumluluğu” bugün olanaklı ve gerekli kılan konjonktürün (esasta kriz koşulları) en geç bitimine doğru, taktiklerin yenilenmesinin kaçınılmazlığı bugünden bile görünmektedir. Kullanılan tutkalın kalitesizliği de en geç o zaman ortaya çıkacaktır.
Kısacası, bu tutkal fazla tutamaz. Dolayısıyla, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hayır, “Batı ittifakı” ve “transatlantik birliği”nin tarihi tekerrür etmeyecektir!
Öte yandan: Hangi ilişkiler içerisinde doğduğuna bakıldığında, belirttiğimiz yeni ögenin iki yönlülüğü rahatlıkla görülmektedir. Bir yönü; yenilenen “birliğin” birbirini bağlama, denetleme ve sapmaları engellemeye hizmet etmesi. Diğer yönü; birinci yönün de anlamsızlaşmaması için, bütün farklı çıkarlara rağmen, “birliğin” somut kazanımlar getirmesidir.
Birinci yönü, buraya kadar belirtilenler dikkate alındığında, açık olsa gerek. İkinci yönüne gelecek olursak; buradan, dünya halkları için çok ciddi bir tehdidin doğduğu tartışmasızdır. Anlaşacaklar ya da anlaşamayacaklar (ki kuvvetli ihtimal anlaşmalarıdır), yeni “birliğin” ömrü uzun ya da kısa olacak (ki uzun olması zayıf bir ihtimaldir, ama kısa olması da halklar açısından yararlı bir sonuç vermeyecektir); bunları bilemeyiz: Fakat bu NATO’nun, oturması halinde, öncesinden daha saldırgan ve pervasız olacağı az çok nettir.
Bir kere; yeni NATO’nun ilanı, dünya çapında yeni bir silahlanma dalgasını kışkırtacaktır. Rusya şimdiden bunu ilan etmiştir. Japonya ve Çin geri kalmayacaklardır. Ama sadece NATO dışında değil, NATO’ya mensup ülkelerde de silahlanmaya ayrılan bütçe artacaktır. ABD, dünya liderliği yükünü hafifletmeye çalışmaktadır. Şöyle ki, bir yandan özellikle Almanya ve Fransa’dan “askeri yetenekleri”ni artırmayı talep etmekte (birileri NATO’nun askeri, birileri de sivil kanadı olmamalı demeye getirilmekte!), öte yandan ise, diğerlerini askeri harcamalarda bulunma mecburiyetine sokma suretiyle kendisini –son derece stratejik harcamalar dışında– bu konuda rahatlatmayı ummaktadır. Almanya ve Fransa, hamama giren terler misali, daha büyük oynamanın askeri ve mali yükünü şu veya bu ölçüde üstlenmek zorunda kalacaktır. ABD açısından bu süreç, “NATO’nun sivil kanadı” imajını başarıyla kullananları politik olarak da yıpratma süreci olacaktır.
İkinci olarak; “savunma örgütü”, artık, ülke topraklarını değil de, “güvenliği” savunma örgütüdür. Güvenliğin tanımı çok kapsamlı tutulduğundan, güvenliği tehdit eden riskler de alan ve bölge bakımından artmakta, dolayısıyla “savunma” da sınırsız olabilmektedir. Sağlanmaya çalışılan “yeni konsensüs”le birlikte, NATO, her yerde ve hemen her konuda devreye sokulabilecektir! Haliyle, böylesi bir “güvenlik ittifakı” son derece esnek olacaktır. Hammaddelerin güvence altına alınması, pazarlara ulaşım ve enerji nakil yollarının denetimi bu askeri örgütün baş görevlerinden biri olacaktır; zira, bütün bunlara erişim ve ulaşım kriz öncesi döneminin “küreselleşme serbestliği”yle gerçekleşmeyecektir artık. Yeni silahlanma dalgası; hammadde ve enerjiye erişim kavgasının kızışmasının sadece farklı bir görüngü biçimidir.
Üçüncü olarak; yeni NATO’nun işleyiş kurallarında “konsensüs ilkesi” değiştirilecek, yani operasyonlar için irade birliğinin şart olmaması sağlanmaya çalışılacak. Sonuçta büyüklerin anlaşması tayin edecek, böylelikle önemli bir mevzi yitirmiş olan küçükler üstlerine düşeni yapmakla mükellef olacaklar!
Bu üç noktada özetlenen değişiklikler, özellikle yeni NATO içerisindeki nispeten zayıf ülkelere daha fazla askeri operasyonları üstlenmelerini dayatmanın birer aracı olarak değerlendirilecektir. Özellikle Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Türkiye’den bu açılardan önemli “katkılar” beklenecektir! Başta bu ülkelerin gençlerinin kanı akıtılacaktır!
Belirtilenlerden de anlaşılacaktır ki, gerek NATO’ya karşı mücadele ve gerekse Türkiye’nin NATO’dan çıkması mücadelesi bugün son derece güncel ve yakıcı bir sorun özelliğini taşımaktadır. Sadece bölge barışı açısından değil, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi halkının güncel ve yakın sosyal ve politik çıkarlarını ilgilendiren bir mücadele olarak da özel bir önem kazanmıştır.
Not: Bu yazıda, konunun Doğu Avrupa ve özellikle Rusya boyutuna değinilmemiştir. Bu önemli husus, ayrı bir yazıyı gerekli kılmaktadır.

Gençlik Hareketi Ve Öğrenci Temsilcilikleri

Diğer ülkelerde olduğu kadar, Türkiye’de de öğrenci gençlik hep bir mücadele ve örgütlenme arayışı içinde oldu. Akademik, ekonomik, demokratik ya da kimi zaman siyasal taleplerle toplumsal mücadelede yerini alan öğrenciler kendi örgütlerini kurmak için de sayısız girişimde bulundular. Bu örgütler kimi zaman lokal, kimi zaman merkezi, kimi zaman da geçici rol oynayan özellikte oldular. Öğrenci gençliğin örgütlenmesinde işin başını hep yükseköğrenim gençliği çekti. Onun hareketinin düzeyi, mücadelesinin gücü ve örgütsel hamleleri liseli gençliğin de ilham kaynağı oldu. Bu nedenledir ki, baskı, yasak ve saldırılar daha çok üniversite gençliği üzerinde yoğunlaştırıldı.
Türkiye’de üniversite ve liseli gençlik hareketinin tarihi, aynı zamanda onun kendi örgütlerini kurmak için verdiği mücadelenin de tarihidir. Askeri cuntalar, YÖK düzenine geçiş ve zapturapt altına alınan okullarda şiddetin boyutu ne kadar artarsa artsın, öğrenciler talepleri için örgütlenmekten vazgeçmediler. Fakat bu baskı ve şiddet çemberini kıracak kitlesel (ülke düzeyinde) bir öğrenci örgütünü yaratmak ne yazık ki mümkün olamadı.
1990’lı yılların ortalarına doğru gelindiğinde öğrenci gençliğin örgütlenme düzeyini etkileyecek bir takım yeni gelişmeler ortaya çıktı. Birincisi, işçi ve halk hareketi sokaklara ve alanlara çıkarak yasakları deldi, demokratik eylem ve örgütlenme alanını genişletti. Bu öğrenci gençlik hareketine de demokratik hakları genişleten ve cesaret veren örgütlenme kanalları açtı. İşçi-emekçi eylemlerine paralel olarak, üniversite öğrencileri de yüksek harç zamlarına karşı üniversitelerden meydanlara çıktı. İkinci gelişme ise, burjuva hükümetleri eliyle de olsa kimi demokratik reform paketlerinin devreye sokulmasıydı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmek için imzaladığı kimi uyum paketlerini uygulamak zorunda olması da üçüncü dikkate alınacak gelişmeydi. Bu gelişmelerden hareketle 90’lı yılların son çeyreğinde üniversitelerde YÖK’ün de onayıyla Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK) kurulmasına karar verildi. Bu gelişmeyi bir süre sonra liselerde Öğrenci Meclisleri’nin (ÖM) kurulması kararı takip etti.
“Avrupa standartlarına uyum, okullarda demokrasi eğitimi ve öğrenci konseylerinin seçimi” ÖM’nin kurulmasının amaçları olarak tarif edildi. Aslında bu tarif üniversitelerde de benzer bir tanımlamayla gündeme geldi. MEB ya da YÖK eliyle uygulamaya konulan bu öğrenci örgütleri ile eğitim sistemi de yeni bir döneme giriyordu. Çünkü böylece hem Avrupa’nın kapıları açılacak, hem de zaten ezilmiş ve köşeye sıkıştırılmış mücadele içindeki öğrencileri de bertaraf edecek tehlikesiz bir öğrenci örgütü devreye sokulmuş olacaktı. Üniversitede ve ortaöğrenimde, özelleştirme ve piyasalaştırma modelleriyle esen liberal açılımlar için de ÖTK ve ÖM’ler iyi bir reklam figürü olabilirlerdi. Öte yandan her daim potansiyel tehlike olarak görülen gençliğin kontrol altında tutulması ve sisteme bağlanması için de yeni araçlar bulunmuş olacaktı.
Burjuva yönetimlerin, devletin ve YÖK’ün girdiği bu yol, onlara imkanlar sunduğu kadar tedirginlik de veriyordu. Her ne şekilde olursa olsun, yine de öğrenciler bu araçları kendilerine karşı kullanabilir miydi? Kontrol elden kaçabilir miydi? Bu kaygıları en alt seviyeye indirmek için ÖTK ve ÖM tüzüklerine yasakçı maddeler eklendi. Yetmedi, seçimler oldu-bittiye getirildi. Örgüt işlerinde her yerde kontrolü sağlayacak farklı farklı uygulamalara gidildi.
Yönetenler kadar, mücadele içindeki öğrenci gençler arasında da benzer tartışmalar baş gösterdi. ÖTK’lara, ÖM’lere girilmeli miydi, girilmemeli miydi? Girince onlara alet mi olunurdu, yoksa ÖTK’ları mücadele aracı haline getirmek için girmek mi doğru olurdu? Devrimci gençlerin bu tartışmaları yaptığı bir dönemde ÖTK ve ÖM’ler bütün okullara yayılıyor ve yıllar geçtikçe genişleyen bir kitle tabanına kavuşuyordu. Özellikle 1998-1999 ile 2008-2009 yılları arasında geçen 10 yıllık zaman dilimi içerinde, ÖTK ve ÖM’lerde muhalif öğrenci sayısı artmaya başladı, bir çok okulda ise hak arama eylemleri bu örgütlerin imzasıyla yapılmaya başladı.
Bu yazı, 2008-2009 eğitim ve öğretim yılında, çeşitli illerde yapılan Emek Gençliği toplantılarında gündeme gelen ÖTK ve ÖM’ye dair kimi bilgi ve değerlendirmeleri paylaşmayı amaç ediniyor. Çünkü bu bilgilerin de gösterdiği üzere aslında ÖTK ve ÖM’leri artık daha pratik örneklerle tartışmak gerekiyor. Zira ÖTK ve ÖM’ler artık öğrenci gençlik içinde daha fazla itibar gören ve düne oranla daha fazla etkisi olan örgütler haline geldiler.             

ÜNİVERSİTELER VE ÖĞRENCİ TEMSİLCİLER KONSEYİ

Yönetsel güç ve siyasi çekişme karşında ÖTK
Üniversitelerde idari anlamda yönetsel güç kimin elinde ise genellikle ÖTK da bu kesime uygun şekilleniyor. Örneğin İzmir üniversiteleri ‘solcu’, statükocu, cumhuriyetçi son zamanlarda ise ulusalcı-Kızılelmacı olarak anılır. AKP ile üniversiteler arasındaki kapışmada da İzmir öne çıkan şehirlerden biri olarak bilinir. Örneğin 9 Eylül Üniversitesi’nde bu yıl yapılan rektörlük seçimlerinde ulusalcı olarak tabir edilen Sedef Gidener birinci seçildi. Fakat Cumhurbaşkanı, 6 aday arasında onu değil, bir başkasını rektörlüğe atadı. Ulusalcıların baskısından bunalan kimi sosyalist gruplarla birlikte liberal çevreler de bu atamaya sevindiler. Ne yazık ki, ‘özgürlük’ adına üniversite özerkliği rafa kaldırıldı. ÖTK ise bu seçimlerde açık bir biçimde ulusalcı rektör adayı için çalıştı. Üniversite öğrenci konseyinde bugün 13 üye bulunuyor ve bu sayının çoğunluğunu CHP’lilerin de içinde yer aldığı ulusalcılar oluşturuyor. Okul Konsey başkanının bir zaman Ogün Samast tişörtüyle gezdiği de söyleniyor. İsrail’in Gazze’yi işgal ettiği günlerde Emek Gençleri konseye dayanışma eylemi önerisi götürüyor. Konsey kabul eder gibi oluyor ama son anda eylem kararı almaktan vazgeçiyor. Ankara ODTÜ’de ise ÖTK Filistin için yapılan eylemlere imza koydu. Bazı üniversitelerde ise ÖTK Gazze için afişler çıkarttı.
Yönetimle ÖTK arasındaki paralelliğe bir başka örnek İstanbul Üniversitesi (İ.Ü). Zira ÖTK başkanı TGB’li olarak anılıyor. Eskiden AKP ile YÖK’çüler arasındaki çatışmanın merkez üssü olarak kabul edilen İ.Ü’de YÖK’çü-ulusalcı kesimler uzunca bir dönem tahtta oturdular. Bu dönem süresince ÖTK seçimlerinde de yine milliyetçiler ve ulusalcı-solcular birlikte hakim bir güç olarak boy gösterdiler. Bugün İ.Ü rektörlüğüne Söylet’in atanması ile birlikte AKP üniversitenin tahtını ele geçirmiş oldu. Üniversitedeki kadrolaşma ile birlikte ÖTK’da da yönetim yanlısı bir değişimin yaşanması (başka bir güç çıkmazsa) olası görünüyor. 
Bir başka örnek de Eskişehir. Şehirde 5 yıl önce yaşanan seçimlerde demokrat öğrenciler belirli bir güç oluştururken, ÖTK başkanlıklarını alabilirken bugün ise ibre tamamen ülkücülerin eline geçmiş görünüyor. ÖTK şehit cenazelerine çağrılar yapıyor. Demokrat sınıf temsilcileri de var ama henüz güçlü değiller.
‘Öğrencileri siyasi çekişmelerden uzak tutmak’ için kurulduğu söylenen ÖTK’lar aslında bunu söyleyenlerin siyasetine alet ediliyorlar. Örneğin ‘cumhuriyet mitingleri’nin yapıldığı dönemde üniversite yönetimleri bizzat aktif rol oynadılar. Senatoların çağrısına yanıt veren kimi ÖTK’lar otobüslerle İzmir ve Ankara mitinglerine öğrencileri taşıdılar. Kimi muhafazakâr şehir ya da üniversitelerde ise ÖTK eliyle cemaatçiliğin örgütlendiği de başka bir gerçeklik. Devlet üniversiteleri içerinde ayrıcalıklı olan kampuslarda ya da özel üniversitelerde ise çoğunlukla konseylerin liberal bir etki altında çalışmalar yürüttüğünü belirtmek mümkün.
Bir üniversite kampusuna adım attığınızda hangi politik etkinin güçlü olduğunu anlamak için ilk verilerle sınırlı kalmak çoğunlukla yanıltıcı olabilir. Çünkü ilk karşılaştığınız şey afişler, bildiriler, kitap ve dergi stantlarıdır. Evet, bunlar da bazen politik etkiye belirli bir referans sunarlar. Ama esas olan şey gerçekte, o üniversitedeki senato ve akademik dünyaya hangi politik gücün hakim olduğudur. ÖTK ise bu alanla kurduğu ilişki bakımından bile ele alınsa,  politik bir gücün bir diğer önemli unsuru haline gelmiştir. 

Bütçe, oda ve etkinlikler
ÖTK’lar artık birçok üniversitede üniversite yönetimlerinden bütçe alıyorlar. Özellikle Ankara SBF ve Beytepe’de ÖTK’ya verilen bütçe miktarı ilk duyanları hayrete düşürecek kadar büyük. Kimi üniversiteler bütçeyi ÖTK’nın projelerine öderken, kimi yerlerde ise bütçe aylık ödenek biçiminde veriliyor. Bazı üniversitelerde ÖTK bütçesine kaynak öğrencinin harç parasındaki küçük bir kesinti olarak aktarılıyor. Yani bütçe meselesinde bir standart yok. Ankara’daki bir üniversitede ÖTK yöneticilerine kaynakları haksız kullandıkları ve naylon fatura kullandıkları için soruşturma açıldı. Üniversitelerde genellikle ÖTK seçimlerine ilgisizlikten yakınılır. Fakat bütçenin oranı artıkça ve bu geniş öğrenci tabanı tarafından öğrenildikçe seçimlere katılım da, aday sayıları da katlanarak artıyor. Böylece seçimler kıran kırana geçiyor. Örneğin Beytepe’de ÖTK’yı boykot eden sol gruplardan ÖTK’ya aday olmaya başlayanlar oldu. Peki bu büyüklükteki bütçeler nasıl kullanılıyor, ÖTK ne yapıyor? ÖTK genellikle gezi, tanışma toplantıları, kokteyller ve festivaller örgütlüyor. Harcamalar da bu işerde kullanılıyor. Elbette, bu organizasyonları küçümsememek ve bunlara katılmak gerekiyor. Fakat milyonlarca TL, öğrenci mücadelesinin güçlü bir maddi kaynağı olarak kullanılmıyor. Bugün herhangi bir üniversitede, politik gençlere ‘ÖTK’nın bütçesi var mı, varsa ne kadar?’ diye bir soru yönelttiğinizde genellikle ‘bilmiyorum’ yanıtını alırsınız. Bir yanıyla çalışmayı bu sorulara cevap arayarak geliştirmek gerekiyor. Bütçenin verildiği üniversiteleri, verilmeyen üniversitelere örnek göstermek zaten böylesi bir talebin oluşmasına hızla hizmet edecektir.
ÖTK’ların kimi okullarda artık temsilcilik odaları var. Bazı üniversitelerde ise hemen her fakültede bir oda bulunuyor. Bazı odalar öğrenci kafesi gibi. İzmir 9 Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin hemen giriş kapısında pimapenlerden oluşan bir temsilcilik odası yapılmış. Bu temsilcilik odası fabrikaların girişindeki işyeri temsilci odasına benziyor. Okula giren her öğrencinin derdini anlatabileceği bu odaların sayısı giderek artıyor. Bu odaları örnek göstererek her kampus ve fakültede talep etmek gerekiyor.

ÖTK, demokratik işleyiş ve Emek Gençliği
Emek Gençliği uzunca bir dönemdir ÖTK’larda çalışmanın önemi üzerinde duruyor. ÖTK seçimlerine hazırlık ve kimi temsilciliklerin de kazanılmasında bu dönem epey bir adım atıldığını görmek mümkün. Ne yazık ki, hala ‘seçimleri kaçırdık, tarihi atladık, aday olmadık’ vb. mazeretlerle geçiştirilen ÖTK seçimlerinden de söz edilebilir. Ama yine de bu yıl kazanılan mevziler daha fazla. Fakat burada başka bir sorun ortaya çıkıyor. Bu sorun, beklentilerin boşa çıkması biçiminde kendini gösteriyor. Teorik olarak ÖTK’nın bürokratik yanına vurgu yapılmakla birlikte, içine girip çalışmaya ya da seçimlere katılmaya başlanınca ortaya çıkan pratik zorluklar, moral bozucu bir etki yaratmış görünüyor. Bir diğer sorun ise işin içine girdikten ya da temsilci olduktan sonra neyi, nasıl yapacağını bilememek şeklinde yaşanıyor. Burada birkaç örnek vermek yararlı olacaktır. Şimdi sözü ODTÜ Emek Gençleri’ne  bırakalım;
“ODTÜ yurt temsilcisi 640 öğrenciyi temsil ediyor. Burayı kazandık. Bununla birlikte hazırlık fakülte temsilciliğini de kazandık. Bütün toplulukları ÖTK seçimlerine müdahale için topladık, küçük burjuva gruplar işi provoke etti. ODTÜ konseyi yemekhane birimi yemek anketi yapıyor. ÖDTÜ ÖTK Kantin Denetleme Kurulunu oluşturduk. Yılın başında ÖTK tüzüğünü inceledik. 2 fakülte başkanı ve 7 bölümde sınıf temsilcileri bizimle hareket ediyor. Seçim sonrası iş bürokrasiye döndü. ÖTK temsiliyetini sorgulayanlar oldu. Üniversite konseyi 11 kişiden oluşuyor. Biri yüksek lisans öğrencisi iken biri de ilginçtir Mersin’de bulunan Denizcilik bölümünde okuyor. ÖTK tüzüğü antidemokratik. Konsey başkanı iyi niyetli olmasına karşın, senatoda sadece gözlemci pozisyonunda bulunuyor. Oy ve kararlara katılma hakkı yok. Kendisi aynı zamanda asistan ve çoğunlukla çaresiz, sessiz kalıyor.  ÖTK’da doğrudan seçim yok, konsey üyeleri temsilciler arasından seçiliyor. Ayda bir bölüm temsilcilerine çağrı yapılıyor Ama temsilciler yeterli katılımı göstermiyor.”
Bir değerlendirmede Beytepe’deki arkadaşlardan alalım;
“Sene başında yapılan ÖTK seçimleri duyurulmadı. Biz de geç kaldık. ÖTK Gazze için afişler astı. Birçok fakültede temsilcileri tanımıyoruz. Rektörlük 6 Topluluğun odasını ellerinden aldı. Bunun üzerine ÖTK’ya gittik ama sonuç alamadık. Ulaşım, yurt, alışveriş ürünlerinin pahalı olması, yemeklerin yetersizliği, ders saatlerinin ayarsızlığı, kulüp açmanın önünde engeller vb sorunlar var. Transkript vb hizmetler için her adımda para alınıyor, kantinler kapatılıyor ama ÖTK ciddi bir çalışma yürütmüyor.” 
Arkadaşların bu değerlendirmelerine başka katkılar da sunalım. Örneğin kimi yerlerde ÖTK bünyesindeki sınıf temsilcilerinin ilkokullardaki sınıf başkanları gibi çalıştığına dair eleştiriler de yapılıyor. Bir başka örnek de Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’nden. 7 kişilik konseyin 3’ü Emek Gençliği ile hareket ederken 3’ü muhafazakar ve sağ görüşü temsil ediyor. Yani iş karar almaya gelince 3’e 3 pat bir durum çıkıyor ve karar ortada bulunan 7. öğrencinin oyuna bakıyor. 20 Aralık’ta yapılan “Bağımsızlık Yürüyüşü”ne katılmak için konsey önce karar çıkarmış ve afişler asılmış. Fakat afişteki Deniz Gezmiş resmi gerekçe gösterilerek karar iptal edilmiş. Bu çalışma dışında, sene başından beri ÖTK’da neler yapılacağına dair ciddi bir plân ve hedef belirlenmemiş görünüyor. Hemen bütün üniversitelerde olduğu gibi Marmara Üniversitesi’nde de ÖTK adayı olmak için alttan dersin olmaması gerekiyor. Bir arkadaşımız durumu şöyle ifade ediyor; “Fakültede 5000 öğrenci var, 4500’ünün alttan dersi var”  Yani öğrencilerin seçilme hakları ellerinden alınıyor ve sadece onlara seçme görevi veriliyor. Kendi başına bu durum bile öğrencilerin ÖTK seçimlerine tepki duyarak ilgisiz kalmalarına neden oluyor.
Yakınma ve tespitleri hızla geride bırakmak gerekiyor. Demokratik bir ÖTK’yı beklemek yerine, tersine onun bürokratik yanlarını bilerek ve onu değiştirmek üzere bir mücadeleyi başlatmak, bunu yılmadan sürdürerek sonuca gitmek esas alınmalı. Hem öğrenci sorunlarının artması, hem de ÖTK’nın giderek daha fazla bir kitle tabanı yakalaması bunu gerekli kılıyor. Bugün artık her bir üniversitede ortalama 300 ile 500 arasında sınıf ve bölüm temsilcisi bulunuyor. Fakat bunlar genellikle tanınmıyor. Bu temsilcilerin büyük bir bölümünü ne yazık ki, Emek Gençleri de tanımıyor. Oysa ki, hem tek tek üniversite, hem iller düzeyinde hem de ülke genelinde büyük bir öğrenci temsilciler ağı çoktan ortaya çıktı. Bu ağı çalıştırmak, gereken çizgide mücadeleye yönelmesini sağlamak için öncelikle temsilcilerin isimlerini bilmek, onlarla ilişki halinde olmak ve bu mekanizmayı tanımak gerekiyor.
Üniversite senato toplantılarına katılabilen ÖTK başkanları ya var olan duruma yedekleniyor ya da azarlanıyor. Onlarla kurulacak bağın ve yapılacak yardımın düzeyi, öğrenci gençliğin iradesinin senatolarda yankı bulmasına da alan açacaktır. 
Çeşitli üniversitelerden ÖTK başkanları ya da konsey üyeleri ülke düzeyinde kurultaylar örgütlemeye başladılar. Son toplantı, şubat ayı sonlarında İzmir 9 Eylül’de 21 üniversiteden 300 öğrencinin katılımıyla yapıldı. Ülkücülerin hakimiyet kurma çabaları nedeniyle büyük tartışmaların çıktığı kurultayda, anti-ülkücü bir blok oluştu. Bu toplantıda aynı zamanda, işten atılan öğrencilerin taleplerinden harç zamlarına,  rektörlük seçiminde öğrencilere oy hakkı verilmesinden öğrencilere ücretsiz ulaşım verilmesine kadar birçok talep üzerinde tartışmalar yapıldı. Nihayetinde toplantıdan çıkan sonuçların ve belirlenen taleplerin YÖK’e ve üniversite yönetimlerine verilmesi kararlaştırıldı. Fakat henüz somut ve eyleme dayanan bir mücadele yönelimi ortaya çıkmadı. Kuşkusuz bu platformlar iyi değerlendirildiğinde, ciddi bir hazırlık yapıldığında mücadele kararları almaya açık hale gelecektir.

LİSELER VE ÖĞRENCİ MECLİSLERİ
Liselerde Öğrenci Meclisleri’nin durumu ve ÖM’lerde faaliyet yürütmek üzerine uzunca bir dönemdir tartışmalar yürütülüyor. Tıpkı üniversitelerde ÖTK’lar gibi, liselerde de ÖM’lerin değerlendirilmesini yaptığımzda benzer bir çok ortak noktadan söz edilebilir. Fakat bunun ayrıntıları üzerinde durmak, yazının da fazlasıyla uzamasına neden olacağı için çok da gerekli görünmüyor.
Bugün hemen her lisede artık ÖM’ler okul yönetimleri tarafından tanınıyor. İnternet arama motorlarında ‘Öğrenci Meclisleri’ diye yazıldığında karşınıza il il gösterilen bir Türkiye haritası çıkıyor. Fareyi herhangi ilin üzerine getirirseniz o ilin ÖM başkanının adı, soyadı ve okulunu görebilirsiniz. Buradan da anlaşılacağı üzere Türkiye’nin 81 vilayetinde ÖM il temsilcileri seçilmiş. Bu il temsilcileri yılda bir defa ulusal Öğrenci Meclisine katılıyorlar. Bu ulusal meclislerin çoğunlukla ‘demokrasi görüntüsünü’ kurtarmak kaygısıyla toplandığını herkes biliyor. Bu aramada aynı zamanda ÖM tüzüğünü bulmak da mümkün. Liselerdeki ÖM’lerin il, ilçe ve ülke düzeyinde meclisleri var. Örgütün ve hareketin seyrine bakıldığında şunu söylemek mümkün; ÖM’ler tek tek okullarda daha tabana yakın ve yer yer bir mücadele örgütü durumuna da geliyor. Fakat yukarı doğru yani ilçeden ile doğru çıktıkça çok güçlü bir denetimin ve bürokrasinin olduğu bir gerçek. Henüz yukarıdaki platformlarda ciddi sorun ve talepler tartışılamıyor. Ama buradan bunun hiç yapılamayacağı sonucunu da çıkartmamak lazım. Çünkü yerellerdeki mücadelelerin olgunlaşması ve mücadeleci öğrencilerin ilçe ve illerde temsiliyeti arttıkça yukarıdaki platformlarda da bir değişim kaçınılmazı olarak yaşanacaktır.

ÖM’lerden mücadele örnekleri
Tek tek okullar düzeyinde, ÖM’lerin yürüttükleri mücadeleyi hiç de yabana atmamak gerekiyor. Lafı uzatmadan ÖM’lerin yürüttükleri kimi mücadele örneklerine bakalım;

İzmir Liseliler Felsefe Platformu ayda bir defa, her defasında farklı bir liseyi seçerek (valilik onayını almak şartıyla) tartışmalar düzenliyor. Mart ayında ‘estetik, sanatçı ve iktidar’ konusu tartışılmış. Her bir etkinliğe ortalama 800 öğrenci katılıyor. ÖM’ler ile kulüpler bu çalışmayı birlikte organize ediyorlar.
İzmir Hatice Canan Anadolu Lisesi Öğrenci Meclisi, öğrencilerin bir dizi taleplerini tespit ederek okul müdürünün kapısına dayanıyor. Müdür; “siz kendinizi ne sanıyorsunuz, siz bizim üstümüzde misiniz?” diyerek öğrenci temsilcilerini azarlıyor. Sorunların başında kantin fiyatları var. İki hafta süren bir kantin boykotu yapılıyor. Seviye belirlemek için yapılan sınavlara da tepki gösteren öğrenciler konuyla ilgili boykot düzenliyor ve yönetim geri adım atıyor. 
İzmir Anadolu Teknik Lisesi’nde ÖM başkanlığı demokrat öğrencilere geçiyor. Okuldaki 54 temsilci bütün çabalara karşın bir türlü bir araya getirilemiyor. Bunun üzerine başkan tüzüğü okuyor ve orada yer alan uyarı cezasını devreye koyuyor. Böylece ilk toplantıya 16 kişi katılıyor. Öğrenciler iş güvenliği ve iş sağlığı üzerine seminer hazırlıyorlar.
İzmir Karşıyaka Lisesi temsilcileri başlarda birbirini tanımıyorlar. Kıyafet sorunu için bir araya gelen temsilciler kıyafetlerin değiştirilmesini başarıyorlar. Okuldaki ÖM ile Felsefe Kulübü birlikte “insan hakları” paneli düzenliyor.
İzmir M. Kemal Lisesi’nde Öğrenci Meclisi henüz kurulmamış. Fakat farklı liselerden öğrenciler bir araya gelince, orada da ÖM’nin kurulmasına karar verilmiş.
İzmir M. Sefa Altay Lisesi temsilcileri, okul radyosundan yayın yaparak Filistin için yardım toplamış ve tüm öğrencilere siyah kurdele dağıtmış.
İzmir Mithatpaşa EML’de, ÖM biyoloji öğretmeleriyle birlikte evrim paneli örgütlemiş. Panele yüzlerce öğrenci katılmış.
Ankara Çağrıbey Lisesi ÖM kantin işgali gerçekleştirmiş. Sebep kantin fiyatlarının yüksekliği. Okuldaki ÖM aynı zamanda disiplin cezalarına da itiraz edebiliyor. Buradaki ÖM’nin inisiyatifinde, Mamak ÖTK temsilcileri bir araya getirilmeye çalışılıyor.
İstanbul Kadıköy Anadolu Güzel Sanatlar Lisesinde iki öğretmen sürgüne gönderiliyor. Bunun üzerine harekete geçen ÖM müdürün gönderilmesi için boykot eylemi düzenliyor. Müdür okuldan gönderilirken ÖM başkanı da ilerleyen aylarda soruşturmaya maruz kalıyor. Anadolu Lisesi temsilcileri EMSAL adlı bir bülten çıkarıyorlar.
İstanbul Bahçelievler ilçesinde ÖM başkan ve temsilcileri 20 aralık mitingi için yapılan şenlik davetiyeleri nedeniyle temsilcilikten alındılar ve soruşturmaya uğradılar.
Tunceli Anadolu Lisesi öğrencileri test kitapları ve soru bankaları için kampanya başlatıyor. Bütün illere de kitap göndermeleri için çağrı yapıyorlar. Liselerin bazılarında temsilcilik var ama yeni kurulan Tunceli Üniversitesinde ÖTK yok.
Eskişehir EML başkanı aynı zamanda ülkü ocağı başkanı. Seçimler karambole getirilmiş ve konsey kurulu çalıştırılmıyor. Oysa ki 4 yıl önce il konseyinde 4’e 3 demokrat gençler öndeymiş. Başkanlık da mücadeleci öğrencilerin elindeymiş fakat ülkücü baskılarla bu tablo değişmiş.
Adana ATO Anadolu Lisesi öğrencileri ÖM’den şikayetçi. Çünkü bazı okullarda olduğu gibi burada da ÖM müdüre entegre olmuş ve para toplama örgütü gibi çalıştırılıyor. PAKSOY lisesinde ise temsilciler danışman hoca ile birlikte İnsan Hakları Komisyonu kurmuş. Dünya genelindeki insan hakları ihlalleri ve Filistin sorunu tartışılmış. Öğrencilerden daha önce alınan 26 TL’lik aidatlar, mücadeleyle ancak 20 TL’ye düşürülebilmiş. Kantin temizliği ve kantin fiyatlarının ucuzlatılması için müdürle görüşülmüş. Bunun için 1. dönem sonunda kantin boykotu yapılmış. Lisede ÖM’nin divan kurulu var. 8 kişilik bu divan çağrı yaptığında bütün sınıf temsilcileri toplanıyor.

Öğrenci Haklar Komisyonu
Adana Endüstri Meslek Lisesi öğrencileri çok ciddi sorunlar yaşıyorlar. Sorunlarını ve taleplerini dile getirmek için bir şeyler yapmaya karar veren öğrenciler bir arayış içerisine giriyorlar. ÖM seçimleri çoktan tamamlanmış ve onların dertlerini dinler durumda değilmiş. Öğrenciler arayışlarının sonunda bir çıkış yolu bulmayı başarmışlar. Şimdi onları dinleyelim;
“ÖM tüzüğüne baktık, burada komisyon kurulabilir deniyor. Biz de komisyon kurmaya karar verdik. Öğrenci Hakları Komisyonu’nu kurmayı daha doğru bir seçim olarak gördük. Başta kurucu bir heyet kurduk ve 20 üyeyle seçim yaptık. Güvendiğimiz bir arkadaşımızı başkan seçtirdik. Komisyon Başkanlığını  aldıktan sonra 321 üye daha yaptık.  Üye kartları ve üyelik sözleşmeleri hazırladık. Komisyona üye olan öğrenciler önce sözleşmeyi, üyelik formunu imzalıyor, sonra biz ona üyelik kartı doldurup veriyoruz. Böylece üyelik bilinci oluşuyor. Her üyeye bir tebrik mesajı gönderiyoruz. Modüler sistemdeyiz ve kitapları para ile satın alıyoruz. Okulda temizlik sorun ve hortum yoktu, bunu çözdük. Öğrenci Hakları Komisyonları her yerde kurulmalı ve il düzeyinde merkezileşmeli. Buna önce sınıf temsilcileri üye olmalı. Hem öğrenciyiz hem işçi, aldığımız ücret asgari ücretin üçte biri kadar. Bu değişmeli. Sigortalarımız düzenli yatmıyor ve sadece kaza durumunda işe yarıyor. Hiçbir şekilde 4 yıllık üniversite kazanma şansımız yok. Sınava aslında 2 yıllık için gidiyoruz. Zaten sınavı kazanamıyoruz.  Niye 50 TL  sınav parası verelim ki? Bizi enayi yerine koyuyorlar. Komisyonumuz bu sorunları aşmak için çalışıyor.”
Gelinen yerde okuldaki Komisyon ÖM’den de etkin bir işlev kazanmış. ÖM başkanlığını bir sonraki seçimde alacaklarının düşünüyorlar. Denizli’deki ÖM’lerin “kobay değil öğrenciyiz” eylemini Genç Hayattan okumuşlar ve oldukça etkilenmişler. Mücadelenin ortaklaşması gerektiğini söylüyorlar.

Mücadeleyi ortaklaştıracak kürsüler lazım
Görüldüğü üzere, liselerde örgütlenme düzeyi yükselirken, öğrenci meclisleri de etkinlik kazanıyor. ÖM’ler aracılığıyla gündeme gelen hak arayışları ve eylemler okul yönetimlerini rahatsız etmeye başlamış. Böylece ÖM’lerin kurulmasına vesile olan AB demokrasicilik oyunu da kısa sürede çaptan düşmeye başladı. Türkiye Öğrenci Meclisi’nde ya da İl Öğrenci Meclislerinde, yukarıda sözü edilen mücadele örnekleri tartışılmıyor. Fakat bir çok yerde mücadele eden liseli temsilcilerin tanışmaya, bilgi alış verişinde bulunmaya ihtiyaçları var. Deney aktarımı kadar ortak taleplerin belirlenmesi ve genel bir mücadele merkezinin oluşturulması için de böylesi platformların yaratılması gerekiyor. Olabilen her yerde ve her düzeyde liseli öğrenci temsilcilerinin bir araya geldiği, tartıştığı platformların kurulması büyük önem taşıyor.
Okullarda ÖM’ler ve temsilciler şöyle ya da böyle mücadele ediyorlar. Ama bütün öğrencilere hitap edecek okul bülten ve dergileri yok denecek kadar az. Bütün okullarda ÖM bültenlerinin çıkarılması mücadeleyi daha da ilerletecek görünmektedir. Ayrıca ilçe ve il düzeyinde de böylesi bülten ya da dergilerin çıkarılması, deney alış-verişi ve ortak hareket bakımından önemli bir sıçrama yaratabilir.

SONUÇ OLARAK
Emek Gençliği’nin ÖM’lere yaklaşımında, üniversitelerdeki duruma benzer bir zayıflık öne çıkmaktadır. Evet, öğrenci temsilcilikleri önemlidir. Seçimlere iyi hazırlanmak gerekir, temsilciliklerde etki sayısını da artırmak gereklidir. Fakat mesele, temsilcilik seçimlerinden sonra ya da bir yerlere seçildikten sonra bitmiyor. Aslında iş tam da burada başlıyor. Yeni gelişmeleri görmek, ortaya çıkan mücadele ve örgütlenme biçimlerini tartışarak ilerletmek  sürekli yapılması gereken bir çalışma. 
Kuşkusuz bu yazı, bir dönemi ele alarak birikmiş örnek ve sorunları paylaşmayı, tartışmayı amaç edindi. Fakat ne öğrenci gençlik hareketi ne de öğrenci temsilcilikleri böylesi dönemsel değerlendirmelerle yetinerek olması gereken noktaya ulaşabilir. Bu yüzden, hareketi günlük izlemek, sonuçlarını günlük tartışmak büyük önem taşıyor. Bunun en önemli araçları ise günlük işçi basını ve halk televizyonunu etkili kullanmaktan geçiyor. Yazımıza konu olan örnek çalışmaların çoğu ne yazık ki, televizyonumuzda, gazetemizde çıkmıyor. Televizyon ve gazete sadece Emek Gençlerinin değil, bütün öğrenci temsilcilerinin haberleştiği, tartıştığı bir kürsü haline geldiğinde, sorunların üstesinden gelmek, örgütlenme düzeyine yükseltmek  çok daha hızlı olacaktır.

SSCB Hükümetinin Kuzey Atlantik Paktı Hakkındaki Notası

Sovyet hükümeti 31 Mart tarihinde, ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve Kanada elçilikleri aracılığıyla aşağıdaki notayı iletti.
18 Mart tarihinde, ABD Dışişleri bakanlığı, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve Kanada hükümetlerinin imzalamaya hazırlandığı NATO’nun kuruluş metnini yayınladı.
NATO’nun kuruluş metni; SSCB Dışişleri Bakanlığı’nın 29 Ocak 1949 tarihinde yayınladığı ve bu notaya eklenen bildiride, bu paktın saldırgan niteliğinin olduğu kadar, NATO’nun Birleşmiş Milletler’in amaçları ve ilkeleri ve ABD, İngiltere, Fransa hükümetlerinin imzaladıkları diğer anlaşma ve uzlaşma taahhütleri ile çelişki içinde olduğuna ilişkin dile getirilenlerin hepsini bütünüyle kanıtladı. NATO’nun kuruluş metninin içeriğinde bulunan ve paktın savunma niteliğine ve Birleşmiş Milletler ilkelerinin tanındığına ilişkin açıklamalar, ne pakta üye ülkelerin kendi kendini savunmasına ilişkin sorunlarla ne de Birleşmiş Milletler ilkelerinin ve amaçlarının gerçekten tanınmasıyla hiç bir ortak yanı olmayan amaçlara hizmet ediyor.
Fransa, İngiltere ve ABD gibi büyük güçler NATO’ya katılıyorlar. Buradan, bu paktın ne Fransa, ne İngiltere ve ne de ABD’ye karşı yöneltildiği sonucunu çıkarabiliriz. Büyük güçler içerisinde sadece Sovyetler Birliği bu anlaşmanın dışında tutulmuştur. Sovyetler Birliği’nin eksikliğinin tek açıklaması ise, bu paktın Sovyetler Birliği’ne karşı yöneltilmiş olmasıdır. Aynı zamanda, ABD’nin, İngiltere’nin ve Fransa’nın resmi temsilcileri, NATO’nun SSCB ve halk demokrasisi ülkelerine karşı yönlendirildiğini açıkça belirttiler.
NATO anlaşmasının imzalanmasını gerekçelendirmek için Sovyetler Birliği’nin halk demokrasisi ülkeleriyle savunma amaçlı olarak yaptığı anlaşmalara gönderme yapılıyor. Yine de bu gerekçeler temelden yoksundur.
Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerini birbirine bağlayan bütün dostluk ve karşılıklı yardımlaşma anlaşmaları iki taraflı bir özelliğe sahiptir ve sadece barışçı, hiçbir devletin unutamayacağı yeni bir olası Alman saldırısına karşı yöneltilmiştir. Üstelik bu anlaşmaların, son savaşta SSCB’nin müttefikleri olan ABD, İngiltere ve Fransa’ya karşı yöneltildiği şeklinde yorumlaması olasılığı hangi ölçülerde olursa olsun tamamen dışlanmıştır.
Dahası var, Alman saldırganlığının tekrarlanmasına karşı, SSCB’nin sadece halk demokrasisi ülkeleriyle değil, ama aynı zamanda İngiltere ve Fransa ile de benzer anlaşmaları var.
Buna karşılık, NATO anlaşmasının iki taraflı değil, devletler arasında kapalı bir gruplaşma meydana getirecek şekilde çok taraflı bir anlaşma olması ve daha da önemlisi yeni bir Alman saldırısı ihtimalini tamamen göz ardı ediyor olması, NATO’nun böylesi bir saldırıyı önleme amacı taşımadığını ortaya çıkarıyor. Ve ayrıca anti-Hitlerci koalisyona mensup büyük güçlerden olup da bu pakta dahil edilmeyen tek ülke SSCB’dir. NATO, son savaşta ABD, İngiltere ve Fransa’nın temel müttefiklerinden biri olan SSCB’ne karşı yöneltilmiş sayılmalıdır.
NATO’ya üye ülkelerin uyguladıkları geniş askeri tedbirler, bu ülkelerin savunma çıkarlarıyla hiçbir şekilde gerekçelendirilemez.
Güncel barış koşullarında, Fransa ve İngiltere’nin işbirliği ile ABD tarafından uygulamaya konulan; her türden askeri gücün arttırılması da dahil olmak üzere geniş askeri tedbirlerin alınmasının, atom silahlarının kullanılmasına ilişkin bir planın geliştirilmesinin, tamamen saldırı amaçlı bir silah olan atom bombası stoklarının arttırılmasının, hava ve deniz üsleri zincirinin inşâ edilmesinin vb. savunma nitelikleriyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
2. Dünya Savaşı boyunca kurulan Anglo-Amerikan birleşik Genelkurmayının Washington’da kalmaya devam etmesinin, Batı Birliği olarak adlandırılan birliğin askeri Genelkurmayının daha kısa bir süre önce Fransa’nın Fontainebleau şehrinde kurulmasının, yine NATO anlaşması uyarınca öngörülen Savunma Komitesi’ni kısa sürede kurma niyetinin hiçbiri NATO’ya üye ülkelerin savunma ya da barışçı amaçlarına ilişkin belirtiler değildir. Bunlar ancak, diğer askeri hazırlıklarla birlikte kaygıların ve tedirginliklerin artmasına, türü ne olursa olsun yeni bir savaşın kışkırtıcılarının ağzının suyunu akıtan savaş histerisinin daha da yoğunlaşmasına yaramaktadır.
NATO, dünya egemenliğine soyunan Anglo-Amerikan grubunun diktatörlüğüne boyun eğmeyen devletlere gözdağı vermeye adanmıştır. Bununla birlikte, bu tarz niyetlerin kofluğu; yine dünya egemenliğine niyetlenen faşist Almanya’nın çöküşüyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı ile bir kez daha doğrulandı.
NATO’ya üye ülkeler arasında anlaşmaya üye olup da zengin olan diğer üyelerden yararlanmayı planlayan, çeşitli maddi avantajlar ve krediler elde etmek için planlar yapan ülkeler de mevcuttur.
Ayrıca, NATO’nun anti-Sovyet iddialarının temelsizliğinin farkına varmamak olanaksızdır. Sovyetler Birliği’nin hiç kimseye; ne ABD, ne İngiltere ne Fransa’ya ne de NATO üyesi herhangi bir ülkeye ne saldırmaya ne de tehdit etmeye niyetinin olmadığını gerçekten de herkes biliyor.
NATO’nun ve yeni bir güç grubu oluşturulmasına Birleşmiş Milletler’in güçsüzlüğü gerekçe olarak gösterilir. Bununla birlikte NATO’nun Birleşmiş Milletler’in güçlenmesine yardım etmediği de ortadadır. Tam tersine bu uluslararası örgütün bizzat temellerini sarsıyor. Birleşmiş Milletler’in kuruluş amaç ve prensipleriyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan söz konusu güç birliğinin kuruluşu Birleşmiş Milletler’in kuruluş yasasıyla çelişki içindedir.
NATO’ya üye ülkeler, Birleşmiş Milletler kuruluş yasasında öngörülen bölgesel anlaşmalar ile ilgili 52. maddesine başvuruyorlar. Ancak bu gerekçe, inandırıcılıktan ve temelden yoksundur. NATO anlaşmasının yerkürenin her iki yarımküresinden ülkeleri kapsıyor olması, bölgesel bir nitelik taşımasının söz konusu olmadığını ve şu ya da bu bölgesel bir sorunu çözmeyi amaçlamadığını gösteriyor. Daha önce ilan edildiği gibi Birleşmiş Milletler üyesi olmayan ülkelerin (İtalya, Portekiz) NATO’ya dahil olmaya davet edilmesi ile bu durum doğrulandı. Halbuki Birleşmiş Milletler’in kuruluş yasasının aynı 52. maddesi, bölgesel anlaşmaların Birleşmiş Milletler üyeleri arasında olabileceğini öngörüyor.
NATO’nun kuruluşunu, Birleşmiş Milletler kuruluş yasasının 51. maddesi uyarınca üye ülkelerin bireysel ve kolektif olarak kendilerini savunma hakkıyla daha fazla gerekçelendirmek mümkün değildir. Birleşmiş Milletler kuruluş yasasına göre, bu tarz bir hakkın Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerden birine karşı silahlı bir saldırının neticesinde geçerli olabileceğini kabul etmek yeterlidir. Zira, ne ABD’nin ne İngiltere’nin ne Fransa’nın ne de NATO üyesi diğer ülkelerin herhangi bir saldırı tehdidine maruz kalmadığını herkes biliyor.
NATO’nun kuruluşunu Birleşmiş Milletler kuruluş yasasının 51. ve 52. maddelerine dayandırmaya çalışmak temelden yoksundur ve bu çabanın NATO ile oluşturulan silahlı devletler gruplaşmasının asıl saldırgan amacını gizlemeye adanmış olduğu açıktır.
NATO’nun ve özellikle onun kuruluş anlaşmasının 5. maddesinin Birleşmiş Milletler kuruluş yasasıyla doğrudan çelişki içinde olduğunu hiç kimse inkar edemez. Birleşmiş Milletler kuruluş yasasının, bölgesel anlaşmalardan ortaya çıkan zorlayıcı tedbirleri düzenleyen 53. maddesinin metninde eski düşman ülkeler için özel olarak öngörülen tedbirler haricinde “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yetki vermedikçe bölgesel anlaşmalar ya da bölgesel örgütlenmeler uyarınca zorlayıcı hiçbir harekete girişilemez” deniliyor. Buna rağmen NATO’nun kuruluş anlaşmasının 5. maddesi, Güvenlik Konseyi’nin iznine gerek duymaksızın üye ülkeler tarafından askeri güç kullanılmasını öngörüyor. Böylece, NATO’nun bölgesel bir anlaşma olduğu varsayılsa bile, 5. maddesi Birleşmiş Milletler kuruluş yasasına uygun değildir. NATO’nun kuruluşu için gönderme yaptığı tüm kaynaklar Birleşmiş Milletler kuruluş yasasının amaç ve ilkelerine uygunluk açısından temelden ne kadar yoksun olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Sovyet Hükümeti yukarıda yazılanlara dayanarak şu sonuçları çıkarmıştır:
1.NATO anlaşmasının, hiç kimse tarafından tehdit edilmeyen ve hiç kimsenin de saldırmaya niyetlenmediği üye ülkelerin savunması ile hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine, bu anlaşma açıkça saldırgan bir niteliğe sahiptir ve bu saldırganlık SSCB’ne karşı yönlendirilmiştir. Bizzat üye ülkelerin resmi temsilcileri, kamuya yaptıkları açıklamalarda bu niyetlerini gizlemiyorlar.
2.NATO, Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler için bir zorunluluk olan uluslararası barış ve güvenliğin güçlendirilmesine katkı yapmadığı gibi, Birleşmiş Milletler kuruluş yasasının amaç ve ilkeleri ile doğrudan çelişki içinde bulunuyor ve Birleşmiş Milletler’in temellerinin sarsılmasına neden oluyor.
3.NATO anlaşması; 1942 yılında Sovyetler Birliği ve İngiltere arasında imzalanan ve iki devletin uluslararası barışın ve güvenliğin korunması için işbirliğini taahhüt altına alan ve “iki taraftan biri aleyhine olmak üzere hiçbir anlaşmaya ve koalisyona katılmamayı” öngören anlaşma ile çelişmektedir.
4.NATO anlaşması; 1944 yılında Sovyetler Birliği ve Fransa arasında imzalanan ve iki devletin uluslararası barışın ve güvenliğin korunması için işbirliğini taahhüt altına alan ve “iki taraftan biri aleyhine olmak üzere hiçbir anlaşmaya ve koalisyona katılmamayı” öngören anlaşma ile çelişmektedir.
5.NATO anlaşması; Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere arasında Potsdam ve Yalta Konferanslarında, savaş sırasında olduğu kadar savaş sonrasında da yapılan ve bu devletlerin temsilcilerinin katıldığı diğer toplantılar sırasında imzalanan ve ABD, İngiltere ve SSCB’nin “evrensel barışın ve uluslararası güvenliğin güçlendirilmesi ve Birleşmiş Milletler örgütünün güçlendirilmesi için çaba harcamak amacıyla işbirliği yapmayı taahhüt ettikleri” anlaşmalarla çelişiktir.

Bilim ve Provokasyon

İçinde bulunduğumuz yılın Darwin Yılı olduğu nihayet ülkemizde de hatırlandı. Ancak bu hatırlama, ne üniversitelerimizde yapılan çalışmalar ne de düzenlenen geniş katılımlı etkinlikler sayesinde oldu. Bir kez daha, Türkiye’ye özgü bir şekilde, olumsuz bir olay sonrasında akıllara geldi bu yılın Charles Darwin’e atfedildiği.
TÜBİTAK tarafından yayınlanan Bilim ve Teknik dergisinde son anda yapılan ‘darbe’ ile evrimin kapak konusu olması engellendi. Bu ‘darbe’, gazete ve televizyonlarda oldukça geniş bir şekilde yer buldu. Öyle ki, Radikal gazetesi, Bilim ve Teknik dergisinde Darwin kapağını hazırlayan ve bu nedenle de görevden alınan Dr. Çiğdem Atakuman’ın basın açıklamasının tamamına yakınını yayınladı. Gazete ve televizyonlarda, bilime yönelik sansür uygulaması sert bir dille eleştirildi. Hükümetin bilimin yerine dini geçirmek istediği üzerinden yorumlar yapıldı. Köşe yazarları, Darwin ve evrim kuramı hakkında yazılar yazdılar. Burada dinci basının olayı nasıl ele aldığını yazmaya bile gerek yok sanırım. Onların sayfaları Harun Yahya tarafından verilen tam sayfa yaratılış ilanlarıyla dolu olduğundan, bu haberlere yer kalmamıştı.
Ancak TÜBİTAK’ta yaşanan bu sansür uygulamasından dolayı hükümete yüklenen, halkın bilimsel veriler yerine dinsel dogmalara mecbur edilmesini eleştiren medyanın bu durumda hiç mi payı yok? Daha bir ay önce Türkiye’nin altı ilinde (İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Eskişehir, İzmir ve Adana) onlarca akademisyenin yanı sıra Eğitim Sen, TTB, TMMOB, TYS gibi kurumlar bir araya gelip Darwin Yılı’na dair açıklamalar yaparken bu gazeteler neredeydi? Neden Evrensel dışında hiçbir gazete, içinde bulunduğumuz yıl boyunca halkın evrim konusunda aydınlatılması için atılan bu adımı okurlarına ulaştırma sorumluluğunu taşımadı?
Medyanın evrim konusundaki çelişkili konumunu bir kenara bırakıp konumuza dönelim.  Eğer TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ömer Cebeci, zamanında olayın farkına varıp evrim kapağını dergiden çıkarmasaydı, ne olurdu halimiz? Maazallah seçim öncesinde yeni bir provokasyonla karşı karşıya kalabilirdik!1 Belki de bu “bilimsel” darbe yaşanmasaydı, bu fırsatı değerlendiren provokatörler, ülkeyi yeni bir kargaşa ortamına sürükleyebilirdi!
Kuşkusuz Cebeci’nin haklı olduğu bir nokta var. Bilim, doğası itibariyle provokatiftir. Ya da Türkçe karşılığıyla “kışkırtıcıdır”. İnsanları merak etmeye, sorgulamaya ve değiştirmeye kışkırtır. Bu yüzden gerici egemen sınıflar bilime düşmandır. Yapabildikleri ölçüde bilimin ilerlemesini durdurmak için çaba sarf ederler. Bilimin önünde duramadıklarında ise, onun halka ulaşmasını engellemeye ya da en azından çarpıtılarak ulaşmasını sağlamaya çalışırlar.
Bu konuda en büyük çatışmanın yaşandığı konu da evrim kuramı olagelmiştir. Heraklit başta olmak üzere, filozof ve bilim insanlarının doğada ve canlılardaki değişimi fark ederek bu değişimin kaynağını araştırmaya başlaması, egemen ideolojiye vurulmuş en büyük darbelerden biridir. Çünkü değişim, bugünün dünden farklı olduğunu söyler. Eğer bugün dünden farklıysa, yarın da bugünün aynısı olmayacaktır. Bu basit denklem, içinde yaşadığımız sistemin değişmemesi üzerine inşa edilen tüm kurumları tehdit etmektedir. Bu kurumların başında da, egemenliği pekiştirmek için dini de kullanan kapitalist sistem gelmektedir.
“Evrimin özü değişimdir. Doğada durağanlık yerine her zaman ve her yerde bir değişim ve dönüşüm vardır; değişen koşullar, canlı ya da cansız, doğada mutlaka değişikliklere yol açarlar. Darwin’in kuramı da dahil, evrim kuramları hep bunu gösterir, bunu kanıtlarlar. Bugün dahil, 2500 yıldır evrime karşı çıkanların karşı çıkışlarının asıl nedeni tam da burada yatar. Esasında evrimin bu düşüncesine, bu değişim fikrine karşı çıkılmaktadır. Çünkü egemen sınıflar ve temsilcileri iktidar ve egemenliklerini binlerce yıldır geniş kesimlerin sistemin devamı ve statükonun korunmasına ikna edilmesiyle sağladılar. Değişiklik fikri, bu açıdan, egemenliklerinin devamı açısından tehdit oluşturduğu için tehlikelidir, bu yüzden de karşı çıkılmalıdır. Egemen sınıflar ve onların temsilcileri, bu tehdit yüzünden dün olduğu gibi bugün de evrim fikrini reddediyor ve ona karşı mücadele ediyorlar ya da Sosyal Darwinizm veya sosyobiyoloji/evrimci psikoloji örneğinde olduğu gibi, evrim düşüncesinin sağladığı bu asıl fikrin içeriğini bozuşturup sistem ve statükonun korunmasına yardım edecek fikirler toplamı haline getirdikten sonra sunulmasına çalışıyorlar.”2
Bilim ve Düşünce kitap dizisinin 5. sayısı işte bu çatışmayı ele alıyor. Evrensel Basım Yayın tarafından, “Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi” başlığıyla okuyuculara sunulan kitapta evrim kuramının karşısına çıkan iki temel tehdit inceleniyor.

EVRİM VE YARATILIŞÇILIK
Bilim ve Düşünce’nin ikinci bölümü, evrimle ilgili tartışmalarda ilk akla gelen konuyu ele alıyor. Ülkemizde yaratılışçılığın bizzat Milli Eğitim Bakanlığı tarafından desteklendiğini düşünürsek, bu bölümün öneminden bahsetmeye gerek yok sanırım. Yazımızın girişinde değindiğimiz sansür vakasının geniş halk kitleleri tarafından tepkiyle karşılanabilmesi için, bu bölümde yer alan yazıların mümkün olan en geniş kitleye ulaşmasının faydası büyük.
Darwin’den önce evrim fikrinin ortaya çıkış serüveniyle başlayan bu bölüm, yaratılışçıların “evrimi çürüttüklerini” iddia ettikleri savlara bilimin verdiği cevaplarla son buluyor.
“Ne biyoloji bilimi ne de evrim düşüncesi Darwin’le ortaya çıkmadı, ondan önceleri vardı. Ancak, örneğin biyoloji bilimi, Darwin’den önce, daha çok yaşamla ilintili birbirinden kopuk bilgilerin toplamıydı. Darwin, bir anlamda, biyolojinin dilbilgisini oluşturdu. Yine örneğin evrim düşüncesi, ilk olarak Antik Yunanistan’ın felsefeci ve doğa bilginlerince –hem de Darwin’inkine oldukça benzeyen bir biçimde– ortaya atıldı. Bununla birlikte, günümüzde, biyolojideki temel süreçlerin anlaşılmasına yardım eden modern evrim kuramını ve büyük ölçekli bir kanıt ve deneysel veri yığını eşliğinde biyolojik ya da organik evrimin işleyiş mekanizmalarını açıklayan esas olarak Darwin oldu.”
Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere, kitapta evrim kuramı Darwin’den öncesi ve sonrasıyla ele alınıyor. Kitapta, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkmasından (Aleksandr Oparin) maymundan insana geçişte emeğin rolüne (Friedrich Engels) kadar geniş bir yelpazede makaleler bulunuyor. Gerek doğrudan yaratılışçı söylemler, gerekse “bilimsel” bir karşı duruş maskesi altında ortaya atılan bilinçli tasarıma karşı makaleler yer alıyor bu bölümde.

EVRİM VE EVRİM TARTIŞMALARI
Bilim ve Düşünce’de yukarıda bahsettiğimiz yaratılışçılığa (bilinçli tasarımı da bu kapsamda değerlendirebiliriz) karşı sunulan makaleler, biyolojiyle ilgilensin ya da ilgilenmesin, “değişim”den yana olan herkes için faydalı birer araç durumunda.
Ancak özellikle kitabın ilk bölümünde, “Evrim ve Evrim Tartışmaları” başlığı altında yer alan makaleler, konunun farklı bir noktasına dikkat çekiyor: “Günümüzde, evrim kuramını en katıksız biçimde savunur gibi görünen bazı kesimler, aslında Darwin’in kuramına en az yaratılışçılık kadar zarar veriyorlar. Kuramın içinin boşaltılması ile sonuçlanan ve günümüzde ‘sosyobiyoloji’, ‘evrimci psikoloji’, ‘genetik determinizm’ gibi adlarla anılan çeşitli tezleri savunanlar, lafızda evrim kuramını en hızlı savunur görünürlerken, aslında toplumsal süreçleri biyolojik süreçlere indirgeme çabasına girerek, evrim kuramını ‘içeriden’ yıkıma uğratıyorlar.”
Bu bölümde yer alan makaleler, biyoloji konusunda daha önce pek okuma yapmamış olanlar için, karmaşık gelebilir. Ancak bu konu üzerine kafa yoranlar için ayrı bir öneme sahip her biri. Piyasada evrim kuramı üzerine yazılmış kitaplar ve bilim dergileriyle karşılaştırıldığında, bu makalelerin farkı açıkça ortaya çıkacaktır.

ADAPTASYON VE DOĞAL SEÇİLİM
Darwin’in evrim kuramında adaptasyon (uyum) ve doğal seçilime atfedilen büyük role karşı çıkmak, bilimin “kışkırtıcı” özelliğinden Bilim ve Düşünce’nin payına düşen noktalardan sadece biri. “Köstebekler neden kördür, zürafaların boyu neden uzundur, ördeklerin neden perdeli ayakları vardır.” Bu sorulara evrimi savunan biyologlar tarafından verilen “Darwinci” yanıtlar, Bilim ve Düşünce’nin sayfalarında eleştiriliyor. Özellikle doğal seçilimin, Darwin aksini vurgulamış olmasına rağmen, evrimciler tarafından tüm soruların yanıtı gibi gösterilmesi, bu bölümdeki makalelerde farklı yönleriyle ele alınıyor.
Stephen Jay Gould ve Richard Lewontin imzalı makalede bu konu şu ifadeyle ele alınıyor: “Evrimci biyologlar arasında evliyalık (belki ilahlık) mertebesine ulaşmasından bu yana Darwin, herkes tanrının müttefikliğini de istediği için, diğer mekanizmalara sadece zorunlu geri adımlarında ve kalıtımsallığın işleyişi hakkında çağının hüzünlü cehaleti sonucu başvuran, radikal bir seçilimci olarak gösterildi. Bu görüş yanlıştır. Darwin, seçilimin evrensel mekanizmalarının arasında en önemlisi olduğuna inanmasına rağmen (ki bu görüşü paylaşıyoruz), hiçbir şey onu rakiplerinin teorisini tamamen doğal seçilime dayandıran seviyesiz karikatürize ve küçümseme çabaları kadar kızdırmamıştır.” Makalenin devamında ise, Darwin’in Türlerin Kökeni’nin son baskısına eklemek zorunda kaldığı, “Doğal seçilimin değişimde asıl fakat tek etken olmadığına inanıyorum” ifadesinin altı çiziliyor.
Steven Rose’un kaleme aldığı makalede ise, adaptasyon ve doğal seçilime “ilahi” bir güç atfedilmesi, bazı evrimcilerin katı birer ateizm savunucu gibi görünmelerine rağmen farkında olmadan da olsa yeni tanrılar yaratması olarak ele alınıyor. “Doğal seçilim, evrimden amacı çıkartmıştır ve sonuç olarak bazıları, amacın insan yaşamının kendisinden de çıktığını hissetmiştir. Dine meyilli evrimsel biyologların daha sonraki kuşakları, bu nedenle evrimsel süreçlere amaç ve yönü yerleştirmeye çalışmıştır” diyen Rose’un eleştirilerini temellendirdiği şu paragrafla yazımıza son verelim: “Benim eleştirim hiçbir şekilde gezegenimizde yaşayan organizmalara dair olan evrim gerçeğine ya da Darwin’in kendisinin önerdiği doğal seçilim mekanizmalarına karşı değildir. Burada yaratılışçılığa, köktenci dinlere ya da Yeniçağ mistisizmine yer yoktur. Benim ana hedefim ultra-Darwinciliğin sunduğu genlerin gözünden oluşturulan dogmatik dünya görüşüdür.”

 

  1. Cebeci’ye göre Darwin kapağı, “Türkiye’nin içinde bulunduğu hassas ortamda provokatif bir konu” imiş.
    Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi 5, Evrensel Basım Yayın, s.36

8 Mart’ın Ardından

“Emperyalist kapitalist sistem en çok kadınları vuruyor” cümlesi kadınlar arasındaki parti çalışmamız içinde en sıklıkla dile getirdiğimiz bir ifade. Zaten gerek ülkemizde gerekse dünyada yapılan birçok araştırma sonuçları, bu acı gerçeği rakamsal düzeyde de gözler önüne seriyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2004 tarihli verilerine göre, kadınlar, tüm dünyadaki istihdamın yüzde 40’ını oluşturmalarına rağmen (ki bu rakam içinde evde parça başı işler, part-time işler, kayıt dışı çalışmalar da vardır), çalışan yoksulların yüzde 60’ını oluşturmaktadır. Kadınlar, işgücü piyasasına erkeklerle eşit oranda, eşit bir konumda ve eşit bir ücretle katılamamaktadır.
Ülkemizde ise, kadınların iş gücüne katılımı, yani kendilerine ait bir gelir elde etme imkânının bulunmaması, tabloyu daha kötüleştirmektedir. Ülkemizde kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 26 iken, erkeklerde bu oran yüzde 72’dir. Ve işgücüne katılan kadınların yüzde 62,3’ü de kayıt dışı çalışmaktadır. (TÜİK, 2008) Kayıt dışı, yani sendikasız, sigortasız işlerde çalışmanın, kadınlar için iş gücüne katılımın yaygın ve tipik bir biçimi olduğunu görmekteyiz. Bu tablo, krizin etkisi ile kadınlar aleyhine olmak üzere daha da bozulmuş durumda.
Yine, TÜİK verilerine baktığımızda, kadınların hızla istihdamdan koptukları, eve kapandıkları görülüyor. “Umutsuz” olarak değerlendirilenlerin çoğu kadınlardan oluşuyor. Bu konumda 1 milyon 300 bin kadın bulunuyor. Eve iş alan 65 bin kişi, son bir yılda işsiz kaldı. Söz konusu konumda olan 10 binlerce işsizin çoğu kadınlardan oluşuyor.
“Umutsuzlar” olarak bilinen, iş aramayıp, çalışmaya hazır olanların sayısı 548 bin kişi artarak, 2 milyon 298 bine çıktı. Bu grup içinde yer alan, iş bulma ümidi olmayanların sayısı 166 bin kişi artarak, 817 bine yükseldi. “Umutsuzlar”ın 991 bini erkek, 1 milyon 307 bini kadınlardan oluşmaktadır.
Kriz nedeni ile işini kaybedenlerin, işsizler ordusunun yarıdan çoğunu oluşturan kadınlara yönelik, sanki krizi onlar çıkarmış, işsizliği çalışmak isteyip de iş bulamadıkları için onlar arttırmış gibi, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, 3 milyon 274 bine ulaşan işsiz sayısıyla ilgili olarak, “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde iş gücüne katılım oranı daha artıyor” diyerek, işsizliğin bu kadar artmasının sebebi olarak utanmadan kadın emekçileri gösterebiliyor.
Kısaca aktarmaya çalıştığımız bu veriler, kadınların çalışma hayatına katılım durumuyla ilgili. Peki ya kadınların toplumsal hayattaki durumu? Şiddet, ülkemizde çoğu kadının maruz kaldığı bir durum. Her üç kadından biri dayak yiyor ve çoğu kadın konu ile ilgili olarak başvuru dahi yapamamaktadır. Örneğin, Bursa Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürlüğü’nün verilerine göre, kentte bin 384 şiddet olayının bin 354`ünün kadına yönelik şiddet olduğu belirtilmektedir. Şiddet hayatının bir parçası olan, kendi gelirini elde edebilmek için sigortasız, sendikasız, düşük ücretle kayıt dışı çalışmak zorunda bırakılan, kriz cenderesi altında sıkışan emekçi kadınlar, bu yılın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü böyle bir ahval ve şerait içinde karşıladılar.
8 Mart tarihi, geniş kadın kitlelerini örgütlemek, mücadeleye katılmalarını sağlamak açısından kadınlara yönelik çalışmaların hız kazandığı, hatta bazı durumlarda buna yönelik bir çalışmanın başladığı dönemler olarak ele alınırlar. Peki, emekçi kadınlar içinde günlük düzenli politika yapmak yükümlülüğünde olan devrimci işçi partisi, bu yılın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, kadınlar içinde mücadeleyi genişletmenin, bin bir cendere içinde sıkışmış kadınları bu mücadeleye örgütlemenin, kadınları aydınlatabilmenin bir vesilesi yapmayı ne kadar başarmıştır?
Bu yılki 8 Mart kutlamalarını bu hususu tartışmak için bir vesile yapabilmek mümkün.

8 MART EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜDÜR
Öncelikle belirtmek gerekir ki, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’dür. 8 Mart’ı bir mücadele günü olarak tarihe kazandıran, emekçi kadınların 152 yıldır devam eden mücadelesidir. Kadın kitleleri içindeki parti çalışmamızda bu hususu kadınlara bıkmadan ve usanmadan anlatmak gerekmektedir. Örneğin neden 25 Nisan değil de, 8 Mart’tır, Dünya Emekçi Kadınlar Günü? Sistem, 8 Mart, 1 Mayıs gibi işçi sınıfının günlerini, içeriğini boşaltarak, neden ortaya çıktığını unutturarak, kitlelere sadece birer tüketim günü, kadınlara hediye alma günü olarak sunmaktadır. 1 Mayıs nasıl “bahar bayramı” değilse, 8 Mart da emekçi sınıfından kopuk olarak ele alınamaz. 8 Mart’ın nasıl kutlanacağı ise, 8 Mart’a verilen anlama ve bugünün kimin için neyi ifade ettiğine göre de değişmektedir.
Bugünkü kriz ortamında hızla yoksullaşan, işsizlik batağına itilen işçi ve emekçi sınıfların kadınları, bu yıl 8 Mart’ta, olağanüstü bir yaygınlıkla krize, savaşa, şiddete, ayrımcılığa karşı demokrasi, adalet, barış, ekmek ve gül isteklerini haykırdılar. Miting, basın açıklaması, şenlikler, küçüklü büyüklü toplantılarla, belki binlerce etkinliğin yapıldığı bu süreçte, kadınların bunlara katılımı meydanlara yansıyanın ötesindeydi.
Bu yıl 8 Mart’a damgasını vuran ise, kadınların, krizin faturasını ödemeyi reddetmeleri, yerel seçimler öncesi yerel yönetimlerden taleplerini dile getirmeleri ve AKP Hükümeti’nin ikiyüzlü seçim entrikalarını teşhir etmeleri oldu. Talepleri için alanlara çıkan kadın kitleleri içinde, bu yıl daha çok emekçi haklarına yönelik taleplerin öne çıkması da, dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta.
İşten atmalara, sendikasızlaştırmaya karşı Novamed direnişi ile başlayan kadın işçilerin mücadelesi, farklı kadın örgütlerinin de dikkatini giderek bu yöne çekmiştir. Bu yıl, 8 Mart’a, DESA Deri’nin Sefaköy ve Düzce’deki fabrikasında Deri-İş Sendikası’na üye olduğu için işten atılan kadınlar, IBM’den atılan beyaz yakalı kadın işçiler, atv-Sabah’ta yine Türkiye Gazeteciler Sendikası’na üye oldukları için işlerine son verilen ve son olarak ücretlerinin ödenmesi talebi ile direnişe geçen MEHA Giyim’deki kadın emekçiler, İstanbul Kadıköy’deki miting alanındaydılar. DİSK, Petrol-İş ve KESK’e bağlı sendikaların 8 Mart’a katılımı da önceki yıllara kıyasla kalabalıktı. Diğer büyük iller açısından da benzer bir tablo vardı.
Başta KESK olmak üzere birçok sendika ve kitle örgütünün bu yıl 8 Mart’a talepler üzerinden yükselen bir mücadele süreciyle hazırlanmalarının etkisi, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere alanlara yansıyarak hissedildi. Bu çerçevede KESK’e bağlı sendikaların 8 Mart’a hazırlık sürecinde güvenli-yaşanılabilir toplu taşımadan, kent aydınlatmasına kadar kadınlar için güvenli bir kent talepli; töre ve namus cinayetlerine dikkat çeken ve kadın katliamlarının son bulması talepli; Başbakanın kadınları “3 çocuk doğurarak evde oturmaya” çağırmasına karşılık “3 çocuk değil kreş istiyoruz”, “her işyerine ve yoksul emekçi semtlerine ücretsiz kreş” ve “ebeveyn izni” talepli eylemliliklerini anmak gerekir.
Bunun dışında, birçok mesleki ve demokratik kitle örgütü ya da farklı örgütlenmeler etrafında önceki yıllara oranla daha yaygın, irili ufaklı etkinliğin yapılması dikkat çekti. Çok uzun yıllardan beri ilk kez İstanbul’da 7 Mart’ta bir İşçi Kadın Şenliği, 9 sendikanın bir araya geldiği Krizde Kadın Dayanışması Ağı tarafından düzenlendi.
Çeşitli köy dernekleri, Alevi örgütleri kimi yerde etkinlikle, kimi yerde söyleşi ve panelle 8 Mart’ı ve kadınların taleplerini tartıştı. Buralara katılımın çoğu yerde merkezi olarak yapılan eylem ve etkinliklere katılımdan daha fazla olduğu da gözlemlendi.
DESA, Sintel, e-Kart gibi kadın işçilerin de olduğu işyerlerinde sendikalaşma çalışmalarındaki artış; işten atmalar ve hak gaspları karşısında işçi kadınların mücadelesinin yükselişi, Kürt kadınlarının mücadele içindeki yerinin her geçen gün daha büyümesi; diğer yandan emek örgütlerinin de daha önem vermeye başlamasıyla birlikte, emekçi karakteri yeniden belirginleşmeye başlayan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün, 2009’da ülkenin her yerinde yaygın ve etkin kutlamalarla gerçekleşmiş olması; işçi, emekçi kadınların mücadele ve örgütlenme isteğinde önemli gelişmelerin yaşandığına işaret etmektedir. Kadınlar, haklarını alma mücadelesinde, bugün daha ileriden yürüdüklerini ortaya koydular.
DESA işçisi, MEHA işçisi kadınlar, Başıbüyüklü kadınlar ve hak mücadelesi veren daha birçok kadın, kendileriyle yapılmış röportajlarda, girdikleri mücadele ile birlikte kendilerindeki değişim dönüşümü, 8 Mart’a bakışlarındaki değişimi çarpıcı bir biçimde dile getiriyorlar. 8 Mart, daha önceleri kendilerine ya hiç bir şey ya da en fazla “anneler günü”, “sevgililer günü” misali hediye edilmiş bir günü ifade ederken; mücadeleleri sırasında 8 Mart’ın tarihsel kökenini ve emekçi niteliğini öğrendiler. Bu, onları 8 Mart’ı gerçek anlamıyla sahiplenerek alanlara çıkmaya ve taleplerini orada diğer kadınlarla birleşerek dile getirmeye sevk etti. Sadece bunu yapmakla da kalmadılar; öteki fabrika, atölye ve işyerlerindeki kadınlarla, mahalleler, semtler ve köylerdeki kadınlarla ortak taleplerini haykırdılar.
Bu, yerellerde yapılan kutlamalar olduğu kadar, miting alanlarına katılımın işçi sınıfı partisi açısından önemini gözler önüne seren; meselenin, birbirinin karşısına konulmaması gereken vazgeçilmez yönlerini gösteren bir örnektir. Genel bir doğruyu öğrenmenin en iyi yolunun pratikten geçtiğini bir kez daha somutlayan bir örnek. Kadının öz çıkarları, talepleri için bizzat harekete geçmesi, mücadele bilincinin gelişmesine ve bu mücadeleyle düşünsel ve duygusal bağ kurmasına ve daha ileriden katılmasına neden oluyor. İşte bu nedenle yerellerde yapılan kutlamalara katabildiğimiz kadınların mümkün olduğunca fazlasını miting alanına taşımak önem taşıyor.
Bu çerçevede işçi sınıfı partisinin emekçi kadınlar içindeki çalışmasının bir göstergesi olarak miting alanına katılımının, mücadele içindeki tüm emekçi kadınlarla birlikte ele alındığında, 8 Mart’ın emekçi karakterinin de güçlendirilmesi bakımından önemli olduğu ortadadır.
İşçi sınıfı partisinin propagandasının içeriği açısından ise, genel söylemlerin dışında krizin kadınlar üzerindeki çok boyutlu etkisinin, önceki dönemlere göre daha özel olarak ele alındığı, kadınların yerel yönetimlerden taleplerinin de daha zengin olarak ele alındığı söylenebilir.
Partinin miting alanlarındaki katılımı açısından dikkat çeken ve parti çalışmasının henüz arzu edilen düzeye gelmediğine işaret eden bir iki noktaya değinmekte de fayda olabilir. Genel olarak taleplerde içerik kadar görsel bir zenginliğe ve yaratıcılığa da ulaşıldığını rahatlıkla söylemek mümkün; özellikle çalışmanın daha istikrarlı yürüdüğü yerel örgütler açısından. Söz konusu kimi yerellerin miting alanına katılımına bakıldığında ise, nesnesel hazırlıklarla örtüşmeyen bir durum çıkabiliyor ortaya. Yine kendi yerelinde büyük sayılabilecek kadın kitleleriyle yüz yüze gelebilen, onları etkinliklerine katabilen kimi ilçe örgütlerinin aynı beceriyi bu kadınları alanlara taşımada ortaya koyamadığı gözlenebiliyor. Bu örnekler, buralardaki çalışmanın belli bir rutine bindiğine dair önemli işaretler olabilir.
Yine gözlenen başka bir örnek, bir yerelde artık yeterince faal olmaktan çıkmış dernek türünden bir bağımsız kadın örgütlenmesinin adının bile, semtin onlarca emekçi kadınını alana getirmeye yetmiş olmasıdır. Belki faal olduğu dönemdekinden bile daha kalabalık bir katılımla hem de. Bu durum, yukarıda değindiğimiz gibi, emekçi kadın kitlelerinin her zamankinden daha çok mücadele etme ve örgütlenme isteği/ihtiyacı içinde olduklarının açık bir göstergesi değilse nedir?
Dikkat çeken bu örnekleri irdelemek, partimizin kadın kitleleri içerisindeki çalışmasının zaaf ve eksikliklerini saptamak ve yeniden düzenlemek açısından bir ihtiyaçtır.
Bu arada işçi sınıfının partisinin, emekçi kadın kitlelerini örgütlemeye yönelik çalışmasının biçimini, araç ve yöntemlerini tartışmayı, geliştirmeyi, bütünlüklü hale getirmeyi gündemine aldığı bir dönemde; işçi kadınlar içindeki çalışma ve onları mücadeleye katma konusunda henüz aşamadığı zayıflığının, 8 Mart alanlarında da göze çarptığını belirtmeden geçmemek gerek.

KADIN-ERKEK BİRLİK
Yıllardır parti içinde 8 Mart tarihi yaklaştıkça en çok tartışılan meselelerden biri de miting alanına erkeklerle mi erkeksiz mi katılınacağıdır. 8 Mart mitinglerine, ille erkeklerin de katılması gerektiğine yönelik tartışmalar, kadınlar içindeki parti çalışmasının alana yansıtılması ve olabildiğince çok emekçi kadının miting alanına katılmasının sağlanması uğraşının önüne geçebiliyor. 2009 8 Mart’ı da bu tartışmalardan muaf değildir.
Bu durum, soruna yaklaşım merkezi olarak çözülmüş olsa da, kimi yerde alanlarda dile getirilen bir serzeniş ve eleştiri olarak, kimi yerde mitinge erkeklerin de katılması gerektiği hususunda 8 Mart miting tertip komitesiyle ayrışarak “kadın erkek birlik, iş ekmek özgürlük” sloganı altında erkekli katılımla ayrı bir eylem düzenlemeye kadar varan geniş bir yelpazede sürüp gidiyor.
İşçi sınıfı partisinin 8 Mart’larda oluşturulan kadın platformlarıyla birlikte hareket etme, bu platformlarda emek örgütlerinin daha yoğun ve etkin yer alması doğrultusundaki gayretinin, 8 Mart’ın emekçi karakterinin ağırlık kazanmasına yönelik çabasının ve yükümlülüğünün bir ürünü olduğu tartışılmazdır. Bu sebeple dikkat noktasını, mitinge erkek katılımının oluşturamayacağı, oluşturmaması gerektiği de aşikar olmalıdır. Partinin dikkat noktası, ideolojik hassasiyeti, daima 8 Mart’ın emekçi karakteri üzerindedir. Parti, 8 Mart’ı “feministlere inat olsun” diye örgütlemez; onlara karşı sloganlar değil, emekçi kadınların taleplerini dile getiren sloganlarla miting alanlarını, meydanları doldurmaya yönelik çalışmalar yapar. Dikkat noktası, emekçi kadınların uyanışına, mücadele bilincinin geliştirilmesine hizmettir; yani bulunduğu yerde, semtte, işyerinde, fabrikada, mahallede kaç kadına ulaştığı, onlarla kurduğu bağların niteliği, emekçi kadınların taleplerini sahiplenmesi için nasıl bir çalışma yürüttüğüdür; kortejlerinde parti kadrosu, sempatizanı erkeklerin yürümesi değil.
Bilindiği gibi, son birkaç yılın 8 Martlarına şiddet ve barış talepleri kadar, kadın emeği de damgasını vurdu. Bu yılki 8 Mart’ı farklı kılan en önemli nokta da, keza, kapitalizmin yarattığı krizin de etkisiyle geçtiğimiz yıllardan daha fazla işçi ve emekçi kadının 2009’u mücadele içinde karşılamış olmasıdır. 8 Mart kadın platformunda yer alan kadın örgütleri bu duruma kayıtsız kalmadıkları gibi, sendikaların 8 Mart’a yaklaşımı ve sahiplenmesi de daha ilerden gerçekleşti.
Bu göstergeler, emek mücadelesinin ve toplumsal mücadelenin izleyeceği seyre de bağlı olarak, önümüzdeki yıllarda 8 Mart mitinglerinin, sendikaların, emek örgütlerinin kadın sekreterlikleri ve kadın komisyonlarının ağırlıkta bulunduğu platformlar eliyle örgütlenebileceği öngörüsünü yapmaya izin veriyor.
İşçi sınıfının partisi, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi, bin bir güçlükle hayata tutunmaya çalışan emekçi kadınları doğru mücadele çizgisi içine çekebilecek tek partidir. Ve önemli olan, emekçi kadın kitleleri içindeki parti çalışmasının daha çok kadını içine alacak şekilde yaygınlaştırmak olmalıdır ve işçi sınıfı partisinin kadın meselesindeki temel kavrayışının da bunu gerektirdiğinin kavranmasıdır.
Kadınlar hayatın her yerindeler. Mahallelerde, evlerde, fabrikalarda, sendikalarda, direnişlerde, okullarda… Dolayısıyla parti çalışmamız içinde de, kadın çalışması denip, bu çalışmayı sadece semtlere indirgemek ve diğer alanlarda kadınlara yönelik hiçbir talep öne sürmemek, geliştirmemek, çalışma yapmamak parti faaliyetini eksik bırakmak anlamına gelir. Örneğin bir fabrikada kadın işçilerin yoğun olup olmamasına bakılmaksızın, o fabrikadaki çalışmamızın talepleri içinde kadın işçilere yönelik belirlenecek talepler yer almazsa, gerçek anlamda bir parti çalışmasından bahsedemeyiz. Partinin günlük faaliyetini kadın çalışması, işçi çalışması, sendikalardaki çalışma, vs. gibi ayrımlara gitmeden, bir bütün olarak ele aldığımızda daha verimli olacağı da kavranmış olacak.
Kadın kitleleri içindeki parti çalışmalarımız daha da ileri bir noktadan ele alınınca, görülecektir ki, 8 Martlara emekçi damgası daha da net vurulacaktır.

1 Mayıs’a Doğru

Uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’a sayılı günler kaldı. Uluslararası işçi sınıfı, 2009 1 Mayıs’ına, tüm dünyada kapitalist-emperyalist sistemin giderek derinleşen krizi koşullarında gidiyor. Kapitalizmi ebedi bir sistem olarak kutsayan burjuvazinin her türden uşağı derin bir kaygı içinde. 2009’yılı, onlar için, bazı temsilcilerinin kaygıyla dile getirdiği gibi “tehlikeli” bir yıl. Büyük sermayenin hükümetleri, “kapitalizmi kurtarma” telaşı ile dev tekellere, bankalara trilyonlarca dolar akıtıyorlar. Ama bütün bu “önlemler” krize çare olmuyor ve her geçen gün yeni felaket haberleri geliyor.
Daha düne kadar sarsılmaz, yıkılmaz görülen pek çok dev kapitalist tekel, banka ya iflas etti, devletleştirildi, ya iflasın eşiğinde ya da kurtarılmak için suni solunuma bağlanmış durumda. Yakın zamana kadar emperyalist burjuvazinin sihirli ve sevimli sözcükleri olan liberalizm ve serbest rekabet, neredeyse lanetli sözcüklere dönüşmüş durumda. Devletleştirmelere ve korumacılığa sarılan hükümetler, şimdiden birbirlerini “piyasa kurallarına uymamakla” suçluyorlar. Her büyük devlet, krizden yararlanarak, rakip ülkenin kendi içine uzanmış tekellerini, kollarını yutmaya çalışıyor.
Emperyalist-kapitalist sisteme, onun büyük devletlerine ve finans kurumlarına göbekten bağımlı olan Türkiye de, ekonomik krizi en ağır yaşayan ülkelerin başında geliyor. 2001’in küçülmesi bir daha yaşanmaz deniliyordu, ama şimdiden üretim yeniden küçülme rekorları kırmaya başladı. Ekonominin temel motoru olan sanayi üretiminde kapasite yüzde 60’lara düşmüş durumda. Resmi olarak açıklanan işsizlik rakamları, yüzde 15’lere doğru tırmanıyor. Gerçek rakamlar ise, işsizliğin yüzde 26’larda olduğunu, mevsimlik, geçici işçilik vb. hesaplandığında ise, 40’lara tırmanmış olduğunu gösteriyor. Ülkenin genç kuşakları işsizliğin pençesine atılmış durumda. Ücretsiz ya da düşük ücretli “zorunlu izin” uygulamaları giderek yaygınlaşıyor. İşçi sınıfı ve emekçi halk artan işsizlik, büyüyen yoksulluk, yaygınlaşan açlık tehlikesi ile yüz yüze.
Buna karşın işbirlikçi büyük sermaye ve patronlar, diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, ülkede de AKP Hükümeti’nin kendilerini rahatlatacak olan ekonomik paketleri açmaya devam etmesini talep ediyorlar. Sadece merkezi bütçe olanakları ve vergi indirimleri değil, işsizlik fonları da büyük patronlara peşkeş çekiliyor. Ama şurada da bir fark var ki, AKP hükümeti’nin açtığı paketler, aynı zamanda bağımlılıktan dolayı, uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin finanse edilmesini –otomotivde olduğu gibi– de içeriyor.
Her kriz döneminde kapısı çalınan ilk kurum olan IMF’ye bir kez daha el açılmış durumda. Ayrıntıları pek fazla açıklanmasa da, Hükümet, IMF ile anlaşmış durumda ve yerel seçimlerin ardından, krizin tüm yükünü bütünüyle işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtına yıkmak için yeni bir saldırı dalgası başlatacak. Bu, öncelikle dış borçların ve faizlerinin aksamadan ödenmesini içeren “önlemler” paketinin açılması biçiminde olacak. Sonuçları, daha fazla vergi, zam, düşük ücret ve maaş, sosyal haklarda kısıtlama, işsizlik olarak işçi ve emekçi halka yansıyacak. Yani işçi sınıfı ve emekçi halk için yaşam ve çalışma koşulları daha fazla kötüleşecek.
Açıkça görülüyor ki; 2009 1 Mayıs’ına, ekonomik krizin tüm yükünün işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtına yıkıldığı, ama henüz bu saldırıların sonuçlanmadığı koşullarda gidiliyor. Bu durum, sermayenin saldırılarının püskürtülmesi mücadelesinin yeni bir ivme kazanabilmesi için, 2009 1 Mayıs’ının önemli bir işlevi olduğuna işaret etmektedir. Bu 1 Mayıs işçi sınıfının moral ve güç topladığı, işbirlikçi büyük sermayenin ve onun hükümetinin saldırılarının karşısına dikildiği, yeni bir mücadele dalgası için işçi hareketinin ivme kazandığı bir gün mü olacak, yoksa geçen yıl olduğu gibi Taksim tartışmalarının gölgesinde heba edilen bir gün mü olacak?
Kuşkusuz, bu 1 Mayıs’ta düşülmemesi gereken önemli tuzaklardan birisi, işte budur. İşçi hareketinin bugünkü ihtiyacı, Taksim’de öncü güçlerin vuruşması mıdır, yoksa İstanbul’da ve tüm ülkede yüz binlerce, milyonlarca işçinin katıldığı gösteri ve protestolar mıdır? Aslında bu, yanıtı belli bir sorudur. İşçi sınıfı hareketinin ihtiyacı, ana gövdesini harekete geçiren, mücadelesini örgütleyen ve birleştiren, hareketini biraz daha ileriye taşıyan tutumların alınmasında yatmaktadır.

1 MAYIS TAKTİKLERİ ÜZERİNE
İşçi hareketinin ileri kesimleri için 1 Mayısların nasıl kutlanacağı meselesi, çoğu durumda, sürekli olarak tartışma, ayrışma ve bölünme konusu oldu. Bir dönem “Taksimcilik” –son yıllarda bu eğilim yeniden yeşerdi–, ardından işçi ve emekçi konfederasyonların farklı kutlamalarda ve alanlarda ısrar etmesi, gösterilerin sadece İstanbul’la ve bir gösteri ile sınırlı tutulmaya çalışılması gibi tutumlar, işçi hareketinin birliğini engellediği gibi, sınıfın ve emekçi kitlelerin moral güçlerinin darbe yemesine de neden oldu. Bu durum, son yıllarda kırılsa da, bu kez de “Taksimcilik” yeniden yeşerdi.  
Emek hareketi ise, her zaman 1 Mayıs’a, işçi sınıfının güçlerinin birleştirilmesi, ana gövdesinin harekete geçirilmesi, sınıfın moral ve güç toplaması, daha ileri mücadelelere hazırlanması için bir olanak olarak yaklaştı. 1 Mayıs’ın sadece bir alanla, bir şehirle sınırlı kalmaması, işçi ve emekçilerinin bulunduğu her yerde ve alanda kutlanması gerektiğini savundu, bunun mücadelesini verdi, bu taktiği hayata geçirmek için pratik çaba içerisine girdi. Bu tutum, pek çok durumda, işçi hareketinin taktiği olarak da benimsendi, hayata geçirildi.
Zaman içinde işçi hareketinin deneyimleri ile yaşadığı süreç, sermaye ve hükümetin artan saldırıları, belli başlı işçi ve memur sendikalarını –Türk-İş, DİSK, KESK vb.–, tek bir alanda buluşma noktasında bir araya getirdi. Bu tür ortak kutlamalar da yapıldı. Ancak son 1 Mayıs’ta da açıkça görüldüğü gibi, bazı nedenlerle “Taksimcilik” eğilimi yeniden yeşerdi ve hareketin gücü ve olanakları geriye doğru çekildi.
Bu yeşermede diğer bazı nedenlerin yanı sıra, işçi sınıfının bağımsız hareketinin ve çıkarlarının değil, AKP Hükümeti’ne karşı CHP çizgisinde muhalefet etme anlayışının önemli bir rol oynadığını da burada belirtmek gerekir. Bu anlayış, özellikle sendika üst yönetimlerinin bir bölümünde egemen durumundadır. Bu durum, işçi sınıfı hareketine zarar veren bir rol oynamakta, onu sadece yanlış hedeflere yöneltmemekte, aynı zamanda daraltmakta ve etkisini sınırlamaktadır.
Şunu da doğru olarak tespit etmek gerekiyor ki; işçi sınıfı mücadelesine yabancı olan bu tür bir “Taksimcilik” eğilimi, geçmişin mücadelelerine, anılarına yaslanarak, geçmişin kazanımlarının savunulması gibi keskin bir görünüm altında, oportünizmin ve bugünün görevlerinden kaçmanın örtüsü olarak da kullanılmaktadır. Sendika üst yönetimlerinin bazı kesimleri, keskin mücadeleci pozları takınarak, 1 Mayıs’ta işçi sınıfının gerçek sorunlarını dile getirmemenin, yeni ve daha ileri mücadelelere hazırlanmak için sınıfın güç ve moral toplamasının engellenmesinin kolay bir yolunu bulmuşlardır! Bu anlayış da yaygın adlandırma ile “Taksimcilik” olarak şekillenmiş, 1 Mayıs’ların geçiştirilmesine hizmet etmiştir. Bu nedenle bazı sendika ve konfederasyon başkanlarının, üst yöneticilerinin korsancı sol grup mantığı ile Taksim’in yolunu tutmalarının anlaşılmayacak bir yanı bulunmamaktadır.

NE YAPMAK GEREKİR?
Bugün ülkenin her tarafı yangın yeri gibidir. Ekonomik kriz her geçen gün derinleşmekte, hükümet, işbirlikçi büyük sermayenin istekleri doğrultusunda peş peşe paketler açmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler için çalışma ve yaşam koşulları sürekli kötüleşmekte, açlık ve yoksulluk, işsizlikle birlikte yaygınlaşmaktadır. Emekçi semtleri, işsiz ve umutsuz yığınların büyük öfkelerinin biriktiği, patlamak için adeta bir kıvılcımı bekleyen barut fıçılarına dönmüştür. Bu durumda işçilerin isteği ve beklentisi, sermayenin saldırılarının püskürtülmesi için sınıfın güçlerinin harekete geçirilmesi, birleştirilmesi, mücadelenin örgütlenmesidir.
Bu durum açıkça şu gerçeğin altının çizilmesini gerektirmektedir ki, ülkenin bugün yaşadığı kriz koşulları ve işçi sınıfının saldırılara karşı mücadelesinin örgütlenmesi dışında bir 1 Mayıs taktiği düşünülemez ve hayata geçirilemez. Bu taktik de, işçi sınıfının güçlerini birleştiren, onun mücadelesinin ilerlemesine hizmet eden, sınıfa güç ve moral veren bir taktik olmak zorundadır.
Bu taktik, zorunlu olarak, belli başlı işçi merkezlerinde güçlü gösteriler, fabrika ve işyerlerinde iş bırakmalar, işçi ve emekçi semtlerinde gösteri ve protestoları içermek, işçi ve emekçilerin işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa, düşük ücret ve maaşa karşı tepkilerini ortaya koymalarını sağlamak durumundadır. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin en acil ve somut talepleri öne çıkarılmak durumundadır. Eğer ülkenin her tarafı yangın yeri gibiyse, bu demektir ki, her tarafı da mücadele alanı olabilir, dahası olmak zorundadır.
1 Mayıs, işçi ve emekçi sendikalarının krizin yükünü üstlenmeme konusunda kesin bir irade ve kararlılık ortaya koymalarına vesile olabileceği gibi, işçi ve emekçi mücadelesinin yeni bir ivme kazanmasına da yardımcı olabilir. Bu da, sermaye ve hükümetin saldırılarını püskürtmek için, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin gücünü harekete geçirmeyi başarmaları ile, bunun için en uygun çağrıları yapmaları, sınıfın ana gövdesini harekete geçirecek bir örgütlenme ve hazırlık ile olanaklı olabilir. İşçi sınıfının ileri ve örgütlü kesimleri bu konuda yeterince deneyimlidir ve böylesi bir durumda yerel platformları da harekete geçirerek, etkin, yaygın ve canlı bir çalışma yapma zorunluluğunu çok iyi bilmektedirler.
Burada sendika ve konfederasyonların sorumluluklarına bir kez daha vurgu yapılmalıdır. “Taksimcilik”in yanında ve ötesinde, tam da krize karşı mücadelenin sınıfın birliğinin önemini her zamankinden çok büyüttüğü koşullarda, krize karşı mücadelenin bir dayanağı halinde düşünülmesi gereken 2009 1 Mayıs’ının sendikal çekişme ve rekabete kurban edilmesinin günahını da kimse üstlenme eğilimi göstermemelidir. 15 Şubat Mitingi’nde iki ayrı konfederasyona bağlı iki metal sendikası arasında patlak veren sürtüşmenin, nedeni ne olursa olsun ve kim nasıl izah etmeye çalışırsa çalışsın, 2009 1 Mayıs’ına yansıtılmasının, bu sürtüşme ileri sürülerek ayrı 1 Mayıslar düşünülüp tasarlanmasının, işçileri krize karşı mücadelelerinde bölüp parçalamak ve silahsızlandırmak anlamına geldiği/geleceği bilinmeli ve bu tehlike, sınıfın ileri unsurları başta olmak üzere sınıftan yana mücadeleci sendikacılar tarafından bertaraf edilmesi için şimdiden çaba gösterilmelidir.
1 Mayıs’ı kutlama ile krizin yüklerinin işçi ve emekçi sınıfların sırtına yıkılmasına karşı mücadelenin bu dönemde tek bir çalışma olarak birleşmesi gerektiği apaçık ortadadır ve işçi sınıfının ileri kesimlerinin bu olanağı heba etme hakları bulunmamaktadır. Son söz olarak diyebiliriz ki: 2009 1 Mayıs’ının, işçi sınıfı mücadelesi açısından, ‘krizin sorumlusu biz değiliz, yükünü de ödemeyeceğiz’ olarak tanımlanabilecek taktik bir önemi bulunmaktadır ve daha ileri mücadelelerin yolu da bu tutuma sahip olmakla açılabilecektir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑