FIRAT ÇARALAN
Sovyet Hükümeti topluma bilimden çok bilimsel bakış açısını öğretmeye çalışmaktadır. Sovyet yurttaşının özellikle de genç kuşağın günlük yaşamını belirlemeye başlayan işte bu bakış açısıdır. Ülkemizde [İngiltere’de] biliminsanını oturduğu semtteki manavdan ayıran derin uçurum SSCB’de hızla ortadan kalkmaktadır.
(J. D. Bernal)
Hollywood, Ortaçağ’ın kurt adamlar, vampirler, ruhlar, cinler ve büyücülerle dolu dünyasını sinema ekranlarına taşırken, bu alanın büyülü dünyasından bolca ekmek yedi. Filmlere konu olan Tanrı’nın bu lanetli yaratıkları, Ortaçağ kurumlarının bilime ve akılcı düşünceye karşı verdiği savaşımın askerleri durumundaydı. Her muhalif düşünce, bu simgesel yaratık ve kişiliklerden birine benzetilerek, cezalandırılabilirdi. Aynı zamanda da, bu yaratıklar, Tanrı düşüncesinin tersten bir olumlamasıdır. Son dönem filmlerine baktığımızda ise, geçtiğimiz 150 yılın önemli teorilerinden “evrim kuramı”nın bu filmlere konu edinildiğini görebiliriz. Bu, Hollywood açısından ‘yaratık’ filmlerine olan ilgiyi yeniden arttırmak için iyi bir fırsat. Çünkü klasik “kurt adam” ya da “yaşayan ölüler” film serilerini monotonluktan kurtarmak, ona bir değişim geçirtmek için elde olan tek teori bu. Ruhlar aleminin imdadına evrim teorisinin yetişeceğine kim inanırdı!
Ruhlar, periler ve cinler alemi ile uğraşan, sadece Hollywood değil. Falcılık ve büyücülük gibi, akıl dışılığın bu en ilkel biçimlerinin de karaborsada epeyce alıcısı var. Bu, ev sohbetlerinde bir sohbet konusu olmaktan öte, piyasanın gözde ‘meslekleri’nden biri durumunda. Örneğin Türkiye’nin entelektüel merkezlerinden Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde, 5 liraya hem kahve içip, hem de falınıza baktırmak için epeyce mekan var. Edebiyat dünyası açısından da benzer bir durum söz konusu. Özellikle gençlik içinde, hatta daha küçük yaşlarda başlayan; fantastik, macera ve kurgu olana ilginin, doğaüstü güçlere doğru kaydığını söyleyebiliriz.
Ruhlar aleminin ‘gizemli’ dünyası, etki alanını bilim dünyasında da gösterir. Konumuz açısından ilginç bir örnek, evrim teorisini Charles Darwin ile eş zamanlı olarak bulan Alfred Russel Wallace’nin başından geçmiş. Bu örneği Friedrich Engels Doğanın Diyalektiği1 adlı çalışmasında ayrıntılarıyla birlikte verir.
WALLACE VE RUHLAR ALEMİ
Ünlü bir hayvan ve bitki bilimci olan Wallece’i ruhlar alemine kaydıran neydi? Bilimsel bir merakın kurbanı mıydı? Engels, böyle olmadığını, Wallace’in başına gelenlerin dönemin birçok bilim insanının da başına geldiğini söylüyor. Mekanik fiziğin kurucusu Isac Newton, Talyum elementini ve radyometreyi bulan William Crookes ve birçok tanınmış bilim insanı, ruhlar alemi ile bir türden ilişkiye geçmiştir. Ortaçağın en gözde ‘meslekleri’ olarak medyumluk, büyücülük ve falcılığın yükselişte olduğu bu dönem, aynı zamanda, ilk sosyalistlerin2 materyalist fikirleri yaydığı, işçi sınıfını bu fikirler etrafında bir araya getirdiği bir dönemdir. Bilimsel sosyalizm ve diyalektik materyalizme doğru giden yolda İngiltere emekçileri ve aydınları ilk adımları atmaktadır. İngiltere ekonomisinin gelişkin düzeyi, İngiliz burjuvazisi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımları, bilim dünyasını ve entelektüel yaşamı da şekillendirmektedir. Bu dönemin burjuva ekonomisi ve eğilimlerinin Charles Darwin’in evrim teorisini nasıl etkilediğini daha sonra ele alacağız. Ama öncelikle bilim ve büyücülük arasındaki çelişkili durumu aydınlatmamız gerekecek. 19. yüzyılda bu çelişkinin temel kaynağını, Engels, deneyi kutsayıp teoriyi küçümseyen bilim anlayışının (görgücülük) bir sonucu olarak yorumlar. Sonraki dönemler açısından da, görgücülük, geleneksel bilim anlayışının derinlerine kadar nüfus etmiştir. Ve günümüzün bilim anlayışını şekillendirmektedir. İş bölümünün sınırlayıcı etkisinin disiplinler arasında yarattığı teorik boşluk, görgücülüğün diğer bir kaynağı ve pratik yansımasıdır. Ama nihayetinde görgücülüğün kendisi de bir ‘teori’dir. Ve burjuva dünyasının ön yargılarının, korkularının, kendi geçmişinden kaçışının dışa vurumudur. Bu durumu daha iyi anlayabilmek ve biraz da evrim teorisine doğru yol almak için tarihi daha geriden başlatmamız gerekecek.
BİLİMDE İLK DÖNEM
Nasıl ki Yunan felsefesinin o büyük düşünsel zenginliği köle emeği üzerinde şekillenmişse, burjuva devrimleri çağı da, bin yıllık karanlık Ortaçağ’daki gelişmelerin bir sonucudur. Engels, burjuva devrimler çağını hazırlayan Ortaçağ’daki bu gelişmeleri şöyle sıralıyor: “Avrupa’da uygarlık alanının genişlemesi, orada uzun ömürlü, yaşama şansı olan ulusların yanyana oluşması, son olarak 14. ve 15. yüzyılın büyük teknik ilerlemeleri…”3
Ortaçağ’da büyük burjuva devrimlerine açılan kapı bu koşullar içinde şekillendi. 15. yüzyılda tüm Avrupa’yı sarsan ve Luther’in kişiliğinde somutlanan büyük köylü ayaklanmaları, İngiltere’de daha az kansız ve uzlaşma içinde geçen burjuva devrimi ve son olarak Fransa’da devrimi sonuna kadar götürme isteği ve cesaretiyle ortaya çıkan burjuvazinin en yiğit evlatları…
Gerçek anlamda bilim de, burjuvazinin feodalizme karşı verdiği bu savaşım içinde doğdu, büyüdü ve serpildi. Bu dönem içinde Yunan felsefesinin zengin düşünsel mirası ile ‘yeniden’ tanışıldı. Arap bilim ve tekniğinin dağınık yapısı, Batı için başlanacak ilk noktalardan biri durumundaydı. Ama doğa üzerine bilgi henüz çok yetersizdi ve bilgi hızlı bir şekilde toplanmalıydı. Coğrafi geziler, canlılar üzerinde yapılan anatomik çalışmalar, yeni minerallerin keşfi, mekanik hareketin incelenmesi ve buna paralel olarak matematikteki gelişmeler, bu çağın bilimsel karakterini özetler. Elde biriken malzeme boldu, ama henüz işlenmemişti. Coğrafi gezilerde yeni kıtalar keşfedilmiş, daha önce kimsenin gitmediği yerlere ayak basılmıştı. Ama kıta tektoniği hakkında henüz bir şey bilinmiyordu. Ve kıtaların, ilk nasıl oluşmuşlarsa, hâlâ o biçimde var oldukları sanılıyordu. Karşılaştırmalı anatomi ve fizyoloji ile birçok canlının yapısı hakkında bilgi toplanmıştı, ancak canlıların hep aynı şekilde varolduğu düşüncesi yaygındı. Newton, herhangi bir yaratıcıya gerek duymadan, fiziğin genel hareket kanunlarını ortaya koymuştu. Tanrıya düşen, saati kurmasıydı; gerisi kendi halinde hareketine devam edebilirdi. Ama bu hareket, tarihsel bir gelişimi içinde barındırmaktan çok, belli bir sınırlılıkta hareketi belirtiyordu. İşte bilimdeki bu genel durum, düşünce dünyasının da sınırlarını çiziyordu. Varolan her şey bugünkü biçimiyle algılanıyordu, durağan ve değişmezdi.
Bu dönem, kendine özgü bir aydın ve entelektüel kuşağı da oluşturdu. En az 4-5 yabancı dil bilen, bilimin birçok alanı ile ilgili, bütün dünyayı gezme arzusunu içinde barındıran burjuvazinin bilim ve coğrafi atılımlarına denk düşen bir aydın kuşağı.. Siyasi görüşleri, dine bakışları, eleştiri yöntemleri farklı olsa da, bu aydın kuşağının genel özelliği bu şekilde anlatılabilir. Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı çalışmasında bu dönemi daha ayrıntılı bir şekilde anlatır ve iş bölümünün sınırlayıcı etkisinin bu dönemde olmadığını söyler. Ve aynı çalışmada, bu döneme noktayı vuran önemli bilimsel gelişmelerden bahseder.
Yer bilimi ve jeolojik kazılar, katman bilgisini geliştirmişti. Yapılan çalışmalarda, farklı jeolojik zamanlara ilişkin bilgiler toplanmış ve bu kazılarda bugün hiç rastlanmayan canlı türlerine rastlanmıştı. Bu çalışmalar, üzerinde yaşadığımız dünyanın kendine özgü bir tarihinin olduğunu ortaya koydu.
Hücrenin keşfi, tüm canlıların en küçük ortak yapısının bulunması, karşılaştırmalı anatomi ve fizyolojinin sınırlarını genişletti.
Enerjinin dönüşümü ve korunumu ilkesi, tüm fiziğe yeni bir yön verdi. Mekanik fizik, yerini sürekli bir değişim ve dönüşüme bıraktı.
Kimyadaki gelişmeler, varolanın anlaşılmasından öte, yeni mineral ve bileşiklerin kimyasal yöntemlerle oluşturulabileceği bir aşamaya geldi.
Evrim kuramı, tüm canlı yaşamını, kendi tarihselliği içinde herhangi bir yaratıcıya, doğaüstü güce gerek bırakmadan açıkladı. Bugünkü canlıların nasıl oluştuğuna ve bunun mekanizmasına ışık tuttu.
İşte bilimdeki bu gelişmeler, o güne kadarki değişmezlik fikri ile tanımladığımız doğa anlayışını yıktı. Deneye ve gözleme dayalı bilimin verileri, bir tarih ve değişim fikri ile teorize edildi. Artık Ortaçağ’ın ruhlarına, perilerine gerek kalmadan, her şey kendi doğası ve tarihselliği içinde anlaşılabilir olmuştu. Ve sonraki yüzyılların da şekillenişi, bu bilimsel birikim üzerinden gelişmiştir. Bu bilimsel gelişmeler, tüm doğayı, canlılar da dahil, bütünlüklü bir şekilde bir varoluş ve yok oluş içinde ele alan diyalektik materyalizmin bilim alanındaki kanıtlanması oldu. Aynı şekilde, tersten söyleyecek olursak, diyalektik materyalizm, bu gelişmelerin teorik bir ifadesidir.
GÖRGÜCÜLÜK VE DİYALEKTİK MATERYALİZM
19. yüzyılda, bilimdeki gelişmelere büyük toplumsal hareketler eşlik ediyordu. Bilim, teorik düzeyde, doğa anlayışında bir bütünlük oluşturmuştu. Ama burjuva devletler, işçi hareketleri karşısında yıkıma doğru gidiyordu. Bilimsel ilerlemenin tek yöntemi olan materyalizm, toplumsal hareketler için tehlikeli bir “hastalık”tı. Onun bu yaşamdan kopartılması gerekiyordu ve bunun teorik ifadesi görgücülük (pozitivizm) oldu. Bilimsel gelişmelere paralel olarak, materyalizm, kendi gelişimi içinde, Marx ve Engels’in kişiliklerinde diyalektik materyalizm olarak işçi sınıfının biricik teorisi haline geldi. Çünkü diyalektik, hem toplusal olayların hem de doğa olaylarının gelişim yasalarını bütünlüklü bir biçimde ortaya koyuyordu. Ve burjuvaziye kendi sonunu işaret ediyordu.
Kısacası görgücülükse, bu çağda bilimsel değil, sınıfsal bir tutumun ifadesidir. Bilim ve teknik gelişmeliydi, ama toplumsal hayattan kopartılarak. Çünkü olgular arasındaki bağlar kurmak, insanları tehlikeli fikirlere sürükleyebilirdi. Burjuvazi bu çağda dine yine sarıldı, büyücülük ve falcılık, toplumun alt tabakaları için uygun bir dünya görüşü olarak yaygınlaştırıldı. İnsanlara inanacakları bir şeyler lazımdı ve bu, kesinlikle materyalizm olamazdı. Sadece yoksul emekçi tabakalar değil, bilim insanları da, görgücü düşünce tarzı ile, ruhlar aleminin kurbanı oldu. Böylece Ortaçağ’ın en karanlık güçleri, hem toplumsal alanda, hem de bilim dünyasında kendisine önemli bir yer edinebilmişti. Öyleyse bilim, kapitalistin çıkarları etrafında etkin, ama toplumsal yaşam ve bu yaşamdaki rolü üzerinden baktığımızda edilgen bir rol üstlenir. İşte evrim teorisini Darwin ile eş zamanlı olarak bulan Wallace’nin ruhlar alemine girişi ve başına gelenler, bu toplumsal gelişmelerin ilginç bir örneğidir.
Aslına bakılırsa, Wallace, insan beynini, özel bir tasarımın ürünü olarak, doğal açıklamasının dışında bırakmıştır. Burada da, burjuva dünyasının başka bir karakterini görürüz. Steven Jay Gould, bu durumu “Darwin ve Sonrası”4 adlı çalışmasında, Engels’in “İnsandan Maymuna Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesi üzerinden irdeler. Ve bu makalenin düşünsel önemini, burjuva darkafalığını açığa çıkardığını söyleyerek dile getirir. Bilim alanında pratik bilgiyi yücelten ve teoriyi küçümseyen burjuva bilim anlayışı, toplumsal alanda ise, pratik emeği küçümseme eğilimindedir. İnsanı ya da insan beynini tüm bir doğal sürecin dışında bırakan, ona doğaüstü bir anlam veren bu düşünce tarzı, sınıfsal bir yaklaşımdır. Pratik emek sürecinin hiçbir aşamasında yer almayan, kendini bu üretim sürecinin egemeni olarak, onun üstünde bir yere koyan burjuvanın kibiridir, burada görülen. Wallace, görgücülüğün olduğu kadar, bu kibirin de kurbanı olmuştur. Darwin ise, insanı, kendi doğal açıklamasının bir parçası olarak görür. İnsan beynine doğaüstü bir açıklama getirmez. Ama bunu “Türlerin Kökeni” kitabında açık açık söylemekten çekinir. “İnsanın kökenine ışık tutacaktır” gibi bir ifadeyle bu sorunu geleceğe bırakır.
TÜRLERİN KÖKENİ VE DİYALEKTİK
Darwin, Beagle gemisi ile 5 yıl sürecek olan yolculuğa çıktığında, dünyadaki vaziyet kabaca böyleydi. Ve Darwin, bu toplumsal gelişmelerden soyutlanarak düşünülemez. Gezi süresince topladığı örnekler, yaptığı gözlemler ve gezi sonrası yaptığı çalışmalar sonucu ulaştığı evrim kuramı, kendi dünya görüşünü de içinde barındırır. Onun teorisinin eksik ve yanlış sonuçlarını değerlendirirken, bu durumu da göz önüne almalıyız. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, Darwin’in evrim kuramını, diyalektiğin yasalarının süzgecinden geçirir. Evrim kuramı üzerinde yürüyen bugünkü tartışmaları, teorinin eksik ve geliştirilmeye gereksinimi olduğu yönlerini büyük bir başarı ile tahlil eder. Bu, diyalektik yöntemin bilimsel gelişmelere sıkı bir şekilde uygulanışıdır. Darwin’in evrim teorisini kabaca olsa tarif etmek, diyalektiğin bu kuramın geliştirilmesinde oynayacağı rolü daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
Darwin, bugünkü canlıların, ortak bir atadan, milyonlarca yıl süren bir evrim sonucu geliştiğini söylüyordu. Jeolojik kazılar sonucu, Kambriyen çağ (550 milyon yıl öncesi) olarak adlandırılan bir dönemde çok hücreli canlıların ‘aniden’ ortaya çıkışı ve büyük canlı çeşitliliğinin bulunması, Darwin’in o günkü bilgilerle açıklayamayacağı bir gelişmeydi. Bilimsel gelişmeler Darwin’i sınırlıyordu, ama onu sınırlayan daha önemli bir etken vardı: İdeoloji. Onun dünya görüşünde, İngiltere burjuvazisinin eğilimlerine denk düşen ideolojik bir yön bulunuyordu. Bu görüşte, ani sıçramalara, yıkım ve yeni oluşumlara yer yoktu. Süreç, başlangıçtan yukarıya doğru düz bir çizgi olarak ele alınıyordu. Kambriyen çağ, bu düşünce açısından bir muammadır ve yaratılışçılara alan açmaktadır. Bugün de, yaratılışçıların saldırılarının merkezlerinden biri durumundadır. Tarihsel süreci bir yıkım ve oluşum içinde ele alan diyalektik yöntem ise, teorik olarak böylesi bir boşluğa yer bırakmaz. Sorunu bilimin gelişme sınırları içinde bırakır.
Darwin’in, kuramına bir mekanizma da bulması gerekiyordu. Canlılar, tek hücreli canlılardan bugünkü çok hücreli karmaşık yapıdaki canlılara, hangi mekanizmalarla değişim geçiriyordu ve buradaki itici güç neydi? Darwin’in açıklaması, o günkü bilgilerle uyumlu, anlaşılır ve tamamen doğaldı. Bu mekanizmaya ilişkin genel olarak şunlar söylenebilir: Canlılar hayatta kalabilecek olandan daha fazla yavru yaparlar. Değişen çevre koşullarına en uygun olanlar hayatta kalır ve bu özelliklerini yavru bireylere aktarırlar. Darwin’in fikirlerini Lamarkçılıktan ayırmak için, buna şunu eklemek gerekir. Organizmalar üzerindeki değişiklikler rastgele olmalıdır. Yani evrim, rastlantı ve gerekliliğin bir bileşimidir. Değişiklik düzeyinde şans, seçilimin işleyişinde gereklilik. Burada, diyalektik bir yasanın canlı dünyasındaki uygulanışını görürüz. İşte “Türlerin Kökeni” kitabı bu önemli gözlemlerin üzerinde yükselir.
BİR SOHBET VE BİR YANILGI
ÇAPA Tıp Fakültesi’nde bir profesörle evrim üzerine yapılan sohbette, profesör Nâzım Hikmet’in şiirinden yaptığı bir alıntıyı ve evrim kuramını bir araya getirdi. Nâzım’ın çok kullanılan dizelerinden “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sözünü örnek verdi. Eğer Nâzım Darwin’in evrim kuramını bilseydi, bu şiiri başka türlü yazardı dedi. Ve ormanda kardeşlik değil, bir savaşımı görürdü diyerek, sözlerini tamamladı.
Nâzım Hikmet’in evrim kuramına ilişkin bilgisi konumuzun dışında, ama hocanın söyledikleri irdelenmeye değer. Evet, ormanda bir savaşım var. Çok bilinen söylemle, bir varolma savaşımı. En güçlünün hayatta kalabildiği, güçsüzlerin ve uygun olmayanların ise, bu savaşımda yok olduğu bir orman akla daha yatkın. Darwin de, evrim kuramında böylesi bir savaşımdan bahseder ve evrimin itici gücünü bu savaşta bulur. Ama ondaki bu görüş, çağının vahşi kapitalist sömürüsünün teorisine yansıması biçimindedir. Engels’in Darwin’in evrim kuramına eleştirisi de, bu noktada odaklanır. Doğanın Diyalektiği adlı çalışmasında ayrıntılı olarak verir:
“Varolma savaşımı ile ilgili tüm Darwin teorisi… burjuva ekonomisinin rekabet teorisini, ayrıca Malthus’un nüfus teorisini toplumdan canlı doğaya aktarmaktan başka bir şey değildir. Bu marifetin tamamlanmasından sonra (bunun kayıtsız şartsız haklı olduğu, özellikle Malthus’un teorileri bakımından henüz çok kuşkuludur), bu teorileri doğa tarihinden alıp tekrar toplum tarihine aktarmak çok kolaydır ve böylece bu iddiaların toplumun ölümsüz doğal yasası olduğunu tanıtlandığını ileri sürmek çok daha fazla bir bönlüktür.”
Engels’in Darwin’in hatası üzerine söyledikleri, canlıların değişim geçirme mekanizmasını varolma savaşımı gibi tek yanlı bir teoriyle genelleştirmesi olduğu üzerinedir. Darwin, burada, canlı evrimine ilişkin yüzlerce farklı seçeneği dışlar. Ama Engels, bu durumun, Anti Dühring adlı çalışmasında, her büyük buluş yapan bilim insanın başına gelebilecek bir durum olduğunu söyler. Engels’in Darwin’in evrim kuramına ilişkin bu değerlendirmesi, günümüz evrim tartışmalarına ışık tutmaktadır. Bu, diyalektik düşünce tarzının parlak bir örneğidir. Evet, doğada bir savaşım var. Ve bunun canlı evrimi üzerindeki etkisi inkar edilemez. Ancak bu, etkenlerden sadece bir tanesidir. Günümüz evrim tartışmaları da, bu konu üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Evrensel Basım Yayın tarafından basılan “Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi”5 kitabından bir örnekle durumu daha iyi anlayabiliriz. Biyolojiye diyalektik yöntemle bakan bilim insanlarının evrim kuramına ilişkin eleştirileri, Engels’in bu düşüncelerinin yeni bilimsel gelişmelerin ışığında bir devamı niteliğindedir. Örneğin, University College London’da sinir bilim profesörü olan Steven Rose şunları söylemektedir:
“Şimdiye kadar seçilim biriminin doğasını, seçilimin kendi doğasını ele almaksızın ortaya koydum. Darwinci denklemin basit Maltusçu versiyonunda işaret ettiğim gibi, az olan kaynaklar için olan rekabetle seçilim, Darwin’in kendisinin de çok iyi gördüğü gibi, evrimsel değişimin yalnızca kısmi bir mekanizması olabilir; buna, seksüel seçilim ve akraba seçilimi, kurucu etkisiyle seçilim, popülasyonların yeni çevrelere doğru genişlemesi ya da Darwin’in ispinozları gibi potansiyel ekolojik nişler, Kettlewell’in güvelerindeki gibi seçici avlanma ile popülasyon ve türlerin birlikte evrimi –seçilim hangi seviyede olursa olsun– eklenmelidir. Dahası, tek genler ve ekosistemler arasındaki hiyerarşinin verilen herhangi bir seviyesindeki seçilim, otomatik olarak diğer seviyelerdeki seçilim ve evrimsel değişimi göstermez. Canlı sistemlerinde böyle sıkı eşleşmeleri gereksiz hale getiren esneklik ve bolluk bulunmaktadır.”6
Engels’in “Doğanın Diyalektiği” kitabında gördüğümüz evrim kuramına ilişkin eleştirisi, 150 yıl sonra bugün, “Dünü ve Bugünüyle Evrim Terosisi” kitabında yeni bilimsel gelişmelerin ışığında çok daha zengin bir biçimde ortaya konulmaktadır. Ve diyalektiğin doğa yasalarına uygulanışının güzel bir örneğidir.
GÜNÜMÜZ EVRİM TARTIŞMALARI
Bugünkü evrim tartışmaları, bilimin değerlerini savunanlar ile gerici burjuvazi ve her türden ideolojik temsilcisi arasında süren ve Ortaçağ’ın en karanlık güçlerine karşı yürüyen bir savaşın ortasında yapılmaktadır. AKP’nin bilime yönelik ideolojik saldırıları, TÜBİTAK’ta ve üniversitelerde gördüğümüz gibi, kadrolaşma faaliyeti ile birlikte yürümektedir. Büyücülük, falcılık gibi her türden akıl dışı Ortaçağ yaratıları AKP’nin açtığı platformda etkilerini daha da güçlendirmektedir. Bilim, bütün bir Ortaçağ fikirleri ve yaklaşımlarıyla sınırlandırılmak istenmek, bilim üreten kurumların özerkliği iğdiş edilmektedir. Piyasaya açılan eğitim kurumları bilimle uğraşan genç kuşakları belirsiz bir geleceğe mahkum ettiği oranda, bu fikirlerin gelişimi için de uygun bir zemin hazırlamaktadır. Teoriyi küçümseyen bilim anlayışının da, siyasal alanda AKP’nin etki alanını güçlendirmekte olduğu kuşkusuzdur.
Bu nedenle, 150 yıl sonra bugün; bilimin değerlerini savunmak, burjuva gericiliği ve özel olarak yürütmeyi elinde bulunduran AKP karşısında oluşabilecek en geniş cephenin örülmesiyle mümkündür. Ve diyalektik materyalizmi savunanlar, bu cephenin sağlam ve tutarlı ilerlemesinin biricik güvencesidir.
- doğanın diyalektiği ve evrim teorisi
- Ayrıntılı bilgi için bkz. Ütopyadan Bilime Sosyalizm, Evrensel Basım Yayın, Aralık 2006
- Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ekim 2006, sf: 28
- TÜBİTAK yayınları
- Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi, sayı: 5
- “Ultra-Darwinizm’in Ötesinde”, Prof. Steven Rose – University College London, sinir bilim profesörü