Yardım Değil Sosyal Güvenlik

Yerel seçimler döneminde AKP’nin Tunceli’de beyaz eşya dağıtması, devletin, bir süredir bu parti ve hükümeti tarafından yaygın bir deyimle “sadaka devlet”e dönüştürülmesinin en göze çarpan kanıtlarından biridir. AKP, özellikle doğal gazın birim fiyatına aşamalı olarak yüzde yüz oranında zam yaptıktan sonra ortaya çıkan ısınma sorununu, yoksul bölgelere kömür dağıtarak çözmeye çalıştığı kış ayları boyunca da, sadaka dağıttığı gerekçesiyle eleştirilmişti. AKP’nin dağıttığı yardımların bütçeye maliyeti o kadar yüksektir ki, kamu olanaklarını kendi parti çıkarı için kullanıyor olması, kamuoyunda, çözdüğünü iddia ettiği huzursuzluktan daha büyük bir huzursuzluğun kaynağı olmuştur.
Seçimlere birkaç ay kala, önceki genel seçimlerde alınan oyu yükseltmek, DTP ve CHP’nin elindeki belediyeleri ele geçirmek için devlet olanakları harcanarak halka rüşvet dağıtılması, seçimlere katılan partiler açısından, hem bir adalet hem de etik tartışması başlattı. Ancak AKP’nin yardımları, seçim döneminde yoğunlaşmış ve açıkça oy kazanmaya yönelik olsa da, bunun sadece seçim gibi olağanüstü bir dönemin atlatılmasını amaçladığını, onunla sınırlı kalacağını ve kaldığını söylemek mümkün değildir. Siyasi rekabetin yoğunlaştığı dönemde, yardım dağıtımı, susuz köylere çamaşır makinesi, elektriksiz köye buzdolabı dağıtmak gibi karikatürize edilmiş bir biçim alsa da, yardımlar, aslında bizim ülkemizde bir sosyal politika olarak görülmeye çoktan başlamıştır ve zaten AKP de, yardım dağıtmaya son birkaç aydır soyunmuş değildir. Bu parti, iktidara geldiğinden beri yerel teşkilatları, partili yerel yönetimler ve mülki amirlikler aracılığıyla yardım dağıtmayı sürdürmüş; erzak dağıtımından para yardımına kadar, okullara kılık kıyafet sevkiyatından sıcak yemek servisine kadar gözle görülür bir faaliyet içinde olmuştur.
Eko News’te çıkan bir haberde yer alan şu rakamlar durumu özetler: 2003-2008 yılları arasında (Mayıs) dağıtılan kömür miktarı, toplam değeri 1 milyar 86 milyon 958 bin YTL’yi bulan 7.5 milyon tondur. İçişleri Bakanı Atalay, 2003-2007 arasında ihtiyaç sahibi ailelere dağıtılan 5 milyon 862 bin 722 ton kömürün Hazine’ye maliyetinin yaklaşık 1 milyar 8 milyon YTL olduğunu açıklamıştı. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı aracılığıyla 2003 yılında, 2 milyon 644 bin 784 kişiye, 35 milyon YTL, 2004 yılında 55 milyon YTL, 2005 yılında 90 milyon YTL; 2006 yılında 150 milyon YTL, 2007 yılında ise, 1 milyon 882 bin 234 kişiye 90 milyon 932 bin 337 YTL’lik kaynak ihtiyaç sahiplerine aktarılmıştır. 2008’in ilk 5 ayında yapılan yiyecek yardımı miktarı ise, 26 milyon 429 bin YTL’yi bulmuştur.
Şartlı Nakit Transfer sağlık yardımı kapsamında, okul çağı öncesi çocuklarının düzenli sağlık kontrollerini yaptıramayan ailelere ve anne adaylarına, ödemeler doğrudan annelere yapılmak üzere düzenli sağlık yardımı yapılmıştır. Bu kapsamda, ihtiyaç sahiplerine, 2005 yılında 784.860 YTL kaynak aktarılmıştır. 2008 Mayıs ayı itibariyle ise, 34.596 anne adayına 263.917 YTL kaynak aktarılmıştır.
2007–2008 eğitim dönemi başında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan, 70 milyon YTL kaynak, dar gelirli ailelerin ilk ve orta öğretimde okuyan çocuklarının önlük, çanta ve kırtasiye gibi okul ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla ihtiyaç sahibi ailelere dağıtıldı. İşsizliğin ve yoksulluğun belirgin olarak yaşandığı yerlerde, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları tarafından işletilen 51 aşevi ile 33.412 yurttaşa sıcak yemek verilmektedir.  Valilikler tarafından yapılan barınma yardımları ise, toplamda 6 milyon 467 bin 450 YTL’ye ulaştı. Bu yardımlar, ayni ve nakdi olmak üzere toplam 18 bin 108 kişiye yapıldı.
Buraya sadece bir kısmını aldığımız rakamlara ve tarihlere bakılırsa, AKP’nin, hükümete geldiğinden bu yana yardımlar için ciddi bir kaynak kullandığı ve bir yardım dağıtım ağı ördüğü görülüyor. Bu, işsizliğin giderek arttığı, yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfusun giderek genişlediği ülkemizde, AKP’nin yoksullar arasında niçin sempatiyle karşılanır olduğunu, yoksulların AKP için neden bir oy potansiyeli oluşturduğunu da az çok açıklar niteliktedir. Yardım alanların gözünde, AKP, şimdiye dek hiçbir partinin yapmadığı oranda yoksulları gözeten, onları açlıktan kurtaran, sağlık sorunları söz konusu olduğunda onları çaresiz bırakmayan bir partidir. AKP, kurduğu yardım ağları ve vakıflar, yandaş sivil toplum örgütleri ve tarikatlar aracılığıyla güçlenmiş cemaat ilişkilerinin de mimarı olarak görülmüş, bu yoksul kitleleri, cemaatlerin sosyal ilişkileri içinde yalnız bırakmayan bir parti izlenimi verebilmiştir.
Büyük bir çoğunluk için AKP’nin kurduğu sosyal yardım düzeni, bu partinin temsil ettiği muhafazakâr ve dini dünya görüşüyle ilişkilidir. Siyasal İslam’ın temsilciliğine soyunmuş bu parti, dinin ebedileştirdiği eski kırsal toplumun cemaat esasına dayalı toplumsal düzenini esas almış gibidir. Yerel parti organları, bu cemaatlerin işleyişini düzenler; bölgelerinde yaşayan sakinlerin ekonomik ve sosyal durumlarını ev ev, kapı kapı tayin edebilir. Merkezi hükümetle yerel yerleşimlerin ilişkisi, yerel örgütlerin aktardığı bilgilere göre düzenlenir. Yardıma muhtaç ihtiyaç sahiplerinin bilgisi tek tek yerel yönetimler tarafından toplanır, yardımlar da yine aynı kaynaklar tarafından dağıtılır. Yerel yönetimle yerel sakinler arasında kurulmuş olan bu ilişki, cemaat toplumlarına özgü sosyal dayanışmanın koşullarından biridir. İslam dinine göre, bu dayanışma, aynı zamanda, sınıflar arasındaki çelişkilerin yerel potansiyellere dayanarak hafifletilmesini sağlar. Fitre, zekat ve sadaka adı altında, hali vakti yerinde olanların yoksullara aktardıkları kaynaklar, Müslümanların, “komşusu açken uyuyamayan” bir kitle olarak ideolojik bakımdan şekillenmiş varlığını öngörür. Bu şekillenme, yoksulluğun yarattığı risklerin; açlığın, hastalıkların, suçun ve sosyal isyanların da önleyicisidir bir bakıma. İslami toplumsal örgütlenme düzeninde, varsılların yoksullara sağladığı destek görünüşte son derece insanidir. Henüz sosyal politikaların merkezi bir uygulama haline gelmesinin mümkün olmadığı; herkesin herkesi tanıdığı, toplumun az çok homojen olduğu pre modern toplumlarda, böyle bir cemaat dayanışması gerçekten de öyledir.
AKP, işte, genel olarak, İslam’ın cemaat dayanışması esasına dayalı bu toplumsal örgütlenme modelini esas alır. Modern öncesi sosyal ilişkilerin kalıntılarının hâlâ sürdüğü bir ülkenin yurttaşlarının epey bir kısmına bu ilişkiler hiç yabancı gelmediği ve cemaat dayanışmasının çözülmesinden, doğal olarak gelip geçen eski partileri sorumlu tuttukları için, AKP prim yapmıştır.
Aslında gerçek, hiç de göründüğü gibi değildir. AKP’nin izlediği sosyal politikaların bu topraklarda bir uygulanabilme zemini bulabilmesi, ne tek başına böyle bir zeminin varlığıyla, ne de AKP’nin, dünya konjonktüründen bağımsız becerisiyle açıklanamaz.
28 Şubat darbesiyle iktidardan düşürülen Doğru Yol ve Refah Partisi hükümetinin hemen arkasından kurulan AKP, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da egemen kılmak istediği “ılımlı İslam” düzeninin bir “proje partisi” olarak doğduğundan bu yana, neoliberal politikalarla siyasal İslam’ın “uygun” bir sentezini yapmayı denedi. Dolayısıyla “küreselleşme” sürecinde, sermaye birikiminin ve dağılımının önündeki her türden iktisadi, hukuki, ideolojik ve sosyal engeli bertaraf etme esasına dayalı neoliberalizasyonun en uygun araçlarından biri olarak, bu yolla şekillenebildi. Sosyal politikaların yerine düzensiz yardımların geçirilmesinin, örgütlü modern bir toplumun yerine dayanışma esasına dayalı arkaik, cemaat tipi sosyal örgütlenmelerin canlandırılmasının AKP’nin neoliberal bir proje partisi olmasıyla ilişkisi vardır ve bu partinin şekillenmesi, “Yeni Dünya Düzeni”nin öngörülmüş kriterleriyle uyum içindedir.
Bu dergide defalarca tekrarlanmış olmasına karşın, AKP’nin “yardımsever” bir parti olarak ortaya çıkmasının iktisadi ve sosyal nedenlerini bir kez daha, tarihsel bir arka planla açıklamakta yarar var.

CEMAAT TOPLULUKLARINDAN MODERN TOPLUMA
Feodalizmi yıkarak iktidara gelen kapitalizm kırsal ekonomiyi parçalamış, eski küçük üreticileri topraklarından koparmış ve onları emeklerinden başka satacak bir şeyleri olmayan proleterler haline getirmişti. Kırsal ekonominin toplumsal düzeninden kopmuş emekçiler için henüz hiçbir sosyal önlem alınmamıştı. Bu emekçilerin büyük bir kısmı toplu pazarlık imkanlarının oluşmadığı o koşullarda, fabrikalarda çok düşük ücretlerle istihdam edildiler. Bir o kadar kısmı ise, kaderlerine terk edildi. Hırsızlığın, soygunların, dilenciliğin ve öteki suçların en yaygın olduğu bu dönemde, yöneticilerin suçla mücadele etmek için kullandığı tek sosyal yol, işsiz güçsüzlerin, serseri kabul edilen bu takımın yerleşim bölgelerinden zorla dışarı çıkarılması, hapishanelere tıkılması ve şiddet uygulanmasıydı. 16. yüzyılda, 8. Henry zamanında, sadece İngiltere’de, 12 bin hırsızın idam edildiği söylenir. Bir işe girememiş olanların durumu buyken, çalışanların da hiçbir güvencesi yoktu. Dışarıda o kadar çok işsiz vardı ki, emek piyasasındaki “serbest rekabet” yüzünden ücretler geçinmeye yetmediği gibi, her an işten atılma tehdidi söz konusuydu. Bu dönemde, dini kurumların kendi cemaatleri için oluşturduğu sosyal yardım ağları, yoksulluk sorununun sosyal risklerinin azaltılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yine aynı yüzyılda, Avrupa’da kent nüfuslarının yüzde 10’luk bir diliminin yardımla yaşamaya çalıştığı bilinir. Nüfusun oldukça hatırı sayılır bir bölümünün yoksulluk sınırının altında yaşadığı bu koşullarda, Darül-Aceze gibi kurumlar da kurulmuştur, ama çalışabilir durumda olan nüfus bile yoksulluktan kurtulamadığı için, bu kurumlar, bu önemli sosyal sorunu ortadan kaldıramamıştır doğal olarak.
Çalışmayan kitlelerin suçtan uzak tutulmasının ve onları disipline etmenin yolunun zor kullanmak olmadığı; yoksullukla mücadele etmekte merkezi yönetimlerin sorumluluğu üstlenmesi gerektiği anlayışı kabul görünceye kadar, köprülerin altından bir hayli su aktı. Hem emekçilerin mücadeleleri, hem dini kurumlar, hem de liberal burjuvaların görmekten kaçınamadıkları sonuçlarla bağıntılı muhakemeleri, yoksullukla mücadeleyi önemli bir konu olarak devletlerin önüne koydu. O dönem bir takım reformlar da yapıldı.
Ama bu süreç düz bir çizgi olarak ilerlemez; hem çalışabilir durumda olanların, hem de o sırada çalışmıyor olsalar da yedek işçi ordusu olarak kapitalist üretime bağlı olanların disipline edilmiş toplumsal güçler olarak varlıklarını sürdürebilmeleri için alınan önlemler zigzaglar çizer. Reformlarla sunulan haklar bir sonraki reformla etkisizleştirilir, sonra yine, sınıflar arasındaki güçler ilişkisine bağlı olarak yeniden kabul edilir. Bu reformların ruhunu oluşturan asıl ilke, yoksulların, zengin vatandaşlar, kiliseler ve çeşitli yardım kuruluşları tarafından korunup gözetilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla yoksulların sadaka ve yardım kurumlarının ve kişilerin üstlendiği sorumluluk dışında güvenebilecekleri düzenli ve sürekli bir sosyal güvenceleri, kapitalizmin ortaya çıkmasından sonraki birkaç yüzyıl söz konusu olamamıştır.
Türkiye’nin geçmişi de Avrupa’nınkinden çok farklı değildir. Yoksulluk, yine yardım ve sadaka işleyişinin çözeceği bir konu olarak görülür. Doğal olarak sorunun merkezi bir çözümü öngörülmemiş, tersine toplumsal dayanışmanın konusu olarak görülmüştür. Osmanlı’da, kentlerde vakıfların ve tarikatların açtıkları aşevleri gibi yardım kurumları ya da hayır sever varsılların yardımları, yoksulun gününü kurtarmaya dönüktür. Bu arada, kentlerde meslek loncaları arasındaki dayanışma, Osmanlı toplumundaki, modern dayanışma örneklerine en yakın modellerden biridir.
Esnaf loncaları, oluşturdukları bir tür sigorta olan “orta” ve “teavün” sandıkları aracılığıyla üyeleri arasındaki cemaat dayanışmasını korumaya çalışmışlardır.
Köy topluluklarında ise, yoksulluk bir imece sorunu olarak görülür; sosyal güvenlik ve yoksulluk sorunu topluluk içinde çözülmeye çalışılır. Sistem, ideolojik olarak da, varsılın yoksulu gözetmesini teşvik eder. Müslüman inanışına uygun olarak, sevap kazanmak ve hayır işlemek isteyen hemen herkesin seferber olduğu bir dayanışma ağı kendiliğinden oluşmuştur. Henüz kapitalistleşmemiş, nüfusun büyük çoğunluğunun köylerde yaşadığı bir toplumda, yoksulluk, aslında bu durumu görmek istemeyen merkezi iktidarın gözünden de gizlenebilir niteliktedir. Kentlerdeki yoksulluk için ise, feodal “sivil toplum” kırdaki gibi etkili olamamıştır.
Dünya yüzünde sosyal güvenliğin merkezi iktidarın bir sorunu olarak ele alındığı ve ona uygun adımların atıldığı ilk yer, Bismarck dönemi Almanya’sıdır.
19’uncu yüzyılın ortalarına kadar genel oy hakkı talebiyle örgütlenen İngiliz emekçi sınıflarının Chartist hareketi döneminde, sosyal güvenlik ile ilgili pek çok talepler ileri sürülmesine karşın, ancak bundan 30-40 yıl sonra, Almanya’da iktidara gelen Bismarck, sosyal güvenlikle ilgili yasalar çıkarabilmiştir. Bismarck, hastalık, iş kazası, yaşlılık ve engellilik sigortalarını kabul etmiş, böylece ilk kez bir sosyal güvenlik sistemi oluşturulmuştur. Bismarck’ı takiben başka ülkelerde de yoksulluk yasaları denilen yasalar çıkarılmış, kısmen, sosyal güvenlik sistemine özgü düzenlemeler yapılmışsa da, bu girişimlerin hâlâ sistematik olduğunu söylemek zordur. Bunun gerçekleşmesi bir sonraki yüzyıla kalacaktır.
Bir sonraki yüzyılda, Rusya’da patlayan Ekim Devrimi, kapitalizmin ilk ülkelerinde zaten uzun bir sınıf mücadelesi geleneği oluşturmuş, uzun bir örgütlenme deneyiminden geçmiş olan işçi sınıfları açısından şimdiye kadar sürdürdükleri mücadelelerin nihai hedefinin ne olacağını açık seçik gösteriyordu. Bu, elbette, burjuvazi için de, emekçilerin örgütlü eyleminin ülkeyi nerelere kadar götürebileceğini ve kendi sınıf iktidarlarının muhtemel kaderini nasıl tehdit ettiğini gösteren bir deneyimdi de. Hem krizlerle sarsıla sarsıla ilerlese de, yüzlerce yıllık sermaye birikiminin ulaştığı düzey, hem de emekçi sınıfların kentlerde örgütlü bir güç olarak yerleşik hale gelmiş olması, üretimin çeşitlenmesi, teknolojinin ve ulaşımın gelişmesi, hem de canlı üretici güçlerin sınıf mücadeleleri boyunca ve aracılığıyla niteliğindeki değişimler vb. gibi etkenler, yoksulluk, işsizlik ve çalışmayı engelleyen fiziki koşulların kaybı gibi durumlarda yurttaşların güvence altına alınması sorununun çözümünü acil bir konu durumuna getirdi. Avrupa ülkelerinde ve ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde, sosyal güvenlik ve sosyal güvenliğin belirli ölçülerde kurumlaştırılması anlamına gelen “sosyal devlet”, özellikle Sovyetler Birliği’nin sunduğu işçi iktidarı örneğinin izlenmesi tehlikesi ve kapitalist ülkelyerdeki işçi ve sosyalist hareketin gücünün, en başta Avrupa burjuvazisini tavizler politikası izlemeye yöneltmesinin bir ürünü olarak, ciddi bir gündem olarak kendini dayattı. “Sosyal devlet”le ilgili girişimler, 2. Savaş öncesinde gündeme gelmiş olsa da, asıl kurumlaşması 2. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşmiş; kapitalizmin hayatiyetini koruyabilmek üzere, işçi ve emekçilere verilen tavizler olarak sosyal güvenlik ve yardımların geçerli olduğu bu toplumsal uygulama, sanki toplumun tüm katmanlarının “refahı” gözetiliyor ve gerçekleşiyormuş gibi “refah toplumu” olarak adlandırılmıştır.
Ünlü iktisatçı Keynes’in kapitalizmin doğasına içkin krizlerden kaçınabilmek için talebin düzenlenmesi gerektiği tezi, “sosyal devlet”in veya “refah toplumu”nun esasını oluşturur. Gerçekten de “Refah toplumu” döneminde, artı değerden önemlice bir bölüm, sosyal hizmetlerin sunumuna ve bunları satın alacak olan kitlelerin olanaklarını geliştirmek için aktarılır. Emekçilerin vergilerinden ve sosyal güvenlik primlerinden oluşturulan ortak havuz, toplumsal kolektif tüketimin hizmetine sunulur.
“Sosyal devlet”in 70’li yıllara doğru en gelişkin olduğu haline bakarak, bu sistemin burjuvazi tarafından aynen o gelişmiş haliyle tasarlandığını düşünmek, yanlış olacaktır. Çünkü o zamanki şeklini alıncaya kadar, “sosyal devlet” hem pratik olarak, hem de kavramsal olarak aşamalardan geçmiş ve hiçbir zaman statik bir bütünlük olmamıştır. Bunda, emekçi sınıfların hem kendi ülkelerinde kazanımları için verdikleri mücadelenin, hem de uluslararası düzeyde sürdürülen mücadelelerin payı vardır.
Bunu şöyle açıklamak mümkün: Kendisi de bir meta olan emek gücünün yeniden üretiminin koşulları toplumsal gelişmeye bağlı olarak değişir. Yeniden üretim, emekçinin kullandığı geçim araçlarının asgari düzeyde temin edilmesini şart koşar. Toplumsal koşullara bağlı olarak değişen de, işte bu asgari düzeydir. Emekçilerin sosyal ve ailevi hayatlarındaki değişimler, kültürel olanaklardan yararlanabilme düzeyinin hem fiziksel hem de zihinsel olarak artması, aile bireylerinin ihtiyaçlarının çeşitlenmesi, teknolojik gelişmelere bağlı olarak gündelik tüketim araçlarının çeşitlenmesi, asgari sınırı sürekli yukarı doğru hareket halinde tutar. Emekçi kitlelerini günün zorunlu kıldığı ihtiyaçları karşılanmış olarak kontrol altında tutabilmek için, burjuvazinin, asgari sınırın hareketliliğini göz önünde bulundurması gerekir. Ama çoğunlukla, bu, sınıflar açısından çatışmalı bir süreçtir. İşçi sınıfı, kendi yeniden üretimi için ihtiyaç duyduğu şeyleri belirlerken, burjuvazi bu sınırı sürekli olarak geriye çekmek ister. “Refah toplumu” dönemi boyunca da böyle olmuştur. Ancak işçi sınıfının kitlesel meslek örgütleri ve politik örgütlerinin varlığı koşullarında, emekçi kadın taleplerinin güçlenmesi ve uluslararası durumun özellikleri bakımından sınıfın yaptırım gücü, refah toplumun başlangıçtaki hedeflerini zorlamıştır.
Örneğin; “Refah toplumu” başlangıçta erkek emekçiyi esas alır. Buna göre erkek emekçiye ödenen ücretin, bakmakla yükümlü olduğu ailesinin geçimini de sağlaması öngörülmüştür. Dolayısıyla kadınlar ve çocuklar, esasen aile üyeleri olarak erkeğe bağımlıdırlar. Emek gücünün yeniden üretiminde bakım işlerini üstlenmek yoluyla önemli bir rol oynayan kadının geçimi buna bağlıdır. Fakat bu durum, elbette bir “refah toplumu” prototipi olarak görülmelidir. Yoksa “refah toplumları” boyunca çok sayıda kadının istihdamı gerçekleşmiş, sosyal politikalar kadının bireysel varlığını gözetecek biçimde yeniden düzenlenmek durumunda kalmıştır. Özellikle boşanmış, bekar ve çalışmayan annelerin geçimi, işsiz kadınlara işsizlik sigortasının sağlanması, çalışan kadınların üstündeki bakım yüklerinin azaltılmasına ilişkin bir dizi kazanım elde edilmiştir.
Sınıfın sendikal örgütlülüğünün ve emekçi kadınların kendi hakları ile ilgili duyarlılık ve taleplerinin artması, hem emekçi ailesinin, hem de emek gücünün yeniden üretim maliyetini artırmış; kültürel, sosyal, teknolojik gelişmeye ve sınıfların mevzilenmesinde emekçi sınıfların konumuna bağlı olarak nitelik de kazanmıştır. Bu durum, emekçi ailesine ödenen sosyal ücreti de artırmıştır. Bütün yurttaşlara, çalışsın ya da çalışmasın, parasız sağlık ve eğitim olanağı, çalışan kadınların çocukları için kreş, kadına ve erkeğe ücretli doğum izni, yaşlılar için bakım evleri ve destekleri, emeklilik ücreti, işsizlik sigortası, gençler, çocuklar ve yaşlılar için indirimli toplu taşıma, sosyal konutların yapılması, gençler için eğitim fonları ve meslek kursları, okul ve işyerlerinde bedava öğle yemeği, ücretli yıllık izin ve hafta sonu tatili vb. gibi emekçi ailesinin hayatını kolaylaştıran kazanımlar elde edilebilmiştir. Sendikalı işçi sayısının bugüne oranla daha fazla olması, sosyal haklar konusunda sendikaların inisiyatif gösterebilmesi ve işçi sınıfının daha fazla politize olmuş olması, bu olanağı sağlayabilmiştir. İngiltere gibi ülkelerde, kişinin çalışıp çalışmamasına bağlı olmadan, bütün sosyal haklara ulaşabilme olanağı, yurttaşlık kriterine tabi tutulmuştur. Yani sosyal haklar, emekçinin çalıştığı süre içinde prim ödemiş olmasına veya ödüyor olmasına bağlı kılınmamıştır. Ama bazı ülkelerde, sosyal güvenlik, emekçinin ödediği prime endekslenmiştir. Dolayısıyla “refah toplumları” için tek bir ölçü ve modelin olduğu söylenemez. Bu değişkenliği, o ülkenin sermaye birikiminin düzeyi ve içerdeki sınıflar mücadelesinde edinilmiş mevziler ve toplu sözleşme pazarlık süreçlerinin işleyişi belirlemektedir.
Kısacası, emekçilerin sosyal güvence ve güvenlik elde ettikleri “refah toplumu” dönemi, sınıfın tarih içinde en örgütlü olduğu zamana, dünya yüzündeki sınıf ve demokrasi mücadelelerinin en güçlü olduğu zamana tekabül eder. Türkiye emekçileri için de, böyle bir dönem, kazanımların arttığı, örgütlü emekçi sınıfların inisiyatifinin gelişmesine ve uluslararası durumun elverişliliğine bağlı olarak kısmi bir “refah” içinde yaşadığı bir dönemdir. Ama Türkiye’de işler, “refah toplumu” ülkelerinde olduğu gibi pek öyle yolunda da gidememiş, Türkiye işçi sınıfı, “bir tutum bal için bir çuval keçi boynuzuyla uğraşmak” zorunda kalmış, o “bir tutam bal”ı da her zaman elde edememiştir.

TÜRKİYE’DE SOSYAL GÜVENLİK
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu yıllardan İkinci Savaş sonrasına kadar, savaşlar nedeniyle bir hayli düşmüş nüfusu, ayni nedenle erkek sayısı azaldığı için korunmasız kalmış kadın nüfusunun çokluğuyla karakterize ve halkının ezici bir çoğunluğu köylerde yaşayan bir ülkeyken, 1940’lı yıllara gelindiğinde, bu durum yavaş yavaş değişmeye başlar. Nüfus artışında da küçük oynamalar dikkati çeker. 1950’lerden itibaren, bu değişim büyük bir hız kazanacaktır. 1927’de 24.2 milyon olan şehirli nüfus, 1940’ta yüzde 24.4’e ancak yükselirken, 1950 ile 1960 arasındaki şehirleşme oranı yüzde 32’lere tırmanır. 1950’lere gelinceye kadar, sosyal destekler, ağırlıklı olarak köylü nüfusla ilgili bir sorun olarak görülmüştür. Üretici köylünün ürününü destekleme alımlarının yapılması, zirai kredilerin yürürlüğe girmesi, kalkınma politikaları doğrultusunda gerçekleşmiştir, ama bu şekilde kırsal nüfusun yoksulluğunun önlenebileceği ve sermaye birikimine kırsal destek sağlanacağı umulmuştur.
1950’li yıllarda, kırsal üretime hem bir pazar hem de istihdram olanağı sağlayabileceği düşünülerek başlamış sanayi hamlesine bağlı kentleşmenin gelişmesi, yoğun bir iç göçü de gündeme getirdi. Demografik tabloların kent lehine yavaş yavaş değiştiği bu koşullarda, fabrikalara çalışmak için gelen işçi kitleleri, daha önce bu yoğunlukta gündeme gelmeyen bir sosyal güvenlik sorununu da gündeme getirdi. Kuşkusuz bunda en önemli etken, yukarıda söz ettiğimiz uluslararası koşullardır. Dünya emekçilerinin kendi ülkelerindeki kazanımları, Sovyetler Birliği’nin savaştan muzaffer olarak çıkması, sınıf ilişkilerinin, ülkelere ve yerel ölçeklere bağlı kalmaksızın, yeni bir dünya düzeni bağlamında yeniden düzenlenmesini gerektiriyordu ve Türkiye de, hem gelişmekte olan bir kapitalist ülke olarak, hem de stratejik konumu nedeniyle, bu sürecin dışında kalamazdı. Ancak yüzlerce yıllık sömürgeciliğin mirasını hâlâ tüketmemiş olan emperyalist devletlerde olduğu gibi, Türkiye’de güçlü bir sermaye birikimi oluşmamıştı. İşçi sınıfı mücadelesinin de, bu ülkelerdeki kardeşleri gibi uzun bir geçmişi yoktu. Dolayısıyla kırdan kente göç etmiş büyük emekçi yığınlarıyla ilgili sosyal politikalar, bu nedenle, hiçbir zaman gelişmiş ülkelerdeki hedefleri içeremedi. Devletin bu sorunu son derece gecekonducu bir zihniyetle; derme çatma, ekleme yöntemlerle çözmeye çalıştığı söylenebilir.
Fabrika çevrelerine, kentlerin eteklerine gelip yerleşen göçmen işçi kitlesinin barınma, sağlık, eğitim, alt yapı gibi ihtiyaçları konusunda, devlet, başından sonuna gözünü kapatmayı tercih etti. Kendi kendine bulduğu arazinin üzerine, alelacele bir konut yapıp başını sokan emekçi, aslında devletin ve yerel yönetimlerin üstlenmesi gereken emek gücünün yeniden üretimi sorumluluğunu, tamamen üstüne almış oluyordu. Böylece, kentin eteklerinde, altyapısız, elektriksiz, okulsuz gecekondu mahalleleri büyümeye başladı. Göç edenler, kendi konut sorunlarını çözmüş oluyorlar, böylece sosyal bir devlet için önemli bir yük oluşturabilecek konut meselesi de kendiliğinden halledilmiş oluyordu.
Ayrıca kırdan kente göç eden bu kitlenin köy ile bağlarının kesilmemesi de elzemdi. Çok düşük ücretlerle çalışan, buna rağmen hem aile geçindirmek zorunda kalan, hem de köyüne bir miktar para göndermeye çalışan işçinin ayakta durabilmesi için, köyden gelecek nevale katkısının önemi büyüktü. Öte yandan, sürmekte olan göç sırasında yeni gelenler için gerekli olan ağırlama, konaklama, bakım, iş bulma, işsizlik döneminde destek çıkma gibi “sosyal hizmet” niteliğindeki yükümlülükler de, gecekonduya önceden yerleşmiş akraba veya hısım ailelerin üzerine atılmıştı. Köyden gelenler, kente önceden yerleşmiş kendi köylülerinin evlerine yerleştiler; daha sonra gelenler de onların yanına.
İnsani ilişkilerin çok önemli olduğu kırsal ilişkilerin korunması, işçilerin modern bir işçi sınıfının ihtiyacı olan sendikal örgütlenmeler aracılığıyla hak arama bilinci edinmesinin önüne de barikat kurmuş oluyor ve böylece burjuvazi için sosyal riskleri önemli ölçüde ortadan kaldırıyordu. Çünkü kimsenin yoksulluk yüzünden kendini çaresiz hissedemeyeceği bir sosyal ortam, akraba, cemaat, tanışlık ilişkilerine havale edilerek var edilmeye çalışılıyordu.
Önemli ölçüde emeklilik maaşını garanti altına almayı ve sağlık sorunlarını çözmeyi hedefleyen ilk sosyal sigortalar kurumunun kuruluşu 1945 yılına rastlar. O zamanki adı “İşçi Sigortaları Kurumu” olan yapı, 1964 yılında, 506 sayılı Kanun ile “Sosyal Sigortalar Kurumu–SSK” olarak değiştirildi. İkinci büyük sosyal sigorta kurumu, 1950 tarihinde, 5434 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu” ile kurulan “T.C. Emekli Sandığı”dır. Üçüncü sigorta kurumu ise, 1971 tarihinde 1479 sayılı “Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu–BAĞKUR” ile oluşturulmuştur. En son olarak, 1983 tarihinde, SSK tarafından uygulanmak üzere 2925 sayılı “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu”, BağKur tarafından uygulanmak üzere de 2926 sayılı “Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu” oluşturularak, sosyal sigortanın teşkilatlanması tamamlanmıştır.
Görünürde herkesin sosyal güvenlik çatısı altında toplanması süreci de tamamlanmıştır. Ama gerçekler bunu yansıtmaz. Sosyal sigortalar, işçi sınıfının tamamını kapsayamamış; özellikle küçük işletmelerde, geçici işlerde çalışan işçiler, sigorta konusunda gönülsüz ve denetimsiz işverenler marifetiyle kapsam dışı bırakılabilmiştir. Kırsal cemaat ilişkilerinin sürmekte olması, zaten düşük ücretlerden yapılacak prim kesintilerinin yoksulluğu derinleştireceği korkusu ve geniş aile tipi toplumsal birimlerin işsiz ve yaşlıların bakımını üstleniyor oluşu, sigortayı gereksizleştiren faktörler haline gelmiştir.
Kadın iş gücünün durumu ise daha vahimdir. Esas işgücü olarak erkek belirlendiği için, kadının bakımı, geçimi ve sosyal güvenliği, kocasına veya babasına bağımlıdır. Bu yüzden, kadın, çalışıyor olsa bile, sosyal güvenceden en yoksun kesimi oluşturur. İstatistiklerde işgücü olarak geçmez. Asli toplumsal görevi, devletin veya yerel yönetimlerin görev olarak görmekten başından beri kaçındığı, bakım işlerini üstlenmesidir. Çocukların ve evin bakımı, yaşlı nüfusun ve hastaların bakımı, kadının görevidir. Kısacası, mevcut ve sonraki kuşak emek gücünün bakım yoluyla yeniden üretimi, yedek sanayi ordusunun ve de üretimden düşmüş işgücünün de bakım yükü, kadının sırtına yüklenmiştir. Karşılığında kazanabildiği ise, az çok karın tokluğu, bir lokma-bir hırka ve yakını erkek işgücü vesilesiyle hastalandığında ücretsiz bakım hakkıdır.
Görülüyor ki, emekçi ailesi, sistemin, etki ve sorumluluk alanı geniş sosyal güvenlik kurumu olarak işletilmektedir. 60’lı yıllardan sonra artan işçi mücadeleleri, toplu sözleşme sisteminin işletilmeye başlanması, 70’li yıllardaki politizasyon, emekçinin, hakları ve sorumlulukları konusundaki görüşünü az çok değiştirmiş ve kuşkusuz, bu durum, genel olarak kazanılmış hakların çerçevesini de genişletmiştir. Sermaye birikiminin de elverdiği ölçüde, kamu işletmelerinde çalışan işçilerin bir bölümü, lojman, eğitim yardımı, çocuk parası, ücretli yıllık izin, iki gün ücretli hafta sonu tatili, erzak, yakacak ve giysi yardımı, yılın belli dönemlerinde çift maaş uygulaması gibi haklar kazanabilmiştir. Bu hakları elde etmiş işçi kesimi, genel işçi nüfusu içinde çok büyük bir kesimi oluşturmaz; ancak Türkiye’de “sosyal devlet”in sınırları bu kesimden itibaren çizilmiş olduğu için, “Türkiye tipi refah toplumu”nun niteliği için tayin edici örneklerden sayılabilir.
Bütün dünyada olduğu gibi, 73’te başlayan kriz, Türkiye’de de sosyal hakların kısıtlanmasını gündeme getirdi. Sermayenin kâr oranlarındaki düşüş, sosyal güvenlik için ayrılan artı değer payını, burjuvazi için rahatsızlık verici hale getirmiştir. Türkiye’de sosyal güvenliğe, eğitime ve sağlığa ayrılan pay, Avrupa’daki devletlerin sosyal harcamalara ayırdığı meblağla kıyaslanamaz olmasına karşın, bizde de sosyal harcamaların bir külfet olarak görülmesine başlandı. Ancak sosyal kısıntılara başlanması için, 1980’de, IMF direktifiyle 24 Ocak kararlarının alınması ve bu kararların uygulanabilmesi için de, işçi sınıfının kontrol altında tutulmasını kolaylaştıracak, sendikaların inisiyatifini köreltecek ve sınıfı müttefiklerinden koparacak askeri darbenin yapılması gerekecekti.
80’ler sonrası, bütün dünyada emekçi sınıflara büyük bir savaşın açıldığı, işçi sınıfının önceki mevzilerinden adım adım sökülmeye başlandığı süreçtir. İngiltere’de Theatcher hükümetinin kelle vergisi uygulamasına başlaması, buna karşı çıkan toplumsal muhalefetin şiddetle susturulması, maden işçilerinin direnişinin bastırılması, 80’li yıllardaki saldırıların başlangıcını oluşturur. Sonrası, çorap söküğü gibi gelmiştir.

MODERN TOPLUMDAN CEMAATLERE
“Doğu Bloku” duvarının çöküşünden sonra tek kutuplu hale gelen ve kapitalizmin tek sistem olarak zaferini ilan ettiği 1989 yılından sonra dünya coğrafyasının yeniden paylaşımı gündeme geldi. Bu süreçte, özellikle eski Sovyetler Birliği topraklarında sınırlar değişti, ABD, Irak ve Afganistan’ı işgal etti ve DTÖ, G-7 ve G-8 gibi uluslararası zirvelerde ve IMF ve Dünya Bankası oturumlarında, dünya kaynaklarının nasıl el değiştirileceği üç aşağı beş yukarı karara bağlandı. Dünyanın yeniden paylaşımı, hiç kuşkusuz sadece coğrafi sınırlar üzerindeki egemenliklerin, nüfuz alanlarının yeniden gözden geçirilmesi, el değiştirmesi ve yeniden kurulması anlamına gelmiyordu; yeniden paylaşım, aynı zamanda, dünya işçi sınıfının sırtından elde edilmiş artı değerin de yeniden nasıl bir paylaşıma tabi tutulacağına bir karar vermek anlamına geliyordu. Bunun için de, iki ana sınıfın karşılıklı mevzilerinin yeniden biçimlenmesi şarttı.
Küreselleşmeye, sermayenin yeryüzündeki engelsiz dolaşım olanaklarının önündeki mevcut sınırlarının ortadan kaldırılarak, dünyanın, tek bir gücün; sermayenin kayıtsız şartsız egemenlik alanı haline gelmesi anlamı yüklenmiştir. Sermayenin karşısındaki sınıfın; dünya emekçilerinin kazanılmış haklarını kendi devletlerine karşı korumak, yenilerini elde etmek ve yaşam alanlarını güçlendirmek için oluşturdukları bütün mücadeleci örgütler ve zaten kazanılmış hakların kendisi, sermayenin sınırsız birikiminin önünde engel görülür. Bu yüzden, birkaç on yıldır, hem iş koşullarının yeniden düzenlenmesi (esnek çalışma, tam zamanında üretim, taşeronlaştırma, üretimin mekânsal parçalanması vb.), hem de işçi sınıfının ideolojik donanımının zayıflatılması yoluyla mücadeleci emek örgütleri epey kan kaybeder hale getirilmiştir.
Şimdi, devletlerin sırtlarında yük olarak gördükleri sosyal yükümlülükler, çoktan beri birer birer terk ediliyor. Kurumsallaştırılmış sosyal haklar ortadan kalkıyor ve o kurumlar yavaş yavaş yıkılıyor. Türkiye’de birkaç yıl önce çıkan iş yasası ve geçen yıl çıkan ve sonuçlarını yakın zaman içinde iyice can yakıcı biçimde görecek olduğumuz Sosyal Güvenlik Yasası (SSGSS), bizim ülkemiz için de bu kurumsallaşmış olanakların yasal bakımdan iptali anlamına geliyor. Kalkınma politikaları kapsamında vaktiyle kurulmuş, sosyal hizmetlerin merkezden perifere taşınması amaçlı köy hizmetleri, DSİ, İller Bankası, Karayolları vb. gibi kurumların zayıflatılması, bazılarının kapatılması kararı da buna eklenirse, emekçilerin kendi kaderlerine terk edildiği söylenebilir. Yerel yönetimler tarafından sübvanse edilen sosyal hizmetlerin, şimdi bu hizmet sektörüne el atmış tekeller için tek taraflı rekabete yol açtığı için, DTÖ ve MAI tarafından tasfiye edilmeye çalışılması da, aynı kalemde değerlendirilebilir.
Devletler de, artık tekellerin göz diktiği sosyal hizmet sağlayıcılığı işinde “haksız rekabetin” düzenleyicileri olmayı çok kârlı bulmadıklarından, temel hizmetleri ve sosyal güvenlik kurumlarını sırtlarından atarak küçülmeyi bir hedef haline getirdiler.
Devlet, artık çalışamayacak durumda olan, emek piyasasından hastalık ya da yaşlılık nedeniyle çekilmek zorunda kalan emek gücünün sorumluluğunu, bu emek gücünün çocukluktan başlayarak eğitiminin, sağlıklı yetişmesinin yükünü taşımayı da  istemiyor. Bunları sırtına yüklediği emekçi kadınların sosyal güvenliğini güvence altına almaya da çok hevesli görünmüyor. Sosyal hizmetler, bir emekçi ailesi için az çok kolay ulaşılır bir kamu hizmeti olmaktan çıkarak, satın alınması giderek güçleşen metalar haline geldi. Emekçi ailesinin, özellikle de kadınların, içinden geçilen tarihsel dönemin bütün yükünü üstlenecek biçimde konumlandırılması, bu yeniden paylaşım sürecinin en önemli görüngülerindendir. Fakat ne emekçiler ne de aileleri, bu yükü kaldırabilecek durumda değildir. Dünya Bankası’nın kendi verilerine göre, son on yılda, yoksulluk daha önce olmadığı ölçüde artmış, günde 2 doların altında yaşamak zorunda kalan nüfus çoğalmıştır; bu rakamların içinde, kadın yoksulluğunun oranı korkutucu boyutlardadır.
Yoksulluğun bu boyutlara ulaşması, tahmin edileceği gibi, bir örgüt disiplininden yoksunlaşmış kitlelerin gözükara ve yıkıcı tahribatlar için hazır hale gelmesini kolaylaştıran objektif koşullardandır. Çalışırken bile yoksulluk sınırında yaşayan emekçiler, geçici işsizler, iş arama umudunu yitirmiş kronik işsizler, şimdi, sistem için her zamankinden daha büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kapitalizm, bu dönemde, örgütsel silahlarından ve geçim kaynaklarından uzaklaştırılmış, eğitimsizleştirilmiş emekçi kitlesi yaratarak, kendisini, barbar bir mezar kazıcısı ile yüzyüze bırakacak bir paradoksa düşmekten kendisini alamadığı için, şimdi, bu sorun, devasa bir boyutta önüne dikiliyor. DB, BM vb. örgütler, dünya yoksulluğuyla nasıl baş edileceği konusunda sayısız raporlar yazıyor, yazdırıyorlar.
Bütün bu hayhuyun içinden büyük bir buluş olarak çıka çıka da yoksullara sosyal yardımlar çıktı. Devletin, ekonomik işlerden, hizmet sektörünü ve tarımı finanse etmekten elini çekerek küçülmesi; bütün bu alanlardaki üretimin serbest piyasaya ve serbest rekatebe bırakılması fikrinin burjuvazinin en parlak fikirlerinden biri olduğu bu koşullarda, devletin “küçülerek” üstünden attığı sosyal güvenliğin maliyeti, yeniden cemaat ilişkilerine ve “Sivil Toplum Kuruluşları”na havale edildi. 1999 yılında, bizzat DB bunu formüle ederek, emek piyasası reformunu gündeme getirmişti. Ama bundan çok önce, daha duvar yıkılalı 2 yıl olmuşken, OECD’nin 1981 tarihini taşıyan ve “Refah Devletinin Krizi” başlığı taşıyan raporunda da, sosyal politikaların ekonomik büyüme önünde engel teşkil ettiği vurgulanmıştır. OECD’nin 1994 raporunda ise, sosyal politikaların tasfiyesinin yol açtığı sorunlara değinilerek, önceki metin düzeltilmeye çalışılmış ve şöyle denilmiştir: “Küreselleşmenin etkilerinden biri sosyal koruma için talebin artması olabilir… Reform için daha işe yarar bir tasarı, küreselleşmenin bir miktar sosyal koruma ihtiyacını ortaya çıkardığını kabul etmelidir.” (OECD, 1999: 137, aktaran Ayşe Buğra, Çağlar Keyder, Sosyal Politika Yazıları, s. 119, İletişim yayınları.)
Bu, ortaya çıkan sosyal koruma ihtiyacının finansmanı konusunda, DB ve IMF’nin elbette bir önerisi ve yaptırımı olacaktır: “Yardımın makroekonomik politikalar, yoksulluğun azaltılması ve iyi yönetişim uygulamaları alanlarındaki  performansın değerlendirilmesi temelinde yoksul ülkelere gitmesi etrafında oluşan yeni konsensüs…” (Agy. 129) Buradan anlaşıldığı gibi, yoksullukla mücadele etmek için kuracakları yönetişim aygıtları, devletlerin kredilendirilmesinde öncelikli ölçü haline gelmiş ve performans kriterlerine bağlanmıştır.
Bu “tavsiyelerin” bizim gibi ülkelerde verdiği sonuçlar, son on yıldır rahatlıkla izlenebilir. Toplumun en yoksullarının hedef kitle olarak seçildiği girişimci haline getirme projeleri kapsamında DB fonları dağıtılmış, emekçiler, ellerine geçen mikro kredilerle birer girişimci olmaya zorlanmış ve borçlandırılmıştır. Aynı amaçla özellikle Güneydoğu’da kadın odaklı projeler oluşturulmuş, DB ve AB fonları kullanan “sivil toplum örgütleri” aracılığıyla okul çocuklarının eğitimi, bebeklerin sağlığı konusunda yardımlar yapılmıştır. AKP hükümeti, performans kriterlerine göre geçer not almış olmalı ki, bu konuda bir hayli bonkör davranabileceği biçimde kredi kaynaklarına rahatlıkla ulaşabildiği görülüyor. Seçim dönemlerinde yoğunlaştırılan dağıtımların geri dönüşü ise yüksek oy oranı olmuştur.
AKP hükümetinin DB ve IMF ile işbirliği içinde dağıttığı sosyal yardım desteklerinin yanı sıra finans kurumlarının asıl gözdesi olan “sivil toplum kuruluşları”nın sosyal güvenlik riskini azaltma konusunda yaptıkları da, bu tabloyu kuşkusuz renklendirir! AKP ile ilişkili taşeron bir “sivil toplum kuruluşu” olan Deniz Feneri’nin yoksullara yardım dağıtmak için topladığı paralarla yaptığı yolsuzlukların elinde patlaması, AKP hükümetinin, yaptırımlarına tabi olduğu finans kurumlarını da aldattığının göstergesidir.
Bu dönemde, Deniz Feneri’ne benzer birçok sözde “sivil toplum kuruluşu” oluşturulmuş, çok sayıda “kâr amacı gütmeyen” (!) vakıf kurulmuştur. Asıl önemlisi de, AKP döneminde daha güçlenen tarikat ve cemaat örgütlerinin, finans kuruluşlarının murad ettiği “sivil toplum”un işlevlerini yerine getirecek biçimde yeniden yapılanmasıdır. Emekçilerin, kendi aileleriyle kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceği, gelecek konusunda, çocukların sağlığı ve eğitimi konusunda endişe duymalarını önleyecek kurumlar hiç olmadığı, varolanlar işlevsizleştiği için, bu İslami “sivil toplum kuruluşları” yapayalnız ve dayanaksız bırakılan emekçiler için bir seçenek olmak üzere palazlanmıştır. Bu kurumlar aracılığıyla dağıtılan aşın, sağlanan yatağın, sıcak bir döşeğin yoksulun yoksulu için de ne denli kurtarıcı olduğu tartışılamaz. Eğitim, emeklilik, ulaşım, sosyal destek gibi konularda hükümet müdahalelerinin ticaret engelleri, tarifeler ve öteki korumacı engellerle aynı etkilere sahip olduğunu düşünen uluslararası sermaye ve onun direktiflerine uyan devletler için de öyle.
AKP, neoliberal bir proje partisi olarak, uluslararası sermayenin çıkarlarına, dünyanın yeniden paylaşımı hedeflerine uygun şekillendirilmiş, bu konudaki performansına dayalı olarak da ödüllendirilmiştir. Bütün bu süreçleri bilmeyen yoksul ve eğitimsiz emekçiler, vakıflar, cemaatler ve bizzat AKP’nin yerel yönetimleri eliyle bir yandan yoksulluklarının kader olduğuna inandırılırken, diğer yandan da bir kap sıcak yemek için bu partiye şükreder hale düşmüşlerdir. Bu partiye, “Müslümanın halinden anlayan Müslüman bir parti” diye oy verenler, AKP’nin, en çok kendisine oy veren emekçilere düşman olduğunu; bir tas çorba vermeden önce, önlerindeki bir kazan yemeği çektiğinin henüz farkında değiller. Geçtiğimiz ay yayınlanan TÜİK verilerine göre, Türkiye’deki 17 milyon hanenin 2.5 milyonu yardım alıyor. Yardım alanların çoğunun aylık geliri 450 lira ve altında. 1.5 milyon aile akraba, komşu ve benzeri yakınların yardımıyla hayatını sürüdürüyor. 800 bini, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan yardım alıyor ve yardım alanların yüzde 21’i belediyelerden destek gördü. Türkiye İşçi Emeklileri Derneği Ankara Şubesi tarafından yapılan bir araştırmanın sonucuna göre ise, işçi emeklilerinin yüzde 83’ü,  Bağkur emeklilerinin de yüzde 99’u açlık sınırının altında aylık alıyor. (Veriler: Evrensel, 22 Nisan 2009)
Bu veriler gösteriyor ki, AKP hükümeti eliyle kapitalizm, bu ülke nüfusunun hayli büyük bir kısmını “komşunun külüne muhtaç” hale getirmiş, emeklilik yaşını mezara kadar uzattığı yaşlılarını açlık sınırının altına itelemiştir. Sonra da, “bir tas sıcak çorba”yla, yoksullaşan halkın şükran duygularını oya tahvil etmeyi becermiştir. Dünya halklarının sömürüsünden elde edilen IMF ve DB kaynakları da, bu konudaki performansından ötürü AKP’ye akıtılmaktadır.
Sonuç olarak; emekçilerin, emeklilerin, emekli olamayan işçi sınıfının, kadınların ve çocukların bu denli muhtaç hale getirilmesinden sorumlu olan kapitalizm, sosyal güvenlik gibi bir konunun devlete yük oluşturmadığı birkaç yüzyıl önceki vahşi dönemine çoktan geri dönmüştür. Emekçiler ise, kazandıkları hakların ellerinden alınmasıyla, iki yüz yıldır verdikleri mücadelenin neredeyse başlangıç noktasına doğru itilmektedir. Dünya işçi sınıfının sosyal güvenlik ve sosyal hakları için verdikleri mücadeleler, bu geriye gidişe dur demek için bu yüzden son derece önemlidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑